31 Ekim 2025 Cuma

YENİ SAHRA-3: M.S. 8000

BÖLÜM 1: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ

Sina'nın kuzey kıyısında, Akdeniz'in sonsuz maviliğiyle çölün soluk sarısı arasında bir nefes gibi uzanır Bardawil. O, karanın ve denizin binlerce yıllık inatlaşmasından doğmuş, incecik bir kum seddiyle büyük, gürültülü denizden nazikçe ayrılmış devasa, sığ bir kâsedir.

Güneş, gölün üzerindeki gökyüzünü her sabah ve her akşam yakut ve kehribar tonlarına boyarken, suyun yüzeyi, binlerce eski Mısır altın sikkesi gibi parıldar. Su o kadar sığdır ki, hafif bir rüzgâr bile dibindeki ipeksi kumu havalandırır; bu da göle, sürekli değişen, yumuşak puslu bir cam görünümü verir. Kıyıya vuran dalgalar, Akdeniz'in hırçın fısıltıları değil, lagünün kendi içine dönük, alçak sesli tuzlu bir şarkısıdır.

Bardawil, bir zaman tüneli gibidir. Kıyılarında gezinirken, ayaklarınızın altında sadece kum değil, aynı zamanda M.Ö. 1500 yılından kalma balıkçıların yankılanan hikâyeleri yatar.  Sığ sular, çipura sürülerini gizleyen, bereketli ve eski bir anadır. Hava, tuzun keskinliği ve Nil levreği ticareti yapılan eski limanların hayali kokusuyla doludur.

O, devasa, yalnız ve melankolik bir varlıktır. Caretta caretta'lar, uzun ve tehlikeli yolculuklarının sonunda bu sulara sığınırken, Bardawil onlara sadece bir dinlenme yeri değil, aynı zamanda Akdeniz'in gürültüsünden uzak, saklı ve sıcak bir kışlık düş sunar.

Bardawil Gölü, ne bir deniz ne de tam bir tatlı sudur; o, iki dünyanın ortasında kalmış, sonsuz bir alacakaranlık gibidir; ıssızlığıyla büyüleyen, tuzlu bir masal sahnesidir.

Binlerce yıl sonra, sığ suların üzerine rüyadan fırlamışçasına, tarihin doğayla en uyumlu mimari mucizesi yükseldi: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ.

Bu şehir, çelik ve camın soğukluğunu reddederek, gölün yüzeyine serpilmiş devasa nilüfer yaprakları suretinde inşa edildi. Her bir yapı, suyun üzerinde hafifçe salınan, organik bir taç yaprağıydı. Onların kavisli ve yelpaze şeklindeki çatıları, Güneş'i bir damla su gibi yakalar, enerjiyi usulca toplar ve gölün sakin ruhuyla bütünleşirdi. Yapıların arasına gizlenmiş akıcı su yolları, lagünün kendisiyle iç içe geçerdi; şehir, karadan çok, suyun bir parçasıydı.

Bir zamanlar yalnız olan Bardawil’de esen rüzgârın ve suyun sesine yeni bir melodi eklenmişti. Gölün güney kıyısında, kumla suyun arasına, adeta bir lotus çiçeği gibi açılarak yükselmişti Lotus Şehri.

Önce, gölün kalbine nano-temelli yüzer temeller bırakıldı; her biri, suyun tuzluluğuna göre kendi yoğunluğunu ayarlayan canlı mühendislik harikalarıydı. Ardından, bu temellerin üzerine, deniz kabuklarının kalsiyum kristallerinden esinlenmiş biyopolimer dokular örüldü. Bu dokular, sabahları gölün buharını emer, geceleri göğe geri salar; böylece şehir, kendi yağmur döngüsünü yaratırdı.

Yapılar, lotus çiçeğinin yaprakları gibi iç içe dizilmişti: dış halkalar, suyun üstünde yüzen konut alanları; orta halkalar, bahçeleri ve biyolüminesans ormanları; merkezde ise göğe uzanan Lotus Tower, Dünya ile yörüngeyi birbirine bağlayan uzay asansörüydü.

Kule, 7894 yılında tamamlandı. O günden beri, insanlığın göğe uzanan en uzun damarını taşıdı. Lotus Uzay Şehri Ekvator üzerinde 35786 km yüksekte bulunan yer sabit yörüngede bulunan birbirine bağlı 18 uzay şehrinden sadece biridir. Uzay şehirlerinden inen kablolar yalnızca dikey değildir; kuzeye ve güneye, doğuya ve batıya uzanan lateral denge hatları, Dünya’nın dört yönüne sessizce gerilmiş gergin yaylar gibidir. Bu hatlar rüzgâra karşı, Dünya'nın yerçekimiyle konuşur. Her biri, milyarlarca sensörle kablo gerilimini, atmosfer basıncını, Ay’ın gelgit çekimini ölçer; her salınım, karşı salınımla anında dengelenir.

Böylece Bardavil Lotus, yalnızca bir şehir değil, gezegenin en kararlı noktası hâline gelmiştir.
Kule, sabahları gölün sisini yutarak tatlı su depolar, öğle vakti Güneş’in enerjisini toplar, geceleri gökyüzüne giden ince bir ışık yolu gibi parlar.

Bir zamanlar sadece balıkçıların, tuz işçilerinin ve caretta caretta’ların sığınağı olan Bardawil, şimdi gökyüzüne evlilikler, umutlar ve hayaller gönderen sessiz bir limandır.

Bardawil Lotus Şehri'nde yaşam, fısıltı kadar yavaş ve huzurludur. Yüksek sesler, keskin köşeler yoktur. Binlerce yıllık bilgelik, mimarinin ve teknolojinin temel taşı olmuştur. Gölün tuzu, artık sadece balıkların değil, bu fütüristik ve sessiz kentin de nefesidir. Geleceğin insanları, o ince kum seddinin ardında, hem Akdeniz'in kadim gücüne hem de lagünün ebedi sessizliğine saygı duyarak, yüzen bir nilüfer tarlasının içinde yaşıyorlardı.



BÖLÜM 2: NALAN İLE OKAN’IN DÜĞÜNÜ (M.S. 7990)


2.1. DÜĞÜN

Lotus Kulesi’nin gölgesinde, göl yüzeyi bir ayna gibi parlıyordu. Akşamın ilk yıldızları henüz belirmemişti; ama şehir zaten gökyüzünü taklit eden bir ışıltıya sahipti. Nilüfer kubbelerin üstündeki biyolüminesans dokular, maviyle altın arasında salınan bir ışık yayıyordu; tıpkı aşkla dolu bir kalbin nefes alıp verişi gibi.

Gölün ortasında, yüzen bir platformun üzerinde kurulan düğün alanı, suyun üzerinde açan dev bir lotus yaprağı şeklindeydi. Davetliler, suyun altından geçen şeffaf yollardan yürüyerek geldiler; her adımda ayaklarının altında binlerce mikroskobik plankton ışıldıyor, sanki yıldızların üzerinde yürüyormuş gibi hissettiriyordu.

Nalan, beyaz değil, inci tonlarında parlayan bir elbise giymişti. Elbisesinin dokusu, gölün suyundan damıtılmış nano-ipeklerden üretilmişti; su buharını içine çekiyor, ışıltısını ona geri veriyordu.
Okan’ın giysisi ise viskon polyemid karışımından yapılmış, saf enerji elyafıyla yıldızlar gibi parlayan siyah yakalı koyu bir lacivertti; uzayın derinliğini andırıyordu. Yüzlerce davetli onları izliyordu.


Tören başlayınca, Lotus Şehri’nin rehberi olan holografik anlatıcı, eski bir gelenek gereği kısa bir konuşma yaptı:

“Bugün, iki insanın değil, iki dünyanın birleşmesine tanıklık ediyoruz. Su ile gökyüzü, yerçekimi ile yörünge, kalp ile mühendislik… Bardawil’in suları, binlerce yıldır göğe ulaşmak isteyen insanlığın aynası oldu. Şimdi, Nalan ile Okan’ın evliliği, bu aynaya yeni bir yansıma düşürecek.”

Rehberin sesi gölün yüzeyinde yankılanırken, Gökyüzünden kuleye doğru bir ışık huzmesi alçaldı. Uzay asansörünün kabinlerinden biri, atmosferin maviliğinden yere sessizce süzülüyordu. Nalan ve Okan, o kabine binecek çiftlerden biri olacaktı. Gelenek haline gelen Lotus Uzay Asansörüyle çıkılan. “yörünge düğünleri”, 80. yüzyılın sadece zenginlik değil, gezegenle barış içinde yaşamanın ve insanlığın ulaştığı birliğin sembolüydü. Lotus Asansörü’yle göğe çıkan her çift, Dünya’yla gökyüzü arasındaki o ince dengeyi kutluyor; yerçekimiyle sevgi arasındaki bağa kendi adlarını yazıyordu.

2.2. UZAY ASANSÖRÜ

Kule operatörü, uzaktan bir sinyal gönderdi. Kabin yavaşça havalanırken, lateral kabloların gerginliği sensörlerle dengelendi; kuzey hattı güneyle, doğu hattı batıyla konuştu. Güç hatları arasında, elektromanyetik bir şarkı yankılandı; kabloların kendi müziği.

Nalan ve Okan’ın kabini, sessizce göğe süzülürken altlarında Bardawil’in tuzlu suları birer gümüş ayna gibi küçülüyordu. Atmosferin ilk katmanlarına girildiğinde, kabin pencerelerinden dışarıyı izleyenler büyüleyici manzara karşısında nefeslerini tuttular; dışarıdaki basınç farkı, içeride hafif bir serinlikle hissedildi.

Rehber hologramın sesi duyuldu:

“Sevgili konuklar, şu anda troposferin son katmanındayız. Yaklaşık on iki kilometre yükseldiniz. Kısa süre sonra stratosfere giriş yapacağız. Yükseldikçe, vücut ağırlığınız azalacak; ancak güvenlik sistemleri sizi dengeleyecektir.”

Yolcuların gözleri büyümüştü. Bazıları gökyüzünün yavaşça koyulaşmasını izliyor, bazılarıysa sadece sessizdi; çünkü, Dünya’yı aşağıda bir mavi küre olarak görüldüğü bu büyülü ana yaklaşmışlardı. Kabin yükselirken, başlangıçta eğimli çıkan asansörün penceresinden görülen manzara, yavaş yavaş dikleşti; sanki gökyüzü değil, Dünya eğiliyormuş gibi göründü.

Kabin 35.786 kilometrelik yer sabit yörüngeye ulaştığında, yavaşça yörünge istasyonuna kenetlendi. Lotus Uzay Şehri gökyüzünün sessiz, dönen mücevher gibi parlıyordu. Kubbeleri, içindeki su bahçeleri yerçekimsiz ortamda yüzen nilüferlerle doluydu. Nikah töreni, bu çiçekli cam kubbede gerçekleşecekti.

Kabin kapıları açıldığında, misafirleri mikrogravite ortamında süzülen ışık damlacıkları karşıladı. Her biri, göl suyundan alınan mikrokristallerden yapılmıştı; konukların üzerinde hareketleri programlanmış birer minyatür Bardawil anısı gibi dolaşıyorlardı.

Nalan, kabinin eşiğinde bir an durdu. Dünya, aşağıda dev bir kalp gibi dönüyordu.
Okan elini uzattı.

“Artık düşmek yok,” dedi gülerek.
“Uzay şehri de Bardawil şehri kadar güzelmiş,” diye fısıldadı Nalan.

2.3. YERÇEKİMSİZ NİKAH 

Töreni, birlikte çalıştıkları Yeni Dünyalar Kolonizasyon Yönetim Konseyinin holografik temsilcisi yönetecekti. Konsey başkanı görünür hale geldiğinde, sesi yumuşak ama evrenin derinliğini taşıyan bir tondaydı:

“Bugün burada, Bardawil’in suyundan doğan bir şehirle göğün sessizliğini birleştiriyoruz. Sizler, Dünya’nın çekiminden özgürleşmiş evliliklerden birini temsil ediyorsunuz. Bu tören, sadece iki kalbin değil, iki gezegen bilincinin birleşimidir.”

Tören boyunca herkes yerçekimsiz ortamda süzülüyordu. Nalan’ın saçları, gökyüzünde yavaşça dalgalanıyor; Okan’ın ceketi, bir su yüzeyinde açılan nilüfer gibi etrafında dönüyordu.
Süperiletken yüzükler, kuantum levitasyon sayesinde yönlendirilerek parmaklarına kendiliğinden yerleşti.

Ve o an, Dünya’nın gece tarafı altlarından geçerken, okyanusların kıyı çizgileri karanlıkta mavi bir nefes gibi parladı.
Rehber hologram fısıldadı:

“Lütfen pencerelere bakın. Bu manzara, yörünge düğünlerinin kutsal anıdır. Güneş, şu anda sadece sizler için doğuyor.”

Güneş ufuktan doğduğunda, hem Dünya hem Lotus Şehri altlarında parıldadı.
Nalan ve Okan birbirine döndü, hiçbir kelimeye gerek kalmadı.
O anda, insanlık için binlerce yıldır süren göğe ulaşma arzusu, iki kalbin sade bir birleşiminde tamamlandı.

Ve böylece, 80. yüzyılın yörünge defterine yeni bir sayfa eklendi:
“Nalan & Okan – Bardawil Lotus’tan Göğe Uzanan Aşk.”

2.4. UZAYDA BALAYI

Lotus Uzay Şehri’nin dış kabuğu, Dünya’nın gece tarafına dönüktü. Aşağıda, mavi gezegenin karanlık yüzeyinde şehir ışıkları ince damarlar gibi parlıyordu. Okyanusların kıyı çizgileri, siyah kadife üzerinde solgun mavi bir nefes gibi kıvrılıyordu.

Nalan ile Okan, düğün töreninden sonra konuklarla vedalaşmış, istasyonun sessiz bölümüne; Nilüfer Odası’na geçmişlerdi. Bu oda, balayı çiftleri için tasarlanmıştı: dışarıya bakan duvarı ve zemini şeffaftı.  Sıfır yerçekiminde, Nalan’ın ve Okan’ın gözleri buluştuğunda, su damlacıkları gibi havada asılı duruyorlardı. Aşağıda yavaşça dönen Dünya'yı, yukarıda ise sessiz bir yıldız denizini birbirine sarılarak seyrettiler. 

Bir holo-asistan, yumuşak bir sesle fısıldadı:

“Balayı menüsü aktif. Yemek yerken şeffaf duvarı Dünya ışığına mı, yıldız karanlığına mı çevirmek istersiniz?”

Okan gülümseyerek “Dünya ışığında” dedi.
Altlarındaki gezegenin gündüz tarafı yavaşça yaklaşıyor, Asya’nın şehirleri altın noktalar halinde parlıyordu.

Masa tavandan inerek görünmez bir eksende dönerek indi, koltuklar iki kişilik pozisyon aldı. Bol çeşitli ve özenle hazırlanmış yemeklerin yer aldığı gösterişli sofrada tabaklar ve yemekler düzenli biçimde sunulmuş haldeydi. Süzülerek koltuğa oturup kemerini bağladılar. Tabaklar manyetik alanla sabitliydi ve üzerlerinde şeffaf zar vardı: nar suyu kırmızısında bir çorba, zeytin yeşili bir sos, minik beyaz sıvı yemek küreleri...

Nalan, gümüş bir pipet ile tabağın üzerindeki zarı deldi. Tatlı, konsantre elma suyunun tadı ağzına yayıldığında, gözleri parladı.

"Bu, sıradan bir akşam yemeği değil," dedi Nalan, başını Okan'ın omzuna yaslayarak.

Sıra çorbaya geldiğinde Nalan kahkahasını tutamadı.
Bir çorba damlası kaçıp yanağının önünde süzüldü.
Okan elini uzatıp parmağının ucundaki minik alanla onu yakaladı.

“Sıfır yerçekiminde bile senden bir şey kaçmıyor,” dedi Nalan gülerek.

“Bu akşam menüde Newton yok, sadece aşk var,” diye yanıtladı Okan.

Yemek boyunca dışarıdaki Dünya’nın gece hattı yavaşça aydınlandı.
Afrika kıtası altlarından geçerken, Nil Nehri’nin ışıkları bir gümüş şerit gibi parladı.

Okan bir yudum aldıktan sonra fısıldadı:

“Aşağıda Bardawil… senin elbisendeki parıltı gibi görünüyor. Oradan göğe çıkmak… çocukluğumun hayaliydi.”

Nalan’ın sesi yumuşaktı:

“Şimdi o hayalin içindeyiz. Ama hâlâ kalbim, Dünya’ya dönüp Tassili n’Ajjer platosunda seninle birlikte yaşamak istiyor.”

Okan başıyla onayladı: 

Sanırım Sahra çölü ikimizin kalbini de derinden çekiyor

2.5. YERÇEKİMSİZ DANS

Yemekten sonra müzik başladı.
Yavaş, derin frekansta bir ezgi; sanki yıldızların iç sesi gibi.
Nalan, elini uzattı.
Avuçlarından süzülen ışık tanecikleri, odada küçük bir galaksi gibi döndü.
Okan, onun parmaklarını tuttuğunda, bedenleri aynı yönde süzülmeye başladı; tıpkı iki uydu gibi, ortak bir çekim alanında.

“Yere bağlı olmadan dans etmek… sanırım aşkın fizik tanımı bu olmalı,” dedi Okan gülümseyerek.

Nalan gözlerini kapadı, saçları havada bir aurora gibi salındı.
“Yerçekimi olmadan bile, kalbim sana çekiliyor,” diye fısıldadı.

Birbirlerine yaklaştılar.
Her küçük hareket, ikisini birbirine biraz daha itti, biraz daha döndürdü.
Dans, bir denge oyunu değildi artık; bir bütünleşmeydi.
Müzik, yıldızların sessiz titreşimleriydi.

Dışarıda, Dünya’nın gece yüzü tümüyle aydınlandı. Güneş’in ışığı, Dünya küresinin tamamını sardığında, odanın duvarları altın bir ışıkla parladı.
Nalan ile Okan’ın yüzleri o ışıkta birleşti.

O anda, hiçbir zaman ölçü birimi yoktu; ne saniye, ne kilometre, ne de Newton.
Sadece iki insanın evrenin ortasında, tüm kütleçekimini unutarak birbirine kavuştuğu o saf an vardı. Saatler sonra duvarlardan yumuşak otomatik bir bildiri duyuldu.

“Yörünge dengesi sabit. Lotus Şehri gece moduna geçiyor.”

Işıklar loşlaştı.
Okan, Nalan’ı kollarına aldı.
Aşağıda Dünya, yavaşça kararıyordu.
Yukarıda yıldızlar…
Ve ikisi, hiçbir yerin ve her yerin ortasında, evrenin en eski yasasını yeniden yazıyorlardı:
Aşk, yerçekiminden daha güçlüdür.


2.6. DÜNYAYA DÖNÜŞ

Lotus Uzay Şehri’nde saat 15:45’i gösteriyordu. Şeffaf kubbelerin ardında uzay sonsuz bir gece gibiydi ama iç mekanın altın renkli ışıkları hâlâ gündüzü taklit ediyordu.

Okan ve Nalan, yerçekimsiz baloların düzenlendiği büyük salonun yan koridorlarından birinde gidecekleri yön hakkında kararsız kaldılar.

Nalan gülerek döndü:
“Bizi Dünya’ya götürecek asansörü bulmak bu kadar zor olmamalıydı, değil mi?”

Okan omuz silkti. “Yanlış kapıya girersek 8 farkı Afrika şehrine ineriz veya 2 farklı Uzay şehrine gideriz. ”

“Ya da daha kötüsü,” dedi Nalan, “Güney Yarımküre’ye, Cape City’ye gideriz.”

İkisi de güldü.

Bir köşede görevli bir rehber drone belirdi. Gövdesindeki hologram penceresinde şu yazıyordu:
“Lotus İniş Terminali, Kuzey 31 derece güzergâhı, Hareket saatine 12 dakika kaldı.”

Okan rahatladı: “İşte bu, bizim hat kuzey hattı.”

Ama drone döndü, başka bir yöne süzüldü.
Nalan hemen peşinden atıldı: “Bekle! Ya yanlış drone’u izliyorsak?”

Okan gülerek kolundan tuttu:
“Olursa olur. Düğün hediyesi olarak Afrika kıtasında ikinci bir balayı fena olmaz.”

İkisi de kahkaha atarken, nihayet terminale ulaştılar. Dev bir şeffaf kapı, içinden mavi ışıklar saçıyordu. Kapı kenarında minik bir uyarı levhası yanıp sönüyordu:
“Kuzey 31° iniş kapsülü,  Kalkışa 4 dakika, Geri dönüş süresi: 2 saat.”

Okan fısıldadı:
“Tam zamanında. Dört saatte bir kalkış oluyormuş… Bir sonrakini kaçırmış olsaydık inişimiz geceye kalırdı.”

2.7. HAYALLER

Kabinlerine girdiler. Cam kubbe kapanırken koltuklarına oturup emniyet kemerlerini bağladılar. Bir dakika sonra ufak bir sarsıntıyla Lotus uzay şehri yavaşça küçülmeye başladı. Gümüş kubbeleri, devasa aynaları ve ışıkla örülmüş köprüleri, yörüngenin alacakaranlık sınırında bir rüya gibi eriyordu. Motorların sesi neredeyse duyulmuyordu; çünkü asansör hattı, iniş sırasında frenlemeden doğan enerjiyi ısıya dönüştürmek yerine, soğutulmuş süperiletken halkalara yönlendiriyor, orada sessizce depoluyordu. Bu enerji, bir sonraki yükselişi besleyecekti. Her iniş, bir yükselişi mümkün kılıyordu; tıpkı yaşamın kendisi gibi.

Okan ve Nalan, küçük transfer aracının panoramik penceresinden birbirine yaslanmış hâlde dışarıyı izliyordu. Dünya, altlarında mavi ve beyaz bir sarmal gibi dönüyordu.

Nalan sessizce pencereye bakarak hayallere daldı.

“İnince Yaşam Hücreleri Galerisine uğrarız,” dedi usulca.
“Hayalim doğayla uyumlu, kendi kendine kurulabilen bir ev. Ama teknolojinin esiri değil.”

Okan başıyla onayladı, yüzünde yumuşak bir gülümsemeyle:
“Sonra onu alıp uçan aracımıza kenetleyip Tassili n’Ajjer platosuna ineriz.”

Kabinin duvarlarına vuran ışık, onların yüzlerini sıcak bir turuncuya boyadı.
Aşağıda, Sahra’nın ufuk çizgisi görünür olmuştu bile; altın ve kızılın birbirine karıştığı, nefes kesici bir tablo.

Kabinin dışındaki mavi giderek altın rengine dönüyordu.
Aşağıda, bir zamanların suskun Sahra’sı, güneşin altında pırıl pırıl parlayan mavi ve yeşil noktalarla doluydu.

Nalan sessizliği bozdu:
“Bak, göl parıltılarını görüyor musun? Bazı yerlere yağmur yağmış. Sanki toprak yeniden kan dolaşımını kazanmış gibi yeşilleniyor.”

Okan gülümsedi.
“Bilim insanları bu döngünün 21.000 yılda bir tekrarlandığını söylüyorlardı. Biz o yeni döngünün tam başında yaşıyoruz.”

Nalan başını cama yasladı, gözleri ufukta beliren sazlıklardaydı.
“Binlerce yıl önce buralarda insanlar suyla konuşuyormuş… M.Ö. 3000 yılından sonra her şey susmuş. Şimdi biz tekrar döneceğiz.”

Asansör hattı, atmosferin eşiğine yaklaşırken hızını neredeyse sıfıra indirdi. Yüksek irtifadaki frenleme, enerjiyi ısıya değil elektriğe dönüştürmüş, süperiletken halkalarda sessizce saklamıştı. Atmosferin ince katmanlarına girerken kabin artık yalnızca yerçekimiyle süzülüyordu; böylece ısı kaybı değil, enerji birikimiyle iniyorlardı. Her iniş, bir yükselişin sessiz vaadini taşıyordu.”

Kabin, atmosferin üst sınırına girdiğinde pencereden dışarı ince, dans eden ışık halkaları belirdi. Bu, sürtünmeden doğan bir plazma değil; süperiletken halkaların çevresinde biriken elektromanyetik alanların, iyonosferin parçacıklarıyla buluşmasından doğan yumuşak bir parıltıydı. Gökyüzü, onlara bir taç değil, sanki bir karşılama ışıması sunuyordu. Kabin atmosferin yoğun katmanlarına girerken titreşim hafifti; sadece yerçekiminin kadim sesi ve aşağıda yavaşça büyüyen mavi-beyaz girdapların sessiz çağrısı vardı.

Artan G kuvveti sonucu kabin hafifçe titrerken Okan fısıldadı:
“Bir gün uzay şehrine geri döneceğiz. Belki o zamana kadar yanlış asansör diye bir şey kalmaz.”

Nalan gülümsedi.
“Ya da belki, yanlış asansörler bizi doğru hayallere götürür.”

Okan hafifçe gülümsedi:
“Evet,” dedi, “Belki de çocuklarımızın hayalleriyle birlikte.”

Nalan gözlerini kapattı, yüzüne vuran turuncu ışığın içinde fısıldadı:
“O gün geldiğinde, yeni dünyalar artık bizimle konuşuyor olacak.”



BÖLÜM 3: BİYOYUVA (M.S. 7990)


3.1. EV ALIMI

Uzay asansöründen indiklerinde hava, tuz ve çiçek kokusuyla doluydu. Bardawil’in rüzgârı, gökten gelenleri karşılayan bir ilahi gibiydi. Nilüfer tozları havada süzülüyor, güneş yansımaları onların çevresinde sanki minik yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Yeryüzü artık onlara yabancı değildi ama tanıdık da değildi. Dünya, yeniden doğmuş gibiydi.

Okan, asansörün gümüş yüzeyine son bir kez baktı.
“Sekseninci yüzyılda bile gökyüzünden inince, her seferinde 'overview effect' denen hissin başka bir anlamını tadıyorum,” dedi.
Nalan gülümsedi. “Çünkü yalnızca inmedik. Dünya'nın önemsizliğine ve küçüklüğüne geri döndük.”

Birlikte yürüyerek BiyoYuva Kompleksi Galerisi’nin girişine ulaştılar. Kapı bir çiçeğin açılışı gibi sessizce ayrıldı. İçeride onları K-pop tarzında görünüşü olan rehber karşıladı; bir insan değil, sesi rüzgâr gibi dalgalanan holografik sanal insan bir rehberdi. Elbisesi, sarmaşık dallarından örülmüş bir asma formundaydı.

“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan,” dedi. “Bugün hangi yaşam formunu seçmek istersiniz?”

Nalan başını eğdi, sesi bir dua gibi yumuşaktı.
“Doğayla uyumlu, kendi kendine var olabilen bir ev. Ama teknolojinin esiri değil.”

Hologramın gözlerinde yeşil bir ışık kıvılcımı belirdi.
“Anlıyorum. Özerk-Organik kategorisine hoş geldiniz.”

Koridor boyunca ilerlerken duvarlar boyunca ev modelleri sıralanmıştı; her biri kendi mikro atmosferini yayıyordu.
Bir tanesi nefes alıp veriyor gibiydi; duvarları soluyordu; rüzgâr sesi içinden geçiyordu.
Bir diğeri, saydam bir zar gibi ışığa göre renk değiştiriyor; gece olduğunda yüzeyine yıldız haritası düşüyordu.
Bir başkasıysa toprağa kök salmıştı; yaşayan bir ağacın içinden oyulmuştu ama ağacın özü hâlâ yaşıyordu.

Okan elini üç modelin arasında gezdirdi.
“Hepsi büyüleyici, ama fazla şehirli. Biri nefes alıyor, ama hâlâ elektrikle konuşuyor.”
Nalan gülümsedi. “Elektrik de artık doğanın dili. Sadece tınısı değişti.”

Rehber, onları kubbeli geniş bir salona yönlendirdi. Ortada dev bir inci küresi dönüyordu; çevresinde holografik evlerin minyatür kopyaları yörüngede dönüyor gibiydi.

“Bu bölümdeki yapılar,” dedi rehber, “kurulum bölgesinin iklim, jeoloji ve enerji profilini analiz ederek kendi formunu belirler. Siz yalnızca yer seçersiniz; gerisini doğa ile teknoloji birlikte çözer.”

Nalan’ın gözleri ışıldadı.
“İşte bu, aradığım denge.”
Okan başını salladı. “Kendi kararını verebilen bir ev… tam bize göre.”

Ekranda üç seçenek belirdi:

Solaris-7, Güneş ışığına göre form değiştiren, fotosentezle enerji üreten ev.
EkoPulsar, Rüzgâr akışlarına göre duvarlarını yeniden biçimlendiren ev.
Reborn-9, Tamamen kendi kendini kuran, doğaya entegre modül. Kurulumda kullanıcıdan yalnızca bir isim ister.

Okan, üçüncü seçeneğin üzerine geldiğinde duraksadı.
“Reborn-9… ismi bile biraz mistik.”
Nalan parmaklarını onun avucuna yerleştirdi.
“Yeniden doğuş her zaman biraz mistiktir.”

Rehberin sesi çevreye yayıldı:
“Seçim kaydedildi. Kuracağınız yerin lokasyon bilgisi söyleyiniz.”

Okan, hologram haritasında parmağını kuzey Afrika’nın altın damarları arasında gezdirdi.
“Tassili n’Ajjer platosu,” dedi. “Sessizliğin ve ilk çizgilerin yeri.”
Nalan’ın sesi neredeyse bir fısıltıydı:
“Evet… insanlığın ilk hikâyesi orada taşa kazınmıştı. Biz de kendi hikâyemize oradan başlarız.”

Rehber elini uzattı, Okan ve Nalan sırayla rehberin avucuna üflediler. Bu satın aldıkları evin ödemesini yapmak demekti. Sekseninci yüzyılda ödeme işlemi dijital değil, biyometrikti. Parmak izleri değil; nefes örneğiyle doğrulama yapılırdı. Çünkü bu çağda mikroskobik hücreler ve DNA taşıyabilen nefes, kimliğin kendisiydi.

İşlem tamamlandığında rehberin sesi yeniden belirdi:
“Ev modülünüz, uçan aracınıza 18 dakika sonra kenetlenecektir. Kurulum sırasında sizden yalnızca bir isim istenecektir. Unutmayın, isim kimliktir. Ev, verdiğiniz isme göre davranacaktır.”

Okan şaşırarak Nalan’a döndü. “Evin davranışı... isme göre mi değişiyor?”
Nalan hafifçe güldü. “İsim, titreşimdir. Titreşim niyettir. Belki de ev, niyetimizi hissedecek.”

3.2. EVİ TAŞIMA

Nalan ve Okan, küçük ama güçlü uçan araçlarının kokpitine bindiler. Aracın adı Burak idi; Rivayet edilen kutsal binek olan adını, saf ve parlak rengi veya çok hızlı hareket edişi sebebiyle almıştı. Altına, yeni evleri olan Reborn-9 kompakt biçimde kilitlenmişti. Katlanmış, sessiz, henüz bir beden bulmamış bir ruh gibiydi.

Aracın iç ortamının sessiz, sakin, huzurluydu. Metal değil, canlı liflerden yapılmıştı; yüzeyler parmakların ısısına tepki veriyor, koltuklar okşayarak yumuşuyordu. Gösterge ekranı yerine, önde yarı saydam bir yüz belirdi. Burak'ın sesi sıcak ve tok bir tondaydı.

“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”

Okan, omzuna yaslanan Nalan’a bakarak gülümsedi.
"Tassili n’Ajjer platosu."

Yapay zekânın gözleri parladı.

“Belirttiğiniz bölge, 72.000 kilometrekarelik çok geniş aktif alan içeriyor. Lütfen iniş konumunuzu haritadan seçiniz.”

Konsolun üzerinde holografik bir harita belirdi. Altın renkli kumlar, dağ silsileleri ve kadim kaya oluşumları üç boyutlu olarak uzanıyordu.

Nalan, parmağını kuzeydoğudaki bir yamaca sürükledi.

"Şu bölge. Burada eskiden su yatakları varmış. Belki toprağın hafızası hâlâ nemlidir."

Okan başını salladı.

"Tamam. eski su yataklarının yakınında bir yer olsun."

Burak onayladı.

“Koordinatlar kilitlendi. Mesafe 2520 kilometre. Tahmini uçuş süresi 4 saat 27 dakika. Yakıt oranı %100, enerji rejenerasyonu aktif.”

Aracın motoru devreye girdi. Sessiz bir itkiyle havalandılar. Alışveriş merkezinin çatısındaki kapılar lotus yaprakları gibi kapanıyor, gölün yüzeyi onları yansıtarak uğurluyordu.

Gökyüzüne yükseldikçe şehirler küçüldü, sonra tamamen kayboldu. Gökyüzü, akşamın mor tonlarına dönerken araç ufka doğru kaydı. Altlarında önce yeşil Nil deltası vardı, sonra sonsuz bir altın kum denizi başladı. 

Bir süre sessizlik oldu; sadece aracın ritmik titreşimi duyuluyordu. Nalan pencereden dışarı bakarken gülümsüyor, hayallere dalıyordu.

Nalan, pencereden dışarı bakarken fısıldadı:
“Yeni evimizin adı ne olsun?”

Okan biraz düşündü. “Sahra'nın uyanışına, çölün yeniden doğuşuna tanık olmak için gidiyoruz... Sahara Reborn nasıl?”

Nalan başını omzuna yasladı.
“Evet... Sahara Reborn. Hem bizim hem Sahra'nın yeniden doğuşu olur.”

Bardawil Lotus Şehrinden ayrıldıklarından beri 2 saat geçmişti, gün çoktan akşamın kollarına girmişti. Gökyüzü mor ve turuncu arasında dalgalanıyor, uzak ufukta Sahra’nın altın çizgileri belirginleşiyordu. Kum tepeleri, rüzgârla değişen dalgalar gibi hareket ediyordu.

"Şuna bak, Okan. Tüm bu boşluk… bir zamanlar göllerle doluydu."

"Biliyorum," dedi Okan, başını arkaya yaslayarak. "İlk olarak coğrafya dersinde okumuştum. Afrika Nemli Dönemi, değil mi? İnsanlık burada göllerde balık avlıyordu, sonra binlerce yıl kuraklık geldi. Şimdi ise yeniden yeşil çağ başlıyor."

"İşte tam da bu yüzden burayı seçtik. Biz beton, cam ve çeliğin üstünde değil, tarihin kalbinde yaşamak istiyoruz."

Okan hafifçe güldü.
"Tarih dediğin şey, şehirlerde unutturuluyor. Orada zaman bile pazarlık konusu. Burada ise… zaman bile doğal akar."

Nalan başını çevirdi.
"Hatırlıyor musun? İlk tanıştığımızda sen bir protestoda gitar çalıyordun. 'Ses betonun içinden geçsin' diye pankart vardı arkanda."

Okan kahkaha attı.
"Evet, sen de kalabalığın ortasında oturmuş, yere tohum ekiyordun. Kimse fark etmemişti bile."

"Ben fark etmiştim. Elektro gitarın ağlıyordu."

"Senin ellerin de toprak kokuyordu."

Bir süre sessizlik oldu. Aracın içi, sadece nefeslerin ve motorun huzurlu uğultusuyla doluydu.

Okan, kontrol panelindeki haritayı izledi.
"Düşünsene, bir zamanlar şehirde bir daire almak için ömür boyu çalışmaları gerekirmiş. Şimdi, bir ev bizi seçiyor."

Nalan gözlerini kapadı.
"Ev değil, yuva. Aradaki farkı hissediyor musun?"

"Yuvalar insan kahkahalarıyla yaşar. Evler sessizce bekler."

Uzakta yıldızlar görünmeye başladı. Atmosferin sınırında, geceyle gündüz birbirine dokunuyordu.
Okan, elini Nalan’ın eline uzattı.
"Biliyor musun, çocukken rüyamda hep aynı yeri görürdüm. Kum denizi, taş duvarlara kazınmış şekiller… Şimdi oraya gidiyoruz. Belki o rüya bir hatıraydı."

Nalan gülümsedi.
"Belki de atalarının sesi seni çağırıyordu."

Saatler ilerledikçe, kum denizinin rengi koyulaştı. Uzakta kayalık silsileler belirdi. Burak’ın sesi bir kez daha yankılandı:

“Koordinatlara yaklaşıyoruz. Atmosfer nem yoğunluğu %22 artışta. Toprak yüzeyinde mikrobiyal aktivite saptandı. Yaşam döngüsü yeniden başlıyor.”

Nalan heyecanla pencereden baktı.
"Toprak uyanıyor, Okan."

Okan başını eğdi, alçalan araca baktı.
"Ve biz onun ilk misafirleri olacağız."

3.3. EV KURULUMU

Dört buçuk saat sonra uçan araçları yavaşça süzülürken, altlarında geniş bir vadi belirdi. Kayanın yüzeyinde binlerce yıl önce çizilmiş figürler; insan, ceylan, balık… Zaman, taşın üzerine şiir yazmış gibiydi.

Burak yatay hızını sıfırlayıp bir kaç metre yüksekte hover moduna geçti, havada asılı gibi görünüyordu:

“İniş konumunun tam üzerindeyiz. Ev modülünüzün kurulumu için bırakmamı ister misiniz?”

Nalan, derin bir nefes aldı.
"Burası uygun görünüyor, Burak. Bırakmaya başla.

Araç, gökyüzünde kısa bir süre daha bekledi. Ardından altındaki Reborn-9 modülü çözüldü, kumun üzerine nazikçe indi. Metal değil, bir tohum gibi toprağa yerleşti.
Kum hafifçe titreşti, sanki evin kalp atışını duyar gibi oldular.

...

Yakınına iniş yaptıklarında kumlar, Burak’ın altındaki sessizlikte hafifçe titreşti. Araçtan dışarı çıktıklarında gökyüzü geceye dönmüş, ayın ince bir hilali taşların üzerinden sızıyordu. Reborn-9 modülü, altın tozların arasında öylece duruyordu; küçük, gri, sıkıştırılmış bir küre… ya da henüz açılmamış bir gonca gibi.

Okan, Nalan’ın kulağına fısıldadı:
"İsim zamanı geldi."

Nalan gözlerini kapadı.
"Sahara Reborn."

Sonra, kürenin yüzeyinde ince çatlaklar belirdi. Çatlakların arasından soluk mavi bir ışık sızdı.
Bir nefes aldı sanki.

Toprağa dokunan yerleri genişleyip uzadı; toprak altına doğru sivri uzantılar bıraktı; kök gibi.
Bu uzantılar toprağın altına gömülürken, mekanik değil, organik bir ses duyuldu: “tchhh–tchk–rumph.”
Rüzgârın değil, doğanın kendini sabitleme sesi.

Evin kökleri, kumun içinde sağlam bir tutuş buldu. Ardından üst kısmı yavaşça açılmaya başladı.
Yaprak gibi değil, çiçek gibi değil; sanki bir canlı kabuk, güne doğru yeniden doğuyordu.
Her katmanı açıldıkça, iç yapısındaki parlak damarlar ışık saçıyor, çevresini aydınlatıyordu.

Okan nefesini tuttu.
"Bak Nalan, gerçekten bir gonca gibi açılıyor."

Nalan’ın gözleri doldu.
"Sadece doğayı taklit etmiyor; sanki doğanın bir parçasıymış gibi davranıyor."

Evin kubbesi tamamen açıldığında, etrafında narin bir uğultu yayıldı.
Yüzeyinde fotosentetik enerji hücreleri açılıp gökyüzüne döndü.
Bazıları ay ışığını bile toplayabiliyordu; bu çağda enerjiye sınır yoktu.

Sonra evin dış yüzeyindeki minik gözenekler açıldı.
Nem algılayıcılar havayı taradı, mikro düzeyde su buharını çekmeye başladı.
Dakikalar içinde duvarların içindeki depolama damarları sıvı mavi bir ışıkla doldu.

Sahara Reborn aktif hale getirildi,” dedi yumuşak bir ses. “Nem alımı tamamlandı. Su rezervleri aktif. Yedek enerji hücreleri devrede. İç sistemler çevresel değerlere göre dengelendi.”

Evin kendi sesi vardı.
Ne erkek, ne kadın; doğanın sesi gibiydi: rüzgârın yumuşak tınısı...



BÖLÜM 4: EVİN İLK GECESİ (M.S. 7990)


4.1. İÇERİ GİRİŞ

Evin ön cephesinde bir geçit oluştu, klasik bir kapı yoktu. Onun yerine, yarı saydam bir zar belirdi; yüzeyi, suyun yüzey gerilimiyle titreşen bir damlayı andırıyordu. Ne tam katıydı ne de tam sıvı.

Bu, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş, elektroaktif polimer liflerinden oluşan canlı bir dokuya benzeyen yeni bir geçit türüydü.

Okan yaklaştı. Zarın yüzeyinde titreşimler oluştu, ama açılmadı. Ardından ev konuştu:
“Nefesin yoksa kimliğin de yoktur. Bu geçit yalnızca yaşayanları tanır.”

Nalan sessizce fısıldadı:
“Üflemen gerek sanırım. Hatırlasana, ödemeyi de nefesle yapmıştık.”

Okan derin bir nefes aldı, zarın yüzeyine doğru yavaşça üfledi.

Zarın yüzeyi, Okan'ın nefesini hisseder etmez titreşti. Zarın üst katmanında gizlenmiş sensörler, bu nefesi algıladı. Moleküler dizilimi saniyeler içinde çözdü; “Solunum verisi alındı. Kimlik doğrulandı.”

Bu dönemde soluk almak, bir biyometrik imza taşımakla eşdeğerdi; her nefeste taşınan hücresel kalıntılar, genetik kodlar ve iyonik izler, bireyin eşsizliğini ortaya koyuyordu.

Ardından, zarın biyomimetik liflerine düşük voltajlı bir akım verildi; lifler kas hücreleri gibi gevşedi, zar bir soluk gibi açıldı. Hava, hafifçe yüzlerine vurdu; içeriden loş, yumuşak bir ışık sızdı.

İçeri adım attıklarında, arkalarındaki açıklık yeniden elektrik yüklendi. Zar bu kez sertleşti; bir canlı dokunun yarasını kapatması kadar doğal bir şekilde fakat saniyeler içinde kendini onardı. İç yüzeyine vuran ışık moleküler yapısında kırılıyor, geçici bir gökkuşağı oluşturuyordu.

Havada ince bir titreşim hissedildi.
Evin iç sistemi nazik bir sesle devreye girdi:

“Hijyenik Servis Kapısı aktif. Toz ve mikrop temizliği başlatıldı.”

Elektro-zarın alt katmanındaki mikro püskürtücüler çalışmaya başladı. İyonize buhar ve ozon püskürtücüleri devreye girdi; üzerlerindeki mikroskobik tozlar ve kum taneleri sessizce yok oldu. Ardından sistem yeniden konuştu:

“Temizlik tamamlandı.”

Nalan, parlayan zara dokunmaktan kendini alamadı.
“Buna canlı bir şey gibi davranmak istiyor insan, bir nefesle ev seni tanıyor.” dedi.

Okan gülümsedi.
“Belki de biz evin parçası olduk,” dedi. Nefesimizi aldı, bizi hatırlayacak. Sadece bir kapı değil. Elektriği kesince uyuyor, verince uyanıyor. ”

İç kapı otomatik olarak açıldığında içeriye adım attılar. Zemin yumuşaktı ama sabit; canlı liflerden yapılmış gibi, vücut ağırlığına uyum sağlıyordu.

İlk oda geniş bir salondu. Tavandan süzülen ışık, doğal gün ışığı gibi renk değiştiriyordu. Duvarlar saydam bir malzemeyle çevriliydi, ama dışarıyı göstermek istemediklerinde opaklaşıyordu.

Zemin boyunca minik toz toplama kanalları vardı; zemin, kendi kendini temizleyen bir organizma gibiydi. Mikroskobik sensörler, havadaki en ufak toz zerresini bile algılıyor; yüzeyin altındaki mikrokanallar, bu sinyali alır almaz harekete geçiyordu. Toz, daha yere tam oturmadan emiliyor, zemin her an yeni silinmiş gibi kalıyordu. Süpürge, bu çağda sadece bir nostaljiydi. Ama asıl devrim, paspasın da tarihe karışmasıydı. Yüzey, kendi kendini nemlendirip temizleyen iki katmanlı bir mikro-dokuya sahipti. Alt katman ters yönde mikroskobik bir emişle bu nemi ve içinde çözünmüş kiri geri topluyordu. Yüzeyin altında dönen ince bir sıvı akışı; görünmez bir paspas gibi zemini nazikçe temizliyordu. Hiçbir iz kalmıyordu. Ardından herkes uyurken kurbağa derisi gibi terliyor, sonra buharlaşıp sabah çiği kadar taze bir koku bırakıyordu. 

"Temizlik sistemi aktifmiş," dedi Nalan gülerek. "Ne süpürge ne paspas. Benim gibi düzen hastaları için biçilmiş kaftan."

Okan başını salladı. “Temizlik artık bir refleks.”

4.2. OTOMUTFAK

Mutfak bölümü küçük ama mükemmeldi.
Bir tezgâh, bir 3D gıda yazıcı, gıda sentezleyici, tat modülatörü ve saydam enerji paneli…
Nalan, parmağını yemek üretim panelindeki sensöre dokundurdu.

“Otomutfak aktif. Menü tercihi?”

"İlk akşam için özel bir yemek ister misin?" diye sordu Okan.

"Evet… ilk yemeğimiz doğal olmalı."

3D yemek yazıcısının ekranında holografik menüler belirdi.
“Organik vegan tabak”, “Eski Anadolu Mutfağı”, “Retro-2130 Street Meal”, “Klasik Ev Lezzeti: Mercimek Çorbası.”
Nalan gülerek sonuncuya bastı.

Yazıcının içindeki nano-karıştırıcılar harekete geçti.
Işıklar döndü, içten hafif bir tıs sesi geldi.
Bir dakika sonra, tabaktan buhar yükseldi.

Okan başını eğdi.
"Anneannemin çorbası gibi kokuyor."

Nalan gülümsedi.
"Belki de tarifini anneannen vermiştir"

4.3. ODALAR

Oturma alanının yanından geçen iki kapı, yatak ve çocuk odasına açılıyordu. Yatak odasında duvarlar, solunuma göre hafifçe renk değiştiriyordu; sakinlik, huzur. Yatağın yüzeyi sabit değil, uyku ritmine göre vücuda uyum sağlıyordu.

Yan odada ise çocuk odası hazırdı; duvarında bir projeksiyon aktifti: tavanda yıldızların ve bulutların hareketleri, dalga sesleri, duvarda orman veya deniz manzarası ve odanın içinde rüzgârla uçuşan üç boyutlu kelebekler...

Nalan sessizce gülümsedi.
"Henüz kimse yok ama... belki bir gün olur."

4.4. GARAJ VE UYUM

Garaj kısmı, evin arka tarafındaydı. Zemin, Burak’ın ağırlığını tanıyacak şekilde esnekti. Aracın sistemleriyle ev arasında kablosuz bir veri bağlantısı kuruldu. Burak motorlarını yeniden çalıştırarak garajına girdi, sanki evin bir parçasıymış gibi yerleşti.

“Araç bağlantısı aktif. Enerji transferi dengede.”

Okan pencereden dışarı baktı. Kumlar artık karanlıktı ama uzakta, nemli toprağın kokusu hissediliyordu. Ay ışığı, evin kubbesine vuruyor; fotosentetik yüzeylerde gümüş bir parıltı oluşturuyordu.

Nalan, mutfak masasına oturup bir yudum çorbasını içti.
"Sanki bir ev kurmadık. Bir canlıyı uyandırdık."

Okan başını salladı.
"Evet. Evin bizi tanıdıkça rahat etmemiz ve güvenliğimiz için hep uyanık kalacak"

Ve o anda, evin duvarlarından kısa süren derin bir uğultu duyuldu; sanki nefes alıyordu. Sahara Reborn, kendi ritmini bulmuştu. Ve o ritim, çölün kalp atışına karışıyordu.

4.5. AİLE GÖRÜŞMESİ

Ev, sabah güneşiyle birlikte bir gonca gibi açılmıştı. Kabukları andıran panelleri sessizce ayrılırken, enerji hücreleri üzerindeki kristal yapılar sabah rüzgarından güç çekiyor, havadaki nemi içine çekip rezervuarları dolduruyordu.

Nalan uyanırken gülümsedi.
"Dışarıda canlı doğa, içeride biyomimetik teknoloji… Denge bu işte."

Mutfak kısmına geçtiler. Cam tezgâhın üzerinde parlayan dairesel bir panel vardı. Nalan, “Otomutfak” sekmesini seçtiğinde, üç boyutlu bir yemek yazıcısı sessizce açıldı.
"Kavhaltıda menümüzde ne var, şef?"
Sürpriz olsun, dedi Okan. “Ama organik veri tabanından bir şey seç, genetik katkılı tatlar istemiyorum.”

Tam o sırada duvardaki ekranın kenarında küçük bir sembol belirdi. Kavisli bir çizgi, üzerinde parlayan bir logo: Neuroverse™ – Zihin-Evren Arabirimi.

Nalan merakla yaklaştı.
"Hey… Bu üzerindeki yazı… Neuroverse™."
Evin sesi yeniden devreye girdi:

“Neuroverse™, zihinsel bağlantınızı yalnızca veri aktarımı düzeyinden çıkarıp sizi hikâyelerin içine taşıyan bir sistemdir. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat… tüm duyularınız beyninize gerçek zamanlı aktarılır. Artık yalnızca izleyici değil, hikâyenin içinde yaşayan biri olacaksınız.”

Okan kaşlarını kaldırdı.
"Yani… görüntülü arama değil, zihin arama."

"Sanırım öyle," dedi Nalan. “Ailemi arayalım mı? Yeni evi görsünler.”

Okan başını salladı. Nalan gözlerini kapatıp ellerini iki yanına açtı; odanın ışığı hafifçe azaldı, ardından havada beliren bir parıltı iki insan siluetine dönüştü.

Bir an sessizlik oldu. Duvardaki Neuroverse™ logosu soluk bir maviyle yanıp söndü, ardından evin sesi yeniden devreye girdi:
“Bağlantı stabil. Duyusal senkronizasyon yüzde doksan sekiz.”

Bir anda, Nalan’ın annesi ve babası ışınlanmış gibi oturma odasında karşılarda belirdi. Gerçekmiş gibiydiler; annesinin gülümsemesindeki sıcaklık, babasının kahve fincanından yükselen buhar, hatta odada beliren o tanıdık portakal kokusu bile…

Okan, şaşkın bir tebessümle etrafa baktı.
“Bu… hologramdan fazlası,” dedi kısık sesle. “Gerçekten buradalar gibi…”

“Kızım!” dedi annesi Naima, gözleri dolu dolu. “Ne kadar güzel bir ev bu!”

Nalan gülümsedi, annesinin eline uzandı; parmak uçları hafifçe titreşti, ama temas hissi neredeyse kusursuzdu. Birbirine sarıldılar.
“Anne, seni hissedebiliyorum…”

Annesi gözyaşlarını tutamadı. “Ben de seni, canım.”

Nalan, annesinin elini daha sıkı tuttu; dokunma hissi o kadar gerçekti ki, parmak uçlarındaki minik kırışıklıkları bile hissediyordu. “Anne, bak… Burası bizim yeni yuvamız. Sahara Reborn. Dün gece kurulumunu yaptık.”

Naima’nın gözleri doldu yine; siluetinin eli göğsüne gitti. “Peki neden o kadar uzağa gittiniz kızım? Neden Tassili n’Ajjer platosu? Bardawil’de kalabilirdiniz, göl kenarında, nilüferlerin arasında. Burası çöl, kum, rüzgâr… Su yok, ağaç yok.”

Nalan'ın babası Yusuf gülümseyerek araya girdi, fincanını usulca havada çeviriyordu. “Okan,” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ve bilgeydi:
“Bardawil Lotus şehri ve Uzay asansörü güzeldi, biliyorum. Ama Sahra çölü ortasında bu evi kuracağınızı söylediğinizde vizyonunuza hayran kaldım. Tassili n’Ajjer platosu insanlığın ilk yuvasıydı. Şimdi sizin yuvanız oldu. Bu çok dokunaklı.”

Okan başıyla onayladı. “Haklısınız Yusuf Bey. Lotus Şehri bir rüyaydı, ama uyanmak istedik. Orada ne kadar yükselirsek yükselilim, Dünya'nın çekimi bizi hep aşağıda, buraya, köklerimize çağırıyordu. Özellikle Nalan… o gökyüzünde bile toprağı özlüyordu.”

Nalan başını salladı. “Bak, şu an buradasınız gibi. Portakal kokunuz bile geldi! Hem bir gün siz de gelirsiniz.. Çölün uyanışını görürsünüz.Uçan araçla iki saatte buradasınız. Çocuk odasını bile hazırladık, kelebekler uçuşuyor duvarlarda.”

Naima’nın silueti birden heyecanlandı; gözleri parladı. “Çocuk odası mı? Torun mu gelecek yoksa? Neyse, mutlu olun yavrularım. Ama unutmayın, her hafta arayın. Neuroverse’le gelin ziyarete, ya da biz gelelim. Daha uzağa gitmeyin.”

Konuşmanın sonuna doğru, sanal siluetler yavaşça titreşmeye başladı. Neuroverse™ sistemi, enerji senkronizasyonunun düştüğünü bildiriyordu.

Yusuf aceleyle sözlerini tamamladı. “Biz şimdi ayrılıyoruz. Ama unutmayın: Siz neredeyseniz, yuva oradadır. Ve bu ev… bu evin adı bile, her sabah uyandığınızda size ne için yaşadığınızı hatırlatacak.”

Nalan, son bir gayretle annesine doğru uzandı. “Görüşmek üzere Anne, Baba. Sizi seviyorum.”

Bağlantı yavaşça soluklaşırken, Naima’nın son sözleri odada yankılandı: “Tamam kızım… Kalbim sizle, ama mesafe korkutuyor beni. Çölde yalnız kalmayın, torun haberini bekliyorum!

Ekran kararırken, Sahara Reborn’un duvarları yumuşak bir ışıkla parladı; sanki konuşmayı dinlemiş, aileyi onaylamış gibi. Nalan Okan’a döndü, gözlerinde hüzün ve mutluluk karışımı. Okan onu kucakladı. “Bizim hikayemiz şimdi başlıyor.




BÖLÜM 5: KEŞİF BAŞLIYOR (M.S. 7990)


5.1. GİZLİ ÇEKMECE

Nalan, elbisesini dolaba yerleştirirken çekmecenin dip kısmında bir şeyin hafifçe oynadığını fark etti. Nefesini tutup bastırdığında, metalik bir tınıyla gizli bir bölüm sürtünerek açıldı. İçeride, ışığı içine çeken gri iki paket duruyordu. Paketlerin üzerinde altın harflerle aynı kelimeler parlıyordu:

“Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi.”

Nalan’ın sesi neredeyse bir fısıltıydı.
"Okan… Buraya gel, şuna bak."

Okan birkaç adımda yanına geldi. Elini uzatıp paketi aldı, yüzündeki merak belirginleşti.
"Ne buldun, hayatım?"

Paket açılınca bir süre ikisi de sessiz kaldı. İçeriden, dalgalı yüzeyi ışığa göre renk değiştiren bir elbise çıktı. Kumaş değilmiş gibiydi; canlı bir deri gibi nefes alıyor, üzerindeki mikroskobik damarlar soluk bir ışıltıyla kıpırdanıyordu.

Nalan’ın parmak uçları ürperdi.
"Bunu biz almadık ki…"

Tam o sırada evin yapay zekâsı, yumuşak sesiyle konuştu:

“Tebrikler. Reborn-9 model evi satın alan yeni evli çiftler bu sürpriz hediyeye sahiptir.
‘Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi’ aktif edilmiştir.
Gündüz 70°C sıcaklıkta soğutma sağlar, gece eksi değerlere karşı ısı kaybını engeller.
Kum fırtınalarında görüş kaybı yaşamazsınız.
Zihinle komut vererek harita açabilir, uyduya veri gönderebilir,
kas destekli dış iskelet sistemiyle fiziksel gücünüzü artırabilirsiniz.
Keşif modu isteğe bağlıdır.”

Okan’ın gözleri parladı.
"Nalan, bu tam ihtiyacımız olan şey. Hazırsan… Birlikte Nehirlerin Platosuna keşif gezisini bugün yapalım!"

Nalan kahkahasını tutamadı.
"Daha sabah kahvesini bile bitirmemiş birine göre biraz iddialısın, ama… peki, kabul."

Elbiseler, ikinci bir deri gibi vücutlarına oturdu. İnce bir titreşim, tenleriyle uyum sağlarken geçti. Kasklar kapanınca, süper kahramana benzediler. Gözlerinin önünde saydam bir arayüz belirdi; puslu ikonlar, vücut ısısı ve çevre verileriyle doluydu.

"Bu şey çok güçlü, dedi Nalan. Okan, bir adım at… nasıl hissettiriyor?"

Okan adım attı. Sonra bir adım daha. Ardından, bir anda tek eliyle Nalan’ı belinden kavrayıp havaya kaldırdı.
"Bak! Bir elimle seni taşıyorum! Kendimi süper kahraman gibi hissediyorum!"

Nalan kahkahalarla karşılık verdi.
"Haksız rekabet bu! Ver bakalım kolunu..."

Nalan onun kolunu yakaladı ve tek hamlede yerden kaldırdı.
"Gördün mü? Ben de yapabiliyorum!"

Okan şaşkın ama keyifliydi.
"Bu elbiselerin daha anlamadığımız birçok yönü var. Dikkatli olmalıyız."

Kahvaltılarını tamamladıktan sonra, garaja indiler. Uçan araç, sessizce uyanan bir hayvan gibi parladı.

Koltuklarına oturduklarında yapay zekâ Burak’ın sesi kabine doldu:
"Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Hedef rotayı belirtin lütfen."

Okan, omzuna yaslanan Nalan’a baktı.
"Tassili n’Ajjer platosuna keşfe gidiyoruz. İlginç özellikleri olan bir bölge seç bizim için."

Mavi bir halka Burak’ın arayüzünde döndü.
"Anlaşıldı. Tassili n’Ajjer, yani “nehirlerin platosu.”
Janet vahası doğuda. Orası, platoya açılan ana geçit.
Sefar’ın güneyinde yoğun kaya sanatı kümeleri var.
Kuzeydoğuda Ajjer Dağları, güneyde ise Tadrart Rouge’un kızıl kumtaşları.
Libya sınırındaki Tadrart Acacus bölgesi de tarihsel olarak bağlantılı.
Sefar, ‘Taş Kütüphane’ olarak da bilinir. 15.000’den fazla kaya resmi tespit edilmiştir.
Bölge hem arkeolojik hem atmosferik olarak yüksek öncelikli."

Nalan gözlerini kapadı, rüyasında gördüğü taş figürleri anımsadı.
"Taşlar konuşuyorsa, biz de dinlemeliyiz," dedi. "Taş Kütüphane’ye götür bizi."

Burak, motorları yumuşak bir tonda devreye aldı.
"Rüzgar hızı: 32 km/s.
Gün içi maksimum sıcaklık: 45°C.
UV seviyesi: yüksek.
Sefar’a doğru yola çıkıyoruz."

Dışarıda güneşin altın şeridi genişliyordu. Böylece, Nalan ve Okan için yalnızca bir yolculuk değil, binlerce yıllık bir sırrın kapısı da açılmış oluyordu.

5.2. KEŞİF BAŞLIYOR

Garaj kapıları ağır ağır açıldı. Tozlu sabah ışığı içeri süzülürken, Burak’ın gövdesi yavaşça yükseldi. Motorların derin uğultusu duvarlardan yankılandı.

Burak, dikey kalkışı başlattığında motorlar daha tiz bir tona geçti; araç, süzülür gibi havalanıp gökyüzüne doğru yükseldi. Altlarında evleri küçülürken, ufukta sarı ve kırmızı tonlar birbirine karışıyordu.

Nalan, ön camdan uzanan uçsuz bucaksız çölü seyretti.
"Burak… Rehber moduna geç ve çevreyi tanıt."

Kısa bir sessizlik. Ardından Burak’ın sesi kabin içinde yankılandı. Artık rehber modundaydı, yumuşak ama derin bir tondaydı:

“Konum: Cezayir’in güneydoğusu. Giriş yaptığımız bölge: Tassili n’Ajjer.

Tassili, sadece bir plato değildir; sanki yeryüzünden kopup, kendi kurallarını koymuş, Mars yüzeyinden ödünç alınmış bir jeolojik katedraldir.

Burada hava, merhamet bilmez bir demircidir. Gündüzleri termometreler, insanın dayanabileceği son sınırlara, elli dereceyi aşan sıcaklıklara tırmanırken; gece olduğunda, bu yüksek irtifa çölünde sıcaklıklar hızla düşer, keskin bir bıçak gibi sıfıra yaklaşır.

Yağmur? O, doğanın unutulmuş bir lütfudur. Yılda zar zor birkaç damla düşer ve bu nadir su, yüzeye çıkar çıkmaz gökyüzüne geri yalvarır.

Tassili, dünyanın en kuru, en yakıcı, en değişken iklimine sahip bölgelerden biridir.

Buraya adım atan, bir gezegene değil, bir sanat eserine girer. Rüzgârın ve kumun on binlerce yıl boyunca oyduğu yumuşak kumtaşları, gökyüzüne uzanan iğne kuleler, devasa mantarlar ve hayalet kemerler şeklini almıştır. Burası ‘Taş Ormanları’dır.”

Kabinin penceresinden bakanlar, Burak’ın sözleriyle aynı anda bu taş labirentin gölgelerini izliyordu. Güneş, kulelerin tepelerine ateşten haleler giydiriyor, kumulların arasında yavaşça uzayan gölgeler, sanki eski bir masalı yeniden anlatıyordu.

Burak’ın sesi devam etti:

“Bu kaya sığınaklarının duvarlarında, bir zamanlar nehirlerin aktığı, fillerin ve timsahların yaşadığı yeşil bir Sahra’nın anıları saklıdır. M.Ö. 6000’den beri kayalar üzerindeki on binlerce resim, iklimin ve insanlığın hikâyesini fısıldar. Tassili, insanlara değil, zamana aittir.”

5.3. TAŞ KÜTÜPHANE

Araç yavaşlarken Okan, koltuğuna yaslandı.
“Şaka gibi, değil mi? Şu altımızda uzanan kumtaşı okyanusu, binlerce yıl önce gerçekten de nehirlerin aktığı, fillerin, gergedanların ve su aygırlarının dolaştığı bir savandı.”

“Tam olarak 11.000 yıl önce,” dedi Nalan, konsoldan verileri açarken. “Sahra’nın en nemli dönemi… İlginçtir, hâlâ yaşam belirtileri var. Tehlike altındaki Sahra mersini ve Tarout denen selvi türü hâlâ direniyor. Tıpkı bizim gibi; zamana meydan okuyan son direnişçiler.”

Araç alçalmaya başladı. Ufukta taş sütunlar, kum denizinin ortasında devasa heykeller gibi yükseliyordu.
“Burası tam anlamıyla bir açık hava sanat galerisi,” dedi Nalan büyülenmiş bir sesle.

Okan gülümsedi.
“Hazırlanalım. Janet vahası doğumuzda kalıyor. İniş noktamız Sefar’ın güneyi; en yoğun kaya sanatı kümelerinin olduğu bölge.”

Aracın altında, rüzgârın ve zamanın kumtaşına oyduğu devasa mantar biçimli sütunlar, kanyonlar ve kemerler belirmişti. Manzara dünyevi olmaktan çok, Mars’ı andırıyordu.

“Zaten hazırım,” dedi Nalan, sesinde hem merak hem heyecan vardı. “Düşünsene… on beş binden fazla oyma ve resim. 1910’larda keşfedilmişti, değil mi?”

“Evet,” diye yanıtladı Okan. “Ama asıl büyük keşifler 1930’larda ve 1960’larda Henri Lhote’un ekibiyle yapıldı. Yüzeyden bakınca sıradan bir çöl, ama kanyonların içinde binlerce yıl korunmuş bir arşiv yatıyor. Arkeologların bu resimleri silah tiplerine, hayvan göçlerine göre tarihlendirmesi gerçekten inanılmaz.”

Burak, motorlarını sessizce kesti. Araç, kumların üzerine bir tüy hafifliğiyle indi. Nalan ve Okan, kasklarını takıp dışarı adım attılar. Hava kuru ve keskin, binlerce yıllık taşın kokusunu taşıyordu.

Bir kanyonun dibindeki geniş bir kaya sığınağına yaklaştılar. Nalan, yüksek çözünürlüklü tarayıcıyı duvara doğrulttu.
“Nihayet buradayız,” dedi, nefesi kaskın vizörünü buğulandırdı. “Bak, bu en eski dönem: Yuvarlak Kafalılar. Stilize insan figürleri. Yaklaşık 9.500 yıl öncesine tarihleniyor.”

Okan, birkaç adım geri çekilip panoyu inceledi.
“Zaman her şeyi aşındırmış ama bu çizgiler hâlâ canlı. Peki ne kadarı kaldı?”

“Maalesef yalnızca yüzde yirmisi,” dedi Nalan. “Geri kalanı rüzgâr ve erozyonla yok olmuş. Ama hemen yan taraftaki sahneye bak… bu Bovidian dönemi. Gerçekçilik inanılmaz; sığırlar, çobanlar, su kaynakları… O zamanlar Sahra, yeşil bir vahaydı.”

Okan, bir çobanın yayını tutuş biçimine dikkatle baktı.
“Ne kadar ani bir değişim. Bir yanda ilkel figürler, diğer yanda pastoral sahneler. Sanki başka bir uygarlık gelmiş.”

Nalan sessizce başını salladı.
“Ve bu, hikâyenin sadece başlangıcı.”

Tarayıcısını panonun en sağ ucuna çevirdi. Diğerlerinden solgun ama farklı bir figür dikkat çekiyordu.

“İşte,” dedi alçak bir sesle. “Bizi buraya getiren gizem.”

Okan, yakınlaştırma modunu açtı. Figür, normal insanlardan uzundu. Başında yuvarlak bir başlık; bir tür kask vardı. Tüm bedeni tuluma benzer bir giysiyle kaplıydı.

“Antik astronotlar… Bize benziyor.” diye mırıldandı Okan. Onları kitaplardan tanıyordu, ama şimdi, kendi gözleriyle görmek… bambaşkaydı.

“Aynen öyle,” dedi Nalan. “Ana akım arkeologlar bunun törensel kıyafet giyen şamanlar olduğunu söylüyor. Ama bazıları…”

“...ki ben de onlardan biriyim,” diye araya girdi Okan, gülümseyerek, “bu figürlerin gökyüzünden gelen ziyaretçileri betimlediğine inanıyor.”

Nalan devam etti:
“Düşünsene; insanlar nehirleri, ceylanları gördükleri gibi çizmiş. Görmedikleri bir şeyi neden bu kadar detaylı resmetsinler ki? Bazı figürlerde anten benzeri çıkıntılar bile var. Hatta 1976’da İspanyol bir ekip, bir ‘gökyüzü aracına alınan kadınları’ tasvir eden bir sahne bulduğunu iddia etmişti.”

Okan, gülerek başını iki yana salladı.
“Ve bir de o semboller var, değil mi? Yazıdan önce yazı gibi görünen işaretler…”

“Evet,” dedi Nalan. “Eğer bu doğruysa, Tassili n’Ajjer yalnızca bir sanat galerisi değil, insan uygarlığının kökenini yeniden yazabilecek bir yer. Görevimiz de bu: bu boyalarda, dünyevi olmayan bir elementin izini bulmak.”

Okan, sessizce figürün göz çukurlarına baktı. O taşın bakışı sanki yüzyılların ötesinden onları süzüyordu.
“Eğer bulursak,” dedi, sesi derinleşmişti, “belki de Nehirler Platosu’nun adını Yıldızlar Platosu olarak değiştirmemiz gerekecek.”

Alet çantasını açtı, nanobirikim sensörlerini dikkatle duvara yerleştirdi.
“Hadi Nalan,” dedi. “Bakalım bu taşlar, hangi yıldızın hikâyesini fısıldıyor.”

5.4. GİZLİ MAĞARA

Kumların üzerinde kavurucu rüzgâr dinmişti. Güneş ufukta kızıl bir mercek gibi süzülürken Okan, yeni elbisesinin kas destekli sistemini test ediyordu.

Okan: “Bak Nalan! Şuna bak! Bu elbiseyle neredeyse beş metre zıplayabiliyorum!”

Ayağını bastığı yer, sert bir taş gibi görünüyordu; ama altı boştu. Ani bir “küt” sesiyle zemin çatladı, ardından bir uğultu… Okan’ın bedeni toz bulutu içinde kayboldu.

Nalan: “Okan! Okan iyi misin?”

Okan’ın sesi uzaktan gelir: “İyiyim! Burası... inanılmaz! Sakın gelme; yani... aslında gel, bunu görmen gerek!”

Nalan, kaskının vizörünü indirip zemindeki çatlağa baktı. Aşağıdan yansıyan loş, mavi bir ışık vardı; biyolüminesans organizmaların parıltısı mıydı, yoksa fosfor benzeri minerallerin yansımasından mı, geldiği belli değildi. Kısa bir tereddütten sonra o da atladı.

Havadaki tozun içinde süzülürken elbisesinin mikro jetleri açıldı, inişini yumuşattı. Ayağı yere değer değmez nefesini tuttu.

Ortam neredeyse zifiri karanlıktı; toz, ışığı boğuyordu. Vizöründe kısa bir titreşim belirdi, ardından gece görüş sistemi otomatik olarak devreye girdi. Mağaranın renkleri bir anda belirginleşti: sarkıtlar mavi tonlarla parlıyor, duvarlardaki biyolüminesans izler yeşil-mor arasında titreşiyordu. Görüntü, sadece ışık değil, maddeyi de tanımlıyordu. Önlerinde uzun bir koridor vardı; Yer yer damlalar aşağı düşüyor, yankısı uzak bir kanyon gibi çoğalıyordu.

Uçan aracın yapay zekası Burak yukarıdan onların sinyallerini izlerken iletişimde kısa bir parazit oluştu.

Burak: “Uyarı: Haritalandırılmamış bölgeye giriş tespit edildi. Bu alanın jeolojik ve biyolojik verileri eksik. Kurtarma ekibini çağırmamı ister misiniz?”

Nalan (kask içi mikrofondan): “Hayır Burak. Burası keşfedilmeyi bekliyor. Geri dönmek için değil, ilerlemek için geldik.”

Burak: “Anlaşıldı. Ancak iletişim kesintisi durumunda otomatik kurtarma çağrısı protokolü devreye girecektir.”

Okan (gülümseyerek): “Burak, bize biraz güven. Yarım saatlik keşif süresi tanı. Eğer o sürede sinyal almazsan, çağrıyı yap.”

Burak: “Yarım saatlik manuel keşif süresi tanındı. Geri sayım başlatılıyor: 29 dakika 59 saniye…”

Okan: “Baksana... burası haritalarda olmadığına göre, muhtemelen milyonlarca yıldır kimse buraya adım atmadı.”

Nalan: “Ya da kimse geri dönmedi…”

Yer altına açılan dar geçitten ilerlediklerinde hava bir anda serinlemişti. Duvarlar, yüzyıllardır el değmemiş minerallerin parıltısıyla yansıyor; nemli taşların yüzeyinde mikroskobik damlalar, aşağıya süzülüyordu.

Elbiselerinin biyosensörleri ortam sıcaklığındaki ani düşüşü algıladı. Vizöründe yazı belirdi:
“Ortam sıcaklığı: 16.2°C. Isıtma sistemi aktif. Oksijen seviyesi yeterli. Zararlı gaz: tespit edilmedi.”

Okan elini taşın üzerine koydu.
“Burada hâlâ su akıyor, muhtemelen, bastığım zemini yıllardır aşındıran bu sızıntı olmalı.” dedi.
Sesi taşlara çarpıp geri dönünce, sanki mağaranın derinliklerinden biri sesleniyormuş gibi hissetti.

Nalan çömeldi, suyun yüzeyini inceledi. “Daha aşağıda yeraltı gölü olabilir. Ya da daha da derine inen bir sistem…”

İlerlemeye devam ettiler. Geçit daraldıkça adımları yavaşladı; sonunda sürünerek bir kayanın altından geçmek zorunda kaldılar. Tozlu taşların arasından geçtiklerinde, bir anda önlerinde devasa bir salon açıldı; sanki yeraltı, içindeki sırları bir nefeste sunmuştu.

Okan durdu, Nalan'ın koluna dokundu. “Bak,” dedi, duvarda beliren şekilleri göstererek.

Duvar boyunca, daha önce görülmemiş bir fresk dizisi uzanıyordu: kollarını göğe kaldırmış figürler, üzerlerinde kubbe gibi yapılar; altında dalga desenleriyle çevrili, çokgen temelli biçimleri. Bazı figürlerin gövdeleri garip biçimde yükseliyor, sanki duvardan çıkıp yürüyecekmiş gibiydi.

Nalan nefesini tuttu.
“Bu… inanılmaz. Canlı gibi resmedilmiş.”

Başka bir duvarın önüne geldiklerinde Nalan şaşkınlıkla:
"Şu figürlere bak… Bunlar yüzeydeki gibi inek ya da insan değil. Sanki… şehir gibi. Venüs'te ilk uçan şehirlere benzemiyor mu?"

Okan yaklaşır, el fenerini duvara tutar:
"Evet aynen çok benziyor. Şu şekilere bak, alt kısmı dar, üstü geniş… Tıpkı plazma motoruna benzemiyor mu sence?"

Nalan düşünceli:
"Belki de bu bir şehir motoru. Ya da yıldızlararası bir geminin motorunu gösteriyor olabilir."

Okan gülümser:
"Yani… Venüs’teki uçan şehirlerimizi binlerce sene önceden çizmişler mi diyorsun?"

Nalan sessizce:
"Ya da belki de buradaki resimler… onların bıraktığı anlayamadığımız mesajlardır. O mesajlar hep buradaydı. Biz sadece geç kaldık."

Nalan duvara bakarak:
"Okan… ya insanlığın kökeni gerçekten buraya ait değilse?"

Okan şaşkın:
"Ne demek istiyorsun?"

Nalan:
"Ya biz bu gezegeni kolonileştirmek için geldiysek? Belki de binlerce, milyonlarca yıl önce… başka bir yerden."

Okan:
"Panspermia yahut Exogenesis hipotezini mi diyorsun? Asteroidlerin bir çoğunda amino asitler, DNA ve RNA bazları gibi yaşamın temel molekülleri tespit edidi zaten."

Nalan:
"Hayır, ben sadece mikroorganizmadan bahsetmiyorum. Ya geçmiş medeniyetler teknolojide bizden çok daha ileriyse? Belki onlar başka gezegenlere koloni gönderdiler. Sonra bir şey oldu… belki bir felaket, bir çöküş."

Okan:
"Ve o çöküşten sonra geriye… Sadece kadim hikâyeler kaldı. O hikayeleri dinleyenler bu resimleri yaptı. Belki de biz, kendi atalarımızın unutulmuş kolonileriyiz."

Nalan fısıldar gibi:
"Belki de gönderdiğimiz kolonileri unuttuk."

Nalan duvara yaklaştı, vizöründeki kayıt modunu aktif etti. “Fotoğraflarını çekelim,” dedi. “Sonra detaylı inceleriz.”

Okan başını salladı, kaskındaki küçük dronu serbest bıraktı. Küçük, disk biçimli dron havalanarak mağara boyunca süzüldü.

Okan'ın vizöründe yazı belirdi: “Tarama başlatıldı. Lazer haritalama aktif. Görsel veri çözünürlüğü: 12 terapiksel.”

Kızıl lazer ışınları duvarları tararken, freskler birer birer dijital haritaya ekleniyordu. Kollarını göğe kaldırmış figürler, kubbe biçimli yapılar, dalga desenleriyle çevrili şehir motifleri… hepsi, üç boyutlu olarak kayıt altına alınıyordu. Bazı figürlerin spiral gövdeleri, dronun spektral analizinde biyolojik izler gibi parlıyordu.

Zamanın nasıl geçtiğini fark etmediler. Sessizlik, mağaranın derinliklerinde yankılanan bir tür huzur gibiydi.

Dron Okan'ın kaskına geri dönüp kenetlendiğini görünce bir anda Nalan durdu.
“Burak… kaç dakika kaldı?” diye seslendi.

Yanıt gelmedi.

Okan da denedi:
“Burak, sinyal kontrolü. Bizi duyuyor musun?”

Sessizlik.

Vizör ekranında sinyal göstergesi titredi, ardından griye döndü. İletişim kesilmişti.

Nalan’ın sesi sertleşti:
“Hemen çıkmalıyız. Süreyi aştıysak, kurtarma çağrısı tetiklenmiş olabilir.”

Koşmaya başladılar. Geçtikleri dar geçit şimdi daha dar, daha karanlık görünüyordu. Toz yeniden havalanmıştı, görüş sınırlıydı.

Okan: “Burak! Geri sayım kaçta?”

Bir anlık sessizlikten sonra vizörde bir titreşim belirdi.

Burak: “Geri sayım: 00 dakika 42 saniye…”

Nalan nefesini tuttu. “İletişim geri geldi!”

Okan: “Burak, geri sayımı durdur!”

Burak: “Kurtarma çağrısı iptal edildi.”

Son adımlarla geçidi aştılar. Okan, yukarıya baktı; düşerken açılan dar yarık, dört metre yukarıdaydı.

Elbisenin biomekanik güç sağlayan elektroaktif yapay nanofiber kas lifleri sayesinde Okan, neredeyse yerçekimini unutarak bir hamlede yukarı sıçradı.

Aşağıdan “İyi misin?” diye seslendi Nalan, sesi yankılanarak geri döndü.

“Harikayım!” dedi Okan gülerek. “Sen de yukarıya zıpla, yakalarım seni.”

Nalan kısa bir nefes aldı, sonra kendini yukarıya itti. Okan onu havada yakaladı; elbiselerin manyetik kolları hafifçe çarpıştı. Birlikte kumun üzerine çıktıklarında, gökyüzü kızıl bir alacakaranlığa dönmüştü.

Okan bileğini kaldırdı: “Burak, konumumuza gel. İniş protokolü başlat.”

Gökyüzünde titreşen bir yankı oluştu; birkaç saniye sonra ufukta metalik bir parıltı belirdi. Uçan araç Burak, kumları dalgalandırarak önlerine yumuşakça indi.

Araçlarının kapısına yaklaşırken Elbiselerinden kalın bir uğultu yükseldi; Elbisenin dış yüzeyindeki tozlar, Nano-kas liflerinin 32 kHz’lik ultrasonik sert titreşimiyle yüzeyden ayrıldı; Akustik rezonans yöntemiyle temizlik sağlandı.

Araç kapısı açıldığında içeriden hoş bir ozon kokusu yayıldı. İçeri girip koltuklarına oturduklarında Burak’ın sesi kabinde yankılandı:
“Hoş geldiniz, Okan, Nalan. Yeni veriler kaydedildi. Sıradaki rota neresi?”

Nalan "Ev" dedi.

Burak motorlarını çalıştırdı. Araç, kumları altına alarak yükseldi. Altta, kadim mağaranın ağzı hızla küçülürken, gökyüzünde yeni bir fikir filizleniyordu.

5.5. EVE DÖNÜŞ

Dönüş rotasında Sefar’ın üzerinden geçiyorlardı. Aşağıda, gün batımının uzun gölgeleri taş sütunları birer mızrak gibi yere saplıyormuşçasına uzatıyordu.

Nalan pencereye eğilerek:
“Okan, şuraya bak. Kaç tane taş sütun var?”

Okan kontrol panelinden gözünü ayırıp pencereden baktı:
“Yüzlerce... belki binlerce. Ama hepsi belli bir hizayı takip ediyor. Bu kadar düzenli bir formasyonun doğal olması zor.”

Araç yükselirken dışarıdaki manzara yavaşça daha geniş açıyla görünür hâle geldi. Yukarıdan bakıldığında taş sütunlar, sanki harf harf dizilmiş bir metin gibi görünüyordu.

Nalan:
“Yıldızlar kadar çok sütun var ama… bak, sanki bir düzen var. Belki burası bir kaya şehri değil, bir yazı.”

Okan (şaşkınlıkla):
“Yazı mı? Ne yani, binlerce yıl önce biri tüm bu kayaları harf gibi mi biçimledi?”

Nalan:
“Belki de evet. Sonra rüzgar, kum fırtınaları, erozyon… hepsi şekilleri bozdu. Şimdi kimse fark etmiyor çünkü artık doğal gibi görünüyorlar.”

Okan:
“Eğer her taşın 3 boyutlu modelini çıkarıp aşınma oranlarını hesaplarsak, belki birbirine benzeyen yüzlerce sembol buluruz. Tıpkı Çin yazısında olduğu gibi karmaşık ama anlamlı bir sistem.”

Nalan (düşünceli bir tebessümle):
“Ve bir gün biri gerçekten bu hipotezi doğrularsa...”

Kabinin penceresinden bakarken altlarından hızla geçen sütunlara son bir kez baktılar. Taş sütunların gölgeleri, batmakta olan güneşin önünde uzun çizgiler hâlinde birleşti. Sanki rüzgarın silemediği kadim bir cümle, toprağın üstünde yeniden yazılıyordu.



TASLAK BÖLÜM 6: ANALİZ (M.S. 7990)


6.1. Eve Dönüş

Uçan araç, sessizce evin garajına iniş yaptı. Motorları sustuğunda, aracın üzerine garajın iç duvarlarından filtrelenmiş hava üflendi. Toz tanecikleri bu hava akımıyla hızla araçtan uzaklaştırılarak zemindeki boşluklardan emildi.

Kapılar yukarıya açıldığında ikisi birden araçtan dışarı adım attı. Burak önden yürüdü. Evin girişindeki Hijyenik Servis Kapısı parladı. Kapı, sterilizasyon moduna geçti.

Kasklarını çıkardıkları anda elbiselerinin yüzeyindeki elektroaktif nanofiber kas lifleri gevşedi. Vücutlarını saran lifler, kasılma enerjisini serbest bırakarak yavaşça bollaştı. Birkaç saniye içinde elbiseler üzerlerinden kayıp sessizce yere yığıldı. Altlarında zaten günlük giysileri vardı.

Yere düşen elbisenin üzerinden adımlarını atıp geçerken yan duvarda on santim kadar bir panel açıldı. Hafif bir çekim alanı oluştu ve elbiseler sanki görünmez bir el tarafından tutulup çekilmiş gibi panele doğru süzülüp içeri kaydı. Panelin içindeki sistem, elbiseleri kuru temizliğine aldı, ardından otomatik katlama ve asma mekanizmasıyla dolaba gönderdi.

Okan mutfağa yönelirken, Nalan, saç tokasını çıkarıp “Ben duşa giriyorum” dedi.
Ev sisteminden yumuşak bir ses yankılandı: “Bio-Duş hazırlandı.”

6.2. Geleceğin Duş Teknolojisi

Nalan, banyoya girdiğinde ortam sıcaklığı tenine göre ayarlandı. Zeminde iki ayak izine benzeyen parlak alanlar yandı.
Ayaklarını tam o izlerin üzerine yerleştirdiği anda tiz bir ses yankılandı:
“Vücut temizliği başlatıldı.”

Ayaklarından yukarı doğru, opak renkli bir zar yükselmeye başladı.
Bu zar, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş elektroaktif polimer liflerinden oluşan canlı bir dokuya benziyordu.
Bir solucanın kas hareketlerini andıran mikrodalgalı titreşimlerle yavaşça vücudunu sardı.
Omuzlarına kadar ulaştığında, yüzü hariç tüm bedeni zarın altında kaldı.

Alt katmandan ince püskürtmelerle temizlik jelleri yayıldı.
Zar, liflerini kasıp gevşeterek jelleri cilt yüzeyine yedirdi.
Her kasılmada derin bir masaj etkisi hissediliyordu.
Cilt gözenekleri açıldı, kaslar gevşedi.

Birkaç saniye sonra temizlik jellerinin yerini su aldı.
Zar, yüzeyindeki mikroskobik kanallar aracılığıyla suyu yönlendirerek vücudun her noktasını duruladı.
Ne bir damla dışarı sıçradı, ne de ortalık ıslandı.

Durulamanın ardından hava püskürmeye başladı.
Bu kez zar ile vücut arasındaki alan ılık rüzgârla doldu.
Hava, spiralimsi akışlarla dönerek vücudu tamamen kuruttu.

Son olarak zar yavaşça çözülmeye başladı.
Aşağıdan yukarıya değil, tersine — tıpkı bir gölge gibi aşağıya çekildi.
Ayak bileklerine ulaştığında yüzeyin içinde eriyip kayboldu.

Nalan derin bir nefes aldı.
Ne yerde su vardı ne de havada buhar.
Birkaç saniye içinde bedeninin hem temizlendiğini hem de tazelendiğini hissetti.
Duşun akıllı sesi son kez yankılandı:
“Temizlik tamamlandı. Beden enerjisi dengelendi.”

Nalan banyoya adım attığında loş ışıklar yavaşça canlandı. Duvarların arasından süzülen mavi ve yeşil tonları, suyun huzur veren yankısıyla birlikte ortama sakin bir atmosfer yaydı. Tavanın köşelerinden hafif sis gibi çıkan buharın arasında “Dinlendirici Rahatlatıcı Terapi – Zen Modu başlatıldı” anonsu yankılandı. Ardından arkadan su damlalarının sesiyle karışan uzak bir melodi duyuldu.

Duş kabininde yere iki ayak izi şeklinde oyulmuş bölmeye ayaklarını yerleştirdi. O anda zeminin altından hafif bir titreşim geldi. Ardından dizlerinin hizasından yukarıya doğru yarı saydam, opal renkte bir zar yükselmeye başladı. Zarın iç yüzeyinde kıvılcımlar gibi titreşen nanojel dokular, ışığın altında mor ve turkuaz arasında değişen renklerle parlıyordu. Zar sanki canlıymış gibi nefes alır gibi dalgalanıyor, kıvrılarak bacaklarını, belini ve gövdesini sarıyordu.

Nalan zarın dokunuşunu hissettikçe kaslarının gevşediğini fark etti. Elektroaktif lifler vücudunu adeta bir masözün elleri gibi sıvazlıyor, zarın altından püsküren nanojel damlacıkları cildini temizliyordu. Zar zaman zaman solucan gibi kıvrılıp bükülüyor, minik titreşimlerle lenf noktalarına masaj yapıyor, bedeniyle bütünleşiyor gibiydi.

Kısa süre sonra jel akışı durdu. Zarın iç kısmında su buharı birikti ve sonra milyonlarca mikropüskürtücü aynı anda çalışarak vücuduna su serpintisi gönderdi. Işıklarla birlikte odada hafif bir gökkuşağı yansıması oluştu. Durulama bittiğinde zar içinden sıcak hava üflemeye başladı, vücudundaki son damlalar görünmez bir esintiyle buharlaşıyordu.

Duş tamamlandığında zar yavaşça geri çekilmeye başladı. Dizlerinden aşağıya inip ayak bileklerine kadar toplandı ve sonra yüzeye dokunmadan yere doğru süzülüp zemindeki ince bir yarıktan içeri kayboldu.

Etraf kuru kalmıştı. Banyoyu yalnızca Nalan’ın sakin nefes alışları ve Zen müziğinin uzak tınıları dolduruyordu.


Neuroverse – Google Earth 8000

Bu sırada Okan, oturma odasında Neuroverse™ arayüzünü etkinleştirmişti.
Yalnızca düşünce sinyalleriyle kontrol edilen sistem, Google Earth’ün 8000’lerdeki evrimleşmiş hâliydi.
Kullanıcı, beynindeki uzamsal algı merkezlerini doğrudan sanal haritaya bağlıyor, istediği bölgeye “uçabiliyordu.”
Okan, düşüncesiyle Sahra Çölü’ne odaklandı. Gözünün önünde Sefar’ın taş sütunları belirdi.
Sistemin iç sesi yankılandı:
“Analiz başlatılsın mı?”
Okan yalnızca düşündü: Evet.

Haritanın üç boyutlu modeli canlandı. Yapay zekâ sütunları tararken ışık dalgaları üzerlerinden aktı.
“Bu sütunlar, bazaltın yüzeysel soğumasıyla oluşmuş olabilir. Fakat dizilimleri istatistiksel olarak doğal süreçlerle tam açıklanamıyor. 27 sütun arasında simetri örüntüsü tespit edildi.”

Tam o anda Nalan odaya girdi.
Saçları hâlâ nemliydi, üzerindeki giysi beyaz ışığı yansıtıyordu.
“Yine Sefar’ı mı inceliyorsun?”
Okan başını hafifçe çevirdi. “Evet. Bak şu sütunlara… Şu açıdan bakınca sanki harf dizileri gibi duruyor.”
Nalan yaklaştı. “Belki de bir dilin kalıntısıdır. Rüzgar, o dili binlerce yıl boyunca silmiş olabilir.”
Yapay zekâ araya girdi:
“Görsel örüntü karşılaştırması başlatıldı. %62 oranında simetrik yapı tespit edildi. İnsana ait yazı biçimlerine benzerlik düşük, ancak bilinçli yerleşim olasılığı sıfır değil.”

Sessizlik oldu. İkisi de holografik görüntüye baktı.
Taşlar, zamanın üstüne kazınmış unutulmuş bir cümlenin kelimeleri gibiydi.


DEVAM EDECEK...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları