31 Mart 2025 Pazartesi

8. Sahra’nın Kayıp Piramidi

 

Önsöz

Sahra Çölü, uçsuz bucaksız kumlarıyla insanlık tarihinin sessiz bir tanığıdır. Kumların altında, zamanın unutturduğu sırlar yatar; bazıları kayıp medeniyetlerin izlerini taşır, bazıları ise hayal gücünün bile sınırlarını zorlar. Binlerce yıl önce, bu kurak topraklar belki de yeşilin ve suyun hüküm sürdüğü bir cennetti. Belki de birileri, bu çölü yeniden canlandırmak için bir şeyler inşa etti ama o planlar, kumların derinliklerinde gömülü kaldı. Ya da belki, çok daha eski bir hikâye, çok daha fantastik bir gerçeklik, bu sonsuzlukta saklıdır.
Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Eymen ve Kerim, İstanbul’un gri sokaklarında, kısa yoldan zengin olma hayalleriyle yaşayan iki sıradan kardeşti. Çocukluklarında Indiana Jones filmleriyle büyümüş, macera ve hazine düşleriyle dolmuşlardı. Bir gün, bir haberle başlayan tesadüf, onları Sahra’nın kalbine, Ksar Draa’nın gizemine sürükledi. Ne altın peşindeki Kerim’in umutları, ne de Eymen’in temkinli aklı, bu yolculuğun onları nereye götüreceğini tahmin edebilirdi. Kayıp bir piramidin yükselişi, kadim yaratıkların uyanışı ve insanlık tarihine atılan bir imza… Bu, onların öyküsü; sabrın, hırsın ve tesadüflerin birbirine karıştığı bir macera.

Ksar Draa’nın kumları altında ne saklıydı? Bir uygarlığın son nefesi mi, yoksa çok daha büyük bir sırrın anahtarı mı? Eymen ve Kerim, bu soruları ararken, sadece bir hazine değil, kendilerini buldular. Ve belki de, Sahra’nın sessizliği bir gün yeniden konuşacaktı.


Bölüm 1: Keşfin İlk Ateşi

Eymen, İstanbul’daki küçük dairesinin oturma odasında, koltuğun bir köşesine yaslanmış, elinde bir bardak çay tutuyordu. Kerim ise koltuğun diğer ucunda, dizüstü bilgisayarı kucağına almış, Indiana Jones: Son Macera filmini kaçak bir siteden izliyordu. Ekranın ışığı, karanlık odayı aydınlatırken, Kerim’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Çocukluklarından beri bu filmlerle büyümüşlerdi; Kerim hazine avcısı olmayı hayal eder, Eymen ise o maceralardaki bulmacaları çözmenin peşinde koşardı. Sean Connery’nin “Kutsal Kase” sahnesine geldiği anda, ekran birden dondu. Kerim, bilgisayarı salladı ama nafile.

“Eymen, bu niye bozuldu yine? Tam en güzel yerinde!” diye bağırdı, sesinde hem öfke hem de çaresizlik vardı. Eymen çayından bir yudum aldı, sakinliğini bozmadan kardeşine baktı.

“Senin kısa yoldan zengin olma hayallerin hep böyle biter, Kerim. O korsan sitelerden izleye izleye virüs kaptırdın herhalde.”

Kerim koltuktan kalktı, bilgisayarı masaya koydu ve ellerini beline dayadı. “Virüs mürüs değil, tamir et şunu! Indiana Jones bana ilham veriyor. Bir gün biz de böyle bir hazine bulacağız, görürsün!”

Eymen iç çekti, çay bardağını sehpaya bırakıp masaya yöneldi. “Senin ilhamın daima başımıza iş açıyor. Geçen ay o ‘kısa yol’ bahis sitesine para yatırdın, ne oldu? Kirayı ben ödedim.” Tornavidayı eline aldı, bilgisayarın kapağını açtı. Anakartın tozlu devreleri gözüne çarptı; bir kablo gevşemiş, bağlantı kopmuştu. Kerim, masanın yanına gelip abisinin omzundan baktı.

“Hadi Eymen, elini çabuk tut. Belki tamir ederken bir hazine haritası bulursun!” dedi, hafif alaycı bir gülümsemeyle. Eymen gözlerini devirdi ama bir yandan kabloyu yerine oturtmaya çalışıyordu.

“Hazine haritası bulsam, seni işaretlerdi: ‘Burada tehlike var.’ ” Kabloyu sabitledi, güç düğmesine bastı. Ekran titreyerek canlandı. Kerim hemen atıldı, “Hah, işte bu! Şimdi filmi açalım!” Ama tam o anda, YouTube’da bir haber videosu otomatik olarak oynadı. İtalyan aksanlı bir ses odayı doldurdu: “Pisa Üniversitesi’nden Profesör Corrado Malanga, QuickBird uydu görüntüleriyle Sahra Çölü’nde, Timimoun yakınlarındaki Ksar Draa altında bir yeraltı ağı keşfetti. Devasa şaftlar, spiral merdivenler, su kanalları… Belki de Buzul Çağı’ndan önceki bir uygarlığın efsanevi Kayıtlar Salonu!”

Kerim’in ağzı açık kaldı. Bilgisayarı kucağına çekip sesi sonuna kadar açtı. “Eymen, duydun mu? Ksar Draa! Hazine! Kısa yoldan köşeyi döneriz!” Eymen kaşlarını çattı, kardeşinin coşkusuna şüpheyle baktı.

“Kerim, sakin ol. Kayıtlar Salonu dedikleri bir kütüphane olabilir, altın değil. Hem Sahra Çölü’nde ne işimiz var?”

Kerim masadan kalktı, odada volta atmaya başladı. “Kütüphane mi? O kadar uğraşıp kütüphane mi bulmuşlar? Hayır, Eymen, bu bir hazine! Indiana Jones’un bulacağı türden bir şey! Hadi araştıralım!” Bilgisayarı Eymen’in elinden aldı, Google’ı açtı ve “Ksar Draa” yazdı. Ekran, haberlerle doldu: Timimoun yakınlarında yuvarlak çift duvarlı, penceresiz bir kale; altında gizli bir kompleks; tarihçiler için bir bilmece. Kerim bir haberi yüksek sesle okudu: “Kim tarafından yapıldığı bilinmiyor, belki Berberiler, belki Yahudiler… Ama bu yeraltı ağı, Giza’dan bile eski olabilir!”

Eymen, istemeden de olsa ilgilenmişti. “Tamam, diyelim ki ilginç. Ama oraya nasıl gideriz?” Kerim, Google Earth’ü açtı, Timimoun’u buldu. Ksar Draa, çöldeki kum denizleri arasında kaybolmuş bir nokta gibiydi. “Bak, işte burası! Şimdi nasıl gidilir onu öğrenelim.” Eymen, telefonundan bir yapay zekâ uygulamasını açtı ve sordu: “İstanbul’dan Ksar Draa’ya nasıl ulaşılır?” Cevap ekranda belirdi: “İstanbul’dan Cezayir’e uçuş 3-4 saat. Oradan Timimoun’a iç hat uçuşu veya otobüs. Timimoun’dan Ksar Draa’ya 4x4 araç veya deve kervanıyla gidilir. Rehber şart.”

Kerim’in gözleri parladı. “Gördün mü, Eymen? Plan hazır! Uçakla Cezayir’e, oradan Timimoun’a… Sonra Ksar Draa’ya! Hazine bizi bekliyor!” Eymen sandalyesine yaslandı, düşünceli bir ifadeyle kardeşine baktı.

“Bu iş para ister, Kerim. Uçak biletleri, rehber, ekipman… Nerden bulacağız bunları?”

Kerim duraksamadı. “Bankadan kredi çekeriz! Hazineyi bulunca borcu öderiz, üstüne ev bile alırız!” Eymen başını ellerinin arasına aldı, ama içten içe o da Indiana Jones filmlerindeki heyecanı hatırlıyordu. “Peki, diyelim ki denedik. Ama bu iş sandığın kadar basit olmayabilir.”

Kerim gülümsedi, gözlerinde kararlı bir ışık vardı. “Basit olmasın, Eymen. Indiana Jones’un maceraları da basit değildi. Hadi, yarın bankaya gidiyoruz!” Eymen cevap vermedi, ama masadaki haritaya bir kez daha baktı. Ksar Draa’nın gizemi, iki kardeşi Sahra’nın derinliklerine çekecek ilk kıvılcımı yakmıştı.


Bölüm 2: Yolculuğun Başlangıcı

Sabahın erken saatlerinde, Eymen ve Kerim, İstanbul’un gri sokaklarında bankanın yolunu tuttu. Eymen’in adımları ağır, Kerim’inki ise sabırsızdı. Bankanın kapısından girerken Kerim, ceketinin yakasını düzeltti, sanki bir iş görüşmesine değil de hazine avına gider gibi hissediyordu. Şube müdürünün odasına alındılar; masanın arkasında oturan orta yaşlı adam, gözlüğünün üstünden onlara baktı. Eymen dosyayı uzatıp kısa bir açıklama yaptı: “Küçük bir kredi istiyoruz, seyahat masrafları için.” Müdür kaşlarını kaldırdı.

“Seyahat mi? Nereye gidiyorsunuz ki bu kadar acil?” diye sordu, sesinde hafif bir şüphe vardı. Kerim hemen atıldı.

“Sahra Çölü’ne, Ksar Draa’ya! Orada bir hazine var, bulacağız ve borcumuzu ödeyeceğiz!” Müdürün gözleri faltaşı gibi açıldı, ama Kerim devam etti. “Hatta fazla paramız kalırsa bu şubeyi bile satın alabiliriz!”

Eymen kardeşinin kolunu çekiştirdi. “Kerim, abartma. İş gezisi diyelim şuna.” Müdür gülümsedi, ama pek ikna olmuş görünmüyordu. Yine de evrakları inceleyip birkaç imza attıktan sonra krediyi onayladı. “Peki, ama geri ödeyemezseniz başınız belaya girer,” diye uyardı. Eymen başını salladı, Kerim ise zafer kazanmış gibi sırıtıyordu.

Eve döner dönmez hazırlıklara başladılar. Eymen, masanın üstüne bir defter açtı, kalemi eline alıp liste yapmaya koyuldu: uçak biletleri, harita, pusula, çöldeki sıcak için su şişeleri. Kerim ise odanın diğer ucunda, eski bir sırt çantasını dolduruyordu. “Eymen, sence altınları taşımak için ekstra çanta gerekir mi?” diye sordu, gözleri parlayarak. Eymen başını kaldırıp kardeşine baktı.

“Kerim, altın bulacağımız garanti değil. Belki sadece kum dolu bir kütüphane buluruz.” Kerim omuz silkti, “Kum da olsa satarız, çöldeki kum değerlidir!” dedi. Eymen gülmemek için kendini zor tuttu.

Bilgisayarı açtılar, internetten İstanbul-Cezayir ve Cezayir-Timimoun uçak biletlerini aldılar. Eymen kredi kartını uzatırken içinden, “Umarım bu çılgınlık buna değer,” diye geçirdi. Kerim ise ekrana bakıp, “Bak Eymen, uçuş sadece üç saat! Indiana Jones olsam kamçımla daha hızlı giderdim ama bu da idare eder,” dedi. Valizlerine birkaç kıyafet, Eymen’in yıllardır kullandığı paslı pusulası ve bir termos attılar. Eymen, haritayı katlayıp cebine koyarken, Kerim bir şapka bulup kafasına geçirdi. “Hazine avcısı gibi görünüyorum, değil mi?” diye sordu, aynada kendine bakarak. Eymen cevap vermedi, ama içten içe kardeşinin hevesine gıpta ediyordu.

Havalimanına taksiyle gittiler. Yolda trafik sıkışmıştı; Eymen camdan dışarı bakarken, Kerim taksiciye dönüp, “Abi, Sahra Çölü’ne gitsek kaça götürürsün?” diye sordu. Şoför kahkaha attı, “Oğlum, taksiyle çöle gidilmez, uçakla gidin!” dedi. Kerim, “Zaten öyle yapıyoruz,” diye mırıldandı, ama sesinde hafif bir hayal kırıklığı vardı.

Havalimanında check-in sırasına girdiler. Eymen biletleri kontrol ederken, Kerim etrafı süzüyordu. “Eymen, sence hazine avcıları böyle mi başlar? Havalimanında sıra bekleyerek?” Eymen omuz silkti. “Indiana Jones da uçakla gidiyordu, ama sıra beklediğini sanmıyorum.” Uçağa bindiklerinde, Kerim cam kenarını kapıp dışarıdaki bulutlara bakmaya başladı. “Altınlar bizi bekliyor, hissediyorum,” diye mırıldandı. İstanbul’dan Cezayir’e uçuş üç saat sürdü; Eymen uyumaya çalışırken, Kerim koltuğunda sabırsızlıkla kıpırdanıyordu.

Cezayir Havalimanı’na indiklerinde, iç hatlar terminaline geçtiler. Timimoun’a giden küçük bir uçağa bindiler; motorun gürültüsü kulaklarını doldururken, çöldeki sıcak hava dalgaları uçağı hafifçe sarstı. Bir saatlik uçuşun ardından Timimoun’a vardılar. Havalimanından çıktıklarında, sıcak bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Tozlu bir çarşıyla karşılaştılar; Kerim, “Burası hazineye giden ilk durak,” dedi, gözleri parlayarak. Eymen ise haritayı elinde sıkı sıkı tutuyordu. “Önce rehber bulalım, sonra hazineyi düşünürüz,” diye cevap verdi. Sahra’nın derinliklerine uzanacak macera, bu küçük çöldeki kasabada şekillenmeye başlamıştı.


Bölüm 3: Timimoun’daki Ayrılık

Timimoun’a varır varmaz, Eymen ve Kerim kendilerini sıcak bir rüzgârın ortasında buldu. Havalimanından çıkıp tozlu çarşıya adım attıklarında, etrafları kırmızı kum taşından yapılmış evler, hurma ağaçları ve develerle doluydu. Kerim’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı; çöldeki bu kasaba, ona Indiana Jones filmlerindeki egzotik duraklardan birini hatırlatıyordu. Eymen ise haritayı elinde sıkı sıkı tutuyor, çevreyi dikkatle süzüyordu. Valizlerini bir kenara koyup rehber aramaya koyuldular. Çarşının ortasında, deri ceketli, güneş yanığı bir adamla karşılaştılar. Adı Yusuf’tu; yerel bir rehberdi ve Ksar Draa’ya giden yolları iyi biliyordu.

Yusuf, çatallı sakalını sıvazlayarak onları süzdü. “Ksar Draa’ya mı gidiyorsunuz? Oraya iki yol var,” dedi, sesinde çöldeki yılların ağırlığı vardı. “Deve kervanıyla giderseniz yavaş ama tehlikesiz, 4x4 ile giderseniz hızlı ama riskli.” Eymen ve Kerim birbirine baktı; bu, karar anıydı. Eymen haritayı cebinden çıkardı, bir kez daha kontrol etti.

“Ben deve kervanıyla giderim,” dedi, sakin ama kararlı bir tonla. “Yavaş olsun, ama sağ salim varalım. Ksar Draa’ya ulaşmak için acelemiz yok.” Kerim kaşlarını çattı, sabırsızlığı yüzünden okunuyordu.

“Deve mi? Eymen, bu iş hızlı olmalı! Ben 4x4’le giderim, kısa yoldan varırım,” diye itiraz etti. “Hazineyi ilk ben bulacağım, sen develerle oyalanırken ben altınları toplarım!”

Eymen başını hafifçe yana eğdi, kardeşinin coşkusuna şaşkınlıkla baktı. “Kerim, bu bir yarış değil. Altın bulacağımız bile belli değil. Hem çöldeki hızlı yol tehlikeliymiş, rehber öyle dedi.” Kerim kollarını göğsünde kavuşturdu, pes etmeye niyeti yoktu.

“Tehlike Indiana Jones’un işiydi, Eymen. Ben hızlı giderim, daha rahat olur. Sen develerle kumlu yolda sallanadur,” dedi, hafif alaycı bir gülümsemeyle. Yusuf araya girdi, sesini yükselterek tartışmayı kesti.

“İkinizin de yolu Ksar Draa’ya çıkar, ama dikkatli olun. Çöldeki yollar affetmez,” diye uyardı. Eymen ve Kerim bir an sustu, ama kararları değişmedi. Eymen, kervanın hazırlandığı yere doğru yürüdü. Develer, ağır ağır yüklenirken, kervancıya haritayı gösterdi. “Ksar Draa’ya ne kadar sürer?” diye sordu. Adam omuz silkti.

“34 km uzakta. Deveyle bir en fazla bir buçuk gün. Hava durumuna bağlı. 4x4 otomobil ile bir saat veya en fazla 2 saat” dedi. Eymen başını salladı, devenin sırtına yerleşirken, “Sabırla hedefe ulaşırım,” diye mırıldandı. Devenin kokusu ve sıcaktaki ağırlık hissi, bu yolculuğun kolay olmayacağını hissettiriyordu.

Kerim ise çarşının diğer ucunda, eski bir 4x4’ün yanında duruyordu. Yusuf, ona aracı teslim ederken anahtarı uzattı. “Motoru sağlam, ama çöldeki kum tepelerine dikkat et,” dedi. Kerim direksiyona geçti, gaza hafifçe dokundu. “Hızlı olan kazanır,” diye kendi kendine söylendi. Motorun gürültüsü, çarşıda yankılanırken, aracı sol yola doğru sürdü. “Hazineye ilk ben varacağım, Eymen görsün,” diye düşündü, gözlerinde kararlı bir ışık vardı.

Yollar ayrılmıştı. Eymen, deve kervanıyla çöldeki sağ yolu takip etti; güneş tepede yükselirken, kervan ağır adımlarla ilerliyordu. Kerim ise 4x4’le sol yolda hız yaptı; kum tepeleri arasında araç, toz bulutları kaldırarak kayboldu. İki kardeş, farklı rotalardan aynı kadere doğru ilerliyordu: Ksar Draa’nın gizemli kalıntıları ve altında uyuyan tehlikelerle yüzleşmeye. Çöldeki sessizlik, onları bekleyen maceranın habercisi gibiydi.


Bölüm 4: Kumdaki Kaos

Kerim, 4x4’ün direksiyonunda, sol yolda hızla ilerliyordu. Çöldeki kum tepeleri arasında araç, toz bulutları kaldırarak kaybolmuştu. Gökyüzü açık, güneş kavurucuydu; Kerim’in gözleri ufukta Ksar Draa’yı arıyordu. “Hazineye yaklaşıyorum, hissediyorum,” diye mırıldandı, gaz pedalına biraz daha bastı. Ama birden hava değişti. Uzakta bir karartı belirdi; önce küçük bir bulut sandı, ama hızla büyüdü. Kum fırtınası geliyordu. Kerim camı kapattı, “Bu da ne böyle? Indiana Jones’un başına böyle şeyler gelirdi!” dedi, ama sesi kendinden emin değildi.

Fırtına birkaç dakika içinde üstüne çöktü. Kum taneleri cama vuruyor, görüş mesafesi sıfıra iniyordu. Kerim telsizi eline aldı, “Yusuf, beni duyuyor musun? Ne yapayım şimdi?” diye bağırdı, ama sadece cızırtı geldi. Telefonundaki GPS’i kontrol etti; ekran titredi, sinyal kayboldu. Pusulayı çıkardı, ama ibre çıldırmış gibi dönüyordu. “Bu ne lanet? Bermuda Şeytan Üçgeni mi burası?” diye söylendi. Manyetik alan düzensizlikleri, her şeyi altüst etmişti. Fırtınanın şiddeti ve aracın hızı birleşince kontrolü kaybetti. 4x4 bir kum tepesine çarptı, takla attı ve yana devrildi. Kerim kapıyı tekmeleyerek dışarı çıktı; araç hurdaya dönmüştü, ama o yara almadan kurtulmuştu. “Hazineye böyle mi varılır?” diye mırıldandı, etrafındaki kum bulutuna bakarak.

Eymen ise deve kervanıyla sağ yolda ilerliyordu. Kervan, ağır adımlarla çöldeki sessizliği bozuyordu. Devenin sırtında sallanırken, haritayı kontrol ediyor, pusulasına güveniyordu. Ama gökyüzü karardığında o da aynı fırtınayı fark etti. Kervancı bağırdı, “Develeri bağlayın!” ama sesi rüzgârda kayboldu. Kum fırtınası kervanı vurdu; develer panikle dağıldı, ipler koptu. Eymen, “Durun, nereye gidiyorsunuz!” diye seslendi, ama kimse duymadı. Kervandan koptu, yalnız kaldı. Telefonunu çıkardı, GPS çalışmıyordu; pusulası da Kerim’inki gibi çıldırmıştı. “Bu normal değil, manyetik bir şey var,” diye düşündü, ama çöldeki kaos düşünmesine izin vermiyordu.

Fırtına hafiflediğinde, Eymen devenin üstünde etrafı süzdü. Susuzluk ve sıcak bastırmıştı; “Biraz dinleneyim,” diyerek deveden indi. Çişini yapmak için bir kum tepesinin ardına geçti, ama o anda deve serbest kaldı. “Hey, dur! Geri gel!” diye bağırdı, ama deve kumların arasında kayboldu. Eymen yayan kalmıştı. “Sabır dedik, bu mu oldu?” diye mırıldandı, ama pes etmedi. Yürümeye başladı, yönünü bulmaya çalışıyordu.

Kerim de takla atan 4x4’ten uzaklaşmış, yaya olarak yoluna devam ediyordu. Ağzı kumla dolmuştu, gözleri yanıyordu. “Hazineye yürüyerek mi varacağım şimdi?” diye söylendi. Adım attığı anda, altında bir çatırtı duydu. Kumla kaplı bir kuyu çöktü; Kerim bağırarak aşağı düştü. Düşerken, kuyunun içindeki eski bir ağaç kalıntısına tutundu. Karanlıkta gözleri alıştığında, etrafında farelerin ve böceklerin hareket ettiğini fark etti. “Bu da ne böyle? Hazine yerine fare mi buldum?” diye mırıldandı, ama korkusu sesine yansıyordu.

Eymen, aynı noktaya vardığında, çöldeki sessizlik onu tedirgin etti. Yürürken birden ayaklarının altındaki zemin kaydı. O da aynı kuyuya düştü, ağaca tutundu. Kerim’in sesini duyunca şaşırdı. “Kerim? Sen misin?” Kerim yukarı baktı, kardeşini görünce hem rahatladı hem şaşırdı.

“Eymen! Seni de mi çöldeki lanet yuttu? Burası ne böyle?” Eymen etrafı süzdü; fareler ağacın köklerini kemiriyor, böcekler duvarlarda geziniyordu. “Bilmiyorum, ama Ksar Draa’ya yaklaştığımızı düşünüyorum,” dedi. İki kardeş, kum fırtınasının kaosundan sonra, aynı kuyuda, kaderin garip bir cilbiyle buluşmuştu. Ağaçta asılı dururken, altında ve üstünde ne olduğunu bilmedikleri bir karanlık onları bekliyordu.


Bölüm 5: Kuyunun Karanlığı

Eymen ve Kerim, Ksar Draa’nın altındaki kuyuda, eski bir ağaç kalıntısına tutunmuş, karanlığın içinde asılı kalmıştı. Kuyunun içi nemli ve serindi; yukarıdan sızan zayıf gün ışığı, duvarlardaki çatlakları ve yosun tutmuş taşları zar zor aydınlatıyordu. Hava, küf ve toz kokusuyla doluydu. Etrafta farelerin tıkırtıları yankılanıyor, böceklerin minik adımları taşlarda hissediliyordu. Kuyunun derinliği belirsizdi; aşağıda zifiri bir karanlık, yukarıda ise fırtınayla kapanmış bir ağız vardı. Eymen, ağacın dallarına sıkı sıkı tutunurken etrafı süzdü. “Kerim, burası ne kadar derin bilmiyorum, ama yukarı çıkmamız lazım,” dedi, sesinde endişe vardı.

Kerim, ağacın diğer dalında dengesini sağlamaya çalışıyordu. “Nasıl çıkalım ki? Telsiz çalışmıyor, telefon çekmiyor, GPS zaten öldü!” Cebinden telsizi çıkardı, bir kez daha denedi ama sadece cızırtı geldi. Eymen de telefonunu kontrol etti; ekran kararmış, sinyal yoktu. “Manyetik alan fırtınadan beri bozuk. Kimse bizi bulamaz,” diye mırıldandı. Yukarı tırmanmayı denediler; Eymen duvara tutunup birkaç adım attı, ama taşlar ufalandı, aşağı kaydı. Kerim de şansını denedi, ama bir fare sırtına zıplayıp onu ısırınca bağırarak geri düştü. “Lanet olası fare! Bu da mı başımıza gelecekti?” diye söylendi, sırtını kaşıyarak.

Böcekler de boş durmuyordu; Eymen’in koluna minik bir ısırık attı, kaşınarak uzaklaştırmaya çalıştı. “Bu kuyu cehennem gibi. Çaresiziz,” dedi, sesinde yorgunluk hissediliyordu. Kerim ise ağacın dallarında sallanan parlak, meyve benzeri objelere gözü takılmıştı. “Eymen, bak şunlara! Belki yenir, aç kalmayız,” dedi, birini koparıp elinde evirip çevirdi. Eymen kaşlarını çattı.

“Kerim, ne olduklarını bilmiyorsun. Zehirli olabilir,” diye uyardı, ama Kerim dinlemedi. İlk meyveyi ısırdı; tatlı bir suyu ağzına doldu. “Harika! Tadına bak, Eymen!” dedi, bir tane daha yedi. Eymen başını salladı. “Ben yemem. Yukarı çıkamıyorsak, aşağı inelim. Belki bir yol buluruz.”

Kerim, ağzı dolu halde, “Tamam, aşağı inelim. Ama ben bunları cebime dolduruyorum, aç kalırsak yersin,” dedi. Karanlıkta elini dallara uzattı, meyveleri ceplerine tıkmaya başladı. Ama loş ışıkta fark etmemişti; ceplerine birkaç böcek ve fare de karışmıştı. “Hadi, iniyorum!” diye bağırdı, Eymen’in peşinden ağacı bırakıp aşağı kaydı.

Eymen, kuyunun dibine yaklaştığında ayaklarının altında sert bir taş hissetti. Karanlıkta el yordamıyla taşı yokladı; taş soğuk ve pürüzlüydü. Kerim de yanına indi, ama bir tuhaflık vardı. Yüzü şişmeye başlamıştı; elleri, yanakları, hatta kafası kabarıyordu. Son yediği meyve zehirliydi. “Eymen, bi’ gomi gomig!” diye kekeledi, dili şişip konuşmasını bozmuştu. Sarhoş gibi sallanıyor, gözleri kayıyordu. Eymen kardeşine baktı, şaşkınlıkla geri çekildi.

“Kerim, ne oldu sana? Zehirlendin mi?” Kerim elini salladı, “Yog, iyiyim! Gafa gomik gis!” dedi, ama anlaşılmaz bir mırıltıdan ibaretti. Cebinden bir böcek düştü; Kerim fark etmeden üstüne bastı. Eymen kardeşinin kolunu tuttu, “Dur, düşeceksin! Yukarıda kalamazsın, benimle gel,” diye diretti.

Kuyu, çaresizlikleriyle doluydu. Yukarı çıkmak imkânsız, yardım çağırmak olanaksızdı. Fareler ve böcekler etraflarında dolaşırken, Kerim’in zehirli meyvelerle şişen hali, durumu daha da umutsuz kılıyordu. Ama Eymen’in aklındaki tek düşünce, “Aşağıda bir çıkış olmalı,” idi. Karanlıkta ilerlerken, Ksar Draa’nın gizemi onları daha derine çekiyordu.


Bölüm 6: Derinlikteki Bekleyiş

Eymen, kuyunun dibine yaklaşmıştı, Kerim’in kolunu tutmuş, kardeşini kemeriyle beline bağlamıştı. Kerim’in şişmiş yüzü, zehrin etkisiyle tanınmaz hale gelmişti; elleri, yanakları, kafası bir balon gibi kabarmış, baygın haldeydi. “Kerim, dayan, seni burada bırakamam,” dedi Eymen, sesinde hem endişe hem kararlılık vardı. Kemeri sıkılaştırdı, ağacı bırakıp, Kerim’i de taşıyarak kuyunun dibine doğru kaydı. Kerim’in ağırlığı omuzlarını zorluyor, kardeşinin başı göğsüne çarpıyordu. Eymen nefes nefese, “Biraz yardım etsen iyi olurdu, ama belli ki rüyadasın,” diye mırıldandı.

Kuyunun dibine ulaştıklarında, ayakları sert bir zemine bastı. Kerim’i sürükleyerek kuyunun dibinde bir geçit aramaya başladı. Karanlıkta el yordamıyla etrafı yokladı; taşlar soğuk ve pürüzlüydü, ama bir köşede dar bir aralık fark etti. Kemeri çözmeden, Kerim’i sırtına aldı, “Hadi Kerim, biraz dayan,” dedi. Dar aralığa eğildi, sürünerek geçti. Taşlar kollarını sıyırıyor, nefesi kesiliyordu, böcekler ve fareler üzerine tırmanıyordu ama pes etmedi. Birkaç metre sonra, aralık geniş bir boşluğa açıldı.

Eymen, kendini devasa bir salonda buldu. Loş bir ışık, tavandan sızarak yapıyı aydınlatıyordu. Salon, hayal gücünün ötesinde bir büyüklükteydi; yüzlerce metre yüksekliğindeki duvarlar, kırmızı kum taşından oyulmuş dev sütunlarla destekleniyordu. Tavan, yıldızlı bir gökyüzü gibi işlenmiş, binlerce yıl öncesi ustaların elinden çıkmış kabartmalarla süslüydü. Ortada spiral merdivenler derinlere iniyor, kurumuş su kanalları bir zamanlar burayı canlı tutmuş olmalıydı. Profesör Malanga’nın uydu radarıyla bulduğu yeraltı ağı burasıydı: Ksar Draa’nın altında, Buzul Çağı’ndan önceki bir uygarlığın kayıp şaheseri. Eymen’in nefesi kesildi; “Bulduk, Kerim! Kayıtlar Salonu’nu bulduk!” diye bağırdı, sevincini kardeşine duyurmak için dönüp Kerim’i sarstı.

Ama Kerim tepki vermedi. Baygındı; zehrin etkisiyle başı öne düşmüş, elleri sarkıyordu. Eymen kardeşini sütunun dibine yasladı, kemeri çözdü. Nabzını kontrol etti; zayıf ama düzenliydi. “Uyanman lazım, Kerim. Bunu tek başıma yapamam,” dedi, sesinde çaresizlik vardı. Valizinden termosu çıkardı, Kerim’in dudaklarına su döktü. “Hadi, iç şunu, kendine gel,” diye mırıldandı, ama Kerim’in ağzından su yana aktı. Eymen pes etmedi; ellerini Kerim’in şişmiş yanaklarına koydu, hafifçe ovarak masaj yapmaya başladı. “Şişlik insin, yoksa bu halde kalırsın,” dedi.

Kerim’in alnı ateş gibi yanıyordu. Eymen ceketinin bir parçasını yırttı, suyla ıslatıp kardeşinin başına koydu. “Ateşin var, ama seni iyileştireceğim,” diye mırıldandı. Kardeşinin iyileşmesini dileyerek bildiği bütün duaları okudu. Masajı sürdürdü; ertesi gün Kerim’in şişlikleri yavaşça inmeye başladı. Gözleri titredi, bir hırıltıyla kendine geldi. “Eymen… Neredeyim?” diye kekeledi, sesi zayıftı ama anlaşılıyordu. Eymen rahat bir nefes aldı.

“Ksar Draa’nın altındayız. Kuyudan düştük, buraya ulaştık. Zehirlendin, ama iyileşiyorsun,” dedi. Kerim başını kaldırıp etrafı süzdü; devasa salonu görünce gözleri faltaşı gibi açıldı. “Hazine… Bulduk mu?” diye sordu, hâlâ halsizdi. Eymen gülümsedi.

“Bir şey bulduk, ama ne olduğunu anlamak için devam etmeliyiz. Ayağa kalkabilir misin?” Kerim doğrulmaya çalıştı, ama dizleri titredi. “Biraz daha su ver, sonra yürürüm,” dedi. Eymen termosu uzattı; Kerim birkaç yudum içti, yüzüne renk gelmeye başladı. İki kardeş, bu inanılmaz yapının ortasında, birbirlerine tutunarak toparlanıyordu.



Bölüm 7: Ateşle Uyanan Tehlike

Eymen, devasa salonun ortasında, Kerim’i sütunun dibine yaslamış, kardeşinin durumunu kontrol ediyordu. Kerim’in yüzü hâlâ şişkin, gözleri yarı kapalıydı; zehrin etkisi tam geçmemişti. Eymen suyla ıslattığı bezi Kerim’in alnına koyarken, “Şişlikler tam inmedi, Kerim. Böbreklerin zehri atana kadar böyle kalabilir,” dedi, sesinde endişe vardı. Kerim, halsizce başını salladı, “Daha mı bekleyeceğiz? O kadar dayanamam,” diye mırıldandı, ama konuşurken dili hâlâ hafif peltekti.

Salonun loş ışığı altında hava soğumaya başlamıştı. Eymen üşüdüğünü hissetti; Kerim’in titremesi de dikkatinden kaçmadı. “Burası buz gibi oldu. Ateş yakalım, yoksa hasta olacağız,” dedi. Valizini açtı, içinden hazır çabuk çorba ve üç dakikalık noodle makarna paketlerini çıkardı. “Biraz yemek de iyi gelir, ama su ısıtmamız lazım,” diye ekledi. Kerim, gözlerini zorla açıp, “Ateş mi? Çöldeyiz, odun nerde?” diye sordu. Eymen kuyudan indikleri ağaç kalıntısına baktı; dalları kuru ve kırılgandı. “Şu ağaç işimizi görür,” dedi, bir dalı koparmak için ayağa kalktı.

Dalı çekip kırdığında, sert bir çatırtı salonda yankılandı. Eymen dalı yere koydu, çantasından çakmağını çıkardı. Ateş kısa sürede tutuştu; turuncu alevler, salonun taşlarını aydınlattı. Kerim, sütuna yaslanmış, ateşe bakıyordu. “Çin tuzu kokusu alıyorum sanki… Hızlı yap şunu,” dedi, zayıf bir gülümsemeyle. Eymen termosun suyunu bir kapta ısıtmaya başladı, “Sabret, birazdan hazır olur,” diye cevap verdi. Ama tam o anda, salonun derinliklerinden bir titreşim yükseldi. Yer sallandı; ağacın kopan dalı sesiyle belki de ateşin dumanıyla birlikte bir şey uyanmıştı.

Derinlerden bir kükreme duyuldu. Fareler ve böcekler yuvalarına kaçıştı. Eymen irkildi, ateşi söndürmeye yeltendi ama geç kalmıştı. Spiral merdivenlerin dibinde, karanlık bir gölge hareket etti. Binlerce yıl uyuyan bir aslan, uyanmıştı; altın rengi yelesi loş ışıkta parlıyor, gözleri alev gibi yanıyordu. Aynı anda, karşı duvardan bir hışırtı geldi; dev bir ejderha – pullu, yılan gibi uzun bir yaratık – taşların arasından sıyrılıp çıktı. Kuyudaki fareler ve böcekler, bu kadim koruyucuların besini olmuştu. Eymen donakaldı; “Kerim, kalk! Canavarlar uyandı!” diye bağırdı.

Kerim, ateşe bakarken birden gözlerini faltaşı gibi açtı. “Ne? Canavar mı? Ateş mi yaptı bunu?” diye kekeledi, ama zehrin etkisiyle hareketleri yavaştı. Aslan, ağır adımlarla onlara doğru ilerledi; ejderha ise süzülerek yaklaştı. Eymen, Kerim’in kolunu tuttu, “Ayağa kalk, kaçmamız lazım!” dedi, kardeşini sürüklemeye başladı. Kerim tökezleyerek doğruldu, “Beni yemesinler, şiş yüzümle tadım kötüdür!” diye mırıldandı, ama korkusu sesine yansıyordu.

Kovalamaca başladı. Eymen, Kerim’i çekerek salonun bir köşesine koştu; aslan peşlerinden kükreyerek geldi, pençeleri taşlarda iz bırakıyordu. Ejderha ise tavandaki sütunlara tırmanıp üstlerinden süzüldü, uzun kuyruğuyla yollarını kesmeye çalıştı. Eymen, “Bu lanet ateş her şeyi berbat etti!” diye bağırdı, bir sütunun ardına saklandılar. Kerim, nefes nefese, “Çorba içecektik, şimdi menü olduk!” dedi. Salonun geniş boşluğunda, aslan ve ejderha onları köşeye sıkıştırmıştı. Ksar Draa’nın kadim koruyucuları, ateşle uyanmış, avlarını bulmuştu.


Bölüm 8: Köprüdeki Kurtuluş

Eymen ve Kerim, Ksar Draa’nın devasa salonunda, binlerce yıl uyuyan aslan ve ejderhanın peşinde koşturuyordu. Ateşin kokusu, bu kadim yaratıkları uyandırmıştı; şimdi iki kardeşin tadına bakmak için peşlerindeydiler. Aslan, altın yelesiyle kükreyerek sütunların arasından fırladı; ejderha ise pullu gövdesiyle süzülerek tavandan sarktı. Eymen, Kerim’i sürüklerken, “Koş, Kerim! Bunlar bizi yiyecek!” diye bağırdı. Kerim, zehrin etkisiyle hâlâ halsizdi, ama korku ona güç veriyordu. “Ben zehirlendim, beni yerseniz siz de zehirlenirsiniz!” diye mırıldandı, tökezleyerek kardeşinin peşinden gitti.

Salonun geniş boşluğunda bir çıkış arıyorlardı. Eymen, önlerinde dar bir köprü fark etti; taşlardan yapılmış, iki yanı uçurumla çevrili, karşı tarafa uzanan eski bir yapıydı. “Köprüye geçelim, koş!” diye bağırdı, Kerim’in kolunu omzuna aldı, kardeşine destek oldu. Köprünün taşları yıpranmış, yer yer çökmüştü; ama başka çare yoktu. Arkadan aslanın pençeleri taşlarda yankılanıyordu, yaklaşan kükremesi kulaklarını dolduruyordu. Ejderha ise üstlerinden süzülerek köprünün diğer ucuna yerleşti. İki kardeş, köprünün ortasında sıkışıp kaldı; bir uçta aslan, diğer uçta ejderha.

Eymen, nefes nefese, “Köşeye sıkıştık, ne yapacağız?” diye sordu. Kerim, cebinde bir hareket hissetti; elini soktuğunda, meyve sandığı şeylerin fareler ve böcekler olduğunu fark etti. Kuyudan ceplerine karışmıştı. “Eymen, bak! Hazine değil, ama işimize yarar!” dedi, gözleri parlayarak. Bir fareyi eline aldı, aslana doğru fırlattı. “Al şunu, açsan ye!” diye bağırdı. Fare köprüde zıplayarak aslana doğru koştu; aslan, binlerce yıl farelerle beslenmiş bir avcı olarak, içgüdüyle peşinden gitti.

Kerim durmadı, cebinden böcekleri avuçladı, ejderhaya attı. “Sen de bunları al, afiyet olsun!” diye seslendi. Böcekler havada dağıldı; ejderha, kuyudaki böceklerle hayatta kalmış bir yaratık olarak, hemen peşlerine düştü. Ama köprünün darlığı ve yaratıkların sakarlığı işlerini zorlaştırdı. Aslan, fareyi kovalarken kaydı, pençesiyle köprünün kenarına tutundu ama dengesini kaybetti. Ejderha, böcekleri yakalamak için kuyruğunu salladı, ama taşlar kırıldı. İkisi birden, birbirine çarparak köprüden aşağı uçuruma yuvarlandı. Aslanın kükremesi ve ejderhanın hışırtısı, derinlerde kayboldu.

Eymen ve Kerim, köprünün ortasında donakalmıştı. Eymen nefesini tutmuş, kardeşine baktı. “Kerim, bu… nasıl oldu?” diye sordu, şaşkınlığı sesine yansıyordu. Kerim, hâlâ şiş yüzüyle gülümsedi. “Benim zekâm, Eymen! Fareler ve böcekler günü kurtardı!” dedi, ama sesi halsizdi. Eymen başını salladı, “Zekâ mı, yoksa şans mı, bilmiyorum. Ama kurtulduk,” diye mırıldandı. Köprünün diğer tarafına geçtiler; uçurumun ötesinde, salonun devamı onları bekliyordu. Aslan ve ejderha gitmişti, ama Ksar Draa’nın sırrı hâlâ çözülmeyi bekliyordu.


Bölüm 9: Kayıtlar Salonu’nun Sırrı

Eymen ve Kerim, köprüyü geçip Ksar Draa’nın derinliklerinde ilerledi. Aslan ve ejderha uçuruma yuvarlanmış, kovalamaca sona ermişti. Salonun loş ışığı altında nefeslerini topladılar. Kerim, hâlâ şiş yüzüyle sütuna yaslanmış, “Eymen, şu 3 dakikalık makarnayı yemedik, açlıktan öleceğim,” diye mırıldandı. Eymen çantasını açtı, üç dakikalık makarna paketini ve termosu çıkardı. Ateşten kalan közler hâlâ sıcaktı; suyu ısıttı, makarnayı hazırladı. “Hadi, ye de kendine gel. Zehir hâlâ seni bırakmadı,” dedi. Kerim, makarnayı kaşıkladı, “Hazine bulamasak bile bu makarna günü kurtardı,” diye gülümsedi, yüzüne biraz renk geldi.

Makarnalarını yerken, salonun devamındaki bir geçidi fark ettiler. Eymen ayağa kalktı, “Burası Kayıtlar Salonu olabilir. Hadi keşfedelim,” dedi. Kerim’i kolundan tutup kaldırdı; birlikte geçitten içeri girdiler. Karşılarında, devasa bir oda açıldı: Kayıtlar Salonu. Duvarlar, yerden tavana kadar binlerce hiyeroglif tabletle kaplıydı. Tabletler, kırmızı kum taşına oyulmuş, soluk ama okunaklıydı. Eymen, bir tablete yaklaşıp parmaklarını üzerinde gezdirdi. “Bunlar Antik Mısır’dan da eski… Belki insanlığın atalarına ait,” diye mırıldandı, gözleri hayranlıkla parlıyordu. Birçok araştırmacı, kadim medeniyetlerin günümüzde bile ulaşılamayan teknolojilere sahip olduğunu söylerdi; bu tabletler, o kayıp bilginin kalıntıları olabilirdi.

Kerim ise tabletlerle ilgilenmek yerine etrafı kolaçan ediyordu. “Eymen, hiyeroglifler güzel de, altın nerde? Bankayı satın alamasak bile borcumuzu ödeyelim!” dedi, bir köşede taşları karıştırarak. Eymen başını salladı, “Kerim, bu tabletler altından daha değerli olabilir. Savaşlar, felaketler yüzünden kaybolmuş bir uygarlığın izleri bunlar,” diye cevap verdi. Ama Kerim dinlemedi, “Değerliyse satarız, borcu öderiz!” diye mırıldandı, bir taşı kaldırıp altına baktı.

O sırada Eymen, duvardaki bir kolu fark etti. Indiana Jones filmlerindeki bulmaca mekanizmalarını hatırlatan, paslı ama sağlam bir koldu. “Bu ne işe yarıyor acaba?” diye söylendi, kolu çekti. Aniden, tavandan su dökülmeye başladı; kurumuş kanallar canlandı, salonun ortasında bir havuz doldu. Kerim irkildi, “Eymen, ne yaptın? Bizi mi boğacaksın?” diye bağırdı. Eymen kolu tekrar çekti, su kesildi. “Bir mekanizma bu. Daha fazlası olmalı,” dedi, gözleri parlayarak.

Salonun diğer ucunda, başka bir kol gördüler. Eymen bu kez temkinliydi; kolu çektiğinde, taş bir platform sallandı ve yerden yükseldi. “Asansör bu! Daha derinlere inebiliriz,” dedi. Kerim, noodle paketini cebine sıkıştırıp, “İnince altın buluruz umarım,” diye mırıldandı. Asansöre bindiler; platform, gıcırdayarak aşağı inmeye başladı. Kayıtlar Salonu’nun tabletleri geride kalırken, Eymen kayıp bir uygarlığın sırlarını, Kerim ise altın hayallerini düşünüyordu. Derinliklere indikçe, Ksar Draa’nın gizemi onları daha da içine çekiyordu.


Bölüm 10: Derinliğin Altındaki Sır

Eymen ve Kerim, taş asansörle Ksar Draa’nın derinliklerine iniyordu. Platform gıcırdayarak aşağı kayarken, etraflarındaki duvarlar daralıp genişliyor, loş ışıkta kırmızı kum taşından silindirik borular beliriyordu. Eymen, “Radar taramalarında bundan bahsediyorlardı,” diye mırıldandı, gözleri borulara takılmıştı. “648 metre dibe uzanan sekiz silindirik boru… İki kubik odaya iniyorlarmış. Hatta 2 kilometre daha derine gittiğine dair kanıtlar var.” Kerim, asansörün kenarına tutunmuş, “Bu ne demek oluyor? Piramidi böyle mi yaptılar?” diye sordu, hâlâ şiş yüzüyle halsizdi.

Eymen düşünceliydi. “Belki milyonlarca kayayı yukarı çıkarmak yerine, zemine bir kriko sistemi kurdular. Taşları dizip sırayı tamamlayınca 2 metre aşağı indiriyorlardı. Sonunda krikoyu çalıştırıp piramit yukarı çıkıyordu,” dedi. Kerim’in gözleri parladı. “Yani bu bir mühendislik harikası mı? Altın bulursak borcu öderiz!” Eymen başını salladı, “Ama neden buraya piramit yaptılar? Belki eski bir uzaylı gemisi çöldeki kumların altına çakıldı. İnsanlar bunu bulunca tanrılara ait sandılar, üstüne anıt yaptılar,” diye ekledi.

Kerim duraksadı, sonra başka bir teori attı ortaya. “Ya da burası bir enerji merkeziydi? Kadim bir nükleer reaktör gibi… Kumlar radyasyonu gizledi!” Eymen gülümsedi, “Belki de gizli bir hazine odasıydı, ama zamanla unutuldu. Komplo teorisyenleri bayılır buna,” diye cevap verdi. Tartışmaları, asansörün durmasıyla kesildi. Platform, bir kubik odaya açılmıştı.

Odada, başka kollar gördüler. Eymen birini çekti; bir titreşimle duvarlar kaydı, gizli bir geçit açıldı. Kerim başka bir kolu hareket ettirdi; tavandan tozlu bir rampa indi. “Bu mekanizmalar harika! Daha derinlere inelim,” dedi, hevesle. Eymen, “Dikkatli ol, her kol bir tuzağı çalıştırabilir,” diye uyardı. Rampa boyunca indiler; en dibe ulaştıklarında, loş ışıkta tek bir nesne parladı: 137.4 cm’lik bir altın küp. Ama devasaydı, 50 ton ağırlığında gibi duruyordu.

Kerim küpe koştu, “Altın bulduk! Borcu öderiz, bankayı alırız!” diye bağırdı, ama küpü itmeye çalışınca yerinden kıpırdamadı. Eymen yaklaştı, “Bunu taşıyamayız, Kerim. Parça koparmak imkânsız, çantaya sığmaz. Hem nasıl dışarı çıkarız?” dedi. Kerim küpün üstüne çıktı, “Belki bir mekanizma vardır,” diye mırıldandı ve zıpladı. Aniden, bir tıkırtı duyuldu; küpün yanından bir kol yükseldi. Üzerinde hiyeroglif bir uyarı yazısı vardı, ama okuyamıyorlardı.

Eymen yazıya baktı, “Bu ne diyor sence? Çeksek mi?” dedi, temkinliydi. Kerim omuz silkti, “Çekelim, belki altın çıkar! Ya da bizi dışarı çıkarır,” diye cevap verdi. Eymen duraksadı, “Ya da her şeyi yıkar. Okuyamıyoruz, riskli,” dedi. Kerim elini kola uzattı, “Indiana Jones olsam çekerdim,” diye gülümsedi. İki kardeş, altın küpün başında, hiyeroglif uyarının gölgesinde karar anıyla karşı karşıyaydı. Ksar Draa’nın sırrı, bir kolun hareketine bağlıydı.


Bölüm 11: Yükselen Gizem

Eymen ve Kerim, Ksar Draa’nın en derin odasında, 50 tonluk altın küpün başında duruyordu. Hiyeroglif uyarı yazısıyla kaplı kol, loş ışıkta tehditkâr bir şekilde yükseliyordu. Eymen, yazıya parmaklarını değdirmeden süzdü, “Bu mekanizma neyi çalıştırıyor olabilir?” diye mırıldandı. Kerim, küpün üstünde oturmuş, düşünüyordu. “Belki Sahra Çölü’nü yeşillendirecek bir proje üzerinde çalışıyorlardı,” dedi, gözleri uzaklara dalarak. “Bu borular, su kanalları… Bir zamanlar burası yeşildi, değil mi?”

Eymen başını salladı, teoriyi geliştirdi. “Evet, ama neden çalıştırmadılar? Belki amacı başkaydı. Çalıştırdılar, ama durduramadılar. Sahra’yı çöle çeviren bu mekanizma olabilir,” dedi. Kerim kaşlarını çattı, “Yani yanlışlıkla mı çöl yaptılar? O zaman bu kolu çekmek riskli değil mi?” diye sordu. Eymen, “Riskli, ama başka çıkış yok. Hiyeroglifleri okuyamıyoruz,” diye cevap verdi. İkisi de kola bakarken, bir anlık sessizlik oldu.

Kerim, küpten inmek için ayağa kalktı, ama zehrin etkisiyle hâlâ halsizdi. Ayağı takıldı, dengesini kaybetti ve kolun üzerine düştü. “Eymen, tut!” diye bağırdı, ama geç kalmıştı. Kol aşağı indi; bir tıkırtı duyuldu, ardından salon sallanmaya başladı. Titreşimler şiddetlenip taşlar çatırdarken, Eymen kardeşini kolundan çekti. “Ne yaptın, Kerim? Her şeyi yıkacaksın!” diye bağırdı. Kerim, yere yuvarlanırken, “Bilerek olmadı, kaydım!” diye kendini savundu.

O anda, yerden derin bir uğultu yükseldi. Duvarlar kaydı, silindirik borular titreşerek hareket etti. Dışarıda, kumlar dağılmaya başladı; 150 metre büyüklüğünde bir yapı, Ksar Draa’nın piramidi, yavaşça çöldeki kumların arasından yükseliyordu. Eymen ve Kerim, asansör platformuna tutundu; yapı yukarı çıktıkça, etraflarındaki taşlar yer değiştiriyor, salon gün ışığına kavuşuyordu. Kerim, şaşkınlıkla, “Eymen, piramidi mi kaldırdık?” diye sordu. Eymen, dışarıdaki manzarayı görünce, “Sanırım öyle… Ama bu nasıl mümkün?” dedi.

Dış dünyada, televizyonlar canlı yayına geçmişti. Uydular, Sahra Çölü’nde aniden yükselen devasa yapıyı çekiyor; haber spikerleri, “Kayıp bir uygarlığın izi mi? Uzaylı teknolojisi mi?” diye çıldırıyordu. Kumlar dağılırken, piramidin kırmızı taşları güneş ışığında parladı; Eymen ve Kerim, yapının tepesinde, asansör platformunda kalmıştı. Eymen, “Sahra’yı yeşillendirmek yerine çölü uyandırdık galiba,” dedi, sesinde hem hayranlık hem endişe vardı. Kerim, altın küpü işaret etti, “En azından şunu aldık! Borcu öderiz,” diye gülümsedi, ama küp hâlâ taşınamaz haldeydi.

Piramit yükselmeyi durdurdu; iki kardeş, çöldeki bu inanılmaz yapının tepesinde, dünyanın gözleri üzerindeyken ne yapacaklarını bilmiyordu. Ksar Draa’nın sırrı açığa çıkmıştı, ama hikâyeleri henüz bitmemişti.


Bölüm 12: Eve Dönüş

Piramit, Sahra Çölü’nün ortasında, 150 metre yüksekliğiyle güneşin altında parlıyordu. Eymen ve Kerim, asansör platformunda, altın küpün yanında durmuş, aşağıda toplanan helikopterleri ve haber ekiplerini izliyordu. Televizyonlar hâlâ canlı yayındaydı; dünya, bu gizemli yapının yükselişine şaşkınlıkla bakıyordu. Eymen, rüzgârda uçuşan saçlarını düzelterek, “Kerim, ne yaptık biz? Bütün dünya bizi konuşuyor,” dedi, sesinde hem şaşkınlık hem yorgunluk vardı.

Kerim, altın küpe yaslanmış, hâlâ şiş yüzüyle gülümsedi. “Hazine bulduk, Eymen! Bankayı almasak da borcu öderiz,” diye cevap verdi. Ama küp, 50 tonluk ağırlığıyla hâlâ yerinden kıpırdamıyordu. Bir helikopter yaklaştı; yerel yetkililer ve arkeologlar, yapıyı incelemek için platforma çıktı. Eymen ve Kerim’i sorguya çektiler, ama iki kardeş sadece “kaza”dan bahsetti. Altın küpü taşıyamayacaklarını anlayınca, yetkililere bıraktılar. “Bunu alın, ama borcumuzu ödeyecek kadarını bize verin,” dedi Kerim, son bir umutla. Yetkili gülümsedi, “Bu bir hazine, ama sizin değil. Yine de ödül alırsınız,” diye cevap verdi.

Timimoun’a geri döndüler, oradan Cezayir’e, sonra İstanbul’a uçtular. Eve vardıklarında, valizlerini kapının önüne atıp koltuğa yığıldılar. Eymen bilgisayarı açtı, Indiana Jones: Son Macera filmini başlattı. Kerim, yorgun ama mutlu, “Eymen, biz de Indiana gibi olduk, değil mi? Ama altınsız,” dedi. Eymen gülümsedi, “Altını taşıyamadık, ama bir piramiti kaldırdık. Yeterince çılgın değil mi?” diye cevap verdi. Film oynarken, Kerim uykuya daldı; Eymen ise ekrana bakıp, “Belki bir gün başka bir macera buluruz,” diye düşündü.

Sonsöz

Eymen ve Kerim’in Ksar Draa macerası, kısa yoldan zengin olma hayaliyle başlamış, ama insanlık tarihine bir iz bırakarak bitmişti. Altın küpü alamasalar da, yetkililerden aldıkları küçük ödül, banka borcunu kapatmaya yetti. Kerim, şişlikleri inince, “Bir dahaki sefere altını çantaya sığdırırım,” diye şaka yapmayı sürdürdü. Eymen ise tabletlerin sırrını çözmek için araştırmalara daldı; belki bir gün Kayıtlar Salonu’nun hiyeroglifleri, Sahra’yı yeniden yeşillendirecekti. İki kardeş, İstanbul’daki küçük dairelerinde, Indiana Jones filmleriyle hayallerini canlı tuttu. Ksar Draa, çölde 150 metrelik piramidin en tepesinde arkeologların ve turistlerin çılgınca akın ettiği bir yer oldu; Eymen ve Kerim’in öyküsü ise bir efsane olarak dilden dile dolaşmaya devam etti.




Not: Bu hikaye
aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 8. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....

ÖZET:

Eski zamanlarda iki kardeş uzun bir yolculuğa çıkar. Yolda ilerlerken bir yerde yol ikiye ayrılır. Yol ayrımında ciddi bir adamla karşılaşırlar ve ona sorarlar: "Hangi yol daha iyidir?" Adam cevap verir: "Sağ yolda kurallara uymak zorundasın, ama bu zorluk içinde güvenlik ve mutluluk var. Sol yolda ise özgürlük var, ama bu özgürlükte tehlike ve mutsuzluk bulunuyor. Seçim sizin."

Bunu duyan iyi huylu kardeş, "Allah’a tevekkül ettim" diyerek sağ yolu seçer ve kurallara uymayı kabul eder. Kötü huylu ve serseri olan diğer kardeş ise sadece özgürlük istediği için sol yolu tercih eder. Şimdi bu ikinci kardeşi hayalen takip edelim:

Bu adam, dağları tepeleri aşarak sonunda boş bir çöle ulaşır. Birden korkunç bir ses duyar. Bakar ki, bir aslan çalılıktan çıkıp ona saldırıyor. Kaçar ve yaklaşık 40 metre derinliğinde susuz bir kuyuya rastlar. Korkudan kendini kuyuya atar. Yarısına kadar düşerken elleri bir ağaca tutunur ve havada kalır. Kuyunun duvarında yetişen bu ağacın iki kökü vardır ve biri beyaz, biri siyah iki fare bu kökleri kemiriyor. Yukarı bakar, aslanın kuyu başında beklediğini görür. Aşağı bakar, korkunç bir ejderhanın ağzını açmış, yaklaşık 20 metre yukarıdaki ayaklarına yaklaştığını fark eder. Ejderhanın ağzı kuyu kadar geniştir. Kuyunun duvarlarına bakar, etrafını zararlı böceklerin sardığını görür. Ağacın tepesine bakar, bir incir ağacı olduğunu ve şaşırtıcı bir şekilde cevizden nara kadar farklı meyveler taşıdığını fark eder.

Bu adam, aklını kullanmadığı için bunların tesadüf olmadığını ve bir anlamı olduğunu anlayamaz. Kalbi ve ruhu bu korkunç durumdan feryat ederken, nefsi sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranır ve ağacın meyvelerini yemeye başlar. Oysa bu meyvelerin bir kısmı zehirli ve zararlıdır. Ne ölür ki kurtulsun, ne de yaşar; böylece azap içinde kalır.

Şimdi diğer kardeşe dönelim. İyi huylu kardeş yoluna devam eder, ama kardeşi gibi sıkıntı çekmez. Güzel ahlâkı sayesinde olumlu düşünür, hayaller kurar ve huzur bulur. Kurallara uyduğu için zorluk çekmez, aksine kolaylık bulur ve güven içinde ilerler.

Bir bahçeye rastlar. İçinde güzel çiçekler ve meyveler olduğu kadar, bakımsızlıktan dolayı kirli şeyler de vardır. Kardeşi de böyle bir bahçeye girmiş, ama kirli şeylere takılıp huzursuz olmuş ve çıkıp gitmişti. Bu kardeş ise sadece güzel şeylere bakar, onlardan faydalanır ve huzurlu bir şekilde dinlenip yoluna devam eder.

Sonra o da büyük bir çöle girer. Bir aslanın sesini duyar ve korkar, ama kardeşi kadar değil. "Bu aslan bir hâkimin emrinde olabilir" diye düşünerek teselli bulur. Yine de kaçar ve aynı derinlikte bir kuyuya düşer. Kardeşi gibi ağaca tutunur. Yukarıda aslanı, aşağıda ejderhayı, iki farenin ağacın köklerini kemirdiğini görür. Korkar, ama bu korku kardeşininkinden çok daha hafiftir. Güzel düşünceleri ona her şeyin bir anlamı olduğunu söyler: "Bu olaylar birbiriyle bağlantılı. Bir gizli güç beni izliyor, deniyor ve bir yere çağırıyor."

Bu merakla, "Beni çağıran kim?" diye düşünür ve bu sırrı çözmek ister. Ağaca bakar, farklı meyveler taşıdığını görür ve anlar ki bu ağaç bir sergidir; bir hâkim misafirlerine nimetlerin örneklerini sunmuştur. Korkusu geçer ve dua eder: "Ey bu yerlerin hâkimi! Sana sığınıyorum, hizmetkârınım ve seni arıyorum." Duası kabul olur, kuyunun duvarı yarılır ve güzel bir bahçeye açılan kapı belirir. Ejderha ve aslan hizmetkâr olur, onu içeri davet eder. Aslan ise ona hizmet eden bir at haline gelir.

Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

Bu hikâyedeki hakikatleri anladıysan, dinin, dünyanın, insanın ve imanın gerçeğini bunlara uygulayabilirsin. Önemli noktalarını söyleyeyim, detaylarını sen kendin çıkar:

  • İki kardeş: Biri mümin ruh ve salih kalp, diğeri kâfir ruh ve günahkâr kalptir.
  • İki yol: Sağ yol Kur’an ve iman yolu, sol yol isyan ve küfür yoludur.
  • Bahçe: İnsan toplumu ve medeniyet içindeki geçici hayattır; içinde iyi-kötü, temiz-pis her şey bulunur.
  • Çöl: Dünya, aslan: ölüm, kuyu: insan bedeni ve ömür, ağaç: hayat süresi, iki fare: gece ve gündüz, ejderha: kabirdir. Mümin için kabir, dünyadan cennete açılan bir kapıdır.

Her kim geçici hayatı asıl amaç yaparsa, görünüşte cennette olsa bile manen cehennemdedir. Her kim ebedî hayata yönelirse, dünya ne kadar zor olsa da, onu cennetin bekleme salonu gibi görür ve sabırla şükreder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları