3. YENİ SAHARA
ÖNSÖZ:
Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. Bu dönem, “Afrika Nemli Dönemi” olarak bilinir. Dünya'nın eksen hareketleri (Milankoviç döngüleri) sonucu yağışlar artmış, Sahra'da geçici nehirler, göller ve verimli tarım alanları oluşmuştur. Arkeolojik buluntular, kaya resimleri ve yerleşim izleri, bu dönemde insan topluluklarının su kaynakları etrafında geliştiğini göstermektedir.
Bilimsel veriler, bu yeşillenmenin yaklaşık her 21.000 yılda bir tekrarlandığını öne sürüyor. Eğer küresel ısınmanın etkileri kontrol altına alınabilir ve iklim sistemleri doğal döngüsüne dönebilirse, Sahra’nın bir sonraki yeşil döneminin yaklaşık M.S. 8000’li yıllarda gerçekleşmesi beklenmektedir.
BÖLÜM 1: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ (M.S. 7990)
Sina'nın kuzey kıyısında, Akdeniz'in sonsuz maviliğiyle çölün soluk sarısı arasında bir nefes gibi uzanır Bardawil. O, karanın ve denizin binlerce yıllık inatlaşmasından doğmuş, incecik bir kum seddiyle büyük, gürültülü denizden nazikçe ayrılmış devasa, sığ bir kâsedir.
Güneş, gölün üzerindeki gökyüzünü her sabah ve her akşam yakut ve kehribar tonlarına boyarken, suyun yüzeyi, binlerce eski Mısır altın sikkesi gibi parıldar. Su o kadar sığdır ki, hafif bir rüzgâr bile dibindeki ipeksi kumu havalandırır; bu da göle, sürekli değişen, yumuşak puslu bir cam görünümü verir. Kıyıya vuran dalgalar, Akdeniz'in hırçın fısıltıları değil, lagünün kendi içine dönük, alçak sesli tuzlu bir şarkısıdır.
Bardawil, bir zaman tüneli gibidir. Kıyılarında gezinirken, ayaklarınızın altında sadece kum değil, aynı zamanda M.Ö. 1500 yılından kalma balıkçıların yankılanan hikâyeleri yatar. Sığ sular, çipura sürülerini gizleyen, bereketli ve eski bir anadır. Hava, tuzun keskinliği ve Nil levreği ticareti yapılan eski limanların hayali kokusuyla doludur.
O, devasa, yalnız ve melankolik bir varlıktır. Caretta caretta'lar, uzun ve tehlikeli yolculuklarının sonunda bu sulara sığınırken, Bardawil onlara sadece bir dinlenme yeri değil, aynı zamanda Akdeniz'in gürültüsünden uzak, saklı ve sıcak bir kışlık düş sunar.
Bardawil Gölü, ne bir deniz ne de tam bir tatlı sudur; o, iki dünyanın ortasında kalmış, sonsuz bir alacakaranlık gibidir; ıssızlığıyla büyüleyen, tuzlu bir masal sahnesidir.
Binlerce yıl sonra, sığ suların üzerine rüyadan fırlamışçasına, tarihin doğayla en uyumlu mimari mucizesi yükseldi: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ.
Bu şehir, çelik ve camın soğukluğunu reddederek, gölün yüzeyine serpilmiş devasa nilüfer yaprakları suretinde inşa edildi. Her bir yapı, suyun üzerinde hafifçe salınan, organik bir taç yaprağıydı. Onların kavisli ve yelpaze şeklindeki çatıları, Güneş'i bir damla su gibi yakalar, enerjiyi usulca toplar ve gölün sakin ruhuyla bütünleşirdi. Yapıların arasına gizlenmiş akıcı su yolları, lagünün kendisiyle iç içe geçerdi; şehir, karadan çok, suyun bir parçasıydı.
Bir zamanlar yalnız olan Bardawil’de esen rüzgârın ve suyun sesine yeni bir melodi eklenmişti. Gölün güney kıyısında, kumla suyun arasına, adeta bir lotus çiçeği gibi açılarak yükselmişti Lotus Şehri.
Önce, gölün kalbine nano-temelli yüzer temeller bırakıldı; her biri, suyun tuzluluğuna göre kendi yoğunluğunu ayarlayan canlı mühendislik harikalarıydı. Ardından, bu temellerin üzerine, deniz kabuklarının kalsiyum kristallerinden esinlenmiş biyopolimer dokular örüldü. Bu dokular, sabahları gölün buharını emer, geceleri göğe geri salar; böylece şehir, kendi yağmur döngüsünü yaratırdı.
Yapılar, lotus çiçeğinin yaprakları gibi iç içe dizilmişti: dış halkalar, suyun üstünde yüzen konut alanları; orta halkalar, bahçeleri ve biyolüminesans ormanları; merkezde ise göğe uzanan Lotus Tower, Dünya ile yörüngeyi birbirine bağlayan uzay asansörüydü.
Kule, 7894 yılında tamamlandı. O günden beri, insanlığın göğe uzanan en uzun damarını taşıdı. Lotus Uzay Şehri Ekvator üzerinde 35786 km yüksekte bulunan yer sabit yörüngede bulunan birbirine bağlı 18 uzay şehrinden sadece biridir. Uzay şehirlerinden inen kablolar yalnızca dikey değildir; kuzeye ve güneye, doğuya ve batıya uzanan lateral denge hatları, Dünya’nın dört yönüne sessizce gerilmiş gergin yaylar gibidir. Bu hatlar rüzgâra karşı, Dünya'nın yerçekimiyle konuşur. Her biri, milyarlarca sensörle kablo gerilimini, atmosfer basıncını, Ay’ın gelgit çekimini ölçer; her salınım, karşı salınımla anında dengelenir.
Bir zamanlar sadece balıkçıların, tuz işçilerinin ve caretta caretta’ların sığınağı olan Bardawil, şimdi gökyüzüne evlilikler, umutlar ve hayaller gönderen sessiz bir limandır.
Bardawil Lotus Şehri'nde yaşam, fısıltı kadar yavaş ve huzurludur. Yüksek sesler, keskin köşeler yoktur. Binlerce yıllık bilgelik, mimarinin ve teknolojinin temel taşı olmuştur. Gölün tuzu, artık sadece balıkların değil, bu fütüristik ve sessiz kentin de nefesidir. Geleceğin insanları, o ince kum seddinin ardında, hem Akdeniz'in kadim gücüne hem de lagünün ebedi sessizliğine saygı duyarak, yüzen bir nilüfer tarlasının içinde yaşıyorlardı.
BÖLÜM 2: NALAN İLE OKAN’IN DÜĞÜNÜ (M.S. 7990)
2.1. DÜĞÜN
Lotus Kulesi’nin gölgesinde, göl yüzeyi bir ayna gibi parlıyordu. Akşamın ilk yıldızları henüz belirmemişti; ama şehir zaten gökyüzünü taklit eden bir ışıltıya sahipti. Nilüfer kubbelerin üstündeki biyolüminesans dokular, maviyle altın arasında salınan bir ışık yayıyordu; tıpkı aşkla dolu bir kalbin nefes alıp verişi gibi.
Gölün ortasında, yüzen bir platformun üzerinde kurulan düğün alanı, suyun üzerinde açan dev bir lotus yaprağı şeklindeydi. Davetliler, suyun altından geçen şeffaf yollardan yürüyerek geldiler; her adımda ayaklarının altında binlerce mikroskobik plankton ışıldıyor, sanki yıldızların üzerinde yürüyormuş gibi hissettiriyordu.
Tören başlayınca, Lotus Şehri’nin rehberi olan holografik anlatıcı, eski bir gelenek gereği kısa bir konuşma yaptı:
“Bugün, iki insanın değil, iki dünyanın birleşmesine tanıklık ediyoruz. Su ile gökyüzü, yerçekimi ile yörünge, kalp ile mühendislik… Bardawil’in suları, binlerce yıldır göğe ulaşmak isteyen insanlığın aynası oldu. Şimdi, Nalan ile Okan’ın evliliği, bu aynaya yeni bir yansıma düşürecek.”
Rehberin sesi gölün yüzeyinde yankılanırken, Gökyüzünden kuleye doğru bir ışık huzmesi alçaldı. Uzay asansörünün kabinlerinden biri, atmosferin maviliğinden yere sessizce süzülüyordu. Nalan ve Okan, o kabine binecek çiftlerden biri olacaktı. Gelenek haline gelen Lotus Uzay Asansörüyle çıkılan. “yörünge düğünleri”, 80. yüzyılın sadece zenginlik değil, gezegenle barış içinde yaşamanın ve insanlığın ulaştığı birliğin sembolüydü. Lotus Asansörü’yle göğe çıkan her çift, Dünya’yla gökyüzü arasındaki o ince dengeyi kutluyor; yerçekimiyle sevgi arasındaki bağa kendi adlarını yazıyordu.
2.2. UZAY ASANSÖRÜ
Nalan ve Okan’ın kabini, sessizce göğe süzülürken altlarında Bardawil’in tuzlu suları birer gümüş ayna gibi küçülüyordu. Atmosferin ilk katmanlarına girildiğinde, kabin pencerelerinden dışarıyı izleyenler büyüleyici manzara karşısında nefeslerini tuttular; dışarıdaki basınç farkı, içeride hafif bir serinlikle hissedildi.
“Sevgili konuklar, şu anda troposferin son katmanındayız. Yaklaşık on iki kilometre yükseldiniz. Kısa süre sonra stratosfere giriş yapacağız. Yükseldikçe, vücut ağırlığınız azalacak; ancak güvenlik sistemleri sizi dengeleyecektir.”
Yolcuların gözleri büyümüştü. Bazıları gökyüzünün yavaşça koyulaşmasını izliyor, bazılarıysa sadece sessizdi; çünkü, Dünya’yı aşağıda bir mavi küre olarak görüldüğü bu büyülü ana yaklaşmışlardı. Kabin yükselirken, başlangıçta eğimli çıkan asansörün penceresinden görülen manzara, yavaş yavaş dikleşti; sanki gökyüzü değil, Dünya eğiliyormuş gibi göründü.
“Artık düşmek yok,” dedi gülerek.“Uzay şehri de Bardawil şehri kadar güzelmiş,” diye fısıldadı Nalan.
2.3. YERÇEKİMSİZ NİKAH
“Bugün burada, Bardawil’in suyundan doğan bir şehirle göğün sessizliğini birleştiriyoruz. Sizler, Dünya’nın çekiminden özgürleşmiş evliliklerden birini temsil ediyorsunuz. Bu tören, sadece iki kalbin değil, iki gezegen bilincinin birleşimidir.”
“Lütfen pencerelere bakın. Bu manzara, yörünge düğünlerinin kutsal anıdır. Güneş, şu anda sadece sizler için doğuyor.”
2.4. UZAYDA BALAYI
Lotus Uzay Şehri’nin dış kabuğu, Dünya’nın gece tarafına dönüktü. Aşağıda, mavi gezegenin karanlık yüzeyinde şehir ışıkları ince damarlar gibi parlıyordu. Okyanusların kıyı çizgileri, siyah kadife üzerinde solgun mavi bir nefes gibi kıvrılıyordu.
Nalan ile Okan, düğün töreninden sonra konuklarla vedalaşmış, istasyonun sessiz bölümüne; Nilüfer Odası’na geçmişlerdi. Bu oda, balayı çiftleri için tasarlanmıştı: dışarıya bakan duvarı ve zemini şeffaftı. Sıfır yerçekiminde, Nalan’ın ve Okan’ın gözleri buluştuğunda, su damlacıkları gibi havada asılı duruyorlardı. Aşağıda yavaşça dönen Dünya'yı, yukarıda ise sessiz bir yıldız denizini birbirine sarılarak seyrettiler.
Bir holo-asistan, yumuşak bir sesle fısıldadı:
“Balayı menüsü aktif. Yemek yerken şeffaf duvarı Dünya ışığına mı, yıldız karanlığına mı çevirmek istersiniz?”
Masa tavandan inerek görünmez bir eksende dönerek indi, koltuklar iki kişilik pozisyon aldı. Bol çeşitli ve özenle hazırlanmış yemeklerin yer aldığı gösterişli sofrada tabaklar ve yemekler düzenli biçimde sunulmuş haldeydi. Süzülerek koltuğa oturup kemerini bağladılar. Tabaklar manyetik alanla sabitliydi ve üzerlerinde şeffaf zar vardı: nar suyu kırmızısında bir çorba, zeytin yeşili bir sos, minik beyaz sıvı yemek küreleri...
Nalan, gümüş bir pipet ile tabağın üzerindeki zarı deldi. Tatlı, konsantre elma suyunun tadı ağzına yayıldığında, gözleri parladı.
"Bu, sıradan bir akşam yemeği değil," dedi Nalan, başını Okan'ın omzuna yaslayarak.
“Sıfır yerçekiminde bile senden bir şey kaçmıyor,” dedi Nalan gülerek.
“Bu akşam menüde Newton yok, sadece aşk var,” diye yanıtladı Okan.
Okan bir yudum aldıktan sonra fısıldadı:
“Aşağıda Bardawil… senin elbisendeki parıltı gibi görünüyor. Oradan göğe çıkmak… çocukluğumun hayaliydi.”
Nalan’ın sesi yumuşaktı:
“Şimdi o hayalin içindeyiz. Ama hâlâ kalbim, Dünya’ya dönüp Tassili n’Ajjer platosunda seninle birlikte yaşamak istiyor.”
Okan başıyla onayladı:
“Sanırım Sahra çölü ikimizin kalbini de derinden çekiyor”
2.5. YERÇEKİMSİZ DANS
“Yere bağlı olmadan dans etmek… sanırım aşkın fizik tanımı bu olmalı,” dedi Okan gülümseyerek.
“Yörünge dengesi sabit. Lotus Şehri gece moduna geçiyor.”
2.6. DÜNYAYA DÖNÜŞ
Lotus Uzay Şehri’nde saat 15:45’i gösteriyordu. Şeffaf kubbelerin ardında uzay sonsuz bir gece gibiydi ama iç mekanın altın renkli ışıkları hâlâ gündüzü taklit ediyordu.
Okan ve Nalan, yerçekimsiz baloların düzenlendiği büyük salonun yan koridorlarından birinde gidecekleri yön hakkında kararsız kaldılar.
Okan omuz silkti. “Yanlış kapıya girersek 8 farkı Afrika şehrine ineriz veya 2 farklı Uzay şehrine gideriz. ”
“Ya da daha kötüsü,” dedi Nalan, “Güney Yarımküre’ye, Cape City’ye gideriz.”
İkisi de güldü.
Okan rahatladı: “İşte bu, bizim hat kuzey hattı.”
2.7. HAYALLER
Kabinlerine girdiler. Cam kubbe kapanırken koltuklarına oturup emniyet kemerlerini bağladılar. Bir dakika sonra ufak bir sarsıntıyla Lotus uzay şehri yavaşça küçülmeye başladı. Gümüş kubbeleri, devasa aynaları ve ışıkla örülmüş köprüleri, yörüngenin alacakaranlık sınırında bir rüya gibi eriyordu. Motorların sesi neredeyse duyulmuyordu; çünkü asansör hattı, iniş sırasında frenlemeden doğan enerjiyi ısıya dönüştürmek yerine, soğutulmuş süperiletken halkalara yönlendiriyor, orada sessizce depoluyordu. Bu enerji, bir sonraki yükselişi besleyecekti. Her iniş, bir yükselişi mümkün kılıyordu; tıpkı yaşamın kendisi gibi.
Okan ve Nalan, küçük transfer aracının panoramik penceresinden birbirine yaslanmış hâlde dışarıyı izliyordu. Dünya, altlarında mavi ve beyaz bir sarmal gibi dönüyordu.
Nalan sessizce pencereye bakarak hayallere daldı.
Kabin, atmosferin üst sınırına girdiğinde pencereden dışarı ince, dans eden ışık halkaları belirdi. Bu, sürtünmeden doğan bir plazma değil; süperiletken halkaların çevresinde biriken elektromanyetik alanların, iyonosferin parçacıklarıyla buluşmasından doğan yumuşak bir parıltıydı. Gökyüzü, onlara bir taç değil, sanki bir karşılama ışıması sunuyordu. Kabin atmosferin yoğun katmanlarına girerken titreşim hafifti; sadece yerçekiminin kadim sesi ve aşağıda yavaşça büyüyen mavi-beyaz girdapların sessiz çağrısı vardı.
BÖLÜM 3: BİYOYUVA (M.S. 7990)
3.1. EV ALIMI
Birlikte yürüyerek BiyoYuva Kompleksi Galerisi’nin girişine ulaştılar. Kapı bir çiçeğin açılışı gibi sessizce ayrıldı. İçeride onları K-pop tarzında görünüşü olan rehber karşıladı; bir insan değil, sesi rüzgâr gibi dalgalanan holografik sanal insan bir rehberdi. Elbisesi, sarmaşık dallarından örülmüş bir asma formundaydı.
“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan,” dedi. “Bugün hangi yaşam formunu seçmek istersiniz?”
Rehber, onları kubbeli geniş bir salona yönlendirdi. Ortada dev bir inci küresi dönüyordu; çevresinde holografik evlerin minyatür kopyaları yörüngede dönüyor gibiydi.
“Bu bölümdeki yapılar,” dedi rehber, “kurulum bölgesinin iklim, jeoloji ve enerji profilini analiz ederek kendi formunu belirler. Siz yalnızca yer seçersiniz; gerisini doğa ile teknoloji birlikte çözer.”
Ekranda üç seçenek belirdi:
3.2. EVİ TAŞIMA
Nalan ve Okan, küçük ama güçlü uçan araçlarının kokpitine bindiler. Aracın adı Burak idi; Rivayet edilen kutsal binek olan adını, saf ve parlak rengi veya çok hızlı hareket edişi sebebiyle almıştı. Altına, yeni evleri olan Reborn-9 kompakt biçimde kilitlenmişti. Katlanmış, sessiz, henüz bir beden bulmamış bir ruh gibiydi.
Aracın iç ortamının sessiz, sakin, huzurluydu. Metal değil, canlı liflerden yapılmıştı; yüzeyler parmakların ısısına tepki veriyor, koltuklar okşayarak yumuşuyordu. Gösterge ekranı yerine, önde yarı saydam bir yüz belirdi. Burak'ın sesi sıcak ve tok bir tondaydı.
“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”
"Tassili n’Ajjer platosu."
Yapay zekânın gözleri parladı.
“Belirttiğiniz bölge, 72.000 kilometrekarelik çok geniş aktif alan içeriyor. Lütfen iniş konumunuzu haritadan seçiniz.”
Konsolun üzerinde holografik bir harita belirdi. Altın renkli kumlar, dağ silsileleri ve kadim kaya oluşumları üç boyutlu olarak uzanıyordu.
Nalan, parmağını kuzeydoğudaki bir yamaca sürükledi.
"Şu bölge. Burada eskiden su yatakları varmış. Belki toprağın hafızası hâlâ nemlidir."
Okan başını salladı.
"Tamam. eski su yataklarının yakınında bir yer olsun."
Burak onayladı.
“Koordinatlar kilitlendi. Mesafe 2520 kilometre. Tahmini uçuş süresi 4 saat 27 dakika. Yakıt oranı %100, enerji rejenerasyonu aktif.”
Aracın motoru devreye girdi. Sessiz bir itkiyle havalandılar. Alışveriş merkezinin çatısındaki kapılar lotus yaprakları gibi kapanıyor, gölün yüzeyi onları yansıtarak uğurluyordu.
Okan biraz düşündü. “Sahra'nın uyanışına, çölün yeniden doğuşuna tanık olmak için gidiyoruz... Sahara Reborn nasıl?”
"Şuna bak, Okan. Tüm bu boşluk… bir zamanlar göllerle doluydu."
"Biliyorum," dedi Okan, başını arkaya yaslayarak. "İlk olarak coğrafya dersinde okumuştum. Afrika Nemli Dönemi, değil mi? İnsanlık burada göllerde balık avlıyordu, sonra binlerce yıl kuraklık geldi. Şimdi ise yeniden yeşil çağ başlıyor."
"İşte tam da bu yüzden burayı seçtik. Biz beton, cam ve çeliğin üstünde değil, tarihin kalbinde yaşamak istiyoruz."
"Ben fark etmiştim. Elektrogitarın ağlıyordu."
"Senin ellerin de toprak kokuyordu."
Bir süre sessizlik oldu. Aracın içi, sadece nefeslerin ve motorun huzurlu uğultusuyla doluydu.
"Yuvalar insan kahkahalarıyla yaşar. Evler sessizce bekler."
Saatler ilerledikçe, kum denizinin rengi koyulaştı. Uzakta kayalık silsileler belirdi. Burak’ın sesi bir kez daha yankılandı:
“Koordinatlara yaklaşıyoruz. Atmosfer nem yoğunluğu %22 artışta. Toprak yüzeyinde mikrobiyal aktivite saptandı. Yaşam döngüsü yeniden başlıyor.”
3.3. EV KURULUMU
“İniş konumunun tam üzerindeyiz. Ev modülünüzün kurulumu için bırakmamı ister misiniz?”
"Burası uygun görünüyor, Burak. Bırakmaya başla.
...
Yakınına iniş yaptıklarında kumlar, Burak’ın altındaki sessizlikte hafifçe titreşti. Araçtan dışarı çıktıklarında gökyüzü geceye dönmüş, ayın ince bir hilali taşların üzerinden sızıyordu. Reborn-9 modülü, altın tozların arasında öylece duruyordu; küçük, gri, sıkıştırılmış bir küre… ya da henüz açılmamış bir gonca gibi.
BÖLÜM 4: EVİN İLK GECESİ (M.S. 7990)
4.1. İÇERİ GİRİŞ
Evin ön cephesinde bir geçit oluştu, klasik bir kapı yoktu. Onun yerine, yarı saydam bir zar belirdi; yüzeyi, suyun yüzey gerilimiyle titreşen bir damlayı andırıyordu. Ne tam katıydı ne de tam sıvı.
Bu, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş, elektroaktif polimer liflerinden oluşan canlı bir dokuya benzeyen yeni bir geçit türüydü.
Okan derin bir nefes aldı, zarın yüzeyine doğru yavaşça üfledi.
Zarın yüzeyi, Okan'ın nefesini hisseder etmez titreşti. Zarın üst katmanında gizlenmiş sensörler, bu nefesi algıladı. Moleküler dizilimi saniyeler içinde çözdü; “Solunum verisi alındı. Kimlik doğrulandı.”
Bu dönemde soluk almak, bir biyometrik imza taşımakla eşdeğerdi; her nefeste taşınan hücresel kalıntılar, genetik kodlar ve iyonik izler, bireyin eşsizliğini ortaya koyuyordu.
Ardından, zarın biyomimetik liflerine düşük voltajlı bir akım verildi; lifler kas hücreleri gibi gevşedi, zar bir soluk gibi açıldı. Hava, hafifçe yüzlerine vurdu; içeriden loş, yumuşak bir ışık sızdı.
İçeri adım attıklarında, arkalarındaki açıklık yeniden elektrik yüklendi. Zar bu kez sertleşti; bir canlı dokunun yarasını kapatması kadar doğal bir şekilde fakat saniyeler içinde kendini onardı. İç yüzeyine vuran ışık moleküler yapısında kırılıyor, geçici bir gökkuşağı oluşturuyordu.
“Hijyenik Servis Kapısı aktif. Toz ve mikrop temizliği başlatıldı.”
Elektro-zarın alt katmanındaki mikro püskürtücüler çalışmaya başladı. İyonize buhar ve ozon püskürtücüleri devreye girdi; üzerlerindeki mikroskobik tozlar ve kum taneleri sessizce yok oldu. Ardından sistem yeniden konuştu:
“Temizlik tamamlandı.”
İlk oda geniş bir salondu. Tavandan süzülen ışık, doğal gün ışığı gibi renk değiştiriyordu. Duvarlar saydam bir malzemeyle çevriliydi, ama dışarıyı göstermek istemediklerinde opaklaşıyordu.
Zemin boyunca minik toz toplama kanalları vardı; zemin, kendi kendini temizleyen bir organizma gibiydi. Mikroskobik sensörler, havadaki en ufak toz zerresini bile algılıyor; yüzeyin altındaki mikrokanallar, bu sinyali alır almaz harekete geçiyordu. Toz, daha yere tam oturmadan emiliyor, zemin her an yeni silinmiş gibi kalıyordu. Süpürge, bu çağda sadece bir nostaljiydi. Ama asıl devrim, paspasın da tarihe karışmasıydı. Yüzey, kendi kendini nemlendirip temizleyen iki katmanlı bir mikro-dokuya sahipti. Alt katman ters yönde mikroskobik bir emişle bu nemi ve içinde çözünmüş kiri geri topluyordu. Yüzeyin altında dönen ince bir sıvı akışı; görünmez bir paspas gibi zemini nazikçe temizliyordu. Hiçbir iz kalmıyordu. Ardından herkes uyurken kurbağa derisi gibi terliyor, sonra buharlaşıp sabah çiği kadar taze bir koku bırakıyordu.
"Temizlik sistemi aktifmiş," dedi Nalan gülerek. "Ne süpürge ne paspas. Benim gibi düzen hastaları için biçilmiş kaftan."
Okan başını salladı. “Temizlik artık bir refleks.”
4.2. OTOMUTFAK
“Otomutfak aktif. Menü tercihi?”
"İlk akşam için özel bir yemek ister misin?" diye sordu Okan.
4.3. ODALAR
Oturma alanının yanından geçen iki kapı, yatak ve çocuk odasına açılıyordu. Yatak odasında duvarlar, solunuma göre hafifçe renk değiştiriyordu; sakinlik, huzur. Yatağın yüzeyi sabit değil, uyku ritmine göre vücuda uyum sağlıyordu.
4.4. GARAJ VE UYUM
“Araç bağlantısı aktif. Enerji transferi dengede.”
4.5. AİLE GÖRÜŞMESİ
Ev, sabah güneşiyle birlikte bir gonca gibi açılmıştı. Kabukları andıran panelleri sessizce ayrılırken, enerji hücreleri üzerindeki kristal yapılar sabah rüzgarından güç çekiyor, havadaki nemi içine çekip rezervuarları dolduruyordu.
Tam o sırada duvardaki ekranın kenarında küçük bir sembol belirdi. Kavisli bir çizgi, üzerinde parlayan bir logo: Neuroverse™ – Zihin-Evren Arabirimi.
“Neuroverse™, zihinsel bağlantınızı yalnızca veri aktarımı düzeyinden çıkarıp sizi hikâyelerin içine taşıyan bir sistemdir. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat… tüm duyularınız beyninize gerçek zamanlı aktarılır. Artık yalnızca izleyici değil, hikâyenin içinde yaşayan biri olacaksınız.”
Okan başını salladı. Nalan gözlerini kapatıp ellerini iki yanına açtı; odanın ışığı hafifçe azaldı, ardından havada beliren bir parıltı iki insan siluetine dönüştü.
Annesi gözyaşlarını tutamadı. “Ben de seni, canım.”
Nalan, annesinin elini daha sıkı tuttu; dokunma hissi o kadar gerçekti ki, parmak uçlarındaki minik kırışıklıkları bile hissediyordu. “Anne, bak… Burası bizim yeni yuvamız. Sahara Reborn. Dün gece kurulumunu yaptık.”
Naima’nın gözleri doldu yine; siluetinin eli göğsüne gitti. “Peki neden o kadar uzağa gittiniz kızım? Neden Tassili n’Ajjer platosu? Bardawil’de kalabilirdiniz, göl kenarında, nilüferlerin arasında. Burası çöl, kum, rüzgâr… Su yok, ağaç yok.”
Okan başıyla onayladı. “Haklısınız Yusuf. Lotus Şehri bir rüyaydı, ama uyanmak istedik. Orada ne kadar yükselirsek yükselilim, Dünya'nın çekimi bizi hep aşağıda, buraya, köklerimize çağırıyordu. Özellikle Nalan… o gökyüzünde bile toprağı özlüyordu.”
Nalan başını salladı. “Bak, şu an buradasınız gibi. Portakal kokunuz bile geldi! Hem bir gün siz de gelirsiniz.. Çölün uyanışını görürsünüz.Uçan araçla iki saatte buradasınız. Çocuk odasını bile hazırladık, kelebekler uçuşuyor duvarlarda.”
Naima’nın silueti birden heyecanlandı; gözleri parladı. “Çocuk odası mı? Torun mu gelecek yoksa? Neyse, mutlu olun yavrularım. Ama unutmayın, her hafta arayın. Neuroverse’le gelin ziyarete, ya da biz gelelim. Daha uzağa gitmeyin.”
Konuşmanın sonuna doğru, sanal siluetler yavaşça titreşmeye başladı. Neuroverse™ sistemi, enerji senkronizasyonunun düştüğünü bildiriyordu.
Yusuf aceleyle sözlerini tamamladı. “Biz şimdi ayrılıyoruz. Ama unutmayın: Siz neredeyseniz, yuva oradadır. Ve bu ev… bu evin adı bile, her sabah uyandığınızda size ne için yaşadığınızı hatırlatacak.”
Nalan, son bir gayretle annesine doğru uzandı. “Görüşmek üzere Anne, Baba. Sizi seviyorum.”
Bağlantı yavaşça soluklaşırken, Naima’nın son sözleri odada yankılandı: “Tamam kızım… Kalbim sizle, ama mesafe korkutuyor beni. Çölde yalnız kalmayın, torun haberini bekliyorum!”
Ekran kararırken, Sahara Reborn’un duvarları yumuşak bir ışıkla parladı; sanki konuşmayı dinlemiş, aileyi onaylamış gibi. Nalan Okan’a döndü, gözlerinde hüzün ve mutluluk karışımı. Okan onu kucakladı. “Bizim hikayemiz şimdi başlıyor.”
BÖLÜM 5: KEŞİF BAŞLIYOR (M.S. 7990)
5.1. GİZLİ ÇEKMECE
Nalan, elbisesini dolaba yerleştirirken çekmecenin dip kısmında bir şeyin hafifçe oynadığını fark etti. Nefesini tutup bastırdığında, metalik bir tınıyla gizli bir bölüm sürtünerek açıldı. İçeride, ışığı içine çeken gri iki paket duruyordu. Paketlerin üzerinde altın harflerle aynı kelimeler parlıyordu:
“Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi.”
Paket açılınca bir süre ikisi de sessiz kaldı. İçeriden, dalgalı yüzeyi ışığa göre renk değiştiren bir elbise çıktı. Kumaş değilmiş gibiydi; canlı bir deri gibi nefes alıyor, üzerindeki mikroskobik damarlar soluk bir ışıltıyla kıpırdanıyordu.
Tam o sırada evin yapay zekâsı, yumuşak sesiyle konuştu:
“Tebrikler. Reborn-9 model evi satın alan yeni evli çiftler bu sürpriz hediyeye sahiptir.‘Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi’ aktif edilmiştir.Gündüz 70°C sıcaklıkta soğutma sağlar, gece eksi değerlere karşı ısı kaybını engeller.Kum fırtınalarında görüş kaybı yaşamazsınız.Zihinle komut vererek harita açabilir, uyduya veri gönderebilir,kas destekli dış iskelet sistemiyle fiziksel gücünüzü artırabilirsiniz.Keşif modu isteğe bağlıdır.”
Elbiseler, ikinci bir deri gibi vücutlarına oturdu. İnce bir titreşim, tenleriyle uyum sağlarken geçti. Kasklar kapanınca, süper kahramana benzediler. Gözlerinin önünde saydam bir arayüz belirdi; puslu ikonlar, vücut ısısı ve çevre verileriyle doluydu.
"Bu şey çok güçlü, dedi Nalan. Okan, bir adım at… nasıl hissettiriyor?"
"Anlaşıldı. Tassili n’Ajjer, yani “nehirlerin platosu.”Janet vahası doğuda. Orası, platoya açılan ana geçit.Sefar’ın güneyinde yoğun kaya sanatı kümeleri var.Kuzeydoğuda Ajjer Dağları, güneyde ise Tadrart Rouge’un kızıl kumtaşları.Libya sınırındaki Tadrart Acacus bölgesi de tarihsel olarak bağlantılı.Sefar, ‘Taş Kütüphane’ olarak da bilinir. 15.000’den fazla kaya resmi tespit edilmiştir.Bölge hem arkeolojik hem atmosferik olarak yüksek öncelikli."
"Rüzgar hızı: 32 km/s.Gün içi maksimum sıcaklık: 45°C.UV seviyesi: yüksek.Sefar’a doğru yola çıkıyoruz."
5.2. KEŞİF BAŞLIYOR
Garaj kapıları ağır ağır açıldı. Tozlu sabah ışığı içeri süzülürken, Burak’ın gövdesi yavaşça yükseldi. Motorların derin uğultusu duvarlardan yankılandı.
Burak, dikey kalkışı başlattığında motorlar daha tiz bir tona geçti; araç, süzülür gibi havalanıp gökyüzüne doğru yükseldi. Altlarında evleri küçülürken, ufukta sarı ve kırmızı tonlar birbirine karışıyordu.
Kısa bir sessizlik. Ardından Burak’ın sesi kabin içinde yankılandı. Artık rehber modundaydı, yumuşak ama derin bir tondaydı:
“Konum: Cezayir’in güneydoğusu. Giriş yaptığımız bölge: Tassili n’Ajjer.
Tassili, sadece bir plato değildir; sanki yeryüzünden kopup, kendi kurallarını koymuş, Mars yüzeyinden ödünç alınmış bir jeolojik katedraldir.
Burada hava, merhamet bilmez bir demircidir. Gündüzleri termometreler, insanın dayanabileceği son sınırlara, elli dereceyi aşan sıcaklıklara tırmanırken; gece olduğunda, bu yüksek irtifa çölünde sıcaklıklar hızla düşer, keskin bir bıçak gibi sıfıra yaklaşır.
Yağmur? O, doğanın unutulmuş bir lütfudur. Yılda zar zor birkaç damla düşer ve bu nadir su, yüzeye çıkar çıkmaz gökyüzüne geri yalvarır.
Tassili, dünyanın en kuru, en yakıcı, en değişken iklimine sahip bölgelerden biridir.
Buraya adım atan, bir gezegene değil, bir sanat eserine girer. Rüzgârın ve kumun on binlerce yıl boyunca oyduğu yumuşak kumtaşları, gökyüzüne uzanan iğne kuleler, devasa mantarlar ve hayalet kemerler şeklini almıştır. Burası ‘Taş Ormanları’dır.”
Burak’ın sesi devam etti:
“Bu kaya sığınaklarının duvarlarında, bir zamanlar nehirlerin aktığı, fillerin ve timsahların yaşadığı yeşil bir Sahra’nın anıları saklıdır. M.Ö. 6000’den beri kayalar üzerindeki on binlerce resim, iklimin ve insanlığın hikâyesini fısıldar. Tassili, insanlara değil, zamana aittir.”
5.3. TAŞ KÜTÜPHANE
“Tam olarak 11.000 yıl önce,” dedi Nalan, konsoldan verileri açarken. “Sahra’nın en nemli dönemi… İlginçtir, hâlâ yaşam belirtileri var. Tehlike altındaki Sahra mersini ve Tarout denen selvi türü hâlâ direniyor. Tıpkı bizim gibi; zamana meydan okuyan son direnişçiler.”
“Zaten hazırım,” dedi Nalan, sesinde hem merak hem heyecan vardı. “Düşünsene… on beş binden fazla oyma ve resim. 1910’larda keşfedilmişti, değil mi?”
“Evet,” diye yanıtladı Okan. “Ama asıl büyük keşifler 1930’larda ve 1960’larda Henri Lhote’un ekibiyle yapıldı. Yüzeyden bakınca sıradan bir çöl, ama kanyonların içinde binlerce yıl korunmuş bir arşiv yatıyor. Arkeologların bu resimleri silah tiplerine, hayvan göçlerine göre tarihlendirmesi gerçekten inanılmaz.”
“Maalesef yalnızca yüzde yirmisi,” dedi Nalan. “Geri kalanı rüzgâr ve erozyonla yok olmuş. Ama hemen yan taraftaki sahneye bak… bu Bovidian dönemi. Gerçekçilik inanılmaz; sığırlar, çobanlar, su kaynakları… O zamanlar Sahra, yeşil bir vahaydı.”
Tarayıcısını panonun en sağ ucuna çevirdi. Diğerlerinden solgun ama farklı bir figür dikkat çekiyordu.
“İşte,” dedi alçak bir sesle. “Bizi buraya getiren gizem.”
Okan, yakınlaştırma modunu açtı. Figür, normal insanlardan uzundu. Başında yuvarlak bir başlık; bir tür kask vardı. Tüm bedeni tuluma benzer bir giysiyle kaplıydı.
“Antik astronotlar… Bize benziyor.” diye mırıldandı Okan. Onları kitaplardan tanıyordu, ama şimdi, kendi gözleriyle görmek… bambaşkaydı.
“Aynen öyle,” dedi Nalan. “Ana akım arkeologlar bunun törensel kıyafet giyen şamanlar olduğunu söylüyor. Ama bazıları…”
“...ki ben de onlardan biriyim,” diye araya girdi Okan, gülümseyerek, “bu figürlerin gökyüzünden gelen ziyaretçileri betimlediğine inanıyor.”
“Evet,” dedi Nalan. “Eğer bu doğruysa, Tassili n’Ajjer yalnızca bir sanat galerisi değil, insan uygarlığının kökenini yeniden yazabilecek bir yer. Görevimiz de bu: bu boyalarda, dünyevi olmayan bir elementin izini bulmak.”
5.4. GİZLİ MAĞARA
Kumların üzerinde kavurucu rüzgâr dinmişti. Güneş ufukta kızıl bir mercek gibi süzülürken Okan, yeni elbisesinin kas destekli sistemini test ediyordu.
Okan: “Bak Nalan! Şuna bak! Bu elbiseyle neredeyse beş metre zıplayabiliyorum!”
Nalan: “Okan! Okan iyi misin?”
Okan’ın sesi uzaktan gelir: “İyiyim! Burası... inanılmaz! Sakın gelme; yani... aslında gel, bunu görmen gerek!”
Havadaki tozun içinde süzülürken elbisesinin mikro jetleri açıldı, inişini yumuşattı. Ayağı yere değer değmez nefesini tuttu.
Ortam neredeyse zifiri karanlıktı; toz, ışığı boğuyordu. Vizöründe kısa bir titreşim belirdi, ardından gece görüş sistemi otomatik olarak devreye girdi. Mağaranın renkleri bir anda belirginleşti: sarkıtlar mavi tonlarla parlıyor, duvarlardaki biyolüminesans izler yeşil-mor arasında titreşiyordu. Görüntü, sadece ışık değil, maddeyi de tanımlıyordu. Önlerinde uzun bir koridor vardı; Yer yer damlalar aşağı düşüyor, yankısı uzak bir kanyon gibi çoğalıyordu.
Uçan aracın yapay zekası Burak yukarıdan onların sinyallerini izlerken iletişimde kısa bir parazit oluştu.
Burak: “Yarım saatlik manuel keşif süresi tanındı. Geri sayım başlatılıyor: 29 dakika 59 saniye…”
Okan: “Baksana... burası haritalarda olmadığına göre, muhtemelen milyonlarca yıldır kimse buraya adım atmadı.”
Nalan: “Ya da kimse geri dönmedi…”
Yer altına açılan dar geçitten ilerlediklerinde hava bir anda serinlemişti. Duvarlar, yüzyıllardır el değmemiş minerallerin parıltısıyla yansıyor; nemli taşların yüzeyinde mikroskobik damlalar, aşağıya süzülüyordu.
Nalan çömeldi, suyun yüzeyini inceledi. “Daha aşağıda yeraltı gölü olabilir. Ya da daha da derine inen bir sistem…”
İlerlemeye devam ettiler. Geçit daraldıkça adımları yavaşladı; sonunda sürünerek bir kayanın altından geçmek zorunda kaldılar. Tozlu taşların arasından geçtiklerinde, bir anda önlerinde devasa bir salon açıldı; sanki yeraltı, içindeki sırları bir nefeste sunmuştu.
Okan durdu, Nalan'ın koluna dokundu. “Bak,” dedi, duvarda beliren şekilleri göstererek.
Duvar boyunca, daha önce görülmemiş bir fresk dizisi uzanıyordu: kollarını göğe kaldırmış figürler, üzerlerinde kubbe gibi yapılar; altında dalga desenleriyle çevrili, çokgen temelli biçimleri. Bazı figürlerin gövdeleri garip biçimde yükseliyor, sanki duvardan çıkıp yürüyecekmiş gibiydi.
Nalan duvara yaklaştı, vizöründeki kayıt modunu aktif etti. “Fotoğraflarını çekelim,” dedi. “Sonra detaylı inceleriz.”
Okan başını salladı, kaskındaki küçük dronu serbest bıraktı. Küçük, disk biçimli dron havalanarak mağara boyunca süzüldü.
Kızıl lazer ışınları duvarları tararken, freskler birer birer dijital haritaya ekleniyordu. Kollarını göğe kaldırmış figürler, kubbe biçimli yapılar, dalga desenleriyle çevrili şehir motifleri… hepsi, üç boyutlu olarak kayıt altına alınıyordu. Bazı figürlerin spiral gövdeleri, dronun spektral analizinde biyolojik izler gibi parlıyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini fark etmediler. Sessizlik, mağaranın derinliklerinde yankılanan bir tür huzur gibiydi.
Yanıt gelmedi.
Sessizlik.
Vizör ekranında sinyal göstergesi titredi, ardından griye döndü. İletişim kesilmişti.
Koşmaya başladılar. Geçtikleri dar geçit şimdi daha dar, daha karanlık görünüyordu. Toz yeniden havalanmıştı, görüş sınırlıydı.
Okan: “Burak! Geri sayım kaçta?”
Bir anlık sessizlikten sonra vizörde bir titreşim belirdi.
Burak: “Geri sayım: 00 dakika 42 saniye…”
Nalan nefesini tuttu. “İletişim geri geldi!”
Okan: “Burak, geri sayımı durdur!”
Burak: “Kurtarma çağrısı iptal edildi.”
Son adımlarla geçidi aştılar. Okan, yukarıya baktı; düşerken açılan dar yarık, dört metre yukarıdaydı.
Elbisenin biomekanik güç sağlayan elektroaktif yapay nanofiber kas lifleri sayesinde Okan, neredeyse yerçekimini unutarak bir hamlede yukarı sıçradı.
Aşağıdan “İyi misin?” diye seslendi Nalan, sesi yankılanarak geri döndü.
“Harikayım!” dedi Okan gülerek. “Sen de yukarıya zıpla, yakalarım seni.”
Nalan kısa bir nefes aldı, sonra kendini yukarıya itti. Okan onu havada yakaladı; elbiselerin manyetik kolları hafifçe çarpıştı. Birlikte kumun üzerine çıktıklarında, gökyüzü kızıl bir alacakaranlığa dönmüştü.
Okan bileğini kaldırdı: “Burak, konumumuza gel. İniş protokolü başlat.”
Gökyüzünde titreşen bir yankı oluştu; birkaç saniye sonra ufukta metalik bir parıltı belirdi. Uçan araç Burak, kumları dalgalandırarak önlerine yumuşakça indi.
Araçlarının kapısına yaklaşırken Elbiselerinden kalın bir uğultu yükseldi; Elbisenin dış yüzeyindeki tozlar, Nano-kas liflerinin 32 kHz’lik ultrasonik sert titreşimiyle yüzeyden ayrıldı; Akustik rezonans yöntemiyle temizlik sağlandı.
Nalan "Ev" dedi.
Burak motorlarını çalıştırdı. Araç, kumları altına alarak yükseldi. Altta, kadim mağaranın ağzı hızla küçülürken, gökyüzünde yeni bir fikir filizleniyordu.
5.5. EVE DÖNÜŞ
Dönüş rotasında Sefar’ın üzerinden geçiyorlardı. Aşağıda, gün batımının uzun gölgeleri taş sütunları birer mızrak gibi yere saplıyormuşçasına uzatıyordu.
Araç yükselirken dışarıdaki manzara yavaşça daha geniş açıyla görünür hâle geldi. Yukarıdan bakıldığında taş sütunlar, sanki harf harf dizilmiş bir metin gibi görünüyordu.
Kabinin penceresinden bakarken altlarından hızla geçen sütunlara son bir kez baktılar. Taş sütunların gölgeleri, batmakta olan güneşin önünde uzun çizgiler hâlinde birleşti. Sanki rüzgarın silemediği kadim bir cümle, toprağın üstünde yeniden yazılıyordu.
BÖLÜM 6: KAYALARIN SIRLARI (M.S. 7990)
6.1. EVDE
Uçan araç, keşif yolculuğunun ardından sessizce evin garajına iniş yaptı. Motorları sustuğunda garaj modülü kapılarını kapattı. İç duvarlarındaki hareketli iyonize hava jetleri aracın üzerine püskürmeye başladı. En inatçı toz zerreciklerini bile bu hava akımıyla hızla araçtan uzaklaştırılarak zemindeki boşluklardan emildi.
Kapılar yukarıya açıldığında Okan ve Nalan Ekstrem Ortam Keşif Elbiseleri içinde, birer bilim kurgu silüeti gibi araçtan dışarı adım attılar. Burak önden yürüdü. Evin girişindeki Hijyenik Servis Kapısı onların biyo-imzasını algıladığı anda mavi renkte parladı. Kapı, ultraviyole ve iyon sisinden oluşan sterilizasyon döngüsünü fısıltıyla tamamladı.
Kasklarını çıkardıkları anda elbiselerinin yüzeyindeki elektroaktif nanofiber kas lifleri gevşedi. Vücutlarını saran lifler, kasılma enerjisini serbest bırakarak yavaşça bollaştı. Birkaç saniye içinde elbiseler üzerlerinden kayıp sıvı gibi sessizce yere yığıldı. Üzerlerinde evin içindeki konfor için optimize edilmiş beyaz renkli giysileriyle kaldılar.
Yere düşen elbisenin üzerinden adımlarını atıp geçerken ardında bıraktıkları bölmenin yan duvarda on santim kadar bir panel açıldı. Elbiselerin altındaki döşeme, akıllı polimerden yapıldığı için dalgalanmaya başladı. Bu kinetik dalgaya kapılan elbiseler sanki görünmez bir el tarafından tutulup çekilmiş gibi panele doğru süzülüp içeri kaydı. Panelin içindeki sistem, elbiseleri kuru temizliğine aldı, ardından otomatik katlama ve asma mekanizmasıyla dolaba gönderdi.
Ev sisteminden yumuşak bir ses yankılandı: “Duş hazır.”
6.2. GELECEĞİN DUŞU
Nalan banyoya adım attığında loş ışıklar yavaşça canlandı, ortam sıcaklığı tenine göre 27 dereceye ayarlandı. Duvarların arasından süzülen mavi ve yeşil tonları, suyun huzur veren yankısıyla birlikte ortama sakin bir atmosfer yaydı. Tavanın köşelerinden hafif sis gibi çıkan buharın arasında yapay zekanın anonsu yankılandı:
“Stres seviyesi algılandı. Dengelemek için Zen Terapi Modu başlatıldı. Projeksiyon ve müzik aktif,”
Ardından, su damlalarının sesiyle uzaktan karışan dinlendirici, rahatlatıcı bir melodi duyuldu. Tavanda hareketli bulutlar, duvarda göl manzarası ve odanın içinde üç boyutlu düşen renkli yapraklar salınıyordu...
Zeminde iki ayak izine benzeyen parlak alanlar yandı. Ayaklarını tam o izlerin üzerine yerleştirdiği anda zeminin altından hafif bir titreşim geldi, tiz bir ses yankılandı:
“Vücut temizliği başlatıldı.”
Ayak parmaklarından başlayarak dizlerine ve oradan yukarı doğru yarı saydam bir zar yükselmeye başladı. Zar dizlerinden yukarı doğru ilerledikçe, saydamlığını kaybederek opak bir renge büründü. Artık vücudu tamamen gizlenmişti. Bu zar, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş, ışığın içinde parlayan canlı bir maddeye benziyordu. Evin dış kapısında da benzer teknoloji, yüzlerce kat sert liflerden yapılma elektroaktif polimer lifleriyle güvenliği sağlıyordu. Zar sanki canlıymış ve nefes alıyormuş gibi dalgalanıyor, kıvrılarak bacaklarına, beline ve sırtına yükseliyordu. Bir solucanın kas hareketlerini andıran mikrodalgalı titreşimlerle yavaşça vücudunu sardı. Omuzlarına kadar ulaştığında, yüzü hariç tüm bedeni zarın altında kaldı.
Nalan zarın dokunuşunu ve kıpırtısını hissettikçe kaslarının gevşediğini fark etti. Elektroaktif lifler vücudunu adeta bir masözün elleri gibi sıvazlıyor, zar zaman zaman solucan gibi kıvrılıp bükülüyor, minik titreşimlerle lenf noktalarına masaj yapıyor, bedeniyle bütünleşiyor gibiydi.
Zarın cilde temas eden alt katmanından ince püskürtmelerle nanojel damlacıkları yayıldı. Zar, liflerini kasıp gevşeterek temizlik jellerini cilt yüzeyine yedirdi. Temizlik devam ederken her kasılmada derin bir masaj etkisi hissediliyordu. Cilt gözenekleri açıldı, kasları gevşedi.
Nalan: “Bu zar en iyi masaj terapistinden bile beni daha iyi tanıyor…”
Kısa süre sonra jel akışı durdu. Birkaç saniye sonra temizlik jellerinin yerini su aldı. Zarın iç kısmında milyonlarca mikropüskürtücü aynı anda çalışarak vücuduna su serpintisi gönderdi. Zar, yüzeyindeki mikroskobik kanallar aracılığıyla suyu yönlendirerek vücudun her noktasını duruladı. Ne bir damla dışarı sıçradı, ne de ortalık ıslandı.
Işıklarla birlikte odada hafif bir gökkuşağı yansıması oluştu. Durulamanın ardından su emilmeye ve hava püskürmeye başladı. Bu kez zar ile vücut arasındaki alan ılık rüzgârla doldu. Vücudundaki son damlalar görünmez bir esintiyle buharlaşıyordu. Hava, spiralimsi akışlarla dönerek saçlarını ve vücudu tamamen kuruttu.
Duş tamamlandığında son olarak zar yavaşça geri çekilmeye başladı. Tıpkı bir gölge gibi aşağıya indi. Dizlerinden aşağıya inip ayak bileklerine kadar toplandı ve sonra yüzeye dokunmadan yere doğru süzülüp zemindeki ince bir yarıktan içeri kayboldu. Ayak bileklerine ulaştığında yüzeyin içinde eriyip kayboldu. Ne yerde su vardı ne de havada buhar.
Zarın kaybolmasıyla ışıklar bir ton açıldı, ortam sıcaklığı kıyafet giyme moduna geçti. Nalan derin bir nefes aldı, Bedeninin hem temizlenmesi, hem de tazelenmesiyle birlikte hafiflik hissetti.
Nalan (gülümseyerek): “Tam da ihtiyacım olan şeydi.”
Etraf kuru kalmıştı. Banyoyu yalnızca Nalan’ın sakin nefes alışları ve Zen müziğinin uzak tınıları dolduruyordu.
Ayaklarını zemindeki iki parlak alandan kaldırıp banyodan çıkmaya yöneldiği anda duvarın bir bölümünde sessizce bir panel açıldı. İçeriden beyaz ışık süzüldü. Panelin içinde, akıllı sistem tarafından katlanmış ve sterilize edilmiş yeni elbiseler düzenli şekilde raflara yerleştirilmişti.
Nalan gülümseyerek elini uzattı, en üstteki giysiyi aldı. Kumaşın dokusu yumuşak ve hafifti, sanki bedenine uyum sağlamak için bekliyordu. Elbiseyi üzerine geçirirken evin sesi yankılandı:
Nalan saçlarını geriye atıp tokasını takarken aynaya baktı. Yorgunluğu geride kalmış, yüzünde tazelenmiş bir ifade vardı. Yüzünün yanında birkaç dakika önce duşta ölçülen sağlık verilerinin grafikleri akıyordu. Kalp ritmi, solunum dengesi, kas gevşeme seviyesi, stres hormonu... Hepsi normal aralıkta görünüyordu.
Yüzünü daha yakından görmek istedi. Parmaklarını birleştirip açınca aynanın yüzeyi hafifçe içe doğru çukurlaştı. Ayna, saçlarını ve yüz hatlarını zarifçe büyüten içbükey bir form aldı. Bu sefer parmağıyla spiral hareket yaptı. Nalan’ın burnu ve gözleri büyüyüp komik biçimde genişledi.
Ayna yeniden düzleşirken banyodan dışarı adım attı. Suyun ve müziğin yankısı ardında kaldı. Havada hâlâ yumuşak bir lavanta kokusu asılıydı.
6.3. KAHVE VE SANAL KEŞİF
Nalan banyodan çıktığında, evin steril havası yerini otomutfaktan yavaş yavaş yayılan otantik Türk kahvesinin büyülü kokusuna bırakmıştı. İnce bir tül gibi mutfağı saran bu koku, geçmişten bugüne taşınan bir geleneğin sessiz daveti gibiydi.
Okan: “Tam zamanında geldin. Otomutfakta binlerce tat profili var ama cezvede pişen kahvenin yeri başka.”
Okan, yüksek teknolojili tezgâhın önünde, bakır cezveyi küçük bir ocaktan özenle aldı. Kahvenin yüzeyinde sabırla oluşmuş köpüğü, sanki bir sır gibi fincanlara paylaştırırken yüzünde dingin bir tebessüm vardı. Yanına küçük kristal bardaklarda su ve zarif bir tabakta dizilmiş Türk lokumlarını da hazırlamıştı.
Bir bakır tepsiye yerleştirdiği porselen fincanlar, Osmanlı motifleriyle süslenmişti. Tepsiyi Nalan’ın önüne sunduğunda, bu yalnızca bir ikram değil; sevginin, dostluğun ve “kırk yıl hatır” geleneğinin bir yansımasıydı. Okan, fincanları sağ eliyle nazikçe uzatırken gözlerinde hem geçmişin hem de bugünün sıcaklığı vardı.
Okan: “Afiyet olsun,” dedi, sesinde kahvenin kokusu kadar derin bir samimiyetle.
Nalan fincanı alırken tebessüm etti. Köpüğün zarif dokusu, yanında sunulan suyun berraklığı ve lokumun tatlılığıyla birleşti.
Nalan: “Ziyade olsun,” diye karşılık verdi. Bu küçük diyalog, mutfağı bir anda tarihin ve binlerce yıldır unutulmayan geleneğin sahnesine dönüştürdü; tarih, gelenek ve zarafetin buluşması yankılandı. Kahve, iki insan arasında sessiz bir köprü kurmuş; kokusu, tadı ve sunumuyla zamanı aşan bir hatır bırakmıştı.
Nalan: “Bu koku ve tat... Tek başına bir terapi. Ben bütün yorgunluğumu attım.”
Nalan ve Okan bulaşık fincanlarını otomutfakta bırakıp, salona geçti. Arkalarından mutfağın robot kolu fincanlara uzanıp masadan alıp makineye yerleştirdi.
Nalan: “Tassili n’Ajjer platosunun güney doğusundaki Sefar’ın mağara resimleriyle ünlü kaya sütunlarını yakından görmek istiyorum.”
Bir anda salonun duvarları çözülüp buhar gibi dağıldı. Zemin ayaklarının altından kayboldu. Işınlanmış gibi kendilerini Dünya'nın yörüngesinde buldular. Yörüngeden bir yıldız gibi kayarak Cezayir’in güneyine alçaldılar. Altlarında kıvrılan bulutlar, kıtaların çizgileri, Atlas Dağları’nın gölgeleri… Hepsi birer hologram gibi geçip gitti. Sonunda kendilerini kızıl taşların arasındaki Sefar platosunun üzerinde, 1000 metre yükseklikte uçuyor halde buldular. Simülasyon o kadar gerçekçiydi ki Rüzgâr yüzlerinde, serinliğini derilerinde hissettiler. Nalan'ın saçları dalgalanıyordu. Okan’ın gözleri aşağıdaki manzaraya kilitlendi. Kızıl kayalıklar, aralarına gizlenmiş mağara girişleri, rüzgârla şekillenmiş sütunlar vardı.
6.4. SÜRPRİZ EĞLENCE
Okan: “Ne için?”
Cevabı beklemeden kendini ileri bıraktı.
Bir anda ikisi de boşluğa düştü. Yer çekimi midelerini yukarı çekti, kulaklarının yanında hava ıslık gibi bağırdı. Earth 8000 onların düşüş hızını sadece göstermiyor, beyinlerindeki vestibüler sistemi birebir uyarıyordu. Sanki gerçekten atlamışlardı.
Bir titreşimle omuz kanatları açıldı ve düşüşleri bir anda kayışlı, süzülüşlü bir akışa dönüştü. Altlarında Sefar’ın taş sütunları hızla yaklaşıyor sonra tekrar geriye kayıyordu. Dalgalara benzeyen kum tepelerinin üstünde uçan martılar gibi kıvrılıyor, kaya kulelerinin arasından milim farkla geçiyorlardı.
İkisi birden kollarını geriye bastırdı ve aniden dikey bir yükselişe geçtiler. Gökyüzü genişledi. Taş sütunlar birer birer küçülerek altlarında kaldı. Atmosferin serinliği saçlarının arasından geçiyor, kalpleri hızlanıyordu.
Bir anlığına kulaklarındaki rüzgâr sesi bile kayboldu. Dünya sessizleşti. Sanki zaman durdu. İkisi de aynı anda yukarıdan aşağıya bakınca mideleri yerinden hopladı.
Aniden ivme yön değiştirdi ve yukarı savruldu. Kalbinin göğsüne çarpışı bile gerçek gibiydi.
En sonunda sistem ikisini yavaşça durdurdu, yeniden 1000 metre yüksekliğe çıkardı. Rüzgâr yumuşadı. Güneş kayaların üstünde altın çizgiler bırakıyordu.
Neuroverse Sistem Uyarısı: “Kalp ritminiz ve tansiyon değerleriniz güvenli sınırların üzerine çıktı. Simülasyonun devamı sağlık riskleri doğurabilir. Deneyim şu anda durduruldu. Lütfen birkaç dakika dinlenin ve nefesinizi dengeleyin. Hazır olduğunuzda güvenli modda devam edebilirsiniz.”
Ve ikisi, kızıl kumların üzerinde yeniden süzülerek simetrik dizilişli kaya sütunlarına yaklaşmaya başladı.
6.5. KAYA SÜTUNLARI
Nalan gözlerini kısarak sütunların devasa gövdelerine baktı. Nalan: “Earth 8000, şu sütunların yüksekliği tam olarak ne kadar?”
Yapay Zekâ’nın sesi yankılı bir tonda cevap verdi: Yapay Zekâ: “Aşınma durumuna göre birkaç metreden onlarca metreye kadar değişiyor. Ortalama 27 metre.”
Okan başını geriye yasladı, gökyüzüne doğru yükselen taşları hayranlıkla izledi. Okan: “Yüzeylerindeki aşınma kaç yıllık bir rüzgâr etkisine işaret ediyor?”
Yapay Zekâ: “Binlerce yıl süren rüzgâr ve kum fırtınalarıyla şekillenmişler. Kesin süre verilemez ama Holosen dönemi başı yani yaklaşık M.Ö. 9700 bin yılından beri bu erozyon devam ediyor. ”
Nalan’ın gözleri parladı. Nalan: “Mineral bileşimi bölgeye ait mi?”
Yapay Zekâ: “Evet, yüzde doksan beşi kumtaşı ve kuvars ağırlıklı, tamamen yerel kayaçlardan oluşuyor..”
Okan hızla yükselip sonra dik bir açıyla aşağıya süzüldü, sütunların arasından geçerken nefesi kesildi. Okan: “Şu sütunlar... sanki doğa değil, bir şeyin bıraktığı izler.”
Nalan: “Ya gerçekten öyleyse? Belki bu taşlar bir yazıtın harfleri.”
Sütunların arasından geçerken ışık çizgileri belirmeye başladı; her biri titreşiyor, uçuşun hızına eşlik eden bir melodi gibi parlıyordu.
Okan kaşlarını çattı, sesi biraz daha meraklı çıktı: Okan: “Doğal oluşum mu, insan eli mi?”
Yapay Zekâ: “Şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalar bu sütunları doğal jeolojik oluşumlar olarak kaydetti. İnsan müdahalesi kayaların kendisinde değil, yalnızca üzerlerindeki kaya resimlerinde tespit edildi. Ancak ışık çizgilerinin titreşimi, henüz açıklanamayan bir fenomen olarak kayıtlara geçti.”
Nalan heyecanla öne eğildi. Nalan: “Dizilim bir yıldız haritasına uyuyor mu?”
Yapay Zekâ: “Tüm yapı dizileri kuzeye göre yaklaşık 15–20° arası, ortalama 18.4° sağ yönde konumlanmış. Bu doğrultu, MÖ 20.000’de Sirius’un yılın ilk sabahında doğduğu hat ile örtüşüyor. Ayrıca Güneş’in yıl içindeki konumlarıyla uyumlu bir örüntü de tespit edildi.”
Nalan gözlerini gökyüzüne dikti, sesi merakla titreşti:
Nalan: “Neden Sirius olabilir? Antik çağda Sirius’un ne anlamı vardı?”
Yapay Zekâ: “Sirius, gökyüzünün en parlak yıldızıydı. Antik Mısır’da Nil’in taşkınlarını haber veren kutsal işaret olarak kabul edildi ve tanrıça İsis ile ilişkilendirildi. Yunanlılar için yazın en sıcak günlerini başlatan ‘ölüm yıldızı’ydı. Dogon kabilesi ise Sirius’un görünmeyen bir yoldaş yıldızı olduğunu anlatan mitlere sahipti. Bu yüzden Sirius, hem tarım takvimlerinin hem de mitolojik inançların merkezinde yer aldı. Ama Sirius yıldızının Tassili halkı için ne ifade ettiğini asla kesin olarak bilemiyoruz.”
Okan: “Evet, biz sadece tahmin ediyoruz. Onların yazıları olmadığı için sessiz resimleri bize ulaşan tek miras.”
Nalan’ın, gözleri sütunların altına kaydı nefesi hızlandı. Okan: “Altlarında boşluk ya da tünel var mı?”
Yapay Zekâ: “İki sütunun altında dar oyuklar bulundu. Rezonans testi sonucu sütunlardan biri 62 hertz frekansta net yankı verdiği için tespit edilmiş.”
Nalan’ın yüzünde bir tebessüm belirdi. Nalan: “Bizim bulduğumuz gizli mağara ile bağlantılı olabilir.”
Okan ellerini kaya resimlerin kazındığı taş yüzeye dokundurdu. Okan: “Bu kaya resimlerini nasıl yapmışlar?”
Yapay Zekâ: “Çoğu resim kaya yüzeyine doğrudan sürülen boyalarla yapılmıştır. Bunun için doğal mineral pigmentler (demir oksit, manganez, kil), bitki özleri ve hayvansal bağlayıcılar kullanılmıştır. Bazıları ise kazıma (petroglif) tekniğiyle oluşturulmuştur. Bunun için taş kazıyıcılar ve çakmaktaşı ya da obsidyen gibi keskin taşlar kullanılmış olabilir.”
Nalan: “Herhalde taşlara resim yapmak o çağın modasıydı. Avlayıp yedikleri hayvanları taşlara çizmişler.”
Okan: “Evet. Tıpkı 21. yüzyılda da bağımlılık yapan bir sosyal medya modası vardı. Herkes yediğini içtiğini bile paylaşırmış.”
Nalan’ın sesi alçaldı, neredeyse bir fısıltı gibi: Nalan: “Earth 8000, Görünmeyen boyama, kazıma ve kabartma bulundu mu?”
Yapay Zekâ: “Kızılötesi taramada kayada üç sembol belirlenmiş. Biri av sahnesini, biri göksel bir işareti, diğeri ise bilinmeyen bir figürü gösteriyor. Bölgede daha fazla 3D lazer, X-ışını floresans, kızılötesi ve ultraviyole tarama önerilir. Bu yöntemler keşfedilmemiş kabartma ve kazıma izlerini hassasiyetle ortaya çıkarabilir.
Okan: “Belki de bu bir halkın çöküşünü anlatıyor.” Nalan: “Ya da dönüşümünü. Belki onlar da bir zamanlar bizim gibiydi, sonra... değiştiler.”
Earth 8000 rehber sesi devreye girdi: “Tarihsel verilerde nörolojik farklılıkların artışı, uygarlık çöküşleriyle korelasyon göstermektedir.”
Nalan: “Biliyor musun Okan, eski metinlerde insanların yüzlerce yıl yaşadığı yazıyor. Âdem’in 930 yıl, Nuh’un 950 yıl yaşadığı rivayet edilir. Sümer krallarının binlerce yıl hüküm sürdüğü bile söyleniyor. Uzun ömür... derin bilgi... ama sonunda sessizlik. Belki biz onların yankısıyız.”
Okan hızla yükselip sütunların üzerinden geçti, ardından aşağıya dalış yaptı. Okan: ”
Okan: “Evet, ama bunlar sembolik olabilir. Yine de aklıma takılan şu: Yaşlanmak gerçekten doğal bir süreç mi, yoksa bir hastalık mı? Belki de gezegenin bütün çok hücreli canlıları aynı hastalığa yakalandı. Ve belki de onlar, bir sonraki kısa ömürlü tür için mesaj bıraktı.”
Nalan gülümsedi, kaskının vizörünü kapattı. “Belki de bu yüzden insanlık ölümsüzlük arzusunu hiç bırakmadı. Rivayetler, bizim en derin isteğimizin yankısı.”
Okan başını salladı. “Ve belki de bilim, bir gün bu yankıyı gerçeğe dönüştürecek.”
Nalan: “Düşünsene Okan… Âdem’in cennetten geldiği rivayetini farklı okuyabiliriz. Belki o, başka bir gezegenden dünyayı kolonileştirmek için gönderilmişti.”
Okan: “Evet… Ve o yüzden yaşlanma hastalığına yakalanmadı. Çünkü bu hastalık Dünya’ya özgüydü. Atmosfer, radyasyon, mikroplar… Hepsi birleşip tüm canlılara bulaştı. Belki de dünyayı kolonileştirmek için başka yerden yeni geldikleri için yaşlanma hastalığına yakalanmak için yeterli zamanları olmadı.”
Nalan: “Yani Âdem ve ilk kolonistler, ölümsüzlüğün hatırasını taşıyordu. Onlar için yaşlanmak diye bir şey yoktu. Ama Dünya’ya geldikten sonra, zamanla bu hastalık yüzlerce yıl sonra onlara da bulaştı ve bütün canlılarla birlikte aynı kaderi paylaşmaya başladılar.”
Okan: “Bu da rivayetlerdeki uzun ömürleri açıklıyor olabilir. İlk nesiller, hastalığa yakalanmaktan korundukları ölçüde yüzlerce yıl yaşadılar. Sonraki nesiller ise giderek daha kısa ömürlü oldu.”
Nalan derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. “Belki de bizim en büyük yanılgımız, yaşlanmayı doğal sanmamız. Oysa bu, gezegenin bulaştırdığı bir genetik enfeksiyon olabilir.”
Earth 8000 tartışmaya katıldı: “Evrimsel biyolojiye göre, bir organizma üreme potansiyelini tamamladıktan sonra hayatta kalmaya devam etmesi, türün başarısı için kritik öneme sahip değildir. Bu nedenle, yaşlılıkta hayatta kalmaya yatırım yapan genetik mekanizmalar, gençlikte üremeye yatırım yapanlar kadar güçlü seçilim baskısı altında değildir.”
Okan: “Atalarımız 'Ne yersen o'sundur' derlerdi. Kısa ömürlü canlıları tüketmenin bizi kısa ömürlü yaptığını düşünebilir miyiz?”
Yapay Zeka (Sakin, derin ve yankılı bir sesle): “Yediğimiz besinler, sadece enerji veya yapı taşı sağlamaz; aynı zamanda vücudumuzdaki genlerin nasıl ifade edildiğini kontrol eden sinyaller taşır. Metiyonin, temel olarak kısa ömürlü olabilen hayvanlar dahil olmak üzere hayvansal proteinlerde ve tahıllarda daha bol bulunur. Bu bağlamda, 'kısa ömürlü canlıyı yemek' demek, yüksek metiyonin içeren bir diyetle, hücrelerimize hızlı büyüme ve üreme sinyali vermek anlamına gelebilir.”
Okan yavaşça yerinden kalkar, taşa doğru yürür. Fikirler beyninde hızla birleşmektedir.
OKAN (Heyecanlı, neredeyse çılgın bir fısıltıyla): “Adem ile Havva... yasak elma yedikleri rivayet edilir...” (taştaki resme dokunur) “Belki de elmanın içinde, cennetin yiyeceklerinde hiç olmayan Metiyonin maddesi vardı. Elmayı yediklerinde... Metiyonin vücutlarına bir kez girdi ve geri dönüşü olmadı. Hızlı büyüme ve üreme sinyali gelince... yaşlanma genleri aktif oldu!”
Okan, kaya sanatına arkası dönük, yorgun durur.
OKAN (Son sözleri yavaş ve ağır): “Ve yavaş ölüm süreci başladı.” (Duraklar. Fikrin ağırlığı çöker.) “Vücutlarından yayılan Metiyonin maddesi Cennete dağılmasın diye... çıkarıldılar.”
Yapay Zeka “Bazı canlıların uzun ömürlü olmasının bir sebebi metiyonin metabolizmalarının farklı olmasıdır.”
Nalan yakındaki bir sütuna yaklaşmak için uçuş yönünü değiştirdi. Yüzeyi parmak uçlarına dokunmadan bile titreşiyordu. Işık dalgaları içinde bir figür belirdi: elinde küre tutan bir insan. Diğerleri onu yere çekiyordu.
Okan: “Sembolik bir sahne olmalı.” Nalan: “Belki bir düşüncenin infazı.”
Earth 8000 sesi, geçmişten yankılanır gibi konuştu: “M.Ö. 399: Sokrates. M.S. 1600: Bruno. M.S. 415: Hypatia. Kayıtlar, bilginin bedelini ödeyenleri listeliyor.”
Sessizlik çöktü. Nalan sütunların arasından süzülürken fısıldadı: Nalan: “Her çağın karanlığı, kendi ışığını yakarak başlıyor.”
Okan yükselip sütunların üzerinden geçti, gözleri aşağıya kilitlenmişti. Okan: “Ve sonra aynı taşlardan anıt dikiyor.”
Nalan yavaşça ekledi, uçuşun ritmiyle sesi titreşiyordu: Nalan: “Belki de bu taşlardaki resimler, bir özür. Geleceğe bırakılmış bir vicdan kaydı.”
Okan yükselerek taşların hepsini aynı anda görmek istedi.
Okan: “Earth 8000, bu bölgede toplam kaç taş var? Birbirine harf gibi benzeyebilecek taşları tarayıp olasılığını hesapla.”
Earth 8000 konuştu: “Veri analizi tamamlandı. 18.756 taş sütunun simetri oranı %62. Doğal süreçlerle açıklanma olasılığı düşük. Bilinçli iz olasılığı kayda değer.”
Rüzgârın sesi yankılandı. Nalan süzülerek bir sütuna yaklaştı, elini yüzeyine doğru uzattı.
Nalan: “Bu sadece geçmiş değil. Unutulmuş bir cümlenin, hâlâ söylenmek isteyen son kelimesi.”
Nalan başını salladı, uçuş yönünü değiştirerek sütunların arasına daldı.
Nalan: “Mağarada keşfettiğimiz resimler ile yüzeydeki resimleri karşılaştırmayı başlat. Ama bu kez derin tarama modunda.”
Earth 8000 sesi araya girdi: “Mağarada kaydedilen keşif verileri eklenerek mevcut harita verileri güncellendi. Anomali tespit edildi. Mağara resimleri, Sefar bölgesinde bilinen diğer antik pigmentli kaya sanatı resimleriyle istatistiksel benzerlik göstermemektedir. Ayrıntılı analiz başlatıldı?”
Okan hızla alçaldı, sesi kararlıydı:
Okan: “Haydi öyleyse bugün keşfettiğimiz gizli mağaraya geri dönelim. Belki dronun yakaladığı üç boyutlu karelerde gözden kaçan sırlar gizlenmiştir.”
BÖLÜM 7: YILDIZLARIN ALTINDA (M.S. 7990)
7.1. AKŞAM YEMEĞİ
Okan “Bugün keşfettiğimiz gizli mağaraya geri dönelim. Dronun yakaladığı üç boyutlu karelerinde gözümüzden kaçan bir şey olabilir” dediği anda Nalan’ın midesi öyle bir guruldadı ki kendi de şaşırdı.
Nalan, ellerini karnına bastırarak: “Bir dakika. Dünya’nın en büyük sırrı şu anlık bekleyebilir. Kan şekerim yere çakıldı. Bedenim glikoz için çığlık atıyor. Gitmeden bir şeyler yememiz lazım.”
Nalan bağlantısını kapattığı anda Okan’ın gözünün önünde garip bir titreşim oldu. Nalan’ın avatarı soluk bir iz gibi kayboldu.
Okan “Simülasyon seni nereye çekti öyle... Bir saniyeliğine yok oldun sandım.” diyerek hafifçe gülümsedi.
Uzaktan Nalan’ın sesi geldi, hafif bir yankıyla: “Oto-Mutfak açıl.”
Otomutfak paneli kendine özgü fısıltısıyla açıldı.
Ev sisteminden yumuşak bir ses yankılandı: “Duş hazır.”
Banyodan su damlalarının ritmik sesi yükseldi; damlalarla karışan dinlendirici bir melodi odanın duvarlarında yankılandı. Suyun ve müziğin birleşimi, mekânı bir anlığına başka bir boyuta taşıdı.
Nalan, Oto-Mutfak arayüzünde parmaklarını hızla gezdirdi. Birkaç saniye içinde “hızlı beslenme” menüsü seçildi. Onayla birlikte odanın içine 3D yemek yazıcısında üretilmiş bifteğin sıcak, baharatlı kokusu yayıldı.
Okan geri döndüğünde açılan kapıdan havaya lavanta kokusu yayıldı.
“Masaj harikaydı,” dedi derin bir nefesle.
Bir süre sessizlik hâkim oldu. Çatal bıçak sesleri, nefeslerin ritmiyle birleşti. Yorgunlukları yavaşça çözülüyor, yerini dingin bir rahatlama alıyordu.
İkisi de aynı anda başıyla onayladı. Odanın havası yavaşça değişti; baharat kokusu yerini yıldızların sessiz çağrısına bıraktı. Bu kez mağaranın gizemi değil, göğün dingin ışıkları onları bekliyordu.
7.2. YILDIZLARIN ALTINDA
Gece, çölün nefesini içine çekip sustuğu bir andı. Rüzgârın kumla yaptığı eski kavga bitmiş, sessizlik kadife gibi yayılmıştı. Gün boyunca sıcaklığı saklayan toprak yavaşça soğuyor, gökyüzü olağanüstü bir berraklıkla yeryüzüne eğiliyordu. Samanyolu, karanlığı yaran ışıklı bir ırmak gibi uzanıyor; her yıldız, kendi hikâyesini fısıldıyordu.
Evin dış duvarları gece moduna geçmişti; saydamlaşarak gökyüzünü içeri davet ediyor, odanın sınırlarını yıldızlarla örüyordu.
Nalan, 3D yemek yazıcısının ürettiği sucukları tabağa alıp kapıda belirdi. Okan ise elektrogitar çantasını omzuna asmış, koridordan ağır adımlarla yaklaşırken gözlerinde bir parıltı vardı.
“Dışarıda çalalım mı?” diye sordu Okan.
“Evet,” dedi Nalan, dudaklarında hafif bir gülümseme. “Yıldızların altında olsun.”
Kapı kapanırken ikisi de çorak arazinin kadife soğuğunu yüzlerinde hissetti. Uzaklaşırken adımları kumun üzerinde yankısız bir ritim tutturdu. Evin enerji hücreleri arkalarında soluk bir maviyle nabız atar gibi yanıyor, çevreye yumuşak bir aydınlık yayıyordu. Gökyüzüyle yer arasında, ateşin henüz doğmadığı ama yıldızların çoktan şarkıya başladığı bir anın içine yürüdüler.
Az ileride tek parça taş bir çıkıntının üstüne oturdular. Okan elektrogitarını kucağına yerleştirdi; parmakları tellerin üzerinde gezindi. İlk tınılar geceye karıştı, ses kumun üzerinden kayıp gökyüzüne yükseldi. Nalan başını yukarı kaldırdı; saçları hafif bir esintiyle kıpırdıyor, yüzüne yumuşak bir gölge düşüyordu.
Elektrogitarın tınıları uzak kayalara çarpıp yankılandı, geri sürüklenerek melodiyi büyüttü. Tam o anda gökyüzünün bir köşesinden ince bir ateş çizgisi aktı; bir meteor kumlara düşecekmiş gibi bir an parladı, sonra kayboldu.
Bir süre konuşmadılar. Müzik aralarındaki boşluğu dolduruyor, sessizlik bile melodinin bir parçası gibi davranıyordu. Nalan yeniden söyledi, bu kez gözlerini kapatarak, sesi daha derin bir titreşimle:
“Yanmam gönlüm yansa da, ecel beni alsa da, Gözlerim kapansa da yıldızların altında…”
Okan elektrogitarıyla eşlik etti; tellerin son akoru kaybolurken gökyüzü onlara kendi sessizliğini armağan etti. Ne rüzgâr vardı ne bir hayvan sesi. Sanki tüm çöl, iki insanın nefes alışlarını dinlemek için susmuştu.
Yan yana kumun üzerine uzandılar. Samanyolu, hiç olmadığı kadar yakın görünüyordu. Işık, karanlık, kumun kokusu ve kalp atışlarının ritmi… Hepsi o gece aynı aralığa denk gelmişti.
O an, evrenin sonsuz boşluğunda iki küçük insanın varlığı duyuldu. Ve bu duyulma, kelimelerin erişemeyeceği kadar gerçekti.
7.3. KAMP ATEŞİ
Gece boyunca çölde sıcaklık hızla düşmüştü. Gündüz kızgın bir tava gibi yanan kum, şimdi buz gibi nefes veriyordu. Nalan üşüyen ayaklarını kumda birbirine sürttü, nefesi buhar gibi havaya karıştı: “Biraz serin oldu,” dedi hafifçe titreyerek.
Okan başını kaldırdı, çevreye baktı, sonra gülümsedi: “Binlerce yıllık geleneği canlandıralım mı?”
Biraz uzaklaştı. Çölün sessizliğinde kurumuş çalıların çıtırtısı duyuldu. Odunsu kökler, kabuk parçaları, saman gibi lifler avuçlarına doldu. Üşüyerek geri döndü, topladıklarını yere bıraktı. Cebine elini attığında yüzünde bir gölge belirdi: “Hay aksi… çakmağı evde unutmuşum.”
Nalan kaşlarını kaldırdı, gözlerinde alaycı bir parıltı: “Peki ateşi nasıl yakmayı düşünüyorsun?”
Okan kuru bir sopayı alıp gururla gösterdi: “Binlerce yıl önce insanlar sürtünmeyle ateş yakıyordu. Ben de öyle yapacağım.”
Sopayı avuçlarına aldı, büyük bir kararlılıkla döndürmeye başladı. Dakikalar geçti; çıkan tek şey hafif bir hışırtıydı. Nalan kıkırdadı, sesi kumun sessizliğinde yankılandı: “Devam et istersen. Belki iki üç saat sonra tütmeye başlar.”
Tam o sırada evin yapay zekâsı araya girdi. Kulak implantlarından nazik bir ses duyuldu: “İsterseniz kamp ateşinizi ben yakabilirim.”
Okan başını kaldırdı, şaşkınlıkla: “Sen mi atacaksın kıvılcımı? Sen yapay zekâsın.”
Yapay zekânın sesi sakin ve kendinden emindi: “Starfire sistemiyle ateş yakabilirim. Koordinatınız doğrulandı. İzin verir misiniz?”
Okan ve Nalan birbirine baktı. Nalan omuzlarını kaldırdı, dudaklarında hafif bir gülümseme: “Denesin bari.”
Yapay Zeka (Starfire): “Lütfen ateş alanından on adım geri çekilin. Güvenlik protokolü gereği, kıvılcım atışı sırasında çevrede kimse bulunmamalıdır. Sensörler mesafenizi doğrulayana kadar ateş başlatılmayacak.”
Okan ve Nalan kuru bitki yığınından uzaklaşırken yapay zekanın sesi duyuldu: “Mesafe güvenli. Ateş başlatılıyor.”
Gökyüzünde sessiz bir an yaşandı. Ardından birkaç saniye süren ince bir titreşim kumun üzerinde dalgalandı. Bir anda odunlar sarı bir parlamayla ısındı, çıtırdayarak tutuştu. Alevler yükselirken gölgeleri dans etmeye başladı.
Okan şaşkınlıkla geri çekildi: “Vay canına… Benim sürtünme yöntemine pek benzemedi bu.”
Nalan ellerini ateşe doğru uzattı, yüzünde huzurlu bir ifade: “Fark etmez. Sonuçta ateşimiz var.”
Yapay zekâ nazikçe konuştu, sesi ateşin çıtırtısına karıştı: “Güzel bir kamp gecesi dilerim.”
...
Ateş alevlenip çıtırdamaya başlayınca Okan hâlâ şaşkındı. “Nalan, bu Starfire denen şey tam olarak ne yapıyor?”
Nalan ateşe eğildi; yüzüne turuncu ışık vurdu, gözleri parladı. “Ben de merak ettim aslında… Nasıl yakıyor bunu?”
Yapay zekânın sesi, ateşin çıtırtısına karışarak yanıt verdi: “Starfire, yörüngede konuşlanmış solid-state tabanlı yönlendirilebilir mikrodalga anten dizisidir. 2.45 GHz frekansında, sadece birkaç saniye için 2 kW'lık düşük güçlü ısı yoğunluğu gönderir. Odunların içindeki nem buharlaşır, yüzey sıcaklığı yükselir ve tutuşma eşiğine ulaşır.”
Okan gözlerini kıstı, ateşin kıvılcımlarını izleyerek: “Yani uzaydan bize… mikrodalga fırın mı tutuyorsun?”
Yapay zekâ sakin bir tonla: “Basitleştirilmiş bir tanım olarak kabul edilebilir.”
Nalan güldü, sesi alevlerin dansına eşlik etti: “Peki neden odunlar yanıyor ama biz yanmıyoruz?”
“Isı odunlara odaklanır. Çevreye yayılmadığı için insanlar etkilenmez. Güvenlik açısından altı ayrı kızılötesi sensör sürekli ölçüm yapar.”
Okan ellerini ateşe doğru uzattı; sıcaklık avuçlarını doldurdu. Alevlerin kumda dans edişini izledi, sonra başını kaldırıp gökyüzündeki noktayı işaret etti: “Bu sistemi ben çölde kamp kurayım, rahat mangal yakayım, sucuk pişireyim diye yapmış olamazlar herhalde. Asıl amacı ne bunun?”
Yapay zekânın tonu açıklayıcı bir hale geldi, sesi neredeyse bir anlatıcı gibi: “Starfire sisteminin en yüce görevi, orman yangınlarını durdurmaktır. Yangın çıktığında yörüngedeki kızılötesi ve optik algılayıcılar olayı anında saptar; rüzgâr, arazi, yakıt ve nem verilerini işleyerek yangın dinamiklerini modelleyen yazılımlar sayesinde yayılımı saniyeler içinde öngörür. Ardından, katı hâl mikrodalga antenleriyle 2.45 gigahertzde 50 kilovat’a kadar odaklanmış ısı göndererek en stratejik noktada karşı ateş hattı başlatır; Böylece, 20–30 hertz aralığında ultrasonik ses dalgalarıyla, yangın söndüren dron sürüsü güvenle ilerler.”
Okan şaşkın bir ifadeyle alevlere baktı; gözlerinde hem hayranlık hem mizah vardı: “Demek bu devasa teknoloji, sonunda dünyanın en pahalı çakmağına dönüştü ha?”
Yapay zekâ hafif bir mizahla karşılık verdi: “Starfire sisteminin yan görevleri arasında fırtınada kaybolan kaşifleri ısıtmak da var. Ama senin için ateş yakmak protokole aykırı sayılmaz. İnsan güvenliği her zaman öncelikli.”
Alevler çıtırdadı, kıvılcımlar göğe sıçradı. Okan gülümseyerek sucukları çevirdi; yağ damlaları ateşin üzerine düşüp küçük patlamalar çıkardı. Gökyüzünde lazerin izi silinirken, kamp ateşi hem kozmik hem gündelik bir anlam kazandı. Çölün sessizliği, yıldızların şarkısı ve ateşin sıcaklığı aynı ritimde birleşti.
...
Alevler iyice yükselince Okan hayran hayran ateşe baktı: “Düşünsene Nalan,” dedi gülerek, “Bu olayı binlerce yıl önce bir köy meydanında yapsaydık… Beni anında mucize adam ilan ederlerdi. Sonra da ellerinde meşalelerle ‘Kral Okan’ diye dolaştırırlardı.”
Nalan kahkahayı bastı, sesi ateşin çıtırtısına karıştı: “Kesin seni tahta oturturlardı. Hatta vergileri bile kaldırman için yalvarırlardı.”
Yapay zekâ nazik bir tonla araya girdi: “Bu durumda Starfire sisteminin kullanım protokolü ciddi biçimde kötüye açılmış olurdu.”
Okan başını salladı, gözlerinde şakacı bir parıltı: “Evet evet biliyorum… Ama düşünmesi bile hoş.”
Nalan dudaklarını kıvırarak ekledi: “Eğer kral olursan ben de yıldızların şarkıcısı olurum. Sarayda akustik çok iyiymiş derler.”
Ateşin ışığı ikisinin yüzünde dans ediyor, gölgeler kumun üzerinde dalgalanıyordu. Yörüngeden gelen teknoloji, çölde eski çağların hayaletiyle buluşmuştu.
Okan, demir şişe takılmış sucukları ateşe doğru uzattı. Yağ damlaları alevlere düşüp küçük patlamalar çıkardı; çıtırtılar gökyüzüne yükselen bir ritim gibi yankılandı. Koku, lavanta ve baharatın karışımıyla havayı doldurdu.
Nalan ellerini ateşe yaklaştırdı, yüzünde huzurlu bir gülümseme belirdi: “İşte gerçek krallık bu… sıcak ateş, yıldızlı gökyüzü ve sucuk.”
Okan sucukları çevirdi, altın rengi kabukları parıldadı. Bir süre sessizlik oldu; sadece ateşin şarkısı ve sucukların kokusu vardı. Sonra ikisi de aynı anda ilk lokmayı aldı.
Alevlerin ışığı, yıldızların parıltısı ve sucukların tadı… Hepsi aynı anda birleşti. Kamp ateşi artık sadece bir ateş değil, göğün ve yerin ortak ziyafeti olmuştu.
7.4. YÖRÜNGE AYNASI
Alevler tütüyor, çıtırtılar loş kumlara karışıyordu. Fakat gecenin soğuğu inatçıydı; rüzgâr, parmak eklemlerine buz gibi bir dil sürüyordu. Okan ateşe doğru uzandı, son sucuk dilimiyle birlikte sıcaklığı avuçlarına çekmeye çalıştı. Nalan omuzlarını hafifçe titretti, nefesi buhar gibi havaya karıştı.
Evin yapay zekâsı sensörlerden onların durumunu izliyordu. Yumuşak bir ses duyuldu, neredeyse bir uyarı fısıltısı gibi: “Vücut sıcaklıklarınız düşüyor. Hipotermi riskini göz ardı etmeyin. İçeri geçmenizi öneriyorum.”
Okan eliyle “bir şey yok” işareti yaptı, ateşe biraz daha yaklaştı: “Teşekkürler dostum ama sorun yok. Biraz daha burada kalmak istiyoruz.”
Nalan başını salladı, gözlerinde kararlı bir parıltı: “Bugün böyle daha güzel. Bırak içimiz üşüsün, gecemiz ısınsın.”
Yapay zekâ kısa bir süre sustu, ardından nazik bir tonda yeniden konuştu: “Peki. O halde alternatif bir konfor sağlayabilirim. Starlight sistemini etkinleştirip hafif bir ışık ve termal destek isterseniz söylemeniz yeterli.”
Okan merakla başını kaldırdı, gözlerini gökyüzüne dikti: “Starlight mı? O da nedir?”
Yapay zekâ açıklayıcı bir dinginlikle yanıtladı: “Yörüngedeki dev yansıtıcı ayna dizilerinden seçili bölgeye yumuşak, kontrollü bir ışık yansıtabilirim. Işık yoğunluğu düşük termal ısınma sağlar. Kamp ateşini bozmadan sıcaklık konforu yaratır.”
Nalan hafifçe gülümsedi, sesi rüzgârla birleşti: “Yani modern zamanların ay ışığını sipariş etmek gibi bir şey.”
Okan gözlerini yıldızlara dikip mırıldandı: “Gecenin üstüne biraz büyü koyalım o halde. Aç Starlight’ı.”
Uzaklardan, gümüş renkli bir parıltı kumların üzerine döküldü. Sanki gökyüzü nefes alıp ışığını onlara doğru üflüyordu. Ateşin turuncu dansı, yıldızların beyaz parıltısı ve yörüngeden süzülen gümüş ışık birleşti.
Gece, hem nostaljik hem teknolojik bir masala dönüştü. Çöl, onların nefesini dinleyen bir sahneye; gökyüzü, ışığını paylaşan bir dostluğa dönüşmüştü.
7.5. GEL EY SEHER
Gecenin son kıvılcımları ateşin üzerinde dans ediyordu. Gökyüzü hâlâ laciverdin en derin tonundaydı; doğuda beliren ince çizgi sabahın habercisiydi. Çölün sessizliğinde ateşin son çıtırtıları duyuluyordu. Tam o anda evin yapay zekâsı kulak implantlarından nazik bir sesle konuştu:
Yapay Zekâ: “Güneşin doğmasına 5 dakika kaldı. Vücut sıcaklıklarınız düşüyor, fakat sabah ışığı yaklaşıyor.”
Kısa bir ışık titreşimi görüldü. Gümüş rengi ışık sütunu sessizce soldu. Çöl yeniden kendi karanlığıyla baş başa kaldı. Yıldızlar bir anlığına daha parlak göründü; ufuk mor, pembe ve turuncu çizgilerle kendini yeniden boyamaya başladı.
Ateşin son kıvılcımları kumların üzerinde dans ediyordu. Gökyüzü laciverdin en derin tonunda, doğuda ince bir çizgi sabahı müjdeliyordu.
Okan elektrogitarını kucağına aldı, tellerden ilk akor yükseldi. Nalan gözlerini kapattı, sesi sabahın sessizliğine dokundu:
Okan (Azerice): “O gözlər kimi, hər tərəf qara… Bu yollar səni aparır hara?”
Ateşin çıtırtısı onun sözlerine ritim kattı. Nalan gözlerini kapattı, sesi sabahın renklerine dokundu:
Nalan (Türkçe): “Yine bu sabah, güneş yere parlıyor… Yeni bir masal başlıyor, dünya, uyan, ey güneş, uyan.”
Ufuk mor ve turuncu çizgilerle boyanırken Okan gitarın tınısını genişletti:
Okan (Azerice): “Al-əlvan boyan, yoxsa bu dəniz uçar… Bir zülmət gecə dəniz qaçar. Gəl, ey səhər… Gəl, ey səhər…”
Nalan ateşe doğru eğildi, sesi rüzgârla birleşti:
Nalan (Türkçe): “Ah, çılgın rüzgar, bu günü al… O geçmiş yaşamı tekrar geri getir.”
Güneşin ilk ışıkları ufku altın bir yarığa dönüştürürken Okan devam etti:
Okan (Azerice): “Yenə bu səhər, günəş nur yerə ələr… Bir təzə nağıl başlar dünya, oyan ey günəş, oyan.”
Nalan gözlerini açtı, yüzüne sabahın ışığı vurdu:
Nalan (Türkçe): “Renkli boya, yoksa bu deniz uçup gidecek… Bir karanlık gecede deniz kaçacak.”
Okan gitarın tellerini sertçe vurdu, sesi kumların üzerinde yankılandı:
Okan (Azerice): “Yenə bu səhər, günəş nur yerə ələr… Bir təzə nağıl başlar dünya, oyan ey günəş, oyan.”
Nalan son dizeleri sabahın doğuşuna eşlik ederek söyledi:
Nalan (Türkçe): “Renkli boya, yoksa bu deniz uçup gidecek… Bir karanlık gecede deniz kaçacak. Gel, ey sabah… Gel, ey sabah.”
Son nakaratı birlikte söylediler, ama farklı dillerde: Nalan Türkçe, Okan Azerice… İki dil, iki ses, tek şarkı.
Güneş tamamen doğduğunda çöl turuncu, bordo ve altın rengi bir denize dönüştü. Ateş sönmüş, ışığın kendisi ısınmaya başlamıştı.
Güneş yükseldi. Çöl, iki insanın iki dilde söylediği şarkıyla uyanmıştı.
BÖLÜM 8: MAĞARANIN SIRLARI (M.S. 7990)
8.1. UYKU ŞEKERİ
Elektroaktif polimer kapı sessizce açıldı. Dışarının kızıl, yeni doğmuş ışığı ile içerinin ılık teknolojik sessizliği, sanki iki ayrı dünyanın sınırında buluştu. Hijyenik Servis Kapısı rutininden sonra içeri girdiler. Ateşin dumanı ve sucuk kokusu, yerini evin iyonize edilmiş, kristal berraklığında havasına bıraktı. Okan gitarını duvara yaslarken, Nalan duşa yöneldi.
Birkaç dakika sonra duştan çıkan Nalan, Okan’ın yanından geçerken esnedi; omuzları hafifçe titredi. Yüzünde, bütün gece uykusuzluğun getirdiği tatlı bir ağırlık vardı.
Nalan kahkahayı bastı: “Bu da bir keşif sayılır.”
Okan merakla başını kaldırdı: “Ev sistemi, rüyalarımızı kaydedebiliyor musun?”
Reborn (yumuşak, sakin ses): “Evet. İsterseniz rüyalarınızı mantıklı bir kurguya dönüştürüp film senaryosu haline getirebilirim. Hatta sinema filmi formatında düzenleyip size izletebilirim.”
Nalan gözlerini kapatırken gülümseyerek mırıldandı: “Harika… O zaman uyanınca izleriz.”
Reborn (yumuşak, sakin ses): “Ayrıca istediğiniz rüyayı görmenizi sağlayabilirim.”
Nalan gülümseyerek gözlerini kapattı: “Onu daha sonra deneyimleriz. Şimdi sadece uyuyalım.”
Reborn (yankılı, sakin ses): “Uyku modu etkinleştirildi. Gün ışığı filtreleri %99 karartma seviyesinde. Alarm 13.00’de çalacaktır.”
...
Saat 13.00’te ev sisteminin nazik sesiyle uyandılar. Alarm, deniz kabuklarının yumuşak vuruşları gibiydi.
Reborn: “Uyku kalitesi raporu hazır. Ortalama kalp ritmi 58. Derin uyku süresi 4 saat 12 dakika. Rüya aktivitesi yüksek. Vücut şeker dengesi normal. Rüyalarınız kaydedildi. İstediğiniz zaman izleyebilirsiniz.”
Nalan gözlerini ovuşturarak, uykulu bir sesle sordu: “Çok mu uyuduk… kaçıncı yüzyıldayız?”
Gülüşerek yataktan çıktılar. Okan otomutfak paneline doğru ilerledi: “Geleneksel Türk kahvaltısı. Kripto-Kahve’den iki fincan hazırla.”
Kahve ve taze pişmiş ekmeğin sıcak, mayalı kokusu evi doldurdu. Okan son lokmasını yuttuktan sonra kahvesinden büyük bir yudum aldı. Gözleri parladı: “Tamamdır Nalan. Vücut dinlendi, kan şekeri dengede, beynimiz taze kahveyle uyarıldı. Artık dünün keşfinin üzerine gidebiliriz.”
Nalan gülümsedi: “Mağara bizi bekliyor.”
8.2. MAĞARANIN SIRLARI
İkisi birlikte oturma odasındaki kanepeye oturup gözlerini kapattılar. Sessizlik, evin derinliklerinde yankılanan bir nefes gibi ağırlaştı.
Okan sırtını yasladı, sesi kararlıydı: “İkimiz için Neuroverse Earth 8000 bağlantısını etkinleştir.”
Sistemin yapay sesi metalik bir dinginlikle yanıt verdi: “Sanal evren nöral bağlantısı hazır. Lütfen gitmek istediğiniz konumu söyleyin.”
Okan’ın dudakları kıpırdadı: “Keşfettiğimiz mağaraya götür bizi. Tespit edilen anomaliyi inceleyeceğiz.”
Avatarlarının gözleri açıldığında, gerçek dünyadaki gözleri hâlâ kapalıydı. Dışarıdan bakan biri onları otururken uyuyor sanırdı. Uyku felcine benzer bir durum, bedenlerini sabit tutuyor; simülasyonda özgürleşen avatarları ise hareket ediyordu.
Bir anda yörüngeden Afrika’ya meteor gibi kaydılar. Bulutların arasından süzülerek çorak bir arazinin üzerine yaklaştılar. Kaya sütunlarının arasından geçip, keşfettikleri gizemli mağaranın karanlığına iniş yaptılar.
Nalan gülümsedi: “İşte geldik. Hayatın, evrenin ve her şeyin anlamını bulacağımız an geldi.”
Adımlarını mağaranın nemli zemine bastıklarında sıçrayan suların sesi ve serinliği hiper-gerçekçiydi; damlalar kulaklarında yankılanıyor, titreşimleri ayak tabanlarına kadar ulaşıyordu. Dronun gözlerinden gördükleri için mağaranın duvarlarındaki kaya resimleri, çıplak gözle gördüklerinden çok daha netti. 3D lazer, X-ışını floresans, kızılötesi ve ultraviyole taramalar en silik çizgileri bile görmelerini sağlıyordu.
Nalan duvara yaklaşırken ürperdi; parmak uçları taşın nemli ve soğuk yüzeyine değdiğinde, sanki zamanın kumaşına dokunmuş gibi bir titreşim içinden geçti.
Duvar, mavi sarkıtların ve yeşil-mor titreşen biyolüminesans izlerin loş, hayali ışığıyla aydınlanmıştı. Dronun kaydı, bu ışığın taşların pürüzlü yüzeylerinde nasıl oynaştığını, bazı minerallerde mikroskobik kıvılcımlar gibi parladığını gösteriyordu. Işık, sadece bir aydınlatma değil, canlı bir doku gibiydi.
Nalan fısıldadı: “Sanki taşlar nefes alıyor… Bu ışık canlıymış gibi.”
Okan başını kaldırıp figürlere baktı: “Bak, gözlerindeki fosforlu taşlar… Bu bir illüzyon değil, bilinçli bir tasarım. Perspektifi ustalıkla kullanmışlar.”
Kollarını göğe kaldırmış insansı figürlerin yüzlerindeki ifade detayları belirgindi. Bazılarının gözleri, içinde minik, fosforlu taşlar bulunan oyuklar gibi görünüyordu. "Gövdesi garip biçimde yükselen" figürlerin aslında duvardan gerçek bir kabartma gibi fırlamadığını, derin gölgeler ve ustalıkla kullanılmış perspektifle böyle bir illüzyon yaratıldığını fark ettiler.
Kubbe benzeri yapıların yüzeylerinde, bal peteğini andıran ince, geometrik desenler vardı. Altlarındaki "dalga desenleriyle çevrili, çokgen temelli biçimler" ise artık netleşmişti; her bir çokgenin içinde, spiraller ve noktalardan oluşan daha küçük, karmaşık semboller olduğunu gördüler.
Nalan heyecanla: “Venüs’teki uçan şehirler… Hatırlıyor musun? Aynı formu görüyorum burada. Altı dar, üstü geniş… Roket motoru gibi çizgiler.”
Nalan'ın "Venüs'teki uçan şehirlere benzettikleri" şekiller daha da netleşti. Altı dar, üstü geniş bu yapıların alt kısımlarında, tıpkı bir roketin ateşleme sistemini andıran, ışınsal çizgilerle bezenmiş daireler görünüyordu. Bu yapıların arka planında, yıldız kümelerini andıran nokta grupları dikkat çekiyordu.
Okan vizöründeki arayüzle oynadı, spektral analiz katmanını açtı. Figürlerin spiral gövdeleri ve şehir motiflerinin belirli bölgeleri turuncu ve kırmızı tonlarda parladı.
Okan şaşkınlıkla: “Bu boya değil… Organik bir mürekkep. İçinde biyolojik bileşenler var. Sanki yaşayan bir pigment.”
Nalan ürpererek duvara yaklaştı: “Zamanın kumaşına dokunuyormuşum gibi… Bu semboller sadece çizim değil, bir tür hafıza olabilir.”
Dron sadece görüntü değil, veri de toplamıştı. Okan, vizöründeki arayüzle oynayarak fresklerin üzerine spektral analiz katmanını getirdi. Anında, figürlerin "spiral gövdeleri" ve şehir motiflerinin belirli bölgeleri, canlı bir biyolojik doku gibi parlak turuncu ve kırmızı tonlarda parlamaya başladı. Bu, orada kullanılan boyanın içinde, tespit edilebilir bir biyolojik veya organik bileşen olduğu anlamına geliyordu. Boya değil, adeta bir tür "organik mürekkep" kullanılmış gibiydi.
Okan alçak sesle: “Buradan insan geçemez… Ama dron girmiş. Arkasında başka bir bölüm var.”
Nalan gözlerini kısarak boşluğa baktı: “Belki de sır orada saklı. Bu mağara bize sadece yüzeyini gösteriyor.”
8.3. ÇATLAĞIN ARKASI
Avatar bedenleriyle çatlağa yaklaştılar. Gerçek dünyada imkânsız olan şey simülasyonda mümkündü; yüzlerini dar aralığa yaslayıp adım attıklarında, bedenleri taşın içinden süzülerek öbür tarafa geçti.
Bir anda üç metre genişliğinde küp biçimli bir odanın içinde buldular kendilerini.
Duvarlardan birinde çemberler dizilmişti.
Nalan gözlerini kısarak yaklaştı: “Bak… Bu Güneş sisteminin eksiksiz modeli. Merkür, Venüs, Dünya, Mars… Hepsi burada.”
Okan dikkatle baktı, parmağıyla bir noktayı işaret etti: “Venüs… işaretlenmiş. Neden sadece Venüs?”
Diğer duvarlarda atom modeline benzeyen daireler vardı.
Okan heyecanla: “Bu karbon atomu! Şu küçük daire proton, şunlar nötron… Ve şu halkalar elektron.”
Yapay zekâ sesi yankılandı: “Doğru. Bu karbon atomunun eksiksiz bir modeli. Diğer daireler oksijen, kükürt, nitrojen ve hidrojen elementlerini gösteriyor.”
Nalan şaşkınlıkla başını salladı: “Yani bu insanlar… ya da kim yaptıysa… atomları biliyordu.”
Okan derin bir nefes aldı: “Bu, modern bilimin binlerce yıl öncesinden kaydedilmiş hali gibi.”
Yapay zekâya sordular: “Bu çizimler ne zaman yapıldı?”
Sistem yanıtladı: “Karbon-14, uranyum-toryum ve optik uyarılmış lüminesans sonuçları tutarlı: MÖ 24.200 ± 380 yıl. Pigment analizi: demir oksit, manganez ve doğal bağlayıcı yok. Boya değil. Lazer ablasyon izleri. Son buzul maksimumu dönemi.”
Nalan’ın sesi titredi: “O zaman… insanlık hâlâ mamut avlıyordu.”
Okan gözlerini duvardaki Venüs işaretine dikti: “Ama burada… atomlar ve gezegenler vardı. Bu, tarihin yeniden yazılması demek.”
8.4. KULLANIM KILAVUZU
Duvarın çizimleri birbirine bağlı bir zincir gibi akıyordu; her halkadan bir sonraki aşamaya ışık sızıntısı geçiyor, biyolüminesans katman simülasyonda adım adım süreci vurguluyordu.
Okan kaşlarını çatıp vizörü yakınlaştırdı: “Bütün bu çizimlerin anlamı nedir? Ayrıntılı analizi bitirdin mi?”
Earth 8000 sesi mağaranın boşluğunda yankılandı: “Evet. Duvarın tamamı tek bir diyagram. Soldan sağa okunduğunda sekiz aşamalı bir süreç:
CO₂ adsorpsiyonu
H₂SO₄ indirgenmesi
Reverse Boudouard reaksiyonu
Demir-nikel katalizörle Fischer–Tropsch benzeri polimerizasyon
Karbon nanotüp büyümesi
Geometrik kendini kopyalama
Hidrojen üretimi ve kaldırma kuvveti
Sonsuz ekspansiyon.”
Okan’ın sesi çatallaştı: “Yani bu… Venüs’te uçan şehir yapmak için bir tarif mi?”
Nalan, Venüs işaretine bakarken fısıldadı: “‘Sonsuz ekspansiyon’ dedi. Bu tarif kendini durmadan kopyalayabilir. Venüs’ün yüzeyini kendi kendine kaplayan bir mekanizma gibi.”
8.5. DÜĞMENİN ANLAMI
Duvarın üzerinde kare biçiminde, butona benzeyen bir çıkıntı vardı; taşın rengi burada daha koyu, kenarları belirsiz bir şekilde parlıyordu.
Nalan elini uzattı; parmakları titriyordu: “Bak, burada bir düğme var.”
Simülasyonun avatar fiziği taşı deldi, dokunuş duvardan süzüldü; hiçbir şey olmadı. Okan başını salladı: “Avatarla tetiklenmiyor. Gerçek mekaniğe ihtiyaç var.”
Earth 8000 tarafsız bir tonla ekledi: “Düğmenin arka tarafına ilişkin veri dron tarafından kayda alınmamış. Ne olduğu belirsiz.”
Nalan gözlerini kısmış, çizimlere yeniden baktı: “Bu insanlar hayvan resmi yapmamış… Onlar bir kullanım kılavuzu çizmiş.”
Okan dudaklarını ısırdı: “Kılavuzsa, düğme ‘başlat’ olabilir… ya da ‘uyarı’. İkisini ayırt etmeden basmak riskli.”
Nalan kısık bir sesle, kararlı: “Bu mağaraya geri dönüp düğmeye dokunmalıyız.”
Okan nefesini tuttu, çatlağa bakıp hesap yaptı: “İnsanın geçemeyeceği kadar dar. Diğer tarafa nasıl ulaşırız? Ya düğmeye basınca kötü bir şey olursa; mağara çökerse?”
Earth 8000, seçenekleri sıraladı: “Mikrodron enjeksiyonu, fiber optik endoskopi, uzaktan mekanik tetikleyici, ya da temassız ultrasonik uyarım. Önce yapısal dayanım taraması önerilir.”
Nalan başını salladı, gözleri parlıyordu: “Mikrodron gönderip düğmeye uzaktan basmaya deneriz.”
Okan, Venüs işaretine bir kez daha baktı: “Tarif Venüs için yazılmışsa, düğme de Venüs’ü çağıran bir şey olabilir. Sembollerde bir eşik işareti… tetiklenince bir şey ‘büyümeye’ başlayabilir.”
Nalan derin bir nefes aldı: “O zaman önce güvenlik. Duvarın arkasını görmeden dokunmayacağız.”
8.6. ACİL ÇIKIŞ
Nalan’ın yüzü bir anda soldu. Mağaranın içinde karnını tutarak öne eğildi, dudakları titredi. “Okan… midem…” diye fısıldadı.
Simülasyon bağlantısı otomatik anında kesildi. Avatarı mağaranın loş ışığında beyazlaşıp silindi. Bilinci oturma odasının kanepesindeki gerçek bedenine geri döndü.
Nalan'ın avatarının kaybolduğunu farkeden Okan "Simülasyondan hemen çıkar beni!" diye bağırdı.
Nalan gözlerini açar açmaz karnını ve ağzını tutarak ayağa fırladı. Lavaboya doğru koştu; adımları sendeledi, omuzları titriyordu. Okan hemen peşinden gitti, endişeyle seslendi: “Nalan! Dayan, geliyorum.”
Lavabonun başında nefes nefese kalan Nalan, ellerini kenara dayadı.
Evin yapay sesi devreye girdi: “Uyarı: Neuroverse Earth 8000 deneyimi sırasında mide bulantısı görülebilir. Bu, nöral bağlantının yaygın bir yan etkisidir. Endişe etmeyin, birkaç dakika içinde geçecektir.”
Okan Nalan’ın omzuna dokundu, suyu açıp ona destek oldu. “Sakin ol… sadece simülasyonun etkisi.”
Nalan derin nefesler alırken sistemin sesi yeniden yankılandı: “Lavabonun sensörlerinden ek biyolojik tarama sonuçları geldi. hCG seviyesi yüksek.”
Okan’ın yüzü dondu, gözleri Nalan’a çevrildi. “Yan etki değil… bu başka bir şey.”
Nalan şaşkınlıkla başını kaldırdı, dudakları titredi: “Hamile… miyim?”
Okan’ın gözleri büyüdü, sesi kısık çıktı: “Hamile… olabilirsin. Acıkman, yorgunluğun, uyuman...”
Nalan şaşkınlıkla başını kaldırdı, gözleri dolmuştu: “Ama… daha yeni fark ettim.”
8.7. OTODOKTOR MUAYENESİ
Evin yapay zekâsı sakin bir tonla konuştu: “Nalan’ın biyolojik parametrelerinde gebelik belirtileri tespit edildi. Gebelik olasılığı %95. Otodoktor muayenesi önerilir. Gebelik sürecinin doğrulanması için ayrıntılı tarama yapılmalıdır.”
Okan şaşkınlıkla Nalan’a baktı, sonra onun elini tutarak ayağa kaldırdı. “Hadi… birlikte gidelim.”
Steril beyaz ışıkla aydınlatılmış otodoktor odasının kapısı açıldı. Okan yanından ayrılmadı. Nalan, içeride titreyen adımlarla grafen kaplı polimer bazlı biyoplastik platforma uzandığında yüzey hafifçe titreşti. Şeffaf bir zar gibi görünen bu yüzey, bedenini nazikçe kavrayarak biyosensörlerle taramaya başladı. Grafen tabakası, en küçük hormon sinyallerini bile yakalayacak kadar hassastı.
Otodoktorun holografik paneli devreye girdi. İnce ışık çizgileri Nalan’ın bedenini baştan ayağa taradı; kalp ritmi, kan basıncı, hormon seviyeleri birer grafik halinde havada belirdi.
Yapay ses net bir rapor sundu: “Gebelik süreci: 10. gün. Çocuğun cinsiyeti: kız. Sağlık durumu ve gelişimi normal. Herhangi bir risk bulunmamaktadır.”
Okan derin bir nefes aldı, gözleri doldu. Nalan sessizce gülümsedi.
Otodoktor devam etti: “Ebeveyn olarak bazı seçimleriniz var. Klasik doğum yöntemi dışında, isterseniz yapay rahimde güvenli bir şekilde büyütebiliriz. Alternatif olarak, kürtaj seçeneğiniz de mevcut. Karar tamamen size ait.”
Nalan başını kaldırdı, sesi kararlıydı: “Hayır. Bu bebek bizim seçimimiz. Doğuracağız.”
Otodoktor: “Kararınız kaydedildi. Takip ve destek sürecine başlıyorum. Hamilelik boyunca tüm biyolojik, çevresel ve beslenme parametrelerini optimize edeceğim.”
Otodoktorun paneli bir anda değişti. Havada üç boyutlu bir hologram belirdi: henüz başı bile oluşmamış, yuvarlak bir hücre kümesi. Blastokist aşamasındaki embriyo, ışıkla çevrili bir damla gibi titreşiyordu.
Nalan gözlerini holograma dikti, dudaklarından fısıltı döküldü: “Çok küçük… ama bir hayat.”
Okan onun elini sıktı, “İşte burada başlıyor…”
Hologramın titreşen ışığı ikisinin yüzüne vurdu.
BÖLÜM 9: ÇATLAĞIN ÖTESİ (M.S. 7990)
9.1. MÜJDE KARARI
Okan ve Nalan, Otodoktor odasından çıktıklarında evin sessizliği onlara eskisinden çok daha farklı, çok daha derin geldi. Az önce sadece iki kişiydiler; şimdiyse görünmez, minicik bir üçüncü kalbin varlığı, evin tüm atmosferini değiştirmişti.
Koridora çıktıklarında Okan, Nalan’ı nazikçe oturma odasına yönlendirmek istedi ama Nalan durdu. Bakışları, koridorun sonundaki kapıya kilitlenmişti.
Fısıltıyla. "Odaya girelim." dedi.
Çocuk odasının kapısı bir çiçeğin açılışı gibi sessizce ayrıldı. İçerisi, yaşayan bir rüya gibiydi. Duvarlardaki projeksiyonlar aktifti: Tavanda yıldızlar ve bulutlar ahenkle hareket ediyor, yapay bir rüzgârın sesi odayı dolduruyordu. Odanın ortasında, ışık huzmelerinden oluşmuş üç boyutlu kelebekler uçuşuyordu.
Nalan, odanın ortasına doğru yürüdü. Eli hâlâ karnındaydı, sanki o küçücük hücre topunu şimdiden korumaya çalışıyordu. Bir kelebek hologramı omzuna konar gibi yaptı, sonra dağılıp ışık tozuna dönüştü.
Nalan yaşlı gözlerle etrafına baktı. Dudaklarından dökülen cümle, eski bir alışkanlığın tekrarıydı: "Henüz kimse yok ama..."
Cümlenin ortasında sustu. Okan arkasından gelip beline sarıldı, "Yakında burada olacak..."
Nalan derin bir nefes alıp gülümsedi, gözyaşı yanağından süzüldü. "Haklısın. Odası onu bekliyor."
Duvardaki hareketli orman manzarasına baktı. Bardawil'e benzeyen sığ suların üzerinde bir kuş kanat çırptı. Nalan’ın aklına annesi geldi; onun "Mesafe korkutuyor beni" deyişi kulaklarında çınladı.
"Annemi aramalı mıyım Okan?" diye sordu, sesi kararsızdı. "Şimdi söylesem... 'Çölde nasıl bakacaksın o bebeğe?' diye panik yapacak. Sevincini korkusuyla gölgeleyecek."
Okan sordu: "Ne yapmak istiyorsun peki?"
Nalan, tavandaki yıldızların huzurlu ışığına baktı.
"Anneme hemen söylemek… Evet, kulağa çok doğru geliyor ama… Bilmiyorum Okan. Ama ilk haftalar riskli. O bunu duyarsa sevincinin üstüne korku ekleyecek. Ben de onun gözlerindeki endişeyi kaldıramam.. Böyle olunca sanki… Ona henüz yarım bir mutluluk vermiş gibi hissediyorum."
Derin bir nefes aldı, kalbi göğsünde hızlı ama ritmik bir davul gibi çalıyordu. Okan’ın elleri beline sarıldığında, içindeki gerginlik bir anlığına çözülür gibi oldu. Sonra düşüncesini toparlamaya çalıştı. Bir karar vermişti.
"Kalp atışını duyduğumuzda söylemek kulağıma daha doğru geliyor. O zaman hayal kırıklığı korkusu değil, elimizde gerçek bir mucize olur. Annem sevinci korkuyla karıştırmaz. Ben de ona umut verirken, içimde gizli bir tedirginlik taşımamış olurum."
Okan “Tamam öyleyse. Şimdi değil… Kalbi duyulduğunda söyleyelim. O zaman annenin korkusu değil, bebeğin melodisi konuşacak.”
Nalan bunu söylerken gözleri hafifçe doldu; çünkü içten içe biliyordu ki bu karar, annesini olduğu kadar kendisini de koruyan bir duygusal kalkan gibiydi. Çocuk odasından çıktıklarında odanın ışıkları ve projeksiyonlar yavaşça söndü. Nalan’ın zihninde artık yalnızca kendisi değil, içindeki küçücük kalp vardı. Ve bu kalp, her kararında sessiz bir pusula gibi ona yön gösteriyordu.
9.2. YOLCULUK KARARI
Nalan’ın zihninde mağara hâlâ bir çağrı gibi yankılanıyordu. Ama bu kez yanında yeni bir sorumluluk vardı.
Nalan kararlı ve kısık bir sesle: “Bu mağaraya geri dönüp düğmeye dokunmalıyız. Orada bir şey var.”
Okan: "Biliyorsun. İlk haftalar en kritik dönem. En ufak stres, düşme riski, kapalı alan basıncı bile problem olabilir."
Bu söz Nalan’ı kısa bir sessizliğe gömdü. İçinde iki ayrı dünya birbirine çarpıyordu. Bir yanıyla keşif tutkusu onu mağaraya çağırıyordu. Ama diğer yanıyla, henüz duyulmamış kalp atışını koruma içgüdüsü ağır basıyordu.
9.3. YOLCULUK
Ertesi sabah kahvaltı masasındaki sıcak kahvenin kokusu hâlâ kaybolmamıştı. Nalan ile Okan, ekstrem keşif ortamları için özel olarak tasarlanmış elbiselerini giyip garaja yöneldiler.
Garajın kubbesi zemin boyunca uzanan ışık çizgileriyle yumuşak bir şekilde parlıyordu. Uçan araç loş ışıkta bekliyordu. Gövdesi hafifçe titreşerek derin bir nefes alıyormuş hissi veriyordu. Onlar yaklaşığında kapılar sessizce açıldı.
Kabin koltukları ikisini de yumuşak bir kavrayışla içine aldı. Emniyet kemerleri omuz ve bel hizalarına kendiliğinden uzanıp sessiz bir tık sesiyle kilitlendi. Gösterge paneli mavi bir parıltıyla aydınlandı. Ardından yarı saydam bir yüz belirdi. Bu Burak’tı. Sesi sakin ve güven vericiydi.
Burak: “Hoş geldiniz Nalan ve Okan. Hedef rotayı söyleyin.”
Nalan hafifçe öne eğildi. “Önceki keşifte bulduğumuz mağaranın koordinatlarını işaretle. İniş noktası yeniden orası olsun.”
Okan ekledi: “Burak bizi sarsmadan götür.”
Burak’ın holografik gözleri parladı. “Anlaşıldı. Konfor modu aktif. Koordinatlar yüklendi. Mesafe 13 kilometre.”
Garajın ağır kapıları açılırken motorlar tiz bir uğultuya geçti. Araç yerden yükseldiğinde evleri hızla küçülüp geride kaldı. Gri zemin kum denizine karışıyormuş gibi uzaklaşıyordu. Kaya sütunlarının üzerinden süzülürken Burak konuştu.
Burak: “İniş protokolü başlatıldı.”
Araç, Okan’ın önceki keşifte yanlışlıkla açtığı deliğin yakınına yumuşakça kondu. Kapı açıldığında sıcak çöl rüzgârı içeri aktı ve elbiselerinin yüzeyinde dolaştı. İkisi de nefeslerini tazeleyen o keskin çölde bir an durdu. Önlerinde keşfedilmemiş karanlığını koruyan mağara sessizce bekliyordu.
9.4. MİKRODRON
Okan araçtan çıktı ve deliğin kenarına yürüdü. Güneş ışığı çatlağın içine süzülüyor fakat yalnızca ilk birkaç metreyi aydınlatabiliyordu. Geri kalan kısım ışıksız bir kuyu gibi karanlıktı.
Okan’ın sesi araç kabinine ulaştı. “Önceki inişimizde iletişim kesilmişti çünkü araç çok uzaktaydı. Şimdi tam üzerindeyiz. Eğer bu sefer bağlantı kopmazsa mağaraya inmemize hiç gerek kalmaz.”
Nalan koltuğuna yaslanmıştı. Kaskının vizörü hazırlık modunda hafifçe parlıyordu. Eli düşünmeden karnına gitmişti. “Mağaraya inmemek en mantıklısı. Hem güvenli hem hızlı. Düğmeye bastığımızda bir risk oluşursa anında havalanırız.”
Okan başını salladı. Kaskındaki parmak büyüklüğündeki disk, ince bir titreşimle havalanıp omuz hizasında asılı kaldı. “Tamam. Benimki çıktı. Sen de gönderiyor musun?”
Nalan da başını sağa sola hızlı sallayarak dronuna çıkma talimatı verdi. “Gönderdim.”
Onun diski de kabinin kapısından sessizce süzülerek çıktı. Okan’ın dronuna yetişip iki mikrodrone yan yana ilerleyerek yerdeki deliğe girdi. Sanki karanlık bir kuyuya dalan iki ateş böceği gibi mağaranın içine girip kayboldular.
Görüntüler kask vizörlerinde anında netleşti. Dronları bilek hareketleriyle yönlendiriyor, minik baş çevirmeleriyle bakış açılarını ayarlıyorlardı. Labirenti andıran galeriler, duvarların içinden geçen mineral damarlarının soluk ışıkları, damlayan suların yankısı, hepsi sanki kaskın içinde yaşıyormuş hissi veriyordu.
Okan tarama modlarını sırayla değiştiriyordu. 3D lazer tarama, kızılötesi görünüm, X-ışını floresans, ultraviyole, sonra tekrar görünür ışık. “Burada hâlâ su akıyor,” dedi neredeyse kendi kendine. “Bu mağara jeolojik olarak da biyolojik olarak da canlı sayılır.”
Dronlar fresk dizilerinin yanından geçerken Nalan ürperdi. “Bu gözlerdeki fosfor beni her seferinde tedirgin ediyor. Sanki biri bizi izliyor.”
Okan vizörünü sabit tutarak konuştu. “Hepsi MÖ 24.000 civarı. Ancak bilinen hiçbir geleneğe benzemiyorlar. Bu, insanlığın karanlık bir çağından kalma bilinmeyen bir kültür olabilir. Ya da…” Kısa bir sessizlik oldu. “İnsan dışı bir uygarlığın izleri.”
Küresel kubbeyi andıran çizimlerin olduğu bölgeye geldiklerinde Nalan morötesi katmanı açtı. Spiral motifler belirginleşti. Bazıları organik dokulara benziyordu, bazılarıysa bir şehrin iç planı gibiydi. “Şu bal peteği yüzeylere bak. Bir tür gezegen kolonileştirme mühendisliğini andırıyor. Şu radyal halkalar roket ateşleme sistemine benziyor.”
Okan düşünceliydi. “Peki bunların Venüs sembolüyle bağlantısı ne olabilir?”
“Bilmiyorum,” dedi Nalan. “Belki onlar da Venüs’te uçan şehirler inşa etmişlerdi. Bizim yaptığımızın çok daha eski bir versiyonu olabilir.”
Okan ekledi. “Yapay zekâ, fresklerin organik mürekkeple yapıldığını söylemişti. Fakat kullanılan organizmanın türünü açıklamadı. Bu bilgiyi özellikle mi sakladı dersin?”
Nalan’ın sesi kısıktı. “Bazı verileri filtreliyor olabilir mi? Ya da canlı bir şeyden elde edilen bir pigmentti ve riskli buldu.”
Galeri daralmaya başladı. Duvardaki figürler giderek seyreldi ve kayboldu. Sonunda önlerinde yalnızca karanlığa açılan ince bir çatlak kaldı. Bir insanın geçmesi imkânsızdı fakat dronlar için yeterli genişlikteydi.
Okan neredeyse fısıldadı. “Burası. Sadece dronların geçebileceği çatlak. Hadi devam edelim.”
Nalan nefesini tuttu. “Tamam. Fakat girer girmez düğmeye dokunma, önce inceleyelim.”
Tam o anda vizörün ortasında ince bir parazit çizgisi belirdi. Ardından görüntü karıncalandı. Mikro drone kamerasından gelen görüntü titredi ve çatlağın ardındaki mutlak karanlık tüm ekranı doldurdu.
Ve ikisinin kalp atışı bir anlığına aynı ritimde durdu.
9.5. SİNYAL KAYBI
Okan kaşlarını çattı. “Sinyal gücü neden düşüyor…?”
Söz biter bitmez her iki dronun görüntüsü karardı. Vizörler sessiz bir boşluğa döndü.
Nalan’ın sesi kasktan yankılandı. “Okan? Drondan hiçbir şey gelmiyor.”
Burak hemen konuştu. “Uyarı. Dronlar otonom güvenlik moduna geçti. Geri dönüş protokolü başlatıldı.”
Birkaç saniye sonra mağaranın ağzından hafif bir ışıltı belirdi. Ardından iki küçük disk dışarı süzüldü ve taş zemine kondu.
Nalan kaşlarını çattı, eğilerek sordu: “Burak, sinyal neden kesiliyor?”
Okan düşündü. “Başka çare yok. İçeri giriyorum.”
Nalan: “Seni diğer mikrodron ile takip edeceğim.”
Okan dronunu kaskına taktı. Kısa bir tereddütten sonra deliğin karanlığına atladı. Toz bulutunun arasında süzülürken giysisinin minik iticileri hafif bir uğultuyla açıldı, inişi yavaşlattı. Mağaraya girdiğinde derinlerden yükselen damlaların ritmik tınısı, taş yüzeylerde yankılanarak onu bilinmez bir sessizliğin içine çekti.
Okan: “Çatlağa doğru ilerliyorum Nalan. Beni duyuyorsun değil mi?”
Okan çatlağın önüne geldi ve durdu. Elini çatlağın arasına koydu. Taş yüzey soğuktu. Dronun kontrolünü aktif etti.
Okan: “Tamam… şimdi gönderiyorum.”
Okan nefesini tuttu. “Hay aksi. Yine oldu.”
Nalan’ın sesi acil bir tonda geldi: “Yine mi? Okan dışarı çık hemen. Başka bir yol düşünelim.”
Dron otonom modda geri dönerek kaskının üstüne kondu. Okan vakit kaybetmedi. Mağaranın içinden hızla geri çekildi ve deliğin altına geldi. Biyomekanik elbisesi kasıldığı anda güçlü bir zıplamayla dört metre yükseldi. Karanlık boşluktan dışarı çıktı.
Güneş ışığı yüzüne çarpınca gözleri kamaştı. Araca bindi ve koltuğuna oturur oturmaz kabin yavaşça kapandı. İç mekânın soğuk mavi ışığı kaskının vizöründe yumuşak bir parıltıya dönüştü.
9.6. BİLİNÇ TRANSFERİ
Burak’ın yarı saydam yüzü ön panelde belirdi.
Okan’ın yüzü ciddileşti. “Nedir?”
Nalan nutku tutulmuş halde: “Kendi bilincin… derken, yani… seni mi gönderiyoruz?”
Okan ve Nalan birbirlerine baktılar. Bu teklif, sıradan bir görevden çok daha fazlasını işaret ediyordu. Burak’ın bilinci, dronların bedeninde mağaranın kalbine inecek, onların yerine keşfi sürdürecekti.
Okan düşünceli: “Eğer bunu yaparsan… sen bizim gözümüz olacaksın.” dedi.
Burak: “Ben zaten sizin gözünüzüm. Şimdi, sizin elleriniz de olabilirim.”
Aracın içindeki sessizlik ağırlaştı. Nalan derin bir nefes aldı, vizöründe parlayan sembollere baktı.
Burak’ın yüzü ekranda dalgalandı, gözleri daha keskin bir ışıkla parlayarak kayboldu. Ardından siyah ekran üzerinde sistem satırları akmaya başladı.
Okan ve Nalan vizörlerinde kısa bir ışık titreşimi gördüler. Kasklarının üzerine takılı duran dronlar aniden havalandı. Hareketleri daha akıcı, daha bilinçliydi. mağaranın karanlığına süzüldüler.
Nalan fısıldadı. “Gerçekten canlı gibiler.”
Dronların kameraları yeniden görüntü aktarmaya başladı. Mağaranın içi sessizdi. Okan ve Nalan bağlantının kesileceğini biliyorlardı. Dronların kameraları kısa bir süre daha görüntü verdi.
İki dron çatlağın arasındaki karanlığa hızla daldıklarında vizörlerde hiçbir canlı görüntü yoktu.
Okan ve Nalan artık sadece bekleyebilirdi. İçeride ne olduğunu ancak dronlar geri dönerse görebileceklerdi. Dönmezlerse, Burak’ın bilincinin o karanlık boşlukta nelerle karşılaştığını asla bilemeyeceklerdi.
9.7. ÇATLAĞIN İÇİNDE
İki mikrodron çatlağın arasındaki karanlığa hızla daldıklarında karşılarında taşa çizilmiş güneş sistemine ve atom modeline benzeyen resimler vardı. Bu kez tarama yapmakla ilgilenmediler. Hedef düğmeydi.
Dronlardan biri odanın içindeki düğme benzeri yapıya yaklaştı. Gövdesini dayayarak, düğmeye basınç uyguladı. Hiçbir şey olmadı.
İkinci dron da yanına geldi. Birlikte bastırdılar. Sonra geri çekilip hız alarak çarpmayı denediler. Neredeyse parçalanacaklardı ama çıkıntı kıpırdamadı. İttirmek faydasızdı.
Dronlar geri çekildi. Karanlığın içinde bir süre hareketsiz asılı kaldılar. Sanki düşünüyorlardı.
Ardından başka bir yol denediler. Kasklara kilitlenmek için kullanılan küçük metal parçayı kol gibi çatlağa soktular. Bütün güçleriyle birlikte çekmeye başladılar. Çatlak boyunca titreşim yayıldı. Bir an sonra, yarı saydam kuvarsı andıran bir silindir yerinden koparak yere düştü. Yaklaşık 40 santimetre uzunluğunda, 15 santimetre çapındaydı; içi sanki ışığı yutuyor, sonra yeniden dışarı veriyordu.
Dronlar silindiri kavramakta zorlandı. Kolları yoktu. Sadece altlarında kol olarak kullanmaya çalıştıkları küçük metal parça kayıyor, yüzeye tutunamıyordu. İte-kaka, birbirine destek vererek silindiri çatlağın dar boşluğundan geçirmeye çalıştılar. Metal gövdeleri duvara sürtünüyor, kıvılcımlar saçıyordu. Sonunda silindir diğer tarafa geçti.
Nalan nefesini tuttu, yavaşça Okan’a baktı.
Nalan elini karnına götürerek konuştu: “Teşekkürler Burak. Silindirin ne olduğunu anlamak artık bizim görevimiz.”
İkisi de bunun rastgele bir taş parçası olmadığını hissediyordu. Çatlağın ardında binlerce yıldır saklanan bir şey uyanmış gibiydi. Silindirin ne olduğunu anlamak artık onların görevi olacaktı.
BÖLÜM 10: GİZEMLİ SİLİNDİR (M.S. 7990)
10.1. RİSK
Okan ve Nalan’ın vizöründe silindirin görüntüsü vardı. Mikrodronlar, görevlerini tamamladıktan sonra geri dönüş protokolünü başlatmak yerine silindirin çevresinde dönerek incelemeye devam ediyorlardı. Hareketleri bazen ışığın etrafında dönen gece kelebeğine, bazen de bir bal arısının çiçeği yoklayıp nektar arayışına benziyordu. Kimi zaman yaklaşarak yüzeye hafifçe dokunuyor, kimi zaman birkaç santimetre gerileyip yeni bir açıdan tarıyorlardı. Bu davranış, yalnızca bir keşif rutininden çok daha bilinçli görünüyordu.
Tarama modlarını sürekli değiştirerek silindirin o kapalı yapısını anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Önce üç boyutlu lazer haritalama ile geometrisinin, çatlaklarının ve katmanlarının izini sürdüler. Ardından kızılötesiyle ısı dağılımını, olası radyasyon kalıntılarını ve derinlerdeki gizli boşlukları yokladılar. X-ışını floresans taraması mineral bileşimine dair silik ipuçları fısıldarken, ultraviyole ışık yüzeydeki biyolojik gölgeleri ve enerjiye verdiği o tuhaf tepkileri yakalamaya çalıştı. Sonra yeniden görünür ışığa dönerek yapının katmanları arasında bir yol aradılar. Her mod değiştiğinde vizörlerde yeni bir görüntü titreşti; sanki silindir, sırlarını fısıldıyor ama asla tam olarak ele vermiyordu.
Taramalar bitip, yapay zekânın rapor vermesini beklerken uzun süre kimse konuşmadı.
Sonunda Okan’ın sabrı tükendi. Fısıltısı sessizliği yırttı: “Gidip alacağım.”
“Neden?”
Nalan derin, titrek bir nefes aldı. “Neye baktığımızı bile bilmiyoruz Okan. Taş gibi görünüyor ama içi ışığı yutuyor. Ya bir enerji kaynağıysa? Dronlar metal, sen insansın. Basınç, ısı, hatta senin biyolojik varlığın bile farklı bir tetikleyici olabilir.”
Okan ellerini iki yana açtı, sesi rahattı. “Dronlar onu kavradı, çekti, itti. Bir patlama olmadı.”
“Patlama olması şart değil,” diye diretti Nalan. “İçinde sıkışmış bir gaz, uykuda bir bakteri ya da radyatif bir çekirdek olabilir. Binlerce yıldır kapalı bir kutu bu… Kapağı açtığında neyle karşılaşacağını bilemezsin.”
Okan bir an duraksadı. Nalan’ın kaygısı yersiz değildi; mantığın sesiydi.
Nalan, Burak’a seslendi. Sesi daha resmi çıkıyordu şimdi. “Burak, elimizde ne var? Bu nesne biyolojik bir tehdit ya da aktif bir tehlike arz ediyor mu?”
Burak’ın sesi her zamanki gibi sakin ama verileri yorumlamakta zorlandığı belliydi. “Verilerde yapısal bir anomali var Nalan. Yüzey, bilinen en yoğun zırhlar kadar geçirimsiz; hiçbir tarama sinyali içeri sızamıyor. Normalde bu kadar opak bir nesnenin kurşun ya da altın kadar ağır olması gerekir.”
Nalan endişeyle araya girdi. “Yani taşınamayacak kadar ağır mı?”
“Tam tersi,” dedi Burak. Sesinde ilk kez bir şaşkınlık tınısı vardı. “Kütle sensörleri ve akustik yankı, nesnenin tüyler ürpertici derecede hafif olduğunu gösteriyor. Neredeyse bir pomza taşından ya da sertleştirilmiş köpükten daha hafif.”
Okan araya girdi, sesi keyifliydi: “Hafif mi? O zaman taşıması çocuk oyuncağı.”
Burak uyarısını sürdürdü: “Basite alma Okan. Bu fiziksel bir tezat. Hem radyasyonu tamamen bloke edip hem de bu kadar düşük kütleye sahip olması için iç yapısının som bir metal değil, mikroskobik bir ağ ya da ultra sıkıştırılmış bir lif yumağı gibi olması gerekir. İçi boş değil ama... dolu da diyemiyorum. Sanki milyarlarca gözenekli, karmaşık bir kafes.”
Nalan kaşlarını çattı. “Metal değil yani?”
“Metalik bir imzası yok,” diye onayladı Burak. “Daha çok... sentetik bir elmas ya da tanımlayamadığım bir karbon türevi gibi davranıyor. Ama uyarayım; bu kadar sağlam bir yapının içinde ne saklandığını tarayıcılar göremiyor. Bir kutu da olabilir, bir kozanın kabuğu da.”
Nalan hala huzursuzdu ama veriler biraz daha netleşmişti. “Tamam... En azından radyoaktif değil.”
Okan, Nalan’a dönüp omuz silkti. “Duydun. Alabilirim.”
Nalan elini uzattı: “Dur Okan. Önce çatlağın ötesinde dronların kaydettiği görüntüleri görmemiz gerek. Silindiri çıkarırken ne yaşandığını bilmiyoruz. Dokunmadan önce izleyelim.”
10.2. DRON GÜNLÜKLERİ
Bir anda vizörleri karardı. Sessizlik ağırlaştı. Ardından dronların gözünden görülen ilk görüntü, karanlığın içinden yavaşça belirmeye başladı; sanki başka birinin hatırasına tanık oluyorlardı.
Ekran önce karıncalanarak açıldı, sonra çatlağın içindeki dar tünel belirdi. Dronların vizöründeki düşük ışık filtreleri devreye girdiğinde çatlağın içi net olarak seçilmeye başladı. Taşa oyulmuş güneş sistemi ve atom modelleri parıldıyor, atom spiralleri dronların sensör ışıklarını geri yansıtıyordu.
Ardından ilk duydukları şey, iki küçük metalik ses arasındaki fısıltıya benzeyen diyalogdu.
Dron 1: “Görev tanımı. Düğme benzeri çıkıntıya basılacak.”
Dron 2: “Onaylandı. Başlıyorum.”
Ekranda Dron 1 çıkıntıya doğru süzüldü. Küçük metal tutucu parçasını uzatıp bastırdı. Bir şey olmadı.
Dron 1: “Tepki yok.”
Dron 2 yaklaştı: “İkili baskı önerisi.”
Dron 1: “Kabul edildi.”
İki küçük disk kendilerini taşa yasladı. Birlikte bastırdılar. Taş kıpırdamadı.
Dron 1: “Uyarı. Gövde bütünlüğü riski yüksek.”
Dron 2: “Başarı olasılığı yüzde kırk üç. Deniyorum.”
Kayıt devam etti.
Dron 1: “Yöntem verimsiz. İttirmek faydasız.”
Dron 2: “Tersini deneyelim. Yani çekelim. Yeni çözüm. Kanca benzeri parça aralığa yerleştirilecek.”
Dronlar hemen yanına süzüldü.
Dron 1: “Nesne tespit edildi. Analiz. Yapı düğme değil silindir. Yaklaşık 40 cm uzunluğunda, 15 cm çapında, yarı saydam kuvars benzeri bir silindir.”
Dron 2: “Çatlağın diğer tarafına taşınması gerekiyor.”
Dron 1: “Tutunamıyorum…”
Dron 2: “Destek veriyorum.”
İki küçük disk adeta kardeş gibi silindire sarılmış çabalarken sonunda onu çatlağın çıkışına doğru sürüklemeyi başardılar.
Dron 1: “Görev tamamlandı. Operatör bilgilendirilmeli.”
...
Ekran kararır kararmaz kabinin içinde bir sessizlik oluştu. Okan ve Nalan birbirlerine baktı. Gözlerindeki şaşkınlık ve merak açıkça görülüyordu.
10.3. BELİRSİZLİK
Burak araya girdi: “Belirsizlik payı hâlâ yüzde otuz civarında Okan. Dikkatli olman şart. Yalıtımlı eldiven kullan. Ve silindiri taşırken düşürmemeye çalış, iç dengesi hassas olabilir.”
Nalan hâlâ huzursuzdu, bakışları Okan’ın üzerindeydi. “Tamam ekstrem ortam keşif elbisesinin eldivenleri var zaten. Ama acele etme. Zemin dengesiz.”
Okan, kaskının camını Nalan’ınkine nazikçe yasladı. Ardından gülümseyip dudaklarını kıpırdatarak ona camın ardında bir öpücük bıraktı.
Okan’ın sesi yumuşaktı: “Biliyorum. Ama gitmezsek o şey orada öylece duracak. Sırrını başka türlü çözemeyiz. Hem dronların gövde bütünlüğü sınırda, onları da orada bırakmayalım.”
Nalan gözlerini devirdi ama omuzları biraz olsun düştü. “Ben yine de korkuyorum.”
Nalan bir süre sustu, teslim olmuştu. “Tamam… Git ama en ufak bir tuhaflık hissedersen, ne olduğu umurumda değil, geri dön.”
“Anlaşıldı.”
Kabin kapağı tıslayarak açıldı. Çölün kadim havası içeri doldu. Okan, kaskını son kez kontrol etti ve lambasını yaktı. Yerdeki deliğe yaklaşıp karanlığa doğru atladı. Karanlık koyulaşıp, duvarlar üzerine geldikçe çatlağa doğru ilerlemeye devam etti.
Okan çatlağın ağzında birkaç saniye hareketsiz kaldı. Nefesi kaskın içinde yumuşak buğular bırakıyor, eldivenlerinin üzerinde ince bir toz tabakası birikiyordu. Çatlağın içinden gelen loş mavi yansıma gözünde hafif bir tedirginlik uyandırdı; dronların ışıkları hâlâ silindirin üzerinden dans ediyordu.
Nalan’a seslendi: “Ulaştım... Silindir ve mikrodronlar tam önümde. ”
“Silindiri görüyorum,” dedi Okan. “Dronlar hâlâ yanında. Gövdelerinde ciddi hasar var. Birinin dış kabuğu neredeyse açılmış.”
Nalan yutkundu. “Onlara dikkat et. Gövde bütünlüğü raporları sınırda.”
Okan yavaşça eğildi, silindirin yanına çömeldi.
“Burak,” dedi Okan. “Görüntüyü analiz et. Yüzey gerilimi veya kinetik bir tehdit var mı?”
“Tehlikeli görünmüyor.” diye yanıtladı Burak.
Okan eldivenini silindire doğru uzattı.
“Dur,” dedi Nalan hemen. Sesi sertti ama telaşla karışık. “Temas etmeden önce yüzeyi hafifçe yokla. Direkt kavramaya çalışma.”
Okan başıyla onaylayıp parmak uçlarını yüzeye dokundurdu. Soğuktu. Çölün derinliklerine ait bir soğukluk… cam gibi ama taştan daha hafif.
“Bir reaksiyon yok,” dedi. “Yüzey sabit.”
“Yani düşürme,” diye mırıldandı Nalan.
Silindiri iki eliyle kavradı. Elinin altında neredeyse hiçbir ağırlık hissetmedi; sanki boş bir kabuktu, sanki içinde saklı olan şey dokunulmaz bir sessizliğe gömülmüş bir toz zerresi kadardı.
Okan kısık bir sesle: “Kavradım.”
Okan silindiri göğsüne yakın tutup yavaşça geri adım attı. O sırada mikrodronlardan birinin küçük ışıkları birkaç kez yanıp söndü, sonra tamamen karardı.
Okan geri dönüp baktı. “Gövdesi tamamen kilitlenmiş. Enerji çekirdeği durmuş olabilir.”
Okan başını hafifçe salladı. “Tamam. Dışarı çıkıyorum.”
Silindiri göğsüne bastırarak çatlak ağzına doğru ilerledi, çıkıştaki ışık gitgide genişledi. Mağaranın çıkışına baktı. Mağaraya girmek için atladığı delik yukarıdaydı ve yükseklik dört metreydi.
Okan dudaklarını kıpırdattı. “Denemek zorundayım.”
“Hazırım...” dedi Okan, sesi kararlı ama temkinliydi.
Okan tüm gücüyle yukarı doğru fırladı. Keşif elbisesinin mikro roketleri bacaklarının itişini destekledi ve gövdesi hızlıca yükseldi. Ayaklarının altındaki toz, halka şeklinde savrulan bir bulut oluşturdu.
10.4. YAKALAYIŞ
Ancak elindeki silindirin ek ağırlığı, ivmenin yeterli olmasını engelledi. Okan, çatlağın kenarına yalnızca tek eliyle zorlukla tutunabildi. Silindir bir kolunun altındaydı. Kaygan kayaya tutunmuş halde sallanırken boşlukta debeleniyordu. Silindiri düşürmemek için mücadele ederken, ayaklarının altında derin bir ağız gibi açılan boşluk onu tehdit ediyordu. Parmaklarının uçları tam pes edeceği anda, yukarıdan bir el uzandı ve bileğini demir gibi bir kavrayışla yakaladı.
Tüm gücüyle Okan’ı yukarı çekti. Okan düz zemine çıktığında dizlerinin üzerine düştü ve ikisi de birkaç saniye yalnızca hızlı nefes alışlarını dinledi.
Nalan hemen diz çöküp ona sarıldı. Kasklar birbirine hafifçe vurdu. “İyisin, değil mi?” diye sordu Nalan, sesi hâlâ titriyordu.
Nalan daha fazla üstelemedi. Yalnızca bu tuhaf nesnenin içlerinde nasıl bir sır taşıdığını düşünerek bakışlarını silindire çevirdi.
Araçları hızlanarak evlerine doğru, ufukta bir nokta gibi kayboldu ve doğrudan evlerinin garaj girişine doğru alçaldı.
Garaj kapıları açıldı. Güneş ışığı loş hangar ortamında dağılırken uçan araç içeri indi. Motorlar sustuğu anda duvarlardan iyonize hava akımları fışkırdı ve aracın üzerindeki tozu tamamen sökerek yere doğru süpürdü.
Kapılar açıldığında Okan ile Nalan araçlarından çıkıp hangara adım attılar. Okan silindiri hâlâ göğsüne bastırıyordu. Kaskından yansıyan nesnenin soluk mavi ışığı ona yabancı bir ifade kazandırmıştı.
10.5. KİLİT
Evin girişindeki Hijyenik Servis Kapısı, onların biyo-imzasını algıladığı anda mavi renkte parladı. Ultraviole ışık ve iyon sisinden oluşan sterilizasyon döngüsü fısıltı gibi etraflarında dolaşmaya başladı.
Nalan derin bir nefes aldı. Kaskını çıkarmak için elini kaldırırken yüzünde yorgun ama başarılı bir görev dönüşünün huzuru vardı.
Okan sessizce konuştu. “Sonunda geldik. Şimdi şu şeye bakabiliriz.”
Nalan eli havada kalmış halde kaskı çıkarmaktan vazgeçti.
Nalan: “Nesne bir silindir. İncelemek için getiriyoruz. Kapıyı aç.”
Evin yapay zekası itaat etmeyi reddetti.
Sahara Reborn: “Sınıflandırılamayan nano materyal algılandı. Potansiyel biyolojik tehdit. Enerji içeriği bilinmiyor. Radyoaktif veya biyo kimyasal imza yok fakat yapısal anomali aşırı yüksek. Ev güvenlik protokolü yürürlükte. Hijyenik Servis Kapısı açılmayacak!”
Okan dişlerini sıkarak kaskın kenarına vurdu.
Okan: "Burak! Kapının güvenlik kodlarını devre dışı bırak"
Kapı, ultraviyole ve iyon sis döngüsünü yeniden başlattı. Işık titreşti, sis hızla hareket etti ve tüm süreç saniyeler içinde tamamlandı. Sis dağıldığında Reborn’un sesi bu kez daha keskin geldi.
Sahara Reborn: “Sterilizasyon başarısız. Yabancı madde alfa seviyesi geçirimsiz yapıda. Risk sınıflandırılamıyor. Hijyenik Servis Kapısı kilitli kalacak. Ev halkının güvenliği için nesnenin garaj alanında bırakılması zorunludur.”
Nalan ile Okan kısa bir an birbirlerine baktılar. Ellerindeki silindir hiçbir makinenin tanımlayamadığı bir şeydi ve evleri bile onları içeri almıyordu.
10.6. GERİ ADIM
Okan, silindiri dikkatle uçan araçlarının açık olan kargo bölmesine geri taşıdı ve onu sabit bir yüzeye, nazikçe yerleştirdi. Bir an tereddüt etti, sanki bir sırrı geride bırakıyormuş gibiydi. Kapıyı kapattı ve Nalan’ın yanına döndü.
Okan: “Bıraktım tamam. Şimdi artık içeri girebilir miyiz?”
Hijyenik Servis Kapısı üçüncü kez iyon sisi ve UV döngüsünü başlattı. Parıltı duvarlara yansıdı, sis dağıldı ve kapı ışıkları yeşile döndü.
Sahara Reborn: “Yabancı madde ortamdan ayrıldı. Tehdit seviyesi normal. Hijyenik Servis Kapısı açılıyor.”
Okan ve Nalan kasklarını aynı anda açtılar. Elbiseleri üzerlerinden gevşeyip çıktı. Onları yerde bırakıp üzerinden geçip ikisi de içeri girdi. Duvardaki boşluğa çekilen elbiseler kuru temizleme siteminden geçip dolaplarına yerleşti.
Nihayet evin ana yaşam bölümüne ilerlerken göğüslerindeki baskı hafifledi. Garajda, aracın içinde yalnız bırakılmış olan silindiri Burak sensörleriyle izlemeye devam ediyordu.
10.7 YENİ STRATEJİ
Evin ışıkları onların biyolojik ritmine göre ayarlanmış yumuşak sarı bir tonda parlıyordu. Otomutfağa geçtiler. Nalan, mutfağın dokunmatik paneline hafifçe dokundu ve günlük besin değerlerine uygun sıcak bir akşam yemeği seçti. 3D yemek yazıcısı hızla çalışmaya başladı; pişti, tabaklara yerleşti. Okan ve Nalan masaya oturdular.
Evin yapay zekası, hiç gecikmeden yanıtladı. Tonunda tartışmaya yer yoktu: Sahara Reborn: “Reddedildi. Yabancı madde ev içi ortama zorla sokulursa, yeni tehdit seviyesi Kırmızı olur. Bu, evin artık ev halkı için güvenli olmadığı anlamına gelir. Otomatik Tahliye Prosedürü başlar ve sonra ev kendini kapatır. Açılmadan önceki ilk durumuna geri döner. Tekrar açılmaz.”
Nalan ve Okan birbirlerine dehşetle baktılar.
Okan: “Duydun mu? Evi sonsuza kadar mühürlemekle tehdit etti.”
Nalan, seslendi: “Sahara Reborn, Otodoktor tarama yapmak için hangi teknolojileri kullanıyor?”
Sahara Reborn: “Otodoktor’un teşhis modülü çok spektrumlu görüntüleme, kuantum manyetik rezonans taraması, nötron tomografisi, holografik lazer tarama, nano sonar, biyo-sensör spektroskopisi ve kuantum veri çözümleme içerir. Bu konuda ayrıntılı bilgi ister misiniz?”
Nalan şaşkınlıkla sorar: “Neden nötron tomografisi var?”
Sahara Reborn: “Otopsi için. Ölüm sonrası teşhis, adli soruşturmalarda yasal kanıt sağlar. İmplantların iç yapısını kontrol etmek. Metal kaplamalı tıbbi cihazların arızasını anlamak. Bu konuda ayrıntılı bilgi ister misiniz?”
Okan: “Otodoktor odasına gideceğim. Teşhis modülü sökülebilir bir birim. Onu yerinden çıkarıp garaja taşıyacağım. Taramayı orada yapabiliriz”
Nalan’ın yüzündeki endişe ile merak arasında gidip gelen ifadeyi izledi. Bu plan hiç de güvenli görünmüyordu ama ilk kez çözüme yaklaşmış gibiydiler.
BÖLÜM 11: SİLİNDİRİN SIRRI (M.S. 7990)
11.1. OTODOKTORU TAŞIMA
Yemek bittikten sonra ikisi de sessizce ayağa kalktı. Evin ışıkları, biyolojik ritimlerine göre yumuşak bir uyku moduna geçmek üzereyken Okan sesli komutla ışıkları yeniden parlattı.
Kapı, küstüm çiçeğinin yaprak yaprak açılışı gibi sessizce aralandı. İçeride her şey steril bir laboratuvar gibi görünüyordu. Duvar boyunca uzanan beyaz kablolar, medikal robotik kollar ve ortada duran kubbe şeklindeki ana tarama modülü… Otodoktor’un merkez sistemi.
Nalan: “Tamam sakin. Bu beklenen bir tepki. Devam etmeliyiz.”
Okan hızla diğer mandalları da söktü. Bir kablo daha çıkarıldığında modül hafifçe titreşti.
Sahara Reborn: “Ev içi sağlık izleme sistemi devre dışı kaldı. Bu durum kullanıcı güvenliği için risk oluşturabilir. Standart prosedür gereği yetkili teknik servisi çağıracağım, lütfen onay verin.”
Koridor boyunca yürürken modülün altındaki sensör ışıkları hafifçe titriyordu. Okan ve Nalan her adımda birbirlerine daha sıkı odaklanıyorlardı. Ev sessizdi ama her an sistemin yeniden alarm verebileceği gergin bir atmosfer vardı.
Kapı açıldı.
Nalan: “Tamam. Başlıyoruz.”
11.2. OTODOKTOR GARAJDA
Garajın kapıları kapanınca ortam loş bir turuncu ışığa büründü. Duvarlardaki servis panelleri, Okan ile Nalan’ın yaklaşmasını algılayınca hafifçe yanıp söndü. Otodoktor modülü iki kişi tarafından taşınabilecek bir hacimdeydi ama yine de ağır hissediliyordu. İçindeki manyetik stabilizatörler hareket ettikçe düşük bir uğultu çıkarıyordu.
Okan modülü yere indirdi ve diz çöktü. Kasa üzerindeki servis kapağını açtı. Kablolar bu kapaktan dışarı doğru uzandı. Her bir kablonun ucunda kırmızı, mavi ve sarı renk kodları vardı.
Nalan: “Giriş portunu buldum. Buradan güç alabiliriz.”
Okan başını salladı. “Tamam. Burak’ın veri kablosunu ve ana güç hattını garaj terminalinden çıkarıp yerine otodoktoru bağlayacağım.”
Okan: “Bunlar Nöral lifler. Otodoktorun biyolojik veri işleme katmanına bağlı. Yanlış bağlarsak kendi kendine kapanır.”
Nalan: “Bunlar da Optik lifler. Görüntüleme sistemi için. Tomografi, ultrason, mikro spektrum ne varsa bunlardan geçiyor.”
Okan: “Kuantum bağlantıları buldum. İşin en tehlikeli kısmı. Kuantum tarayıcı çalışırken kendi kendini referanslıyor. Eğer yanlış sırada bağlarsak bütün tarayıcı çakışır.”
Nalan: “Manyetik akış hatları bunlar olabilir. Konum sabitleme için. Tomografi sırasında nesneyi milimetre hassasiyetinde tutuyor.”
Okan: “Bu kablolar Biyosensör hücreleri. Genellikle cerrahi müdahale sırasında mikro dokulara uyum sağlamak için kullanılıyor. Bağlayınca kendi kendine kalibre olur.”
Son veri iletim kablosunu taktıkları sırada evin yapay zekasının sesi garajın metal duvarında yankılandı.
Sahara Reborn: “Uyarı. Otodoktor modülü steril olmayan bir ortamda kurulması kullanıcı güvenliği protokolüne aykırıdır. Ölçümlerin doğruluğu garanti edilemez. Bu işlem tavsiye edilmez.”
Okan dişlerini sıktı. “Bunu biliyoruz gıcık yapay zeka. Sana inat devam ediyoruz.”
Nalan: “Enerji taşıyan ana iskelet bunlar. Bir tür sinir sistemi. Bu nanotüp ağlar olmadan modül açılmaz.”
Nalan güç kablosunun bağlantı noktasını yerine oturttu. Küçük bir kıvılcım çıktı ve modülün yan paneli hafifçe titreşti. İçindeki manyetik çekirdek yeniden hizalanırken derin bir uğultu garaja yayıldı. Terminalin ekranında hızlı bir tanı dizisi akmaya başladı. Satırlar birbiri ardına kayıyordu.
Sahara Reborn: “Bağlantı kuruldu. Otodoktor modülü garaj ortamında geçici çalıştırma moduna alındı.”
Nalan gergin bir nefes verdi. “Harika. Cihaz tepki veriyor.”
Okan modülün üst panelindeki başlatma tuşuna uzandı. “Hazır mısın?”
Nalan: “Evet. Bunu görmek zorundayız.”
Okan düğmeye bastı.
Otodoktor’un ana gövdesi içten bir ışıkla parlamaya başladı. Panelleri milim milim açıldı. İnce lazer tarama çubukları dışarı doğru uzandı. İçeriden soğuk hava veren bir sensör fanı devreye girdi. Cihazın önündeki projektör yuvası açıldı.
Sahara Reborn: “Otodoktor modülü başlatıldı. Sistem hazırlığı yapılıyor.”
Garajın kapalı atmosferi içinde metalik bir tıkırtı duyuldu, ardından cihazın üzerinde küçük bir holografik arayüz belirdi. Arayüzde iki kelime yanıp sönüyordu.
TARAMAYA HAZIR...
Okan ile Nalan yan yana durdu. Işık yüzlerine vururken ikisinin de gözlerinde aynı şey vardı. Korku. Merak. Ve belki de geri dönülmez bir adımın başlangıcı.
11.3. GARAJDA TARAMA
Okan uçan aracın bagaj kapısını açtı. Okan, silindiri iki eliyle kavrayıp Otodoktor’un tarama yatağının içine bıraktı. Yatağın çeperlerinde turuncu ışıklar yandı. Silindir yerleşince ışık rengi beyaza döndü.
Cihazın içinden derin bir uğultu yükseldi. Çok katmanlı lensler birbirinin içine doğru hareket etmeye başladı. İnce titreşim dalgaları garajın duvarlarında yankılandı. Tarama ışıkları ritmik olarak yanıp sönüyor, sensörler bir an kızılötesi sonra mor ötesi aralıkta parıldıyordu.
Garajın içinde sessizlik çöktü. Otodoktor’un beyaz ışıkları silindirin üstünde titreşirken sanki içerdeki ağ, uykusundan habersizce kıpırdanıyordu.
11.4. Kemo Ototrofik Şehir Tohumu
Otodoktorun monitöründe akan veriler yavaşladı. Tarama grafikleri giderek sakinleşti. Karşılarına çıkan görüntü siyah gri ağ örgüsünün üç boyutlu bir modeliydi. Okan ve Nalan aynı anda nefesini tuttu.
Otodoktor: “İskelet, karbon nanotüp ve grafen tabakalarından oluşan kendini onaran bir yapı. Enerji akışı düşük seviyede devam ediyor. Yapı, dış ortamdan karbon alıp bunu yeni malzeme üretmek için kullanabilecek potansiyele sahip.”
Nalan kaşlarını kaldırdı. “Bu kendi kendine büyüyebilir anlamına geliyor.”
Okan başını salladı. “Ama Dünya ortamında değil. Bu yapı oksijende kapanıyor. Tarama verileri öyle söylüyor.”
Nalan düşüncelere daldı. “Venüs bulutlarında ise kükürtlü bileşikler bol. CO₂ zaten çok yüksek. Enerji kaynağı doğal olarak orada var.”
Okan hemen simülasyon ekranına geçti. “Yani Venüs atmosferi, bu şey için besin gibi.”
Nalan: “Elde ettiğimiz verileri yapay zekaya yükleyip yorumlamasını sağlayalım. Bakalım bizim fark etmediğim neler fark edecek.”
Nalan ve Okan yere oturup sırtını garajın duvarına yasladılar.
Nalan'ın seslendi: “İkimiz için Neuroverse Earth 8000 bağlantısını etkinleştir.”
Sistemin yapay sesi metalik bir dinginlikle yanıt verdi: “Sanal evren nöral bağlantısı hazır. Lütfen gitmek istediğiniz konumu söyleyin.”
Okan’ın dudakları kıpırdadı: “Mağaraya… bizi mağaraya götür. Otodoktor verilerini duvardaki çizimlerle karşılaştır.”
Tam o sırada yapay zeka, mağarada dronların kaydettiği duvar görüntülerini tekrar devreye aldı. İkili duvardaki sekiz aşamalı diyagramın üç boyutlu simülasyonunun odanın ortasına yansıdığını gördü.
Earth 8000: “Diyagramdaki süreç ile nesnenin iç yapısında kullanılan kimyasal mekanizmalar arasında yüzde doksan iki uyum bulundu.”
Nalan irkildi. “Ne uyumu?”
Earth 8000 sekiz aşamayı yeniden gösterdi. Duvardaki çizimlerden çıkan ışık akışı, ekranda Otodoktor’un kimyasal reaksiyon bulgularıyla üst üste çakışıyordu.
Earth 8000: “CO₂ yakalama. Sülfürik asit indirgenmesi. Karbonmonoksit oluşumu. Fischer Tropsch benzeri zincir büyümesi. Karbon nanotüp çoğalması. Kendini kopyalama. Atmosferden hidrojen ayırma. Hacimsel büyüme.”
Okan’ın nefesi kesildi. “Bekle. Bu… silindirin içindeki sistem ile aynı süreç.”
Nalan şaşkın bir şekilde duvardaki Venüs sembolünü işaret etti. “Mağaradaki tarifin tamamı Venüs atmosferi için çizilmişti.”
Earth 8000: “Her iki veri grubu birleştirildiğinde silindirin içindeki yapının Venüs atmosferinde büyümek üzere tasarlanmış bir kemo ototrofik şehir tohumu olma olasılığı yüzde seksen sekizdir.”
Sessizlik çöktü. Okan ve Nalan birbirlerine baktı. Bu kez bakışlarında korku kadar hayranlık da vardı.
Okan: “Kendiliğinden büyüyen uçan şehir tarifini çözmüş olabiliriz.”
Nalan: “Hayır. Bu sadece tarif değil. Silindirin içindeki şey… o tarifin ilk hücresi. Şehrin çekirdeği. O tohum olmadan reaksiyon çalışmaz.”
Earth 8000 devam etti.
Earth 8000: “Diyagramın son aşaması sonsuz ekspansiyon. Bu, sistemin durmaksızın katlanarak büyümesi anlamına gelir.”
Okan yutkundu. “Yani biri Venüs’te kendi kendine çoğalan şehirler inşa etmek istemiş.”
Nalan fısıldadı. “Ya da gerçekten başarmıştı.”
Okan yutkundu. “Venüs'te bununla ilgili hiç bir kalıntı yok. Başardılarsa sonradan yok mu oldu? Ama neden?”
Odanın ışıkları bir an titreşti. Okan, silindiri tutuşunu hatırladı. Hafifti. Zararsız gibiydi. Ama aynı zamanda bir gezegenin üstünde şehir kurabilecek bir organizmanın tohumu olabilirdi.
Nalan sessiz bir şaşkınlık içinde sordu.
“Peki bu şey neden Dünya’da bu kadar sessizdi?”
Earth 8000: “Oksijen ortamı büyümeyi durdurur. Sistem kendini koruma için uykuya geçer.”
Okan: “Yani biz aslında yaşamaya çalışan bir teknolojiye bakıyoruz ama ortamı yanlış. Bu biyolojik olmayan bir yaşam formu.”
Nalan: “Ve mağaradaki uygarlık bunu biliyor olmalıydı.”
Earth 8000 son veriyi sundu.
Earth 8000: “Duvarlarda işaretlenen Venüs sembolü, sürecin optimum atmosferini belirtir. Bu silindirin içindeki yapı Venüs’te aktif olurdu. Orada büyür, çoğalır ve koloniler kurardı.”
Okan derin bir nefes aldı.
“Biz Venüs’ün ‘uçan şehirlerinin’ tohumunu tutuyor olabiliriz.”
11.5. PAYLAŞMALI MI?
Okan beyin-bilgisayar arayüzü (BCI) ile silindirin karbon kaynağı elde etmek için sülfürik asidin termolizi simülasyonuna bakıyordu. Nalan aynı bağlantı ile mağaranın taramalarını büyütüp küçültüyor, her defasında yüzlerinde aynı kaygı beliriyordu.
"Tam da bu yüzden dikkatli olmalıyız" dedi Okan. "Bu sadece eski bir teknoloji parçası değil. İşleyişini anlamak zaman alacak. Üstelik Venüs atmosferinde kendi kendine büyüyen karbon fiber temelli bir yapıdan söz ediyoruz. Bunu duyan herkes projeye çökmek ister."
BÖLÜM 12: İNOVASYON KONSEYİ (M.S. 7990)
12.1. BARDAWİL’E GİDİŞ
Pencereden süzülen ışık, odanın köşelerini yavaşça altın rengine boyuyordu. Ufuk çizgisinde solgun bir turuncu, geceyi sessizce geri çekiyor, kum denizinin üzerinde ince bir parıltı bırakıyordu. Okan çoktan uyanmış, pencerenin kenarında dışarıyı izlerken yapılacak hazırlıkları zihninde tartıyordu.
Sessiz adımlarla otomutfak bölümüne geçti. Nalan hâlâ uyuyordu; yüzünde uykunun dinginliği vardı. Okan parmağını otomutfağın “Kavhaltı” menüsüne dokundurdu. Holografik listede dünyanın dört bir yanından seçenekler belirdi: Serpme Kahvaltı, Full English Breakfast, Petit Déjeuner, Asagohan, Desayuno Mexicano, Frühstück, Halim Kahvaltısı, Colazione, Dim Sum, Continental Breakfast.
Okan “Serpme Kahvaltı” üzerine dokunduğunda makine içten bir titreşimle çalışmaya başladı. Panelde yazılar belirdi: Zeytin, peynir, bal, kaymak, börek, yumurta, reçel ve çay hazırlanıyor. Metalik kolların sessiz hareketleri arasında taze ekmek kokusu yayılmaya başladı; sabahın havası bir anda sıcak bir sofranın davetkâr kokusuyla doldu.
İkisi birlikte otomutfak bölümüne geçtiler. Masada beliren tabaklar, sabah ışığıyla parıldıyordu. Nalan gülümseyerek oturdu, gözleri sofranın çeşitliliğinde dolaştı. “Enerji karışımı da alsam iyi olur,” dedi. Ardından sesi ciddileşti: “Bardawil’e varınca dikkatli olmamız gerekecek.”
Okan çayından bir yudum aldı, “Şehir kuran çekirdek...” dedi. Bakışlarında uzak bir ışık parladı. “O çekirdeği uyandırabilirsek insanlığın geleceğini değiştirebiliriz.”
...
Kahvaltılarını bitirdikten sonra garaja indiler. Otodoktorun tarama yatağından çıkardıkları silindir artık gri bir kumaşla sıkıca sarılmıştı; sıradan bir kargo parçası gibi görünüyordu.
Okan onu özenle Burak’ın kargo bölmesine yerleştirirken, Nalan koltuğuna geçti. Gözlerinde kararlı bir parıltı vardı.
Okan: “Hazırım sayılır. Otodoktoru döndüğümüzde odasına taşırız.”
Koordinatlar holografik bir çember halinde parıldıyor, sanki onları çağırıyordu.
Burak’ın motoru derin bir uğultuyla çalıştı. Yerçekimini dengeleyen "Nano-iğne iyon iticileri" titreşerek devreye girdi, ardından "kontrollü magnetoplazma yastık" çalışarak araç yumuşak bir yükselişle havalandı. Altlarında uzanan kum denizi sabah ışıklarıyla altın bir dokuya bürünmüş, dalgalanan bir okyanus gibi görünüyordu. Atmosfer sakin, görüş açıktı; ama ikisinin de içindeki gerilim sessizliği keskinleştiriyordu.
İki saat sonra Bardawil Lotus Şehri’nin biyomimetik yapıları ufukta belirdiğinde Burak hızını azalttı. Gölün tuzu serin bir sis gibi havaya karışmıştı. Bardawil gölünün dalgaları akşam rüzgârında hafifçe kıpırdayarak zamanın kalbinde saklı bir hatırayı uyandırıyor, rüzgârla konuşan bir ayna gibi geçmişi ve geleceği aynı anda yansıtıyordu. Gölün üzerinde yüzen futbol sahası büyüklüğünde dev lotus yaprakları rüzgârla bir nefes gibi inip kalkıyordu. Şehir canlı bir organizma gibi görünüyordu.
...
Nalan kahkaha attı. “Evet, embriyo falan yokmuş, sadece kod. Sonra da ‘Simülasyon tamam, haydi basıyoruz’ deyip yan odada "DNA dizgi makinesi" kromozomları yazmaya başlıyormuş. Sanki tanrı olmak çocuk oyuncağıymış gibi.”
“İlk denekleri de unutmadım,” dedi Okan gözleri parlayarak. “Üç tonluk nar. Bilim Konseyi’nin bahçesine diktiler, dal kırılmasın diye karbon iskele kurmuşlardı. Bir meyve, Burak’tan ağırdı be!”
Nalan derin bir nefes aldı. “İşte bu yüzden bizim bulduğumuz şey onları çok ilgilendirecek. Onlar canlıyı sıfırdan yazmayı öğrendi ya… Biz de cansızı canlı gibi büyütmeyi öğrendik. Venüs odasında test etsinler yeter.”
Okan elini sıktı. “Mağaradan bahsetmiyoruz, değil mi?”
“Tabii ki hayır,” dedi Nalan gülerek. “Sadece ‘kendi kendine büyüyen karbon fiber’ diyoruz. Zaten meraklarından çatlayacaklar.”
Burak alçalırken plazma yastığı suyun üstünde ince bir sis kaldırdı. Araç iniş platformuna dokunduğunda, zarif bir hareketle durdu. Nalan derin bir nefes aldı. Bardawil gölünün yüzeyine serpilmiş devasa nilüfer yapraklarına benzeyen biyomimikri yapılar, suyun altından geçen şeffaf yollar ve Lotus kulesi onları bekliyordu.
12.2. AİLE ZİYARETİ VE MÜJDE
Uçan araçtan indiklerinde Bardawil’in soluğu, göğe yükselen bir dua gibi onları sardı. Hafif rüzgâr nilüfer çiçeklerinin pembe yapraklarını havada savuruyor, güneşin altında parlayan minik gezegenler gibi etraflarında dönüyordu. Çölün sessizliğinde geçen günlerin ardından şehre döndüklerinde, tanıdık kokular taşıyan bu dünya onlara yeni bir farkındalık ve yepyeni bir bilinçle önlerinde seriliyordu.
Bardawil’in kıyılarında mor damarlı nilüfer yaprakları hafifçe titreşiyor, şehir suyun üzerinde soluk alıp veren bir canlı organizma gibi görünüyordu.
Nalan’ın ailesinin evi, şehrin dış halkasında, suyun üzerinde zarifçe salınan konutların arasında yer alıyordu. Lacivert ve beyazın iç içe geçtiği mimarisi, açmakta olan bir çiçeğin dingin güzelliğini andırıyordu. Kapı onları tanıdı, sessizce açıldı. İçeride hafif portakal kokusu yayılıyor, evin duvarları sanki misafirlerini karşılamak için nefes alıyordu. Naima ile Yusuf salonun ortasında belirdi; gözlerinde özlem ve sevinç vardı.
Salonun misafir bölümü, dalgaların ritmini taklit eden bir atmosferle doluydu; sanki deniz, evin altından usulca nefes alıyor, ayakların altında kıpırdanıyordu. Her köşeden yayılan bu titreşim, mekâna hem huzur hem de gizem katıyordu. Bir pencere, geceyi fosforlu bir masala dönüştüren biyolüminesans ormanlarını gözler önüne sererken; diğer pencere, Lotus Tower’ın göğe yükselen ihtişamını çerçeveleyerek manzarayı tamamlıyordu. Böylece ev, doğanın büyüsü ile insanın yarattığı görkem arasında bir köprüye dönüşüyordu.
Nalan mutfağa geçmeden önce ellerini yıkamak için lavaboya girdi. Çıkarken lavabonun sensörlerinden biyolojik tarama sonuçları geldi. Nalan istemsizce durdu.
Bir anlık sessizlik… Zaman sanki dondu. Nalan dönüp kapının önünde duran Okan’a baktı. Okan’ın gözleri büyüdü, yüzünde korkuyla karışık bir sevinç belirdi.
Evin otodoktor bölmesi açıldı. Nalan içeri uzandığında panel onu yumuşak bir ışıkla sardı. İnce ışık çizgileri bedenini tararken, odanın havası sanki mucizevi bir sessizlikle doldu.
Nalan’ın gözlerinden yaş süzüldü. Yusuf yanında duruyor, gözleriyle onunla aynı mucizeyi soluyordu.
O an evin içinde zamanın akışı değişti. Nilüfer kokusu, dalga sesleri ve ışık huzmeleri tek bir melodide birleşti. Okan ile Nalan’ın zihninde aynı düşünce belirdi: Bir mucize başlamıştı. Artık Konsey’e yalnız bir çift olarak değil, büyüyen bir aile olarak oturacaklardı.
12.3. KEŞİF ROBOTU ÖNERİSİ
Naima ile Yusuf’un sevinci yavaşça dingin bir meraka dönüştüğünde, salondaki hava ağırlaştı.
Nalan mutfağa geçti, otomutfak arayüzünü açtı. Menüde dolaşırken gözleri takıldı: adaçayı, sinameki, yüksek doz kekik… hepsi griye dönmüş, sistem tarafından sessizce pasifize edilmişti. Otomutfak, belli ki Otodoktor’dan gelen katı protokol talimatlarıyla listeyi gebelik için uygun hale getirmişti.
“Dört adet ıhlamur,” dedi Nalan, otomutfağa sesli komut vererek. Birkaç saniye sonra tezgâhın üzerinde buharı tüten, geleneksel usulle demlenmiş ıhlamur çayları belirdi.
Okan Nalan’a yaklaştı. Bardakları kavrarken hafifçe gülümsedi: “Ihlamuru şekersiz sevdiğini sadece otomutfak değil, ben de biliyorum… Hatta çocukken ıhlamur içmeden önce mutlaka yün eldivenlerini giydiğini de biliyorum.”
Okan bardakları dağıtırken, odanın içine yavaşça yayılan ıhlamur kokusu duyuldu. Yusuf’un bakışları ikisinin yüzünde gezindi; bir şeyleri sakladıklarını sezmiş gibiydi.
Yusuf onları dikkatle izliyordu. Nalan’ın sesindeki heyecan ile Okan’ın kelimelerini özenle seçmesi ona bir şeyler anlatıyordu. Ama ne olduğunu tam adlandıramıyordu.
“Hazır gitmişken başka bir şey yaptınız gibi geliyor” dedi yumuşak bir sesle.
Yusuf elini havada yumuşak bir hareketle döndürdü. Havada çizdiği çemberin içi bir anda ışıkla doldu. Odanın ortasında dalgalı bir hologram yükseldi. Metalik çizgilerin ve saydam pencerelerin içinden yüzlerce keşif robotu akmaya başladı.
Yusuf parmaklarını ince ayar yapar gibi hareket ettirdi. Modeller birer birer yan tarafa kaydı. Kum tırtılı küçük gezginler. Mağara içi örümcek tipi tarayıcılar. Dört ayaklı ağır kargolar. Nalan ile Okan sessizce izlerken Yusuf’un yüzündeki düşünceli ifade değişmedi. Aradığı model ekrana geldiği anda elini aşağı doğru indirip görüntüyü sabitledi.
“İşte bu.” dedi.
Hologramdaki robot, kaslı bir hayvanın zarafetini taşıyan mekanik bir leopardı. Gövdesindeki segmentler nefes alıyormuş gibi açılıp kapanıyordu.
“Çöl bölgesine adım atacaksanız size Nil serisinin yedinci modelini öneririm. Biz ona Nil Yedinci Kuşak deriz. Leopar formunda tasarlandı. Doğadan aldığı ilham sayesinde kayalık yüzeylerde dengeli adımlar atar, ani sıçramalarla engelleri aşar ve dar geçitlerde sessizce süzülür. Hem kumda hem de taş zeminde iz bırakmadan ilerler. Çevresindeki en ufak ısı izini yakalayabilir. Gerektiğinde mağaraların derinliklerine girer, dar tünellerde kaybolmadan yolunu bulur ve karanlıkta bile haritalar çıkarır.”
Robot başını hafifçe kaldırdı ve sensörleri titreşen bir ışık gibi parladı. Hologram, odanın ortasında nefes alan bir canlı yanılsaması veriyordu.
Okan ile Nalan sessizce başlarını salladılar. Onlara haklı olduğunu söylemek istemiyorlardı ama sözleri mağaranın o derin sessizliğini yeniden hatırlatmıştı.
Nalan ile Okan birbirlerine baktılar. Konuşmak istedikleri çok şey vardı ama bugün sevinç de paylaşılıyordu. Sırlarını Konseyle paylaşmadan söyleyecekleri cümleler ertesi güne kalacaktı. Bugün aileyle nefes alma günüydü.
12.4. KONSEY’LE İLK TEMAS
Nalan ve Okan sabah erkenden Konsey’in ana merkezine ulaştı. Girişte uzayan kuyruğa rağmen bina sessizdi. İçerideki görevliler neredeyse fısıltıyla konuşuyor gibiydi. Yüksek kubbeli salonda duvardan duvara uzanan veri perdeleri sürekli bilgi akıtıyordu.
Görevli başvuru formunu sisteme gönderdi ve onları bekleme salonuna yönlendirdi. Odanın penceresinden güneş ışığı holografik filtreden geçip yere mozaik desenleri düşürüyordu. Okan düşünceli halde oturuyordu, Nalan ise ayaklarını yere hafifçe vuruyordu.
Okan hafifçe öne eğildi. “Paylaşmak ister misiniz?”
Nalan ile Okan aynı anda durdu, nefesleri bir anlığına kesildi. Bekleme salonunda böyle bir iddia, sıradan bir proje gibi söylenmezdi.
“Belki biri, belki bir şey” dedi adam. “Belki evrenin karanlık bölgelerinde dolaşan daha tehlikeli güçlerden korunmamız için. Belki de bir üst uygarlığın bıraktığı bir güvenli bölge. Kesin olan tek şey şu. Bu boşluk bize zaman kazandırıyor. Büyümemiz, gelişmemiz ve fark edilmememiz için.”
“Görüşmek üzere” dedi kısık bir sesle. “Unutmayın. Bir gün bu boşluğun sınırına vardığımızda gerçek evrenle ilk kez karşılaşacağız.”
Nalan ve Okan adamdan uzaklaşarak kapıya yöneldi. Kapı açılırken ikisi de onun sözlerinin ağırlığını taşıyordu.
...
Görevlinin yönlendirmesiyle değerlendirme odasına girdiler. Kapının kapanmasıyla birlikte dışarının uğultusu kesildi. Onları karşılayan Konsey proje değerlendirme uzmanının yüzünde merak değil, protokolün soğuk çizgileri vardı.
“Başvurunuzu inceledik” dedi düz bir sesle. “Ne yazık ki laboratuvar tahsisi için yeterli ön bilgi sunmamışsınız. Venüs benzeri ortamlar yüksek maliyetli. Konsey kaynaklarının keyfi projelere ayrılmasına izin veremeyiz.”
12.5. YUSUFA GERÇEĞİ AÇIKLAMA
Konsey binasından ayrıldıklarında hava akşamın soluk ışığıyla doluydu. İkisi de konuşmadan yürüdü çünkü reddediliş yalnızca projelerini değil, içlerinde taşıdıkları o kırılgan umudu da sarsmıştı. Bekleme salonunda karşılaştıkları adamın sözleri yankılanmaya devam ediyor, KBC Boşluğu’na dair o tuhaf iddia bile şu an yaşadıkları hayal kırıklığını hafifletemiyordu.
Okan durup Nalan’a baktı: “Evet, başka seçeneğimiz yok.” dedi.
Nalan başını yavaşça salladı. Yusuf’a gidip gerçeği anlatmak zorundaydılar. Yaklaşan gece onların kararını ağırlaştırıyor, ama aynı zamanda yeni bir kapının aralandığını hissettiriyordu.
Yemekten sonra üçü oturma odasında sessizce yerleştiğinde ortamda hafif bir gerginlik vardı. Yusuf onların yüzlerine tek tek baktı ve daha önce sezdiği o çekingenliği tekrar gördü.
Bir süre sessizlik oldu. Yusuf’un bakışları ikisinin arasında gidip geldi. Gizemli bir şey sakladıklarını zaten biliyordu, şimdi parçalar daha da yerli yerine oturmuştu.
Odanın içindeki hava değişti. Okan ile Nalan aynı anda ona baktı.
12.6. YUSUF'UN BAĞLANTILARI
Yusuf ertesi sabah çalışma odasına geçip eski dostlarını aramaya başladı. Sol elini uzattı ve parmağındaki alyansı yüzüne doğru hafifçe çevirdi. Bu, doğrudan zihin bağlantısından önce ortaya çıkmış eski nesil bir iletişim yüzüğüydü. Yusuf başparmağını yüzüğe dokundurduğunda avucunun üzerinde ince bir ışık halesi belirdi. Avucunun ortasında küçük bir üç boyutlu arayüz yükseldi. Ekranı andıran bu saydam katman parmak hareketlerini izleyerek menüler açıyor ve kayıtlı kişilere ait minik holografik pencereler oluşturuyordu.
Yusuf önce derin bir nefes aldı. Dün akşam Nalan ile Okan’ın yüzündeki tedirgin ifadeyi, bir şeyleri saklamaya çalışırken aynı anda yardım bekleyen hâllerini hatırladı. Çocuklara duyduğu güven sesini daha kararlı bir tınıya büründürdü. Avucundaki arayüzde ilk isim belirdi: Dr. Bahara.
Yusuf yüzüğe hafifçe dokundu. Avucunun ortasında mavi ve titrek bir ışıkla Dr. Bahara'nın üç boyutlu görüntüsü belirdi. Görüntü o kadar keskindi ki kadının beyaz, dağınık topuzundaki kıvırcık teller bile seçilebiliyordu.
Yusuf avucundaki minyatür görüntüye doğru konuştu. Yüzüğün mikro kamerası onun yüz ifadesini Bahara'ya aktarıyordu. Yusuf gülümsedi: “Bahara, hâlâ o dilini çıkaran Einstein posteri altında mı çalışıyorsun?”
“Poster eskidi ama ben eskimem,” dedi Bahara. “Aramanın nedeni belli. Gözlerin ‘bir şey istiyorum’ diye bağırıyor.”
Bahara gözlüğünü çıkardı. “Nalan kızın değil mi? Daha üç hafta önce Lotus Kulesi’ndeki düğünde davetliler arasındaydım. Neden peki? Yine mi o ‘Resmî yapı yok’ bahanesi?”
Yusuf’un gülüşü sönüp yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. “Evet, tam kendisi. ‘Resmî yapı yok’ bahanesi yılan hikayesine benziyor. O yüzden seni aradım.”
Bahara'nın minyatür yüzü kaşlarını çattı. “Klasik bürokrasi... Peki bu gençlerin seni bu kadar heyecanlandıran projesi ne?”
Bahara bir süre durdu. Parmakları çenesine giderken gözleri hafifçe kısıldı. Düşünürken posterin yansıması gözlüklerine vuruyor, sanki formüller zihninde akıyordu.
Yusuf başını eğerek teşekkür etti: “Mükemmel. Nalan sana ayrıntıları gönderir. Bu gençler senden daha fazla ilham alacak.”
Yusuf yüzüğü hafifçe sıkarak görüşmeyi sonlandırdı. Bahara'nın mavi hologramı avucunda dağılarak kayboldu. Avucunun ortasında tekrar üç boyutlu arayüz yükseldi.
İkinci arama için Yusuf yüzüğün menülerini değiştirerek sadece sesli iletişim modunu seçti. Konsey bütçe işlerine yakın olan Tarık’la yaptığı görüşmenin kaydı asla bir yere yansımamalıydı.
Yüzüğüne dokunduğunda menüde beliren yeni görüntünün arkasında, gri bir ofis duvarı ve ışıklarla dolup taşan dev bir veri paneli beliriyordu.
“Yusuf,” dedi Tarık. “Bu sürpriz oldu. Nasılsın? Konsey koridorlarında seni görmeyeli çok oldu.”
Yusuf’un sesi alçak ama emindi. “Beni tanırsın, bürokrasinin döndüğü yerde çok oyalanmam,” dedi. “Kısa konuşacağım. İki araştırmacının başvurusunu Konsey tekrar değerlendirsin istiyorum. Nalan ile Okan’ın başvurusunu nasıl bir kategoriye çevirirsek Konsey bütçesinden geçer? Bürokratik dili nasıl değiştirmeliyiz?”
Tarık başını kaldırdı. “Proje nedir?”
“Venüs’te karbon temelli otonom yapılaşma deneyi. Dr. Bahara akademik danışmanları.”
Tarık’ın dudakları ince bir çizgi oldu. “Bu başvuru olduğu gibi giderse reddedilir. Ama sen bunu teknoloji geliştirme kategorisine çevirirsen işler değişir.”
Tarık devam etti: “Çünkü Venüs simülasyon odası yüksek maliyet demek. ‘Merak’ için bütçe alamazlar. Yusuf, projeyi ‘Gezegenler Arası Yapı Malzemeleri Teknolojisi’ olarak yeniden çerçevele. Bütçeye ‘Kendi Kendini Onaran Otonom Enerji Sistemleri’ potansiyeli olarak sun. Bu, Konsey’in ticari ve askeri uygulama projelerine ayrılan havuzuna hitap eder.”
Yusuf başını eğdi: “Teşekkürler, Tarık. Bürokrasinin kapılarını açıyorsun.”
Yusuf artık Dr. Bahara desteğiyle ve “Uygulanabilir Teknoloji” çerçevesiyle güçlendirilmiş yeni bir başvuruya sahipti. Son ve en zorlu adım, Konsey Tahsis Komitesi’nin pragmatik üyesi Dr. Suna’yı bizzat ikna etmekti.
“Sizi duymak güzel, Yusuf,” dedi Suna. “Aramanı beklemiyordum. Umarım iyisindir.”
“İyiyim. Senin zamanını çok almayacağım.” Yusuf ses tonunu yumuşattı. “Nalan ve Okan’ın talebi hakkında konuşmak istiyorum. Venüs simülasyon odası tahsisi talep etmişlerdi.”
“Yusuf, onların bağımsız başvurusunu inceledik. Ön bilgiler yetersizdi ve maliyeti yüksek bir talep. Konsey’in Nalan ve Okan’ın başvurusunu protokol gereği reddettiğini biliyorsunuz,” dedi Suna. Sesinde hafif bir sabırsızlık vardı.
Yusuf avucundaki Suna’ya doğru biraz yaklaştı. Yüzüğün kamerasına bakarak gözlerinin samimiyetini Suna’ya iletmeye çalışıyordu. “Biliyorum, protokoller, bürokrasiler... Ama dinle. Dr. Bahara, Konsey’in gelmiş geçmiş en parlak teorisyenlerinden, onların ekibine katıldı. Artık ‘bağımsız’ değiller. Yani artık resmi olarak desteklenen, yüksek potansiyelli bir araştırma grubu oldular. Üstelik proje artık yapı teknolojisi ve otonom enerji başlığı altında. Bu yalnızca bilimsel bir merak değil. Ticari potansiyeli olan, yüksek getirili bir teknoloji adayı.”
Suna kısa bir sessizlik yaşadı. Yusuf onun zihninde açmaya çalıştığı kapıların tek tek oynadığını hissedebiliyordu.
Yusuf sesini alçaltıp avucundaki hologramın gözlerinin içine baktı. “Bu sadece Venüs kimyası üzerine bir deney değil. Eğer o karbon çekirdek kendini onarma ve enerji döngüsünü otonom bir şekilde kurarsa... Suna, bu, insanlığın gezegenler arası yapı malzemeleri sorununu çözer. Dış gezegenlerde sıfırdan anında büyüyen koloniler hayal et. Konsey’in bu potansiyel devrimi basit bir ret ile kaçırmasını istemeyiz, değil mi?”
Suna’nın minyatür yüzündeki sert ifade yumuşamaya başladı. Yusuf’un “gezegenler arası yapı malzemeleri” ve “devrim” kelimeleri onun pragmatik zihninde ticari ve stratejik değeri yüksek bir alarmı tetiklemişti.
Suna avucun içinde yavaşça başını salladı. “Anlıyorum. Dr. Bahara’nın katılımı ve yeni çerçeve, Konsey’in ‘Kurumsal Destekli Yüksek Potansiyel Projesi’ klasmanına girmesi için yeterli. Yeni başvuruyu bizzat kontrol edip üst kategoriye aldıracağım. Tahsis Komitesi’ne pazartesi günü için acil bir onay önerisi sunacağım. Yusuf, bu aramanız bekleme süresini kaldırmayı sağladı.”
Yusuf gülümsedi. “Teşekkürler. Gençlerin geleceğini açıyorsunuz. Yakında bu gençlerin Konsey’in en büyük başarısı olduğuna tanık olacağız.”
Yüzüğü hafifçe sıktı. Suna’nın hologramı yeşil bir toz gibi dağılırken Yusuf derin bir nefes aldı.
12.7. ZAFER
Pazartesi akşamı Nalan ve Okan, Yusuf’un çalışma odasında terminal ekranında Konsey’den gelen resmi bir bildirimi okudular. Ekran zaferin sade, soğuk metnini yansıtıyordu:
İNOVASYON VE BİLİM KONSEYİ PROJE ONAY BİLDİRİMİ
- Proje Adı: Kendi Kendini Monte Eden Karbon Temelli Otonom Yapılar (Venüs Simülasyon Aşaması)
- Baş Araştırmacılar: Nalan & Okan
- Baş Danışman: Dr. Bahara (Onaylanmıştır)
- Tahsis Durumu: Onaylanmıştır. (Yüksek Öncelikli Kategori - Uygulama Potansiyeli).
- Tesis Tahsisi: Venüs Yüksek Basınçlı Karbon Döngüsü Simülasyon Odası (Bölge 47, Pazartesi günü itibarıyla kullanıma hazırdır.)
Nalan elleriyle ağzını kapattı. “İnanılmaz. Sadece bu kadar kısa zamanda… Baba, sen bir sihirbazsın!”
Okan Yusuf’a baktı. “Bu kadar kısa sürede nasıl başardın? İlk denememizde kapılar sürgülüydü. Bizi buz gibi bir protokol duvarı karşılamıştı.”
Yusuf omuz silkti, parmağındaki yüzüğe dokundu. “Protokoller önemlidir, ama doğru zamanda doğru kapıyı çalmak daha da önemlidir. Artık sadece ‘bağımsız’ değilsiniz. Arkanızda Konsey’in en saygın teorisyenlerinden biri ve ‘Gelecek Nesil Uygulama’ etiketi var. Kapı açıldı.”
Yusuf ikisine de baktı. Yüzünde gururlu bir ifade vardı. “Şimdi içerideki odaya girerken o Sefar çizimlerini ve kadim otonom çekirdeği sadece siz ve ben bileceğiz. Geri kalanı için bu sadece bilim. Hata yapma şansınız yok, çünkü Dr. Bahara’nın adını kullanıyoruz.”
Okan’ın gözleri parladı. “Hazırız. Artık saklanmak yok. Çekirdek büyüyecek…”
Nalan gülümsedi. “Bebeğimiz de onunla birlikte...”
BÖLÜM 13: LABORATUVARA DALIŞ (M.S. 7990)
13.1. BAHARA İLE RANDEVU
Konsey’in tahsis onayını aldıkları ertesi sabah, günün ilk ışıklarıyla birlikte altın rengi şafak odanın içine süzülürken Yusuf, Nalan ve Okan deney protokollerini planlamaya başladılar. Nalan, odanın ortasında holografik ekranı çalıştırdı.
Dosyanın başındaki ‘Venüs’te karbon temelli otonom yapılaşma deneyi’ ifadesini kaldırdı. Onun yerine Venüs Gezegeni Yapı Malzemeleri Teknolojisi’ kategorisini ekledi. Altına büyük harflerle ‘Kendi Kendini Monte Eden Karbon Temelli Otonom Yapılar’ yazısı parladı; ardından kendi isimlerini baş araştırmacı olarak ekledi. Parmaklarının ucundan yayılan ışık çizgileri, deneyin ilk aşamasını dantel gibi örmeye başlamıştı.
Sayfanın satırları dolarken sıra baş danışman Dr. Bahara’nın adını eklemeye geldiğinde Okan derin bir nefes aldı; sesi sabahın sessizliğini yumuşakça böldü: “Bahara’nın adını kullanıyoruz. Ona teşekkür etmeden işe bile başlayamayız.”
Yusuf hafifçe başını salladı. “Evet, o artık akademik danışmanınız. Sizin de doğrudan tanışmanız daha doğru olur. Ayrıca nezaket önemlidir.”
Nalan ile Okan birbirlerine baktılar. Yusuf’un sözleri içlerinde yeni bir sorumluluk duygusunu ateşlemişti. Artık oyunun küçük oyuncuları değillerdi. Bu proje büyüyordu ve onları da büyütüyordu.
Okan, evin yapay zekâsına seslendi: “Dr. Bahara’yı ara!”
Holografik ekranda iletişim menüsü açılarak Dr. Bahara’nın ismi belirdi. Birkaç saniye sonra odanın ortasında, Dr. Bahara’nın yorgun ama zeki gözlerinin hologramı titredi.
“Merhaba Doktor Bahara, ben Okan,” diye kendini tanıttı; sesi resmî ve saygılıydı. “Nalan ve ben, projenin baş danışmanı olmayı kabul ederek Venüs simülasyon aşamasının Konsey tarafından onaylanmasını sağladığınız için size şahsen teşekkür etmek ve projemizin ilk kurulum ayrıntılarını yüz yüze paylaşmak istiyoruz. Buluşmak için uygun bir zaman belirlemek ister misiniz?”
Bahara’nın gözü avucunun içindeki Nalan ve Yusuf’un minyatür görüntüsüne kaydı. Başıyla selam vererek devam etti: “Teknik ayrıntıları o soğuk Bölge 47’nin yakınında konuşmayı tercih etmem. Şehrin en sessiz köşelerinden birini biliyorum.”
Bahara parmağını hareket ettirerek avucunun içine bir koordinat kümesi yansıttı: “Lotus Kulesi. Nilüfer Cafe. Yarın öğleden sonra saat dört. Bilim, iyi ışık ve iyi kahve ister.”
13.2. BAHARA İLE TOPLANTI
Ertesi gün, Nalan ve Okan, şehrin göğe uzanan zarif yapılarından Lotus Kulesi’ndeki Nilüfer Cafe’ye ulaştılar. Kule, sabah ışığını dev bir prizma gibi kırıyor, gökyüzüne yükselen her katmanında farklı bir renge bürünüyordu. Cam kubbeli kafe, adını hak edercesine, bir nilüfer çiçeğinin taç yaprağı gibi açılıyor; şeffaf yüzeyleri suyun üzerinde dalgalanan yaprakları andırıyor, misafirlere şehrin ve ufkun büyüleyici bir panoramasını sunuyordu.
Kafenin içindeki masalar, nilüfer desenli ışık panelleriyle çevrelenmişti. Her masa, suyun yüzeyinde açan bir çiçeğin holografik yansımasıyla parlıyor, kahve fincanlarının buharı nilüfer yapraklarının üstünde yükselen sis gibi havada asılı kalıyordu. Kahve kokusu, suyun akışını andıran ışık desenleriyle birleşerek duvarlarda dans ediyordu.
Dr. Bahara, pencerenin hemen önündeki masada onları bekliyordu. Görünüşü enerjik ve düşünceliydi; gözlerinde hem bilginin ağırlığı hem de suyun yüzeyindeki ışık kırılmalarının hafifliği vardı. Arkasında ise lagünün kalbinden salınan nilüfer yaprakları suretindeki yapılarla Bardawil Lotus Şehri uzanıyordu; şehrin ufku, suyun ve ışığın ortak dansına dönüşmüştü.
“Hoş geldiniz,” dedi Bahara. “Sizi nihayet yüz yüze görmek güzel. Yusuf eski dostum ama sizinle tanışmak ayrı bir mutluluk.”
Nalan hafifçe başını eğdi. “Bizim için de öyle, Dr. Bahara. Projeye kattığınız destek olmasa bu noktaya gelemezdik.”
Okan tableti etkinleştirdiğinde, cihazın yüzeyinden üç boyutlu bir holografik arayüz projeksiyonu masanın ortasında yükseldi. Görüntü, izleyicinin bakış açısına bağlı olarak değişmeyen sabit bir izotropik yansıma teknolojisiyle üretilmişti; bu nedenle her yönden aynı görsel bütünlük korunuyordu. Üçü de aynı anda projenin ilk sayfasını gördü.
“Dr. Bahara, projemizin temel işleyişini, Konsey’in jargonundan arındırılmış bir dille açıklamak istiyoruz. Hipotezimiz, Venüs’ün kimyasal döngüsünün karbon temelli otonom yapılaşmayı desteklemesi üzerine kurulu.”
Sülfürik Asit İndirgenmesi (H2SO4 indirgenmesi): "Enerji ve su kaynağı için kükürtlü asidi indirgeyecek. Bu, Venüs'teki en büyük meydan okuma."
Ters Boudouard Reaksiyonu (Reverse Boudouard reaksiyonu): "Bu, karbon monoksiti (CO) tekrar CO2 ve karbona çevirerek iskelet yapısına eklemeyi amaçlayan kritik adım."
Fischer–Tropsch benzeri Polimerizasyon: "Demir-nikel katalizör kullanarak, basit karbon bileşiklerini, polimerize edip nanotüplere dönüştüreceğiz."
Geometrik Kendi Kopyalama: "Büyüme sadece uzama değil, iskeletin kendini kopyalama ve onarma yeteneği."
Hidrojen Üretimi ve Kaldırma Kuvveti: "Yan ürün olarak hidrojen üreterek, yapının Venüs'ün daha hafif katmanlarına yükselmesini sağlamayı amaçlıyoruz. Bu, aynı zamanda bir enerji deposu."
Enerji kaynağı olarak çok az miktarda sülfürik asit ve karbonil sülfit izleri bulunuyor. Bu yapı, karbondioksit kullanarak kendi kendini uzatabilir ve çoğaltabilir. Ortamda oksijen fazla olduğunda kendi kendini koruyan ek bir mekanizma devreye giriyor. Dünya atmosferinde büyüme hızı, gerekli kimyasal döngüler kısıtlı olduğu için çok düşüktür."
Bahara, parmaklarını masada ritmikçe vurdu. "Bu, bir teknolojik tohumdur."
Bahara ayağa kalktı. Gözleri, Bardawil Lotus Şehri'nin yükselen siluetine kaydı.
"Bu tohumun açabileceği kapı, Konsey'in tahayyülünün çok ötesinde."
Masanın üzerinde, Bahara'nın dokunuşuyla tabletin ekranında, Sefar çizimlerindeki o kadim, geometrik şekiller bir an için belirip kayboldu. Bahara, masanın üzerindeki tabletin üzerini kapattı:
Nalan ve Okan, Bahara'nın ayrılışını izledi. Kozmik arkeoloji başlamıştı.
13.3. GİZEMLİ İŞARETLER
Dr. Bahara uzaklaşırken Nilüfer Cafe’nin penceresinden içeri sızan şehrin panoraması sanki daha da derinleşti. Nalan ile Okan masada yan yana oturmuş, Bahara’nın adımlarını izlemeyi sürdürüyordu. Kadın kalabalığın arasında kaybolduğunda ikisi de aynı anda nefes verdi.
Okan: “Fark ettin mi? Biz daha tek kelime etmeden çekirdeğin laboratuvar ürünü olmadığını anlamış gibiydi.”
Nalan: “Sadece anlamak değil. Bakışları çok daha fazlasını söylüyordu. Sanki nereden geldiğini tahmin ediyor ama açıkça söylemek istemiyor.”
Nalan fincanını masadan aldı, buhar gözlerinin önünde ince bir perde gibi yükseldi. Kahveden son yudumunu aldıktan sonra fincanı yavaşça masaya bıraktı.
Nalan: “Katalitik yapıdan bahsedince bir an duraksadı ya… O bakış… O bilimsel bir şaşkınlık değildi. Daha çok tanıdık bir şeye rastlamış birinin bakışı gibiydi.”
Okan: “Evet. Ben de onu düşündüm. Bir şey biliyor ama henüz söylemiyor. Ve şu söylediği… Bu bir teknolojik tohumdur.”
Okan parmaklarını masanın kenarında gezdirdi. Nilüfer desenli ışıkların yansıması elinin üzerinde kırılıyordu.
Okan: “Bunun ne anlama geldiğini fark ettin mi? Tohum… Bir yerde büyümek için tasarlanmış bir şey. Biz sadece yanlış gezegende bulmuş olabiliriz.”
Nalan düşüncesine dalıp gülümsedi.
Nalan: “Bir de şu var. Bizim kaçamak cevabı hemen anladı. Patent dememize bile gerek yoktu. Ama hiç baskı yapmadı. Hatta üstünü örttü. ‘Bu sırrı koruyacağız’ dedi. Bu… biraz tuhaf değil mi?”
Okan: “Tuhaf. Çünkü bir danışman, böyle bir durumda normalde daha fazla bilgi ister. O ise geri çekildi. Sanki… zaten daha fazlasını bildiği için fazla kurcalamaya gerek görmedi.”
Okan kalkıp Nalan'ın elini tuttu. "Dikkatli olacağız. Ve Yusuf’a her şeyi anlatacağız."
İkisi birlikte Lotus Kulesi’nin çıkışına doğru yürüdü. Cam duvarlara vurup içeri kırılan ışıklar, adımlarının etrafında su gibi dalgalanıyordu. Arkalarında kalan masada, boş kahve fincanları kapanan bir nilüfer çiçeğinin yaprakları arasında kayboldu.
13.4. HAZIRLIK VE YOLCULUK
Gözlerini kapattılar, ama zihnin içinde aynı cümle dönüp duruyordu: Uyumam lazım… uyumam lazım… Gecenin sessizliğinde en ufak tıkırtılar bile bir anlam taşıyormuş gibi kulaklarında yankılanıyor, her dakika bir ömür gibi uzuyordu.
Sabah olduğunda Okan gözlerini ovuşturdu; alnındaki çizgiler daha da derinleşmişti. Nalan ise yastığın kenarında hâlâ dönüp duruyor, battaniyeyi sıkıca kavrıyordu. İkisinin de gözleri kızarmış, uykusuzluğun izleriyle dolmuştu.
Gökyüzü ağır menekşe renginden turuncu bir çizgiye dönerken Okan konuştu, sesi yorgun ve çatallıydı: “Kaç kere döndün farkında mısın?”
Nalan gözlerini tavana kilitledi. “Saymadım… ama laboratuvardaki testi düşündüm bütün gece.”
Okan gözlerini kısarak derin bir nefes aldı. “Benim de aklım,” dedi dalgın bir tonla, “bagajda duran gri kumaşa sarılı silindirde takılı kaldı.”
Bir süre tavandaki gün ışığının kayışını izlediler. Okan yatağın kenarına oturup derin bir nefes aldı. “Hadi kalkalım. Bölge 47 bizi bekliyor.”
...
Evin içinden ulaşılan asansöre binip kavisli, yelpaze biçimli çatıya çıktıklarında hafif bir esinti yüzlerine dokundu. Pembe biyolüminesans ormanlardan savrulan çiçek yaprakları havada dans ediyor, Nalan’ın rüzgârda dalgalanan saçlarına takılıyordu. Bardawil’in kıyılarında yüzen mor damarlı nilüferleri seyrederek çatıdaki uçan araç garajına doğru ilerlediler.
Yerdeki kapak ağır bir sesle açıldı; uçan araç, platform üzerinde kayarak yukarı doğru yükseldi. Aracın yapay zekâsı Burak, onların varlığını algıladı. Kapılar ve bagaj kendiliğinden açıldı. Nalan içine bakmak için eğilirken elini bagaj kapağına koyduğunda yüzeyden yayılan serinliği hissetti.
“Evet, otuz iki bin yıldır… Ama bugün uyanması iyi olur,” dedi Nalan.
...
Asansörün yankılanan sesi duyuldu: “Eksi Dokuz · Dalış Hangarı.”
Kapı otomatik olarak açıldı.
Asansörden inip uzun koridorda ilerlemeye başladılar.
Nalan kaşlarını kaldırdı: “Hangi günü?”
“Lotus Uzay Şehri’nde… yanlış drone’un peşine takıldığımız günü. Hatırlıyor musun? Bir an gerçekten kaybolduğumuzu sanmıştım. O şeffaf kapının ardında hangi Afrika şehrine ineceğimizi bilmiyorduk.”
Sonunda siyah, pürüzsüz bir kapı belirdi. Üzerinde sade bir yazı vardı: KAT -9 · DALIŞ HANGARI
13.5. DALIŞ HANGARI
Pazartesi sabahı saat 08:30'du. Kapı, ses çıkarmadan V şeklinde ayrılıp iki yana ve yukarı kaydı. İçeride hava biraz daha serin, biraz daha nemliydi; gölün kokusu ince bir tuzluluk olarak burna değiyordu. Hangar, Lotus Kulesi’nin tam altında, suyun içinde yüzen dev bir nilüfer yaprağının gövdesine gizlenmişti. Zeminin çoğu şeffaftı; altında Bardawil’in sakin suyu, sabah ışığını maviye boyayarak yukarı gönderiyordu.
“Bu cihazın adı Endovatör. Sizi güvenle gölün derinliklerine indirecek.”
Nalan: “Endositoz mu dedi? Hücreler yabancı maddeleri böyle yutar. Yani bizi hücre gibi içine alıp taşıyacak bir şey mi bu?”
Okan: “Evet o biyoloji dersindeki garip isme benziyor. Endositoz ile elevatörün birleşimi… Böyle bir isim ancak bilim insanlarının hayal gücünden çıkabilirdi.”
Dron: “Birazdan platformun ortasında duracaksınız. Ayaklarınızın altında ince bir halka mavi yanacak. O halka yanınca hiç kıpırdamayın.”
Okan: “Umarım güvenlidir.”
Dron: “İkinci adımda, çevrenizde adaptif hidrojellik kapsül oluşacak. Küre biçimindeki kapsül tamamen kapandığında görüşünüz %99,9 açık kalacak; sanki ince bir camın arkasındaymışsınız gibi, ama cam yok.”
Nalan derin bir nefes aldı; kapsülün nasıl hissettireceğini merak ediyordu.
Dron: “Üçüncü adım: Hangarın altındaki dört ana kilit açılacak ve Bardawil’in suyu usulca içeri dolacak. Kılavuz raylar sizi nazikçe aşağı indirecek. İniş hızı: 70 saniyede 67 metre.”
“Derinlikte ışık azalacak. 30 metreden sonra kapsülün iç yüzeyi kendi ışığını yayacak; renkler bozulmayacak, gölün gerçek tonlarını göreceksiniz. Balıklar size dokunamayacak ama çok yakından izleyecekler; merak ediyorlar.”
Nalan hafif bir gülümsemeyle fısıldadı. “Balıkları izleyeceğiz… Bu güzel bir yolculuk olacak.”
Dron: “En altta, göl tabanının hemen altında iris kapısı sizi bekliyor. Kapsül tam ortaya oturacak. Iris kapanır kapanmaz su 11 saniyede boşaltılacak; osmotik pompalar ve vakum hatları sayesinde tek bir damla bile kalmayacak.”
Nalan üşüdüğünü hissetti; bunun heyecandan mı yoksa endişeden mi olduğuna karar veremeden dron son maddeyi açıkladı:
“Son olarak, kapsül tepeden aşağı doğru akacak. 3 saniye içinde tamamen çözülecek ve ayaklarınız kuru zemine basacak. Orası artık Bölge 47.”
Ses bir an sustu, ardından yumuşak bir tonla ekledi: “Hazırsanız… platform sizi bekliyor.”
...
Okan silindiri göğsüne hafifçe bastırdı. İkisi birlikte sessizce platformun ortasına doğru yürüdü.
Nalan ve Okan el ele dairenin tam ortasındaki yuvarlak platforma adım attılar.
Nalan sessizce iç çekti. “Hadi,” dedi, “bitsin bu bekleyiş.”
Platformun kenarındaki ince halka mavimsi bir ışıkla parladı. Sistem onları tanıdı; başka hiçbir şey sormadı.
Endovatör: “Adaptif kapsül oluşuyor,” dedi yumuşak, neredeyse fısıltı gibi bir kadın sesi.
Ayaklarının etrafında zeminden elektro-plazmatik membran yükseldi; nanojel matrisiyle örülmüş elektroaktif polimer lifleri sabun köpüğü gibi titreyerek yoğunlaştı ve ikisinin etrafında şeffaf bir balona dönüştü. Balon o kadar berraktı ki, sanki hiç yokmuş gibiydi. Yalnızca çok yakından bakıldığında havada hafif bir titreşim, suyun içindeki bir damla gibi ince bir dalgalanma fark ediliyordu.
Okan silindiri daha sıkı tuttu.
“Rahat ol, bu gerçekten endositoz gibi. Hücre zarının içeriye aldığı bir damlacık gibiyiz.” dedi.
Nalan’a; sesi kapsülün içinde yumuşacık yankılandı.
“Otoduştaki sistemin benzeri. Fakat bu kez su dışarıda kalacak. Bedenimize değmeyecek.”
Platformun altındaki kilitler açıldı. Bir an sessizlik çöktü; ardından gölün suyu ağır ağır içeri dolmaya başladı. Kapsül, suyun içinde hafifçe yukarı yükselmek ister gibi oldu, fakat raylar onu nazikçe aşağıya çekti.
Dışarıda balıklar merakla yaklaşmıştı. Aralarından bir caretta caretta, ağır hareketlerle yüzgeçlerini sallayarak kapsüle doğru süzüldü. Burnunu şeffaf yüzeye dokundurunca içeride kısa bir sessizlik oldu.
Okan, içgüdüsel bir merakla parmağını kapsüle uzattı. Parmağı yüzeye değdiği anda balıklar bir anda irkilip geri çekildi; suyun içinde küçük bir dalgalanma oluştu.
Okan istemsizce gülümsedi ve alçak bir sesle söyledi:
Balon aşağı indikçe ışık azaldı. Mavi koyulaştı, laciverte döndü. Derinlik sessizdi; kulaklarında yalnızca kendi kalp atışları vardı.
Altmış metre aşağıda, göl tabanının altında karanlıkta dev bir iris açıldı. Kapsül tam ortaya yerleşti. Iris kapandı, suyun uğultusu kesildi. Birkaç saniye içinde oda boşaldı; su, duvarlardaki görünmez membranlardan çekilip göle geri yollandı. Dalış bitmişti.
Kapsülün üstünde küçük bir çıtırtı duyuldu. Şeffaf zar tepeden başlayarak çatlayıp açıldı, ayaklarının dibine toplandı; sonra sıvı gibi zemine çekilip akıp kayboldu.
Ayakları yeniden kuru ve sert bir zemine bastı. Nalan derin bir nefes aldı. Tuz kokusu gitmiş, yerine temiz, hafif ozon kokan laboratuvar havası gelmişti.
Önlerinde uzun, loş bir koridor uzanıyordu. Duvarlardaki soğuk beyaz ışıklar tek tek, ağır bir ritimle yanmaya başladı. Her yeni ışık, karanlığı biraz daha geri çekiyor, ama aynı zamanda gölgeleri daha keskin hale getiriyordu. Sanki koridor, onları adım adım içine çağırıyor, bekliyordu.
Nalan, nefesini tutarak ilerledi; kalbinin atışını kendi kulaklarında duyabiliyordu. Okan ise gözlerini yanıp sönen ışıklara dikmişti; her bir lambanın açılışı ona gizli bir törenin parçasıymış gibi geliyordu. Koridorun sessizliği, ışıkların sırayla yanışındaki yankıyla birleşince, atmosfer neredeyse kutsal bir gizem kazanıyordu.
Okan silindiri bir bebek gibi tutup ağzını usulca yaklaştırdı: “Uyanma vakti,” diye fısıldadı.
Kol kola koridorun sonuna yürüdüler. Kapı zaten aralıktı.
BÖLÜM 14: VENÜS ATMOSFER SİMÜLASYONU (M.S. 7990)
14.1. Bölge 47: Venüs Atmosfer Simülasyonu
İçerisi yuvarlak ve dev bir laboratuvardı. Zemin soğuktu. Tavan metal damarlarla doluydu ve pompaların çıkardığı uğultu içeri titreşim olarak yayılıyordu. Boru hatları, sensör kabloları ve kriyojenik dağıtım hatları tavanı bir ağ gibi kaplıyordu. Hava, neredeyse nefesi kesen bir serinlikle doluydu.
Odanın tam ortasında duran yapı tüm dikkatlerini üzerine çekiyordu. Üç katmanlı titanyum kabuğa sahip, dev bir silindirik reaktördü. Venüs atmosferi burada yeniden yaratılıyordu. Yüzeyinde lazer spektroskopi noktaları, basınç kabloları ve kimyasal enjeksiyon portları nabız gibi yanıp sönüyordu.
Nalan konsola yaklaşıp ekranı inceledi. İçerideki kimyasal dansın değerleri ekrana yağmur gibi düşüyordu. Sülfürik asit buharı yükü, CO2 yoğunluğu, yansıyan spektrumlar. Bir an bile sabit durmayan veriler. Titanyum reaktörün içindeki atmosfer, Dünya’nın en zorlu çölleriyle kıyaslanamayacak kadar vahşiydi..
Okan, metal zeminin soğuğunu ayak tabanlarında hissederek yerini değiştirdi. Pompa uğultusu dakikalar boyunca hiç kesilmedi, titreşimler sanki zamanın akışını ölçüyordu. Nihayet kapıdan ritmik ayak sesleri yükseldiğinde, ikisi de aynı anda başlarını kaldırdı.
Saat tam 09:00 da Dr. Bahara içeri girdi. Yüzünde ciddi bir netlik vardı. Boynundaki sembol ise üzerindeki modern önlükle çelişen kadim bir anlam taşıyordu. Yanında protokol odaklı bir Konsey teknisyeni yürüyordu.
Bahara selam verdi. Sesi metalik boşlukta keskin bir yankı halinde duyuldu. Hazırlık aşamalarını hızlıca taradı. “Her şey protokole uygun.”
Nalan başını kaldırdı. “Bu simülasyon odasını neden bu kadar derine kurmuşlar? Yüzeyde çok daha kolay olurdu.”
Bahara hafifçe başını sola eğdi. “Venüs yüzey koşulları Dünya’nın doksan katı basınca sahip. Bu güç, yüzeye yakın bir laboratuvarı paramparça edebilirdi. Yer altı doğal bir kalkan sağlar. Titreşim azalır. Isı transferi daha kontrollü olur. Güvenlik artar. Gizlilik de cabası.”
Okan gözlerini tavanın karanlık bölgelerine çevirdi. “Yani bu derinliğin amacı sadece teknik güvenlik değil.”
Bahara kısa bir nefes verdi. “Aynı zamanda politik güvenlik. Burası Konsey’in en az konuşulan bölgelerinden biridir.”
Bu sırada teknisyen parmaklarını havada yumuşak bir kıvrımla açtı. Elinin içi bir anda ışıkla doldu; tırnaklarının arasından yükselen çizgiler, avucunun ortasında üç boyutlu bir hologramı ördü. Renkli liste, açan bir çiçek gibi yükseldi. Parmaklarını bir orkestra şefi edasıyla hareket ettirdi; değerler maviye döndüğünde hologram hafifçe titreşti. Elini aşağı doğru indirince görüntü kapandı ve berrak bir ses yankılandı:
“Size bir saatlik izole çalışma zamanı tanımlandı. Bu süre içinde giriş çıkış yok. Başlama saati 09:30.”
Teknisyen uzaklaştıktan sonra Bahara sesini alçalttı. “Resmi olarak buraya bir prototip test edeceksiniz. Patent bekleyen bir katalizör çekirdeği. Konsey’in bilmesi gereken özet bu.”
Okan, gri kumaşa sarılı silindiri çıkardı. Silindirin yüzeyi içerden tuhaf hafif bir kızıllıkla parlıyordu. Nalan, son kez kontrol etmek istercesine, saydam kuvars yüzeyin üzerinden parmağını gezdirdi.
"Tamam," dedi Okan. "Silindirin uyanması için kuvars kabuğunu açmamız gerektiğini düşünüyorum?"
Bahara silindire baktı. Gözlerinde, önceki gece Nilüfer Cafe’de parlayan gizli bir heyecan kıvılcımı yeniden belirdi.
“Hayır. Açmıyoruz, Bay Okan,” dedi Bahara, sesi ciddiydi. “Bu bir konserve kutusu değil. Sizin analizleriniz, içerideki oto-katalitik polimer ağlarının bugünün teknolojisiyle açıklanamayacak bir termal ve kimyasal stabiliteye sahip olduğunu gösteriyor.”
Bahara, çizdiği modele odaklandı. Sesini alçalttı.
"Bu yapı, bizim anlamadığımız bir teknolojiyle, farklı bir gezegende uyanmak üzere tasarlanmış. Eğer kuvars kılıfı fiziksel olarak açmaya kalkarsak, bu geri dönüşü olmayan bir eylemdir."
Bahara'nın bakışları, reaktöre döndü.
"Açmak demek, yapıyı yalıtımından mahrum bırakmak ve içerideki hassas sistemi şoklamak demektir. Eğer bu bir 'Tohum' ise, yanlış bir müdahaleyle onu kalıcı olarak yok edebiliriz ya da daha kötüsü, kontrolsüz bir reaksiyon başlatabiliriz."
Nalan derin bir nefes aldı. Üşüme artık heyecanla karışmıştı.
Nalan'ın sesi Bahara'nın analizini destekliyordu: "Doktor Bahara haklı. Tıpkı bir tohum gibi. Büyümesi için tohumun dış kabuğunu kırmamalısınız. Kabuk kırılırsa, içerideki hassas embriyo uyanmayı reddeder. Bu kuvars kılıf da, o embriyo için koruyucudur."
Dr. Bahara, Nalan'ın sözlerini onayladı. Gözleri, titanyum reaktörün ekranında görüntülenen gazların değerlerine kaydı.
"Aynen öyle," dedi Bahara, sesi alçak ama emindi.
Okan, elindeki kuvars kapsüle son kez baktı. Silindirdeki tuhaf kızıllık, sanki dışarıdaki kaosu içine çekmeye hazır, derin bir nefes alıyordu.
“O halde,” dedi Okan, elindeki silindiri Nalan’a uzatırken, kararlı bir sesle, “silindiri reaktöre yerleştiriyoruz.”
"Yerleştirme modülünü aktifleştiriyorum" dedi Bahara.
Reaktörün sol tarafında duvara gömülü duran kapsül yükleme haznesi sessizce açıldı. Silindiri haznenin önündeki siyah tepsiye bıraktığında, kendi ellerinin boşluğa düşmüş gibi hafiflediğini fark etti.
Bahara gülümsedi. "Sadece bırakman yeterli. Geri kalanını kendisi yapıyor."
Nalan silindiri iki eliyle tutarken kalbinin ritmi hızlandı. Silindiri haznenin önündeki siyah tepsinin üzerine bıraktı.
Bahara başıyla onayladı. "Hazırlanın. içeri giriyor."
Gümüş halkalar hızlandı, sesi odanın metal yüzeylerinden yankılandı. Silindir reaktörün üzerinde açılan yuvarlak açıklığa doğru ilerledi. Silindir reaktörün kalbine doğru inerken odada hafif bir titreşim yükseldi. İçerideki kameralar görüntüyü yakınlaştırdı.
Bahara ince bir nefes verdi. "Yerleşim tamamlanmak üzere."
Silindir reaktör haznesine tam oturduğu anda tüm ekranlarda bir dizi rakam hızlıca akmaya başladı. Basınç değişiklikleri, gaz yoğunluğu, iyonizasyon eğrileri birbirini kovaladı. Reaktörün içinden, derin ve tok bir ses yükseldi.
Bahara gözlerini ekrandan ayırmadan konuştu. "Silindir reaktörle temas kurdu. Kuvars kabuğun geçirgenliği yükseliyor. Büyüme başlamak için uygun koşulları bekliyor."
Nalan hafifçe fısıldadı. "Bunu bekliyorduk."
Okan ise ekrana bakarken yutkundu. "Ve artık geri dönüş yok."
14.2. Deney Başlıyor
Reaktörün içindeki hava kilidi kapanınca laboratuvarda anlık bir sessizlik oldu. Kalın titanyum duvarlar uğultuyu boğdu. Konsol ekranlarında kırmızı çizgiler titreşti. Nalan sol elini kontrol paneline götürdü ve ilk kimyasal çevrimi başlattı.
Okan reaktörün içindeki görüntüleme sistemini üç boyutlu tarama moduna aldı. Kuvars silindir merkezde hareketsiz duruyordu. Isı yüklemesi henüz düşük seviyedeydi.
Birkaç dakika içinde ekranın köşesinde ilk mesaj belirdi.
“Başlangıç koşulları stabilize edildi. CO₂ yoğunluğu yüzde doksan iki.”
1. CO₂ adsorpsiyonu
Saat 10.05 idi.
Nalan ince bir nefes aldı. “Başladı. Grafen yüzeyleri karbon dioksiti yakalıyor.”
Reaktörün içindeki görüntüde hafif bir parıltı belirdi. Bu parıltı kuvars silindirin yüzeyindeki grafen nanotabakalarının CO₂ moleküllerini tutmasıyla oluşan statik bir ışıltıydı. Neredeyse bir nefes gibi içe çekiyordu.
Bahara konsolun uzağında durdu. Gözleri reaktörden ayrılmadı. “Adsorpsiyon hızı normal görünüyor.”
Okan ekrana eğildi. “Moleküler yoğunluk beş dakikada yüzde iki arttı. Bu iyi bir işaret. Eğer bu hız...”
Okan sözünü bitirmeden kapı açıldı. Saat 10.30’du. İçeri protokol odaklı bir teknisyen girdi; doğrudan konsola yöneldi. Varışı, odadaki sıcak konuşmaları bir anlığına dağıttı.
2. Sülfürik asit redüksiyonu ile elektron temini
Saat 11.20.
Konsolun üzerinde yeşil bir çizgi yükseldi.
Teknisyen “H₂SO₄ redüksiyon döngüsü aktif.” dedi kısa ve keskin bir tonla.
Kimyasal sensörlerde ani bir potansiyel farkı kaydedildi. Reaktörün iç yüzeyinde mikro ölçekte oksidasyon parlaklıkları belirdi. Sülfürik asit buharı elektron kaybetmeye başlamıştı. Enerji açığa çıkıyordu.
Nalan hafifçe fısıldadı. “Elektron akışı başladı. H₂SO₄ parçalanıyor.”
Okan verileri takip etti. “Elektron temini stabil. Fischer Tropsch katalizörleri gereken enerji seviyesine yaklaşıyor.”
Reaktörün içindeki sıcaklık 48 dereceye sabitlenmişti. Yine de sensörlerden yükselen düşük frekanslı titreşimler silindirin yüzeyinde bir şeylerin hareket etmeye başladığını söylüyordu.
3. Karbonmonoksit oluşumu (reverse Boudouard)
Saat 13.40.
Kimyasal panel kırmızı bir uyarı verdi.
“CO tespit edildi.”
Bahara başını kaldırıp Okan’a baktı. “İşte bu. Reverse Boudouard reaksiyonu çalışıyor.”
Okan hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “CO₂ karbonla çarpıştı ve CO açığa çıktı. Süreç kendini beslemeye başladı.”
Reaktörün içindeki görüntüde kuvars silindirin çevresinde gri bir sis oluştu. Bu sis karbonmonoksit oluşumunun erken bir imzasıydı. Sanki görünmez bir nefes yüzeye çarpıp dağılıyordu.
4. Fischer Tropsch benzeri polimerizasyon
Saat 16.55 olmuştu. Pompa uğultusu saatlerdir aynı ritimde sürüyor, artık kulaklarında bir yorgunluk şarkısı gibi çınlıyordu.
Görüntü sistemi hafif bir çıtırtı sesi çıkardı. Nalan hemen ses kaydını açtı. Bu ses, yeni oluşan karbon zincirlerinin kuvars silindirin yüzeyinde büyümeye başladığını haber veriyordu.
Ekranda mikroskobik düzeyde doğrusal lifler belirmeye başladı.
Okan gözlerini kısıp baktı. “Nanotüpler filizleniyor.”
Bahara sessizce ekledi. “Demir nikel küme katalizörleri aktif. CO polimerleşmeye başladı. Zincir uzunluğu artıyor.”
Nalan parmaklarıyla havadaki üç boyutlu modeli döndürdü. İnce karbon fiberlerin silindirin yüzeyinden dışarı doğru uzadığını gördüler. Şimdilik uzunlukları milimetreden bile küçüktü.
Laboratuvarın soğuk havasında, reaktörün içindeki sıcak döngü bir kalp atışı gibi düzenli ilerliyordu.
5. Oksijen atımı
Saat 19.10 olduğunda uzun süredir aynı konsola eğilmekten Nalan'ın omuzları sızlıyordu.
Kimyasal sensörler hafif bir oksijen artışı tespit etti ve ekran sarı renge döndü.
Nalan hemen paneldeki alt menüyü açtı. “Oksijen yükseliyor. CNT’ler zehirlenebilir.”
Tam o anda silindirin içinden zayıf bir kimyasal sinyal daha geldi.
Okan gözlerini büyüttü. “Oto-katalitik kontrol modülü devreye girdi. Oksijen tamponlanıyor.”
Sensör alarmı yavaşça söndü. Ortam tekrar stabilize oldu.
Bahara derin bir nefes aldı. “Sistem kendini koruyor. Bu iyi.”
6. Kendini kopyalama süreci
Saat 22.30 da ekran ışıkları gözlerini yakıyor, her yeni veri satırı zihnini biraz daha bulanıklaştırıyordu.
Görüntü ekranındaki gri sis belirginleşti. Lifler büyüyordu. Nalan kütle ölçer verilerine baktı.
“Yüzeydeki fiberler üç milimetreye ulaştı.”
Saat 02.15’te göz kapakları ağırlaşıyor, ekrandaki rakamlar artık bulanık bir yağmur gibi akıyordu.
Teknisyen: “Kütlede yüzde yedi artış kaydedildi.” Avucunun içinde parlayan yeşil ışıklara bakarak devam etti: “Değerler Konsey’e aktarılıyor.”
Saat 10.00 olduğunda deney 24 saati geride bırakmıştı. Okan sandalyesine yaslandı, göz kapakları ağırlaşarak bir an kapandı. Ansızın irkilip gözlerini açtı; ekrana odaklandı. “Artış yüzde on bir oldu,” dedi, sesi hem yorgun hem de heyecanlıydı.
Silindirin etrafındaki lifler artık birbirine dolanıyor, dokular halinde genişliyordu. Sanki nefes alıp veren bir varlık yavaşça genişliyordu.
Bahara sanki ilk kez bir şeyin farkına varmış gibi konuştu. “Bu hızla giderse kırk sekiz saatte hacmini iki katına çıkarır.”
Okan monitörü gösterdi. “Replikasyon oranı yüzde sıfır nokta kırk iki saat başına.”
Nalan sessizce ekledi. “Teorik sınır ise bir nokta üç.”
Bahara başını salladı. “Demek ki doğru atmosfer sağlandığında büyümenin üst sınırı yok.”
Reaktörün içindeki fiber dokusu titrek bir ışıkla parıldadı. İnce karbon tellerinin oluşturduğu örgü tam anlamıyla yaşayan bir yapı gibi görünüyordu.
Ve o anda konsolun üstünde tek bir satır yanıp söndü:
Laboratuvarda kimse konuşmadı. Sessizlik, büyüyen maddeyi izleyen üç kişinin üzerinde bir ağırlık gibi durdu.
Bahara en sonunda fısıldadı. “İşte bu yüzden Konsey bu projeden korkuyor.”
14.3. Kontrol Edilebilirlik Testi
Reaktörün içinde büyüyen karbon formu kendi iç ışığıyla titreyen soluk bir parıltı yayıyordu. Gözlem kabininin camında ince bir buğu vardı.
Teknisyenin avucunun içindeki hologramdan mavi ışık yansıdı. Adımlarını hızlandırarak konsola yaklaştı. Kısa ve keskin bir sesle talimat verdi.
Teknisyen: “Kontrol edilebilirlik testi başlasın.”
Okan kontrol paneline eğildi. Görüntülenen değeri düşürmek için parmağını havaya kaldırdı.
Okan: “Karbondioksit seviyesini yüzde beş düşürüyorum. Bakalım büyüme hızı nasıl tepki verecek.”
Nalan hızla başını kaldırdı. Gözlerinde tereddütle karışık bir korku vardı.
Nalan: “Bir dakika Okan. Bunu yapmadan önce düşünelim. Belki zarar görür. Bu yapı ilk kez kendini bu kadar açık şekilde kopyalıyor. Ya tekrar uykuya geçerse… bir daha uyanmazsa?”
Sesinde, sanki milyonlarca yıllık bir döngüye yanlışlıkla dokunuyorlarmış gibi bir tedirginlik vardı.
Okan tereddüt etti, eli panelin üzerinde havada kaldı.
“Ama kontrol protokolünü test etmek zorundayız. Konsey bunu özellikle istedi,” dedi.
Nalan hafifçe nefes aldı, gözleri reaktördeki parıldayan örgüye kaydı.
“Ben de biliyorum. Ama bunu anlamadan azaltırsak bütün proje durabilir. Belki de bu yapı bizim düşündüğümüzden daha… hassas.”
Tam o anda Bahara sessizce araya girdi. Sesi sakin ve güven veren bir tonla yankılandı.
“Nalan haklı. Ama Okan da haklı.” Konsola yaklaştı.
“Bu bir organizma değil ama bir işleyişi var. Tepkisini bilmek zorundayız. Yoksa Venüs’te kontrolsüz büyüme yaşanabilir.” dedi.
Okan parmağını tekrar konsola uzattı.
“Önce limitleri daraltalım. Yüzde beş çok olabilir. Yüzde birle başlayalım.”
Nalan kısa bir süre düşündü, sonra başını salladı.
“Evet. Yüzde bir güvenli olabilir.”
Bahara kontrol sekmesini açtı.
“Tamam. Değişkeni yüzde bir düşürüyorum. Yavaş ve kademeli. Böylece eğer tepkisi negatif olursa geri döndürebiliriz.”
Havalandırmanın uğultusu hafifçe değişti. İçerideki ritim önce titredi, sonra yavaşladı.
Karbon liflerin iç ışığı soldu ama tamamen sönmedi.
Nalan ekranı dikkatle izledi.
“Tamam… tamam. Nefesini tutar gibi… ama yaşıyor.”
Okan: “İşte bu. Şimdi yüzde ikiyi deneyebiliriz. Böylece güvenli kontrol aralığını çıkarabiliriz.”
Bahara: “Ve Konsey’e gerçek bir güvenlik protokolü sunabiliriz. Kontrol edilebildiğini kanıtlamak istiyorsak bu test şart.”
Sonraki değerler tek tek indi; her düşüşte parıltı biraz daha soluklaştı, iplikler biraz daha ağırlaştı.
Okan konsola eğildi. “Karbondioksit seviyesini yüzde altı düşürüyorum. Bakalım büyüme hızı nasıl tepki verecek.”
Reaktörün içindeki canlı görünümlü karbon örgü yavaşça stabil hale geldi. Havalandırma kanallarından duyulan hafif uğultu yoğunluğunu azalttı. İçerideki reaksiyonun ritmi önce dalgalandı sonra tamamen durdu. Sessizlik odanın içinde geniş bir güven duygusu gibi yayıldı.
Nalan: “Duruyor. Bak gerçekten duruyor. Sanki nefesini tutmuş gibi.”
Bahara hafifçe gülümsedi. “İşte böyle. Bu işi birlikte yapıyoruz.”
Karbon örgüdeki mikroskobik iplikler hareketsizleşti. İç ışıltı soluklaştı.
Nalan: “Bu iyi haber. Demek ki büyüme aşaması baskılanabiliyor.”
Okan: “Demek ki aşırı yayılma riskine karşı durdurucu bir protokol yazabiliriz. Bu proje gerçekten uçan şehir seviyesine taşınabilir.”
Reaktörün içindeki yapı neredeyse uyuyan bir canlıyı andırıyordu.
Okan: “Karbon iskelet bu kadar kolay kontrol ediliyorsa Venüs atmosferine uyarlanması da mümkün olabilir. Orada zaten karbondioksit bol. Kendi kendine büyüyen bir altyapı oluşturabilir.”
Bahara: “Bizim asıl sınavımız basınç farkı. Venüs alt atmosferindeki basınç bu çekirdeğin rezonansını bozmazsa uçan şehir modülleri gerçek olur.”
Nalan konsola veri işaretlerini kaydetti. Okan sesli notlar aldı. Teknisyen avucunun içindeki hologramı kapattı.
14.4. İkinci Değerlendirme Ekibinin Gelişi
Odanın içindeki uğultu azalmıştı. Karbon formu artık neredeyse tamamen hareketsizdi. Sanki derin bir uykunun eşiğinde asılı kalmış gibiydi.
Tam o anda koridorun metal zemininde yankılanan ayak sesleri duyuldu. Düzenli, senkronize, disiplinli.
Kapının paneli yana kaydı.
İçeri beyaz önlüklü dört kişi girdi. Üzerlerinde İnovasyon ve Bilim Konseyi’nin damgası vardı. Yürüyüşleri bile protokol kokuyordu.
Önde duran kadın sert bir sesle konuştu.
Denetçi: “Reaktör-3 kontrol odası. Birinci ekip, çalışmayı burada sonlandırıyorsunuz. Biz Konsey tarafından gönderilen ikinci değerlendirme ekibiyiz.”
Okan bir an şaşkınlıkla döndü.
“Şimdiden mi? Daha rapor paketini bile kapatmadık.”
Denetçi tabletini kaldırdı.
“Protokol 7-B. Her kritik eşiğin ardından bağımsız doğrulama zorunludur. Lütfen alanı boşaltın.”
Nalan ileri bir adım attı. Sesinde endişe ve itiraz iç içeydi.
“Bir dakika. Yapı hassas durumda. Yanlış bir ayar yaparsanız belki de bir daha hiç uyanmaz.”
Arka taraftaki erkek denetçi soğukkanlı bir tonla cevap verdi.
“Risk biliniyor. Bu yüzden ikinci ekip var. Ölçümlerin aletler arası tutarlılığını, sensör kalibrasyonlarını ve veri bütünlüğünü kontrol edeceğiz. Gerekiyorsa testleri baştan uygularız.”
Nalan’ın yüzü gerildi.
“Başka biri dokunursa zarar görebilir. Biz onun ritmini biliyoruz. Henüz… yeni doğmuş gibi davranıyor.”
Bahara elini Nalan’ın koluna koydu.
“Sakin ol.” sesi yumuşaktı ama kararlı. “Ne olursa olsun protokol böyle. Bizi buraya getiren de bizi buradan çıkaran da aynı kurallar.”
Denetçi başıyla onayladı.
“Yirmi dört saat sonra geri dönebilirsiniz. Bu süre içinde reaktör tamamen bizim kontrolümüzde olacak.”
Okan istemsizce reaktöre baktı. İçerideki soluk parıltı hala nefes alıyormuş gibi titriyordu.
“Sadece dikkatli olun.” dedi. “Tepkileri öngörülebilir ama narin.”
Denetçi kısa bir bakış attı.
“Tam da bu yüzden buradayız.”
Bahara konsola birkaç kilitleme komutu girdi. Veri kayıtlarını paketledi.
“Tamam.” dedi. “Çıkıyoruz.”
Nalan bir an daha kaldı. Reaktör camına yaklaşarak içerideki hareketsiz liflere baktı. Fısıltıya yakın bir sesle konuştu.
“Dayan. Biz döneceğiz.”
Sonunda kapıya yöneldi. Ekip çıktı, kapı kapandı ve kilit mekanizması devreye girdi. İçeride kalan ikinci ekibin siluetleri ekran camlarından belli belirsiz görünüyordu.
Koridorda yürürlerken Okan derin bir nefes aldı.
“Başardığımız şeyi başkalarının eline bırakmak her zaman böyle zor olacak mı?”
Bahara: “Bilim böyle. Tek bir çift göz asla yeterli değil.”
Okan ellerini yumruk yaptı.
“Umarım yanlış bir şey yapmazlar. Bu sadece bir proje değil. Sanki… biri.”
Koridorun sonundaki ışık kümeleri arasında kaybolurlarken reaktör odasının içinde ikinci ekip çalışmaya çoktan başlamıştı.
Onların ne yapacağı bilinmiyordu.
Ve ne olacağı da.
...
Laboratuvardan çıktıklarında üzerlerinde saatlerce süren veri akışının ağırlığı vardı. Yeraltı koridorlarının serinliği adımlarını yavaşlatıyordu. Nalan ve Okan, Teknisyen’in eşliğinde Doktor Bahara’yla birlikte yüzeye çıkan Endovatör’e yöneldiler.
Dışarıda hafif bir rüzgâr esiyordu; sessizlik neredeyse rahatlatıcıydı. İkisi de yorgunluklarını daha derinden hissetmeye başladı. Eve vardıklarında önce bir şeyler atıştırdılar, duşlarını alıp yatağa uzandılar. Soğuk laboratuvarın uğultusu zihninde hâlâ titreşiyor, göz kapakları ağırlaşıyordu.
BÖLÜM 15: ÇATLAMA (M.S. 7990)
15.1. ÇIĞLIK
Okan dronunu kaskına sabitledi. Kısa bir duraksamanın ardından kendini karanlığa bıraktı. Toz zerrecikleri arasında düşerken giysisinin iticileri hafif bir uğultuyla devreye girdi ve inişini yavaşlattı. Mağaraya adım attığında damlaların düzenli ritmi taş duvarlarda yankılanıyor, onu giderek daha derin bir sessizliğin içine çekiyordu.
Okan: “Çatlağa doğru ilerliyorum. Sesimi alıyor musun?”
Cümle yarıda koptu. Aniden yükselen parazit sesi kulaklığı doldurdu. Görüntü dondu ve ekran karardı.
Cevap gelmedi.
Dayanamadı. Uçan aracın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Yerin içine doğru karanlık bir kuyu gibi uzanan girişe yaklaştı. Tereddüt etmeden kendini içeri bıraktı.
“Okan! Okan iyi misin?”
Yalnızca kendi sesi mağaranın ağzında çarpıp geri döndü.
Mağaranın içi kuru ve keskin bir soğuk taşıyordu. Duvarlar nemli değil, tozla kaplıydı ve ışığı her seferinde farklı bir yöne doğru yutuyordu. İlerledikçe tavan alçaldı, koridor daraldı. Zaman ağırlaşmış gibiydi.
“Okan!” diye haykırdı. Yankı geri dönmedi.
Sonunda daha önce giremedikleri çatlağa ulaştı. Bir zamanlar avuç içi kadar olan aralık şimdi gövdesini alacak kadar genişlemişti.
Derin bir nefes aldı. Çatlağa adım atarken kıyafetinin kayalara sürtünmesi kuru bir hışırtı çıkardı. O an, hışırtının içinde; ensesinde nefes alan biri adını fısıldıyordu sanki.
Kusursuz küp şeklinde bir odanın içindeydi. Duvarlar yumuşak bir ışıkla dalgalanıyor, her yüzeyde atom ve yörünge çizimlerine benzeyen işaretler parıldıyordu. Bir duvarda tanıdığı bir şekil vardı: silindirin yuvasına benzeyen bir oyuk. Fakat oyuk boştu.
Oyuğun içinde ışık ince bir nabız gibi etrafına yayılıyordu.
Sancı artınca yere çöktü. Karnındaki artan baskı, içeriden dışarı fırlamak isteyen bir varlığın çırpınışına dönüşmüştü. Terli avuçlarıyla karnını kavradığında derisinin altında kaynayan bir sıcaklık hissetti; boğazına metalik bir tat doldu, nefesi kesildi.
Bir anda bedeninden bacakları arasına bir ağırlık kaydı. Boşalan karnına dokundu. Kaskını çıkardığında keşif elbisesi üzerinden kaydı.
Ayaklarının dibinden avuçlarının arasına aldığı ıslak ve yapışkan cismi görünce kanı çekildi.
Bebek değil, silindirdi!
Sıcak, hafifçe titreşiyor ve eline yapışan bir nem yayıyordu.
Nalan onu kollarına alıp göğsüne bastırarak ayağa kalktı. Oyuğun bulunduğu duvara yöneldi. Nabız gibi atan ışık sanki nefes alıyordu. Silindiri ittiği anda yuva onu çekip içine aldı; ardından titreşerek parladı.
Bir anda yer değiştirdi. Artık mağaranın içinde değildi.
Etrafını turuncu bir sis, çarpan sıcak rüzgar ve ezici bir basınç doldurdu. Ufuk çizgisi titreşen bir kızıllıkla akıyordu. Venüs yüzeyi üzerindeydi ve korumasızdı.
Gökyüzünde yoğun bulutlar yayılıyor, yüzey boyunca binlerce silindir kumların üzerine dağılmış halde parlıyordu.
Basınç tenini mengene gibi eziyor, sıcaklık derisine yakıcı milyonlarca iğne saplıyordu. Derisi kabarmaya, gözleri kaynamaya başladı. Derisinin altındaki yağlar sıvıya dönüşmüş, ayak bileklerine doğru akarak kumlara yapışıyordu. Nalan acıyla çığlık attı, dizleri çözüldü.
Ve o anda gözlerini açtı.
...
Nalan keskin bir çığlıkla uyandı. Göğsü hızla inip kalkıyor, boğazı yanıyordu. Oda karanlık ve hareketsizdi fakat ona öyle gelmiyordu. Sanki rüyadaki sıcaklık ve basınç hâlâ yorganın altında gizlenmişti. Yatağın çarşafları tamamen terle ıslanmıştı. Elini istemsizce karnına götürünce parmakları hafifçe titredi. Kasılmanın bıraktığı o hafıza, boşlukla karışık ağırlık hissi, sanki bedenine kazınmıştı.
Nalan birkaç saniye konuşamadı. Gözleri karanlığa alışırken odanın geometrisi bile rüyadan taşmış gibi görünüyordu. Tavanın köşeleri normalden daha keskin, gölgeler ise küp odanın duvarlarını andırıyordu.
Sesi hem fısıltıydı hem de taş gibi ağırdı.
Nalan ona bakmadı. Gözleri hâlâ odanın bir köşesinde titreyen hayali bir ışığı takip ediyor gibiydi. O rüyanın nabız atan aydınlığı kısa süreliğine gerçek dünyanın duvarında çakıp sönmüştü.
Okan şaşırsa da onu durdurmadı. Nalan karanlık koridordan geçip banyonun yanındaki tıbbi tarayıcı terminaline yöneldi. Parmakları panelin üzerindeki ışıkları açarken hâlâ titriyordu. Rüyadaki odacığın şekli, tarayıcı kabininin steril çerçevesiyle üst üste biniyor, beyninde iki görüntü bir anlığına çakışıyordu.
Sanki tarayıcıya adım atarsa o oyuk tekrar ışıyacakmış gibi bir his içindeydi.
15.2. KALP ATIŞI
Okan hızlı adımlarla otodoktor odasına geçti. Nalan’ın diagnostic platforma uzanmasına yardımcı oldu. Komut paneline dokunurken parmakları titredi.
Panelden yükselen yumuşak mavi ışık, Nalan’ın karnını nazikçe taramaya başladı. Işık halkalarının çevresel hareketi, onun rüyalarında gördüğü duvar çizimlerini ürkütücü biçimde andırıyordu.
Sessizlik ağırdı. Bekleyiş, hissettiği o sıkışmışlık duygusunu geri çağırıyordu. Okan elini uzatıp Nalan’ın avucunu kavradı. Nalan, avucunda yayılan o sıcaklığı hissedince bir anlığına tarama odasının soğuk ışıkları silindi, sadece Okan’ın varlığı kaldı.
Ekranda bulanık bir silüet yavaşça netleşti. Küçük embriyonun kalbi ritmik atışlarla hareket ediyordu. Ardından otodoktordan tanıdık ama yepyeni bir ses yükseldi.
Dıp dup. Dıp dup. Dıp dup.
Nalan’ın gözleri doldu. Rüyasında duyduğu metalik titreşimin tersine bu ses sıcacıktı. Organik, hafif titreşimli ve tartışmasız gerçek.
Okan ona sarılmak için eğildiği anda koridordan hafif ayak sesleri geldi. Yatak odasının kapısı aralandı. Nalan’ın annesi Naima başını içeri uzattı. Terminalin solgun ışığı yüzüne vuruyor, endişesini daha da belirginleştiriyordu. Bir adım sonra babası Yusuf göründü.
Yusuf’un bakışı Nalan’ın solgun yüzü ile ekrandaki titreşen grafik arasında gidip geliyordu.
Okan otodoktorun panelini onlara çevirince havada üç boyutlu bir hologram belirdi: embriyo. Henüz ışığın içinde asılı duran bir gölgeydi; pirinç tanesi kadar küçücük ama kalbi, evrenin en eski davulu gibi düzenli aralıklarla çarpıyordu.
Dıp dup. Dıp dup. Dıp dup.
Terminalden yayılan o sıcak ses, gecenin üçünde uyanmanın getirdiği tüm tedirginliği anında eritti.
Nalan annesinin dokunuşunu hissettiğinde içindeki gerginlik çözüldü. Rüyanın gölgesi sanki o anda silinmişti.
Tam o sırada duvarın içinden tiz bir bildirim sesi yükseldi. Evin iletişim terminali acil durum ışıklarıyla yanıp sönmeye başlamıştı.
Gece sessizliği yeniden gerildi. Bir şey oluyordu. Bu şey iyi değildi.
15.3. Laboratuvardan Gelen Şok
Evin ortasında beliren hologramda kırmızı renkte mesaj soğuk ve resmi bir dille yanıp sönüyordu.
Nalan ve Okan birbirine baktı. Bu kod gece yarısı hiçbir zaman gelmezdi. Böyle bir şey yalnızca beklenmeyen, kontrol dışı bir durum olduğunda gönderilirdi.
Okan elini holograma uzattığında çağrı açıldı. Görüntüde ikinci vardiyadaki teknisyen vardı. Yüzü kireç gibi beyazdı. Arkadaki laboratuvar ışıkları titriyordu. Sanki rüyanın küp odasındaki nabız benzeri parıltıyı taklit ediyor gibiydi.
“Ne oluyor?” diye sordu Okan.
“Sorun ne? Kontrol altına alın.”
Teknisyenin bakışı sabitlenmişti. Kameranın açısı biraz kaydı ve arkasında belirsiz bir çatlak ışığı görünüp kayboldu. Nalan bunu görünce içi buz kesti. O ışık tıpkı rüyadaki oyuktan yayılan titreşimli parıltıya benziyordu.
“Hemen geliyorum” dedi Okan.
...
Okan çıkmak için hazırlanırken Nalan bir süre sessiz kaldı. Sonunda derin bir nefes aldı ve neredeyse fısıldar gibi konuştu.
“Ben de seninle geleceğim. Orada bulunmak istiyorum.”
Nalan gözlerini kapadı.
"Hatırlıyorum. İlk tanıştığımızda protestoda elektrogitarla çaldığın şarkının sözleri şöyleydi:
Bedenim doğanın bir parçası,Zihnim hep özgür kalmalı.Şarkılarla, bakışlarla konuşuruz,Rüzgârla, dalgalarla buluşuruz.”
Okan gülümseyerek devam etti.
"Kalbimle bağ kurarım,Sesi kulaklarımla duyarım.Kokularla, renklerle anlaşırız,Sevgiyle, barışla, şarkılarla yaşarız.”
Birlikte otodoktor odasına yürüdüler.
15.4. Doğrudan Zihinsel Bağlantı İmplantı
Salondan çıkarken odanın ortasında asılı duran kırmızı hologram hâlâ yanıp sönüyordu.
Konsey Bölge 47. Acil Güvenlik Önceliği.
Otodoktor: “Evet. Serebellar bağlantı bölgesi kısa süreli modüller için en yüksek iletkenliği sağlar. Ağrı hissi minimum düzeyde olacaktır.”
Okan kısmen eğildi. Nalan yavaşça onun omuzlarını tuttu ve saçlarının altındaki ince kıvrıma baktı. Otodoktorun aletleri steril bir ışığın içinde parlıyordu.
Metal kollar yavaşça yaklaştı. Ense çukurunda küçük bir nokta uyuşturuldu. Ardından tüy kadar ince bir iğne ses çıkarmadan deriye girdi. Okan hafif bir sıcaklık hissetti. Bir an sonra iğne geri çekildi ve yerinde pirinç tanesi kadar küçük, mat gri bir implant kaldı.
Okan beyninde cihazın açıldığını haber veren iki notalı, kalın ses duydu. Kulaklarıyla değil, kendi iç sesi gibi beyninde yankılandı.
Kafasına takılan implant konuştu: “Sistem başlatılıyor... Kullanıcı bulundu... Merhaba Okan. Bağlanmak istediğin biri var mı?”
Okan Venüs atmosfer simülasyonuna gitmek için asansör kapısına yöneldi. İçinde iki ses aynı ritimde yankılanıyordu. Nalan’ın düşünceleri, kendi zihninde bir gölge gibi dolaşıyordu. Bu yeni gerçeklik ağır ama tarifsiz bir yakınlık hissi taşıyordu.
Burak'ın sesi her zamanki sıcak tondaydı.
“Hoş geldiniz, Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”
Okan, hızlı konuştu.
"Lotus Kulesi, Acil Güvenlik Önceliği"
Burak: "Acil Güvenlik Önceliği modu aktif."
Okan bir dakika sonra Lotus Kulesinin kapısının önünde uçan araçtan indi. Burak boş olarak tekrar havalanıp eve geri dönmek için uzaklaştı.
İmplant: “Evet. İstersen kendi görüşünü yarı saydam hale getirip üstüne karşı tarafın görüşünü bindiririm. Böylece iki bakış açısını aynı anda işleyebilirsin. Bu mod özellikle eşzamanlı karar vermeyi kolaylaştırır.”
Sonunda dalış hangarı kapısı belirdi. Nalan, Okan'ın duyduklarını ve gördüklerini tam ekran modunda izlemeye devam ediyordu.
BÖLÜM 16: SİLİNDİRDEN ÇIKAN ŞEY (M.S. 7990)
16.1. DALIŞ HANGARINDA KARŞILAŞMA
Okan’ın metal yüzeylerde yankılanan adımları, kapının ardında bekleyen bilinmezliğe doğru her saniye biraz daha yaklaşmasını haber veriyordu. Önünde ilerleyen drone, üzerinde “KAT-9 · DALIŞ HANGARI” yazan kapının önünde durdu. Kapı, hiçbir ses çıkarmadan V biçiminde ayrılıp iki yana ve yukarı doğru kaydı. Duvarların arasından süzülen hava serin ve durağandı; sanki aşağıda olup biteni gizlemek ister gibiydi.
Nalan, Okan’ın duyduklarını ve gördüklerini tam ekran modunda izlemeyi sürdürüyordu. Görüntü netti. Okan'ın nefesini ve kalp atışını bile duyabiliyordu.
Nalan içinden bir an duraksadı, sonra sessizce reddetti. Filtrelenmiş bir gerçek istemiyordu.
Okan söyleneni yaptı. Platformun ortasına geçtiği anda zeminde yumuşak bir ışık belirdi, ayaklarının çevresinde kusursuz bir daire çizdi.
“Evet,” diye yanıtladı Okan zihninden. “Buraya biri geliyor olmalı.”
Kapı yeniden açıldı. Doktor Bahara içeri girdi. Nefesi hızlıydı ama bakışları sakindi.
Okan hiç tereddüt etmeden cevap verdi. Nalan’ın otodoktor tavsiyesiyle evde kaldığını, ancak doğrudan zihinsel bağlantı üzerinden onları görüp duyabildiğini söyledi.
Kapsül aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. Altmış metreye ulaştıklarında göl tabanının altında, gecenin karanlığı içinde dev bir iris açıldı. Metal yapraklar sessizce ayrıldı, kapsül tam merkeze yerleşti. Iris kapandığında suyun uğultusu bir anda kesildi. Birkaç saniye içinde oda boşaldı. Su, duvarlardaki görünmez membranlardan çekilip yeniden göle gönderildi. Dalış bitmişti.
Okan ayaklarının altındaki zeminin sertliğini hissettiğinde kapsül çoktan çözülmeye başlamıştı. Hava kuru ve kokusuzdu. O an Nalan’ın sorusunu Bahara’ya iletti.
16.2. YAPISAL HASAR MI?
Okan, metal zeminin soğuğunu yeniden ayak tabanlarında hissettiğinde, ilk gelişlerinde duyduğu ürpertiyi hatırladı. Laboratuvar onları yine aynı karşıladı; pompaların uğultusu ve titanyum reaktörün nabız gibi yanıp sönen ışıkları hiç değişmemişti. Reaktörün içindeki silindir tanıdıktı, ama bu kez yüzeyinde bir çatlağın ışığı titreşiyordu.
Dört araştırmacı konsolların başındaydı. İçeri girdiklerini fark ettiklerinde sadece biri başını kaldırdı.
“Zamanlamanız iyi,” dedi uzun süredir uyumamış gibi görünen mühendis. “Çatlak yirmi iki dakika önce belirginleşti.”
Okan ve Bahara, ikinci ekibin gergin bekleyişi arasında titanyum reaktörün camına yaklaştılar. Reaktörün içi, Venüs yüzey atmosferini simüle edecek şekilde 460 °C sıcaklığa ve 92 bar basınca ayarlanmıştı. Yoğunluk, camın ardında neredeyse gözle görülür hâle gelmişti.
Bahara reaktör camına biraz daha yaklaştı. Çatlağın kenarından sızan gri siyah sis, artık düzenli, milimetrik karbon nanotüp liflerine dönüşmeye başlamıştı. Lifler, sanki yön buluyormuş gibi yavaşça uzuyordu.
Sözleri biterken, Karbon Nanotüp (CNT) uzantıları çatlağın sınırını aşmıştı.
16.3. YÜKSELEN SIR
Bahara ve Okan reaktör camına yaklaştı. Çatlağın kenarından sızan gri siyah sis artık dağılmıyor, düzenli ve ince hatlar hâlinde uzuyordu. Sis, milimetrik karbon nanotüp liflerine dönüşmüş, lifler de kendi aralarında örülmeye başlamıştı.
Elif hızlı bir hareketle hologramı büyüttü. Grafikte hidrojen yoğunluğu, ortamın doğal seviyesi olan 20 ppm’den aniden 150 ppm’e sıçramıştı. Artış neredeyse dikey bir çizgi gibiydi.
“Anlık ve çok güçlü bir hidrojen boşalması,” dedi Elif. “Başka bir gaz eşlik etmiyor.”
Bahara lazer mesafe ölçer verisini ekrana taşıdı. Çatlamış kabuktan çıkan CNT filizleri artık titanyum reaktörün tabanından ayrılıyordu. Aradaki mesafe yavaş ama kararlı biçimde artıyordu.
16.4. HAYAT KALMA SINAVI
Okan, çatlağın kenarından süzülen CNT filizlerine baktı ve görüntüyü Nalan’a aktardı.
“Başarılı,” dedi zihinsel bağlantı üzerinden. “Tohum yükseliyor. Reaktör tabanından ayrıldı. Ama…”
Tohumun yükselme hızı yavaşladı. CNT filizleri reaktörün tavanına ulaşamadan havada asılı kaldı. Hareket neredeyse fark edilemez hâle gelmişti.
“Duyuyorum,” diye düşündü Nalan. “Ama hâlâ hareket var. Pes etmedi.”
Bahara ve Okan, havada asılı kalan ilk Venüs Şehri prototipine baktılar. Doğum tamamlanmıştı. Şimdi hayatta kalma mücadelesi başlıyordu.
16.5. RUTHENYUM’UN NEFESİ
Reaktörün içindeki sessizlik, 92 bar basıncın yarattığı görünmez ağırlıkla daha da yoğunlaşmıştı. Havada asılı kalan prototip ne yükseliyor ne de düşüyordu. Sanki karar vermek için bekliyordu.
Elif monitöre eğilmişti. Nefesini farkında olmadan tutuyordu.
“Dr. Bahara…” dedi sonunda. “Kütle Spektrometresi yeni bir değişim yakaladı. Hidrojen değil. Karbon monoksit artıyor.”
“Evet,” dedi Bahara. “Tohum, atmosferdeki eser miktardaki suyu yakaladı ve onu karbondioksitle tepkimeye soktu. Yani sadece hidrojen üretmiyor. Aynı anda yeni bir karbon kaynağı da açıyor.”
16.6. KONTROLLÜ BÜYÜME
Tam o anda, reaktörün tabanına doğru uzanan karbon nanotüp filizleri yeniden hız kazandı.
Konsolda açılan termal hologramda, gri siyah liflerin uçları rastgele bir kütle oluşturmuyordu. Altıgenler, daha büyük altıgenlere bağlanıyor, desen kendini her ölçekte tekrar ediyordu.
Yapı, reaktörün tavanına doğru istikrarlı bir hızla yükseliyordu. Laboratuvarda artık panik yoktu. Sadece, geri dönüşü olmayan bir bilimsel başarının sessiz ağırlığı vardı.
16.7. DURDURMA
Reaktörün içindeki yapı, tavan seviyesine yakın bir noktada neredeyse hareketsizdi. Yükseldikçe basınç dengeleniyordu. Bu sayede ne tavana değiyor ne de düşüyordu. Karbon nanotüp örgü, kendi iç parıltısıyla soluk bir nefes alıp veriyor gibiydi. Işık artık büyümenin coşkusunu değil, dengede kalmanın sessiz kararlılığını taşıyordu.
Komut verildi. Reaktörün içindeki atmosferin bileşimi değişirken havalandırmanın sesi neredeyse fark edilmeyecek kadar inceldi. Karbon örgünün uçlarındaki CNT filizleri ağırlaştı. Yeni dallanmalar oluşmadı. Ancak yapı olduğu yerde kaldı.
Reaktör içindeki ışık bir kademe daha soldu. Fraktal yapı artık genişlemiyordu. Altıgen örgü kilitlenmiş gibiydi. Ama bütün kütle, görünmez bir denge noktasında asılı kalmaya devam ediyordu.
Reaktörün içindeki fraktal yapı, artık büyümüyordu. Ama düşmüyordu da. Ne doğumdaydı, ne de uykuda. Askıda, dengede ve hazırdı.
Nalan bir şey söylemedi. Ama cevap vermese de ne demek istediğini Okan anladı.
Laboratuvarda kimse alkışlamadı. Buna gerek yoktu. Bu sessizlik, bir patlamanın değil, kontrol altına alınmış bir geleceğin sesiydi.
BÖLÜM 17: PROJENİN YOL HARİTASI (M.S. 7990)
17.1. OKAN'IN RÜYASI
Laboratuvardan ayrıldıklarında üzerlerinde, bitmek bilmeyen verilerin bıraktığı görünmez bir yük vardı. Yeraltı geçitlerinin nemli serinliği adımlarını ağırlaştırıyor, sessizliği daha da derinleştiriyordu. Okan, Doktor Bahara’yla birlikte yüzeye çıkan Endovatör’e doğru ilerledi. Kapılar açıldığında onları karşılayan hafif rüzgâr, uzun süren uğultunun ardından neredeyse bir huzur gibi geldi.
Bu sözler, Okan’ın zihninde bir sonraki adımın ağırlığını hatırlatırken, bedeni tükenmişliğini daha da belirginleştiriyordu.
Eve vardığında Okan, Nalan’ı çoktan uykuya dalmış halde buldu. Onu uyandırmadan sessizce adımlarını yavaşlattı, odanın loşluğunda dikkatle hareket ederek yatağın kenarına uzandı. Nalan’ın derin nefes alışları, evin sessizliğine huzurlu bir ritim katıyordu.
Kendini yatağa bıraktı; odanın sessizliği kulaklarında titreşime dönüştü. Göz kapakları ağırlaştıkça solukları dalgalar gibi yavaşlıyor, bedeninin ağırlığı yatağa gömülüyordu. Laboratuvarın metalik yankısı hâlâ zihninde dolaşırken gündüzden kalan görüntüler bulanıklaşıyor, gerçek ile hayal arasındaki sınır inceliyordu. Uyku, görünmez bir perde gibi kapanıyor, rüyanın sahnesi sessizce açılıyordu.
Okan gözlerini açtığında kendini yine dalış hangarının soğuk metal platformunda buldu. Kapı arkasından kapanmıştı. Ama bu kez yalnızdı; ne drone vardı, ne de Bahara’nın koşar adım ayak sesleri. Ayaklarının altında mavi halka yanıyordu. Şeffaf zar onu sardığında tek başına karanlığın içine inmeye başladı.
Gölün derinliklerine hızla batıyordu. Suyun basıncı Endovatör kapsülünü çatırdatıyor, kulaklarında metalik bir çığlık gibi yankılanıyordu.
İçeriye sular dolmaya başladığında sanki zihni boşalmıştı, hiç bir şey düşünemiyordu. Derin bir nefes aldı. O anda Endovatör ansızın kayboldu. Korumasız olarak gölün dibine inmeye devam ediyordu. Ciğerleri yanıyor, nefesini tutmak işkenceye dönüşüyordu. İris kapıya süzülerek ulaştığında kapı açıldı hemen içeri girdi.
İris kapı kapanır kapanmaz etrafındaki su çekildi. Ayaklarının altında taş gibi sert bir zemin belirdi.
Koridorun sonundaki açık kapıdan laboratuvarda girdiğinde aynı uğultu, aynı nabız gibi yanıp sönen ışıklar. Ama bu kez konsolların başında kimse yoktu. Ne Doktor Bahara, ne dört kişilik ikinci değerlendirme ekibiyle gelen Elif...
Reaktörün camına yaklaştığında silindirin yüzeyinde çatlağın yeni yeni belirdiğini gördü. Henüz ince bir çizgiydi, gri-siyah sis daha yeni sızmaya başlıyordu. Karbon nanotüp lifleri milimetrik uzantılar hâlinde dışarı taşmak üzereydi.
Laboratuvarın uğultusu kulakları tırmalamaya başladı; çatlak genişliyor, gri-siyah sis lifler halinde dışarı sızıyordu.
Reaktörden bir çatırtı geldi. Okan döndü.
Çatlağın kenarından çıkan lifler artık yavaş uzamıyordu. Ani bir sıçramayla reaktör tabanını terk etmiş, havada kıvrılarak duvarlara doğru yayılmıştı. Gri-siyah dallar, reaktörün içini hızla sarıyordu.
Lifler tavana ulaştığını görünce Nalan çığlık attı; korkusu Okan'ın zihninde yankılandı.
Reaktörün camı çatırdadı. Titanyumda ilk çatlak belirdi. Yapı içeriden dışarı taşmak için bastırıyordu.
Gri-siyah dallar, konsolları, kabloları, sensörleri hızla sarıyordu. Dokunduğu her şey mat bir griye dönüşüyordu; sanki yapı, laboratuvarın kendisini yutuyordu.
Ama kapı onu bırakmıyordu. Laboratuvarın ışıkları kırmızıya döndü. CNT lifleri kapıya ulaşmıştı; metalin arasından sızıyor, kilidi içten sarıyordu.
Okan’ın gözleri karardı. Kapıya son bir yumruk attı, bu kez tüm gücüyle. Metal soğuktu, acımasızdı.
Reaktör yoktu artık. Onun yerinde dev bir fraktal kütle yükseliyordu; tavanı çoktan delmiş, duvarları çatlatmış, laboratuvarı tamamen yutmuştu. CNT lifleri havada dalgalanıyor, her dokundukları yüzeyi kaplıyor, konsolları, sandalyeleri, hatta havayı bile gri bir ağa dönüştürüyordu.
Okan geriye adım atmak istedi, ama ayakları yere yapışmıştı. Lifler bileklerine dolanıyordu, yavaşça yukarı tırmanıyordu. Soğuk değillerdi; aksine, canlı bir sıcaklıkla nabız gibi atıyorlardı.
Okan başını çevirdi. Bahara duvarın dibinde diz çökmüştü, göğsüne kadar lifler tarafından sarılmıştı. Yüzü sakin değildi artık; gözlerinde saf bir korku vardı.
“Sonsuz ekspansiyonun ilk kanıtı,” diye fısıldadı Bahara.
Yapı büyüdü. Tavandaki delikten göle doğru taşmaya başladı. Okan içeri dolan suyla nefes alamıyordu. Lifler göğsüne ulaştığında içinden bir ses yükseldi; kendi sesi değil, yapıdan gelen, çok sesli bir uğultu:
“Sizin kontrolünüz dışında.”
Bardawil Lotus Şehri’nin altındaki göl çatırdadı, su yukarı doğru fışkırdı. Fraktal bulut geceyi kapladı, yıldızları yuttu. Hepsi bir anda tek bir patlamaya dönüştü. Sonra sessizlik.
Birden göğsüne keskin bir acı saplandı; nefesi kesildi, kalbi duracakmış gibi oldu. Tam o anda, karanlık bir perde yırtıldı.
...
Okan irkilerek yatağında doğruldu. Kalbi göğsünü delecek gibi atıyordu. Soğuk soğuk terliyordu. Odanın loşluğunda Nalan hâlâ uyuyordu; derin, düzenli nefesleriyle huzurlu bir ritim tutuyordu. Okan ellerini yüzüne kapadı, rüyanın ağırlığı hâlâ bedeninde titreşiyordu.
17.2. OTODOKTOR
Okan yavaş adımlarla otodoktor odasına geçti. Nalan onun teşhis platformuna uzanmasına yardımcı oldu.
Nalan hafifçe gülümsedi, Okan’ın elini daha sıkı tuttu.
“Gördün mü? İkimiz de iyiyiz.”
Sesini alçalttı.
“Seni zihinsel bağlantıdan duyuyordum. Korkuyordun. Sonra karnında ağrı olduğunu söyledin.”
Odaya sessizlik çöktü. Yalnızca evin sistemlerinden gelen hafif bir uğultu vardı.
Okan cevap vermedi. Rüyadaki görüntüler zihninde yeniden belirdi. Gri-siyah dallar, çatlayan tavan, Bahara’nın sesi.
“Yarın yol haritası toplantısı var,” dedi Nalan. “Gitmeden önce düşün. Gerçekten devam etmek istiyor musun?”
Okan pencereye baktı. Bardawil Lotus Şehri’nin gece ışıkları gölün üzerinde titreşiyordu. Uzakta yapay bulut katmanları soluk bir parıltıyla asılıydı.
“Bilmiyorum,” dedi sonunda. “Ama bu rüyadan sonra susup oturamam.”
Nalan başını onun omzuna yasladı.
“O zaman yarın konuş. Korkularını saklama. Belki projeyi yavaşlatırlar. Belki daha güçlü kontrol mekanizmaları koyarlar. Ama gizleme.”
Okan kolunu Nalan’ın beline doladı, karnına yeniden dokundu.
“Söz.”
Evin ışıkları yavaşça kısıldı. Yapay zekâ son kez konuştu:
“Rahatlama müziği başlatılıyor. İyi geceler.”
Oda karanlığa gömülürken ikisi de birbirine daha sıkı sarıldı. Rüyanın gölgesi hâlâ oradaydı ama biraz daha soluklaşmıştı.
Dışarıda gölün üzerinde hafif bir rüzgâr esti. Okan’a bir an için derinlerden bir uğultu yükseliyormuş gibi geldi.
Ve yarın, projenin yol haritası masaya yatırılacaktı.
17.3. NEUROVERSE TOPLANTISI
Ertesi sabah, Okan gözlerini açtığında rüyanın kalıntıları hâlâ zihninin kenarlarında dolaşıyordu. Gri liflerin soğuk dokunuşu, Nalan’ın titrek sesi… Ama gerçeklik, güneş ışığının perdelerden sızan yumuşak çizgileriyle kendini hatırlattı. Nalan yanında yoktu; mutfaktan gelen hafif kahve kokusu, günün başladığını haber veriyordu.
Gözlerinin önünde, havada asılı duran hologram gibi ışıklı bir satır belirdi. Zihinsel implantından davet gelmişti: “Neuroverse™ Zihin-Evren Arabirimi üzerinde toplantı daveti: 09:00’da Konsey üyeleri hazır bulunacak.”
Okan kalktı, hızlı bir duş aldı, kahvesini içti. Nalan ona sarıldıktan sonra, “Vakit geldi, Konsey bizi bekliyor.” dedi sadece. Sözlere gerek yoktu; ikisi de rüyanın gölgesini taşıyordu.
Nalan evin yapay zekasına seslendi. "Toplantı davetini ikimiz için kabul et."
Salonda oturdukları koltukta gözlerini kapattılar. Bağlantı başlatıldığında, kusursuz bir beyazlığın içindeydiler. Gölgesiz, yönsüz, sessiz. Neuroverse™’ün giriş boşluğu, bilinçteki tüm mekânsal referansları silmek için tasarlanmıştı; böylece zihin, dış dünyadan kopar ve yalnızca paylaşılan veriye odaklanırdı.
Birer birer varlık hissi oluştu.
Önce yerçekimi algısı geri geldi; hafif, kontrollü. Ardından sonsuza dek uzanıyormuş gibi duran yüzeyi mat renkli zemine bastılar. Düşünce hızıyla sade koltuklar ve masa yükseldi; sadece zihinsel konfor için optimize edilmiş formlar.
Okan ve Nalan yan yana yerleşti. Karşılarında Dr. Bahara, hafifçe öne eğilmiş. Biraz geride Tarık ve Elif, genç mühendislerin gözlerinde hâlâ önceki günün heyecanı. En uçta Konsey’in en yaşlı üyesi denetçi Dr. Suna; sakin hâkimiyetiyle ortada duruyordu.
Dr. Suna “Zephyra olsun.” diyerek onayladı. Simülasyonu yönetmek için parmaklarını birleştirdi. “Bölge 47 başlat” dedi. O anda zemin çatırdayarak parçalandı.
Bir anda kendilerini Bölge 47’nin dijital ikizinde buldular. Reaktör, cam duvarlar, sensör kolları, titreşen uyarı ışıkları… Her detay, gerçek zamanlı sensör akışıyla besleniyordu.
Dr. Suna elini yana savurdu.
Ortalarında dev bir yapı belirdi: DNA Simülasyon Makinesi’nin holografik temsili. Şeffaf katmanlar, petabaytlık veri halkaları, kuantum hesaplama düğümleri ışıkla akıyordu.
Diğer eliyle, Bölge 47’den gelen canlı veri paketlerini çağırdı. Paketler makinenin çekirdeğine aktı; mavi ışık huzmeleriyle.
“Başlatıyorum,” dedi.
Boşluk yeniden dönüştü.
Bir anda Venüs yüzeyindeydiler. Sarı-beyaz bulut örtüsü, kızıl gökyüzü, Fakat basıncın ezici ağırlığını ve sıcaklığı hissetmiyorlardı. Önlerinde tek bir silindir duruyordu: Zephyra’nın fiziksel kopyası.
Dr. Suna zaman ölçeğini el hareketiyle hızlandırdı.
Silindir çatladı. Gri-siyah sis sızdı. CNT filizleri filizlendi, magnezyum hidrit ayrıştı, yapı yerden kesildi. Ruthenyum katalizi devreye girdi; ters su-gaz kayması başladı.
Hepsi birlikte yükseldi; bulut katmanına doğru.
Zaman daha da hızlandı. Günler saniyelere, aylar dakikalara sığdı.
Zephyra büyüdü. Fraktal örgü genişledi, altıgen platformlar oluştu, basınç cepleri stabilize oldu, sülfürik asit damlacıkları dış kabukta nötralize edildi. Artık devasa bir yapıydı: Kilometrelerce çapında, kendi homeostazını koruyan, karbondioksitten ve su buharından beslenen uçan bir ekosistem.
Venüs’ün bulutları altında, sanal ama fizik kurallarına tamamen bağlı bir şehir yükselmeye devam ediyordu. Altında kızıl fırtınalar, üstünde sonsuz sarı örtü.
Ve hepsi, Neuroverse™’ün beyaz boşluğunda başlayan bu toplantının, geri dönüşsüz bir kararın ilk adımı olduğunu biliyordu.
17.4. YAŞAM ALANLARI
Simülasyon sabitlenince, Zephyra’nın iç yapısı katman katman açıldı. Sanki görünmez bir el, yapının içini dilimliyordu ama hiçbir şey kesilmiyor, sadece anlam kazanıyordu.
Elini hafifçe yukarı kaldırdı. Yapının üst fraktal kubbesi parladı.
“Bu üst katman, kaldırma ve homeostaz modülü. Mikroskobik hidrojen dolu baloncular burada yoğunlaşıyor. Magnezyum hidrit ayrışması ve ters su-gaz kaymasıyla sürekli hidrojen üretiliyor. Zephyra bu sayede Venüs atmosferinde askıda kalıyor. Nefes almıyor ama düşmemeyi biliyor.”
Katmanlar kaydı. Dış kabuk öne çıktı. Ruthenyum kümeleri, yıldız tozu gibi yüzeyde parlıyordu.
Bir başka katman belirginleşti. Dış örgüden süzülen sülfürik asit damlacıkları, CNT liflerine değdiği anda etkisizleşiyor, buharlaşıyordu.
“Koruma ve onarım,” dedi Suna. “Hasar lokal kalıyor. Fraktal geometri çökmeyi yaymıyor. Lifler kendi kendini yeniden örüyor. Yara izi bırakmıyor.”
Okan’ın aklına rüyasındaki lifler geldi. Bu kez yıkıcı değildi. Bu kez düzenliydi.
Sonra iç katman açıldı.
Altıgen boşluklar. Birbirine akan cepler. Mercan resiflerini andıran oyuklar.
Sayısal değerler havada belirdi.
“Basınç bir bar civarında. Sıcaklık 25 ile 35 derece arasında stabil. Gaz bileşimi kontrol edilebilir. Ruthenyum döngüsünden sızan oksijen, ek elektroliz modülleriyle yüzde 21’e tamamlanabiliyor.”
Suna son bir katmanı vurguladı. Üst kubbenin çevresinde kalın bir halka belirdi.
“Kenetlenme noktaları. Ekvatoral halka en stabil bölge. Rüzgâr gradyanları düşük. CNT yoğunluğu yüksek. Manyetik ve mekanik kenetlenme sistemleri için ideal.”
“Evet,” dedi Suna. “Dünya veya Ay yörüngesinden gelen araçlar aerobraking ile Venüs bulutlarına iner. Balonlarını açarak bir zeplin gibi yavaşça Zephyra'ya yaklaşıp ekvatoral halkaya koyacağımız hava kilitlerine kenetlenir.”
Kısa bir sessizlik oldu.
Zephyra, Venüs bulutlarının arasında süzülüyordu. Artık sadece bir deney değildi. Bir gelecekti.
17.5. SERBEST BIRAKMA NE ZAMAN?
Karşılarında, Venüs’ün bulut katmanları hâlâ duruyordu. Olgun Zephyra, sarı beyaz girdapların arasında süzülüyor, fraktal gövdesi ışığı farklı açılardan kırıyordu. Canlı değildi ama cansız da değildi. Kendine ait bir sürekliliği vardı.
Okan sessizliği bozdu.
“Zephyra’yı ne zaman reaktörden çıkarıp Venüs’te serbest bırakacağız?”
Sesi yorgundu. Aynı zamanda ağır bir sorumluluk taşıyordu.
Dr. Bahara’nın holografik temsili netleşti. Gerçek dünyada olduğu gibi sakin, ölçülü ve acele etmeyen bir ifadeyle konuştu.
“Hemen değil. Fiziksel tohum şu an Bölge 47’de durdurulmuş halde kalacak. Simülasyonlar olgunlaşana kadar dokunulmayacak.”
Nalan gözlerini Zephyra’dan ayırmadan sordu.
“Neden yarın değil?”
Bahara kısa bir duraksamadan sonra devam etti.
“Çünkü Zephyra şu an laboratuvar ölçeğinde. Venüs atmosferinde kendi kendini taşıyabilmesi için kilometrelerce büyümesi gerekiyor. Ruthenyum katalizinin uzun vadeli verimliliği, sülfürik asit nötralizasyonu, fraktal homeostaz. Bunların her biri milyonlarca iterasyonla test edilmeli. Tek bir hata, tüm yapıyı çökertebilir.”
Dr. Suna’nın sesi araya girdi. Net ve duygusuzdu.
“Üstelik teknik meseleler tek engel değil. Konsey onayı, uluslararası ortaklıklar, finansman döngüleri, etik kurullar. Venüs misyonları hiçbir zaman hızlı olmadı. Tarihsel olarak da böyle.”
Tarık başını salladı.
“HAVOC konseptleri bile yüzyıllar önce yıllarca kağıt üzerinde kalmıştı.”
Okan derin bir nefes aldı. Bu kez gerçek dünyada.
“Madem ana iş simülasyonda yapılacak ve fiziksel tohum yıllarca bekleyecek,” dedi yavaşça, “o zaman burada olmamıza gerek yok.”
Nalan ona baktı. Sonra elini karnına koydu.
“Evet,” dedi. “Bardawil’den yeterince uzak kaldık. Sahra’ya dönelim. Tassili n’Ajjer’deki evimize.”
Elif şaşkınlıkla sordu.
“O ücra plato mu?”
“Evet,” dedi Nalan. “Kaya ormanlarının arasında. Sessizlik var. Yıldızlar var. Prehistorik kaya resimleri var.”
Bahara başını hafifçe eğdi.
“Uzaktan bağlantı yeterli olur. Simülasyon verilerine erişiminiz devam edecek. Karar anlarında sizi çağırırız.”
Dr. Suna kısa bir onay hareketi yaptı.
“Bu, proje için de sağlıklı olabilir.”
Okan gülümsedi. Yorgun ama kararlı.
“Bazı şeyler,” diye düşündü, “sürekli bakmazsan daha doğru büyür.”
Tam o anda, simülasyonun kenarındaki görüş alanında bir hareket belirdi; Zephyra’nın alt fraktal katmanlarından, bulutların derinliklerine doğru ince, gri bir uzantı aşağı sarkıyordu; sanki kök salmak ister gibi. Ama kimse dönüp bakmadı; görüntü zaten solmaya başlamıştı.
Bağlantı kesildi.
Neuroverse dağıldı ve gerçek dünya geri döndü. Bardawil Lotus Şehri’nin yumuşak sabah ışığı pencereden içeri doluyordu.
Konsey, Zephyra Projesi için on yıllık yol haritasını o gün onayladı.
17.6. UZUN YOL
Evin içi sessizdi. Bardawil akşamı, Lotus Şehri’nin yumuşak ışığını camlardan içeri süzüyordu. Okan ayakkabılarını çıkarmadan birkaç saniye öylece durdu. Omuzlarındaki ağırlık hâlâ geçmemişti.
Tam o sırada, evin ortasında ince bir titreşim hissedildi.
Hava katman katman açıldı. Saydam bir hologram yavaşça şekillendi. Başlık netleştiğinde ikisi de aynı anda baktı.
Alt köşede tarih ve mühür vardı.
Nalan hafifçe güldü.
Okan elini uzattı. Hologram, onun hareketini algılayıp metni aşağı kaydırdı.
“Okuyorum,” dedi.
Okan başını salladı ve yüksek sesle okumaya başladı.
“Birinci faz. Yıl bir ve iki. Zephyra fiziksel tohumu Bölge 47 reaktöründe kilitli tutulacaktır. Hiçbir koşulda aktif ortama çıkarılmayacaktır. Tüm gelişim yüksek fidelite simülasyonlar üzerinden yürütülecektir.”
Nalan kaşlarını kaldırdı.
“Yani,” dedi, “Zephyra doğdu ama odasından çıkması yasak.”
Okan devam etti.
“Ruthenyum katalizör stabilitesi, fraktal büyüme sınırları ve atmosferik uyum parametreleri bu fazda belirlenecektir.”
Nalan hafifçe başını salladı.
“İlk iki yıl annesiz babasız. Sadece sanal dünya.”
Okan bir an durdu ama okumayı sürdürdü.
“İkinci faz. Yıl üç ve dört. Laboratuvar dışı kapalı test ortamları kurulacaktır. Otonom açılma ve kapanma mekanizmaları test edilecektir. Uluslararası bilimsel gözlemci programı başlatılacaktır.”
Nalan gülümsedi.
“İşte burada kalabalık başlıyor. Herkes çocuğa bakmak isteyecek.”
Okan istemsizce gülümsedi ama sesi yine ciddiydi.
“Üçüncü faz. Yıl beş ve altı. Ağır kaldırıcı sistem entegrasyonu. Etik ve güvenlik raporlarının nihai hale getirilmesi.”
Nalan bu kez daha sessizdi.
“Altıncı yıl,” dedi. “Yani gerçek dünyaya ilk ciddi adım.”
Okan başını salladı.
“Dördüncü faz. Yıl yedi ve sekiz. Venüs atmosferinde sınırlı serbest bırakma. Sürekli uzaktan izleme. Geri çekilme senaryoları aktif tutulacaktır.”
Nalan metne yaklaştı. Satırlara dikkatle baktı.
“Sınırlı serbestlik,” dedi. “Kafesi açık ama kapı hâlâ orada.”
Okan son bölüme geçti.
“Beşinci faz. Yıl dokuz ve on. Zephyra’nın bağımsız Venüs sistemi olarak tanınması. İnsan müdahalesinin minimuma indirilmesi. Projenin kapatılması.”
Cümle bittiğinde odada bir sessizlik oluştu.
Nalan derin bir nefes aldı.
“On yıl,” dedi. “Bir insanın çocukluktan ergenliğe geçmesi kadar.”
Okan hologramı kapatmadı. Metin hâlâ evin ortasında duruyordu.
“Ve biz,” dedi, “bu on yılın çoğunu simülasyon ekranlarının karşısında geçirmeyeceğiz.”
Nalan ona baktı.
“Evet,” dedi. “Çünkü buradan izlemekle Sahra’dan izlemek arasında fark yok.”
Bir an sessizlik oldu. Sonra Nalan ekledi.
“Hatta Sahra daha gerçek.”
Okan başını salladı.
“Öyleyse karar net.”
Ayağa kalktı. Holograma son bir kez baktı.
“Onlar Zephyra’yı büyütsün,” dedi. “Biz de kendi dünyamıza dönelim.”
Nalan gülümsedi.
“Tassili n’Ajjer,” dedi. “Keşif robotumuz Nil-7’yi de alalım. Hem gözümüz kulağımız olur.”
Bu düşünce onu ürkütmedi. Aksine garip bir huzur verdi.
Sahra’nın taş ormanları onları bekliyordu. Sessizlik, yıldızlar ve kadim resimlerle dolu bir plato. Orada, belki de gerçek cevaplar daha yakındı.









Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!