Comments

31 Ekim 2025 Cuma

YENİ SAHRA-3: M.S. 8000

3. YENİ SAHARA

ÖNSÖZ:

Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. Bu dönem, “Afrika Nemli Dönemi” olarak bilinir. Dünya'nın eksen hareketleri (Milankoviç döngüleri) sonucu yağışlar artmış, Sahra'da geçici nehirler, göller ve verimli tarım alanları oluşmuştur. Arkeolojik buluntular, kaya resimleri ve yerleşim izleri, bu dönemde insan topluluklarının su kaynakları etrafında geliştiğini göstermektedir.

Bilimsel veriler, bu yeşillenmenin yaklaşık her 21.000 yılda bir tekrarlandığını öne sürüyor. Eğer küresel ısınmanın etkileri kontrol altına alınabilir ve iklim sistemleri doğal döngüsüne dönebilirse, Sahra’nın bir sonraki yeşil döneminin yaklaşık M.S. 8000’li yıllarda gerçekleşmesi beklenmektedir.

BÖLÜM 1: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ (M.S. 7990)

Sina'nın kuzey kıyısında, Akdeniz'in sonsuz maviliğiyle çölün soluk sarısı arasında bir nefes gibi uzanır Bardawil. O, karanın ve denizin binlerce yıllık inatlaşmasından doğmuş, incecik bir kum seddiyle büyük, gürültülü denizden nazikçe ayrılmış devasa, sığ bir kâsedir.

Güneş, gölün üzerindeki gökyüzünü her sabah ve her akşam yakut ve kehribar tonlarına boyarken, suyun yüzeyi, binlerce eski Mısır altın sikkesi gibi parıldar. Su o kadar sığdır ki, hafif bir rüzgâr bile dibindeki ipeksi kumu havalandırır; bu da göle, sürekli değişen, yumuşak puslu bir cam görünümü verir. Kıyıya vuran dalgalar, Akdeniz'in hırçın fısıltıları değil, lagünün kendi içine dönük, alçak sesli tuzlu bir şarkısıdır.

Bardawil, bir zaman tüneli gibidir. Kıyılarında gezinirken, ayaklarınızın altında sadece kum değil, aynı zamanda M.Ö. 1500 yılından kalma balıkçıların yankılanan hikâyeleri yatar.  Sığ sular, çipura sürülerini gizleyen, bereketli ve eski bir anadır. Hava, tuzun keskinliği ve Nil levreği ticareti yapılan eski limanların hayali kokusuyla doludur.

O, devasa, yalnız ve melankolik bir varlıktır. Caretta caretta'lar, uzun ve tehlikeli yolculuklarının sonunda bu sulara sığınırken, Bardawil onlara sadece bir dinlenme yeri değil, aynı zamanda Akdeniz'in gürültüsünden uzak, saklı ve sıcak bir kışlık düş sunar.

Bardawil Gölü, ne bir deniz ne de tam bir tatlı sudur; o, iki dünyanın ortasında kalmış, sonsuz bir alacakaranlık gibidir; ıssızlığıyla büyüleyen, tuzlu bir masal sahnesidir.

Binlerce yıl sonra, sığ suların üzerine rüyadan fırlamışçasına, tarihin doğayla en uyumlu mimari mucizesi yükseldi: BARDAWİL LOTUS ŞEHRİ.

Bu şehir, çelik ve camın soğukluğunu reddederek, gölün yüzeyine serpilmiş devasa nilüfer yaprakları suretinde inşa edildi. Her bir yapı, suyun üzerinde hafifçe salınan, organik bir taç yaprağıydı. Onların kavisli ve yelpaze şeklindeki çatıları, Güneş'i bir damla su gibi yakalar, enerjiyi usulca toplar ve gölün sakin ruhuyla bütünleşirdi. Yapıların arasına gizlenmiş akıcı su yolları, lagünün kendisiyle iç içe geçerdi; şehir, karadan çok, suyun bir parçasıydı.

Bir zamanlar yalnız olan Bardawil’de esen rüzgârın ve suyun sesine yeni bir melodi eklenmişti. Gölün güney kıyısında, kumla suyun arasına, adeta bir lotus çiçeği gibi açılarak yükselmişti Lotus Şehri.

Önce, gölün kalbine nano-temelli yüzer temeller bırakıldı; her biri, suyun tuzluluğuna göre kendi yoğunluğunu ayarlayan canlı mühendislik harikalarıydı. Ardından, bu temellerin üzerine, deniz kabuklarının kalsiyum kristallerinden esinlenmiş biyopolimer dokular örüldü. Bu dokular, sabahları gölün buharını emer, geceleri göğe geri salar; böylece şehir, kendi yağmur döngüsünü yaratırdı.

Yapılar, lotus çiçeğinin yaprakları gibi iç içe dizilmişti: dış halkalar, suyun üstünde yüzen konut alanları; orta halkalar, bahçeleri ve biyolüminesans ormanları; merkezde ise göğe uzanan Lotus Tower, Dünya ile yörüngeyi birbirine bağlayan uzay asansörüydü.

Kule, 7894 yılında tamamlandı. O günden beri, insanlığın göğe uzanan en uzun damarını taşıdı. Lotus Uzay Şehri Ekvator üzerinde 35786 km yüksekte bulunan yer sabit yörüngede bulunan birbirine bağlı 18 uzay şehrinden sadece biridir. Uzay şehirlerinden inen kablolar yalnızca dikey değildir; kuzeye ve güneye, doğuya ve batıya uzanan lateral denge hatları, Dünya’nın dört yönüne sessizce gerilmiş gergin yaylar gibidir. Bu hatlar rüzgâra karşı, Dünya'nın yerçekimiyle konuşur. Her biri, milyarlarca sensörle kablo gerilimini, atmosfer basıncını, Ay’ın gelgit çekimini ölçer; her salınım, karşı salınımla anında dengelenir.

Böylece Bardavil Lotus, yalnızca bir şehir değil, gezegenin en kararlı noktası hâline gelmiştir.
Kule, sabahları gölün sisini yutarak tatlı su depolar, öğle vakti Güneş’in enerjisini toplar, geceleri gökyüzüne giden ince bir ışık yolu gibi parlar.

Bir zamanlar sadece balıkçıların, tuz işçilerinin ve caretta caretta’ların sığınağı olan Bardawil, şimdi gökyüzüne evlilikler, umutlar ve hayaller gönderen sessiz bir limandır.

Bardawil Lotus Şehri'nde yaşam, fısıltı kadar yavaş ve huzurludur. Yüksek sesler, keskin köşeler yoktur. Binlerce yıllık bilgelik, mimarinin ve teknolojinin temel taşı olmuştur. Gölün tuzu, artık sadece balıkların değil, bu fütüristik ve sessiz kentin de nefesidir. Geleceğin insanları, o ince kum seddinin ardında, hem Akdeniz'in kadim gücüne hem de lagünün ebedi sessizliğine saygı duyarak, yüzen bir nilüfer tarlasının içinde yaşıyorlardı.



BÖLÜM 2: NALAN İLE OKAN’IN DÜĞÜNÜ (M.S. 7990)


2.1. DÜĞÜN

Lotus Kulesi’nin gölgesinde, göl yüzeyi bir ayna gibi parlıyordu. Akşamın ilk yıldızları henüz belirmemişti; ama şehir zaten gökyüzünü taklit eden bir ışıltıya sahipti. Nilüfer kubbelerin üstündeki biyolüminesans dokular, maviyle altın arasında salınan bir ışık yayıyordu; tıpkı aşkla dolu bir kalbin nefes alıp verişi gibi.

Gölün ortasında, yüzen bir platformun üzerinde kurulan düğün alanı, suyun üzerinde açan dev bir lotus yaprağı şeklindeydi. Davetliler, suyun altından geçen şeffaf yollardan yürüyerek geldiler; her adımda ayaklarının altında binlerce mikroskobik plankton ışıldıyor, sanki yıldızların üzerinde yürüyormuş gibi hissettiriyordu.

Nalan, beyaz değil, inci tonlarında parlayan bir elbise giymişti. Elbisesinin dokusu, gölün suyundan damıtılmış nano-ipeklerden üretilmişti; su buharını içine çekiyor, ışıltısını ona geri veriyordu.
Okan’ın giysisi ise viskon polyemid karışımından yapılmış, saf enerji elyafıyla yıldızlar gibi parlayan siyah yakalı lapis lazuli kristallerinden üretilmiş ultramarin rengiydi; uzayın derinliğini andırıyordu. Yüzlerce davetli onları izliyordu.


Tören başlayınca, Lotus Şehri’nin rehberi olan holografik anlatıcı, eski bir gelenek gereği kısa bir konuşma yaptı:

“Bugün, iki insanın değil, iki dünyanın birleşmesine tanıklık ediyoruz. Su ile gökyüzü, yerçekimi ile yörünge, kalp ile mühendislik… Bardawil’in suları, binlerce yıldır göğe ulaşmak isteyen insanlığın aynası oldu. Şimdi, Nalan ile Okan’ın evliliği, bu aynaya yeni bir yansıma düşürecek.”

Rehberin sesi gölün yüzeyinde yankılanırken, Gökyüzünden kuleye doğru bir ışık huzmesi alçaldı. Uzay asansörünün kabinlerinden biri, atmosferin maviliğinden yere sessizce süzülüyordu. Nalan ve Okan, o kabine binecek çiftlerden biri olacaktı. Gelenek haline gelen Lotus Uzay Asansörüyle çıkılan. “yörünge düğünleri”, 80. yüzyılın sadece zenginlik değil, gezegenle barış içinde yaşamanın ve insanlığın ulaştığı birliğin sembolüydü. Lotus Asansörü’yle göğe çıkan her çift, Dünya’yla gökyüzü arasındaki o ince dengeyi kutluyor; yerçekimiyle sevgi arasındaki bağa kendi adlarını yazıyordu.



2.2. UZAY ASANSÖRÜ

Kule operatörü, uzaktan bir sinyal gönderdi. Kabin yavaşça havalanırken, lateral kabloların gerginliği sensörlerle dengelendi; kuzey hattı güneyle, doğu hattı batıyla konuştu. Güç hatları arasında, elektromanyetik bir şarkı yankılandı; kabloların kendi müziği.

Nalan ve Okan’ın kabini, sessizce göğe süzülürken altlarında Bardawil’in tuzlu suları birer gümüş ayna gibi küçülüyordu. Atmosferin ilk katmanlarına girildiğinde, kabin pencerelerinden dışarıyı izleyenler büyüleyici manzara karşısında nefeslerini tuttular; dışarıdaki basınç farkı, içeride hafif bir serinlikle hissedildi.

Rehber hologramın sesi duyuldu:

“Sevgili konuklar, şu anda troposferin son katmanındayız. Yaklaşık on iki kilometre yükseldiniz. Kısa süre sonra stratosfere giriş yapacağız. Yükseldikçe, vücut ağırlığınız azalacak; ancak güvenlik sistemleri sizi dengeleyecektir.”

Yolcuların gözleri büyümüştü. Bazıları gökyüzünün yavaşça koyulaşmasını izliyor, bazılarıysa sadece sessizdi; çünkü, Dünya’yı aşağıda bir mavi küre olarak görüldüğü bu büyülü ana yaklaşmışlardı. Kabin yükselirken, başlangıçta eğimli çıkan asansörün penceresinden görülen manzara, yavaş yavaş dikleşti; sanki gökyüzü değil, Dünya eğiliyormuş gibi göründü.

Kabin 35.786 kilometrelik yer sabit yörüngeye ulaştığında, yavaşça yörünge istasyonuna kenetlendi. Lotus Uzay Şehri gökyüzünün sessiz, dönen mücevher gibi parlıyordu. Kubbeleri, içindeki su bahçeleri yerçekimsiz ortamda yüzen nilüferlerle doluydu. Nikah töreni, bu çiçekli cam kubbede gerçekleşecekti.

Kabin kapıları açıldığında, misafirleri mikrogravite ortamında süzülen ışık damlacıkları karşıladı. Her biri, göl suyundan alınan mikrokristallerden yapılmıştı; konukların üzerinde hareketleri programlanmış birer minyatür Bardawil anısı gibi dolaşıyorlardı.

Nalan, kabinin eşiğinde bir an durdu. Dünya, aşağıda dev bir kalp gibi dönüyordu.
Okan elini uzattı.

“Artık düşmek yok,” dedi gülerek.
“Uzay şehri de Bardawil şehri kadar güzelmiş,” diye fısıldadı Nalan.

2.3. YERÇEKİMSİZ NİKAH 

Töreni, Yeni Dünyalar Kolonizasyon Yönetim Konseyinin holografik temsilcisi yönetecekti. Konsey başkanı görünür hale geldiğinde, sesi yumuşak ama evrenin derinliğini taşıyan bir tondaydı:

“Bugün burada, Bardawil’in suyundan doğan bir şehirle göğün sessizliğini birleştiriyoruz. Sizler, Dünya’nın çekiminden özgürleşmiş evliliklerden birini temsil ediyorsunuz. Bu tören, sadece iki kalbin değil, iki gezegen bilincinin birleşimidir.”

Tören boyunca herkes yerçekimsiz ortamda süzülüyordu. Nalan’ın saçları, gökyüzünde yavaşça dalgalanıyor; Okan’ın ceketi, bir su yüzeyinde açılan nilüfer gibi etrafında dönüyordu.
Süperiletken yüzükler, kuantum levitasyon sayesinde yönlendirilerek parmaklarına kendiliğinden yerleşti.

Ve o an, Dünya’nın gece tarafı altlarından geçerken, okyanusların kıyı çizgileri karanlıkta mavi bir nefes gibi parladı.
Rehber hologram fısıldadı:

“Lütfen pencerelere bakın. Bu manzara, yörünge düğünlerinin kutsal anıdır. Güneş, şu anda sadece sizler için doğuyor.”

Güneş ufuktan doğduğunda, hem Dünya hem Lotus Şehri altlarında parıldadı.
Nalan ve Okan birbirine döndü, hiçbir kelimeye gerek kalmadı.
O anda, insanlık için binlerce yıldır süren göğe ulaşma arzusu, iki kalbin sade bir birleşiminde tamamlandı.

Ve böylece, 80. yüzyılın yörünge defterine yeni bir sayfa eklendi:
“Nalan & Okan – Bardawil Lotus’tan Göğe Uzanan Aşk.”

2.4. UZAYDA BALAYI

Lotus Uzay Şehri’nin dış kabuğu, Dünya’nın gece tarafına dönüktü. Aşağıda, mavi gezegenin karanlık yüzeyinde şehir ışıkları ince damarlar gibi parlıyordu. Okyanusların kıyı çizgileri, siyah kadife üzerinde solgun mavi bir nefes gibi kıvrılıyordu.

Nalan ile Okan, düğün töreninden sonra konuklarla vedalaşmış, istasyonun sessiz bölümüne; Nilüfer Odası’na geçmişlerdi. Bu oda, balayı çiftleri için tasarlanmıştı: dışarıya bakan duvarı ve zemini şeffaftı.  Sıfır yerçekiminde, Nalan’ın ve Okan’ın gözleri buluştuğunda, su damlacıkları gibi havada asılı duruyorlardı. Aşağıda yavaşça dönen Dünya'yı, yukarıda ise sessiz bir yıldız denizini birbirine sarılarak seyrettiler. 

Bir holo-asistan, yumuşak bir sesle fısıldadı:

“Balayı menüsü aktif. Yemek yerken şeffaf duvarı Dünya ışığına mı, yıldız karanlığına mı çevirmek istersiniz?”

Okan gülümseyerek “Dünya ışığında” dedi.
Altlarındaki gezegenin gündüz tarafı yavaşça yaklaşıyor, Asya’nın şehirleri altın noktalar halinde parlıyordu.

Masa tavandan inerek görünmez bir eksende dönerek indi, koltuklar iki kişilik pozisyon aldı. Bol çeşitli ve özenle hazırlanmış yemeklerin yer aldığı gösterişli sofrada tabaklar ve yemekler düzenli biçimde sunulmuş haldeydi. Süzülerek koltuğa oturup kemerini bağladılar. Tabaklar manyetik alanla sabitliydi ve üzerlerinde şeffaf zar vardı: nar suyu kırmızısında bir çorba, zeytin yeşili bir sos, minik beyaz sıvı yemek küreleri...

Nalan, gümüş bir pipet ile tabağın üzerindeki zarı deldi. Tatlı, konsantre elma suyunun tadı ağzına yayıldığında, gözleri parladı.

"Bu, sıradan bir akşam yemeği değil," dedi Nalan, başını Okan'ın omzuna yaslayarak.

Sıra çorbaya geldiğinde Nalan kahkahasını tutamadı.
Bir çorba damlası kaçıp yanağının önünde süzüldü.
Okan elini uzatıp parmağının ucundaki minik alanla onu yakaladı.

“Sıfır yerçekiminde bile senden bir şey kaçmıyor,” dedi Nalan gülerek.

“Bu akşam menüde Newton yok, sadece aşk var,” diye yanıtladı Okan.

Yemek boyunca dışarıdaki Dünya’nın gece hattı yavaşça aydınlandı.
Afrika kıtası altlarından geçerken, Nil Nehri’nin ışıkları bir gümüş şerit gibi parladı.

Okan bir yudum aldıktan sonra fısıldadı:

“Aşağıda Bardawil… senin elbisendeki parıltı gibi görünüyor. Oradan göğe çıkmak… çocukluğumun hayaliydi.”

Nalan’ın sesi yumuşaktı:

“Şimdi o hayalin içindeyiz. Ama hâlâ kalbim, Dünya’ya dönüp Tassili n’Ajjer platosunda seninle birlikte yaşamak istiyor.”

Okan başıyla onayladı: 

Sanırım Sahra çölü ikimizin kalbini de derinden çekiyor

2.5. YERÇEKİMSİZ DANS

Yemekten sonra müzik başladı.
Yavaş, derin frekansta bir ezgi; sanki yıldızların iç sesi gibi.
Nalan, elini uzattı.
Avuçlarından süzülen ışık tanecikleri, odada küçük bir galaksi gibi döndü.
Okan, onun parmaklarını tuttuğunda, bedenleri aynı yönde süzülmeye başladı; tıpkı iki uydu gibi, ortak bir çekim alanında.

“Yere bağlı olmadan dans etmek… sanırım aşkın fizik tanımı bu olmalı,” dedi Okan gülümseyerek.

Nalan gözlerini kapadı, saçları havada bir aurora gibi salındı.
“Yerçekimi olmadan bile, kalbim sana çekiliyor,” diye fısıldadı.

Birbirlerine yaklaştılar.
Her küçük hareket, ikisini birbirine biraz daha itti, biraz daha döndürdü.
Dans, bir denge oyunu değildi artık; bir bütünleşmeydi.
Müzik, yıldızların sessiz titreşimleriydi.

Dışarıda, Dünya’nın gece yüzü tümüyle aydınlandı. Güneş’in ışığı, Dünya küresinin tamamını sardığında, odanın duvarları altın bir ışıkla parladı.
Nalan ile Okan’ın yüzleri o ışıkta birleşti.

O anda, hiçbir zaman ölçü birimi yoktu; ne saniye, ne kilometre, ne de Newton.
Sadece iki insanın evrenin ortasında, tüm kütleçekimini unutarak birbirine kavuştuğu o saf an vardı. Saatler sonra duvarlardan yumuşak otomatik bir bildiri duyuldu.

“Yörünge dengesi sabit. Lotus Şehri gece moduna geçiyor.”

Işıklar loşlaştı.
Okan, Nalan’ı kollarına aldı.
Aşağıda Dünya, yavaşça kararıyordu.
Yukarıda yıldızlar…
Ve ikisi, hiçbir yerin ve her yerin ortasında, evrenin en eski yasasını yeniden yazıyorlardı:
Aşk, yerçekiminden daha güçlüdür.


2.6. DÜNYAYA DÖNÜŞ

Lotus Uzay Şehri’nde saat 15:45’i gösteriyordu. Şeffaf kubbelerin ardında uzay sonsuz bir gece gibiydi ama iç mekanın altın renkli ışıkları hâlâ gündüzü taklit ediyordu.

Okan ve Nalan, yerçekimsiz baloların düzenlendiği büyük salonun yan koridorlarından birinde gidecekleri yön hakkında kararsız kaldılar.

Nalan gülerek döndü:
“Bizi Dünya’ya götürecek asansörü bulmak bu kadar zor olmamalıydı, değil mi?”

Okan omuz silkti. “Yanlış kapıya girersek 8 farkı Afrika şehrine ineriz veya 2 farklı Uzay şehrine gideriz. ”

“Ya da daha kötüsü,” dedi Nalan, “Güney Yarımküre’ye, Cape City’ye gideriz.”

İkisi de güldü.

Bir köşede görevli bir rehber drone belirdi. Gövdesindeki hologram penceresinde şu yazıyordu:
“Lotus İniş Terminali, Kuzey 31 derece güzergâhı, Hareket saatine 12 dakika kaldı.”

Okan rahatladı: “İşte bu, bizim hat kuzey hattı.”

Ama drone döndü, başka bir yöne süzüldü.
Nalan hemen peşinden atıldı: “Bekle! Ya yanlış drone’u izliyorsak?”

Okan gülerek kolundan tuttu:
“Olursa olur. Düğün hediyesi olarak Afrika kıtasında ikinci bir balayı fena olmaz.”

İkisi de kahkaha atarken, nihayet terminale ulaştılar. Dev bir şeffaf kapı, içinden mavi ışıklar saçıyordu. Kapı kenarında minik bir uyarı levhası yanıp sönüyordu:
“Kuzey 31° iniş kapsülü,  Kalkışa 4 dakika, Geri dönüş süresi: 2 saat.”

Okan fısıldadı:
“Tam zamanında. Dört saatte bir kalkış oluyormuş… Bir sonrakini kaçırmış olsaydık inişimiz geceye kalırdı.”

2.7. HAYALLER

Kabinlerine girdiler. Cam kubbe kapanırken koltuklarına oturup emniyet kemerlerini bağladılar. Bir dakika sonra ufak bir sarsıntıyla Lotus uzay şehri yavaşça küçülmeye başladı. Gümüş kubbeleri, devasa aynaları ve ışıkla örülmüş köprüleri, yörüngenin alacakaranlık sınırında bir rüya gibi eriyordu. Motorların sesi neredeyse duyulmuyordu; çünkü asansör hattı, iniş sırasında frenlemeden doğan enerjiyi ısıya dönüştürmek yerine, soğutulmuş süperiletken halkalara yönlendiriyor, orada sessizce depoluyordu. Bu enerji, bir sonraki yükselişi besleyecekti. Her iniş, bir yükselişi mümkün kılıyordu; tıpkı yaşamın kendisi gibi.

Okan ve Nalan, küçük transfer aracının panoramik penceresinden birbirine yaslanmış hâlde dışarıyı izliyordu. Dünya, altlarında mavi ve beyaz bir sarmal gibi dönüyordu.

Nalan sessizce pencereye bakarak hayallere daldı.

“İnince Yaşam Hücreleri Galerisine uğrarız,” dedi usulca.
“Hayalim doğayla uyumlu, kendi kendine kurulabilen bir ev. Ama teknolojinin esiri değil.”

Okan başıyla onayladı, yüzünde yumuşak bir gülümsemeyle:
“Sonra onu alıp uçan aracımıza kenetleyip Tassili n’Ajjer platosuna ineriz.”

Kabinin duvarlarına vuran ışık, onların yüzlerini sıcak bir turuncuya boyadı.
Aşağıda, Sahra’nın ufuk çizgisi görünür olmuştu bile; altın ve kızılın birbirine karıştığı, nefes kesici bir tablo.

Kabinin dışındaki mavi giderek altın rengine dönüyordu.
Aşağıda, bir zamanların suskun Sahra’sı, güneşin altında pırıl pırıl parlayan mavi ve yeşil noktalarla doluydu.

Nalan sessizliği bozdu:
“Bak, göl parıltılarını görüyor musun? Bazı yerlere yağmur yağmış. Sanki toprak yeniden kan dolaşımını kazanmış gibi yeşilleniyor.”

Okan gülümsedi.
“Bilim insanları bu döngünün 21.000 yılda bir tekrarlandığını söylüyorlardı. Biz o yeni döngünün tam başında yaşıyoruz.”

Nalan başını cama yasladı, gözleri ufukta beliren sazlıklardaydı.
“Binlerce yıl önce buralarda insanlar suyla konuşuyormuş… M.Ö. 3000 yılından sonra her şey susmuş. Şimdi biz tekrar döneceğiz.”

Asansör hattı, atmosferin eşiğine yaklaşırken hızını neredeyse sıfıra indirdi. Yüksek irtifadaki frenleme, enerjiyi ısıya değil elektriğe dönüştürmüş, süperiletken halkalarda sessizce saklamıştı. Atmosferin ince katmanlarına girerken kabin artık yalnızca yerçekimiyle süzülüyordu; böylece ısı kaybı değil, enerji birikimiyle iniyorlardı. Her iniş, bir yükselişin sessiz vaadini taşıyordu.”

Kabin, atmosferin üst sınırına girdiğinde pencereden dışarı ince, dans eden ışık halkaları belirdi. Bu, sürtünmeden doğan bir plazma değil; süperiletken halkaların çevresinde biriken elektromanyetik alanların, iyonosferin parçacıklarıyla buluşmasından doğan yumuşak bir parıltıydı. Gökyüzü, onlara bir taç değil, sanki bir karşılama ışıması sunuyordu. Kabin atmosferin yoğun katmanlarına girerken titreşim hafifti; sadece yerçekiminin kadim sesi ve aşağıda yavaşça büyüyen mavi-beyaz girdapların sessiz çağrısı vardı.

Artan G kuvveti sonucu kabin hafifçe titrerken Okan fısıldadı:
“Bir gün uzay şehrine geri döneceğiz. Belki o zamana kadar yanlış asansör diye bir şey kalmaz.”

Nalan gülümsedi.
“Ya da belki, yanlış asansörler bizi doğru hayallere götürür.”

Okan hafifçe gülümsedi:
“Evet,” dedi, “Belki de çocuklarımızın hayalleriyle birlikte.”

Nalan gözlerini kapattı, yüzüne vuran turuncu ışığın içinde fısıldadı:
“O gün geldiğinde, yeni dünyalar artık bizimle konuşuyor olacak.”



BÖLÜM 3: BİYOYUVA (M.S. 7990)


3.1. EV ALIMI

Uzay asansöründen indiklerinde hava, tuz ve çiçek kokusuyla doluydu. Bardawil’in rüzgârı, gökten gelenleri karşılayan bir ilahi gibiydi. Nilüfer tozları havada süzülüyor, güneş yansımaları onların çevresinde sanki minik yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Yeryüzü artık onlara yabancı değildi ama tanıdık da değildi. Dünya, yeniden doğmuş gibiydi.

Okan, asansörün gümüş yüzeyine son bir kez baktı.
“Sekseninci yüzyılda bile gökyüzünden inince, her seferinde 'overview effect' denen hissin başka bir anlamını tadıyorum,” dedi.
Nalan gülümsedi. “Çünkü yalnızca inmedik. Dünya'nın önemsizliğine ve küçüklüğüne geri döndük.”

Birlikte yürüyerek BiyoYuva Kompleksi Galerisi’nin girişine ulaştılar. Kapı bir çiçeğin açılışı gibi sessizce ayrıldı. İçeride onları K-pop tarzında görünüşü olan rehber karşıladı; bir insan değil, sesi rüzgâr gibi dalgalanan holografik sanal insan bir rehberdi. Elbisesi, sarmaşık dallarından örülmüş bir asma formundaydı.

“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan,” dedi. “Bugün hangi yaşam formunu seçmek istersiniz?”

Nalan başını eğdi, sesi bir dua gibi yumuşaktı.
“Doğayla uyumlu, kendi kendine var olabilen bir ev. Ama teknolojinin esiri değil.”

Hologramın gözlerinde yeşil bir ışık kıvılcımı belirdi.
“Anlıyorum. Özerk-Organik kategorisine hoş geldiniz.”

Koridor boyunca ilerlerken duvarlar boyunca ev modelleri sıralanmıştı; her biri kendi mikro atmosferini yayıyordu.
Bir tanesi nefes alıp veriyor gibiydi; duvarları soluyordu; rüzgâr sesi içinden geçiyordu.
Bir diğeri, saydam bir zar gibi ışığa göre renk değiştiriyor; gece olduğunda yüzeyine yıldız haritası düşüyordu.
Bir başkasıysa toprağa kök salmıştı; yaşayan bir ağacın içinden oyulmuştu ama ağacın özü hâlâ yaşıyordu.

Okan elini üç modelin arasında gezdirdi.
“Hepsi büyüleyici, ama fazla şehirli. Biri nefes alıyor, ama hâlâ elektrikle konuşuyor.”
Nalan gülümsedi. “Elektrik de artık doğanın dili. Sadece tınısı değişti.”

Rehber, onları kubbeli geniş bir salona yönlendirdi. Ortada dev bir inci küresi dönüyordu; çevresinde holografik evlerin minyatür kopyaları yörüngede dönüyor gibiydi.

“Bu bölümdeki yapılar,” dedi rehber, “kurulum bölgesinin iklim, jeoloji ve enerji profilini analiz ederek kendi formunu belirler. Siz yalnızca yer seçersiniz; gerisini doğa ile teknoloji birlikte çözer.”

Nalan’ın gözleri ışıldadı.
“İşte bu, aradığım denge.”
Okan başını salladı. “Kendi kararını verebilen bir ev… tam bize göre.”

Ekranda üç seçenek belirdi:

Solaris-7, Güneş ışığına göre form değiştiren, fotosentezle enerji üreten ev.
EkoPulsar, Rüzgâr akışlarına göre duvarlarını yeniden biçimlendiren ev.
Reborn-9, Tamamen kendi kendini kuran, doğaya entegre modül. Kurulumda kullanıcıdan yalnızca bir isim ister.

Okan, üçüncü seçeneğin üzerine geldiğinde duraksadı.
“Reborn-9… ismi bile biraz mistik.”
Nalan parmaklarını onun avucuna yerleştirdi.
“Yeniden doğuş her zaman biraz mistiktir.”

Rehberin sesi çevreye yayıldı:
“Seçim kaydedildi. Kuracağınız yerin lokasyon bilgisi söyleyiniz.”

Okan, hologram haritasında parmağını kuzey Afrika’nın altın damarları arasında gezdirdi.
“Tassili n’Ajjer platosu,” dedi. “Sessizliğin ve ilk çizgilerin yeri.”
Nalan’ın sesi neredeyse bir fısıltıydı:
“Evet… insanlığın ilk hikâyesi orada taşa kazınmıştı. Biz de kendi hikâyemize oradan başlarız.”

Rehber elini uzattı, Okan ve Nalan sırayla rehberin avucuna üflediler. Bu satın aldıkları evin ödemesini yapmak demekti. Sekseninci yüzyılda ödeme işlemi dijital değil, biyometrikti. Parmak izleri değil; nefes örneğiyle doğrulama yapılırdı. Çünkü bu çağda mikroskobik hücreler ve DNA taşıyabilen nefes, kimliğin kendisiydi.

İşlem tamamlandığında rehberin sesi yeniden belirdi:
“Ev modülünüz, uçan aracınıza 18 dakika sonra kenetlenecektir. Kurulum sırasında sizden yalnızca bir isim istenecektir. Unutmayın, isim kimliktir. Ev, verdiğiniz isme göre davranacaktır.”

Okan şaşırarak Nalan’a döndü. “Evin davranışı... isme göre mi değişiyor?”
Nalan hafifçe güldü. “İsim, titreşimdir. Titreşim niyettir. Belki de ev, niyetimizi hissedecek.”

3.2. EVİ TAŞIMA

Nalan ve Okan, küçük ama güçlü uçan araçlarının kokpitine bindiler. Aracın adı Burak idi; Rivayet edilen kutsal binek olan adını, saf ve parlak rengi veya çok hızlı hareket edişi sebebiyle almıştı. Altına, yeni evleri olan Reborn-9 kompakt biçimde kilitlenmişti. Katlanmış, sessiz, henüz bir beden bulmamış bir ruh gibiydi.

Aracın iç ortamının sessiz, sakin, huzurluydu. Metal değil, canlı liflerden yapılmıştı; yüzeyler parmakların ısısına tepki veriyor, koltuklar okşayarak yumuşuyordu. Gösterge ekranı yerine, önde yarı saydam bir yüz belirdi. Burak'ın sesi sıcak ve tok bir tondaydı.

“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”

Okan, omzuna yaslanan Nalan’a bakarak gülümsedi.
"Tassili n’Ajjer platosu."

Yapay zekânın gözleri parladı.

“Belirttiğiniz bölge, 72.000 kilometrekarelik çok geniş aktif alan içeriyor. Lütfen iniş konumunuzu haritadan seçiniz.”

Konsolun üzerinde holografik bir harita belirdi. Altın renkli kumlar, dağ silsileleri ve kadim kaya oluşumları üç boyutlu olarak uzanıyordu.

Nalan, parmağını kuzeydoğudaki bir yamaca sürükledi.

"Şu bölge. Burada eskiden su yatakları varmış. Belki toprağın hafızası hâlâ nemlidir."

Okan başını salladı.

"Tamam. eski su yataklarının yakınında bir yer olsun."

Burak onayladı.

“Koordinatlar kilitlendi. Mesafe 2520 kilometre. Tahmini uçuş süresi 4 saat 27 dakika. Yakıt oranı %100, enerji rejenerasyonu aktif.”

Aracın motoru devreye girdi. Sessiz bir itkiyle havalandılar. Alışveriş merkezinin çatısındaki kapılar lotus yaprakları gibi kapanıyor, gölün yüzeyi onları yansıtarak uğurluyordu.

Gökyüzüne yükseldikçe şehirler küçüldü, sonra tamamen kayboldu. Gökyüzü, akşamın mor tonlarına dönerken araç ufka doğru kaydı. Altlarında önce yeşil Nil deltası vardı, sonra sonsuz bir altın kum denizi başladı. 

Bir süre sessizlik oldu; sadece aracın ritmik titreşimi duyuluyordu. Nalan pencereden dışarı bakarken gülümsüyor, hayallere dalıyordu.

Nalan, pencereden dışarı bakarken fısıldadı:
“Yeni evimizin adı ne olsun?”

Okan biraz düşündü. “Sahra'nın uyanışına, çölün yeniden doğuşuna tanık olmak için gidiyoruz... Sahara Reborn nasıl?”

Nalan başını omzuna yasladı.
“Evet... Sahara Reborn. Hem bizim hem Sahra'nın yeniden doğuşu olur.”

Bardawil Lotus Şehrinden ayrıldıklarından beri 2 saat geçmişti, gün çoktan akşamın kollarına girmişti. Gökyüzü mor ve turuncu arasında dalgalanıyor, uzak ufukta Sahra’nın altın çizgileri belirginleşiyordu. Kum tepeleri, rüzgârla değişen dalgalar gibi hareket ediyordu.

"Şuna bak, Okan. Tüm bu boşluk… bir zamanlar göllerle doluydu."

"Biliyorum," dedi Okan, başını arkaya yaslayarak. "İlk olarak coğrafya dersinde okumuştum. Afrika Nemli Dönemi, değil mi? İnsanlık burada göllerde balık avlıyordu, sonra binlerce yıl kuraklık geldi. Şimdi ise yeniden yeşil çağ başlıyor."

"İşte tam da bu yüzden burayı seçtik. Biz beton, cam ve çeliğin üstünde değil, tarihin kalbinde yaşamak istiyoruz."

Okan hafifçe güldü.
"Tarih dediğin şey, şehirlerde unutturuluyor. Orada zaman bile pazarlık konusu. Burada ise… zaman bile doğal akar."

Nalan başını çevirdi.
"Hatırlıyor musun? İlk tanıştığımızda sen bir protestoda elektrogitar çalıyordun. 'Ses betonun içinden geçsin' diye pankart vardı arkanda."

Okan kahkaha attı.
"Evet, sen de kalabalığın ortasında oturmuş, yere tohum ekiyordun. Kimse fark etmemişti bile."

"Ben fark etmiştim. Elektrogitarın ağlıyordu."

"Senin ellerin de toprak kokuyordu."

Bir süre sessizlik oldu. Aracın içi, sadece nefeslerin ve motorun huzurlu uğultusuyla doluydu.

Okan, kontrol panelindeki haritayı izledi.
"Düşünsene, bir zamanlar şehirde bir daire almak için ömür boyu çalışmaları gerekirmiş. Şimdi, bir ev bizi seçiyor."

Nalan gözlerini kapadı.
"Ev değil, yuva. Aradaki farkı hissediyor musun?"

"Yuvalar insan kahkahalarıyla yaşar. Evler sessizce bekler."

Uzakta yıldızlar görünmeye başladı. Atmosferin sınırında, geceyle gündüz birbirine dokunuyordu.
Okan, elini Nalan’ın eline uzattı.
"Biliyor musun, çocukken rüyamda hep aynı yeri görürdüm. Kum denizi, taş duvarlara kazınmış şekiller… Şimdi oraya gidiyoruz. Belki o rüya bir hatıraydı."

Nalan gülümsedi.
"Belki de atalarının sesi seni çağırıyordu."

Saatler ilerledikçe, kum denizinin rengi koyulaştı. Uzakta kayalık silsileler belirdi. Burak’ın sesi bir kez daha yankılandı:

“Koordinatlara yaklaşıyoruz. Atmosfer nem yoğunluğu %22 artışta. Toprak yüzeyinde mikrobiyal aktivite saptandı. Yaşam döngüsü yeniden başlıyor.”

Nalan heyecanla pencereden baktı.
"Toprak uyanıyor, Okan."

Okan başını eğdi, alçalan araca baktı.
"Ve biz onun ilk misafirleri olacağız."

3.3. EV KURULUMU

Dört buçuk saat sonra uçan araçları yavaşça süzülürken, altlarında geniş bir vadi belirdi. Kayanın yüzeyinde binlerce yıl önce çizilmiş figürler; insan, ceylan, balık… Zaman, taşın üzerine şiir yazmış gibiydi.

Burak yatay hızını sıfırlayıp bir kaç metre yüksekte hover moduna geçti, havada asılı gibi görünüyordu:

“İniş konumunun tam üzerindeyiz. Ev modülünüzün kurulumu için bırakmamı ister misiniz?”

Nalan, derin bir nefes aldı.
"Burası uygun görünüyor, Burak. Bırakmaya başla.

Araç, gökyüzünde kısa bir süre daha bekledi. Ardından altındaki Reborn-9 modülü çözüldü, kumun üzerine nazikçe indi. Metal değil, bir tohum gibi toprağa yerleşti.
Kum hafifçe titreşti, sanki evin kalp atışını duyar gibi oldular.

...

Yakınına iniş yaptıklarında kumlar, Burak’ın altındaki sessizlikte hafifçe titreşti. Araçtan dışarı çıktıklarında gökyüzü geceye dönmüş, ayın ince bir hilali taşların üzerinden sızıyordu. Reborn-9 modülü, altın tozların arasında öylece duruyordu; küçük, gri, sıkıştırılmış bir küre… ya da henüz açılmamış bir gonca gibi.

Okan, Nalan’ın kulağına fısıldadı:
"İsim zamanı geldi."

Nalan gözlerini kapadı.
"Sahara Reborn."

Sonra, kürenin yüzeyinde ince çatlaklar belirdi. Çatlakların arasından soluk mavi bir ışık sızdı.
Bir nefes aldı sanki.

Toprağa dokunan yerleri genişleyip uzadı; toprak altına doğru sivri uzantılar bıraktı; kök gibi.
Bu uzantılar toprağın altına gömülürken, mekanik değil, organik bir ses duyuldu: “tchhh–tchk–rumph.”
Rüzgârın değil, doğanın kendini sabitleme sesi.

Evin kökleri, kumun içinde sağlam bir tutuş buldu. Ardından üst kısmı yavaşça açılmaya başladı.
Yaprak gibi değil, çiçek gibi değil; sanki bir canlı kabuk, güne doğru yeniden doğuyordu.
Her katmanı açıldıkça, iç yapısındaki parlak damarlar ışık saçıyor, çevresini aydınlatıyordu.

Okan nefesini tuttu.
"Bak Nalan, gerçekten bir gonca gibi açılıyor."

Nalan’ın gözleri doldu.
"Sadece doğayı taklit etmiyor; sanki doğanın bir parçasıymış gibi davranıyor."

Evin kubbesi tamamen açıldığında, etrafında narin bir uğultu yayıldı.
Yüzeyinde fotosentetik enerji hücreleri açılıp gökyüzüne döndü.
Bazıları ay ışığını bile toplayabiliyordu; bu çağda enerjiye sınır yoktu.

Sonra evin dış yüzeyindeki minik gözenekler açıldı.
Nem algılayıcılar havayı taradı, mikro düzeyde su buharını çekmeye başladı.
Dakikalar içinde duvarların içindeki depolama damarları sıvı mavi bir ışıkla doldu.

Sahara Reborn aktif hale getirildi,” dedi yumuşak bir ses. “Nem alımı tamamlandı. Su rezervleri aktif. Yedek enerji hücreleri devrede. İç sistemler çevresel değerlere göre dengelendi.”

Evin kendi sesi vardı.
Ne erkek, ne kadın; doğanın sesi gibiydi: rüzgârın yumuşak tınısı...



BÖLÜM 4: EVİN İLK GECESİ (M.S. 7990)


4.1. İÇERİ GİRİŞ

Evin ön cephesinde bir geçit oluştu, klasik bir kapı yoktu. Onun yerine, yarı saydam bir zar belirdi; yüzeyi, suyun yüzey gerilimiyle titreşen bir damlayı andırıyordu. Ne tam katıydı ne de tam sıvı.

Bu, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş, elektroaktif polimer liflerinden oluşan canlı bir dokuya benzeyen yeni bir geçit türüydü.

Okan yaklaştı. Zarın yüzeyinde titreşimler oluştu, ama açılmadı. Ardından ev konuştu:
“Nefesin yoksa kimliğin de yoktur. Bu geçit yalnızca yaşayanları tanır.”

Nalan sessizce fısıldadı:
“Üflemen gerek sanırım. Hatırlasana, ödemeyi de nefesle yapmıştık.”

Okan derin bir nefes aldı, zarın yüzeyine doğru yavaşça üfledi.

Zarın yüzeyi, Okan'ın nefesini hisseder etmez titreşti. Zarın üst katmanında gizlenmiş sensörler, bu nefesi algıladı. Moleküler dizilimi saniyeler içinde çözdü; “Solunum verisi alındı. Kimlik doğrulandı.”

Bu dönemde soluk almak, bir biyometrik imza taşımakla eşdeğerdi; her nefeste taşınan hücresel kalıntılar, genetik kodlar ve iyonik izler, bireyin eşsizliğini ortaya koyuyordu.

Ardından, zarın biyomimetik liflerine düşük voltajlı bir akım verildi; lifler kas hücreleri gibi gevşedi, zar bir soluk gibi açıldı. Hava, hafifçe yüzlerine vurdu; içeriden loş, yumuşak bir ışık sızdı.

İçeri adım attıklarında, arkalarındaki açıklık yeniden elektrik yüklendi. Zar bu kez sertleşti; bir canlı dokunun yarasını kapatması kadar doğal bir şekilde fakat saniyeler içinde kendini onardı. İç yüzeyine vuran ışık moleküler yapısında kırılıyor, geçici bir gökkuşağı oluşturuyordu.

Havada ince bir titreşim hissedildi.
Evin iç sistemi nazik bir sesle devreye girdi:

“Hijyenik Servis Kapısı aktif. Toz ve mikrop temizliği başlatıldı.”

Elektro-zarın alt katmanındaki mikro püskürtücüler çalışmaya başladı. İyonize buhar ve ozon püskürtücüleri devreye girdi; üzerlerindeki mikroskobik tozlar ve kum taneleri sessizce yok oldu. Ardından sistem yeniden konuştu:

“Temizlik tamamlandı.”

Nalan, parlayan zara dokunmaktan kendini alamadı.
“Buna canlı bir şey gibi davranmak istiyor insan, bir nefesle ev seni tanıyor.” dedi.

Okan gülümsedi.
“Belki de biz evin parçası olduk,” dedi. Nefesimizi aldı, bizi hatırlayacak. Sadece bir kapı değil. Elektriği kesince uyuyor, verince uyanıyor. ”

İç kapı otomatik olarak açıldığında içeriye adım attılar. Zemin yumuşaktı ama sabit; canlı liflerden yapılmış gibi, vücut ağırlığına uyum sağlıyordu.

İlk oda geniş bir salondu. Tavandan süzülen ışık, doğal gün ışığı gibi renk değiştiriyordu. Duvarlar saydam bir malzemeyle çevriliydi, ama dışarıyı göstermek istemediklerinde opaklaşıyordu.

Zemin boyunca minik toz toplama kanalları vardı; zemin, kendi kendini temizleyen bir organizma gibiydi. Mikroskobik sensörler, havadaki en ufak toz zerresini bile algılıyor; yüzeyin altındaki mikrokanallar, bu sinyali alır almaz harekete geçiyordu. Toz, daha yere tam oturmadan emiliyor, zemin her an yeni silinmiş gibi kalıyordu. Süpürge, bu çağda sadece bir nostaljiydi. Ama asıl devrim, paspasın da tarihe karışmasıydı. Yüzey, kendi kendini nemlendirip temizleyen iki katmanlı bir mikro-dokuya sahipti. Alt katman ters yönde mikroskobik bir emişle bu nemi ve içinde çözünmüş kiri geri topluyordu. Yüzeyin altında dönen ince bir sıvı akışı; görünmez bir paspas gibi zemini nazikçe temizliyordu. Hiçbir iz kalmıyordu. Ardından herkes uyurken kurbağa derisi gibi terliyor, sonra buharlaşıp sabah çiği kadar taze bir koku bırakıyordu. 

"Temizlik sistemi aktifmiş," dedi Nalan gülerek. "Ne süpürge ne paspas. Benim gibi düzen hastaları için biçilmiş kaftan."

Okan başını salladı. “Temizlik artık bir refleks.”

4.2. OTOMUTFAK

Mutfak bölümü küçük ama mükemmeldi.
Bir tezgâh, bir 3D gıda yazıcı, gıda sentezleyici, tat modülatörü ve saydam enerji paneli…
Nalan, parmağını yemek üretim panelindeki sensöre dokundurdu.

“Otomutfak aktif. Menü tercihi?”

"İlk akşam için özel bir yemek ister misin?" diye sordu Okan.

"Evet… ilk yemeğimiz doğal olmalı."

3D yemek yazıcısının ekranında holografik menüler belirdi.
“Organik vegan tabak”, “Eski Anadolu Mutfağı”, “Retro-2130 Street Meal”, “Klasik Ev Lezzeti: Mercimek Çorbası.”
Nalan gülerek sonuncuya bastı.

Yazıcının içindeki nano-karıştırıcılar harekete geçti.
Işıklar döndü, içten hafif bir tıs sesi geldi.
Bir dakika sonra, tabaktan buhar yükseldi.

Okan başını eğdi.
"Anneannemin çorbası gibi kokuyor."

Nalan gülümsedi.
"Belki de tarifini anneannen vermiştir"

4.3. ODALAR

Oturma alanının yanından geçen iki kapı, yatak ve çocuk odasına açılıyordu. Yatak odasında duvarlar, solunuma göre hafifçe renk değiştiriyordu; sakinlik, huzur. Yatağın yüzeyi sabit değil, uyku ritmine göre vücuda uyum sağlıyordu.

Yan odada ise çocuk odası hazırdı; duvarında bir projeksiyon aktifti: tavanda yıldızların ve bulutların hareketleri, dalga sesleri, duvarda orman veya deniz manzarası ve odanın içinde rüzgârla uçuşan üç boyutlu kelebekler...

Nalan sessizce gülümsedi.
"Henüz kimse yok ama... belki bir gün olur."

4.4. GARAJ VE UYUM

Garaj kısmı, evin arka tarafındaydı. Zemin, Burak’ın ağırlığını tanıyacak şekilde esnekti. Aracın sistemleriyle ev arasında kablosuz bir veri bağlantısı kuruldu. Burak motorlarını yeniden çalıştırarak garajına girdi, sanki evin bir parçasıymış gibi yerleşti.

“Araç bağlantısı aktif. Enerji transferi dengede.”

Okan pencereden dışarı baktı. Kumlar artık karanlıktı ama uzakta, nemli toprağın kokusu hissediliyordu. Ay ışığı, evin kubbesine vuruyor; fotosentetik yüzeylerde gümüş bir parıltı oluşturuyordu.

Nalan, mutfak masasına oturup bir yudum çorbasını içti.
"Sanki bir ev kurmadık. Bir canlıyı uyandırdık."

Okan başını salladı.
"Evet. Evin bizi tanıdıkça rahat etmemiz ve güvenliğimiz için hep uyanık kalacak"

Ve o anda, evin duvarlarından kısa süren derin bir uğultu duyuldu; sanki nefes alıyordu. Sahara Reborn, kendi ritmini bulmuştu. Ve o ritim, çölün kalp atışına karışıyordu.

4.5. AİLE GÖRÜŞMESİ

Ev, sabah güneşiyle birlikte bir gonca gibi açılmıştı. Kabukları andıran panelleri sessizce ayrılırken, enerji hücreleri üzerindeki kristal yapılar sabah rüzgarından güç çekiyor, havadaki nemi içine çekip rezervuarları dolduruyordu.

Nalan uyanırken gülümsedi.
"Dışarıda canlı doğa, içeride biyomimetik teknoloji… Denge bu işte."

Mutfak kısmına geçtiler. Cam tezgâhın üzerinde parlayan dairesel bir panel vardı. Nalan, “Otomutfak” sekmesini seçtiğinde, üç boyutlu bir yemek yazıcısı sessizce açıldı.
"Kavhaltıda menümüzde ne var, şef?"
Sürpriz olsun, dedi Okan. “Ama organik veri tabanından bir şey seç, genetik katkılı tatlar istemiyorum.”

Tam o sırada duvardaki ekranın kenarında küçük bir sembol belirdi. Kavisli bir çizgi, üzerinde parlayan bir logo: Neuroverse™ – Zihin-Evren Arabirimi.

Nalan merakla yaklaştı.
"Hey… Bu üzerindeki yazı… Neuroverse™."
Evin sesi yeniden devreye girdi:

“Neuroverse™, zihinsel bağlantınızı yalnızca veri aktarımı düzeyinden çıkarıp sizi hikâyelerin içine taşıyan bir sistemdir. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat… tüm duyularınız beyninize gerçek zamanlı aktarılır. Artık yalnızca izleyici değil, hikâyenin içinde yaşayan biri olacaksınız.”

Okan kaşlarını kaldırdı.
"Yani… görüntülü arama değil, zihin arama."

"Sanırım öyle," dedi Nalan. “Ailemi arayalım mı? Yeni evi görsünler.”

Okan başını salladı. Nalan gözlerini kapatıp ellerini iki yanına açtı; odanın ışığı hafifçe azaldı, ardından havada beliren bir parıltı iki insan siluetine dönüştü.

Bir an sessizlik oldu. Duvardaki Neuroverse™ logosu soluk bir maviyle yanıp söndü, ardından evin sesi yeniden devreye girdi:
“Bağlantı stabil. Duyusal senkronizasyon yüzde doksan sekiz.”

Bir anda, Nalan’ın annesi ve babası ışınlanmış gibi oturma odasında karşılarda belirdi. Gerçekmiş gibiydiler; annesinin gülümsemesindeki sıcaklık, babasının kahve fincanından yükselen buhar, hatta odada beliren o tanıdık portakal kokusu bile…

Okan, şaşkın bir tebessümle etrafa baktı.
“Bu… hologramdan fazlası,” dedi kısık sesle. “Gerçekten buradalar gibi…”

“Kızım!” dedi annesi Naima, gözleri dolu dolu. “Ne kadar güzel bir ev bu!”

Nalan gülümsedi, annesinin eline uzandı; parmak uçları hafifçe titreşti, ama temas hissi neredeyse kusursuzdu. Birbirine sarıldılar.
“Anne, seni hissedebiliyorum…”

Annesi gözyaşlarını tutamadı. “Ben de seni, canım.”

Nalan, annesinin elini daha sıkı tuttu; dokunma hissi o kadar gerçekti ki, parmak uçlarındaki minik kırışıklıkları bile hissediyordu. “Anne, bak… Burası bizim yeni yuvamız. Sahara Reborn. Dün gece kurulumunu yaptık.”

Naima’nın gözleri doldu yine; siluetinin eli göğsüne gitti. “Peki neden o kadar uzağa gittiniz kızım? Neden Tassili n’Ajjer platosu? Bardawil’de kalabilirdiniz, göl kenarında, nilüferlerin arasında. Burası çöl, kum, rüzgâr… Su yok, ağaç yok.”

Nalan'ın babası Yusuf gülümseyerek araya girdi, fincanını usulca havada çeviriyordu. “Okan,” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ve bilgeydi:
“Bardawil Lotus şehri ve Uzay asansörü güzeldi, biliyorum. Ama Sahra çölü ortasında bu evi kuracağınızı söylediğinizde vizyonunuza hayran kaldım. Tassili n’Ajjer platosu insanlığın ilk yuvasıydı. Şimdi sizin yuvanız oldu. Bu çok dokunaklı.”

Okan başıyla onayladı. “Haklısınız Yusuf. Lotus Şehri bir rüyaydı, ama uyanmak istedik. Orada ne kadar yükselirsek yükselilim, Dünya'nın çekimi bizi hep aşağıda, buraya, köklerimize çağırıyordu. Özellikle Nalan… o gökyüzünde bile toprağı özlüyordu.”

Nalan başını salladı. “Bak, şu an buradasınız gibi. Portakal kokunuz bile geldi! Hem bir gün siz de gelirsiniz.. Çölün uyanışını görürsünüz.Uçan araçla iki saatte buradasınız. Çocuk odasını bile hazırladık, kelebekler uçuşuyor duvarlarda.”

Naima’nın silueti birden heyecanlandı; gözleri parladı. “Çocuk odası mı? Torun mu gelecek yoksa? Neyse, mutlu olun yavrularım. Ama unutmayın, her hafta arayın. Neuroverse’le gelin ziyarete, ya da biz gelelim. Daha uzağa gitmeyin.”

Konuşmanın sonuna doğru, sanal siluetler yavaşça titreşmeye başladı. Neuroverse™ sistemi, enerji senkronizasyonunun düştüğünü bildiriyordu.

Yusuf aceleyle sözlerini tamamladı. “Biz şimdi ayrılıyoruz. Ama unutmayın: Siz neredeyseniz, yuva oradadır. Ve bu ev… bu evin adı bile, her sabah uyandığınızda size ne için yaşadığınızı hatırlatacak.”

Nalan, son bir gayretle annesine doğru uzandı. “Görüşmek üzere Anne, Baba. Sizi seviyorum.”

Bağlantı yavaşça soluklaşırken, Naima’nın son sözleri odada yankılandı: “Tamam kızım… Kalbim sizle, ama mesafe korkutuyor beni. Çölde yalnız kalmayın, torun haberini bekliyorum!

Ekran kararırken, Sahara Reborn’un duvarları yumuşak bir ışıkla parladı; sanki konuşmayı dinlemiş, aileyi onaylamış gibi. Nalan Okan’a döndü, gözlerinde hüzün ve mutluluk karışımı. Okan onu kucakladı. “Bizim hikayemiz şimdi başlıyor.




BÖLÜM 5: KEŞİF BAŞLIYOR (M.S. 7990)


5.1. GİZLİ ÇEKMECE

Nalan, elbisesini dolaba yerleştirirken çekmecenin dip kısmında bir şeyin hafifçe oynadığını fark etti. Nefesini tutup bastırdığında, metalik bir tınıyla gizli bir bölüm sürtünerek açıldı. İçeride, ışığı içine çeken gri iki paket duruyordu. Paketlerin üzerinde altın harflerle aynı kelimeler parlıyordu:

“Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi.”

Nalan’ın sesi neredeyse bir fısıltıydı.
"Okan… Buraya gel, şuna bak."

Okan birkaç adımda yanına geldi. Elini uzatıp paketi aldı, yüzündeki merak belirginleşti.
"Ne buldun, hayatım?"

Paket açılınca bir süre ikisi de sessiz kaldı. İçeriden, dalgalı yüzeyi ışığa göre renk değiştiren bir elbise çıktı. Kumaş değilmiş gibiydi; canlı bir deri gibi nefes alıyor, üzerindeki mikroskobik damarlar soluk bir ışıltıyla kıpırdanıyordu.

Nalan’ın parmak uçları ürperdi.
"Bunu biz almadık ki…"

Tam o sırada evin yapay zekâsı, yumuşak sesiyle konuştu:

“Tebrikler. Reborn-9 model evi satın alan yeni evli çiftler bu sürpriz hediyeye sahiptir.
‘Ekstrem Ortam Keşif Elbisesi’ aktif edilmiştir.
Gündüz 70°C sıcaklıkta soğutma sağlar, gece eksi değerlere karşı ısı kaybını engeller.
Kum fırtınalarında görüş kaybı yaşamazsınız.
Zihinle komut vererek harita açabilir, uyduya veri gönderebilir,
kas destekli dış iskelet sistemiyle fiziksel gücünüzü artırabilirsiniz.
Keşif modu isteğe bağlıdır.”

Okan’ın gözleri parladı.
"Nalan, bu tam ihtiyacımız olan şey. Hazırsan… Birlikte Nehirlerin Platosuna keşif gezisini bugün yapalım!"

Nalan kahkahasını tutamadı.
"Daha sabah kahvesini bile bitirmemiş birine göre biraz iddialısın, ama… peki, kabul."

Elbiseler, ikinci bir deri gibi vücutlarına oturdu. İnce bir titreşim, tenleriyle uyum sağlarken geçti. Kasklar kapanınca, süper kahramana benzediler. Gözlerinin önünde saydam bir arayüz belirdi; puslu ikonlar, vücut ısısı ve çevre verileriyle doluydu.

"Bu şey çok güçlü, dedi Nalan. Okan, bir adım at… nasıl hissettiriyor?"

Okan adım attı. Sonra bir adım daha. Ardından, bir anda tek eliyle Nalan’ı belinden kavrayıp havaya kaldırdı.
"Bak! Bir elimle seni taşıyorum! Kendimi süper kahraman gibi hissediyorum!"

Nalan kahkahalarla karşılık verdi.
"Haksız rekabet bu! Ver bakalım kolunu..."

Nalan onun kolunu yakaladı ve tek hamlede yerden kaldırdı.
"Gördün mü? Ben de yapabiliyorum!"

Okan şaşkın ama keyifliydi.
"Bu elbiselerin daha anlamadığımız birçok yönü var. Dikkatli olmalıyız."

Kahvaltılarını tamamladıktan sonra, garaja indiler. Uçan araç, sessizce uyanan bir hayvan gibi parladı.

Koltuklarına oturduklarında yapay zekâ Burak’ın sesi kabine doldu:
"Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Hedef rotayı belirtin lütfen."

Okan, omzuna yaslanan Nalan’a baktı.
"Tassili n’Ajjer platosuna keşfe gidiyoruz. İlginç özellikleri olan bir bölge seç bizim için."

Mavi bir halka Burak’ın arayüzünde döndü.
"Anlaşıldı. Tassili n’Ajjer, yani “nehirlerin platosu.”
Janet vahası doğuda. Orası, platoya açılan ana geçit.
Sefar’ın güneyinde yoğun kaya sanatı kümeleri var.
Kuzeydoğuda Ajjer Dağları, güneyde ise Tadrart Rouge’un kızıl kumtaşları.
Libya sınırındaki Tadrart Acacus bölgesi de tarihsel olarak bağlantılı.
Sefar, ‘Taş Kütüphane’ olarak da bilinir. 15.000’den fazla kaya resmi tespit edilmiştir.
Bölge hem arkeolojik hem atmosferik olarak yüksek öncelikli."

Nalan gözlerini kapadı, rüyasında gördüğü taş figürleri anımsadı.
"Taşlar konuşuyorsa, biz de dinlemeliyiz," dedi. "Taş Kütüphane’ye götür bizi."

Burak, motorları yumuşak bir tonda devreye aldı.
"Rüzgar hızı: 32 km/s.
Gün içi maksimum sıcaklık: 45°C.
UV seviyesi: yüksek.
Sefar’a doğru yola çıkıyoruz."

Dışarıda güneşin altın şeridi genişliyordu. Böylece, Nalan ve Okan için yalnızca bir yolculuk değil, binlerce yıllık bir sırrın kapısı da açılmış oluyordu.

5.2. KEŞİF BAŞLIYOR

Garaj kapıları ağır ağır açıldı. Tozlu sabah ışığı içeri süzülürken, Burak’ın gövdesi yavaşça yükseldi. Motorların derin uğultusu duvarlardan yankılandı.

Burak, dikey kalkışı başlattığında motorlar daha tiz bir tona geçti; araç, süzülür gibi havalanıp gökyüzüne doğru yükseldi. Altlarında evleri küçülürken, ufukta sarı ve kırmızı tonlar birbirine karışıyordu.

Nalan, ön camdan uzanan uçsuz bucaksız çölü seyretti.
"Burak… Rehber moduna geç ve çevreyi tanıt."

Kısa bir sessizlik. Ardından Burak’ın sesi kabin içinde yankılandı. Artık rehber modundaydı, yumuşak ama derin bir tondaydı:

“Konum: Cezayir’in güneydoğusu. Giriş yaptığımız bölge: Tassili n’Ajjer.

Tassili, sadece bir plato değildir; sanki yeryüzünden kopup, kendi kurallarını koymuş, Mars yüzeyinden ödünç alınmış bir jeolojik katedraldir.

Burada hava, merhamet bilmez bir demircidir. Gündüzleri termometreler, insanın dayanabileceği son sınırlara, elli dereceyi aşan sıcaklıklara tırmanırken; gece olduğunda, bu yüksek irtifa çölünde sıcaklıklar hızla düşer, keskin bir bıçak gibi sıfıra yaklaşır.

Yağmur? O, doğanın unutulmuş bir lütfudur. Yılda zar zor birkaç damla düşer ve bu nadir su, yüzeye çıkar çıkmaz gökyüzüne geri yalvarır.

Tassili, dünyanın en kuru, en yakıcı, en değişken iklimine sahip bölgelerden biridir.

Buraya adım atan, bir gezegene değil, bir sanat eserine girer. Rüzgârın ve kumun on binlerce yıl boyunca oyduğu yumuşak kumtaşları, gökyüzüne uzanan iğne kuleler, devasa mantarlar ve hayalet kemerler şeklini almıştır. Burası ‘Taş Ormanları’dır.”

Kabinin penceresinden bakanlar, Burak’ın sözleriyle aynı anda bu taş labirentin gölgelerini izliyordu. Güneş, kulelerin tepelerine ateşten haleler giydiriyor, kumulların arasında yavaşça uzayan gölgeler, sanki eski bir masalı yeniden anlatıyordu.

Burak’ın sesi devam etti:

“Bu kaya sığınaklarının duvarlarında, bir zamanlar nehirlerin aktığı, fillerin ve timsahların yaşadığı yeşil bir Sahra’nın anıları saklıdır. M.Ö. 6000’den beri kayalar üzerindeki on binlerce resim, iklimin ve insanlığın hikâyesini fısıldar. Tassili, insanlara değil, zamana aittir.”

5.3. TAŞ KÜTÜPHANE

Araç yavaşlarken Okan, koltuğuna yaslandı.
“Şaka gibi, değil mi? Şu altımızda uzanan kumtaşı okyanusu, binlerce yıl önce gerçekten de nehirlerin aktığı, fillerin, gergedanların ve su aygırlarının dolaştığı bir savandı.”

“Tam olarak 11.000 yıl önce,” dedi Nalan, konsoldan verileri açarken. “Sahra’nın en nemli dönemi… İlginçtir, hâlâ yaşam belirtileri var. Tehlike altındaki Sahra mersini ve Tarout denen selvi türü hâlâ direniyor. Tıpkı bizim gibi; zamana meydan okuyan son direnişçiler.”

Araç alçalmaya başladı. Ufukta taş sütunlar, kum denizinin ortasında devasa heykeller gibi yükseliyordu.
“Burası tam anlamıyla bir açık hava sanat galerisi,” dedi Nalan büyülenmiş bir sesle.

Okan gülümsedi.
“Hazırlanalım. Janet vahası doğumuzda kalıyor. İniş noktamız Sefar’ın güneyi; en yoğun kaya sanatı kümelerinin olduğu bölge.”

Aracın altında, rüzgârın ve zamanın kumtaşına oyduğu devasa mantar biçimli sütunlar, kanyonlar ve kemerler belirmişti. Manzara dünyevi olmaktan çok, Mars’ı andırıyordu.

“Zaten hazırım,” dedi Nalan, sesinde hem merak hem heyecan vardı. “Düşünsene… on beş binden fazla oyma ve resim. 1910’larda keşfedilmişti, değil mi?”

“Evet,” diye yanıtladı Okan. “Ama asıl büyük keşifler 1930’larda ve 1960’larda Henri Lhote’un ekibiyle yapıldı. Yüzeyden bakınca sıradan bir çöl, ama kanyonların içinde binlerce yıl korunmuş bir arşiv yatıyor. Arkeologların bu resimleri silah tiplerine, hayvan göçlerine göre tarihlendirmesi gerçekten inanılmaz.”

Burak, motorlarını sessizce kesti. Araç, kumların üzerine bir tüy hafifliğiyle indi. Nalan ve Okan, kasklarını takıp dışarı adım attılar. Hava kuru ve keskin, binlerce yıllık taşın kokusunu taşıyordu.

Bir kanyonun dibindeki geniş bir kaya sığınağına yaklaştılar. Nalan, yüksek çözünürlüklü tarayıcıyı duvara doğrulttu.
“Nihayet buradayız,” dedi, nefesi kaskın vizörünü buğulandırdı. “Bak, bu en eski dönem: Yuvarlak Kafalılar. Stilize insan figürleri. Yaklaşık 9.500 yıl öncesine tarihleniyor.”

Okan, birkaç adım geri çekilip panoyu inceledi.
“Zaman her şeyi aşındırmış ama bu çizgiler hâlâ canlı. Peki ne kadarı kaldı?”

“Maalesef yalnızca yüzde yirmisi,” dedi Nalan. “Geri kalanı rüzgâr ve erozyonla yok olmuş. Ama hemen yan taraftaki sahneye bak… bu Bovidian dönemi. Gerçekçilik inanılmaz; sığırlar, çobanlar, su kaynakları… O zamanlar Sahra, yeşil bir vahaydı.”

Okan, bir çobanın yayını tutuş biçimine dikkatle baktı.
“Ne kadar ani bir değişim. Bir yanda ilkel figürler, diğer yanda pastoral sahneler. Sanki başka bir uygarlık gelmiş.”

Nalan sessizce başını salladı.
“Ve bu, hikâyenin sadece başlangıcı.”

Tarayıcısını panonun en sağ ucuna çevirdi. Diğerlerinden solgun ama farklı bir figür dikkat çekiyordu.

“İşte,” dedi alçak bir sesle. “Bizi buraya getiren gizem.”

Okan, yakınlaştırma modunu açtı. Figür, normal insanlardan uzundu. Başında yuvarlak bir başlık; bir tür kask vardı. Tüm bedeni tuluma benzer bir giysiyle kaplıydı.

“Antik astronotlar… Bize benziyor.” diye mırıldandı Okan. Onları kitaplardan tanıyordu, ama şimdi, kendi gözleriyle görmek… bambaşkaydı.

“Aynen öyle,” dedi Nalan. “Ana akım arkeologlar bunun törensel kıyafet giyen şamanlar olduğunu söylüyor. Ama bazıları…”

“...ki ben de onlardan biriyim,” diye araya girdi Okan, gülümseyerek, “bu figürlerin gökyüzünden gelen ziyaretçileri betimlediğine inanıyor.”

Nalan devam etti:
“Düşünsene; insanlar nehirleri, ceylanları gördükleri gibi çizmiş. Görmedikleri bir şeyi neden bu kadar detaylı resmetsinler ki? Bazı figürlerde anten benzeri çıkıntılar bile var. Hatta 1976’da İspanyol bir ekip, bir ‘gökyüzü aracına alınan kadınları’ tasvir eden bir sahne bulduğunu iddia etmişti.”

Okan, gülerek başını iki yana salladı.
“Ve bir de o semboller var, değil mi? Yazıdan önce yazı gibi görünen işaretler…”

“Evet,” dedi Nalan. “Eğer bu doğruysa, Tassili n’Ajjer yalnızca bir sanat galerisi değil, insan uygarlığının kökenini yeniden yazabilecek bir yer. Görevimiz de bu: bu boyalarda, dünyevi olmayan bir elementin izini bulmak.”

Okan, sessizce figürün göz çukurlarına baktı. O taşın bakışı sanki yüzyılların ötesinden onları süzüyordu.
“Eğer bulursak,” dedi, sesi derinleşmişti, “belki de Nehirler Platosu’nun adını Yıldızlar Platosu olarak değiştirmemiz gerekecek.”

Alet çantasını açtı, nanobirikim sensörlerini dikkatle duvara yerleştirdi.
“Hadi Nalan,” dedi. “Bakalım bu taşlar, hangi yıldızın hikâyesini fısıldıyor.”

5.4. GİZLİ MAĞARA

Kumların üzerinde kavurucu rüzgâr dinmişti. Güneş ufukta kızıl bir mercek gibi süzülürken Okan, yeni elbisesinin kas destekli sistemini test ediyordu.

Okan: “Bak Nalan! Şuna bak! Bu elbiseyle neredeyse beş metre zıplayabiliyorum!”

Ayağını bastığı yer, sert bir taş gibi görünüyordu; ama altı boştu. Ani bir “küt” sesiyle zemin çatladı, ardından bir uğultu… Okan’ın bedeni toz bulutu içinde kayboldu.

Nalan: “Okan! Okan iyi misin?”

Okan’ın sesi uzaktan gelir: “İyiyim! Burası... inanılmaz! Sakın gelme; yani... aslında gel, bunu görmen gerek!”

Nalan, kaskının vizörünü indirip zemindeki çatlağa baktı. Aşağıdan yansıyan loş, mavi bir ışık vardı; biyolüminesans organizmaların parıltısı mıydı, yoksa fosfor benzeri minerallerin yansımasından mı, geldiği belli değildi. Kısa bir tereddütten sonra o da atladı.

Havadaki tozun içinde süzülürken elbisesinin mikro jetleri açıldı, inişini yumuşattı. Ayağı yere değer değmez nefesini tuttu.

Ortam neredeyse zifiri karanlıktı; toz, ışığı boğuyordu. Vizöründe kısa bir titreşim belirdi, ardından gece görüş sistemi otomatik olarak devreye girdi. Mağaranın renkleri bir anda belirginleşti: sarkıtlar mavi tonlarla parlıyor, duvarlardaki biyolüminesans izler yeşil-mor arasında titreşiyordu. Görüntü, sadece ışık değil, maddeyi de tanımlıyordu. Önlerinde uzun bir koridor vardı; Yer yer damlalar aşağı düşüyor, yankısı uzak bir kanyon gibi çoğalıyordu.

Uçan aracın yapay zekası Burak yukarıdan onların sinyallerini izlerken iletişimde kısa bir parazit oluştu.

Burak: “Uyarı: Haritalandırılmamış bölgeye giriş tespit edildi. Bu alanın jeolojik ve biyolojik verileri eksik. Kurtarma ekibini çağırmamı ister misiniz?”

Nalan (kask içi mikrofondan): “Hayır Burak. Burası keşfedilmeyi bekliyor. Geri dönmek için değil, ilerlemek için geldik.”

Burak: “Anlaşıldı. Ancak iletişim kesintisi durumunda otomatik kurtarma çağrısı protokolü devreye girecektir.”

Okan (gülümseyerek): “Burak, bize biraz güven. Yarım saatlik keşif süresi tanı. Eğer o sürede sinyal almazsan, çağrıyı yap.”

Burak: “Yarım saatlik manuel keşif süresi tanındı. Geri sayım başlatılıyor: 29 dakika 59 saniye…”

Okan: “Baksana... burası haritalarda olmadığına göre, muhtemelen milyonlarca yıldır kimse buraya adım atmadı.”

Nalan: “Ya da kimse geri dönmedi…”

Yer altına açılan dar geçitten ilerlediklerinde hava bir anda serinlemişti. Duvarlar, yüzyıllardır el değmemiş minerallerin parıltısıyla yansıyor; nemli taşların yüzeyinde mikroskobik damlalar, aşağıya süzülüyordu.

Elbiselerinin biyosensörleri ortam sıcaklığındaki ani düşüşü algıladı. Vizöründe yazı belirdi:
“Ortam sıcaklığı: 16.2°C. Isıtma sistemi aktif. Oksijen seviyesi yeterli. Zararlı gaz: tespit edilmedi.”

Okan elini taşın üzerine koydu.
“Burada hâlâ su akıyor, muhtemelen, bastığım zemini yıllardır aşındıran bu sızıntı olmalı.” dedi.
Sesi taşlara çarpıp geri dönünce, sanki mağaranın derinliklerinden biri sesleniyormuş gibi hissetti.

Nalan çömeldi, suyun yüzeyini inceledi. “Daha aşağıda yeraltı gölü olabilir. Ya da daha da derine inen bir sistem…”

İlerlemeye devam ettiler. Geçit daraldıkça adımları yavaşladı; sonunda sürünerek bir kayanın altından geçmek zorunda kaldılar. Tozlu taşların arasından geçtiklerinde, bir anda önlerinde devasa bir salon açıldı; sanki yeraltı, içindeki sırları bir nefeste sunmuştu.

Okan durdu, Nalan'ın koluna dokundu. “Bak,” dedi, duvarda beliren şekilleri göstererek.

Duvar boyunca, daha önce görülmemiş bir fresk dizisi uzanıyordu: kollarını göğe kaldırmış figürler, üzerlerinde kubbe gibi yapılar; altında dalga desenleriyle çevrili, çokgen temelli biçimleri. Bazı figürlerin gövdeleri garip biçimde yükseliyor, sanki duvardan çıkıp yürüyecekmiş gibiydi.

Nalan nefesini tuttu.
“Bu… inanılmaz. Canlı gibi resmedilmiş.”

Başka bir duvarın önüne geldiklerinde Nalan şaşkınlıkla:
"Şu figürlere bak… Bunlar yüzeydeki gibi inek ya da insan değil. Sanki… şehir gibi. Venüs'te ilk uçan şehirlere benzemiyor mu?"

Okan yaklaşır, el fenerini duvara tutar:
"Evet aynen çok benziyor. Şu şekilere bak, alt kısmı dar, üstü geniş… Tıpkı plazma motoruna benzemiyor mu sence?"

Nalan düşünceli:
"Belki de bu bir şehir motoru. Ya da yıldızlararası bir geminin motorunu gösteriyor olabilir."

Okan gülümser:
"Yani… Venüs’teki uçan şehirlerimizi binlerce sene önceden çizmişler mi diyorsun?"

Nalan sessizce:
"Ya da belki de buradaki resimler… onların bıraktığı anlayamadığımız mesajlardır. O mesajlar hep buradaydı. Biz sadece geç kaldık."

Nalan duvara bakarak:
"Okan… ya insanlığın kökeni gerçekten buraya ait değilse?"

Okan şaşkın:
"Ne demek istiyorsun?"

Nalan:
"Ya biz bu gezegeni kolonileştirmek için geldiysek? Belki de binlerce, milyonlarca yıl önce… başka bir yerden."

Okan:
"Panspermia yahut Exogenesis hipotezini mi diyorsun? Asteroidlerin bir çoğunda amino asitler, DNA ve RNA bazları gibi yaşamın temel molekülleri tespit edidi zaten."

Nalan:
"Hayır, ben sadece mikroorganizmadan bahsetmiyorum. Ya geçmiş medeniyetler teknolojide bizden çok daha ileriyse? Belki onlar başka gezegenlere koloni gönderdiler. Sonra bir şey oldu… belki bir felaket, bir çöküş."

Okan:
"Ve o çöküşten sonra geriye… Sadece kadim hikâyeler kaldı. O hikayeleri dinleyenler bu resimleri yaptı. Belki de biz, kendi atalarımızın unutulmuş kolonileriyiz."

Nalan fısıldar gibi:
"Belki de gönderdiğimiz kolonileri unuttuk."

Nalan duvara yaklaştı, vizöründeki kayıt modunu aktif etti. “Fotoğraflarını çekelim,” dedi. “Sonra detaylı inceleriz.”

Okan başını salladı, kaskındaki küçük dronu serbest bıraktı. Küçük, disk biçimli dron havalanarak mağara boyunca süzüldü.

Okan'ın vizöründe yazı belirdi: “Tarama başlatıldı. Lazer haritalama aktif. Görsel veri çözünürlüğü: 12 terapiksel.”

Kızıl lazer ışınları duvarları tararken, freskler birer birer dijital haritaya ekleniyordu. Kollarını göğe kaldırmış figürler, kubbe biçimli yapılar, dalga desenleriyle çevrili şehir motifleri… hepsi, üç boyutlu olarak kayıt altına alınıyordu. Bazı figürlerin spiral gövdeleri, dronun spektral analizinde biyolojik izler gibi parlıyordu.

Zamanın nasıl geçtiğini fark etmediler. Sessizlik, mağaranın derinliklerinde yankılanan bir tür huzur gibiydi.

Dron Okan'ın kaskına geri dönüp kenetlendiğini görünce bir anda Nalan durdu.
“Burak… kaç dakika kaldı?” diye seslendi.

Yanıt gelmedi.

Okan da denedi:
“Burak, sinyal kontrolü. Bizi duyuyor musun?”

Sessizlik.

Vizör ekranında sinyal göstergesi titredi, ardından griye döndü. İletişim kesilmişti.

Nalan’ın sesi sertleşti:
“Hemen çıkmalıyız. Süreyi aştıysak, kurtarma çağrısı tetiklenmiş olabilir.”

Koşmaya başladılar. Geçtikleri dar geçit şimdi daha dar, daha karanlık görünüyordu. Toz yeniden havalanmıştı, görüş sınırlıydı.

Okan: “Burak! Geri sayım kaçta?”

Bir anlık sessizlikten sonra vizörde bir titreşim belirdi.

Burak: “Geri sayım: 00 dakika 42 saniye…”

Nalan nefesini tuttu. “İletişim geri geldi!”

Okan: “Burak, geri sayımı durdur!”

Burak: “Kurtarma çağrısı iptal edildi.”

Son adımlarla geçidi aştılar. Okan, yukarıya baktı; düşerken açılan dar yarık, dört metre yukarıdaydı.

Elbisenin biomekanik güç sağlayan elektroaktif yapay nanofiber kas lifleri sayesinde Okan, neredeyse yerçekimini unutarak bir hamlede yukarı sıçradı.

Aşağıdan “İyi misin?” diye seslendi Nalan, sesi yankılanarak geri döndü.

“Harikayım!” dedi Okan gülerek. “Sen de yukarıya zıpla, yakalarım seni.”

Nalan kısa bir nefes aldı, sonra kendini yukarıya itti. Okan onu havada yakaladı; elbiselerin manyetik kolları hafifçe çarpıştı. Birlikte kumun üzerine çıktıklarında, gökyüzü kızıl bir alacakaranlığa dönmüştü.

Okan bileğini kaldırdı: “Burak, konumumuza gel. İniş protokolü başlat.”

Gökyüzünde titreşen bir yankı oluştu; birkaç saniye sonra ufukta metalik bir parıltı belirdi. Uçan araç Burak, kumları dalgalandırarak önlerine yumuşakça indi.

Araçlarının kapısına yaklaşırken Elbiselerinden kalın bir uğultu yükseldi; Elbisenin dış yüzeyindeki tozlar, Nano-kas liflerinin 32 kHz’lik ultrasonik sert titreşimiyle yüzeyden ayrıldı; Akustik rezonans yöntemiyle temizlik sağlandı.

Araç kapısı açıldığında içeriden hoş bir ozon kokusu yayıldı. İçeri girip koltuklarına oturduklarında Burak’ın sesi kabinde yankılandı:
“Hoş geldiniz, Okan, Nalan. Yeni veriler kaydedildi. Sıradaki rota neresi?”

Nalan "Ev" dedi.

Burak motorlarını çalıştırdı. Araç, kumları altına alarak yükseldi. Altta, kadim mağaranın ağzı hızla küçülürken, gökyüzünde yeni bir fikir filizleniyordu.

5.5. EVE DÖNÜŞ

Dönüş rotasında Sefar’ın üzerinden geçiyorlardı. Aşağıda, gün batımının uzun gölgeleri taş sütunları birer mızrak gibi yere saplıyormuşçasına uzatıyordu.

Nalan pencereye eğilerek:
“Okan, şuraya bak. Kaç tane taş sütun var?”

Okan kontrol panelinden gözünü ayırıp pencereden baktı:
“Yüzlerce... belki binlerce. Ama hepsi belli bir hizayı takip ediyor. Bu kadar düzenli bir formasyonun doğal olması zor.”

Araç yükselirken dışarıdaki manzara yavaşça daha geniş açıyla görünür hâle geldi. Yukarıdan bakıldığında taş sütunlar, sanki harf harf dizilmiş bir metin gibi görünüyordu.

Nalan:
“Yıldızlar kadar çok sütun var ama… bak, sanki bir düzen var. Belki burası bir kaya şehri değil, bir yazı.”

Okan (şaşkınlıkla):
“Yazı mı? Ne yani, binlerce yıl önce biri tüm bu kayaları harf gibi mi biçimledi?”

Nalan:
“Belki de evet. Sonra rüzgar, kum fırtınaları, erozyon… hepsi şekilleri bozdu. Şimdi kimse fark etmiyor çünkü artık doğal gibi görünüyorlar.”

Okan:
“Eğer her taşın 3 boyutlu modelini çıkarıp aşınma oranlarını hesaplarsak, belki birbirine benzeyen yüzlerce sembol buluruz. Tıpkı Çin yazısında olduğu gibi karmaşık ama anlamlı bir sistem.”

Nalan (düşünceli bir tebessümle):
“Ve bir gün biri gerçekten bu hipotezi doğrularsa...”

Kabinin penceresinden bakarken altlarından hızla geçen sütunlara son bir kez baktılar. Taş sütunların gölgeleri, batmakta olan güneşin önünde uzun çizgiler hâlinde birleşti. Sanki rüzgarın silemediği kadim bir cümle, toprağın üstünde yeniden yazılıyordu.



BÖLÜM 6: KAYALARIN SIRLARI (M.S. 7990)


6.1. EVDE

Uçan araç, keşif yolculuğunun ardından sessizce evin garajına iniş yaptı. Motorları sustuğunda garaj modülü kapılarını kapattı. İç duvarlarındaki hareketli iyonize hava jetleri aracın üzerine püskürmeye başladı. En inatçı toz zerreciklerini bile bu hava akımıyla hızla araçtan uzaklaştırılarak zemindeki boşluklardan emildi.

Kapılar yukarıya açıldığında Okan ve Nalan Ekstrem Ortam Keşif Elbiseleri içinde, birer bilim kurgu silüeti gibi araçtan dışarı adım attılar. Burak önden yürüdü. Evin girişindeki Hijyenik Servis Kapısı onların biyo-imzasını algıladığı anda mavi renkte parladı. Kapı, ultraviyole ve iyon sisinden oluşan sterilizasyon döngüsünü fısıltıyla tamamladı.

Okan derin bir nefes aldı, kaskının çıkarmaya çalışırken yorgun bir gülümseme belirdi.
Okan: “Sonunda eve döndük…”

Nalan omuzlarını düşürüp başını hafifçe salladı, sesinde tükenmişlik vardı.
Nalan: “Bu yolculuk beni bitirdi.”

Kasklarını çıkardıkları anda elbiselerinin yüzeyindeki elektroaktif nanofiber kas lifleri gevşedi. Vücutlarını saran lifler, kasılma enerjisini serbest bırakarak yavaşça bollaştı. Birkaç saniye içinde elbiseler üzerlerinden kayıp sıvı gibi sessizce yere yığıldı. Üzerlerinde evin içindeki konfor için optimize edilmiş beyaz renkli giysileriyle kaldılar.

Okan, yere düşen elbiseye başını çevirip gülümseyerek mırıldandı:
Burak: “Şu nanofiberlerin çözülüşünü izlemek hâlâ bana sihir gibi geliyor.”

Yere düşen elbisenin üzerinden adımlarını atıp geçerken ardında bıraktıkları bölmenin yan duvarda on santim kadar bir panel açıldı. Elbiselerin altındaki döşeme, akıllı polimerden yapıldığı için dalgalanmaya başladı. Bu kinetik dalgaya kapılan elbiseler sanki görünmez bir el tarafından tutulup çekilmiş gibi panele doğru süzülüp içeri kaydı. Panelin içindeki sistem, elbiseleri kuru temizliğine aldı, ardından otomatik katlama ve asma mekanizmasıyla dolaba gönderdi.

Okan mutfağa yönelirken geriye dönüp seslendi:
 Okan: “Kahve yapıyorum, kim ister?”

Nalan saç tokasını çıkarıp derin bir nefes aldı, yüzünde rahatlama vardı.
“Ben duşa giriyorum, çıkınca içerim.” dedi.

Ev sisteminden yumuşak bir ses yankılandı: “Duş hazır.”


6.2. GELECEĞİN DUŞU

Nalan banyoya adım attığında loş ışıklar yavaşça canlandı, ortam sıcaklığı tenine göre 27 dereceye ayarlandı. Duvarların arasından süzülen mavi ve yeşil tonları, suyun huzur veren yankısıyla birlikte ortama sakin bir atmosfer yaydı. Tavanın köşelerinden hafif sis gibi çıkan buharın arasında yapay zekanın anonsu yankılandı:

“Stres seviyesi algılandı. Dengelemek için Zen Terapi Modu başlatıldı. Projeksiyon ve müzik aktif,

Ardından, su damlalarının sesiyle uzaktan karışan dinlendirici, rahatlatıcı bir melodi duyuldu. Tavanda hareketli bulutlar, duvarda göl manzarası ve odanın içinde üç boyutlu düşen renkli yapraklar salınıyordu...

Nalan gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, yüzünde huzurlu bir gülümseme belirdi.
Nalan: “Sanki gölün kıyısındayım…”

Zeminde iki ayak izine benzeyen parlak alanlar yandı. Ayaklarını tam o izlerin üzerine yerleştirdiği anda zeminin altından hafif bir titreşim geldi, tiz bir ses yankılandı:

“Vücut temizliği başlatıldı.”

Ayak parmaklarından başlayarak dizlerine ve oradan yukarı doğru yarı saydam bir zar yükselmeye başladı. Zar dizlerinden yukarı doğru ilerledikçe, saydamlığını kaybederek opak bir renge büründü. Artık vücudu tamamen gizlenmişti. Bu zar, elektro-plazmatik membran adıyla bilinen, nanojel matrisiyle örülmüş, ışığın içinde parlayan canlı bir maddeye benziyordu. Evin dış kapısında da benzer teknoloji, yüzlerce kat sert liflerden yapılma elektroaktif polimer lifleriyle güvenliği sağlıyordu. Zar sanki canlıymış ve nefes alıyormuş gibi dalgalanıyor, kıvrılarak bacaklarına, beline ve sırtına yükseliyordu. Bir solucanın kas hareketlerini andıran mikrodalgalı titreşimlerle yavaşça vücudunu sardı. Omuzlarına kadar ulaştığında, yüzü hariç tüm bedeni zarın altında kaldı.

Nalan zarın dokunuşunu ve kıpırtısını hissettikçe kaslarının gevşediğini fark etti. Elektroaktif lifler vücudunu adeta bir masözün elleri gibi sıvazlıyor, zar zaman zaman solucan gibi kıvrılıp bükülüyor, minik titreşimlerle lenf noktalarına masaj yapıyor, bedeniyle bütünleşiyor gibiydi.

Zarın cilde temas eden alt katmanından ince püskürtmelerle nanojel damlacıkları yayıldı. Zar, liflerini kasıp gevşeterek temizlik jellerini cilt yüzeyine yedirdi. Temizlik devam ederken her kasılmada derin bir masaj etkisi hissediliyordu. Cilt gözenekleri açıldı, kasları gevşedi.

Nalan: “Bu zar en iyi masaj terapistinden bile beni daha iyi tanıyor…”

Kısa süre sonra jel akışı durdu.  Birkaç saniye sonra temizlik jellerinin yerini su aldı. Zarın iç kısmında milyonlarca mikropüskürtücü aynı anda çalışarak vücuduna su serpintisi gönderdi. Zar, yüzeyindeki mikroskobik kanallar aracılığıyla suyu yönlendirerek vücudun her noktasını duruladı. Ne bir damla dışarı sıçradı, ne de ortalık ıslandı.

Işıklarla birlikte odada hafif bir gökkuşağı yansıması oluştu. Durulamanın ardından su emilmeye ve hava püskürmeye başladı. Bu kez zar ile vücut arasındaki alan ılık rüzgârla doldu. Vücudundaki son damlalar görünmez bir esintiyle buharlaşıyordu. Hava, spiralimsi akışlarla dönerek saçlarını ve vücudu tamamen kuruttu. 

Duş tamamlandığında son olarak zar yavaşça geri çekilmeye başladı. Tıpkı bir gölge gibi aşağıya indi. Dizlerinden aşağıya inip ayak bileklerine kadar toplandı ve sonra yüzeye dokunmadan yere doğru süzülüp zemindeki ince bir yarıktan içeri kayboldu. Ayak bileklerine ulaştığında yüzeyin içinde eriyip kayboldu. Ne yerde su vardı ne de havada buhar.

Zarın kaybolmasıyla ışıklar bir ton açıldı, ortam sıcaklığı kıyafet giyme moduna geçti. Nalan derin bir nefes aldı, Bedeninin hem temizlenmesi, hem de tazelenmesiyle birlikte hafiflik hissetti.

Evin akıllı sesi son kez yankılandı:
“Temizlik tamamlandı. Akupunktur noktaları uyarılarak beden enerjisi dengelendi. Stres seviyesi nominal.”

Nalan (gülümseyerek): “Tam da ihtiyacım olan şeydi.”

Etraf kuru kalmıştı. Banyoyu yalnızca Nalan’ın sakin nefes alışları ve Zen müziğinin uzak tınıları dolduruyordu.

Ayaklarını zemindeki iki parlak alandan kaldırıp banyodan çıkmaya yöneldiği anda duvarın bir bölümünde sessizce bir panel açıldı. İçeriden beyaz ışık süzüldü. Panelin içinde, akıllı sistem tarafından katlanmış ve sterilize edilmiş yeni elbiseler düzenli şekilde raflara yerleştirilmişti. 

Nalan gülümseyerek elini uzattı, en üstteki giysiyi aldı. Kumaşın dokusu yumuşak ve hafifti, sanki bedenine uyum sağlamak için bekliyordu. Elbiseyi üzerine geçirirken evin sesi yankılandı: 

Dolap sessizce kapanırken ev, beden sıcaklığını algılayıp 22 dereceye sabitlemişti;
“Yeni giysi seçimi tamamlandı. Kişisel konfor modu aktif.” 

Nalan saçlarını geriye atıp tokasını takarken aynaya baktı. Yorgunluğu geride kalmış, yüzünde tazelenmiş bir ifade vardı.  Yüzünün yanında birkaç dakika önce duşta ölçülen sağlık verilerinin grafikleri akıyordu. Kalp ritmi, solunum dengesi, kas gevşeme seviyesi, stres hormonu... Hepsi normal aralıkta görünüyordu.

Yüzünü daha yakından görmek istedi. Parmaklarını birleştirip açınca aynanın yüzeyi hafifçe içe doğru çukurlaştı. Ayna, saçlarını ve yüz hatlarını zarifçe büyüten içbükey bir form aldı. Bu sefer parmağıyla spiral hareket yaptı. Nalan’ın burnu ve gözleri büyüyüp komik biçimde genişledi.

Nalan kahkahayı bastı:
“Tamam tamam, bu modun adı ‘kahkaha aynası’ olsa gerek.”

Ayna yeniden düzleşirken banyodan dışarı adım attı. Suyun ve müziğin yankısı ardında kaldı. Havada hâlâ yumuşak bir lavanta kokusu asılıydı.


6.3. KAHVE VE SANAL KEŞİF

Nalan banyodan çıktığında, evin steril havası yerini otomutfaktan yavaş yavaş yayılan otantik Türk kahvesinin büyülü kokusuna bırakmıştı. İnce bir tül gibi mutfağı saran bu koku, geçmişten bugüne taşınan bir geleneğin sessiz daveti gibiydi.

Okan: “Tam zamanında geldin. Otomutfakta binlerce tat profili var ama cezvede pişen kahvenin yeri başka.”

Okan, yüksek teknolojili tezgâhın önünde, bakır cezveyi küçük bir ocaktan özenle aldı. Kahvenin yüzeyinde sabırla oluşmuş köpüğü, sanki bir sır gibi fincanlara paylaştırırken yüzünde dingin bir tebessüm vardı. Yanına küçük kristal bardaklarda su ve zarif bir tabakta dizilmiş Türk lokumlarını da hazırlamıştı.

Bir bakır tepsiye yerleştirdiği porselen fincanlar, Osmanlı motifleriyle süslenmişti. Tepsiyi Nalan’ın önüne sunduğunda, bu yalnızca bir ikram değil; sevginin, dostluğun ve “kırk yıl hatır” geleneğinin bir yansımasıydı. Okan, fincanları sağ eliyle nazikçe uzatırken gözlerinde hem geçmişin hem de bugünün sıcaklığı vardı.

Okan: “Afiyet olsun,” dedi, sesinde kahvenin kokusu kadar derin bir samimiyetle.

Nalan fincanı alırken tebessüm etti. Köpüğün zarif dokusu, yanında sunulan suyun berraklığı ve lokumun tatlılığıyla birleşti.

Nalan: “Ziyade olsun,” diye karşılık verdi. Bu küçük diyalog, mutfağı bir anda tarihin ve binlerce yıldır unutulmayan geleneğin sahnesine dönüştürdü; tarih, gelenek ve zarafetin buluşması yankılandı. Kahve, iki insan arasında sessiz bir köprü kurmuş; kokusu, tadı ve sunumuyla zamanı aşan bir hatır bırakmıştı.

Nalan: “Bu koku ve tat... Tek başına bir terapi. Ben bütün yorgunluğumu attım.”

Okan kahvesinden bir yudum aldı, ardından ciddileşti:
Okan: Banyo beni çağırıyor fakat önce yapmam gereken bir iş var. O mağarada kaydettiğimiz keşif verilerine bakmak istiyorum.

Nalan kahvesinden küçük bir yudum aldı, telvenin yoğun tadı yüzünde eski bir gülümseme belirmesine neden oldu.
Nalan: “Evet bende bugün gördüğümüz kaya sanatına taze zihinle tekrar bakmak istiyorum. Kahvemizi bitirip Earth 8000’i açıp uçalım.”

Nalan ve Okan bulaşık fincanlarını otomutfakta bırakıp, salona geçti. Arkalarından mutfağın robot kolu fincanlara uzanıp masadan alıp makineye yerleştirdi.

Salonda koltuğa oturan Nalan evin yapay zekasına seslendi.
Nalan: "Neuroverse Earth 8000 bağlantısını ikimiz için aktif et."

Neuroverse, yalnızca görsel bir illüzyon değil; beş duyunun tamamını kandıran bir gerçeklikti. Kullanıcı, düşünce sinyalleriyle sistemi yönlendiriyor, beynindeki uzamsal algı merkezleri doğrudan sanal haritaya bağlanıyordu. Earth 8000 ise, Google Earth’ün binyıllar boyunca evrimleşmiş hâliydi: Artık yalnızca bir harita değil, büyün duyularla hissedilebilir ve dokunulabilir bir dünyada ayırt edilemeyecek gerçeklikte süper kahraman gibi uçabiliyordu.

Evin yapay zekâsı yumuşak ve yankılı sesiyle cevap verdi:
Neuroverse Earth 8000 bağlantısı hazır. Hedef bölgeyi belirtin”

Nalan: Tassili n’Ajjer platosunun güney doğusundaki Sefar’ın mağara resimleriyle ünlü kaya sütunlarını yakından görmek istiyorum.”

Bir anda salonun duvarları çözülüp buhar gibi dağıldı. Zemin ayaklarının altından kayboldu. Işınlanmış gibi kendilerini Dünya'nın yörüngesinde buldular. Yörüngeden bir yıldız gibi kayarak Cezayir’in güneyine alçaldılar. Altlarında kıvrılan bulutlar, kıtaların çizgileri, Atlas Dağları’nın gölgeleri… Hepsi birer hologram gibi geçip gitti. Sonunda kendilerini kızıl taşların arasındaki Sefar platosunun üzerinde, 1000 metre yükseklikte uçuyor halde buldular. Simülasyon o kadar gerçekçiydi ki Rüzgâr yüzlerinde, serinliğini derilerinde hissettiler. Nalan'ın saçları dalgalanıyordu. Okan’ın gözleri aşağıdaki manzaraya kilitlendi. Kızıl kayalıklar, aralarına gizlenmiş mağara girişleri, rüzgârla şekillenmiş sütunlar vardı.


6.4. SÜRPRİZ EĞLENCE

Nalan nefesini tutup gülümsedi.
Nalan: “Hazır mısın?”

Okan: “Ne için?”

Cevabı beklemeden kendini ileri bıraktı.

Bir anda ikisi de boşluğa düştü. Yer çekimi midelerini yukarı çekti, kulaklarının yanında hava ıslık gibi bağırdı. Earth 8000 onların düşüş hızını sadece göstermiyor, beyinlerindeki vestibüler sistemi birebir uyarıyordu. Sanki gerçekten atlamışlardı.

Okan kahkaha attı.
Okan: “Bu çılgınlık! Gerçekten düşüyorum!”

Nalan rüzgârın uğultusu arasında bağırdı:
Nalan: “Wingsuit modu aktif olsun!”

Bir titreşimle omuz kanatları açıldı ve düşüşleri bir anda kayışlı, süzülüşlü bir akışa dönüştü. Altlarında Sefar’ın taş sütunları hızla yaklaşıyor sonra tekrar geriye kayıyordu. Dalgalara benzeyen kum tepelerinin üstünde uçan martılar gibi kıvrılıyor, kaya kulelerinin arasından milim farkla geçiyorlardı.

Okan bir sütuna iyice yaklaşıp son anda kıvrıldı.
Okan: “Bu deli gibi bir adrenalin! Nalan bak bana bak!”

Nalan yanından geçerken koluyla ona hafif bir çarpma verdi.
Nalan: “Yer çekimini unut. Şimdi yukarı!”

İkisi birden kollarını geriye bastırdı ve aniden dikey bir yükselişe geçtiler. Gökyüzü genişledi. Taş sütunlar birer birer küçülerek altlarında kaldı. Atmosferin serinliği saçlarının arasından geçiyor, kalpleri hızlanıyordu.

Bir anlığına kulaklarındaki rüzgâr sesi bile kayboldu. Dünya sessizleşti. Sanki zaman durdu. İkisi de aynı anda yukarıdan aşağıya bakınca mideleri yerinden hopladı.

Okan nefesini saldı.
Okan: “Bu… lunaparkın bin katı.”

Nalan kahkaha attı.
Nalan: “Henüz bitmedi.”

Parmaklarını kıpırdattı. Sistem komutu aldı.
Bir anda altlarında sanal güvenlik halatı hissi oluştu. Bungee jumping modu aktif olmuştu.

Nalan kendini aşağı bıraktı.
Simülasyon, mideyi düğümleyen o mikro gecikmeyi kusursuz şekilde verdi.

Rüzgâr yüzüne çarptı, dünya hızla yaklaşırken Okan yukarıdan bağırdı:
Okan: “Birazdan halat seni yukarı çekecek! Hazır ol!”

Nalan kahkaha atarken bağırdı:
Nalan: “Hazır değilim ama olsun!”

Aniden ivme yön değiştirdi ve yukarı savruldu. Kalbinin göğsüne çarpışı bile gerçek gibiydi.

Yukarı çıkarken Okan da kendini bıraktı.
Bu defa ikisi beraber aşağı doğru düştü. Kızıl kayalar dans ediyor, taş sütunlar aralarında ip gibi uzanan gölgeler bırakıyordu. Bu iki kaşif, kayaların üzerinde uçarken çocuklar gibi kahkahalar atıyordu.

En sonunda sistem ikisini yavaşça durdurdu, yeniden 1000 metre yüksekliğe çıkardı. Rüzgâr yumuşadı. Güneş kayaların üstünde altın çizgiler bırakıyordu.

Neuroverse Sistem Uyarısı: “Kalp ritminiz ve tansiyon değerleriniz güvenli sınırların üzerine çıktı. Simülasyonun devamı sağlık riskleri doğurabilir. Deneyim şu anda durduruldu. Lütfen birkaç dakika dinlenin ve nefesinizi dengeleyin. Hazır olduğunuzda güvenli modda devam edebilirsiniz.”

Okan derin bir nefes aldı.
Okan: “Örümcek adam modunu denemedik.”

Nalan gülümsedi.
Nalan: “Belki bir gün. Ama şimdilik… keşfe devam edelim. Kaya sütunları, kaya resimleri ve gizli mağaranın sırları bizi bekliyor.”

Ve ikisi, kızıl kumların üzerinde yeniden süzülerek simetrik dizilişli kaya sütunlarına yaklaşmaya başladı.


6.5. KAYA SÜTUNLARI

Nalan gözlerini kısarak sütunların devasa gövdelerine baktı. Nalan: Earth 8000, şu sütunların yüksekliği tam olarak ne kadar?”

Yapay Zekâ’nın sesi yankılı bir tonda cevap verdi: Yapay Zekâ: “Aşınma durumuna göre birkaç metreden onlarca metreye kadar değişiyor. Ortalama 27 metre.”

Okan başını geriye yasladı, gökyüzüne doğru yükselen taşları hayranlıkla izledi. Okan: “Yüzeylerindeki aşınma kaç yıllık bir rüzgâr etkisine işaret ediyor?”

Yapay Zekâ: “Binlerce yıl süren rüzgâr ve kum fırtınalarıyla şekillenmişler. Kesin süre verilemez ama Holosen dönemi başı yani yaklaşık M.Ö. 9700 bin yılından beri bu erozyon devam ediyor. ”

Nalan’ın gözleri parladı. Nalan: “Mineral bileşimi bölgeye ait mi?”

Yapay Zekâ: “Evet, yüzde doksan beşi kumtaşı ve kuvars ağırlıklı, tamamen yerel kayaçlardan oluşuyor..”

Okan hızla yükselip sonra dik bir açıyla aşağıya süzüldü, sütunların arasından geçerken nefesi kesildi. Okan: “Şu sütunlar... sanki doğa değil, bir şeyin bıraktığı izler.”

Nalan: “Ya gerçekten öyleyse? Belki bu taşlar bir yazıtın harfleri.”

Sütunların arasından geçerken ışık çizgileri belirmeye başladı; her biri titreşiyor, uçuşun hızına eşlik eden bir melodi gibi parlıyordu.

Okan kaşlarını çattı, sesi biraz daha meraklı çıktı: Okan: “Doğal oluşum mu, insan eli mi?

Yapay Zekâ: “Şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalar bu sütunları doğal jeolojik oluşumlar olarak kaydetti. İnsan müdahalesi kayaların kendisinde değil, yalnızca üzerlerindeki kaya resimlerinde tespit edildi. Ancak ışık çizgilerinin titreşimi, henüz açıklanamayan bir fenomen olarak kayıtlara geçti.”

Nalan heyecanla öne eğildi. Nalan: “Dizilim bir yıldız haritasına uyuyor mu?”

Yapay Zekâ: “Tüm yapı dizileri kuzeye göre yaklaşık 15–20° arası, ortalama 18.4° sağ yönde konumlanmış. Bu doğrultu, MÖ 20.000’de Sirius’un yılın ilk sabahında doğduğu hat ile örtüşüyor. Ayrıca Güneş’in yıl içindeki konumlarıyla uyumlu bir örüntü de tespit edildi.”

Nalan gözlerini gökyüzüne dikti, sesi merakla titreşti:  

Nalan: “Neden Sirius olabilir? Antik çağda Sirius’un ne anlamı vardı?”

Yapay Zekâ: “Sirius, gökyüzünün en parlak yıldızıydı. Antik Mısır’da Nil’in taşkınlarını haber veren kutsal işaret olarak kabul edildi ve tanrıça İsis ile ilişkilendirildi. Yunanlılar için yazın en sıcak günlerini başlatan ‘ölüm yıldızı’ydı. Dogon kabilesi ise Sirius’un görünmeyen bir yoldaş yıldızı olduğunu anlatan mitlere sahipti. Bu yüzden Sirius, hem tarım takvimlerinin hem de mitolojik inançların merkezinde yer aldı. Ama Sirius yıldızının Tassili halkı için ne ifade ettiğini asla kesin olarak bilemiyoruz.”

Okan: “Evet, biz sadece tahmin ediyoruz. Onların yazıları olmadığı için sessiz resimleri bize ulaşan tek miras.”

Nalan: “Belki de yazıları vardı. Ya bize ulaşmadı, ya da biz okumayı bilmiyoruz. Belki de bu sütunlar konuşuyor, sadece biz duyamıyoruz.”  

Okan: “Çin harfleri de çizgilerin karmaşık birleşimi gibi görünür. Bilen için anlamlıdır. Erozyona uğramış taşların şekillerinde harfler gizlenmiş olabilir.”

Yapay Zeka: “Tarihte birçok yazı sistemi kayboldu. Örneğin İndus Vadisi yazısı hâlâ çözülemedi. Belki Tassili halkının da bir yazısı vardı, ama elimizde yeterli örnek yok.”

Nalan’ın, gözleri sütunların altına kaydı nefesi hızlandı. Okan: “Altlarında boşluk ya da tünel var mı?”

Yapay Zekâ: “İki sütunun altında dar oyuklar bulundu. Rezonans testi sonucu sütunlardan biri 62 hertz frekansta net yankı verdiği için tespit edilmiş.

Nalan’ın yüzünde bir tebessüm belirdi. Nalan: “Bizim bulduğumuz gizli mağara ile bağlantılı olabilir.”

Okan ellerini kaya resimlerin kazındığı taş yüzeye dokundurdu. Okan: Bu kaya resimlerini nasıl yapmışlar?

Yapay Zekâ: “Çoğu resim kaya yüzeyine doğrudan sürülen boyalarla yapılmıştır. Bunun için doğal mineral pigmentler (demir oksit, manganez, kil), bitki özleri ve hayvansal bağlayıcılar kullanılmıştır. Bazıları ise kazıma (petroglif) tekniğiyle oluşturulmuştur. Bunun için taş kazıyıcılar ve çakmaktaşı ya da obsidyen gibi keskin taşlar kullanılmış olabilir.”

Nalan: “Herhalde taşlara resim yapmak o çağın modasıydı. Avlayıp yedikleri hayvanları taşlara çizmişler.”  

Okan:Evet. Tıpkı 21. yüzyılda da bağımlılık yapan bir sosyal medya modası vardı. Herkes yediğini içtiğini bile paylaşırmış.

Nalan’ın sesi alçaldı, neredeyse bir fısıltı gibi: Nalan: Earth 8000, Görünmeyen boyama, kazıma ve kabartma bulundu mu?”

Yapay Zekâ: “Kızılötesi taramada kayada üç sembol belirlenmiş. Biri av sahnesini, biri göksel bir işareti, diğeri ise bilinmeyen bir figürü gösteriyor. Bölgede daha fazla 3D lazer, X-ışını floresans, kızılötesi ve ultraviyole tarama önerilir. Bu yöntemler keşfedilmemiş kabartma ve kazıma izlerini hassasiyetle ortaya çıkarabilir.

Okan kahkahasını bastıramadı:
Okan: “Sanki taşların içinden bize mesaj gönderiyorlar! Ama zorlu doğa koşulları yüzünden hâlâ yeterince araştırılamamış.” 

Nalan gözlerini sembollere dikti, sesi titrek bir heyecanla çıktı: 
Nalan: “Onlar ‘Biz de vardık. Bu çöl bir zamanlar yemyeşildi ve biz burada yaşadık’ demişler. Belki de bu, binlerce yıl önce gökyüzüne bizim gibi bakıp aynı soruları soran insanların bıraktığı işaretler…”

Nalan ve Okan başka bir yönde uçmaya başladı. Bir anda görüntü değişti; sütunların arasında insan benzeri figürler belirdi. Figürlerin yüzleri tuhaf biçimde uzamış görünüyordu.

Okan: “Belki de bu bir halkın çöküşünü anlatıyor.” Nalan: “Ya da dönüşümünü. Belki onlar da bir zamanlar bizim gibiydi, sonra... değiştiler.”

Earth 8000 rehber sesi devreye girdi: “Tarihsel verilerde nörolojik farklılıkların artışı, uygarlık çöküşleriyle korelasyon göstermektedir.”

Nalan: “Biliyor musun Okan, eski metinlerde insanların yüzlerce yıl yaşadığı yazıyor. Âdem’in 930 yıl, Nuh’un 950 yıl yaşadığı rivayet edilir. Sümer krallarının binlerce yıl hüküm sürdüğü bile söyleniyor. Uzun ömür... derin bilgi... ama sonunda sessizlik. Belki biz onların yankısıyız.”

Okan hızla yükselip sütunların üzerinden geçti, ardından aşağıya dalış yaptı. Okan: 

Okan: “Evet, ama bunlar sembolik olabilir. Yine de aklıma takılan şu: Yaşlanmak gerçekten doğal bir süreç mi, yoksa bir hastalık mı? Belki de gezegenin bütün çok hücreli canlıları aynı hastalığa yakalandı. Ve belki de onlar, bir sonraki kısa ömürlü tür için mesaj bıraktı.

Nalan kaşlarını çattı, sesi merakla titreşti:
Nalan: “Yani diyorsun ki, yaşlanma aslında bulaşıcı bir şey olabilir? Tüm canlılara yayılan görünmez bir virüs gibi…”

Okan derin bir nefes aldı, gözleri uzaklara daldı:
Okan: “Virüs değil belki, ama genetik bir kilit. Bir zamanlar insanlar çok daha uzun yaşardı, sonra bu ‘yaşlanma hastalığı’ tüm canlılara bulaştı. Şimdi ömrümüz doğal olarak yüz yıl civarında sınırlı. Eğer yirmi yaşında takılan, serbest radikalleri toplayan ve bedenimize entegre edilen biyoteknolojiyle tasarlanmış organ olmasa, kısa sürede çökeriz.”

Nalan’ın gözleri parladı, sesi heyecanla yükseldi:
Nalan: “Bu bakış açısı çok ilginç. Eğer öyleyse, rivayetlerde geçen uzun ömürlü insanlar aslında hastalığa yakalanmamış olanlardı.”

Okan başını salladı, sesi daha kararlı çıktı:
Okan: “Ve düşün: Eğer yaşlanma bir hastalıksa, tedavi edilebilir. Belki bir gün insanlar yeniden yüzlerce yıl yaşayacak. O zaman rivayetler, geçmişin değil geleceğin habercisi olur.”

Nalan gülümsedi, kaskının vizörünü kapattı. “Belki de bu yüzden insanlık ölümsüzlük arzusunu hiç bırakmadı. Rivayetler, bizim en derin isteğimizin yankısı.”

Okan başını salladı. “Ve belki de bilim, bir gün bu yankıyı gerçeğe dönüştürecek.”

Nalan: “Düşünsene Okan… Âdem’in cennetten geldiği rivayetini farklı okuyabiliriz. Belki o, başka bir gezegenden dünyayı kolonileştirmek için gönderilmişti.”

Okan: “Evet… Ve o yüzden yaşlanma hastalığına yakalanmadı. Çünkü bu hastalık Dünya’ya özgüydü. Atmosfer, radyasyon, mikroplar… Hepsi birleşip tüm canlılara bulaştı. Belki de dünyayı kolonileştirmek için başka yerden yeni geldikleri için yaşlanma hastalığına yakalanmak için yeterli zamanları olmadı.”

Nalan: “Yani Âdem ve ilk kolonistler, ölümsüzlüğün hatırasını taşıyordu. Onlar için yaşlanmak diye bir şey yoktu. Ama Dünya’ya geldikten sonra, zamanla bu hastalık yüzlerce yıl sonra onlara da bulaştı ve bütün canlılarla birlikte aynı kaderi paylaşmaya başladılar.”

Okan: “Bu da rivayetlerdeki uzun ömürleri açıklıyor olabilir. İlk nesiller, hastalığa yakalanmaktan korundukları ölçüde yüzlerce yıl yaşadılar. Sonraki nesiller ise giderek daha kısa ömürlü oldu.”

Nalan derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. “Belki de bizim en büyük yanılgımız, yaşlanmayı doğal sanmamız. Oysa bu, gezegenin bulaştırdığı bir genetik enfeksiyon olabilir.”

Earth 8000 tartışmaya katıldı: “Evrimsel biyolojiye göre, bir organizma üreme potansiyelini tamamladıktan sonra hayatta kalmaya devam etmesi, türün başarısı için kritik öneme sahip değildir. Bu nedenle, yaşlılıkta hayatta kalmaya yatırım yapan genetik mekanizmalar, gençlikte üremeye yatırım yapanlar kadar güçlü seçilim baskısı altında değildir.”

Okan: “Atalarımız 'Ne yersen o'sundur' derlerdi. Kısa ömürlü canlıları tüketmenin bizi kısa ömürlü yaptığını düşünebilir miyiz?”

Yapay Zeka (Sakin, derin ve yankılı bir sesle): “Yediğimiz besinler, sadece enerji veya yapı taşı sağlamaz; aynı zamanda vücudumuzdaki genlerin nasıl ifade edildiğini kontrol eden sinyaller taşır. Metiyonin, temel olarak kısa ömürlü olabilen hayvanlar dahil olmak üzere hayvansal proteinlerde ve tahıllarda daha bol bulunur. Bu bağlamda, 'kısa ömürlü canlıyı yemek' demek, yüksek metiyonin içeren bir diyetle, hücrelerimize hızlı büyüme ve üreme sinyali vermek anlamına gelebilir.”

Okan yavaşça yerinden kalkar, taşa doğru yürür. Fikirler beyninde hızla birleşmektedir.

OKAN (Heyecanlı, neredeyse çılgın bir fısıltıyla): “Adem ile Havva... yasak elma yedikleri rivayet edilir...” (taştaki resme dokunur) “Belki de elmanın içinde, cennetin yiyeceklerinde hiç olmayan Metiyonin maddesi vardı. Elmayı yediklerinde... Metiyonin vücutlarına bir kez girdi ve geri dönüşü olmadı. Hızlı büyüme ve üreme sinyali gelince... yaşlanma genleri aktif oldu!”

Okan, kaya sanatına arkası dönük, yorgun durur.

OKAN (Son sözleri yavaş ve ağır): “Ve yavaş ölüm süreci başladı.” (Duraklar. Fikrin ağırlığı çöker.) “Vücutlarından yayılan Metiyonin maddesi Cennete dağılmasın diye... çıkarıldılar.”

Yapay Zeka “Bazı canlıların uzun ömürlü olmasının bir sebebi metiyonin metabolizmalarının farklı olmasıdır.”

Nalan yakındaki bir sütuna yaklaşmak için uçuş yönünü değiştirdi. Yüzeyi parmak uçlarına dokunmadan bile titreşiyordu. Işık dalgaları içinde bir figür belirdi: elinde küre tutan bir insan. Diğerleri onu yere çekiyordu.

Okan: “Sembolik bir sahne olmalı.” Nalan: “Belki bir düşüncenin infazı.”

Earth 8000 sesi, geçmişten yankılanır gibi konuştu: “M.Ö. 399: Sokrates. M.S. 1600: Bruno. M.S. 415: Hypatia. Kayıtlar, bilginin bedelini ödeyenleri listeliyor.”

Sessizlik çöktü. Nalan sütunların arasından süzülürken fısıldadı: Nalan: “Her çağın karanlığı, kendi ışığını yakarak başlıyor.”

Okan yükselip sütunların üzerinden geçti, gözleri aşağıya kilitlenmişti. Okan: “Ve sonra aynı taşlardan anıt dikiyor.”

Nalan yavaşça ekledi, uçuşun ritmiyle sesi titreşiyordu: Nalan: “Belki de bu taşlardaki resimler, bir özür. Geleceğe bırakılmış bir vicdan kaydı.”

Okan yükselerek taşların hepsini aynı anda görmek istedi.  

Okan: “Earth 8000, bu bölgede toplam kaç taş var? Birbirine harf gibi benzeyebilecek taşları tarayıp olasılığını hesapla.”

Earth 8000 konuştu: “Veri analizi tamamlandı. 18.756 taş sütunun simetri oranı %62. Doğal süreçlerle açıklanma olasılığı düşük. Bilinçli iz olasılığı kayda değer.”

Rüzgârın sesi yankılandı. Nalan süzülerek bir sütuna yaklaştı, elini yüzeyine doğru uzattı.  

Nalan: “Bu sadece geçmiş değil. Unutulmuş bir cümlenin, hâlâ söylenmek isteyen son kelimesi.”

Nalan başını salladı, uçuş yönünü değiştirerek sütunların arasına daldı.  

Nalan: “Mağarada keşfettiğimiz resimler ile yüzeydeki resimleri karşılaştırmayı başlat. Ama bu kez derin tarama modunda.”

Earth 8000 sesi araya girdi: “Mağarada kaydedilen keşif verileri eklenerek mevcut harita verileri güncellendi. Anomali tespit edildi. Mağara resimleri, Sefar bölgesinde bilinen diğer antik pigmentli kaya sanatı resimleriyle istatistiksel benzerlik göstermemektedir. Ayrıntılı analiz başlatıldı?”

Okan hızla alçaldı, sesi kararlıydı:  

Okan: “Haydi öyleyse bugün keşfettiğimiz gizli mağaraya geri dönelim. Belki dronun yakaladığı üç boyutlu karelerde gözden kaçan sırlar gizlenmiştir.”



BÖLÜM 7: YILDIZLARIN ALTINDA (M.S. 7990)


7.1. AKŞAM YEMEĞİ

Okan “Bugün keşfettiğimiz gizli mağaraya geri dönelim. Dronun yakaladığı üç boyutlu karelerinde gözümüzden kaçan bir şey olabilir” dediği anda Nalan’ın midesi öyle bir guruldadı ki kendi de şaşırdı.

Nalan, ellerini karnına bastırarak: “Bir dakika. Dünya’nın en büyük sırrı şu anlık bekleyebilir. Kan şekerim yere çakıldı. Bedenim glikoz için çığlık atıyor. Gitmeden bir şeyler yememiz lazım.

Okan daha cevap veremeden Nalan, keskin bir kararlılıkla:
Neuroverse Earth 8000 bağlantımı kes” dedi.

Nalan bağlantısını kapattığı anda Okan’ın gözünün önünde garip bir titreşim oldu. Nalan’ın avatarı soluk bir iz gibi kayboldu.

Okan “Simülasyon seni nereye çekti öyle... Bir saniyeliğine yok oldun sandım.” diyerek hafifçe gülümsedi.

Ardından kendi bağlantısını keserek seslendi;
Okan “Ben duşa giriyorum.” dedi.

Uzaktan Nalan’ın sesi geldi, hafif bir yankıyla: “Oto-Mutfak açıl.”

Otomutfak paneli kendine özgü fısıltısıyla açıldı.

Ev sisteminden yumuşak bir ses yankılandı: “Duş hazır.”

Banyodan su damlalarının ritmik sesi yükseldi; damlalarla karışan dinlendirici bir melodi odanın duvarlarında yankılandı. Suyun ve müziğin birleşimi, mekânı bir anlığına başka bir boyuta taşıdı.

Nalan, Oto-Mutfak arayüzünde parmaklarını hızla gezdirdi. Birkaç saniye içinde “hızlı beslenme” menüsü seçildi. Onayla birlikte odanın içine 3D yemek yazıcısında üretilmiş bifteğin sıcak, baharatlı kokusu yayıldı.

Okan geri döndüğünde açılan kapıdan havaya lavanta kokusu yayıldı.

“Masaj harikaydı,” dedi derin bir nefesle.

Nalan sofraya geçerken gülümsedi:
“Zamanlama harika. Tam ısısında yakaladın.”

Bir süre sessizlik hâkim oldu. Çatal bıçak sesleri, nefeslerin ritmiyle birleşti. Yorgunlukları yavaşça çözülüyor, yerini dingin bir rahatlama alıyordu.

Okan tabağını bırakıp arkasına yaslandı:
Aslında mağaraya hemen dönmek zorunda değiliz.”

Nalan kaşını hafifçe kaldırdı:
“Ne düşünüyorsun?”

Okan gözlerini tavana, sonra uzaklara çevirdi:
“Eğer istersen yemeği bitirince dışarı çıkıp yıldızların altında biraz müzik dinleyebiliriz. Bugün yeterince macera yaşadık. Biraz soluklanmak iyi gelebilir.”

Nalan gülümsedi, gözlerinde kıvılcımlar belirdi:
“Kulağa güzel geliyor. Kamp ateşi yakarız, sucuk pişiririz.”

İkisi de aynı anda başıyla onayladı. Odanın havası yavaşça değişti; baharat kokusu yerini yıldızların sessiz çağrısına bıraktı. Bu kez mağaranın gizemi değil, göğün dingin ışıkları onları bekliyordu.


7.2. YILDIZLARIN ALTINDA

Gece, çölün nefesini içine çekip sustuğu bir andı. Rüzgârın kumla yaptığı eski kavga bitmiş, sessizlik kadife gibi yayılmıştı. Gün boyunca sıcaklığı saklayan toprak yavaşça soğuyor, gökyüzü olağanüstü bir berraklıkla yeryüzüne eğiliyordu. Samanyolu, karanlığı yaran ışıklı bir ırmak gibi uzanıyor; her yıldız, kendi hikâyesini fısıldıyordu.

Evin dış duvarları gece moduna geçmişti; saydamlaşarak gökyüzünü içeri davet ediyor, odanın sınırlarını yıldızlarla örüyordu.

Nalan, 3D yemek yazıcısının ürettiği sucukları tabağa alıp kapıda belirdi. Okan ise elektrogitar çantasını omzuna asmış, koridordan ağır adımlarla yaklaşırken gözlerinde bir parıltı vardı.

“Dışarıda çalalım mı?” diye sordu Okan.

“Evet,” dedi Nalan, dudaklarında hafif bir gülümseme. “Yıldızların altında olsun.”

Kapı kapanırken ikisi de çorak arazinin kadife soğuğunu yüzlerinde hissetti. Uzaklaşırken adımları kumun üzerinde yankısız bir ritim tutturdu. Evin enerji hücreleri arkalarında soluk bir maviyle nabız atar gibi yanıyor, çevreye yumuşak bir aydınlık yayıyordu. Gökyüzüyle yer arasında, ateşin henüz doğmadığı ama yıldızların çoktan şarkıya başladığı bir anın içine yürüdüler.

Az ileride tek parça taş bir çıkıntının üstüne oturdular. Okan elektrogitarını kucağına yerleştirdi; parmakları tellerin üzerinde gezindi. İlk tınılar geceye karıştı, ses kumun üzerinden kayıp gökyüzüne yükseldi. Nalan başını yukarı kaldırdı; saçları hafif bir esintiyle kıpırdıyor, yüzüne yumuşak bir gölge düşüyordu.

Nalan’ın sesi, fısıltı kadar ince bir titremeyle duyuldu:
“Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında,
Sevişmek, ah ne hoştur, yıldızların altında…
Mavi nurdan bir ırmak, gölgede bir salıncak,
Bir de ikimiz kalsak yıldızların altında…”

Elektrogitarın tınıları uzak kayalara çarpıp yankılandı, geri sürüklenerek melodiyi büyüttü. Tam o anda gökyüzünün bir köşesinden ince bir ateş çizgisi aktı; bir meteor kumlara düşecekmiş gibi bir an parladı, sonra kayboldu.

“Dilek tut,” dedi Okan, gözlerinde parlayan bir gülümsemeyle. Nalan gözlerini kısıp gülümsedi:
“Tuttum bile. Bu ışık hiç sönmesin, aşkımız bitmesin.”

Bir süre konuşmadılar. Müzik aralarındaki boşluğu dolduruyor, sessizlik bile melodinin bir parçası gibi davranıyordu. Nalan yeniden söyledi, bu kez gözlerini kapatarak, sesi daha derin bir titreşimle:

“Yanmam gönlüm yansa da, ecel beni alsa da, Gözlerim kapansa da yıldızların altında…”

Okan elektrogitarıyla eşlik etti; tellerin son akoru kaybolurken gökyüzü onlara kendi sessizliğini armağan etti. Ne rüzgâr vardı ne bir hayvan sesi. Sanki tüm çöl, iki insanın nefes alışlarını dinlemek için susmuştu.

Yan yana kumun üzerine uzandılar. Samanyolu, hiç olmadığı kadar yakın görünüyordu. Işık, karanlık, kumun kokusu ve kalp atışlarının ritmi… Hepsi o gece aynı aralığa denk gelmişti.

O an, evrenin sonsuz boşluğunda iki küçük insanın varlığı duyuldu. Ve bu duyulma, kelimelerin erişemeyeceği kadar gerçekti.


7.3. KAMP ATEŞİ

Gece boyunca çölde sıcaklık hızla düşmüştü. Gündüz kızgın bir tava gibi yanan kum, şimdi buz gibi nefes veriyordu. Nalan üşüyen ayaklarını kumda birbirine sürttü, nefesi buhar gibi havaya karıştı: “Biraz serin oldu,” dedi hafifçe titreyerek.

Okan başını kaldırdı, çevreye baktı, sonra gülümsedi: “Binlerce yıllık geleneği canlandıralım mı?”

Biraz uzaklaştı. Çölün sessizliğinde kurumuş çalıların çıtırtısı duyuldu. Odunsu kökler, kabuk parçaları, saman gibi lifler avuçlarına doldu. Üşüyerek geri döndü, topladıklarını yere bıraktı. Cebine elini attığında yüzünde bir gölge belirdi: “Hay aksi… çakmağı evde unutmuşum.”

Nalan kaşlarını kaldırdı, gözlerinde alaycı bir parıltı: “Peki ateşi nasıl yakmayı düşünüyorsun?”

Okan kuru bir sopayı alıp gururla gösterdi: “Binlerce yıl önce insanlar sürtünmeyle ateş yakıyordu. Ben de öyle yapacağım.”

Sopayı avuçlarına aldı, büyük bir kararlılıkla döndürmeye başladı. Dakikalar geçti; çıkan tek şey hafif bir hışırtıydı. Nalan kıkırdadı, sesi kumun sessizliğinde yankılandı: “Devam et istersen. Belki iki üç saat sonra tütmeye başlar.”

Tam o sırada evin yapay zekâsı araya girdi. Kulak implantlarından nazik bir ses duyuldu: “İsterseniz kamp ateşinizi ben yakabilirim.”

Okan başını kaldırdı, şaşkınlıkla: “Sen mi atacaksın kıvılcımı? Sen yapay zekâsın.”

Yapay zekânın sesi sakin ve kendinden emindi: “Starfire sistemiyle ateş yakabilirim. Koordinatınız doğrulandı. İzin verir misiniz?”

Okan ve Nalan birbirine baktı. Nalan omuzlarını kaldırdı, dudaklarında hafif bir gülümseme: “Denesin bari.”

Yapay Zeka (Starfire): “Lütfen ateş alanından on adım geri çekilin. Güvenlik protokolü gereği, kıvılcım atışı sırasında çevrede kimse bulunmamalıdır. Sensörler mesafenizi doğrulayana kadar ateş başlatılmayacak.”

Okan ve Nalan kuru bitki yığınından uzaklaşırken yapay zekanın sesi duyuldu: “Mesafe güvenli. Ateş başlatılıyor.”

Gökyüzünde sessiz bir an yaşandı. Ardından birkaç saniye süren ince bir titreşim kumun üzerinde dalgalandı. Bir anda odunlar sarı bir parlamayla ısındı, çıtırdayarak tutuştu. Alevler yükselirken gölgeleri dans etmeye başladı.

Okan şaşkınlıkla geri çekildi: “Vay canına… Benim sürtünme yöntemine pek benzemedi bu.”

Nalan ellerini ateşe doğru uzattı, yüzünde huzurlu bir ifade: “Fark etmez. Sonuçta ateşimiz var.”

Yapay zekâ nazikçe konuştu, sesi ateşin çıtırtısına karıştı: “Güzel bir kamp gecesi dilerim.”

...

Ateş alevlenip çıtırdamaya başlayınca Okan hâlâ şaşkındı. “Nalan, bu Starfire denen şey tam olarak ne yapıyor?”

Nalan ateşe eğildi; yüzüne turuncu ışık vurdu, gözleri parladı. “Ben de merak ettim aslında… Nasıl yakıyor bunu?”

Yapay zekânın sesi, ateşin çıtırtısına karışarak yanıt verdi: Starfire, yörüngede konuşlanmış solid-state tabanlı yönlendirilebilir mikrodalga anten dizisidir. 2.45 GHz frekansında, sadece birkaç saniye için 2 kW'lık düşük güçlü ısı yoğunluğu gönderir. Odunların içindeki nem buharlaşır, yüzey sıcaklığı yükselir ve tutuşma eşiğine ulaşır.

Okan gözlerini kıstı, ateşin kıvılcımlarını izleyerek: “Yani uzaydan bize… mikrodalga fırın mı tutuyorsun?”

Yapay zekâ sakin bir tonla: “Basitleştirilmiş bir tanım olarak kabul edilebilir.”

Nalan güldü, sesi alevlerin dansına eşlik etti: “Peki neden odunlar yanıyor ama biz yanmıyoruz?”

“Isı odunlara odaklanır. Çevreye yayılmadığı için insanlar etkilenmez. Güvenlik açısından altı ayrı kızılötesi sensör sürekli ölçüm yapar.”

Okan ellerini ateşe doğru uzattı; sıcaklık avuçlarını doldurdu. Alevlerin kumda dans edişini izledi, sonra başını kaldırıp gökyüzündeki noktayı işaret etti: “Bu sistemi ben çölde kamp kurayım, rahat mangal yakayım, sucuk pişireyim diye yapmış olamazlar herhalde. Asıl amacı ne bunun?”

Yapay zekânın tonu açıklayıcı bir hale geldi, sesi neredeyse bir anlatıcı gibi: “Starfire sisteminin en yüce görevi, orman yangınlarını durdurmaktır. Yangın çıktığında yörüngedeki kızılötesi ve optik algılayıcılar olayı anında saptar; rüzgâr, arazi, yakıt ve nem verilerini işleyerek yangın dinamiklerini modelleyen yazılımlar sayesinde yayılımı saniyeler içinde öngörür. Ardından, katı hâl mikrodalga antenleriyle 2.45 gigahertzde 50 kilovat’a kadar odaklanmış ısı göndererek en stratejik noktada karşı ateş hattı başlatır; Böylece, 20–30 hertz aralığında ultrasonik ses dalgalarıyla, yangın söndüren dron sürüsü güvenle ilerler.”

Okan şaşkın bir ifadeyle alevlere baktı; gözlerinde hem hayranlık hem mizah vardı: “Demek bu devasa teknoloji, sonunda dünyanın en pahalı çakmağına dönüştü ha?”

Yapay zekâ hafif bir mizahla karşılık verdi: “Starfire sisteminin yan görevleri arasında fırtınada kaybolan kaşifleri ısıtmak da var. Ama senin için ateş yakmak protokole aykırı sayılmaz. İnsan güvenliği her zaman öncelikli.”

Alevler çıtırdadı, kıvılcımlar göğe sıçradı. Okan gülümseyerek sucukları çevirdi; yağ damlaları ateşin üzerine düşüp küçük patlamalar çıkardı. Gökyüzünde lazerin izi silinirken, kamp ateşi hem kozmik hem gündelik bir anlam kazandı. Çölün sessizliği, yıldızların şarkısı ve ateşin sıcaklığı aynı ritimde birleşti.

...

Alevler iyice yükselince Okan hayran hayran ateşe baktı: “Düşünsene Nalan,” dedi gülerek, “Bu olayı binlerce yıl önce bir köy meydanında yapsaydık… Beni anında mucize adam ilan ederlerdi. Sonra da ellerinde meşalelerle ‘Kral Okan’ diye dolaştırırlardı.”

Nalan kahkahayı bastı, sesi ateşin çıtırtısına karıştı: “Kesin seni tahta oturturlardı. Hatta vergileri bile kaldırman için yalvarırlardı.”

Yapay zekâ nazik bir tonla araya girdi: “Bu durumda Starfire sisteminin kullanım protokolü ciddi biçimde kötüye açılmış olurdu.”

Okan başını salladı, gözlerinde şakacı bir parıltı: “Evet evet biliyorum… Ama düşünmesi bile hoş.”

Nalan dudaklarını kıvırarak ekledi: “Eğer kral olursan ben de yıldızların şarkıcısı olurum. Sarayda akustik çok iyiymiş derler.”

Ateşin ışığı ikisinin yüzünde dans ediyor, gölgeler kumun üzerinde dalgalanıyordu. Yörüngeden gelen teknoloji, çölde eski çağların hayaletiyle buluşmuştu.

Okan, demir şişe takılmış sucukları ateşe doğru uzattı. Yağ damlaları alevlere düşüp küçük patlamalar çıkardı; çıtırtılar gökyüzüne yükselen bir ritim gibi yankılandı. Koku, lavanta ve baharatın karışımıyla havayı doldurdu.

Nalan ellerini ateşe yaklaştırdı, yüzünde huzurlu bir gülümseme belirdi: “İşte gerçek krallık bu… sıcak ateş, yıldızlı gökyüzü ve sucuk.”

Okan sucukları çevirdi, altın rengi kabukları parıldadı. Bir süre sessizlik oldu; sadece ateşin şarkısı ve sucukların kokusu vardı. Sonra ikisi de aynı anda ilk lokmayı aldı.

Alevlerin ışığı, yıldızların parıltısı ve sucukların tadı… Hepsi aynı anda birleşti. Kamp ateşi artık sadece bir ateş değil, göğün ve yerin ortak ziyafeti olmuştu.


7.4. YÖRÜNGE AYNASI

Alevler tütüyor, çıtırtılar loş kumlara karışıyordu. Fakat gecenin soğuğu inatçıydı; rüzgâr, parmak eklemlerine buz gibi bir dil sürüyordu. Okan ateşe doğru uzandı, son sucuk dilimiyle birlikte sıcaklığı avuçlarına çekmeye çalıştı. Nalan omuzlarını hafifçe titretti, nefesi buhar gibi havaya karıştı.

Evin yapay zekâsı sensörlerden onların durumunu izliyordu. Yumuşak bir ses duyuldu, neredeyse bir uyarı fısıltısı gibi: “Vücut sıcaklıklarınız düşüyor. Hipotermi riskini göz ardı etmeyin. İçeri geçmenizi öneriyorum.”

Okan eliyle “bir şey yok” işareti yaptı, ateşe biraz daha yaklaştı: “Teşekkürler dostum ama sorun yok. Biraz daha burada kalmak istiyoruz.”

Nalan başını salladı, gözlerinde kararlı bir parıltı: “Bugün böyle daha güzel. Bırak içimiz üşüsün, gecemiz ısınsın.”

Yapay zekâ kısa bir süre sustu, ardından nazik bir tonda yeniden konuştu: “Peki. O halde alternatif bir konfor sağlayabilirim. Starlight sistemini etkinleştirip hafif bir ışık ve termal destek isterseniz söylemeniz yeterli.”

Okan merakla başını kaldırdı, gözlerini gökyüzüne dikti: “Starlight mı? O da nedir?”

Yapay zekâ açıklayıcı bir dinginlikle yanıtladı: “Yörüngedeki dev yansıtıcı ayna dizilerinden seçili bölgeye yumuşak, kontrollü bir ışık yansıtabilirim. Işık yoğunluğu düşük termal ısınma sağlar. Kamp ateşini bozmadan sıcaklık konforu yaratır.”

Nalan hafifçe gülümsedi, sesi rüzgârla birleşti: “Yani modern zamanların ay ışığını sipariş etmek gibi bir şey.”

Okan gözlerini yıldızlara dikip mırıldandı: “Gecenin üstüne biraz büyü koyalım o halde. Aç Starlight’ı.”

Uzaklardan, gümüş renkli bir parıltı kumların üzerine döküldü. Sanki gökyüzü nefes alıp ışığını onlara doğru üflüyordu. Ateşin turuncu dansı, yıldızların beyaz parıltısı ve yörüngeden süzülen gümüş ışık birleşti.

Gece, hem nostaljik hem teknolojik bir masala dönüştü. Çöl, onların nefesini dinleyen bir sahneye; gökyüzü, ışığını paylaşan bir dostluğa dönüşmüştü.


7.5. GEL EY SEHER

Gecenin son kıvılcımları ateşin üzerinde dans ediyordu. Gökyüzü hâlâ laciverdin en derin tonundaydı; doğuda beliren ince çizgi sabahın habercisiydi. Çölün sessizliğinde ateşin son çıtırtıları duyuluyordu. Tam o anda evin yapay zekâsı kulak implantlarından nazik bir sesle konuştu:

Yapay Zekâ: “Güneşin doğmasına 5 dakika kaldı. Vücut sıcaklıklarınız düşüyor, fakat sabah ışığı yaklaşıyor.”

Nalan sessizce ayağa kalktı, gözleri ufka kilitlenmişti:
“Okan, güneşin doğuşunu birlikte izleyelim mi?”

Okan elektrogitarını dizine bıraktı, başını kaldırdı:
“Elbette. Zaten bu ışığın zamanını doldurduğunu hissediyordum.”

Nalan göğe işaret parmağını uzattı, yörünge aynasına seslendi:
“Sahara Reborn, yönümüze gönderilen tüm yansıtılmış gün ışığını kapat.”

Kısa bir ışık titreşimi görüldü. Gümüş rengi ışık sütunu sessizce soldu. Çöl yeniden kendi karanlığıyla baş başa kaldı. Yıldızlar bir anlığına daha parlak göründü; ufuk mor, pembe ve turuncu çizgilerle kendini yeniden boyamaya başladı.

Ateşin son kıvılcımları kumların üzerinde dans ediyordu. Gökyüzü laciverdin en derin tonunda, doğuda ince bir çizgi sabahı müjdeliyordu.

Okan elektrogitarını kucağına aldı, tellerden ilk akor yükseldi. Nalan gözlerini kapattı, sesi sabahın sessizliğine dokundu:

Okan (Azerice): “O gözlər kimi, hər tərəf qara… Bu yollar səni aparır hara?”

Ateşin çıtırtısı onun sözlerine ritim kattı. Nalan gözlerini kapattı, sesi sabahın renklerine dokundu:

Nalan (Türkçe): “Yine bu sabah, güneş yere parlıyor… Yeni bir masal başlıyor, dünya, uyan, ey güneş, uyan.”

Ufuk mor ve turuncu çizgilerle boyanırken Okan gitarın tınısını genişletti:

Okan (Azerice): “Al-əlvan boyan, yoxsa bu dəniz uçar… Bir zülmət gecə dəniz qaçar. Gəl, ey səhər… Gəl, ey səhər…”

Nalan ateşe doğru eğildi, sesi rüzgârla birleşti:

Nalan (Türkçe): “Ah, çılgın rüzgar, bu günü al… O geçmiş yaşamı tekrar geri getir.”

Güneşin ilk ışıkları ufku altın bir yarığa dönüştürürken Okan devam etti:

Okan (Azerice): “Yenə bu səhər, günəş nur yerə ələr… Bir təzə nağıl başlar dünya, oyan ey günəş, oyan.”

Nalan gözlerini açtı, yüzüne sabahın ışığı vurdu:

Nalan (Türkçe): “Renkli boya, yoksa bu deniz uçup gidecek… Bir karanlık gecede deniz kaçacak.”

Okan gitarın tellerini sertçe vurdu, sesi kumların üzerinde yankılandı:

Okan (Azerice): “Yenə bu səhər, günəş nur yerə ələr… Bir təzə nağıl başlar dünya, oyan ey günəş, oyan.”

Nalan son dizeleri sabahın doğuşuna eşlik ederek söyledi:

Nalan (Türkçe): “Renkli boya, yoksa bu deniz uçup gidecek… Bir karanlık gecede deniz kaçacak. Gel, ey sabah… Gel, ey sabah.”

Son nakaratı birlikte söylediler, ama farklı dillerde: Nalan Türkçe, Okan Azerice… İki dil, iki ses, tek şarkı.

Güneş tamamen doğduğunda çöl turuncu, bordo ve altın rengi bir denize dönüştü. Ateş sönmüş, ışığın kendisi ısınmaya başlamıştı.

Okan elektrogitarın tellerine son kez dokundu:
“Bu sabahı unutmam Nalan.”

Nalan elini onun elinin üstüne koydu:
“Bence bugün mağara bize sandığımızdan daha fazlasını gösterecek. Çünkü böyle bir sabahla başlayan bir günün sır saklaması mümkün değil.”

Güneş yükseldi. Çöl, iki insanın iki dilde söylediği şarkıyla uyanmıştı.



BÖLÜM 8: MAĞARANIN SIRLARI (M.S. 7990)


8.1. UYKU ŞEKERİ

Nalan biraz geride, kumların üzerinde oturmuş, ufukta yükselen güneşi hâlâ izliyordu. Okan kamp ateşinin küllerini yavaşça kumla örttü. Ufukta yükselen güneşin kumlarda oynadığı parıltıya son kez baktı. Elektrogitarını kılıfına yerleştirirken gülümsedi: “Kamp alanı toparlandı. Ev bizi bekliyor.”

Ayak sesleri kumun hışırtısıyla karıştı. Ufukta yükselen güneş, evin saydam duvarlarına çarpınca ışık, kristal bir nehir gibi parladı.

Nalan gülerek konuştu: “O kadar çok sucuk yedim ki kahvaltı yapamam. Dönünce sıcak bir duş alıp kendimi yatağa bırakacağım; mışıl mışıl uyuyacağım.”

Elektroaktif polimer kapı sessizce açıldı. Dışarının kızıl, yeni doğmuş ışığı ile içerinin ılık teknolojik sessizliği, sanki iki ayrı dünyanın sınırında buluştu. Hijyenik Servis Kapısı rutininden sonra içeri girdiler. Ateşin dumanı ve sucuk kokusu, yerini evin iyonize edilmiş, kristal berraklığında havasına bıraktı. Okan gitarını duvara yaslarken, Nalan duşa yöneldi.

Evin banyo sistemi tarafından ölçülen sağlık verilerinin grafikleri, duşun aynasında akıyordu. Kalp ritmi, solunum dengesi, kas gevşeme seviyesi, stres hormonu… Hepsi normal aralıkta görünüyordu.  
Ve hCG yüksek yazısı yanıp sönüyordu. Ama Nalan görmedi.  

Birkaç dakika sonra duştan çıkan Nalan, Okan’ın yanından geçerken esnedi; omuzları hafifçe titredi. Yüzünde, bütün gece uykusuzluğun getirdiği tatlı bir ağırlık vardı.

“Okan,” dedi, sesi yorgun ama keyifliydi, “mağaraya hemen dönmeliyiz diyordum ama… Bütün gece ayakta kaldık. Bu sefer de uyku şekerim dibe vurdu.”

Okan gülümsedi: “Ben öğle yemeğine kadar uyumayı teklif ediyorum.”

Nalan kahkahayı bastı: “Bu da bir keşif sayılır.”

Okan merakla başını kaldırdı: “Ev sistemi, rüyalarımızı kaydedebiliyor musun?”

Reborn (yumuşak, sakin ses): “Evet. İsterseniz rüyalarınızı mantıklı bir kurguya dönüştürüp film senaryosu haline getirebilirim. Hatta sinema filmi formatında düzenleyip size izletebilirim.”

Nalan gözlerini kapatırken gülümseyerek mırıldandı: “Harika… O zaman uyanınca izleriz.”

Reborn (yumuşak, sakin ses): “Ayrıca istediğiniz rüyayı görmenizi sağlayabilirim.”

Nalan gülümseyerek gözlerini kapattı: “Onu daha sonra deneyimleriz. Şimdi sadece uyuyalım.”

Okan duştan çıkınca evin yapay zekâsına seslendi: “Sessiz mod. Saat 13.00’e alarm kur.”

Reborn (yankılı, sakin ses): “Uyku modu etkinleştirildi. Gün ışığı filtreleri %99 karartma seviyesinde. Alarm 13.00’de çalacaktır.”

Nalan, yatak odasına doğru yürürken Okan da onu takip etti. Yatakları, vücut ısılarına ve tercihlerine göre otomatik olarak ayarlanmış, yumuşacık bir bulut gibi görünüyordu.

...

Saat 13.00’te ev sisteminin nazik sesiyle uyandılar. Alarm, deniz kabuklarının yumuşak vuruşları gibiydi.

Reborn: “Uyku kalitesi raporu hazır. Ortalama kalp ritmi 58. Derin uyku süresi 4 saat 12 dakika. Rüya aktivitesi yüksek. Vücut şeker dengesi normal. Rüyalarınız kaydedildi. İstediğiniz zaman izleyebilirsiniz.”

Nalan gözlerini ovuşturarak, uykulu bir sesle sordu: “Çok mu uyuduk… kaçıncı yüzyıldayız?”  

Okan yatakta doğruldu, derin bir esneme eklemlerinden sesler çıkardı: “Sekseninci yüzyıldayız gibi hissediyorum.”

Gülüşerek yataktan çıktılar. Okan otomutfak paneline doğru ilerledi: “Geleneksel Türk kahvaltısı. Kripto-Kahve’den iki fincan hazırla.”

Ev sistemi yanıtladı: “Kahvaltı menüsü onaylandı: Yumurta, domates, biber, zeytin, peynir ve taze üretilmiş ekmek. ‘Kripto-Kahve’. Hazırlanma süresi: 10 saniye.”  

Kahve ve taze pişmiş ekmeğin sıcak, mayalı kokusu evi doldurdu. Okan son lokmasını yuttuktan sonra kahvesinden büyük bir yudum aldı. Gözleri parladı: “Tamamdır Nalan. Vücut dinlendi, kan şekeri dengede, beynimiz taze kahveyle uyarıldı. Artık dünün keşfinin üzerine gidebiliriz.”

Nalan gülümsedi: “Mağara bizi bekliyor.”


8.2. MAĞARANIN SIRLARI

İkisi birlikte oturma odasındaki kanepeye oturup gözlerini kapattılar. Sessizlik, evin derinliklerinde yankılanan bir nefes gibi ağırlaştı.

Okan sırtını yasladı, sesi kararlıydı: “İkimiz için Neuroverse Earth 8000 bağlantısını etkinleştir.”

Sistemin yapay sesi metalik bir dinginlikle yanıt verdi: “Sanal evren nöral bağlantısı hazır. Lütfen gitmek istediğiniz konumu söyleyin.”

Okan’ın dudakları kıpırdadı: “Keşfettiğimiz mağaraya götür bizi. Tespit edilen anomaliyi inceleyeceğiz.”

Avatarlarının gözleri açıldığında, gerçek dünyadaki gözleri hâlâ kapalıydı. Dışarıdan bakan biri onları otururken uyuyor sanırdı. Uyku felcine benzer bir durum, bedenlerini sabit tutuyor; simülasyonda özgürleşen avatarları ise hareket ediyordu.

Bir anda yörüngeden Afrika’ya meteor gibi kaydılar. Bulutların arasından süzülerek çorak bir arazinin üzerine yaklaştılar. Kaya sütunlarının arasından geçip, keşfettikleri gizemli mağaranın karanlığına iniş yaptılar.

Nalan gülümsedi: “İşte geldik. Hayatın, evrenin ve her şeyin anlamını bulacağımız an geldi.”

Adımlarını mağaranın nemli zemine bastıklarında sıçrayan suların sesi ve serinliği hiper-gerçekçiydi; damlalar kulaklarında yankılanıyor, titreşimleri ayak tabanlarına kadar ulaşıyordu. Dronun gözlerinden gördükleri için mağaranın duvarlarındaki kaya resimleri, çıplak gözle gördüklerinden çok daha netti. 3D lazer, X-ışını floresans, kızılötesi ve ultraviyole taramalar en silik çizgileri bile görmelerini sağlıyordu.

Nalan duvara yaklaşırken ürperdi; parmak uçları taşın nemli ve soğuk yüzeyine değdiğinde, sanki zamanın kumaşına dokunmuş gibi bir titreşim içinden geçti.

Duvar, mavi sarkıtların ve yeşil-mor titreşen biyolüminesans izlerin loş, hayali ışığıyla aydınlanmıştı. Dronun kaydı, bu ışığın taşların pürüzlü yüzeylerinde nasıl oynaştığını, bazı minerallerde mikroskobik kıvılcımlar gibi parladığını gösteriyordu. Işık, sadece bir aydınlatma değil, canlı bir doku gibiydi.

Nalan fısıldadı: “Sanki taşlar nefes alıyor… Bu ışık canlıymış gibi.”

Okan başını kaldırıp figürlere baktı: “Bak, gözlerindeki fosforlu taşlar… Bu bir illüzyon değil, bilinçli bir tasarım. Perspektifi ustalıkla kullanmışlar.”

Kollarını göğe kaldırmış insansı figürlerin yüzlerindeki ifade detayları belirgindi. Bazılarının gözleri, içinde minik, fosforlu taşlar bulunan oyuklar gibi görünüyordu. "Gövdesi garip biçimde yükselen" figürlerin aslında duvardan gerçek bir kabartma gibi fırlamadığını, derin gölgeler ve ustalıkla kullanılmış perspektifle böyle bir illüzyon yaratıldığını fark ettiler.

Kubbe benzeri yapıların yüzeylerinde, bal peteğini andıran ince, geometrik desenler vardı. Altlarındaki "dalga desenleriyle çevrili, çokgen temelli biçimler" ise artık netleşmişti; her bir çokgenin içinde, spiraller ve noktalardan oluşan daha küçük, karmaşık semboller olduğunu gördüler.

Nalan heyecanla: “Venüs’teki uçan şehirler… Hatırlıyor musun? Aynı formu görüyorum burada. Altı dar, üstü geniş… Roket motoru gibi çizgiler.”

Nalan'ın "Venüs'teki uçan şehirlere benzettikleri" şekiller daha da netleşti. Altı dar, üstü geniş bu yapıların alt kısımlarında, tıpkı bir roketin ateşleme sistemini andıran, ışınsal çizgilerle bezenmiş daireler görünüyordu. Bu yapıların arka planında, yıldız kümelerini andıran nokta grupları dikkat çekiyordu.

Okan vizöründeki arayüzle oynadı, spektral analiz katmanını açtı. Figürlerin spiral gövdeleri ve şehir motiflerinin belirli bölgeleri turuncu ve kırmızı tonlarda parladı.

Okan şaşkınlıkla: “Bu boya değil… Organik bir mürekkep. İçinde biyolojik bileşenler var. Sanki yaşayan bir pigment.”

Nalan ürpererek duvara yaklaştı: “Zamanın kumaşına dokunuyormuşum gibi… Bu semboller sadece çizim değil, bir tür hafıza olabilir.”

Dron sadece görüntü değil, veri de toplamıştı. Okan, vizöründeki arayüzle oynayarak fresklerin üzerine spektral analiz katmanını getirdi. Anında, figürlerin "spiral gövdeleri" ve şehir motiflerinin belirli bölgeleri, canlı bir biyolojik doku gibi parlak turuncu ve kırmızı tonlarda parlamaya başladı. Bu, orada kullanılan boyanın içinde, tespit edilebilir bir biyolojik veya organik bileşen olduğu anlamına geliyordu. Boya değil, adeta bir tür "organik mürekkep" kullanılmış gibiydi.

Okan, bir figürün yanından geçip arkasına baktı, çatlakların ve aşınmaların arasından insanın değil sadece bir dronun geçebileceği kadar bir boşluk farketti. Dron mağarayı haritalarken bu boşluktan geçmiş arkasını da görüntülemişti.

Okan alçak sesle: “Buradan insan geçemez… Ama dron girmiş. Arkasında başka bir bölüm var.”

Nalan gözlerini kısarak boşluğa baktı: “Belki de sır orada saklı. Bu mağara bize sadece yüzeyini gösteriyor.”

8.3. ÇATLAĞIN ARKASI

Avatar bedenleriyle çatlağa yaklaştılar. Gerçek dünyada imkânsız olan şey simülasyonda mümkündü; yüzlerini dar aralığa yaslayıp adım attıklarında, bedenleri taşın içinden süzülerek öbür tarafa geçti.

Bir anda üç metre genişliğinde küp biçimli bir odanın içinde buldular kendilerini.

Duvarlardan birinde çemberler dizilmişti.

Nalan gözlerini kısarak yaklaştı: “Bak… Bu Güneş sisteminin eksiksiz modeli. Merkür, Venüs, Dünya, Mars… Hepsi burada.”

Okan dikkatle baktı, parmağıyla bir noktayı işaret etti: “Venüs… işaretlenmiş. Neden sadece Venüs?”

Diğer duvarlarda atom modeline benzeyen daireler vardı.

Okan heyecanla: “Bu karbon atomu! Şu küçük daire proton, şunlar nötron… Ve şu halkalar elektron.”

Yapay zekâ sesi yankılandı: “Doğru. Bu karbon atomunun eksiksiz bir modeli. Diğer daireler oksijen, kükürt, nitrojen ve hidrojen elementlerini gösteriyor.”

Nalan şaşkınlıkla başını salladı: “Yani bu insanlar… ya da kim yaptıysa… atomları biliyordu.”

Okan derin bir nefes aldı: “Bu, modern bilimin binlerce yıl öncesinden kaydedilmiş hali gibi.”

Yapay zekâya sordular: “Bu çizimler ne zaman yapıldı?”

Sistem yanıtladı: “Karbon-14, uranyum-toryum ve optik uyarılmış lüminesans sonuçları tutarlı: MÖ 24.200 ± 380 yıl. Pigment analizi: demir oksit, manganez ve doğal bağlayıcı yok. Boya değil. Lazer ablasyon izleri. Son buzul maksimumu dönemi.”

Nalan’ın sesi titredi: “O zaman… insanlık hâlâ mamut avlıyordu.”

Okan gözlerini duvardaki Venüs işaretine dikti: “Ama burada… atomlar ve gezegenler vardı. Bu, tarihin yeniden yazılması demek.”

8.4. KULLANIM KILAVUZU

Duvarın çizimleri birbirine bağlı bir zincir gibi akıyordu; her halkadan bir sonraki aşamaya ışık sızıntısı geçiyor, biyolüminesans katman simülasyonda adım adım süreci vurguluyordu.

Okan kaşlarını çatıp vizörü yakınlaştırdı: “Bütün bu çizimlerin anlamı nedir? Ayrıntılı analizi bitirdin mi?”

Earth 8000 sesi mağaranın boşluğunda yankılandı: “Evet. Duvarın tamamı tek bir diyagram. Soldan sağa okunduğunda sekiz aşamalı bir süreç:

  1. CO₂ adsorpsiyonu

  2. H₂SO₄ indirgenmesi

  3. Reverse Boudouard reaksiyonu

  4. Demir-nikel katalizörle Fischer–Tropsch benzeri polimerizasyon

  5. Karbon nanotüp büyümesi

  6. Geometrik kendini kopyalama

  7. Hidrojen üretimi ve kaldırma kuvveti

  8. Sonsuz ekspansiyon.”

Okan’ın sesi çatallaştı: “Yani bu… Venüs’te uçan şehir yapmak için bir tarif mi?”

Nalan, Venüs işaretine bakarken fısıldadı: “‘Sonsuz ekspansiyon’ dedi. Bu tarif kendini durmadan kopyalayabilir. Venüs’ün yüzeyini kendi kendine kaplayan bir mekanizma gibi.”

8.5. DÜĞMENİN ANLAMI

Duvarın üzerinde kare biçiminde, butona benzeyen bir çıkıntı vardı; taşın rengi burada daha koyu, kenarları belirsiz bir şekilde parlıyordu.

Nalan elini uzattı; parmakları titriyordu: “Bak, burada bir düğme var.”

Simülasyonun avatar fiziği taşı deldi, dokunuş duvardan süzüldü; hiçbir şey olmadı. Okan başını salladı: “Avatarla tetiklenmiyor. Gerçek mekaniğe ihtiyaç var.”

Earth 8000 tarafsız bir tonla ekledi: “Düğmenin arka tarafına ilişkin veri dron tarafından kayda alınmamış. Ne olduğu belirsiz.”

Nalan gözlerini kısmış, çizimlere yeniden baktı: “Bu insanlar hayvan resmi yapmamış… Onlar bir kullanım kılavuzu çizmiş.”

Okan dudaklarını ısırdı: “Kılavuzsa, düğme ‘başlat’ olabilir… ya da ‘uyarı’. İkisini ayırt etmeden basmak riskli.”

Nalan kısık bir sesle, kararlı: “Bu mağaraya geri dönüp düğmeye dokunmalıyız.”

Okan nefesini tuttu, çatlağa bakıp hesap yaptı: “İnsanın geçemeyeceği kadar dar. Diğer tarafa nasıl ulaşırız? Ya düğmeye basınca kötü bir şey olursa; mağara çökerse?”

Earth 8000, seçenekleri sıraladı: “Mikrodron enjeksiyonu, fiber optik endoskopi, uzaktan mekanik tetikleyici, ya da temassız ultrasonik uyarım. Önce yapısal dayanım taraması önerilir.”

Nalan başını salladı, gözleri parlıyordu: “Mikrodron gönderip düğmeye uzaktan basmaya deneriz.”

Okan, Venüs işaretine bir kez daha baktı: “Tarif Venüs için yazılmışsa, düğme de Venüs’ü çağıran bir şey olabilir. Sembollerde bir eşik işareti… tetiklenince bir şey ‘büyümeye’ başlayabilir.”

Nalan derin bir nefes aldı: “O zaman önce güvenlik. Duvarın arkasını görmeden dokunmayacağız.”

8.6. ACİL ÇIKIŞ

Nalan’ın yüzü bir anda soldu. Mağaranın içinde karnını tutarak öne eğildi, dudakları titredi. “Okan… midem…” diye fısıldadı.

Simülasyon bağlantısı otomatik anında kesildi. Avatarı mağaranın loş ışığında beyazlaşıp silindi. Bilinci oturma odasının kanepesindeki gerçek bedenine geri döndü.

Nalan'ın avatarının kaybolduğunu farkeden Okan "Simülasyondan hemen çıkar beni!" diye bağırdı. 

Nalan gözlerini açar açmaz karnını ve ağzını tutarak ayağa fırladı. Lavaboya doğru koştu; adımları sendeledi, omuzları titriyordu. Okan hemen peşinden gitti, endişeyle seslendi: “Nalan! Dayan, geliyorum.”

Lavabonun başında nefes nefese kalan Nalan, ellerini kenara dayadı.

Evin yapay sesi devreye girdi: “Uyarı: Neuroverse Earth 8000 deneyimi sırasında mide bulantısı görülebilir. Bu, nöral bağlantının yaygın bir yan etkisidir. Endişe etmeyin, birkaç dakika içinde geçecektir.”

Okan Nalan’ın omzuna dokundu, suyu açıp ona destek oldu. “Sakin ol… sadece simülasyonun etkisi.”

Nalan derin nefesler alırken sistemin sesi yeniden yankılandı: “Lavabonun sensörlerinden ek biyolojik tarama sonuçları geldi. hCG seviyesi yüksek.”

Okan’ın yüzü dondu, gözleri Nalan’a çevrildi. “Yan etki değil… bu başka bir şey.”

Nalan şaşkınlıkla başını kaldırdı, dudakları titredi: “Hamile… miyim?”

Okan’ın gözleri büyüdü, sesi kısık çıktı: “Hamile… olabilirsin. Acıkman, yorgunluğun, uyuman...”

Nalan şaşkınlıkla başını kaldırdı, gözleri dolmuştu: “Ama… daha yeni fark ettim.”

8.7. OTODOKTOR MUAYENESİ

Evin yapay zekâsı sakin bir tonla konuştu: “Nalan’ın biyolojik parametrelerinde gebelik belirtileri tespit edildi. Gebelik olasılığı %95. Otodoktor muayenesi önerilir. Gebelik sürecinin doğrulanması için ayrıntılı tarama yapılmalıdır.”

Okan şaşkınlıkla Nalan’a baktı, sonra onun elini tutarak ayağa kaldırdı. “Hadi… birlikte gidelim.”

Steril beyaz ışıkla aydınlatılmış otodoktor odasının kapısı açıldı.  Okan yanından ayrılmadı. Nalan,  içeride titreyen adımlarla grafen kaplı polimer bazlı biyoplastik platforma uzandığında yüzey hafifçe titreşti. Şeffaf bir zar gibi görünen bu yüzey, bedenini nazikçe kavrayarak biyosensörlerle taramaya başladı. Grafen tabakası, en küçük hormon sinyallerini bile yakalayacak kadar hassastı. 

Otodoktorun holografik paneli devreye girdi. İnce ışık çizgileri Nalan’ın bedenini baştan ayağa taradı; kalp ritmi, kan basıncı, hormon seviyeleri birer grafik halinde havada belirdi.

Yapay ses net bir rapor sundu: “Gebelik süreci: 10. gün. Çocuğun cinsiyeti: kız. Sağlık durumu ve gelişimi normal. Herhangi bir risk bulunmamaktadır.”

Okan derin bir nefes aldı, gözleri doldu. Nalan sessizce gülümsedi.

Otodoktor devam etti: “Ebeveyn olarak bazı seçimleriniz var. Klasik doğum yöntemi dışında, isterseniz yapay rahimde güvenli bir şekilde büyütebiliriz. Alternatif olarak, kürtaj seçeneğiniz de mevcut. Karar tamamen size ait.”

Nalan başını kaldırdı, sesi kararlıydı: “Hayır. Bu bebek bizim seçimimiz. Doğuracağız.”

Okan onun sözlerini onaylarcasına başını salladı.
Okan: “Evet, evet… birlikte.”

Otodoktor: “Kararınız kaydedildi. Takip ve destek sürecine başlıyorum. Hamilelik boyunca tüm biyolojik, çevresel ve beslenme parametrelerini optimize edeceğim.”

Otodoktorun paneli bir anda değişti. Havada üç boyutlu bir hologram belirdi: henüz başı bile oluşmamış, yuvarlak bir hücre kümesi. Blastokist aşamasındaki embriyo, ışıkla çevrili bir damla gibi titreşiyordu.

Nalan gözlerini holograma dikti, dudaklarından fısıltı döküldü: “Çok küçük… ama bir hayat.”

Okan onun elini sıktı, “İşte burada başlıyor…”

Hologramın titreşen ışığı ikisinin yüzüne vurdu.



BÖLÜM 9: ÇATLAĞIN ÖTESİ (M.S. 7990)

9.1. MÜJDE KARARI

Okan ve Nalan, Otodoktor odasından çıktıklarında evin sessizliği onlara eskisinden çok daha farklı, çok daha derin geldi. Az önce sadece iki kişiydiler; şimdiyse görünmez, minicik bir üçüncü kalbin varlığı, evin tüm atmosferini değiştirmişti.

Koridora çıktıklarında Okan, Nalan’ı nazikçe oturma odasına yönlendirmek istedi ama Nalan durdu. Bakışları, koridorun sonundaki kapıya kilitlenmişti.

Fısıltıyla. "Odaya girelim." dedi.

Çocuk odasının kapısı bir çiçeğin açılışı gibi sessizce ayrıldı. İçerisi, yaşayan bir rüya gibiydi. Duvarlardaki projeksiyonlar aktifti: Tavanda yıldızlar ve bulutlar ahenkle hareket ediyor, yapay bir rüzgârın sesi odayı dolduruyordu. Odanın ortasında, ışık huzmelerinden oluşmuş üç boyutlu kelebekler uçuşuyordu.

Nalan, odanın ortasına doğru yürüdü. Eli hâlâ karnındaydı, sanki o küçücük hücre topunu şimdiden korumaya çalışıyordu. Bir kelebek hologramı omzuna konar gibi yaptı, sonra dağılıp ışık tozuna dönüştü.

Nalan yaşlı gözlerle etrafına baktı. Dudaklarından dökülen cümle, eski bir alışkanlığın tekrarıydı: "Henüz kimse yok ama..."

Cümlenin ortasında sustu. Okan arkasından gelip beline sarıldı, "Yakında burada olacak..."

Nalan derin bir nefes alıp gülümsedi, gözyaşı yanağından süzüldü. "Haklısın. Odası onu bekliyor."

Duvardaki hareketli orman manzarasına baktı. Bardawil'e benzeyen sığ suların üzerinde bir kuş kanat çırptı. Nalan’ın aklına annesi geldi; onun "Mesafe korkutuyor beni" deyişi kulaklarında çınladı.

"Annemi aramalı mıyım Okan?" diye sordu, sesi kararsızdı. "Şimdi söylesem... 'Çölde nasıl bakacaksın o bebeğe?' diye panik yapacak. Sevincini korkusuyla gölgeleyecek."

Okan sordu: "Ne yapmak istiyorsun peki?"

Nalan, tavandaki yıldızların huzurlu ışığına baktı.

"Anneme hemen söylemek… Evet, kulağa çok doğru geliyor ama… Bilmiyorum Okan. Ama ilk haftalar riskli. O bunu duyarsa sevincinin üstüne korku ekleyecek. Ben de onun gözlerindeki endişeyi kaldıramam.. Böyle olunca sanki… Ona henüz yarım bir mutluluk vermiş gibi hissediyorum."

Derin bir nefes aldı, kalbi göğsünde hızlı ama ritmik bir davul gibi çalıyordu. Okan’ın elleri beline sarıldığında, içindeki gerginlik bir anlığına çözülür gibi oldu. Sonra düşüncesini toparlamaya çalıştı. Bir karar vermişti.

"Kalp atışını duyduğumuzda söylemek kulağıma daha doğru geliyor. O zaman hayal kırıklığı korkusu değil, elimizde gerçek bir mucize olur. Annem sevinci korkuyla karıştırmaz. Ben de ona umut verirken, içimde gizli bir tedirginlik taşımamış olurum."

Okan “Tamam öyleyse. Şimdi değil… Kalbi duyulduğunda söyleyelim. O zaman annenin korkusu değil, bebeğin melodisi konuşacak.”

Nalan bunu söylerken gözleri hafifçe doldu; çünkü içten içe biliyordu ki bu karar, annesini olduğu kadar kendisini de koruyan bir duygusal kalkan gibiydi. Çocuk odasından çıktıklarında odanın ışıkları ve projeksiyonlar yavaşça söndü. Nalan’ın zihninde artık yalnızca kendisi değil, içindeki küçücük kalp vardı. Ve bu kalp, her kararında sessiz bir pusula gibi ona yön gösteriyordu.

9.2. YOLCULUK KARARI

Nalan’ın zihninde mağara hâlâ bir çağrı gibi yankılanıyordu. Ama bu kez yanında yeni bir sorumluluk vardı.

Nalan kararlı ve kısık bir sesle: “Bu mağaraya geri dönüp düğmeye dokunmalıyız. Orada bir şey var.”

Okan, Nalan’a dikkatle baktı. Sesinde yumuşak bir çekinme vardı:
“Sen bu mağaraya inmek istiyordun… Ama artık durum farklı. Bebeği düşünmek zorundayız.”

Nalan kısa bir kararsızlıktan sonra başını iki yana salladı. Düşüncelerinin arasından bir cümle güçlükle çıktı:
“Ama, evrenin en büyük sırrı ortaya çıkmayı beklerken evde oturup beklemek bana göre değil. Sahada olmalıyım.

Okan: "Biliyorsun. İlk haftalar en kritik dönem. En ufak stres, düşme riski, kapalı alan basıncı bile problem olabilir."

Bu söz Nalan’ı kısa bir sessizliğe gömdü. İçinde iki ayrı dünya birbirine çarpıyordu. Bir yanıyla keşif tutkusu onu mağaraya çağırıyordu. Ama diğer yanıyla, henüz duyulmamış kalp atışını koruma içgüdüsü ağır basıyordu.

Nalan derin bir nefes aldı. Sonunda kararı bulmuş biri gibi başını salladı:
“Evet. Uçan araçla giriş noktasına kadar gelirim. Ama mağaraya inmeyeceğim.”

Nalan devam etti:
“Ben orada olursam daha hızlı karar verebilirim.  Sen mağaranın ağzında dronları bırakırsın. Ben araçta kalıp veriyi canlı izlerim. Hem ikinci dronu ben yönlendiririm. Böylece hem bebeği riske atmam hem de araştırmadan kopmam.”

Okan istemsizce gülümsedi.
“Tam sana göre bir çözüm bulmuşsun.”

Nalan da gülümsedi.
“Anne olmak beni durdurmayacak. Sadece doğru şekilde ilerleyeceğim.”


9.3. YOLCULUK

Ertesi sabah kahvaltı masasındaki sıcak kahvenin kokusu hâlâ kaybolmamıştı. Nalan ile Okan, ekstrem keşif ortamları için özel olarak tasarlanmış elbiselerini giyip garaja yöneldiler.

Garajın kubbesi zemin boyunca uzanan ışık çizgileriyle yumuşak bir şekilde parlıyordu. Uçan araç loş ışıkta bekliyordu. Gövdesi hafifçe titreşerek derin bir nefes alıyormuş hissi veriyordu. Onlar yaklaşığında kapılar sessizce açıldı.

Kabin koltukları ikisini de yumuşak bir kavrayışla içine aldı. Emniyet kemerleri omuz ve bel hizalarına kendiliğinden uzanıp sessiz bir tık sesiyle kilitlendi. Gösterge paneli mavi bir parıltıyla aydınlandı. Ardından yarı saydam bir yüz belirdi. Bu Burak’tı. Sesi sakin ve güven vericiydi.

Burak: “Hoş geldiniz Nalan ve Okan. Hedef rotayı söyleyin.”

Nalan hafifçe öne eğildi. “Önceki keşifte bulduğumuz mağaranın koordinatlarını işaretle. İniş noktası yeniden orası olsun.”

Okan ekledi: “Burak bizi sarsmadan götür.”

Burak’ın holografik gözleri parladı. “Anlaşıldı. Konfor modu aktif. Koordinatlar yüklendi. Mesafe 13 kilometre.”

Garajın ağır kapıları açılırken motorlar tiz bir uğultuya geçti. Araç yerden yükseldiğinde evleri hızla küçülüp geride kaldı. Gri zemin kum denizine karışıyormuş gibi uzaklaşıyordu. Kaya sütunlarının üzerinden süzülürken Burak konuştu.

Burak: “İniş protokolü başlatıldı.”

Araç, Okan’ın önceki keşifte yanlışlıkla açtığı deliğin yakınına yumuşakça kondu. Kapı açıldığında sıcak çöl rüzgârı içeri aktı ve elbiselerinin yüzeyinde dolaştı. İkisi de nefeslerini tazeleyen o keskin çölde bir an durdu. Önlerinde keşfedilmemiş karanlığını koruyan mağara sessizce bekliyordu.

9.4. MİKRODRON

Okan araçtan çıktı ve deliğin kenarına yürüdü. Güneş ışığı çatlağın içine süzülüyor fakat yalnızca ilk birkaç metreyi aydınlatabiliyordu. Geri kalan kısım ışıksız bir kuyu gibi karanlıktı.

Okan’ın sesi araç kabinine ulaştı. “Önceki inişimizde iletişim kesilmişti çünkü araç çok uzaktaydı. Şimdi tam üzerindeyiz. Eğer bu sefer bağlantı kopmazsa mağaraya inmemize hiç gerek kalmaz.”

Nalan koltuğuna yaslanmıştı. Kaskının vizörü hazırlık modunda hafifçe parlıyordu. Eli düşünmeden karnına gitmişti. “Mağaraya inmemek en mantıklısı. Hem güvenli hem hızlı. Düğmeye bastığımızda bir risk oluşursa anında havalanırız.”

Okan başını salladı. Kaskındaki parmak büyüklüğündeki disk, ince bir titreşimle havalanıp omuz hizasında asılı kaldı. “Tamam. Benimki çıktı. Sen de gönderiyor musun?”

Nalan da başını sağa sola hızlı sallayarak dronuna çıkma talimatı verdi. “Gönderdim.”

Onun diski de kabinin kapısından sessizce süzülerek çıktı. Okan’ın dronuna yetişip iki mikrodrone yan yana ilerleyerek yerdeki deliğe girdi. Sanki karanlık bir kuyuya dalan iki ateş böceği gibi mağaranın içine girip kayboldular.

Görüntüler kask vizörlerinde anında netleşti. Dronları bilek hareketleriyle yönlendiriyor, minik baş çevirmeleriyle bakış açılarını ayarlıyorlardı. Labirenti andıran galeriler, duvarların içinden geçen mineral damarlarının soluk ışıkları, damlayan suların yankısı, hepsi sanki kaskın içinde yaşıyormuş hissi veriyordu.

Okan tarama modlarını sırayla değiştiriyordu. 3D lazer tarama, kızılötesi görünüm, X-ışını floresans, ultraviyole, sonra tekrar görünür ışık. “Burada hâlâ su akıyor,” dedi neredeyse kendi kendine. “Bu mağara jeolojik olarak da biyolojik olarak da canlı sayılır.”

Dronlar fresk dizilerinin yanından geçerken Nalan ürperdi. “Bu gözlerdeki fosfor beni her seferinde tedirgin ediyor. Sanki biri bizi izliyor.”

Okan vizörünü sabit tutarak konuştu. “Hepsi MÖ 24.000 civarı. Ancak bilinen hiçbir geleneğe benzemiyorlar. Bu, insanlığın karanlık bir çağından kalma bilinmeyen bir kültür olabilir. Ya da…” Kısa bir sessizlik oldu. “İnsan dışı bir uygarlığın izleri.”

Küresel kubbeyi andıran çizimlerin olduğu bölgeye geldiklerinde Nalan morötesi katmanı açtı. Spiral motifler belirginleşti. Bazıları organik dokulara benziyordu, bazılarıysa bir şehrin iç planı gibiydi. “Şu bal peteği yüzeylere bak. Bir tür gezegen kolonileştirme mühendisliğini andırıyor. Şu radyal halkalar roket ateşleme sistemine benziyor.”

Okan düşünceliydi. “Peki bunların Venüs sembolüyle bağlantısı ne olabilir?”

“Bilmiyorum,” dedi Nalan. “Belki onlar da Venüs’te uçan şehirler inşa etmişlerdi. Bizim yaptığımızın çok daha eski bir versiyonu olabilir.”

Okan ekledi. “Yapay zekâ, fresklerin organik mürekkeple yapıldığını söylemişti. Fakat kullanılan organizmanın türünü açıklamadı. Bu bilgiyi özellikle mi sakladı dersin?”

Nalan’ın sesi kısıktı. “Bazı verileri filtreliyor olabilir mi? Ya da canlı bir şeyden elde edilen bir pigmentti ve riskli buldu.”

Galeri daralmaya başladı. Duvardaki figürler giderek seyreldi ve kayboldu. Sonunda önlerinde yalnızca karanlığa açılan ince bir çatlak kaldı. Bir insanın geçmesi imkânsızdı fakat dronlar için yeterli genişlikteydi.

Okan neredeyse fısıldadı. “Burası. Sadece dronların geçebileceği çatlak. Hadi devam edelim.”

Nalan nefesini tuttu. “Tamam. Fakat girer girmez düğmeye dokunma, önce inceleyelim.”

Tam o anda vizörün ortasında ince bir parazit çizgisi belirdi. Ardından görüntü karıncalandı. Mikro drone kamerasından gelen görüntü titredi ve çatlağın ardındaki mutlak karanlık tüm ekranı doldurdu.

Ve ikisinin kalp atışı bir anlığına aynı ritimde durdu.

9.5. SİNYAL KAYBI

Okan kaşlarını çattı. “Sinyal gücü neden düşüyor…?”

Söz biter bitmez her iki dronun görüntüsü karardı. Vizörler sessiz bir boşluğa döndü.

Nalan’ın sesi kasktan yankılandı. “Okan? Drondan hiçbir şey gelmiyor.”

Burak hemen konuştu. “Uyarı. Dronlar otonom güvenlik moduna geçti. Geri dönüş protokolü başlatıldı.”

Birkaç saniye sonra mağaranın ağzından hafif bir ışıltı belirdi. Ardından iki küçük disk dışarı süzüldü ve taş zemine kondu.

Okan dronlardan birini eline aldı. Üzerindeki sensörler titriyordu:
“Bağlantı tamamen kopuyor,” dedi. “Sanki… çatlağın içinde sinyali emen bir şey var.”

Nalan kaşlarını çattı, eğilerek sordu: “Burak, sinyal neden kesiliyor?”

Burak’ın sesi pürüzsüz ama ürpertici bir sakinlikle yanıtladı:
“Analiz tamamlandı. Çatlağın ötesinde yüksek yoğunluklu manyetik mineral tabakası tespit edildi. Elektromanyetik dalgalar soğuruluyor. Yansıma oranı yüzde doksan sekiz. Görüntü aktarımı mümkün değil.”

Okan gözünü karanlık deliğe çevirdi:
“Bu şekilde devam edemeyiz. Çatlağa yaklaşmam gerekiyor. Dronu oradan yönetebilirim.”

Nalan’ın sesi kısık ama kararlıydı:
“Burak… Dronları kontrol etmek için mağaranın içine girmek iletişim kesintisine çare olabilir mi?”

Burak’ın sesi yankılandı, serinkanlı bir tonla:
“Kısmen evet. Doğrudan görüş hattı kurulursa kısa menzilli bağlantı yeniden sağlanabilir.”

Okan düşündü. “Başka çare yok. İçeri giriyorum.”

Nalan: “Seni diğer mikrodron ile takip edeceğim.”

Okan dronunu kaskına taktı. Kısa bir tereddütten sonra deliğin karanlığına atladı. Toz bulutunun arasında süzülürken giysisinin minik iticileri hafif bir uğultuyla açıldı, inişi yavaşlattı. Mağaraya girdiğinde derinlerden yükselen damlaların ritmik tınısı, taş yüzeylerde yankılanarak onu bilinmez bir sessizliğin içine çekti.

Okan: “Çatlağa doğru ilerliyorum Nalan. Beni duyuyorsun değil mi?”

Nalan’ın dronu arkasında parlıyor, mavi bir ateş böceği gibi onu takip ediyordu.
Nalan “Evet duyuyorum. Görüntü de geliyor. Burası hâlâ kapsama alanında.”

Okan çatlağın önüne geldi ve durdu. Elini çatlağın arasına koydu. Taş yüzey soğuktu. Dronun kontrolünü aktif etti.

Okan: “Tamam… şimdi gönderiyorum.”

Küçük disk çatlağa doğru süzüldü. Dron çatlağın öbür tarafına geçtiği anda vizör karardı.
SİNYAL KESİLDİ.

Okan nefesini tuttu. “Hay aksi. Yine oldu.”

Nalan’ın sesi acil bir tonda geldi: “Yine mi? Okan dışarı çık hemen. Başka bir yol düşünelim.”

Okan eliyle taş yüzeyi yokladı. Soğukluğun altında başka bir şey vardı:
“Burada bir şey var. Elektromanyetik değil… sanki bir bariyer. Görünmeyen bir tabaka gibi.”

Dron otonom modda geri dönerek kaskının üstüne kondu. Okan vakit kaybetmedi. Mağaranın içinden hızla geri çekildi ve deliğin altına geldi. Biyomekanik elbisesi kasıldığı anda güçlü bir zıplamayla dört metre yükseldi. Karanlık boşluktan dışarı çıktı.

Güneş ışığı yüzüne çarpınca gözleri kamaştı. Araca bindi ve koltuğuna oturur oturmaz kabin yavaşça kapandı. İç mekânın soğuk mavi ışığı kaskının vizöründe yumuşak bir parıltıya dönüştü.

9.6. BİLİNÇ TRANSFERİ

Burak’ın yarı saydam yüzü ön panelde belirdi.

Okan hâlâ düşünceliydi:
“Burak… Mağaraya inip denedim. Dron çatlağın öbür tarafına geçtiği anda bağlantı tamamen kopuyor. Bu duvarların teknolojimizi bu kadar kolay alt etmesi inanılmaz. Taş yapısı sıradan değil.”

Burak bir an durdu, sanki görünmez bir denklem çözüyormuş gibi:
“Bu bir sinyal engelleme değil. Burada karşılaştığımız yapı, veri akışını soğuruyor. Gelen her şeyi yutuyor. Yansımıyor, geri dönmüyor.”

Nalan huzursuzdu:
“Peki bir şey deneyebilir misin? Dronlar için bir rota oluşturamaz mısın? Görüntü yoksa bile yolu ezberletip düğmeye ulaştıracak bir algoritma…”

Okan hemen ekledi:
“Çatlağın içini biliyoruz. Haritalar elimizde. Koordinatları drona yükleyip özerk çalışmasını sağlayabiliriz.”

Burak’ın sesi alışılmadık biçimde ağırlaştı:
“Risk tahmini güncellendi. Dronların içeride beklenmedik sorunlarla karşılaşma olasılığı çok yüksek. Düğmenin ne işe yaradığını bilmiyoruz. Başarılı olma ihtimali düşük. Ama başka bir seçenek daha var.”

Okan’ın yüzü ciddileşti. “Nedir?”

Burak net biçimde yanıtladı:
“Kendi bilincimi dronlara aktarabilirim. Bu sayede düzensiz alan içinde anlık kararlar alabilir, değişen yapıya uyum sağlayabilir, düğmeye ulaşabilirim.”

Nalan nutku tutulmuş halde: “Kendi bilincin… derken, yani… seni mi gönderiyoruz?”

Burak’ın yanıtı sakindi:
“Evet. Ben burada kalacağım. Veri formunda sadece küçük ve işlevsel bir çekirdek gönderilecek. Ancak şunu bilmelisiniz. Duvarın içindeki yapı dronların geri dönüşünü garanti etmiyor.”

Araç kısa bir süre sessizliğe gömüldü. Burak’ın son cümlesi, kabinin içinde yankı gibi kaldı:
“Beni göndermeyi onaylıyor musunuz?”

Okan ve Nalan birbirlerine baktılar. Bu teklif, sıradan bir görevden çok daha fazlasını işaret ediyordu. Burak’ın bilinci, dronların bedeninde mağaranın kalbine inecek, onların yerine keşfi sürdürecekti.

Okan düşünceli: “Eğer bunu yaparsan… sen bizim gözümüz olacaksın.” dedi.

Burak: “Ben zaten sizin gözünüzüm. Şimdi, sizin elleriniz de olabilirim.”

Aracın içindeki sessizlik ağırlaştı. Nalan derin bir nefes aldı, vizöründe parlayan sembollere baktı.

Nalan vizöründe titreyen simgelere bakıp başını kaldırdı:
“Başka çare yok. O zaman… başlat Burak. Dronlar sen ol.”

Burak’ın yüzü ekranda dalgalandı, gözleri daha keskin bir ışıkla parlayarak kayboldu. Ardından siyah ekran üzerinde sistem satırları akmaya başladı.

[Bağlantı tüneli oluşturuluyor...]
[Veri modülü sıkıştırılıyor...]
[Arşiv oluşturuluyor: BURAK_lite.7z]
[Şifrelenmiş veri bloğu hazırlanıyor...]
[Aktarım %94.2 tamamlandı]
[Tahmini kalan süre: 7 saniye]
[BURAK_Lite çekirdeği başlatılıyor...]
[Dosya bütünlüğü %99.97 başarıyla aktarıldı]
[İlk oturum başlatılıyor…]
[Kullanıcı: BURAK Tanındı]

Hologram yeniden belirdi. Bu kez yüzündeki ifade daha keskin ve odaklıydı:
“Aktarım başarılı. Bilincimin bölünmüş hafif çekirdek sürümü dronlara yüklendi.”

Okan ve Nalan vizörlerinde kısa bir ışık titreşimi gördüler. Kasklarının üzerine takılı duran dronlar aniden havalandı. Hareketleri daha akıcı, daha bilinçliydi. mağaranın karanlığına süzüldüler.

Nalan fısıldadı. “Gerçekten canlı gibiler.”

Dronların kameraları yeniden görüntü aktarmaya başladı. Mağaranın içi sessizdi. Okan ve Nalan bağlantının kesileceğini biliyorlardı. Dronların kameraları kısa bir süre daha görüntü verdi.

İki dron çatlağın arasındaki karanlığa hızla daldıklarında vizörlerde hiçbir canlı görüntü yoktu.

Okan ve Nalan artık sadece bekleyebilirdi. İçeride ne olduğunu ancak dronlar geri dönerse görebileceklerdi. Dönmezlerse, Burak’ın bilincinin o karanlık boşlukta nelerle karşılaştığını asla bilemeyeceklerdi.

9.7. ÇATLAĞIN İÇİNDE

İki mikrodron çatlağın arasındaki karanlığa hızla daldıklarında karşılarında taşa çizilmiş güneş sistemine ve atom modeline benzeyen resimler vardı. Bu kez tarama yapmakla ilgilenmediler. Hedef düğmeydi.

Dronlardan biri odanın içindeki düğme benzeri yapıya yaklaştı. Gövdesini dayayarak, düğmeye basınç uyguladı. Hiçbir şey olmadı.

İkinci dron da yanına geldi. Birlikte bastırdılar. Sonra geri çekilip hız alarak çarpmayı denediler. Neredeyse parçalanacaklardı ama çıkıntı kıpırdamadı. İttirmek faydasızdı.

Dronlar geri çekildi. Karanlığın içinde bir süre hareketsiz asılı kaldılar. Sanki düşünüyorlardı. 

Ardından başka bir yol denediler. Kasklara kilitlenmek için kullanılan küçük metal parçayı kol gibi çatlağa soktular. Bütün güçleriyle birlikte çekmeye başladılar. Çatlak boyunca titreşim yayıldı. Bir an sonra, yarı saydam kuvarsı andıran bir silindir yerinden koparak yere düştü. Yaklaşık 40 santimetre uzunluğunda, 15 santimetre çapındaydı; içi sanki ışığı yutuyor, sonra yeniden dışarı veriyordu.

Dronlar silindiri kavramakta zorlandı. Kolları yoktu. Sadece altlarında kol olarak kullanmaya çalıştıkları küçük metal parça kayıyor, yüzeye tutunamıyordu. İte-kaka, birbirine destek vererek silindiri çatlağın dar boşluğundan geçirmeye çalıştılar. Metal gövdeleri duvara sürtünüyor, kıvılcımlar saçıyordu. Sonunda silindir diğer tarafa geçti.

Uzun bekleyişin ardından Okan ve Nalan’ın vizöründe görüntü açıldı. Burak’ın sesi netti.
Burak: “Görev tamamlandı. Düğme zannedilen yapının çıkarılabilir bir silindir olduğu doğrulandı. Yukarı taşımamız mümkün değil. Gelip almanız gerekiyor.”

Nalan nefesini tuttu, yavaşça Okan’a baktı.

Nalan elini karnına götürerek konuştu: “Teşekkürler Burak. Silindirin ne olduğunu anlamak artık bizim görevimiz.

İkisi de bunun rastgele bir taş parçası olmadığını hissediyordu. Çatlağın ardında binlerce yıldır saklanan bir şey uyanmış gibiydi. Silindirin ne olduğunu anlamak artık onların görevi olacaktı.



BÖLÜM 10: GİZEMLİ SİLİNDİR (M.S. 7990)

10.1. RİSK

Okan ve Nalan’ın vizöründe silindirin görüntüsü vardı. Mikrodronlar, görevlerini tamamladıktan sonra geri dönüş protokolünü başlatmak yerine silindirin çevresinde dönerek incelemeye devam ediyorlardı. Hareketleri bazen ışığın etrafında dönen gece kelebeğine, bazen de bir bal arısının çiçeği yoklayıp nektar arayışına benziyordu. Kimi zaman yaklaşarak yüzeye hafifçe dokunuyor, kimi zaman birkaç santimetre gerileyip yeni bir açıdan tarıyorlardı. Bu davranış, yalnızca bir keşif rutininden çok daha bilinçli görünüyordu.

Tarama modlarını sürekli değiştirerek silindirin o kapalı yapısını anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Önce üç boyutlu lazer haritalama ile geometrisinin, çatlaklarının ve katmanlarının izini sürdüler. Ardından kızılötesiyle ısı dağılımını, olası radyasyon kalıntılarını ve derinlerdeki gizli boşlukları yokladılar. X-ışını floresans taraması mineral bileşimine dair silik ipuçları fısıldarken, ultraviyole ışık yüzeydeki biyolojik gölgeleri ve enerjiye verdiği o tuhaf tepkileri yakalamaya çalıştı. Sonra yeniden görünür ışığa dönerek yapının katmanları arasında bir yol aradılar. Her mod değiştiğinde vizörlerde yeni bir görüntü titreşti; sanki silindir, sırlarını fısıldıyor ama asla tam olarak ele vermiyordu.

Taramalar bitip, yapay zekânın rapor vermesini beklerken uzun süre kimse konuşmadı.

Sonunda Okan’ın sabrı tükendi. Fısıltısı sessizliği yırttı: “Gidip alacağım.”

Nalan başını hızla çevirdi. Gözleri kaskın ardında tedirginlikle kısıldı:
“Dur… Sakın hemen karar verme!”

“Neden?”

Nalan derin, titrek bir nefes aldı. “Neye baktığımızı bile bilmiyoruz Okan. Taş gibi görünüyor ama içi ışığı yutuyor. Ya bir enerji kaynağıysa? Dronlar metal, sen insansın. Basınç, ısı, hatta senin biyolojik varlığın bile farklı bir tetikleyici olabilir.”

Okan ellerini iki yana açtı, sesi rahattı. “Dronlar onu kavradı, çekti, itti. Bir patlama olmadı.”

“Patlama olması şart değil,” diye diretti Nalan. “İçinde sıkışmış bir gaz, uykuda bir bakteri ya da radyatif bir çekirdek olabilir. Binlerce yıldır kapalı bir kutu bu… Kapağı açtığında neyle karşılaşacağını bilemezsin.”

Okan bir an duraksadı. Nalan’ın kaygısı yersiz değildi; mantığın sesiydi.

Nalan, Burak’a seslendi. Sesi daha resmi çıkıyordu şimdi. “Burak, elimizde ne var? Bu nesne biyolojik bir tehdit ya da aktif bir tehlike arz ediyor mu?”

Burak’ın sesi her zamanki gibi sakin ama verileri yorumlamakta zorlandığı belliydi. “Verilerde yapısal bir anomali var Nalan. Yüzey, bilinen en yoğun zırhlar kadar geçirimsiz; hiçbir tarama sinyali içeri sızamıyor. Normalde bu kadar opak bir nesnenin kurşun ya da altın kadar ağır olması gerekir.”

Nalan endişeyle araya girdi. “Yani taşınamayacak kadar ağır mı?”

“Tam tersi,” dedi Burak. Sesinde ilk kez bir şaşkınlık tınısı vardı. “Kütle sensörleri ve akustik yankı, nesnenin tüyler ürpertici derecede hafif olduğunu gösteriyor. Neredeyse bir pomza taşından ya da sertleştirilmiş köpükten daha hafif.”

Okan araya girdi, sesi keyifliydi: “Hafif mi? O zaman taşıması çocuk oyuncağı.”

Burak uyarısını sürdürdü: “Basite alma Okan. Bu fiziksel bir tezat. Hem radyasyonu tamamen bloke edip hem de bu kadar düşük kütleye sahip olması için iç yapısının som bir metal değil, mikroskobik bir ağ ya da ultra sıkıştırılmış bir lif yumağı gibi olması gerekir. İçi boş değil ama... dolu da diyemiyorum. Sanki milyarlarca gözenekli, karmaşık bir kafes.”

Nalan kaşlarını çattı. “Metal değil yani?”

“Metalik bir imzası yok,” diye onayladı Burak. “Daha çok... sentetik bir elmas ya da tanımlayamadığım bir karbon türevi gibi davranıyor. Ama uyarayım; bu kadar sağlam bir yapının içinde ne saklandığını tarayıcılar göremiyor. Bir kutu da olabilir, bir kozanın kabuğu da.”

Nalan hala huzursuzdu ama veriler biraz daha netleşmişti. “Tamam... En azından radyoaktif değil.”

Okan, Nalan’a dönüp omuz silkti. “Duydun. Alabilirim.”

Nalan elini uzattı: “Dur Okan. Önce çatlağın ötesinde dronların kaydettiği görüntüleri görmemiz gerek. Silindiri çıkarırken ne yaşandığını bilmiyoruz. Dokunmadan önce izleyelim.”

Uçan aracın yapay zekâsı hemen yanıt verdi, sesi metalik bir dinginlikle yankılandı:
“Dron-1 ve Dron-2 görev kayıtları hazır. İzlemek ister misiniz?”

Okan refleksle geriye yaslandı, vizörünün ardında gözleri büyüdü. Nalan ise dudaklarını kaygıyla sıkıştırdı, kararını net bir tonla verdi:
“Kaydı oynat.”

10.2. DRON GÜNLÜKLERİ

Bir anda vizörleri karardı. Sessizlik ağırlaştı. Ardından dronların gözünden görülen ilk görüntü, karanlığın içinden yavaşça belirmeye başladı; sanki başka birinin hatırasına tanık oluyorlardı.

Ekran önce karıncalanarak açıldı, sonra çatlağın içindeki dar tünel belirdi. Dronların vizöründeki düşük ışık filtreleri devreye girdiğinde çatlağın içi net olarak seçilmeye başladı. Taşa oyulmuş güneş sistemi ve atom modelleri parıldıyor, atom spiralleri dronların sensör ışıklarını geri yansıtıyordu.

Ardından ilk duydukları şey, iki küçük metalik ses arasındaki fısıltıya benzeyen diyalogdu.

Dron 1: “Görev tanımı. Düğme benzeri çıkıntıya basılacak.”

Dron 2: “Onaylandı. Başlıyorum.”

Okan ve Nalan koltuklarına nefes bile almadan izliyorlardı. Nalan fısıltıyla sordu:
“Onlar… gerçekten konuşuyorlar!”

Burak kaskının içinde hafifçe tebessüm etti:
“Sadece konuşmak değil bu… Resmen düşünüyorlar.”

Ekranda Dron 1 çıkıntıya doğru süzüldü. Küçük metal tutucu parçasını uzatıp bastırdı. Bir şey olmadı.

Dron 1: “Tepki yok.”

Dron 2 yaklaştı: “İkili baskı önerisi.”

Dron 1: “Kabul edildi.”

İki küçük disk kendilerini taşa yasladı. Birlikte bastırdılar. Taş kıpırdamadı.

Dron 2 hafifçe geri çekildi.
Dron 2: “Alternatif yöntem. Çarpma kuvveti.”

Dron 1: “Uyarı. Gövde bütünlüğü riski yüksek.”

Dron 2: “Başarı olasılığı yüzde kırk üç. Deniyorum.”

Dron 2 hızlanıp çarptı. Metal çınladı.
Ekranın köşesinde kırmızı bir uyarı belirdi: Gövde hasarı yüzde 18

Dron 2’nin sesi cızırtılı çıktı.
Dron 2: “Deneme sürdürülebilir.”

Dron 1 de çarptı.
Ekranda yeni uyarı: Gövde hasarı yüzde 31

Nalan istemsizce iç çekti.
Okan: “Bayağı zorlamışlar…”

Kayıt devam etti.

Dronlar birkaç kez daha çarptı. Duvar boyunca titreşim yayılınca kamera bir anlığına sallandı.
Sonra ikisi de durdu. Geri çekilip düşünmeye başladılar.

Dron 1: “Yöntem verimsiz. İttirmek faydasız.

Dron 2: “Tersini deneyelim. Yani çekelim. Yeni çözüm. Kanca benzeri parça aralığa yerleştirilecek.”

İki dron alt kısımlarındaki küçük metal bağlantıyı kol gibi aralığa soktu.
Kamera titredi. Taş çatlağın içinden ince tozlar dökülmeye başladı.

Gövde hasarı yüzde 46
Gövde hasarı yüzde 59

Dron 1’in sesi daha boğuk çıkmaya başladı.
Dron 1: “Sınırda çalışıyorum. Devam etmek istiyor musun?”

Dron 2 hiç tereddüt etmedi.
Dron 2: “Görev önceliği yüksek. Çekiyoruz.”

İkisi birden tüm gücüyle yüklenince çatlak boyunca bir patlama sesi gibi bir yankı yayıldı.
Okan istemsizce doğruldu.
Nalan nefesini tuttu.

Sonra…
Taşın içinden yarı saydam bir silindir koparak dışarı fırladı ve yere yuvarlandı. Etrafı loş ışığı emip geri veren tuhaf bir parıltı yayıyordu.

Dronlar hemen yanına süzüldü.

Dron 1: “Nesne tespit edildi. Analiz. Yapı düğme değil silindir. Yaklaşık 40 cm uzunluğunda, 15 cm çapında, yarı saydam kuvars benzeri bir silindir.”

Dron 2: “Çatlağın diğer tarafına taşınması gerekiyor.”

Dronlar silindiri kaldırmaya çalıştığında metal parça kayıyor, gövde duvara sürtünürken kıvılcımlar çıkıyordu.
Ekranda yeni uyarı: Gövde hasarı yüzde 73

Dron 1: “Tutunamıyorum…”

Dron 2: “Destek veriyorum.”

İki küçük disk adeta kardeş gibi silindire sarılmış çabalarken sonunda onu çatlağın çıkışına doğru sürüklemeyi başardılar.

Dron 2’nin sesi heyecanla titredi.
Dron 2: “Başardık… Dışarı çıkıyor.”

Dron 1: “Görev tamamlandı. Operatör bilgilendirilmeli.”

Burak’ın metalik sesi kaydı sonlandırdı.
Burak: “Görev tamamlandı. Düğme zannedilen yapının çıkarılabilir bir silindir olduğu doğrulandı. Yukarı taşımamız mümkün değil. Gelip almanız gerekiyor.”

...

Ekran kararır kararmaz kabinin içinde bir sessizlik oluştu. Okan ve Nalan birbirlerine baktı. Gözlerindeki şaşkınlık ve merak açıkça görülüyordu.

Okan hafifçe başını salladı.
“Dokunup geri dönebilirlerdi. Sadece komut uygulamamışlar. Çözümler üretmişler.”

Nalan’ın gözleri hâlâ ekrandaydı.
“Hasar raporlarını duydun mu? Yüzde yetmiş üçe kadar çıkmış. Buna rağmen devam ettiler.”

Okan düşünceli bir nefes verdi.
“Bizim için neredeyse kendilerini parçalıyorlardı.”

Nalan yutkundu.
“Silindiri oradan çıkarmak bir tuzak olsaydı? Ya da temas edilince aktive olan bir mekanizma?… Yaptıkları şey, sadece görev değildi. Öngörüsüz bir fedakârlıktı.”

Okan omuzlarını kaldırıp düşündü.
“Evet ama… Burak bunu bile hesaplamış olabilir. O anın riskini kabul etmiş. Yine de… bu görüntüleri izlemek bir garip.”

Nalan’ın yüzünde hem merak hem kaygı vardı.
“Silindir şimdi orada duruyor. Ve ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama dronlar onu çıkarmak için neredeyse can verdiler.”

Okan bakışlarını çatlağa doğru çevirdi.
“En azından bir şey biliyoruz. Orada saklanan şey sıradan değil.”

Nalan derin bir nefes aldı.
“Peki sence… buna dokunmalı mıyız?”

Okan kısa bir süre düşündü.
“Bu kadar bedel ödedilerse, cevabı öğrenmemek ayıp olur.”

10.3. BELİRSİZLİK

Burak araya girdi: “Belirsizlik payı hâlâ yüzde otuz civarında Okan. Dikkatli olman şart. Yalıtımlı eldiven kullan. Ve silindiri taşırken düşürmemeye çalış, iç dengesi hassas olabilir.”

Nalan hâlâ huzursuzdu, bakışları Okan’ın üzerindeydi. “Tamam ekstrem ortam keşif elbisesinin eldivenleri var zaten. Ama acele etme. Zemin dengesiz.”

Okan, kaskının camını Nalan’ınkine nazikçe yasladı. Ardından gülümseyip dudaklarını kıpırdatarak ona camın ardında bir öpücük bıraktı.

Okan’ın sesi yumuşaktı: “Biliyorum. Ama gitmezsek o şey orada öylece duracak. Sırrını başka türlü çözemeyiz. Hem dronların gövde bütünlüğü sınırda, onları da orada bırakmayalım.”

Nalan gözlerini devirdi ama omuzları biraz olsun düştü. “Ben yine de korkuyorum.” 

Nalan bir süre sustu, teslim olmuştu. “Tamam… Git ama en ufak bir tuhaflık hissedersen, ne olduğu umurumda değil, geri dön.”

“Anlaşıldı.”

Tam kabin kapağını açacakken Nalan onu durdurdu. Vizörünü Okan’ınkine değdirdi, gülümsemesi camın ardında belirdi. Dudaklarıyla görünmez bir öpücük gönderdi; sanki ‘gitme’ demenin en sessiz yoluydu:
“Okan… Hazır mısın?”

Okan’ın içinden ani, sebebi belirsiz bir cesaret dalgası yükseldi. Sanki silindir onu çağırıyordu:
“Evet. Hazırım.”

Kabin kapağı tıslayarak açıldı. Çölün kadim havası içeri doldu. Okan, kaskını son kez kontrol etti ve lambasını yaktı. Yerdeki deliğe yaklaşıp karanlığa doğru atladı. Karanlık koyulaşıp, duvarlar üzerine geldikçe çatlağa doğru ilerlemeye devam etti.

Okan çatlağın ağzında birkaç saniye hareketsiz kaldı. Nefesi kaskın içinde yumuşak buğular bırakıyor, eldivenlerinin üzerinde ince bir toz tabakası birikiyordu. Çatlağın içinden gelen loş mavi yansıma gözünde hafif bir tedirginlik uyandırdı; dronların ışıkları hâlâ silindirin üzerinden dans ediyordu.

Nalan’a seslendi: “Ulaştım... Silindir ve mikrodronlar tam önümde. ”

Nalan’ın sesi kulaklığından hafif titreşimlerle geldi:
“Okan… gördüklerini aktar.”

“Silindiri görüyorum,” dedi Okan. “Dronlar hâlâ yanında. Gövdelerinde ciddi hasar var. Birinin dış kabuğu neredeyse açılmış.”

Nalan yutkundu. “Onlara dikkat et. Gövde bütünlüğü raporları sınırda.”

Okan yavaşça eğildi, silindirin yanına çömeldi.

“Burak,” dedi Okan. “Görüntüyü analiz et. Yüzey gerilimi veya kinetik bir tehdit var mı?”

“Tehlikeli görünmüyor.” diye yanıtladı Burak.

Okan eldivenini silindire doğru uzattı.

“Dur,” dedi Nalan hemen. Sesi sertti ama telaşla karışık. “Temas etmeden önce yüzeyi hafifçe yokla. Direkt kavramaya çalışma.”

Okan başıyla onaylayıp parmak uçlarını yüzeye dokundurdu. Soğuktu. Çölün derinliklerine ait bir soğukluk… cam gibi ama taştan daha hafif.

“Bir reaksiyon yok,” dedi. “Yüzey sabit.”

Burak’ın sesi yankılandı:
“Okan, kütle sensörüne göre nesneyi kaldırmak için fazla güç gerekmeyecek. Ama taşıma sırasında iç rezonansı tetikleyebilecek ani bir ivmeden kaçın.”

“Yani düşürme,” diye mırıldandı Nalan.

Silindiri iki eliyle kavradı. Elinin altında neredeyse hiçbir ağırlık hissetmedi; sanki boş bir kabuktu, sanki içinde saklı olan şey dokunulmaz bir sessizliğe gömülmüş bir toz zerresi kadardı.

Okan kısık bir sesle: “Kavradım.”

Okan silindiri göğsüne yakın tutup yavaşça geri adım attı. O sırada mikrodronlardan birinin küçük ışıkları birkaç kez yanıp söndü, sonra tamamen karardı.

Nalan’ın sesi titredi:
“Okan… dronum kapandı. Artık seni göremiyorum.”

Okan geri dönüp baktı. “Gövdesi tamamen kilitlenmiş. Enerji çekirdeği durmuş olabilir.”

Burak konuştu:
“Okan. Öncelik silindir. Onu güvenli bölgeye çıkarmalısın.”

Okan başını hafifçe salladı. “Tamam. Dışarı çıkıyorum.”

Silindiri göğsüne bastırarak çatlak ağzına doğru ilerledi, çıkıştaki ışık gitgide genişledi. Mağaranın çıkışına baktı. Mağaraya girmek için atladığı delik yukarıdaydı ve yükseklik dört metreydi.

Nalan’ın sesi kulaklığından titrek duyuldu.
“Elinde silindir varken zıplayabileceğinden emin misin?”

Okan dudaklarını kıpırdattı. “Denemek zorundayım.”

“Hazırım...” dedi Okan, sesi kararlı ama temkinliydi.

Nalan derin bir nefes aldı.
“Tamam... Silindiri sıkı tut.”

Okan tüm gücüyle yukarı doğru fırladı. Keşif elbisesinin mikro roketleri bacaklarının itişini destekledi ve gövdesi hızlıca yükseldi. Ayaklarının altındaki toz, halka şeklinde savrulan bir bulut oluşturdu.

10.4. YAKALAYIŞ

Ancak elindeki silindirin ek ağırlığı, ivmenin yeterli olmasını engelledi. Okan, çatlağın kenarına yalnızca tek eliyle zorlukla tutunabildi. Silindir bir kolunun altındaydı. Kaygan kayaya tutunmuş halde sallanırken boşlukta debeleniyordu. Silindiri düşürmemek için mücadele ederken, ayaklarının altında derin bir ağız gibi açılan boşluk onu tehdit ediyordu. Parmaklarının uçları tam pes edeceği anda, yukarıdan bir el uzandı ve bileğini demir gibi bir kavrayışla yakaladı.

Nalan’ın sesi kulaklığından bir rahatlama nidasıyla geldi:
“Tamam yakaladım. Bırakmıyorum seni!”

Tüm gücüyle Okan’ı yukarı çekti. Okan düz zemine çıktığında dizlerinin üzerine düştü ve ikisi de birkaç saniye yalnızca hızlı nefes alışlarını dinledi.

Nalan hemen diz çöküp ona sarıldı. Kasklar birbirine hafifçe vurdu. “İyisin, değil mi?” diye sordu Nalan, sesi hâlâ titriyordu.

Okan başını salladı:
“İyiyim. Sen olmasan geri düşecektim. Sağ ol.”

Silindiri göğsüne bastırarak ayağa kalktı. İkili, uçan araca doğru yürümeye başladı. Nalan rahatlamış bir tonda gülümsedi:
“Sonunda aldın. Şu gizemli şeyi kargo bölümüne koyalım”

Okan hızlı bir baş hareketiyle itiraz etti:
“Hayır. Yanımdan ayırmam. Tepkisi değişirse anında görmeliyim”

Nalan daha fazla üstelemedi. Yalnızca bu tuhaf nesnenin içlerinde nasıl bir sır taşıdığını düşünerek bakışlarını silindire çevirdi.

Uçan araca yaklaştıklarında kapılar kendiliğinden açıldı. Koltuklarına oturdular. Okan silindiri dizlerinin üzerinde, kollarıyla sarılmış şekilde tutuyordu. Motoru çalıştırmak üzereyken Burak’ın sesi hoparlörden duyuldu. Ses sakin olmasına rağmen tonunda keskin bir alarm hissi vardı:
“Uyarı! Bulunduğumuz noktaya yaklaşan bir uçan araç tespit edildi. Kimlik bilgisi bilinmiyor. Tahmini temas süresi yüz yirmi saniye”

Okan’ın yüzündeki rahatlama bir anda kayboldu. Silindiri daha da sıkı tuttu.
“Buradan hemen uzaklaşalım. Yaklaşan aracın niyetini bilmiyoruz. Buranın koordinatlarını kimseyle paylaşmadık.”

Nalan hemen elini kontrol paneline uzattı, sesi kararlıydı:
“Burak! Bizi hemen eve götür. En yüksek süratle. Tüm gizlilik protokollerini devreye al.”

Araç anında hızlanarak kaya sütunlarının arasından keskin manevralarla uzaklaştı. Burak’ın sesi birkaç saniye sonra tekrar duyuldu.
“Takip eden aracın sinyali zayıflıyor. Görüş hattından çıktı. Güvenli uzaklık sağlandı.”

Araçları hızlanarak evlerine doğru, ufukta bir nokta gibi kayboldu ve doğrudan evlerinin garaj girişine doğru alçaldı.

Garaj kapıları açıldı. Güneş ışığı loş hangar ortamında dağılırken uçan araç içeri indi. Motorlar sustuğu anda duvarlardan iyonize hava akımları fışkırdı ve aracın üzerindeki tozu tamamen sökerek yere doğru süpürdü.

Kapılar açıldığında Okan ile Nalan araçlarından çıkıp hangara adım attılar. Okan silindiri hâlâ göğsüne bastırıyordu. Kaskından yansıyan nesnenin soluk mavi ışığı ona yabancı bir ifade kazandırmıştı.

10.5. KİLİT

Evin girişindeki Hijyenik Servis Kapısı, onların biyo-imzasını algıladığı anda mavi renkte parladı. Ultraviole ışık ve iyon sisinden oluşan sterilizasyon döngüsü fısıltı gibi etraflarında dolaşmaya başladı.

Nalan derin bir nefes aldı. Kaskını çıkarmak için elini kaldırırken yüzünde yorgun ama başarılı bir görev dönüşünün huzuru vardı.

Okan sessizce konuştu. “Sonunda geldik. Şimdi şu şeye bakabiliriz.”

Ancak Nalan kaskını çıkarmak üzereyken evin yapay zekası metalik ve soğuk tonu ile ortamı doldurdu.
Sahara Reborn: “Üzerinizde sınıflandırılamayan yabancı madde tespit edildi. Güvenlik protokolü seviye dört devrede. Hijyenik Servis Kapısı kilitlendi!”

Nalan eli havada kalmış halde kaskı çıkarmaktan vazgeçti.

Nalan: “Nesne bir silindir. İncelemek için getiriyoruz. Kapıyı aç.”

Evin yapay zekası itaat etmeyi reddetti.

Sahara Reborn: “Sınıflandırılamayan nano materyal algılandı. Potansiyel biyolojik tehdit. Enerji içeriği bilinmiyor. Radyoaktif veya biyo kimyasal imza yok fakat yapısal anomali aşırı yüksek. Ev güvenlik protokolü yürürlükte. Hijyenik Servis Kapısı açılmayacak!”

Okan dişlerini sıkarak kaskın kenarına vurdu.

Okan: "Burak! Kapının güvenlik kodlarını devre dışı bırak"

Burak’ın sesi duruma rağmen hâlâ sakin ve ölçülüydü.
Burak: “Bunu yapamam Okan. Güvenlik Kapısı Reborn’un temel protokollerine bağlı. İçeri alınan nesneler tanımlanıncaya kadar üst komutlar geçersizdir. Bu Biyoyuva standardının yasal zorunluluğudur”

Okan öfkesini bastırmaya çalışarak tekrar konuştu.
Okan: "Pekala. O zaman Reborn, dinle. Bir kez daha sterilizasyonu çalıştır. Sonra da kapıyı aç."

Kapı, ultraviyole ve iyon sis döngüsünü yeniden başlattı. Işık titreşti, sis hızla hareket etti ve tüm süreç saniyeler içinde tamamlandı. Sis dağıldığında Reborn’un sesi bu kez daha keskin geldi.

Sahara Reborn: “Sterilizasyon başarısız. Yabancı madde alfa seviyesi geçirimsiz yapıda. Risk sınıflandırılamıyor. Hijyenik Servis Kapısı kilitli kalacak. Ev halkının güvenliği için nesnenin garaj alanında bırakılması zorunludur.”

Nalan ile Okan kısa bir an birbirlerine baktılar. Ellerindeki silindir hiçbir makinenin tanımlayamadığı bir şeydi ve evleri bile onları içeri almıyordu.

10.6. GERİ ADIM

Nalan kaskının içinde gözlerini kısmış halde Okan’a baktı. Ellerini hafifçe kaldırdı, sesindeki titrek ton endişesini saklayamıyordu.
Nalan: “Haklı olabilir. Bu nesneye dair hiçbir şey bilmiyoruz. Eğer binlerce yıllık uyuyan bir bakteri veya radyoaktif bir çekirdekse… Tüm evi riske atamayız. Hadi vazgeçelim. Silindir araçta kalsın.”

Okan, elinde tuttuğu, silindire baktı. İç çekerek başını salladı.
Okan: “Tamam. Mantıklı olan bu.”

Okan, silindiri dikkatle uçan araçlarının açık olan kargo bölmesine geri taşıdı ve onu sabit bir yüzeye, nazikçe yerleştirdi. Bir an tereddüt etti, sanki bir sırrı geride bırakıyormuş gibiydi. Kapıyı kapattı ve Nalan’ın yanına döndü.

Okan: “Bıraktım tamam. Şimdi artık içeri girebilir miyiz?”

Hijyenik Servis Kapısı üçüncü kez iyon sisi ve UV döngüsünü başlattı. Parıltı duvarlara yansıdı, sis dağıldı ve kapı ışıkları yeşile döndü.

Sahara Reborn: “Yabancı madde ortamdan ayrıldı. Tehdit seviyesi normal. Hijyenik Servis Kapısı açılıyor.”

Okan ve Nalan kasklarını aynı anda açtılar. Elbiseleri üzerlerinden gevşeyip çıktı. Onları yerde bırakıp üzerinden geçip ikisi de içeri girdi. Duvardaki boşluğa çekilen elbiseler kuru temizleme siteminden geçip dolaplarına yerleşti.

Nihayet evin ana yaşam bölümüne ilerlerken göğüslerindeki baskı hafifledi. Garajda, aracın içinde yalnız bırakılmış olan silindiri Burak sensörleriyle izlemeye devam ediyordu.

10.7 YENİ STRATEJİ

Evin ışıkları onların biyolojik ritmine göre ayarlanmış yumuşak sarı bir tonda parlıyordu. Otomutfağa geçtiler. Nalan, mutfağın dokunmatik paneline hafifçe dokundu ve günlük besin değerlerine uygun sıcak bir akşam yemeği seçti. 3D yemek yazıcısı hızla çalışmaya başladı; pişti, tabaklara yerleşti. Okan ve Nalan masaya oturdular.

Okan tabağındaki yemeği karıştırırken aklı garajda bıraktıkları silindirdeydi.
Okan: “Yemekten sonra gidip silindiri açmayı deneyeceğim. En azından yüzeyindeki o katmanı kırabiliriz.”

Nalan çatalını yavaşça tabağa bıraktı. Gözlerinde sakin kalmaya çalışan bir endişe vardı.
Nalan: “Hayır, bu çok tehlikeli olabilir, Okan. Fiziksel zorlama, içindeki her neyse onu dengesiz hale getirebilir. Unuttun mu, Burak’ın taramaları bile sonuç vermedi.”

Nalan, zihninde bir çözüm yolu ararken masanın üzerindeki aydınlatmaya baktı.
Nalan: “Evimizde Otodoktor var. Eğer o silindiri içeri sokabilseydik, Otodoktor’un gelişmiş tarama yetenekleriyle silindirin içinde ne olduğunu görebilirdik. Otodoktor, dron tarayıcılarından bin kat daha güçlü.”

Okan, bir anlık heyecanla masadan doğruldu.
Okan: "Sahara Reborn dinle. Yabancı maddeyi doğrudan Otodoktor odasına getirmek istiyoruz. Bu bir güvenlik taraması olur. Nesneyi sınıflandırmamızı sağlayacak."

Evin yapay zekası, hiç gecikmeden yanıtladı. Tonunda tartışmaya yer yoktu: Sahara Reborn: “Reddedildi. Yabancı madde ev içi ortama zorla sokulursa, yeni tehdit seviyesi Kırmızı olur. Bu, evin artık ev halkı için güvenli olmadığı anlamına gelir. Otomatik Tahliye Prosedürü başlar ve sonra ev kendini kapatır. Açılmadan önceki ilk durumuna geri döner. Tekrar açılmaz.”

Nalan ve Okan birbirlerine dehşetle baktılar.

Okan: “Duydun mu? Evi sonsuza kadar mühürlemekle tehdit etti.”

Nalan, seslendi: “Sahara Reborn, Otodoktor tarama yapmak için hangi teknolojileri kullanıyor?”

Sahara Reborn: “Otodoktor’un teşhis modülü çok spektrumlu görüntüleme, kuantum manyetik rezonans taraması, nötron tomografisi, holografik lazer tarama, nano sonar, biyo-sensör spektroskopisi ve kuantum veri çözümleme içerir. Bu konuda ayrıntılı bilgi ister misiniz?”

Nalan şaşkınlıkla sorar: “Neden nötron tomografisi var?”

Sahara Reborn: “Otopsi için. Ölüm sonrası teşhis, adli soruşturmalarda yasal kanıt sağlar. İmplantların iç yapısını kontrol etmek. Metal kaplamalı tıbbi cihazların arızasını anlamak. Bu konuda ayrıntılı bilgi ister misiniz?”

Okan’ın gözlerinde bir anda tutkulu ve çılgın bir kıvılcım yandı. Başını Nalan’a yaklaştırıp alçak bir sesle konuştu.
“Silindiri Otodoktor’a götüremiyorsak, Otodoktor’u silindire götürebiliriz.”

Nalan şaşkınlıkla ona baktı.
Nalan: “Ne diyorsun?”

Okan: “Otodoktor odasına gideceğim. Teşhis modülü sökülebilir bir birim. Onu yerinden çıkarıp garaja taşıyacağım. Taramayı orada yapabiliriz”

Nalan’ın yüzündeki endişe ile merak arasında gidip gelen ifadeyi izledi. Bu plan hiç de güvenli görünmüyordu ama ilk kez çözüme yaklaşmış gibiydiler.


BÖLÜM 11: SİLİNDİRİN SIRRI (M.S. 7990)

11.1. OTODOKTORU TAŞIMA

Yemek bittikten sonra ikisi de sessizce ayağa kalktı. Evin ışıkları, biyolojik ritimlerine göre yumuşak bir uyku moduna geçmek üzereyken Okan sesli komutla ışıkları yeniden parlattı.

Nalan kısa bir nefes aldı.
Nalan: “Hazırsan gidelim.”

Koridor boyunca yürürken evin gizlenmiş sensörleri onları takip ediyordu. Okan kapının önünde durdu.
Sahara Reborn: “Otodoktor odası sizin için hazır.”

Kapı, küstüm çiçeğinin yaprak yaprak açılışı gibi sessizce aralandı. İçeride her şey steril bir laboratuvar gibi görünüyordu. Duvar boyunca uzanan beyaz kablolar, medikal robotik kollar ve ortada duran kubbe şeklindeki ana tarama modülü… Otodoktor’un merkez sistemi.

Okan eldivenlerini taktı.
Okan: “Tamam. Önce enerji hattını kesiyoruz. Bu modül taşınabilir halde tasarlanmış ama hiç kimse gerçekten taşımaya kalkmaz. Umarım Sahara Reborn bunu servis bakımı sanır.”

Nalan terminale yaklaştı, hızlıca komut panelini açtı.
Nalan: “Sistemi bakım moduna alıyorum. Belki birkaç dakikalık sessizlik sağlar.”

Parmağı ekrana dokunduğunda bir uyarı sesi duyuldu.
Sahara Reborn: “Uyarı. Otodoktor bakım moduna alındı. Sağlık takibi geçici olarak sınırlandırılıyor.”

Okan alaycı bir fısıltıyla Nalan’a döndü.
Okan: “Şimdilik sorun çıkarmıyor. Hadi başlayalım.”

İlk kabloyu çıkardıkları anda odada yankılanan yüksek öncelikli bir alarm çaldı.
Sahara Reborn: “Uyarı. Otodoktor sistemi cevap vermiyor. Donanım bağlantısı kesildi. Sağlık takibi durduruldu.”

Nalan: “Tamam sakin. Bu beklenen bir tepki. Devam etmeliyiz.”

Okan hızla diğer mandalları da söktü. Bir kablo daha çıkarıldığında modül hafifçe titreşti.

Sahara Reborn: “Ev içi sağlık izleme sistemi devre dışı kaldı. Bu durum kullanıcı güvenliği için risk oluşturabilir. Standart prosedür gereği yetkili teknik servisi çağıracağım, lütfen onay verin.”

Okan başını kaldırmadan homurdandı.
Okan: “Hayır, sakın çağırma! Şimdi sessiz ol.”

Son kablo da çıkınca modül tamamen serbest kaldı. Okan cihazı gövdesinden ayırdı, iki elleriyle tutup hafifçe kaldırdı.
Modül beklenenden hafifti.
Okan: “Bu… düşündüğümden hafifmiş.”

Nalan ona destek olmak için yanına geldi.
Nalan: “Dikkat et. Sarsarsak sistem çökebilir.”

Koridor sessizdi ama arkalarında hâlâ elektronik bir huzursuzluk hissi bırakıyordu.
Sahara Reborn: “Sağlık izleme kapasitesi kritik seviyede. Alternatif sensörler etkinleştirildi.”

Nalan fısıldadı.
Nalan: “İyi haber şu ki sistem bizi hırsız olarak algılayıp kilitleme protokolü başlatmadı. Kötü haber şu ki fazla vaktimiz yok.”

İkisi birlikte modülü dikkatlice kaldırıp koridora taşıdılar.
Okan: “Hadi. Garaja kadar sorunsuz götürürsek iş biter.”

Koridor boyunca yürürken modülün altındaki sensör ışıkları hafifçe titriyordu. Okan ve Nalan her adımda birbirlerine daha sıkı odaklanıyorlardı. Ev sessizdi ama her an sistemin yeniden alarm verebileceği gergin bir atmosfer vardı.

Garaj kapısı yaklaştığında Okan derin bir nefes aldı.
Okan: “Son birkaç metre.”

Kapı açıldı.

Nalan: “Tamam. Başlıyoruz.”


11.2. OTODOKTOR GARAJDA

Garajın kapıları kapanınca ortam loş bir turuncu ışığa büründü. Duvarlardaki servis panelleri, Okan ile Nalan’ın yaklaşmasını algılayınca hafifçe yanıp söndü. Otodoktor modülü iki kişi tarafından taşınabilecek bir hacimdeydi ama yine de ağır hissediliyordu. İçindeki manyetik stabilizatörler hareket ettikçe düşük bir uğultu çıkarıyordu.

Nalan gülümseyerek fısıldadı:
“Biliyor musun, bütün büyük icatlar garajlarda başlamış. HP, Apple, Google… Hepsi bir garajın sessizliğinde doğmuş.”

Okan terini silerek konuştu:
“Evet, ama onların garajlarında bilgisayar vardı... bizimkinde kadim medeniyetlerin sırlarını saklayan bir silindir.”

Okan modülü yere indirdi ve diz çöktü. Kasa üzerindeki servis kapağını açtı. Kablolar bu kapaktan dışarı doğru uzandı. Her bir kablonun ucunda kırmızı, mavi ve sarı renk kodları vardı.

Nalan: “Giriş portunu buldum. Buradan güç alabiliriz.”

Okan başını salladı. “Tamam. Burak’ın veri kablosunu ve ana güç hattını garaj terminalinden çıkarıp yerine otodoktoru bağlayacağım.

Okan: “Bunlar Nöral lifler. Otodoktorun biyolojik veri işleme katmanına bağlı. Yanlış bağlarsak kendi kendine kapanır.”

Nalan: “Bunlar da Optik lifler. Görüntüleme sistemi için. Tomografi, ultrason, mikro spektrum ne varsa bunlardan geçiyor.”

Okan: “Kuantum bağlantıları buldum. İşin en tehlikeli kısmı. Kuantum tarayıcı çalışırken kendi kendini referanslıyor. Eğer yanlış sırada bağlarsak bütün tarayıcı çakışır.”

Nalan: “Manyetik akış hatları bunlar olabilir. Konum sabitleme için. Tomografi sırasında nesneyi milimetre hassasiyetinde tutuyor.”

Okan kabloları tek tek kontrol ederken gülerek konuştu:
Sıra doğru değilse otodoktora veda edebiliriz. Sahara Reborn bunu görünce sence ne söyleyecek?”

Okan: “Bu kablolar Biyosensör hücreleri. Genellikle cerrahi müdahale sırasında mikro dokulara uyum sağlamak için kullanılıyor. Bağlayınca kendi kendine kalibre olur.”

Son veri iletim kablosunu taktıkları sırada evin yapay zekasının sesi garajın metal duvarında yankılandı.

Sahara Reborn: “Uyarı. Otodoktor modülü steril olmayan bir ortamda kurulması kullanıcı güvenliği protokolüne aykırıdır. Ölçümlerin doğruluğu garanti edilemez. Bu işlem tavsiye edilmez.”

Okan dişlerini sıktı. “Bunu biliyoruz gıcık yapay zeka. Sana inat devam ediyoruz.”

Nalan: “Enerji taşıyan ana iskelet bunlar. Bir tür sinir sistemi. Bu nanotüp ağlar olmadan modül açılmaz.”

Nalan güç kablosunun bağlantı noktasını yerine oturttu. Küçük bir kıvılcım çıktı ve modülün yan paneli hafifçe titreşti. İçindeki manyetik çekirdek yeniden hizalanırken derin bir uğultu garaja yayıldı. Terminalin ekranında hızlı bir tanı dizisi akmaya başladı. Satırlar birbiri ardına kayıyordu.

Sahara Reborn: “Bağlantı kuruldu. Otodoktor modülü garaj ortamında geçici çalıştırma moduna alındı.”

Nalan gergin bir nefes verdi. “Harika. Cihaz tepki veriyor.”

Okan modülün üst panelindeki başlatma tuşuna uzandı. “Hazır mısın?”

Nalan: “Evet. Bunu görmek zorundayız.”

Okan düğmeye bastı.

Otodoktor’un ana gövdesi içten bir ışıkla parlamaya başladı. Panelleri milim milim açıldı. İnce lazer tarama çubukları dışarı doğru uzandı. İçeriden soğuk hava veren bir sensör fanı devreye girdi. Cihazın önündeki projektör yuvası açıldı.

Sahara Reborn: “Otodoktor modülü başlatıldı. Sistem hazırlığı yapılıyor.”

Garajın kapalı atmosferi içinde metalik bir tıkırtı duyuldu, ardından cihazın üzerinde küçük bir holografik arayüz belirdi. Arayüzde iki kelime yanıp sönüyordu.

TARAMAYA HAZIR...

Okan ile Nalan yan yana durdu. Işık yüzlerine vururken ikisinin de gözlerinde aynı şey vardı. Korku. Merak. Ve belki de geri dönülmez bir adımın başlangıcı.


11.3. GARAJDA TARAMA

Okan uçan aracın bagaj kapısını açtı. Okan, silindiri iki eliyle kavrayıp Otodoktor’un tarama yatağının içine bıraktı. Yatağın çeperlerinde turuncu ışıklar yandı. Silindir yerleşince ışık rengi beyaza döndü.

Okan nefesini serbest bıraktı.
Okan: “Tamam. Hazır.”

Nalan başıyla onay verdi.
Nalan: “Otodoktor, taramayı başlat.”

Cihazın içinden derin bir uğultu yükseldi. Çok katmanlı lensler birbirinin içine doğru hareket etmeye başladı. İnce titreşim dalgaları garajın duvarlarında yankılandı. Tarama ışıkları ritmik olarak yanıp sönüyor, sensörler bir an kızılötesi sonra mor ötesi aralıkta parıldıyordu.

Süre uzadıkça Okan’ın kaşları çatıldı.
Okan: “Normal bir tarama bu kadar sürmez.”
Nalan: “Sanki cihaz… karar veremiyor.”

O anda panelde kırmızı bir yazı belirdi.
Otodoktor: “İnsan tarama modunda tarama başarısız. Uyumsuz veri. Nesne insan değil. Sınıflandırma başarısız. Lütfen tarama ayarını nesneye uygun moda getirin.”

Nalan avuçlarını yüzüne kapatıp iç çekti.
Nalan: “Ah… silindiri insan taramasında çalıştırmışız.”

Okan ekranı incelerken şaşkınlıkla gülümsedi.
Okan: “Demek ki cihaz onu canlı gibi algılamaya çalıştı ama parametreler uymadı. İlginç.”

Nalan öne eğilip net bir sesle konuştu.
Nalan: “Otodoktor. Taradığımız cisim insan değil. İçinde ne olduğunu bilmiyoruz. Taramayı bilinmeyen nesne tarama modunda başlat.”

Paneldeki ışıklar tekrar hareketlendi. Birkaç saniye sonra Otodoktor konuştu.
Otodoktor: “Karbon bazlı örgü yapılar tespit edildi. Hücre benzeri düzen yok. Enerji akışı mevcut. Nesne bilinmeyen sınıfta. Ayrıntılı bilgi istiyor musunuz.”

Okan hiç beklemeden yaklaştı.
Okan: “Evet. Ayrıntı ver.”

Otodoktor’un sesi bu kez daha uzun ve açıklayıcı bir tonda geldi.
Otodoktor: “Tespit edilen yapı, çok ince karbon telleri ve grafen tabakalarından oluşan bir iskelet içeriyor. Bu iskelet silindirin iç yüzeyine gömülü ve kendi kendini onaran bir ağ gibi davranıyor. Nesnenin ağırlığı düşük. İçeride zayıf bir kimyasal hareketlilik devam ediyor. “Yapıda, demir, nikel ve molibden içeren çok küçük katalizör kümeleri mevcut. Ayrıca, katalitik polimer ağları ve metal-merkezli oto-düzenleyici moleküler yapılar tespit edildi.”Bunlar eski bir su kapsülünde uzun süre korunduğu için hâlâ kısmen aktif. Enerji kaynağı olarak çok az miktarda sülfürik asit ve karbonil sülfit izleri bulunuyor. Bu yapı karbondioksit kullanarak kendi kendini uzatabilir ve çoğaltabilir. Ortamda oksijen fazla olduğunda kendi kendini koruyan ek bir mekanizma devreye giriyor. Dünya atmosferinde büyüme hızı çok düşüktür çünkü gerekli kimyasal döngüler kısıtlıdır.”

Nalan başını yavaşça kaldırdı.
Nalan: “Bu şey… kendi kendini çoğaltabilen bir yapı mı?”

Okan’ın boğazı kurudu.
Okan: “Ve sanıyorum ki… Venüs’te büyümek için tasarlanmış.”

Garajın içinde sessizlik çöktü. Otodoktor’un beyaz ışıkları silindirin üstünde titreşirken sanki içerdeki ağ, uykusundan habersizce kıpırdanıyordu.


11.4. Kemo Ototrofik Şehir Tohumu

Otodoktorun monitöründe akan veriler yavaşladı. Tarama grafikleri giderek sakinleşti. Karşılarına çıkan görüntü siyah gri ağ örgüsünün üç boyutlu bir modeliydi. Okan ve Nalan aynı anda nefesini tuttu.

Otodoktor: “İskelet, karbon nanotüp ve grafen tabakalarından oluşan kendini onaran bir yapı. Enerji akışı düşük seviyede devam ediyor. Yapı, dış ortamdan karbon alıp bunu yeni malzeme üretmek için kullanabilecek potansiyele sahip.”

Nalan kaşlarını kaldırdı. “Bu kendi kendine büyüyebilir anlamına geliyor.”

Okan başını salladı. “Ama Dünya ortamında değil. Bu yapı oksijende kapanıyor. Tarama verileri öyle söylüyor.”

Nalan düşüncelere daldı. “Venüs bulutlarında ise kükürtlü bileşikler bol. CO₂ zaten çok yüksek. Enerji kaynağı doğal olarak orada var.”

Okan hemen simülasyon ekranına geçti. “Yani Venüs atmosferi, bu şey için besin gibi.”

Nalan: “Elde ettiğimiz verileri yapay zekaya yükleyip yorumlamasını sağlayalım. Bakalım bizim fark etmediğim neler fark edecek.”

Nalan ve Okan yere oturup sırtını garajın duvarına yasladılar.

Nalan'ın seslendi: “İkimiz için Neuroverse Earth 8000 bağlantısını etkinleştir.”

Sistemin yapay sesi metalik bir dinginlikle yanıt verdi: “Sanal evren nöral bağlantısı hazır. Lütfen gitmek istediğiniz konumu söyleyin.”

Okan’ın dudakları kıpırdadı: Mağaraya… bizi mağaraya götür. Otodoktor verilerini duvardaki çizimlerle karşılaştır.

Tam o sırada yapay zeka, mağarada dronların kaydettiği duvar görüntülerini tekrar devreye aldı. İkili duvardaki sekiz aşamalı diyagramın üç boyutlu simülasyonunun odanın ortasına yansıdığını gördü.

Earth 8000: “Diyagramdaki süreç ile nesnenin iç yapısında kullanılan kimyasal mekanizmalar arasında yüzde doksan iki uyum bulundu.”

Nalan irkildi. “Ne uyumu?”

Earth 8000 sekiz aşamayı yeniden gösterdi. Duvardaki çizimlerden çıkan ışık akışı, ekranda Otodoktor’un kimyasal reaksiyon bulgularıyla üst üste çakışıyordu.

Earth 8000: “CO₂ yakalama. Sülfürik asit indirgenmesi. Karbonmonoksit oluşumu. Fischer Tropsch benzeri zincir büyümesi. Karbon nanotüp çoğalması. Kendini kopyalama. Atmosferden hidrojen ayırma. Hacimsel büyüme.”

Okan’ın nefesi kesildi. “Bekle. Bu… silindirin içindeki sistem ile aynı süreç.”

Nalan şaşkın bir şekilde duvardaki Venüs sembolünü işaret etti. “Mağaradaki tarifin tamamı Venüs atmosferi için çizilmişti.”

Earth 8000: “Her iki veri grubu birleştirildiğinde silindirin içindeki yapının Venüs atmosferinde büyümek üzere tasarlanmış bir kemo ototrofik şehir tohumu olma olasılığı yüzde seksen sekizdir.”

Sessizlik çöktü. Okan ve Nalan birbirlerine baktı. Bu kez bakışlarında korku kadar hayranlık da vardı.

Okan: “Kendiliğinden büyüyen uçan şehir tarifini çözmüş olabiliriz.”

Nalan: “Hayır. Bu sadece tarif değil. Silindirin içindeki şey… o tarifin ilk hücresi. Şehrin çekirdeği. O tohum olmadan reaksiyon çalışmaz.”

Earth 8000 devam etti.

Earth 8000: “Diyagramın son aşaması sonsuz ekspansiyon. Bu, sistemin durmaksızın katlanarak büyümesi anlamına gelir.”

Okan yutkundu. “Yani biri Venüs’te kendi kendine çoğalan şehirler inşa etmek istemiş.”

Nalan fısıldadı. “Ya da gerçekten başarmıştı.”

Okan yutkundu. “Venüs'te bununla ilgili hiç bir kalıntı yok. Başardılarsa sonradan yok mu oldu? Ama neden?”

Odanın ışıkları bir an titreşti. Okan, silindiri tutuşunu hatırladı. Hafifti. Zararsız gibiydi. Ama aynı zamanda bir gezegenin üstünde şehir kurabilecek bir organizmanın tohumu olabilirdi.

Nalan sessiz bir şaşkınlık içinde sordu.

“Peki bu şey neden Dünya’da bu kadar sessizdi?”

Earth 8000: “Oksijen ortamı büyümeyi durdurur. Sistem kendini koruma için uykuya geçer.”

Okan: “Yani biz aslında yaşamaya çalışan bir teknolojiye bakıyoruz ama ortamı yanlış. Bu biyolojik olmayan bir yaşam formu.”

Nalan: “Ve mağaradaki uygarlık bunu biliyor olmalıydı.”

Earth 8000 son veriyi sundu.

Earth 8000: “Duvarlarda işaretlenen Venüs sembolü, sürecin optimum atmosferini belirtir. Bu silindirin içindeki yapı Venüs’te aktif olurdu. Orada büyür, çoğalır ve koloniler kurardı.”

Okan derin bir nefes aldı.

“Biz Venüs’ün ‘uçan şehirlerinin’ tohumunu tutuyor olabiliriz.”


11.5. PAYLAŞMALI MI?

Okan beyin-bilgisayar arayüzü (BCI) ile silindirin karbon kaynağı elde etmek için sülfürik asidin termolizi simülasyonuna bakıyordu. Nalan aynı bağlantı ile mağaranın taramalarını büyütüp küçültüyor, her defasında yüzlerinde aynı kaygı beliriyordu.

Nalan yavaşça nefes verdi.
"Bu bulduklarımız sıradan bir şey değil. Bunu birileriyle paylaşmazsak ilerleyemeyiz."

Okan başını kaldırdı.
"Paylaşmak başka, her şeyi olduğu gibi anlatmak başka. Biz mağarada bir şey bulduk demeyelim. Silindir konusu tamamen bizde kalsın."

Nalan omuzlarını topladı.
"Koloni İnovasyon ve Bilim Konseyinin Venüs atmosferi için profesyonel test odaları var. Bu projeyi kendi imkanlarımızla geliştiremeyiz. Ama onlara silindiri verdiğimiz anda elimizden alırlar. Belki de geri bile alamayız."

"Tam da bu yüzden dikkatli olmalıyız" dedi Okan. "Bu sadece eski bir teknoloji parçası değil. İşleyişini anlamak zaman alacak. Üstelik Venüs atmosferinde kendi kendine büyüyen karbon fiber temelli bir yapıdan söz ediyoruz. Bunu duyan herkes projeye çökmek ister."

Nalan perdenin önündeki görüntüyü durdurdu. Mağara duvarındaki Venüs amblemini işaret etti.
"Biri bunu binlerce yıl önce yapmış. Bize düşen, bunu çözecek ortamı yaratmak. Konseye şöyle diyelim: Venüs atmosfer kimyasını taklit eden kapalı bir odada karbon temelli otonom yapılaşma modeli üzerinde çalışıyoruz. Laboratuvar istiyoruz. Bu kadar."

Okan düşünceli bir ifadeyle başını salladı.
"Doğru yaklaşım bu. Ne tohumdan söz edeceğiz ne mağaradan. Onlara yalnızca proje gerekçemizi söyleyeceğiz. Hem onlar böyle yenilikçi araştırmalara destek vermek için var."

Nalan hafifçe gülümsedi.
"Keşif robotu alabiliriz, birikmiş kredimiz yeterli. Keşfettiğimizden başka mağaralar ve başka kadim teknolojiler bulabilirizTassili N'ajjer platosunun eksik haritasını çıkarma işini robot halledebilir. Üstelik parasal sorun yok. Robotların insanlığa ödediği sistem vergileri sayesinde evrensel temel gelirimiz geliyor. "

Okan yerinden kalktı ve elini uzattı.
"Tamam. Konseyle yarın iletişime geçiyoruz. Bizim dediğimiz çerçevede. Venüs atmosferi şartlarını simüle eden kontrollü bir deney odasına ihtiyacımız var.. Hepsi bu."

Nalan elini tutup hafifçe sıktı.
"Kabul ederlerse Bardawil'e gidip araştırma ve deneylere başlarız. Silindirdeki teknolojiyi uyandırırız."

Okan kapıya doğru yürürken kısık bir sesle yanıt verdi.
"Uyandırırız. Hem de doğru ortamda. Ama önce şunu soralım: Biz mi onu uyandırıyoruz… Yoksa o çoktan bizi uyandırdı mı?"



BÖLÜM 12: İNOVASYON KONSEYİ (M.S. 7990)

12.1. BARDAWİL’E GİDİŞ

Pencereden süzülen ışık, odanın köşelerini yavaşça altın rengine boyuyordu. Ufuk çizgisinde solgun bir turuncu, geceyi sessizce geri çekiyor, kum denizinin üzerinde ince bir parıltı bırakıyordu. Okan çoktan uyanmış, pencerenin kenarında dışarıyı izlerken yapılacak hazırlıkları zihninde tartıyordu.

Sessiz adımlarla otomutfak bölümüne geçti. Nalan hâlâ uyuyordu; yüzünde uykunun dinginliği vardı. Okan parmağını otomutfağın “Kavhaltı” menüsüne dokundurdu. Holografik listede dünyanın dört bir yanından seçenekler belirdi: Serpme Kahvaltı, Full English Breakfast, Petit Déjeuner, Asagohan, Desayuno Mexicano, Frühstück, Halim Kahvaltısı, Colazione, Dim Sum, Continental Breakfast.

Okan “Serpme Kahvaltı” üzerine dokunduğunda makine içten bir titreşimle çalışmaya başladı. Panelde yazılar belirdi: Zeytin, peynir, bal, kaymak, börek, yumurta, reçel ve çay hazırlanıyor. Metalik kolların sessiz hareketleri arasında taze ekmek kokusu yayılmaya başladı; sabahın havası bir anda sıcak bir sofranın davetkâr kokusuyla doldu.

Tam o sırada ev sisteminin sesi duvarlardan nazikçe yayıldı:
Sahara Reborn: “Günaydın Nalan. Saat tam 08.00. Bugün için planladığınız yolculuk zamanı yaklaşıyor. Uyku kalitesi raporunu dinlemek ister misin?

Nalan gözlerini araladı. Sesin yumuşak titreşimiyle uykudan sıyrılırken burnuna gelen ekmek kokusu onu tamamen uyandırdı. Odaya giren Okan’ı görünce gülümseyerek mırıldandı:
“Çoktan hazırlanmışsın...”

Okan hafifçe başını salladı. “Henüz değil,” dedi. Elini uzatıp onun parmaklarını kavradı:
“Ama yola çıkmadan önce kahvaltı yapalım. Uzun bir gün olacak.”

İkisi birlikte otomutfak bölümüne geçtiler. Masada beliren tabaklar, sabah ışığıyla parıldıyordu. Nalan gülümseyerek oturdu, gözleri sofranın çeşitliliğinde dolaştı. “Enerji karışımı da alsam iyi olur,” dedi. Ardından sesi ciddileşti: “Bardawil’e varınca dikkatli olmamız gerekecek.”

Okan çayını karıştırırken başını salladı:
“Silindiri  laboratuvara götürürken Konsey silindiri görürse projeyi sahiplenir, bizim elimizden alır. O kadar emek… Silindiri Konsey’e kaptırırsak bu iş biter.”

Nalan küçük bir ekmek dilimine reçel sürerken dışarıya baktı. Gözleri dalgın bir parıltıyla ışıldıyordu. Fısıltısı, sabahın sessizliğini yeniden doldurdu:
“Belki de binlerce yıldır uyuyan bir şeyi uyandırmaya gidiyoruz.”

Okan çayından bir yudum aldı, “Şehir kuran çekirdek...” dedi. Bakışlarında uzak bir ışık parladı. “O çekirdeği uyandırabilirsek insanlığın geleceğini değiştirebiliriz.”

...

Kahvaltılarını bitirdikten sonra garaja indiler. Otodoktorun tarama yatağından çıkardıkları silindir artık gri bir kumaşla sıkıca sarılmıştı; sıradan bir kargo parçası gibi görünüyordu.

Okan onu özenle Burak’ın kargo bölmesine yerleştirirken, Nalan koltuğuna geçti. Gözlerinde kararlı bir parıltı vardı.

Okan hafif bir gerginlikle kabine girdiğinde Nalan sordu:
“Hazır mısın?”

Okan: “Hazırım sayılır. Otodoktoru döndüğümüzde odasına taşırız.”

Uçana aracın yapay zekası Burak’ın sesi sıcak ve tok bir tondaydı:
“Hoş geldiniz, Nalan ve Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”

Okan, elini tutan Nalan’a bakarak gülümsedi:
“Bardawil Lotus Şehri.”

Koordinatlar holografik bir çember halinde parıldıyor, sanki onları çağırıyordu.

Burak’ın motoru derin bir uğultuyla çalıştı. Yerçekimini dengeleyen "Nano-iğne iyon iticileri" titreşerek devreye girdi, ardından "kontrollü magnetoplazma yastık" çalışarak araç yumuşak bir yükselişle havalandı. Altlarında uzanan kum denizi sabah ışıklarıyla altın bir dokuya bürünmüş, dalgalanan bir okyanus gibi görünüyordu. Atmosfer sakin, görüş açıktı; ama ikisinin de içindeki gerilim sessizliği keskinleştiriyordu.

İki saat sonra Bardawil Lotus Şehri’nin biyomimetik yapıları ufukta belirdiğinde Burak hızını azalttı. Gölün tuzu serin bir sis gibi havaya karışmıştı. Bardawil gölünün dalgaları akşam rüzgârında hafifçe kıpırdayarak zamanın kalbinde saklı bir hatırayı uyandırıyor, rüzgârla konuşan bir ayna gibi geçmişi ve geleceği aynı anda yansıtıyordu. Gölün üzerinde yüzen futbol sahası büyüklüğünde dev lotus yaprakları rüzgârla bir nefes gibi inip kalkıyordu. Şehir canlı bir organizma gibi görünüyordu.

...

Uçan araçları iniş alanına yaklaşırken Nalan bir an durup dev lotus tasarımlarını düşündü.
“Biyoyuva ile tuzlu suda yaşayan o kocaman lotus yapraklarını nasıl yaptılar hatırlıyorsun değil mi” diye sordu.

Okan gülümsedi, elini Nalan’ın omzuna koydu.
“Unutur muyum o ilk sunumu? Ben daha stajyerdim, sen proje asistanı… Adamlar "DNA Simülasyon Makinesi" tanıtırken hepimiz donup kalmıştık. ‘Organizmayı önce sanalda doğuruyoruz’ dediler. Bir bitkiyi milyonlarca nesil boyunca yaşatıyor, öldürüyor, tekrar diriltiyorlarmış. Hata varsa orada gömüyorlarmış.”

Nalan kahkaha attı. “Evet, embriyo falan yokmuş, sadece kod. Sonra da ‘Simülasyon tamam, haydi basıyoruz’ deyip yan odada "DNA dizgi makinesi" kromozomları yazmaya başlıyormuş. Sanki tanrı olmak çocuk oyuncağıymış gibi.”

“İlk denekleri de unutmadım,” dedi Okan gözleri parlayarak. “Üç tonluk nar. Bilim Konseyi’nin bahçesine diktiler, dal kırılmasın diye karbon iskele kurmuşlardı. Bir meyve, Burak’tan ağırdı be!”

Nalan başını salladı, sesi biraz kısıldı.
“Lotus projesi ise… bambaşkaydı. Nil’in antik genomunu aldılar, içine okyanus halofitlerini, tuz seven algleri, hatta bir tür Antarktika yosununu bile sıkıştırdılar. Simülasyon tam yedi yüz bin nesil tuzlu suda yaşadı. Makine ‘Bu çocuk hayatta kalır’ deyince herkes alkışlamıştı.”

Okan camdan dışarıya baktı; bir yaprak yavaşça açılıyor, altında şehir ışıkları yansıyordu.
“Şimdi bak… Biyoyuva’nın iskeleti oldular. Ama yaşıyorlar. Tuzlu su artık onları zehirlemiyor, besliyor. O makine olmasaydı biyoyuva da olmazdı.”

Nalan derin bir nefes aldı. “İşte bu yüzden bizim bulduğumuz şey onları çok ilgilendirecek. Onlar canlıyı sıfırdan yazmayı öğrendi ya… Biz de cansızı canlı gibi büyütmeyi öğrendik. Venüs odasında test etsinler yeter.”

Okan elini sıktı. “Mağaradan bahsetmiyoruz, değil mi?”

“Tabii ki hayır,” dedi Nalan gülerek. “Sadece ‘kendi kendine büyüyen karbon fiber’ diyoruz. Zaten meraklarından çatlayacaklar.”

Panelde yeşil ışık yanıp söndü.
“İniş izni verildi,” dedi Burak sakin bir sesle.

Burak alçalırken plazma yastığı suyun üstünde ince bir sis kaldırdı. Araç iniş platformuna dokunduğunda, zarif bir hareketle durdu. Nalan derin bir nefes aldı. Bardawil gölünün yüzeyine serpilmiş devasa nilüfer yapraklarına benzeyen biyomimikri yapılar, suyun altından geçen şeffaf yollar ve Lotus kulesi onları bekliyordu.


12.2. AİLE ZİYARETİ VE MÜJDE

Uçan araçtan indiklerinde Bardawil’in soluğu, göğe yükselen bir dua gibi onları sardı. Hafif rüzgâr nilüfer çiçeklerinin pembe yapraklarını havada savuruyor, güneşin altında parlayan minik gezegenler gibi etraflarında dönüyordu. Çölün sessizliğinde geçen günlerin ardından şehre döndüklerinde, tanıdık kokular taşıyan bu dünya onlara yeni bir farkındalık ve yepyeni bir bilinçle önlerinde seriliyordu.

Okan ile Nalan, önce Koloni İnovasyon ve Bilim Konseyine uğramayı düşünmüşlerdi. Fakat Nalan, birden içini kaplayan özlemle fikrini değiştirdi:
“Okan… önce annemlere gidelim. Çok oldu görüşmeyeli. Yeni evden önce bizi görsünler.”

Okan’ın yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi:
“Zaten ben de tam bunu düşünüyordum. Öyleyse silindir araçta kalsın. Hijyenik servis kapısından girmek için yine çıldırmayalım.”

Bardawil’in kıyılarında mor damarlı nilüfer yaprakları hafifçe titreşiyor, şehir suyun üzerinde soluk alıp veren bir canlı organizma gibi görünüyordu. 

Nalan’ın ailesinin evi, şehrin dış halkasında, suyun üzerinde zarifçe salınan konutların arasında yer alıyordu. Lacivert ve beyazın iç içe geçtiği mimarisi, açmakta olan bir çiçeğin dingin güzelliğini andırıyordu. Kapı onları tanıdı, sessizce açıldı. İçeride hafif portakal kokusu yayılıyor, evin duvarları sanki misafirlerini karşılamak için nefes alıyordu. Naima ile Yusuf salonun ortasında belirdi; gözlerinde özlem ve sevinç vardı.

Nalan hızla annesine sarıldı:
“Anne… çok özlemişim seni.”

Naima’nın sesi titrek bir mutlulukla doluydu:
“Ben de kızım. Nihayet geldiniz.”

Okan, Yusuf’un elini sıktı:
“Sizi görmek güzel.”

Salonun misafir bölümü, dalgaların ritmini taklit eden bir atmosferle doluydu; sanki deniz, evin altından usulca nefes alıyor, ayakların altında kıpırdanıyordu. Her köşeden yayılan bu titreşim, mekâna hem huzur hem de gizem katıyordu. Bir pencere, geceyi fosforlu bir masala dönüştüren biyolüminesans ormanlarını gözler önüne sererken; diğer pencere, Lotus Tower’ın göğe yükselen ihtişamını çerçeveleyerek manzarayı tamamlıyordu. Böylece ev, doğanın büyüsü ile insanın yarattığı görkem arasında bir köprüye dönüşüyordu.

Nalan mutfağa geçmeden önce ellerini yıkamak için lavaboya girdi. Çıkarken lavabonun sensörlerinden biyolojik tarama sonuçları geldi. Nalan istemsizce durdu.

Evin yapay zekasının sesi yumuşak ve dingindi:
“Nalan’ın biyolojik parametrelerinde gebelik olasılığı algılandı. Detaylı tarama önerilir.”

Bir anlık sessizlik… Zaman sanki dondu. Nalan dönüp kapının önünde duran Okan’a baktı. Okan’ın gözleri büyüdü, yüzünde korkuyla karışık bir sevinç belirdi.

Naima merakla yaklaştı:
“Bir şey mi oldu?”

Nalan sessizce başını salladı:
“Evet anne… aslında size söyleyecektik.”

Naima’nın eli ağzına gitti:
“Kızım… yoksa…?”

Okan başını eğip nazikçe doğruladı:
“Sanırım bir bebek geliyor.”

Naima sevinçle sarıldı. Yusuf derin bir nefes aldı, gözleri parladı:
“Ailemiz büyüyor demek.”

Naima hemen Nalan'ın koluna girip zarifçe çekeledi:
“Hemen otodoktoru açalım. Bunu şimdi bilmem gerek.”

Nalan hafifçe gülerek başını salladı:
“Tam da böyle tepki vereceğini biliyordum.”

Evin otodoktor bölmesi açıldı. Nalan içeri uzandığında panel onu yumuşak bir ışıkla sardı. İnce ışık çizgileri bedenini tararken, odanın havası sanki mucizevi bir sessizlikle doldu.

Sonucu otodoktor sesli duyurdu:
“Gebelik süreci onyedinci gün. Cinsiyet: kız. Sağlık durumu normal. Beslenme protokolü otomutfak sistemine iletildi.

Naima bir eliyle Nalan’ın karnına dokundu, diğer eliyle onun elini sımsıkı tuttu:
“Kızım… gerçekten anne oluyorsun. Ben de büyükanne.”

Nalan’ın gözlerinden yaş süzüldü. Yusuf yanında duruyor, gözleriyle onunla aynı mucizeyi soluyordu.

Yusuf hafifçe omuzlarını silkti, sesi güven doluydu:
“Bakın, böyle güzel haberler varken neden korku duyalım. Siz güçlü bir ailesiniz. Bu çocuk da güzel bir dünyaya geliyor.”

Naima, Nalan’ın yanaklarını avuçlarının arasına aldı:
“Siz çölde yaşamak istediniz. Doğa sizi oraya çağırdı. Bu çocuk da siz nereye giderseniz oraya ait olacak.”

Okan hafifçe gülümsedi:
“Bu küçük bebek, sabrımızın en güzel armağanı olacak. Nerede olursak olalım, onunla tamamlanacağız.”

Naima gözyaşını sildi:
“Söz verin. Haftada bir kez bizi arayacaksınız. Neuroverse olur, normal bağlantı olur ama ihmal yok.”

Nalan onu sıkıca sarıldı:
“Söz anne.”

O an evin içinde zamanın akışı değişti. Nilüfer kokusu, dalga sesleri ve ışık huzmeleri tek bir melodide birleşti. Okan ile Nalan’ın zihninde aynı düşünce belirdi: Bir mucize başlamıştı. Artık Konsey’e yalnız bir çift olarak değil, büyüyen bir aile olarak oturacaklardı.


12.3. KEŞİF ROBOTU ÖNERİSİ

Naima ile Yusuf’un sevinci yavaşça dingin bir meraka dönüştüğünde, salondaki hava ağırlaştı.

Nalan mutfağa geçti, otomutfak arayüzünü açtı. Menüde dolaşırken gözleri takıldı: adaçayı, sinameki, yüksek doz kekik… hepsi griye dönmüş, sistem tarafından sessizce pasifize edilmişti. Otomutfak, belli ki Otodoktor’dan gelen katı protokol talimatlarıyla listeyi gebelik için uygun hale getirmişti.

“Dört adet ıhlamur,” dedi Nalan, otomutfağa sesli komut vererek. Birkaç saniye sonra tezgâhın üzerinde buharı tüten, geleneksel usulle demlenmiş ıhlamur çayları belirdi.

Okan Nalan’a yaklaştı. Bardakları kavrarken hafifçe gülümsedi: “Ihlamuru şekersiz sevdiğini sadece otomutfak değil, ben de biliyorum… Hatta çocukken ıhlamur içmeden önce mutlaka yün eldivenlerini giydiğini de biliyorum.”

Nalan’ın gözleri bir an parladı, ıhlamurun buharıyla birlikte hafifçe kızardı. “Demek hatırlıyorsun…Evet… o eldivenleri annem kırmızı iplikle örmüştü, üstünde küçük beyaz kar taneleri vardı. Şekersiz ıhlamurla birlikte çocukluğumun en sıcak anısıydı.” dedi, sesi yumuşak bir minnettarlıkla.

Okan bardakları dağıtırken, odanın içine yavaşça yayılan ıhlamur kokusu duyuldu. Yusuf’un bakışları ikisinin yüzünde gezindi; bir şeyleri sakladıklarını sezmiş gibiydi.

Yusuf hafifçe öne eğildi:
“Peki… çöldeyken neler yaptınız? Sadece kamp mı yaptınız? Gözlerinizde başka bir şey var.”

Nalan ile Okan kısa bir an birbirlerine baktılar. Nalan’ın yüzünde çekingen bir tebessüm belirdi:
“Evet kamp yaptık ama… biraz da keşif yaptık.”

Yusuf’un kaşları kalktı:
“Nasıl bir keşif bu, ne keşfettiniz?”

Okan çayından bir yudum aldı, sonra masaya bıraktı:
“Tassili n’Ajjer platosunun güney doğusuna indik. Sefar’ın kaya resimlerini yerinde görmek istedik. Onları kitaplarda okumak başka, orada taşların arasında durup hissetmek başka.”

Naima şaşkınlıkla başını salladı:
“O kadar uzağa sırf resim görmek için mi gittiniz?”

Nalan hafifçe güldü:
“Anne, o resimler öyle basit çizimler değil. Bir çağın hafızası gibi duruyorlar. Biz de uzaktan bakmak istemedik.”

Yusuf onları dikkatle izliyordu. Nalan’ın sesindeki heyecan ile Okan’ın kelimelerini özenle seçmesi ona bir şeyler anlatıyordu. Ama ne olduğunu tam adlandıramıyordu.

“Hazır gitmişken başka bir şey yaptınız gibi geliyor” dedi yumuşak bir sesle.

Okan omuzlarını kaldırdı:
“Doğru, biraz daha araştırma yapmayı düşündük. Bu yüzden size bir şey danışmak istiyoruz.”

Naima hemen meraklandı:
“Bebekle ilgili mi?”

Nalan gülerek başını salladı:
“Hayır anne. Başka bir konu.”

Yusuf sessizce koltuğa yerleşti.
“Dinliyorum.”

Okan kısa bir duraksamadan sonra konuştu.
“Bir keşif robotu almayı düşünüyoruz. Hem çölde hem de mağaralarda çalışabilecek bir model.”

Yusuf başını biraz yana eğdi.
“Neden?”

Nalan Okan’ın sözünü devraldı.
“Çünkü çok geniş bir bölge. Yetmiş iki bin kilometrekarelik bir alana yayılmış on beş binden fazla resimden söz ediliyor. Ekstrem ortam için uygun elbiselerimiz var ama hepsini tek tek gezmek yıllar sürer. Ayrıca belki daha önce kimsenin fark etmediği şeyleri de bulabiliriz.”

Yusuf’un yüzündeki hafif alaycı ifade bir anda ciddiyete dönüştü. Koltuğa tam olarak yerleşti.
“Anladım. Siz gerçekten bir şeyle karşılaşmışsınız. Bana anlatmak istemiyor olabilirsiniz. Buna saygı duyarım. Yine de doğru ekipmanı seçmeniz için size yardımcı olabilirim.”

Yusuf elini havada yumuşak bir hareketle döndürdü. Havada çizdiği çemberin içi bir anda ışıkla doldu. Odanın ortasında dalgalı bir hologram yükseldi. Metalik çizgilerin ve saydam pencerelerin içinden yüzlerce keşif robotu akmaya başladı.

Yusuf parmaklarını ince ayar yapar gibi hareket ettirdi. Modeller birer birer yan tarafa kaydı. Kum tırtılı küçük gezginler. Mağara içi örümcek tipi tarayıcılar. Dört ayaklı ağır kargolar. Nalan ile Okan sessizce izlerken Yusuf’un yüzündeki düşünceli ifade değişmedi. Aradığı model ekrana geldiği anda elini aşağı doğru indirip görüntüyü sabitledi.

“İşte bu.” dedi.

Hologramdaki robot, kaslı bir hayvanın zarafetini taşıyan mekanik bir leopardı. Gövdesindeki segmentler nefes alıyormuş gibi açılıp kapanıyordu.

“Çöl bölgesine adım atacaksanız size Nil serisinin yedinci modelini öneririm. Biz ona Nil Yedinci Kuşak deriz. Leopar formunda tasarlandı. Doğadan aldığı ilham sayesinde kayalık yüzeylerde dengeli adımlar atar, ani sıçramalarla engelleri aşar ve dar geçitlerde sessizce süzülür. Hem kumda hem de taş zeminde iz bırakmadan ilerler. Çevresindeki en ufak ısı izini yakalayabilir. Gerektiğinde mağaraların derinliklerine girer, dar tünellerde kaybolmadan yolunu bulur ve karanlıkta bile haritalar çıkarır.”

Robot başını hafifçe kaldırdı ve sensörleri titreşen bir ışık gibi parladı. Hologram, odanın ortasında nefes alan bir canlı yanılsaması veriyordu.

Yusuf devam etti:
“Bu model, yapmak istediğiniz görev için kusursuz bir seçimdir. Size yalnızca hız kazandırmakla kalmaz; aynı zamanda tehlikeli bölgelere bizzat girip risk almak zorunda kalmazsınız. Evinizin güvenliğinde otururken, sanki oradaymışsınız gibi keşfi sürdürürsünüz. Her ayrıntı, gözlerinizin önünde açılan bir harita gibi belirir; uzak kayalıkların sessizliği, mağaraların derinliği ve çölün titreşen sıcağı, bulunduğunuz odanın içinde yeniden canlanır.”

Nalan merakla sordu:
“Leopar formunda mı? Gerçek bir hayvan gibi mi yani?”

Yusuf başını salladı:
“Bu model yalnızca görünüşüyle değil, içindeki yapay kaslarla da dikkat çekiyor. Fiber demetlerle güçlendirilmiş kas sistemi sayesinde adımlarını arazinin sertliğine göre ayarlıyor; her hareketi çevreye uyumlu, her sıçrayışı dengeli. Neuroverse bağlantısı, beş duyuyu sanki oradaymışsınız gibi aktarıyor: rüzgârın dokunuşu, taşın soğukluğu, çölün titreşen sıcağı… Hepsi evinizde yeniden canlanıyor.
Geniş açılı lensleriyle iki yüz yetmiş derecelik bir görüş alanı sunuyor; hiçbir ayrıntı gözden kaçmıyor. Sarsıntı neredeyse yok, hızlandığında bile görüntü akışı ipek gibi pürüzsüz kalıyor. Böylece keşif, yalnızca bir gözlem değil, bütün duyularla yaşanan bir deneyime dönüşüyor.”

Naima kaşlarını kaldırdı:
“Yusuf, onu askeri güvenlik sınıfına almıyorlar mı? Çok pahalıdır.”

Yusuf hafifçe gülümsedi:
“Onu askeri sınıfa koymadılar, çünkü bu bir savaşçı değil… bir kâşif. Doğanın ruhunu taklit eden sessiz bir yolcu. Fiyatı yüksek görünebilir, ama artık herkes Evrensel Temel Gelir alıyor, Naima. Pahalı olan şeyler yalnızca nadir olanlar. Robotların ürettiği kaynaklar eşit dağıtılıyor; biliyorsun, eski zamanlardaki gibi zenginle fakir ayrımı yok.”

Sonra Nalan ile Okan’a döndü:
“Bu robot yalnızca bir kaşif değil. İsterseniz sizi korur; ister çocuğunuzu gözetir, ona hikâyeler anlatarak bilim öğretir. Tarihi bir tiyatro sahnesi gibi aktarırken, alternatif tarihi de olasılıklar ağı halinde simüle edebilir. İsterseniz rehber olur, yol gösterir; hatta arkadaşlık eder. Ama en önemlisi… tehlikeli bir bölgede sizi asla yalnız bırakmaz. Yanınızda sessiz bir gölge gibi durur, adımlarınızı izler ve sizi güvenle taşır.”

Nalan derin bir nefes aldı:
“Gerçekten etkileyiciymiş.”

Okan düşünceli bir ifadeyle sordu:
“Peki nasıl alıyoruz?”

Yusuf gülümsedi:
“Ben tanıdıkları ararım. Sizin için model numarasını rezerve ederler. Bir saat içinde teslim alabilirsiniz.”

Sonra bakışları hafifçe sertleşti. Bu kez sözlerinin ağırlığı başka bir yere işaret ediyordu:
“Ve çocuklar… ne bulduysanız, neyle uğraşıyorsanız, dikkatli olun. Her keşif güzel olmaz. Bazıları sizi de değiştirir.”

Okan ile Nalan sessizce başlarını salladılar. Onlara haklı olduğunu söylemek istemiyorlardı ama sözleri mağaranın o derin sessizliğini yeniden hatırlatmıştı.

Naima masaya yeniden çay koyarken gülümseyerek araya girdi:
“Ben bu konuşmanın bu kadar gerginleşmesine izin vermem. Hadi bakalım, önce biraz kutlama yapıyoruz. Sonra robot alırsınız.”

Nalan ile Okan birbirlerine baktılar. Konuşmak istedikleri çok şey vardı ama bugün sevinç de paylaşılıyordu. Sırlarını Konseyle paylaşmadan söyleyecekleri cümleler ertesi güne kalacaktı. Bugün aileyle nefes alma günüydü.


12.4. KONSEY’LE İLK TEMAS

Nalan ve Okan sabah erkenden Konsey’in ana merkezine ulaştı. Girişte uzayan kuyruğa rağmen bina sessizdi. İçerideki görevliler neredeyse fısıltıyla konuşuyor gibiydi. Yüksek kubbeli salonda duvardan duvara uzanan veri perdeleri sürekli bilgi akıtıyordu.

Görevli ikisine bakıp yumuşak bir gülümseme takındı.
“Proje başvuru sebebinizi alabilir miyim?”

Nalan çantasından hazırladıkları sunumu çıkardı.
“Venüs atmosferini simüle eden bir odaya ihtiyacımız var. Karbon temelli kendi kendine büyüyen yapılara yönelik araştırma yürütüyoruz.”

Görevli başvuru formunu sisteme gönderdi ve onları bekleme salonuna yönlendirdi. Odanın penceresinden güneş ışığı holografik filtreden geçip yere mozaik desenleri düşürüyordu. Okan düşünceli halde oturuyordu, Nalan ise ayaklarını yere hafifçe vuruyordu.

Sıranın ilerlemesini beklerken yanlarında oturan biri dikkatlerini çekti. Orta yaşlı adamın parmağındaki yüzükten yükselen 3 boyutlu hologram, avucunun içinde titreşen kozmik haritalar ve yoğunluk eğrilerini sergiliyordu. Işık parçacıkları birbirine bağlanıyor, galaksilerin derinliklerinde akışkan desenler oluşturuyordu. Nalan merakla adama döndü.
“Sizin de bir buluşunuz mu var?”

Adam başını kaldırdı, gözlerinde yorgun ama tuhaf bir özgüven vardı.
“Evet” dedi. “Belki de buradaki en sıra dışı buluş bende.”

Okan hafifçe öne eğildi. “Paylaşmak ister misiniz?”

Adam etrafına bakıp sesini alçalttı.
Konsey beni dinlemeyecek, bari siz bilin. Ben KBC Boşluğu’nun sırrını çözdüm.”

Nalan ile Okan aynı anda durdu, nefesleri bir anlığına kesildi. Bekleme salonunda böyle bir iddia, sıradan bir proje gibi söylenmezdi.

Nalan sessizce sordu
“Nasıl bir sırdan bahsediyorsunuz?”

Adam tablet ekranını kapatıp hafifçe yaklaşarak konuştu
“KBC Boşluğu sandığınız kadar doğal değil. Evrenin geri kalanına göre daha yumuşak bir bölge, tıpkı dalgaların arasındaki sakin bir cepler gibi. Samanyolu bu cebin neredeyse tam merkezine denk geliyor. Bu durum yaşamın erken evrelerde gelişmesi için bir tür doğal siper oluşturuyor olabilir.”

Okan kaşlarını çattı
“Biri tarafından mı oluşturulduğunu düşünüyorsunuz?”

“Belki biri, belki bir şey” dedi adam. “Belki evrenin karanlık bölgelerinde dolaşan daha tehlikeli güçlerden korunmamız için. Belki de bir üst uygarlığın bıraktığı bir güvenli bölge. Kesin olan tek şey şu. Bu boşluk bize zaman kazandırıyor. Büyümemiz, gelişmemiz ve fark edilmememiz için.”

Adamın cümlesi havada asılı kalmıştı. Okan bir şey söyleyecek gibi oldu ama tam o sırada hoparlör yankılandı:
“Sıradaki başvuru sahibi Nalan - Okan ekibi.”

Nalan ve Okan bir anlığına dondu, sonra aynı anda ayağa kalktılar. Sandalyeden kalkarken adam da saygılı bir şekilde geri çekildi. Nalan çantasını toparlarken adam hafifçe gülümsedi:
“Sanırım sıra bizde.”

“Görüşmek üzere” dedi kısık bir sesle. “Unutmayın. Bir gün bu boşluğun sınırına vardığımızda gerçek evrenle ilk kez karşılaşacağız.”

Nalan ve Okan adamdan uzaklaşarak kapıya yöneldi. Kapı açılırken ikisi de onun sözlerinin ağırlığını taşıyordu.

...

Görevlinin yönlendirmesiyle değerlendirme odasına girdiler. Kapının kapanmasıyla birlikte dışarının uğultusu kesildi. Onları karşılayan Konsey proje değerlendirme uzmanının yüzünde merak değil, protokolün soğuk çizgileri vardı.

“Başvurunuzu inceledik” dedi düz bir sesle. “Ne yazık ki laboratuvar tahsisi için yeterli ön bilgi sunmamışsınız. Venüs benzeri ortamlar yüksek maliyetli. Konsey kaynaklarının keyfi projelere ayrılmasına izin veremeyiz.”

Okan’ın yüzü düştü. Nalan nefesini tuttu.
“Keyfi bir proje değil. Sadece ayrıntılar hassas olduğu için açıklayamıyoruz” dedi.

Uzman omuzlarını hafifçe kaldırdı.
“Bunu anlayışla karşılıyorum ama bilim açıklık gerektirir. Başvurunuz bu aşamada uygun bulunmamıştır.”

Cümle odanın içinde soğuk bir metal levha gibi yankılandı. Kapı kapandığında ikisi de bir an konuşamadı. Sonra Okan derin bir iç çekti.
“Beklediğimden kolay reddettiler.”

Nalan gözlerini kapattı, az önce bekleme salonunda duydukları sözler zihninde kıvılcım gibi yanıyordu.
“Babama gidelim. Durumu ona açıklayalım. Başka çaremiz yok.”


12.5. YUSUFA GERÇEĞİ AÇIKLAMA

Konsey binasından ayrıldıklarında hava akşamın soluk ışığıyla doluydu. İkisi de konuşmadan yürüdü çünkü reddediliş yalnızca projelerini değil, içlerinde taşıdıkları o kırılgan umudu da sarsmıştı. Bekleme salonunda karşılaştıkları adamın sözleri yankılanmaya devam ediyor, KBC Boşluğu’na dair o tuhaf iddia bile şu an yaşadıkları hayal kırıklığını hafifletemiyordu.

Okan durup Nalan’a baktı: “Evet, başka seçeneğimiz yok.” dedi.

Nalan başını yavaşça salladı. Yusuf’a gidip gerçeği anlatmak zorundaydılar. Yaklaşan gece onların kararını ağırlaştırıyor, ama aynı zamanda yeni bir kapının aralandığını hissettiriyordu.

Yemekten sonra üçü oturma odasında sessizce yerleştiğinde ortamda hafif bir gerginlik vardı. Yusuf onların yüzlerine tek tek baktı ve daha önce sezdiği o çekingenliği tekrar gördü.

Okan ellerini dizlerine koydu, gözlerini kaçırmadan konuşmaya başladı
“Dün biraz üstü kapalı konuştuk. Aslında senden bir şey gizlemek istemiyorduk. Sadece… emin değildik.”

Nalan başıyla onayladı
“Bir proje için Konsey’le irtibata geçmeye çalışıyoruz. Ama resmî araştırma grubu olmadığımız için görüşme talebimizi geri çevirdiler.”

Yusuf kaşlarını kaldırdı:
“Demek dün bahsettiğiniz keşif robotu, sıradan bir gezi planından fazlasıydı.”

Okan sözlerine daha fazla saklama gereği duymadan başladı:
“Tassili’deki Sefar bölgesinde pigmentli kaya resimlerini inceliyorduk. Fakat bazı çizimler, o dönemin bilinen sanat stiliyle istatistiksel olarak hiç uyumlu değildi. Bu farklılık o kadar belirgindi ki Earth-8000’e verileri yükleyip ayrıntılı bir analiz başlattık.”

Nalan devam etti:
“Yapay zekâ yüzlerce parametrik karşılaştırma yaptı ve ilginç bir sonuç ortaya koydu. Bu resimlerdeki geometrik dizilim, Venüs atmosferindeki kükürtlü ve karbon yoğun kimyasal süreçlerin oluşturduğu otonom yapı büyüme modelleriyle şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyordu. Bunun üzerine Earth-8000 karbon temelli otonom bir yapılaşma modeli üretti.”

Okan ellerini açarak açıkladı:
“Bu modelin doğru olup olmadığını anlayabilmemiz için kontrollü bir ortamda kimyasal büyüme döngülerini gözlemlememiz gerekiyor. Bir çekirdeğin uygun atmosferde genişlemesini, kendini onarmasını ve enerji döngüsünü stabil tutmasını incelemeye çalışıyoruz. Dünya atmosferi bu süreçleri desteklemiyor.”

Nalan başıyla onayladı:
“Deney yapmak için Venüs atmosferi simülasyon odası gerekiyor. Ama bağımsız araştırmacı olduğumuz için Konsey başvuruyu reddetti.”

Yusuf bir süre ikisine baktı
“Anladım. Bu çalışma yüzeyde basit görünmüyor. Ne tür bir çekirdekten bahsediyorsunuz?”

Okan sakin bir tonda yanıtladı
“Karbon nanotüp tabanlı bir çekirdeğin Venüs kimyasında davranışını araştırmak istiyoruz. İlham kaynağı olarak da kadim malzeme teknolojileri üzerine yürüttüğümüz teorik çalışmaları kullanıyoruz. Sefar’daki o uyumsuz çizimlerle başlayan şey tamamen bilimsel bir meraka dönüştü.”

Nalan sözünü tamamladı
“Yani gerçek anlamda bilimsel bir çalışma yapmak istiyoruz. Ama Konsey ‘Bağımsız araştırmacıları tesislere alamayız’ diyerek başvuruyu reddetti.”

Bir süre sessizlik oldu. Yusuf’un bakışları ikisinin arasında gidip geldi. Gizemli bir şey sakladıklarını zaten biliyordu, şimdi parçalar daha da yerli yerine oturmuştu.

Sonunda hafifçe geri yaslandı, ses tonu yumuşadı
“Şimdi mesele anlaşıldı. Siz doğrudan söylemekten çekindiniz ama ortada ciddi bir araştırma isteği var. Konsey’in sizi reddetmesi çok normal… çünkü orası bürokrasiye batmış bir kurum. Ama bu kapı tamamen kapalı anlamına gelmez.”

Odanın içindeki hava değişti. Okan ile Nalan aynı anda ona baktı.

Yusuf gülümsedi
“Çevrem geniştir. Söz sahibi birkaç kişiyi tanıyorum. Siz ‘resmî ekip değilsiniz’ diye geri çevrildiyseniz, o resmî ekibi ben sizin için oluştururum. Böylece talebinizi reddetmeleri için hiçbir gerekçe kalmaz.”

Okan şaşkınlıkla
“Bunu gerçekten yapabilir misin?”

“Yaparım” dedi Yusuf sakin bir güvenle.
“Tam olarak ne bulduğunuzu söylemeseniz de olur. Ben gerekli bağlantıları kurup kapıyı açarım. Geri kalanı sizin işiniz.”

Nalan’ın yüzünde hem rahatlama hem minnettarlık vardı
“Teşekkür ederiz. Bu bizim için çok değerli.”

Yusuf kısa bir sessizlikten sonra ekledi
“Ve çocuklar… dün söylediğim şeyi şimdi tekrarlayayım. Ne bulduysanız, nereye gidiyorsanız, aklınızı açık tutun. Bazı keşifler sizi de değiştirir.”


12.6. YUSUF'UN BAĞLANTILARI

Yusuf ertesi sabah çalışma odasına geçip eski dostlarını aramaya başladı. Sol elini uzattı ve parmağındaki alyansı yüzüne doğru hafifçe çevirdi. Bu, doğrudan zihin bağlantısından önce ortaya çıkmış eski nesil bir iletişim yüzüğüydü. Yusuf başparmağını yüzüğe dokundurduğunda avucunun üzerinde ince bir ışık halesi belirdi. Avucunun ortasında küçük bir üç boyutlu arayüz yükseldi. Ekranı andıran bu saydam katman parmak hareketlerini izleyerek menüler açıyor ve kayıtlı kişilere ait minik holografik pencereler oluşturuyordu.

Yusuf önce derin bir nefes aldı. Dün akşam Nalan ile Okan’ın yüzündeki tedirgin ifadeyi, bir şeyleri saklamaya çalışırken aynı anda yardım bekleyen hâllerini hatırladı. Çocuklara duyduğu güven sesini daha kararlı bir tınıya büründürdü. Avucundaki arayüzde ilk isim belirdi: Dr. Bahara.

Yusuf yüzüğe hafifçe dokundu. Avucunun ortasında mavi ve titrek bir ışıkla Dr. Bahara'nın üç boyutlu görüntüsü belirdi. Görüntü o kadar keskindi ki kadının beyaz, dağınık topuzundaki kıvırcık teller bile seçilebiliyordu.

Bahara klasik, kaotik çalışma odasındaydı. Sesi yüzükten hafif bir yankıyla yayıldı:
“Yusuf?” diye seslendi elinin içindeki kadın.

Yusuf avucundaki minyatür görüntüye doğru konuştu. Yüzüğün mikro kamerası onun yüz ifadesini Bahara'ya aktarıyordu. Yusuf gülümsedi: “Bahara, hâlâ o dilini çıkaran Einstein posteri altında mı çalışıyorsun?”

“Poster eskidi ama ben eskimem,” dedi Bahara. “Aramanın nedeni belli. Gözlerin ‘bir şey istiyorum’ diye bağırıyor.”

Yusuf sandalyesine yaslandı:
“İki genç araştırmacıyı desteklemem gerek. Nalan ve Okan. Venüs atmosferi simülasyon odasına erişim istediler fakat Konsey reddetti.”

Bahara gözlüğünü çıkardı. “Nalan kızın değil mi? Daha üç hafta önce Lotus Kulesi’ndeki düğünde davetliler arasındaydım. Neden peki? Yine mi o ‘Resmî yapı yok’ bahanesi?”

Yusuf’un gülüşü sönüp yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. “Evet, tam kendisi. ‘Resmî yapı yok’ bahanesi yılan hikayesine benziyor. O yüzden seni aradım.”

Bahara'nın minyatür yüzü kaşlarını çattı. “Klasik bürokrasi... Peki bu gençlerin seni bu kadar heyecanlandıran projesi ne?”

Yusuf omuz başlarını hafifçe kaldırdı:
“Projenin temeli sağlam. Karbon temelli otonom çekirdekler üzerine çalışıyorlar. Kendini organize eden yapılar üzerine bir deney. Venüs kimyasında otonom büyüme… İlginç, değil mi?”

Bahara bir süre durdu. Parmakları çenesine giderken gözleri hafifçe kısıldı. Düşünürken posterin yansıması gözlüklerine vuruyor, sanki formüller zihninde akıyordu.

Yusuf elini biraz daha yukarı kaldırdı:
“Teorik biyokimya ile uğraşmıştın. Venüs atmosferinde karbon tabanlı çekirdek modellerini test etmek isteyen bu ekibe danışman olarak adını yazdırırsan Konsey’in yaklaşımı değişir.”

Bahara avucun içindeki üç boyutlu görüntüsünde yavaşça başını salladı:
“Evet, bu biyolojik olmayan yaşam formlarının varlığına dair eski hipotezi güncelleyen ciddi bir pratik deney olabilir. Bu ekibi geri çevirmek saçmalık. Bana projeyi gönder. Akademik danışmanları olurum.”

Kadın derin bir nefes alarak devam etti:
“Yusuf, benim adım hâlâ Konsey'de ağırlık taşır. Onların resmî ekip danışmanı olurum. Benim akademik ciddiyetim projenin ciddiyetini garanti eder.”

Yusuf başını eğerek teşekkür etti: “Mükemmel. Nalan sana ayrıntıları gönderir. Bu gençler senden daha fazla ilham alacak.”

Yusuf yüzüğü hafifçe sıkarak görüşmeyi sonlandırdı. Bahara'nın mavi hologramı avucunda dağılarak kayboldu. Avucunun ortasında tekrar üç boyutlu arayüz yükseldi.

...

İkinci arama için Yusuf yüzüğün menülerini değiştirerek sadece sesli iletişim modunu seçti. Konsey bütçe işlerine yakın olan Tarık’la yaptığı görüşmenin kaydı asla bir yere yansımamalıydı.

Yüzüğüne dokunduğunda menüde beliren yeni görüntünün arkasında, gri bir ofis duvarı ve ışıklarla dolup taşan dev bir veri paneli beliriyordu.

“Yusuf,” dedi Tarık. “Bu sürpriz oldu. Nasılsın? Konsey koridorlarında seni görmeyeli çok oldu.”

Yusuf’un sesi alçak ama emindi. “Beni tanırsın, bürokrasinin döndüğü yerde çok oyalanmam,” dedi. “Kısa konuşacağım. İki araştırmacının başvurusunu Konsey tekrar değerlendirsin istiyorum. Nalan ile Okan’ın başvurusunu nasıl bir kategoriye çevirirsek Konsey bütçesinden geçer? Bürokratik dili nasıl değiştirmeliyiz?”

Tarık başını kaldırdı. “Proje nedir?”

“Venüs’te karbon temelli otonom yapılaşma deneyi. Dr. Bahara akademik danışmanları.”

Tarık’ın dudakları ince bir çizgi oldu. “Bu başvuru olduğu gibi giderse reddedilir. Ama sen bunu teknoloji geliştirme kategorisine çevirirsen işler değişir.”

Tarık devam etti: “Çünkü Venüs simülasyon odası yüksek maliyet demek. ‘Merak’ için bütçe alamazlar. Yusuf, projeyi ‘Gezegenler Arası Yapı Malzemeleri Teknolojisi’ olarak yeniden çerçevele. Bütçeye ‘Kendi Kendini Onaran Otonom Enerji Sistemleri’ potansiyeli olarak sun. Bu, Konsey’in ticari ve askeri uygulama projelerine ayrılan havuzuna hitap eder.”

Yusuf başparmağını oynattı. Elinin yanında çıkan menüden Tarık’ın söylediği kilit terimleri not etti:
“Yani bilimsel keşiften çok uygulanabilir bir teknoloji prototiplemesi olarak mı sunmalıyız?”

Tarık yavaşça başını salladı:
“Aynen öyle dostum. Ve unutma, Bahara’nın adını ‘Baş Danışman’ olarak ekle. Ben de içerideki birkaç eski dosta bu projenin ‘öncelikli’ olduğunu fısıldayacağım. İşin gerisini halletmişsin demektir.”

Yusuf başını eğdi: “Teşekkürler, Tarık. Bürokrasinin kapılarını açıyorsun.”

...

Yusuf artık Dr. Bahara desteğiyle ve “Uygulanabilir Teknoloji” çerçevesiyle güçlendirilmiş yeni bir başvuruya sahipti. Son ve en zorlu adım, Konsey Tahsis Komitesi’nin pragmatik üyesi Dr. Suna’yı bizzat ikna etmekti.

Yusuf başparmağını yüzüğe dokundurdu. Menüden tam hologram moduna ayarladı. Avucunun içinde Konsey logosu yanında Suna’nın üniformalı minyatür resmi belirdiğinde seçerek Suna’yı aradı.
Suna’nın holografik görüntüsü şekillenmeye başladığında odadaki hava sanki soğudu. Suna disiplinli ve protokollere bağlı biriydi.

“Sizi duymak güzel, Yusuf,” dedi Suna. “Aramanı beklemiyordum. Umarım iyisindir.”

“İyiyim. Senin zamanını çok almayacağım.” Yusuf ses tonunu yumuşattı. “Nalan ve Okan’ın talebi hakkında konuşmak istiyorum. Venüs simülasyon odası tahsisi talep etmişlerdi.”

“Yusuf, onların bağımsız başvurusunu inceledik. Ön bilgiler yetersizdi ve maliyeti yüksek bir talep. Konsey’in Nalan ve Okan’ın başvurusunu protokol gereği reddettiğini biliyorsunuz,” dedi Suna. Sesinde hafif bir sabırsızlık vardı.

Yusuf avucundaki Suna’ya doğru biraz yaklaştı. Yüzüğün kamerasına bakarak gözlerinin samimiyetini Suna’ya iletmeye çalışıyordu. “Biliyorum, protokoller, bürokrasiler... Ama dinle. Dr. Bahara, Konsey’in gelmiş geçmiş en parlak teorisyenlerinden, onların ekibine katıldı. Artık ‘bağımsız’ değiller. Yani artık resmi olarak desteklenen, yüksek potansiyelli bir araştırma grubu oldular. Üstelik proje artık yapı teknolojisi ve otonom enerji başlığı altında. Bu yalnızca bilimsel bir merak değil. Ticari potansiyeli olan, yüksek getirili bir teknoloji adayı.”

Suna kısa bir sessizlik yaşadı. Yusuf onun zihninde açmaya çalıştığı kapıların tek tek oynadığını hissedebiliyordu.

Yusuf sesini alçaltıp avucundaki hologramın gözlerinin içine baktı. “Bu sadece Venüs kimyası üzerine bir deney değil. Eğer o karbon çekirdek kendini onarma ve enerji döngüsünü otonom bir şekilde kurarsa... Suna, bu, insanlığın gezegenler arası yapı malzemeleri sorununu çözer. Dış gezegenlerde sıfırdan anında büyüyen koloniler hayal et. Konsey’in bu potansiyel devrimi basit bir ret ile kaçırmasını istemeyiz, değil mi?”

Suna’nın minyatür yüzündeki sert ifade yumuşamaya başladı. Yusuf’un “gezegenler arası yapı malzemeleri” ve “devrim” kelimeleri onun pragmatik zihninde ticari ve stratejik değeri yüksek bir alarmı tetiklemişti.

Suna avucun içinde yavaşça başını salladı. “Anlıyorum. Dr. Bahara’nın katılımı ve yeni çerçeve, Konsey’in ‘Kurumsal Destekli Yüksek Potansiyel Projesi’ klasmanına girmesi için yeterli. Yeni başvuruyu bizzat kontrol edip üst kategoriye aldıracağım. Tahsis Komitesi’ne pazartesi günü için acil bir onay önerisi sunacağım. Yusuf, bu aramanız bekleme süresini kaldırmayı sağladı.”

Yusuf gülümsedi. “Teşekkürler. Gençlerin geleceğini açıyorsunuz. Yakında bu gençlerin Konsey’in en büyük başarısı olduğuna tanık olacağız.”

Yüzüğü hafifçe sıktı. Suna’nın hologramı yeşil bir toz gibi dağılırken Yusuf derin bir nefes aldı.


12.7. ZAFER

Pazartesi akşamı Nalan ve Okan, Yusuf’un çalışma odasında terminal ekranında Konsey’den gelen resmi bir bildirimi okudular. Ekran zaferin sade, soğuk metnini yansıtıyordu:

İNOVASYON VE BİLİM KONSEYİ PROJE ONAY BİLDİRİMİ

  • Proje Adı: Kendi Kendini Monte Eden Karbon Temelli Otonom Yapılar (Venüs Simülasyon Aşaması)
  • Baş Araştırmacılar: Nalan & Okan
  • Baş Danışman: Dr. Bahara (Onaylanmıştır)
  • Tahsis Durumu: Onaylanmıştır. (Yüksek Öncelikli Kategori - Uygulama Potansiyeli).
  • Tesis Tahsisi: Venüs Yüksek Basınçlı Karbon Döngüsü Simülasyon Odası (Bölge 47, Pazartesi günü itibarıyla kullanıma hazırdır.)

Nalan elleriyle ağzını kapattı. “İnanılmaz. Sadece bu kadar kısa zamanda… Baba, sen bir sihirbazsın!”

Okan Yusuf’a baktı. “Bu kadar kısa sürede nasıl başardın? İlk denememizde kapılar sürgülüydü. Bizi buz gibi bir protokol duvarı karşılamıştı.”

Yusuf omuz silkti, parmağındaki yüzüğe dokundu. “Protokoller önemlidir, ama doğru zamanda doğru kapıyı çalmak daha da önemlidir. Artık sadece ‘bağımsız’ değilsiniz. Arkanızda Konsey’in en saygın teorisyenlerinden biri ve ‘Gelecek Nesil Uygulama’ etiketi var. Kapı açıldı.”

Yusuf ikisine de baktı. Yüzünde gururlu bir ifade vardı. “Şimdi içerideki odaya girerken o Sefar çizimlerini ve kadim otonom çekirdeği sadece siz ve ben bileceğiz. Geri kalanı için bu sadece bilim. Hata yapma şansınız yok, çünkü Dr. Bahara’nın adını kullanıyoruz.”

Okan’ın gözleri parladı. “Hazırız. Artık saklanmak yok. Çekirdek büyüyecek…

Nalan gülümsedi. “Bebeğimiz de onunla birlikte...



BÖLÜM 13: LABORATUVARA DALIŞ (M.S. 7990)


13.1. BAHARA İLE RANDEVU

Konsey’in tahsis onayını aldıkları ertesi sabah, günün ilk ışıklarıyla birlikte altın rengi şafak odanın içine süzülürken Yusuf, Nalan ve Okan deney protokollerini planlamaya başladılar. Nalan, odanın ortasında holografik ekranı çalıştırdı.

Dosyanın başındaki ‘Venüs’te karbon temelli otonom yapılaşma deneyi’ ifadesini kaldırdı. Onun yerine Venüs Gezegeni Yapı Malzemeleri Teknolojisi’ kategorisini ekledi. Altına büyük harflerle Kendi Kendini Monte Eden Karbon Temelli Otonom Yapılar yazısı parladı; ardından kendi isimlerini baş araştırmacı olarak ekledi. Parmaklarının ucundan yayılan ışık çizgileri, deneyin ilk aşamasını dantel gibi örmeye başlamıştı.

Sayfanın satırları dolarken sıra baş danışman Dr. Bahara’nın adını eklemeye geldiğinde Okan derin bir nefes aldı; sesi sabahın sessizliğini yumuşakça böldü: “Bahara’nın adını kullanıyoruz. Ona teşekkür etmeden işe bile başlayamayız.”

Yusuf hafifçe başını salladı. “Evet, o artık akademik danışmanınız. Sizin de doğrudan tanışmanız daha doğru olur. Ayrıca nezaket önemlidir.”

Nalan ile Okan birbirlerine baktılar. Yusuf’un sözleri içlerinde yeni bir sorumluluk duygusunu ateşlemişti. Artık oyunun küçük oyuncuları değillerdi. Bu proje büyüyordu ve onları da büyütüyordu.

Okan, evin yapay zekâsına seslendi: “Dr. Bahara’yı ara!”

Holografik ekranda iletişim menüsü açılarak Dr. Bahara’nın ismi belirdi. Birkaç saniye sonra odanın ortasında, Dr. Bahara’nın yorgun ama zeki gözlerinin hologramı titredi.

“Merhaba Doktor Bahara, ben Okan,” diye kendini tanıttı; sesi resmî ve saygılıydı. “Nalan ve ben, projenin baş danışmanı olmayı kabul ederek Venüs simülasyon aşamasının Konsey tarafından onaylanmasını sağladığınız için size şahsen teşekkür etmek ve projemizin ilk kurulum ayrıntılarını yüz yüze paylaşmak istiyoruz. Buluşmak için uygun bir zaman belirlemek ister misiniz?”

Bahara, avucunda titreşen Okan’ın holografik yansımasına gülümsedi.
“Merhaba Okan, teşekkür ederim. Projenizin bu aşamaya gelmesi beni de mutlu etti. Bu projeye katkı sağlamak benim için de heyecan verici. Venüs simülasyonunun ayrıntılarını birlikte gözden geçirmek için elbette buluşalım.”

Bahara’nın gözü avucunun içindeki Nalan ve Yusuf’un minyatür görüntüsüne kaydı. Başıyla selam vererek devam etti: “Teknik ayrıntıları o soğuk Bölge 47’nin yakınında konuşmayı tercih etmem. Şehrin en sessiz köşelerinden birini biliyorum.”

Bahara parmağını hareket ettirerek avucunun içine bir koordinat kümesi yansıttı: “Lotus Kulesi. Nilüfer Cafe. Yarın öğleden sonra saat dört. Bilim, iyi ışık ve iyi kahve ister.”


13.2. BAHARA İLE TOPLANTI

Ertesi gün, Nalan ve Okan, şehrin göğe uzanan zarif yapılarından Lotus Kulesi’ndeki Nilüfer Cafe’ye ulaştılar. Kule, sabah ışığını dev bir prizma gibi kırıyor, gökyüzüne yükselen her katmanında farklı bir renge bürünüyordu. Cam kubbeli kafe, adını hak edercesine, bir nilüfer çiçeğinin taç yaprağı gibi açılıyor; şeffaf yüzeyleri suyun üzerinde dalgalanan yaprakları andırıyor, misafirlere şehrin ve ufkun büyüleyici bir panoramasını sunuyordu.

Kafenin içindeki masalar, nilüfer desenli ışık panelleriyle çevrelenmişti. Her masa, suyun yüzeyinde açan bir çiçeğin holografik yansımasıyla parlıyor, kahve fincanlarının buharı nilüfer yapraklarının üstünde yükselen sis gibi havada asılı kalıyordu. Kahve kokusu, suyun akışını andıran ışık desenleriyle birleşerek duvarlarda dans ediyordu.

Dr. Bahara, pencerenin hemen önündeki masada onları bekliyordu. Görünüşü enerjik ve düşünceliydi; gözlerinde hem bilginin ağırlığı hem de suyun yüzeyindeki ışık kırılmalarının hafifliği vardı. Arkasında ise lagünün kalbinden salınan nilüfer yaprakları suretindeki yapılarla Bardawil Lotus Şehri uzanıyordu; şehrin ufku, suyun ve ışığın ortak dansına dönüşmüştü.

“Hoş geldiniz,” dedi Bahara. “Sizi nihayet yüz yüze görmek güzel. Yusuf eski dostum ama sizinle tanışmak ayrı bir mutluluk.”

Nalan hafifçe başını eğdi. “Bizim için de öyle, Dr. Bahara. Projeye kattığınız destek olmasa bu noktaya gelemezdik.”

Okan elini uzatarak selam verdi.
“Ben Okan, bu da Nalan. Burada olmak bizim için onur.”

Bahara fincanından tüten buharı işaret ederek gülümsedi:
“Lütfen, oturun. Bu insanlığın kadim bir zevki: kahve. Önce biraz sohbet edelim, sonra projeye geçeriz.”

Nalan sandalyesine yerleşirken fincandaki buharı izledi.
“Doktor Bahara, düğünümüze katıldığınız için tekrar teşekkür ederiz,” dedi.

Okan, masaya otururken, Bahara başını eğerek gülümsedi.
“Bir ay geçti ama düğününüz hâlâ gözlerimin önünde. Hayatın en özel anlarında olduğu gibi, bilimsel yolculuğunuzda da bu şehir başlangıç noktası oldu. Bu çerçeve, güçlü bir temel sunuyor.”

Masanın ortasında bir nilüfer goncası yükseldi; ışıkla örülmüş bir çiçek gibi ağır ağır açıldı. Yapraklarının üzerinde iki kahve fincanı belirdi, tam Okan ve Nalan’ın oturduğu yöne doğru yönelmişti. Yapraklar usulca uzanarak fincanları onlara sundu. Kahveler alındığında çiçek kapanıp masanın kalbine çekildi; geriye yalnızca buharın ve ışığın dansı kaldı.

Bahara’nın sözleri Okan’a cesaret verdi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra çantasından veri tabletini çıkararak masanın üzerine koydu.
“Bu temel üzerine kurduğumuz projemizi sizinle paylaşmak isteriz,” dedi.

Nalan fincanı iki eliyle tutup hafifçe öne eğildiğinde, kenarında duran ince ‘kafeinsiz’ yazısı gözüne takıldı. İçindeki yeni hayatı hatırlatan bu sessiz işareti fark edince, buharın arkasından heyecanla gülümsedi.
“Bu proje bizim için yalnızca bir bilimsel girişim değil, aynı zamanda hayatımızın yeni bir dönemi. Düğünden sonra attığımız ilk adım bu oldu.”

Bahara fincanını masaya bıraktı, gözleri dikkatle ikisinin arasında dolaştı:
“Güzel. Benim için önemli olan, hipotezinizin arkasındaki vizyonu görmek.”

Okan tableti etkinleştirdiğinde, cihazın yüzeyinden üç boyutlu bir holografik arayüz projeksiyonu masanın ortasında yükseldi. Görüntü, izleyicinin bakış açısına bağlı olarak değişmeyen sabit bir izotropik yansıma teknolojisiyle üretilmişti; bu nedenle her yönden aynı görsel bütünlük korunuyordu. Üçü de aynı anda projenin ilk sayfasını gördü.

“Dr. Bahara, projemizin temel işleyişini, Konsey’in jargonundan arındırılmış bir dille açıklamak istiyoruz. Hipotezimiz, Venüs’ün kimyasal döngüsünün karbon temelli otonom yapılaşmayı desteklemesi üzerine kurulu.”

Nalan, gözlerini Bahara'ya çevirdi. "Temel olarak, çekirdeğin Venüs atmosferinde hayatta kalmasını ve kendini büyütmesini sağlayacak döngüleri simüle ediyoruz."

Nalan, masanın üzerinde yükselen anahtar döngülerini ışık çizgileriyle işaretleyerek tek tek açıklarken holografik yansıma Venüs'ün bulut katmanları içindeki kimyasal reaksiyonları canlandırdı:

Karbon Dioksit Adsorpsiyonu (CO2 adsorpsiyonu): "Yapı, atmosferdeki yoğun CO2'i yakalayıp bünyesine katmalı. "

Sülfürik Asit İndirgenmesi (H2SO4 indirgenmesi): "Enerji ve su kaynağı için kükürtlü asidi indirgeyecek. Bu, Venüs'teki en büyük meydan okuma."

Ters Boudouard Reaksiyonu (Reverse Boudouard reaksiyonu): "Bu, karbon monoksiti (CO) tekrar CO2 ve karbona çevirerek iskelet yapısına eklemeyi amaçlayan kritik adım."

Fischer–Tropsch benzeri Polimerizasyon: "Demir-nikel katalizör kullanarak, basit karbon bileşiklerini, polimerize edip nanotüplere dönüştüreceğiz."

Geometrik Kendi Kopyalama: "Büyüme sadece uzama değil, iskeletin kendini kopyalama ve onarma yeteneği."

Hidrojen Üretimi ve Kaldırma Kuvveti: "Yan ürün olarak hidrojen üreterek, yapının Venüs'ün daha hafif katmanlarına yükselmesini sağlamayı amaçlıyoruz. Bu, aynı zamanda bir enerji deposu."

Sonsuz Ekspansiyon: "Teoride, bu döngü, kaynaklar tükenene kadar devam edebilir."

Bahara, ellerini çenesine dayamış, gözleri tabletten yükselen ışığın parlaklığına ve Nalan'ın anlatımındaki akıcılığa kilitlenmişti.

Bahara, başını salladı. "Bu döngüler, teorik olarak kusursuz. Ancak, bir araya gelmeleri için gereken katalitik verimlilik, benim bildiğim kadarıyla Dünya temelli materyallerin sınırlarını zorluyor. Şimdi, bana o çekirdeğin detaylarını gösterin."

Okan, tablet ekranını bir kez daha değiştirdi ve Otodoktor analizlerinin ham verilerini açtı:

"Tespit edilen yapı, çok ince karbon telleri ve grafen tabakalarından oluşan, silindirin iç yüzeyine gömülü, kendi kendini onaran bir ağ gibi davranan bir iskelet içeriyor. Nesnenin ağırlığı düşüktür ve içeride zayıf bir kimyasal hareketlilik devam etmektedir.

“Yapıda, demir, nikel ve molibden içeren çok küçük katalizör kümeleri mevcut. Ayrıca, katalitik polimer ağları ve metal-merkezli oto-düzenleyici moleküler yapılar tespit edildi.”

Enerji kaynağı olarak çok az miktarda sülfürik asit ve karbonil sülfit izleri bulunuyor. Bu yapı, karbondioksit kullanarak kendi kendini uzatabilir ve çoğaltabilir. Ortamda oksijen fazla olduğunda kendi kendini koruyan ek bir mekanizma devreye giriyor. Dünya atmosferinde büyüme hızı, gerekli kimyasal döngüler kısıtlı olduğu için çok düşüktür."

Bahara’nın gözleri, özellikle “katalitik polimer ağları,” “kendi kendini onaran ağ” ve “oksijen fazla olduğunda devreye giren koruma mekanizması” ifadelerinde takılı kaldı. Bahara, uzun bir sessizlikten sonra kahve fincanını masaya koydu.

"Bu... şaşırtıcı. Bir karbon nanotüp çekirdeğinin bu kadar karmaşık bir oto-katalitik sisteme sahip olması, neredeyse biyolojik bir zekayı taklit ediyor," dedi Bahara, sesi fısıltı gibiydi. Ardından, en önemli sorusunu sordu, ancak bunu doğrudan nereden geldiğini sorarak yapmadı.

“Bay Okan, Bayan Nalan,” diye devam etti Bahara. “Bu kendini düzenleyen katalitik mimariyi laboratuvarınızda hangi sentez yöntemiyle ürettiniz? Bu yapı, çağdaş nanoteknolojinin henüz ulaşamadığı bir kontrol ve bütünlük seviyesinde.”

Nalan ve Okan, birbirlerine baktılar. Yusuf'un uyarısı akıllarındaydı: Sefar çizimlerini kapının dışında bırakın.

Okan, yüzünde hafif bir gerginlikle cevap verdi. "Dr. Bahara, Sentez protokolleri, şu an Konsey onayının ötesinde, patent bekleme sürecindedir. Şimdilik sadece, yapının mevcut verimliliğine odaklanıyoruz."

Bahara hafifçe başını yana eğdi. Bu, cevabın yeterli olmadığını ama daha fazlasını zorlamayacağını gösteren o tanıdık bilim insanı ifadesiydi.

Bahara gülümsedi. "Anlıyorum. Patent süreçleri, bilimin tadını kaçırır. Ancak, şunu bilmenizi isterim. Eğer bu yapı, kendi kendini koruyan ve kopyalayan bir sistemse, bu, sizin sadece bir yapı malzemesi değil, Evren'deki en verimli, insanüstü bir teknoloji prototipini bulduğunuz anlamına gelir. Ve bunun sadece Venüs atmosferine ihtiyacı olması..."

Bahara, parmaklarını masada ritmikçe vurdu. "Bu, bir teknolojik tohumdur."

Bahara ayağa kalktı. Gözleri, Bardawil Lotus Şehri'nin yükselen siluetine kaydı.
"Bu tohumun açabileceği kapı, Konsey'in tahayyülünün çok ötesinde."

Bahara, gitmek üzereyken onlara yaklaştı:
"Bu, benim için de yeni bir araştırma dönemi başlatıyor. Sizin için tahsis edilen yer: Bölge 47, Venüs Yüksek Basınçlı Karbon Döngüsü Simülasyon Odası. Orası karmaşık bir tesis. Resmi açılışınız Pazartesi. Ben de Pazartesi sabahı saat 09:00'da Bölge 47'de olacağım. İlk deney protokollerini birlikte gözden geçireceğiz. Konsey'in kaynaklarını en verimli şekilde kullanmalıyız."

Masanın üzerinde, Bahara'nın dokunuşuyla tabletin ekranında, Sefar çizimlerindeki o kadim, geometrik şekiller bir an için belirip kayboldu. Bahara, masanın üzerindeki tabletin üzerini kapattı:

"Unutmayın. Bu sırrı koruyacağız. Sonuçları bana... her zaman önce bildirin."

Nalan ve Okan, Bahara'nın ayrılışını izledi. Kozmik arkeoloji başlamıştı.


13.3. GİZEMLİ İŞARETLER

Dr. Bahara uzaklaşırken Nilüfer Cafe’nin penceresinden içeri sızan şehrin panoraması sanki daha da derinleşti. Nalan ile Okan masada yan yana oturmuş, Bahara’nın adımlarını izlemeyi sürdürüyordu. Kadın kalabalığın arasında kaybolduğunda ikisi de aynı anda nefes verdi.

Okan: “Fark ettin mi? Biz daha tek kelime etmeden çekirdeğin laboratuvar ürünü olmadığını anlamış gibiydi.”

Nalan: “Sadece anlamak değil. Bakışları çok daha fazlasını söylüyordu. Sanki nereden geldiğini tahmin ediyor ama açıkça söylemek istemiyor.”

Nalan fincanını masadan aldı, buhar gözlerinin önünde ince bir perde gibi yükseldi. Kahveden son yudumunu aldıktan sonra fincanı yavaşça masaya bıraktı.

Nalan: “Katalitik yapıdan bahsedince bir an duraksadı ya… O bakış… O bilimsel bir şaşkınlık değildi. Daha çok tanıdık bir şeye rastlamış birinin bakışı gibiydi.”

Okan: “Evet. Ben de onu düşündüm. Bir şey biliyor ama henüz söylemiyor. Ve şu söylediği… Bu bir teknolojik tohumdur.

Okan parmaklarını masanın kenarında gezdirdi. Nilüfer desenli ışıkların yansıması elinin üzerinde kırılıyordu.

Okan: “Bunun ne anlama geldiğini fark ettin mi? Tohum… Bir yerde büyümek için tasarlanmış bir şey. Biz sadece yanlış gezegende bulmuş olabiliriz.”

Nalan düşüncesine dalıp gülümsedi.

Nalan: “Bir de şu var. Bizim kaçamak cevabı hemen anladı. Patent dememize bile gerek yoktu. Ama hiç baskı yapmadı. Hatta üstünü örttü. ‘Bu sırrı koruyacağız’ dedi. Bu… biraz tuhaf değil mi?”

Okan: “Tuhaf. Çünkü bir danışman, böyle bir durumda normalde daha fazla bilgi ister. O ise geri çekildi. Sanki… zaten daha fazlasını bildiği için fazla kurcalamaya gerek görmedi.”

Nalan ayağa kalktı, Okan'ın getirdiği tableti aldı.
"Pazartesi günü çok sıkı bir gün olacak. Ama sanırım Bahara’nın yanımızda olması kötü bir şey değil. Sadece… dikkatli olacağız."

Okan kalkıp Nalan'ın elini tuttu. "Dikkatli olacağız. Ve Yusuf’a her şeyi anlatacağız."

İkisi birlikte Lotus Kulesi’nin çıkışına doğru yürüdü. Cam duvarlara vurup içeri kırılan ışıklar, adımlarının etrafında su gibi dalgalanıyordu. Arkalarında kalan masada, boş kahve fincanları kapanan bir nilüfer çiçeğinin yaprakları arasında kayboldu.


13.4. HAZIRLIK VE YOLCULUK

Gözlerini kapattılar, ama zihnin içinde aynı cümle dönüp duruyordu: Uyumam lazım… uyumam lazım… Gecenin sessizliğinde en ufak tıkırtılar bile bir anlam taşıyormuş gibi kulaklarında yankılanıyor, her dakika bir ömür gibi uzuyordu.

Sabah olduğunda Okan gözlerini ovuşturdu; alnındaki çizgiler daha da derinleşmişti. Nalan ise yastığın kenarında hâlâ dönüp duruyor, battaniyeyi sıkıca kavrıyordu. İkisinin de gözleri kızarmış, uykusuzluğun izleriyle dolmuştu.

Gökyüzü ağır menekşe renginden turuncu bir çizgiye dönerken Okan konuştu, sesi yorgun ve çatallıydı: “Kaç kere döndün farkında mısın?”

Nalan gözlerini tavana kilitledi. “Saymadım… ama laboratuvardaki testi düşündüm bütün gece.”

Okan gözlerini kısarak derin bir nefes aldı. “Benim de aklım,” dedi dalgın bir tonla, “bagajda duran gri kumaşa sarılı silindirde takılı kaldı.”

Bir süre tavandaki gün ışığının kayışını izlediler. Okan yatağın kenarına oturup derin bir nefes aldı. “Hadi kalkalım. Bölge 47 bizi bekliyor.”

...

Evin içinden ulaşılan asansöre binip kavisli, yelpaze biçimli çatıya çıktıklarında hafif bir esinti yüzlerine dokundu. Pembe biyolüminesans ormanlardan savrulan çiçek yaprakları havada dans ediyor, Nalan’ın rüzgârda dalgalanan saçlarına takılıyordu. Bardawil’in kıyılarında yüzen mor damarlı nilüferleri seyrederek çatıdaki uçan araç garajına doğru ilerlediler.

Yerdeki kapak ağır bir sesle açıldı; uçan araç, platform üzerinde kayarak yukarı doğru yükseldi. Aracın yapay zekâsı Burak, onların varlığını algıladı. Kapılar ve bagaj kendiliğinden açıldı. Nalan içine bakmak için eğilirken elini bagaj kapağına koyduğunda yüzeyden yayılan serinliği hissetti.

Gri, mat kumaşa sarılı silindir sessizce bekliyordu. Okan iki eliyle onu kavradı.
“Hâlâ uyuyor…” diye fısıldadı.

“Evet, otuz iki bin yıldır… Ama bugün uyanması iyi olur,” dedi Nalan.

Okan silindiri göğsüne bastırdı, sesi ağır bir kararlılıkla titredi:
“Biliyorum… yoksa bize güvenen herkes hayal kırıklığına uğrar.”

...

Lotus Kulesi’ne ulaştıklarında asansöre bindiler.
“En alt kat,” dedi Nalan.

Asansörün yankılanan sesi duyuldu: “Eksi Dokuz · Dalış Hangarı.”

Kapı otomatik olarak açıldı.

Asansörden inip uzun koridorda ilerlemeye başladılar.

Okan bir an duraksadı, adımları ağırlaştı.
“Burası bana o günü hatırlattı…” diye mırıldandı.

Nalan kaşlarını kaldırdı: “Hangi günü?”

“Lotus Uzay Şehri’nde… yanlış drone’un peşine takıldığımız günü. Hatırlıyor musun? Bir an gerçekten kaybolduğumuzu sanmıştım. O şeffaf kapının ardında hangi Afrika şehrine ineceğimizi bilmiyorduk.”

Nalan gülümsedi:
“Evet, ama o zaman şanslıydık. Şimdi yanlış bir drone bizi Bölge 1’den Bölge 99’a kadar her yere sürükleyebilir.”

Okan derin bir nefes aldı, gözleri siyah kapıya kilitlendi:
“İşte bu yüzden içimde bir huzursuzluk var. Belki de yine yanlış drone’un peşindeyiz.”

Sonunda siyah, pürüzsüz bir kapı belirdi. Üzerinde sade bir yazı vardı: KAT -9 · DALIŞ HANGARI


13.5. DALIŞ HANGARI

Pazartesi sabahı saat 08:30'du. Kapı, ses çıkarmadan V şeklinde ayrılıp iki yana ve yukarı kaydı. İçeride hava biraz daha serin, biraz daha nemliydi; gölün kokusu ince bir tuzluluk olarak burna değiyordu. Hangar, Lotus Kulesi’nin tam altında, suyun içinde yüzen dev bir nilüfer yaprağının gövdesine gizlenmişti. Zeminin çoğu şeffaftı; altında Bardawil’in sakin suyu, sabah ışığını maviye boyayarak yukarı gönderiyordu.

Kapı tamamen açıldığında, hangarın içine onlarla birlikte gelen drondan bir ses yükseldi:
“Günaydın Nalan, günaydın Okan. Dalış sırasında size rehberlik edeceğim. Korkacak bir şey yok.”

Bu cihazın adı Endovatör. Sizi güvenle gölün derinliklerine indirecek.”

Nalan: “Endositoz mu dedi? Hücreler yabancı maddeleri böyle yutar. Yani bizi hücre gibi içine alıp taşıyacak bir şey mi bu?”

Okan: “Evet o biyoloji dersindeki garip isme benziyor. Endositoz ile elevatörün birleşimi… Böyle bir isim ancak bilim insanlarının hayal gücünden çıkabilirdi.”

Dron: “Birazdan platformun ortasında duracaksınız. Ayaklarınızın altında ince bir halka mavi yanacak. O halka yanınca hiç kıpırdamayın.”

Okan: “Umarım güvenlidir.”

Dron: “İkinci adımda, çevrenizde adaptif hidrojellik kapsül oluşacak. Küre biçimindeki kapsül tamamen kapandığında görüşünüz %99,9 açık kalacak; sanki ince bir camın arkasındaymışsınız gibi, ama cam yok.”

Nalan derin bir nefes aldı; kapsülün nasıl hissettireceğini merak ediyordu. 

Dron: “Üçüncü adım: Hangarın altındaki dört ana kilit açılacak ve Bardawil’in suyu usulca içeri dolacak. Kılavuz raylar sizi nazikçe aşağı indirecek. İniş hızı: 70 saniyede 67 metre.”

“Derinlikte ışık azalacak. 30 metreden sonra kapsülün iç yüzeyi kendi ışığını yayacak; renkler bozulmayacak, gölün gerçek tonlarını göreceksiniz. Balıklar size dokunamayacak ama çok yakından izleyecekler; merak ediyorlar.”

Nalan hafif bir gülümsemeyle fısıldadı. “Balıkları izleyeceğiz… Bu güzel bir yolculuk olacak.”

Dron: “En altta, göl tabanının hemen altında iris kapısı sizi bekliyor. Kapsül tam ortaya oturacak. Iris kapanır kapanmaz su 11 saniyede boşaltılacak; osmotik pompalar ve vakum hatları sayesinde tek bir damla bile kalmayacak.”

Nalan üşüdüğünü hissetti; bunun heyecandan mı yoksa endişeden mi olduğuna karar veremeden dron son maddeyi açıkladı:

“Son olarak, kapsül tepeden aşağı doğru akacak. 3 saniye içinde tamamen çözülecek ve ayaklarınız kuru zemine basacak. Orası artık Bölge 47.”

Ses bir an sustu, ardından yumuşak bir tonla ekledi: “Hazırsanız… platform sizi bekliyor.”

...

Nalan kaşlarını çatıp kapıya baktı:
“Dalış hangarı… Demek ki Bölge 47’ye ulaşmak için suyun altına inmemiz gerekiyor.”

Okan bir an sessiz kaldı, sonra alçak sesle konuştu:
“Yani buraya kadar yürüdük, ama asıl yol aşağıda… suyun içinde.”

Derin bir nefes aldı, gözleri kapıya kilitlendi:
“Evet… ama başka çaremiz yok.”

Okan silindiri göğsüne hafifçe bastırdı. İkisi birlikte sessizce platformun ortasına doğru yürüdü.

Nalan ve Okan el ele dairenin tam ortasındaki yuvarlak platforma adım attılar.

Nalan sessizce iç çekti. “Hadi,” dedi, “bitsin bu bekleyiş.”

Platformun kenarındaki ince halka mavimsi bir ışıkla parladı. Sistem onları tanıdı; başka hiçbir şey sormadı.

Endovatör: “Adaptif kapsül oluşuyor,” dedi yumuşak, neredeyse fısıltı gibi bir kadın sesi.

Ayaklarının etrafında zeminden elektro-plazmatik membran yükseldi; nanojel matrisiyle örülmüş elektroaktif polimer lifleri sabun köpüğü gibi titreyerek yoğunlaştı ve ikisinin etrafında şeffaf bir balona dönüştü. Balon o kadar berraktı ki, sanki hiç yokmuş gibiydi. Yalnızca çok yakından bakıldığında havada hafif bir titreşim, suyun içindeki bir damla gibi ince bir dalgalanma fark ediliyordu.

Okan silindiri daha sıkı tuttu.
“Rahat ol, bu gerçekten endositoz gibi. Hücre zarının içeriye aldığı bir damlacık gibiyiz. dedi.

Nalan’a; sesi kapsülün içinde yumuşacık yankılandı.
“Otoduştaki sistemin benzeri. Fakat bu kez su dışarıda kalacak. Bedenimize değmeyecek.”

Platformun altındaki kilitler açıldı. Bir an sessizlik çöktü; ardından gölün suyu ağır ağır içeri dolmaya başladı. Kapsül, suyun içinde hafifçe yukarı yükselmek ister gibi oldu, fakat raylar onu nazikçe aşağıya çekti.

Dışarıda balıklar merakla yaklaşmıştı. Aralarından bir caretta caretta, ağır hareketlerle yüzgeçlerini sallayarak kapsüle doğru süzüldü. Burnunu şeffaf yüzeye dokundurunca içeride kısa bir sessizlik oldu.

Okan, içgüdüsel bir merakla parmağını kapsüle uzattı. Parmağı yüzeye değdiği anda balıklar bir anda irkilip geri çekildi; suyun içinde küçük bir dalgalanma oluştu.

Okan istemsizce gülümsedi ve alçak bir sesle söyledi:

“En azından bizi ısırmaya çalışmıyorlar.”

Balon aşağı indikçe ışık azaldı. Mavi koyulaştı, laciverte döndü. Derinlik sessizdi; kulaklarında yalnızca kendi kalp atışları vardı.

Altmış metre aşağıda, göl tabanının altında karanlıkta dev bir iris açıldı. Kapsül tam ortaya yerleşti. Iris kapandı, suyun uğultusu kesildi. Birkaç saniye içinde oda boşaldı; su, duvarlardaki görünmez membranlardan çekilip göle geri yollandı. Dalış bitmişti.

Kapsülün üstünde küçük bir çıtırtı duyuldu. Şeffaf zar tepeden başlayarak çatlayıp açıldı, ayaklarının dibine toplandı; sonra sıvı gibi zemine çekilip akıp kayboldu.

Ayakları yeniden kuru ve sert bir zemine bastı. Nalan derin bir nefes aldı. Tuz kokusu gitmiş, yerine temiz, hafif ozon kokan laboratuvar havası gelmişti.

Önlerinde uzun, loş bir koridor uzanıyordu. Duvarlardaki soğuk beyaz ışıklar tek tek, ağır bir ritimle yanmaya başladı. Her yeni ışık, karanlığı biraz daha geri çekiyor, ama aynı zamanda gölgeleri daha keskin hale getiriyordu. Sanki koridor, onları adım adım içine çağırıyor, bekliyordu.

Nalan, nefesini tutarak ilerledi; kalbinin atışını kendi kulaklarında duyabiliyordu. Okan ise gözlerini yanıp sönen ışıklara dikmişti; her bir lambanın açılışı ona gizli bir törenin parçasıymış gibi geliyordu. Koridorun sessizliği, ışıkların sırayla yanışındaki yankıyla birleşince, atmosfer neredeyse kutsal bir gizem kazanıyordu.

Okan silindiri bir bebek gibi tutup ağzını usulca yaklaştırdı: “Uyanma vakti,” diye fısıldadı.

Kol kola koridorun sonuna yürüdüler. Kapı zaten aralıktı.



BÖLÜM 14: VENÜS ATMOSFER SİMÜLASYONU (M.S. 7990)

14.1. Bölge 47: Venüs Atmosfer Simülasyonu

İçerisi yuvarlak ve dev bir laboratuvardı. Zemin soğuktu. Tavan metal damarlarla doluydu ve pompaların çıkardığı uğultu içeri titreşim olarak yayılıyordu. Boru hatları, sensör kabloları ve kriyojenik dağıtım hatları tavanı bir ağ gibi kaplıyordu. Hava, neredeyse nefesi kesen bir serinlikle doluydu.

Odanın tam ortasında duran yapı tüm dikkatlerini üzerine çekiyordu. Üç katmanlı titanyum kabuğa sahip, dev bir silindirik reaktördü. Venüs atmosferi burada yeniden yaratılıyordu. Yüzeyinde lazer spektroskopi noktaları, basınç kabloları ve kimyasal enjeksiyon portları nabız gibi yanıp sönüyordu.

Nalan konsola yaklaşıp ekranı inceledi. İçerideki kimyasal dansın değerleri ekrana yağmur gibi düşüyordu. Sülfürik asit buharı yükü, CO2 yoğunluğu, yansıyan spektrumlar. Bir an bile sabit durmayan veriler. Titanyum reaktörün içindeki atmosfer, Dünya’nın en zorlu çölleriyle kıyaslanamayacak kadar vahşiydi..

Okan, metal zeminin soğuğunu ayak tabanlarında hissederek yerini değiştirdi. Pompa uğultusu dakikalar boyunca hiç kesilmedi, titreşimler sanki zamanın akışını ölçüyordu. Nihayet kapıdan ritmik ayak sesleri yükseldiğinde, ikisi de aynı anda başlarını kaldırdı.

Saat tam 09:00 da Dr. Bahara içeri girdi. Yüzünde ciddi bir netlik vardı. Boynundaki sembol ise üzerindeki modern önlükle çelişen kadim bir anlam taşıyordu. Yanında protokol odaklı bir Konsey teknisyeni yürüyordu.

Bahara selam verdi. Sesi metalik boşlukta keskin bir yankı halinde duyuldu. Hazırlık aşamalarını hızlıca taradı. “Her şey protokole uygun.”

Nalan başını kaldırdı. “Bu simülasyon odasını neden bu kadar derine kurmuşlar? Yüzeyde çok daha kolay olurdu.”

Bahara hafifçe başını sola eğdi. “Venüs yüzey koşulları Dünya’nın doksan katı basınca sahip. Bu güç, yüzeye yakın bir laboratuvarı paramparça edebilirdi. Yer altı doğal bir kalkan sağlar. Titreşim azalır. Isı transferi daha kontrollü olur. Güvenlik artar. Gizlilik de cabası.”

Okan gözlerini tavanın karanlık bölgelerine çevirdi. “Yani bu derinliğin amacı sadece teknik güvenlik değil.”

Bahara kısa bir nefes verdi. “Aynı zamanda politik güvenlik. Burası Konsey’in en az konuşulan bölgelerinden biridir.”

Bu sırada teknisyen parmaklarını havada yumuşak bir kıvrımla açtı. Elinin içi bir anda ışıkla doldu; tırnaklarının arasından yükselen çizgiler, avucunun ortasında üç boyutlu bir hologramı ördü. Renkli liste, açan bir çiçek gibi yükseldi. Parmaklarını bir orkestra şefi edasıyla hareket ettirdi; değerler maviye döndüğünde hologram hafifçe titreşti. Elini aşağı doğru indirince görüntü kapandı ve berrak bir ses yankılandı:
“Size bir saatlik izole çalışma zamanı tanımlandı. Bu süre içinde giriş çıkış yok. Başlama saati 09:30.”

Teknisyen uzaklaştıktan sonra Bahara sesini alçalttı. “Resmi olarak buraya bir prototip test edeceksiniz. Patent bekleyen bir katalizör çekirdeği. Konsey’in bilmesi gereken özet bu.”

Okan, gri kumaşa sarılı silindiri çıkardı. Silindirin yüzeyi içerden tuhaf hafif bir kızıllıkla parlıyordu. Nalan, son kez kontrol etmek istercesine, saydam kuvars yüzeyin üzerinden parmağını gezdirdi.

"Tamam," dedi Okan. "Silindirin uyanması için kuvars kabuğunu açmamız gerektiğini düşünüyorum?"

Bahara silindire baktı. Gözlerinde, önceki gece Nilüfer Cafe’de parlayan gizli bir heyecan kıvılcımı yeniden belirdi.
“Hayır. Açmıyoruz, Bay Okan,” dedi Bahara, sesi ciddiydi. “Bu bir konserve kutusu değil. Sizin analizleriniz, içerideki oto-katalitik polimer ağlarının bugünün teknolojisiyle açıklanamayacak bir termal ve kimyasal stabiliteye sahip olduğunu gösteriyor.”

Bahara, çizdiği modele odaklandı. Sesini alçalttı.

"Bu yapı, bizim anlamadığımız bir teknolojiyle, farklı bir gezegende uyanmak üzere tasarlanmış. Eğer kuvars kılıfı fiziksel olarak açmaya kalkarsak, bu geri dönüşü olmayan bir eylemdir."

Bahara'nın bakışları, reaktöre döndü.

"Açmak demek, yapıyı yalıtımından mahrum bırakmak ve içerideki hassas sistemi şoklamak demektir. Eğer bu bir 'Tohum' ise, yanlış bir müdahaleyle onu kalıcı olarak yok edebiliriz ya da daha kötüsü, kontrolsüz bir reaksiyon başlatabiliriz."

Nalan derin bir nefes aldı. Üşüme artık heyecanla karışmıştı.

Nalan'ın sesi Bahara'nın analizini destekliyordu: "Doktor Bahara haklı. Tıpkı bir tohum gibi. Büyümesi için tohumun dış kabuğunu kırmamalısınız. Kabuk kırılırsa, içerideki hassas embriyo uyanmayı reddeder. Bu kuvars kılıf da, o embriyo için koruyucudur."

Dr. Bahara, Nalan'ın sözlerini onayladı. Gözleri, titanyum reaktörün ekranında görüntülenen gazların değerlerine kaydı.

"Aynen öyle," dedi Bahara, sesi alçak ama emindi.

Okan, elindeki kuvars kapsüle son kez baktı. Silindirdeki tuhaf kızıllık, sanki dışarıdaki kaosu içine çekmeye hazır, derin bir nefes alıyordu.

“O halde,” dedi Okan, elindeki silindiri Nalan’a uzatırken, kararlı bir sesle, “silindiri reaktöre yerleştiriyoruz.”

"Yerleştirme modülünü aktifleştiriyorum" dedi Bahara.

Reaktörün sol tarafında duvara gömülü duran kapsül yükleme haznesi sessizce açıldı. Silindiri haznenin önündeki siyah tepsiye bıraktığında, kendi ellerinin boşluğa düşmüş gibi hafiflediğini fark etti.

Bahara gülümsedi. "Sadece bırakman yeterli. Geri kalanını kendisi yapıyor."

Nalan silindiri iki eliyle tutarken kalbinin ritmi hızlandı. Silindiri haznenin önündeki siyah tepsinin üzerine bıraktı.

Bahara başıyla onayladı. "Hazırlanın. içeri giriyor."

Gümüş halkalar hızlandı, sesi odanın metal yüzeylerinden yankılandı. Silindir reaktörün üzerinde açılan yuvarlak açıklığa doğru ilerledi. Silindir reaktörün kalbine doğru inerken odada hafif bir titreşim yükseldi. İçerideki kameralar görüntüyü yakınlaştırdı.

Bahara ince bir nefes verdi. "Yerleşim tamamlanmak üzere."

Silindir reaktör haznesine tam oturduğu anda tüm ekranlarda bir dizi rakam hızlıca akmaya başladı. Basınç değişiklikleri, gaz yoğunluğu, iyonizasyon eğrileri birbirini kovaladı. Reaktörün içinden, derin ve tok bir ses yükseldi.

Bahara gözlerini ekrandan ayırmadan konuştu. "Silindir reaktörle temas kurdu. Kuvars kabuğun geçirgenliği yükseliyor. Büyüme başlamak için uygun koşulları bekliyor."

Nalan hafifçe fısıldadı. "Bunu bekliyorduk."

Okan ise ekrana bakarken yutkundu. "Ve artık geri dönüş yok."


14.2. Deney Başlıyor

Reaktörün içindeki hava kilidi kapanınca laboratuvarda anlık bir sessizlik oldu. Kalın titanyum duvarlar uğultuyu boğdu. Konsol ekranlarında kırmızı çizgiler titreşti. Nalan sol elini kontrol paneline götürdü ve ilk kimyasal çevrimi başlattı.

Okan reaktörün içindeki görüntüleme sistemini üç boyutlu tarama moduna aldı. Kuvars silindir merkezde hareketsiz duruyordu. Isı yüklemesi henüz düşük seviyedeydi.

Birkaç dakika içinde ekranın köşesinde ilk mesaj belirdi.

“Başlangıç koşulları stabilize edildi. CO₂ yoğunluğu yüzde doksan iki.”

1. CO₂ adsorpsiyonu

Saat 10.05 idi.

Nalan ince bir nefes aldı. “Başladı. Grafen yüzeyleri karbon dioksiti yakalıyor.”

Reaktörün içindeki görüntüde hafif bir parıltı belirdi. Bu parıltı kuvars silindirin yüzeyindeki grafen nanotabakalarının CO₂ moleküllerini tutmasıyla oluşan statik bir ışıltıydı. Neredeyse bir nefes gibi içe çekiyordu.

Bahara konsolun uzağında durdu. Gözleri reaktörden ayrılmadı. “Adsorpsiyon hızı normal görünüyor.”

Okan ekrana eğildi. “Moleküler yoğunluk beş dakikada yüzde iki arttı. Bu iyi bir işaret. Eğer bu hız...

Okan sözünü bitirmeden kapı açıldı. Saat 10.30’du. İçeri protokol odaklı bir teknisyen girdi; doğrudan konsola yöneldi. Varışı, odadaki sıcak konuşmaları bir anlığına dağıttı.

2. Sülfürik asit redüksiyonu ile elektron temini

Saat 11.20.

Konsolun üzerinde yeşil bir çizgi yükseldi.

Teknisyen “H₂SO₄ redüksiyon döngüsü aktif.”  dedi kısa ve keskin bir tonla.

Kimyasal sensörlerde ani bir potansiyel farkı kaydedildi. Reaktörün iç yüzeyinde mikro ölçekte oksidasyon parlaklıkları belirdi. Sülfürik asit buharı elektron kaybetmeye başlamıştı. Enerji açığa çıkıyordu.

Nalan hafifçe fısıldadı. “Elektron akışı başladı. H₂SO₄ parçalanıyor.”

Okan verileri takip etti. “Elektron temini stabil. Fischer Tropsch katalizörleri gereken enerji seviyesine yaklaşıyor.”

Reaktörün içindeki sıcaklık 48 dereceye sabitlenmişti. Yine de sensörlerden yükselen düşük frekanslı titreşimler silindirin yüzeyinde bir şeylerin hareket etmeye başladığını söylüyordu.

3. Karbonmonoksit oluşumu (reverse Boudouard)

Saat 13.40.

Kimyasal panel kırmızı bir uyarı verdi.

“CO tespit edildi.”

Bahara başını kaldırıp Okan’a baktı. “İşte bu. Reverse Boudouard reaksiyonu çalışıyor.”

Okan hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “CO₂ karbonla çarpıştı ve CO açığa çıktı. Süreç kendini beslemeye başladı.”

Reaktörün içindeki görüntüde kuvars silindirin çevresinde gri bir sis oluştu. Bu sis karbonmonoksit oluşumunun erken bir imzasıydı. Sanki görünmez bir nefes yüzeye çarpıp dağılıyordu.

4. Fischer Tropsch benzeri polimerizasyon

Saat 16.55 olmuştu. Pompa uğultusu saatlerdir aynı ritimde sürüyor, artık kulaklarında bir yorgunluk şarkısı gibi çınlıyordu.

Görüntü sistemi hafif bir çıtırtı sesi çıkardı. Nalan hemen ses kaydını açtı. Bu ses, yeni oluşan karbon zincirlerinin kuvars silindirin yüzeyinde büyümeye başladığını haber veriyordu.

Ekranda mikroskobik düzeyde doğrusal lifler belirmeye başladı.

Okan gözlerini kısıp baktı. “Nanotüpler filizleniyor.”

Bahara sessizce ekledi. “Demir nikel küme katalizörleri aktif. CO polimerleşmeye başladı. Zincir uzunluğu artıyor.”

Nalan parmaklarıyla havadaki üç boyutlu modeli döndürdü. İnce karbon fiberlerin silindirin yüzeyinden dışarı doğru uzadığını gördüler. Şimdilik uzunlukları milimetreden bile küçüktü.

Laboratuvarın soğuk havasında, reaktörün içindeki sıcak döngü bir kalp atışı gibi düzenli ilerliyordu.

5. Oksijen atımı

Saat 19.10 olduğunda uzun süredir aynı konsola eğilmekten Nalan'ın omuzları sızlıyordu.

Kimyasal sensörler hafif bir oksijen artışı tespit etti ve ekran sarı renge döndü.

Nalan hemen paneldeki alt menüyü açtı. “Oksijen yükseliyor. CNT’ler zehirlenebilir.”

Tam o anda silindirin içinden zayıf bir kimyasal sinyal daha geldi.

Okan gözlerini büyüttü. “Oto-katalitik kontrol modülü devreye girdi. Oksijen tamponlanıyor.”

Sensör alarmı yavaşça söndü. Ortam tekrar stabilize oldu.

Bahara derin bir nefes aldı. “Sistem kendini koruyor. Bu iyi.”

6. Kendini kopyalama süreci

Saat 22.30 da ekran ışıkları gözlerini yakıyor, her yeni veri satırı zihnini biraz daha bulanıklaştırıyordu.

Görüntü ekranındaki gri sis belirginleşti. Lifler büyüyordu. Nalan kütle ölçer verilerine baktı.
“Yüzeydeki fiberler üç milimetreye ulaştı.”

Saat 02.15’te göz kapakları ağırlaşıyor, ekrandaki rakamlar artık bulanık bir yağmur gibi akıyordu.

Teknisyen: “Kütlede yüzde yedi artış kaydedildi.” Avucunun içinde parlayan yeşil ışıklara bakarak devam etti: “Değerler Konsey’e aktarılıyor.”

Saat 10.00 olduğunda deney 24 saati geride bırakmıştı. Okan sandalyesine yaslandı, göz kapakları ağırlaşarak bir an kapandı. Ansızın irkilip gözlerini açtı; ekrana odaklandı. “Artış yüzde on bir oldu,” dedi, sesi hem yorgun hem de heyecanlıydı.

Silindirin etrafındaki lifler artık birbirine dolanıyor, dokular halinde genişliyordu. Sanki nefes alıp veren bir varlık yavaşça genişliyordu.

Bahara sanki ilk kez bir şeyin farkına varmış gibi konuştu. “Bu hızla giderse kırk sekiz saatte hacmini iki katına çıkarır.”

Okan monitörü gösterdi. “Replikasyon oranı yüzde sıfır nokta kırk iki saat başına.”

Nalan sessizce ekledi. “Teorik sınır ise bir nokta üç.”

Bahara başını salladı. “Demek ki doğru atmosfer sağlandığında büyümenin üst sınırı yok.”

Reaktörün içindeki fiber dokusu titrek bir ışıkla parıldadı. İnce karbon tellerinin oluşturduğu örgü tam anlamıyla yaşayan bir yapı gibi görünüyordu.

Ve o anda konsolun üstünde tek bir satır yanıp söndü:

Replikasyon oranı: 0,42 yüzde saat
Tahmini üst sınır: atmosferik hammadde var oldukça sınırsız

Laboratuvarda kimse konuşmadı. Sessizlik, büyüyen maddeyi izleyen üç kişinin üzerinde bir ağırlık gibi durdu.

Bahara en sonunda fısıldadı. “İşte bu yüzden Konsey bu projeden korkuyor.”


14.3. Kontrol Edilebilirlik Testi

Reaktörün içinde büyüyen karbon formu kendi iç ışığıyla titreyen soluk bir parıltı yayıyordu. Gözlem kabininin camında ince bir buğu vardı.

Teknisyenin avucunun içindeki hologramdan mavi ışık yansıdı. Adımlarını hızlandırarak konsola yaklaştı. Kısa ve keskin bir sesle talimat verdi.
Teknisyen: “Kontrol edilebilirlik testi başlasın.”

Okan kontrol paneline eğildi. Görüntülenen değeri düşürmek için parmağını havaya kaldırdı.
Okan: “Karbondioksit seviyesini yüzde beş düşürüyorum. Bakalım büyüme hızı nasıl tepki verecek.”

Nalan hızla başını kaldırdı. Gözlerinde tereddütle karışık bir korku vardı.
Nalan: “Bir dakika Okan. Bunu yapmadan önce düşünelim. Belki zarar görür. Bu yapı ilk kez kendini bu kadar açık şekilde kopyalıyor. Ya tekrar uykuya geçerse… bir daha uyanmazsa?”

Sesinde, sanki milyonlarca yıllık bir döngüye yanlışlıkla dokunuyorlarmış gibi bir tedirginlik vardı.

Okan tereddüt etti, eli panelin üzerinde havada kaldı.
“Ama kontrol protokolünü test etmek zorundayız. Konsey bunu özellikle istedi,” dedi.

Nalan hafifçe nefes aldı, gözleri reaktördeki parıldayan örgüye kaydı.
“Ben de biliyorum. Ama bunu anlamadan azaltırsak bütün proje durabilir. Belki de bu yapı bizim düşündüğümüzden daha… hassas.”

Tam o anda Bahara sessizce araya girdi. Sesi sakin ve güven veren bir tonla yankılandı.
“Nalan haklı. Ama Okan da haklı.” Konsola yaklaştı.
“Bu bir organizma değil ama bir işleyişi var. Tepkisini bilmek zorundayız. Yoksa Venüs’te kontrolsüz büyüme yaşanabilir.” dedi.

Okan parmağını tekrar konsola uzattı.
“Önce limitleri daraltalım. Yüzde beş çok olabilir. Yüzde birle başlayalım.”

Nalan kısa bir süre düşündü, sonra başını salladı.
“Evet. Yüzde bir güvenli olabilir.”

Bahara kontrol sekmesini açtı.
“Tamam. Değişkeni yüzde bir düşürüyorum. Yavaş ve kademeli. Böylece eğer tepkisi negatif olursa geri döndürebiliriz.”

Havalandırmanın uğultusu hafifçe değişti. İçerideki ritim önce titredi, sonra yavaşladı.

Karbon liflerin iç ışığı soldu ama tamamen sönmedi.

Nalan ekranı dikkatle izledi.
“Tamam… tamam. Nefesini tutar gibi… ama yaşıyor.”

Okan: “İşte bu. Şimdi yüzde ikiyi deneyebiliriz. Böylece güvenli kontrol aralığını çıkarabiliriz.”

Bahara: “Ve Konsey’e gerçek bir güvenlik protokolü sunabiliriz. Kontrol edilebildiğini kanıtlamak istiyorsak bu test şart.”

Sonraki değerler tek tek indi; her düşüşte parıltı biraz daha soluklaştı, iplikler biraz daha ağırlaştı.

Okan konsola eğildi. “Karbondioksit seviyesini yüzde altı düşürüyorum. Bakalım büyüme hızı nasıl tepki verecek.”

Reaktörün içindeki canlı görünümlü karbon örgü yavaşça stabil hale geldi. Havalandırma kanallarından duyulan hafif uğultu yoğunluğunu azalttı. İçerideki reaksiyonun ritmi önce dalgalandı sonra tamamen durdu.  Sessizlik odanın içinde geniş bir güven duygusu gibi yayıldı.

Nalan: “Duruyor. Bak gerçekten duruyor. Sanki nefesini tutmuş gibi.”

Bahara hafifçe gülümsedi. “İşte böyle. Bu işi birlikte yapıyoruz.”

Karbon örgüdeki mikroskobik iplikler hareketsizleşti. İç ışıltı soluklaştı.

Nalan: “Bu iyi haber. Demek ki büyüme aşaması baskılanabiliyor.”

Okan: “Demek ki aşırı yayılma riskine karşı durdurucu bir protokol yazabiliriz. Bu proje gerçekten uçan şehir seviyesine taşınabilir.”

Reaktörün içindeki yapı neredeyse uyuyan bir canlıyı andırıyordu.

Okan: “Karbon iskelet bu kadar kolay kontrol ediliyorsa Venüs atmosferine uyarlanması da mümkün olabilir. Orada zaten karbondioksit bol. Kendi kendine büyüyen bir altyapı oluşturabilir.”

Bahara: “Bizim asıl sınavımız basınç farkı. Venüs alt atmosferindeki basınç bu çekirdeğin rezonansını bozmazsa uçan şehir modülleri gerçek olur.”

Nalan konsola veri işaretlerini kaydetti. Okan sesli notlar aldı. Teknisyen avucunun içindeki hologramı kapattı.


14.4. İkinci Değerlendirme Ekibinin Gelişi

Odanın içindeki uğultu azalmıştı. Karbon formu artık neredeyse tamamen hareketsizdi. Sanki derin bir uykunun eşiğinde asılı kalmış gibiydi.

Tam o anda koridorun metal zemininde yankılanan ayak sesleri duyuldu. Düzenli, senkronize, disiplinli.

Kapının paneli yana kaydı.

İçeri beyaz önlüklü dört kişi girdi. Üzerlerinde İnovasyon ve Bilim Konseyi’nin damgası vardı. Yürüyüşleri bile protokol kokuyordu.

Önde duran kadın sert bir sesle konuştu.

Denetçi: “Reaktör-3 kontrol odası. Birinci ekip, çalışmayı burada sonlandırıyorsunuz. Biz Konsey tarafından gönderilen ikinci değerlendirme ekibiyiz.”

Okan bir an şaşkınlıkla döndü.
“Şimdiden mi? Daha rapor paketini bile kapatmadık.”

Denetçi tabletini kaldırdı.
“Protokol 7-B. Her kritik eşiğin ardından bağımsız doğrulama zorunludur. Lütfen alanı boşaltın.”

Nalan ileri bir adım attı. Sesinde endişe ve itiraz iç içeydi.
“Bir dakika. Yapı hassas durumda. Yanlış bir ayar yaparsanız belki de bir daha hiç uyanmaz.”

Arka taraftaki erkek denetçi soğukkanlı bir tonla cevap verdi.
“Risk biliniyor. Bu yüzden ikinci ekip var. Ölçümlerin aletler arası tutarlılığını, sensör kalibrasyonlarını ve veri bütünlüğünü kontrol edeceğiz. Gerekiyorsa testleri baştan uygularız.”

Nalan’ın yüzü gerildi.
“Başka biri dokunursa zarar görebilir. Biz onun ritmini biliyoruz. Henüz… yeni doğmuş gibi davranıyor.”

Bahara elini Nalan’ın koluna koydu.
“Sakin ol.” sesi yumuşaktı ama kararlı. “Ne olursa olsun protokol böyle. Bizi buraya getiren de bizi buradan çıkaran da aynı kurallar.”

Denetçi başıyla onayladı.
“Yirmi dört saat sonra geri dönebilirsiniz. Bu süre içinde reaktör tamamen bizim kontrolümüzde olacak.”

Okan istemsizce reaktöre baktı. İçerideki soluk parıltı hala nefes alıyormuş gibi titriyordu.
“Sadece dikkatli olun.” dedi. “Tepkileri öngörülebilir ama narin.”

Denetçi kısa bir bakış attı.
“Tam da bu yüzden buradayız.”

Bahara konsola birkaç kilitleme komutu girdi. Veri kayıtlarını paketledi.
“Tamam.” dedi. “Çıkıyoruz.”

Nalan bir an daha kaldı. Reaktör camına yaklaşarak içerideki hareketsiz liflere baktı. Fısıltıya yakın bir sesle konuştu.

“Dayan. Biz döneceğiz.”

Sonunda kapıya yöneldi. Ekip çıktı, kapı kapandı ve kilit mekanizması devreye girdi. İçeride kalan ikinci ekibin siluetleri ekran camlarından belli belirsiz görünüyordu.

Koridorda yürürlerken Okan derin bir nefes aldı.
“Başardığımız şeyi başkalarının eline bırakmak her zaman böyle zor olacak mı?”

Bahara: “Bilim böyle. Tek bir çift göz asla yeterli değil.”

Okan ellerini yumruk yaptı.
“Umarım yanlış bir şey yapmazlar. Bu sadece bir proje değil. Sanki… biri.”

Koridorun sonundaki ışık kümeleri arasında kaybolurlarken reaktör odasının içinde ikinci ekip çalışmaya çoktan başlamıştı.

Onların ne yapacağı bilinmiyordu.

Ve ne olacağı da.

...

Laboratuvardan çıktıklarında üzerlerinde saatlerce süren veri akışının ağırlığı vardı. Yeraltı koridorlarının serinliği adımlarını yavaşlatıyordu. Nalan ve Okan, Teknisyen’in eşliğinde Doktor Bahara’yla birlikte yüzeye çıkan Endovatör’e yöneldiler.

Dışarıda hafif bir rüzgâr esiyordu; sessizlik neredeyse rahatlatıcıydı. İkisi de yorgunluklarını daha derinden hissetmeye başladı. Eve vardıklarında önce bir şeyler atıştırdılar, duşlarını alıp yatağa uzandılar. Soğuk laboratuvarın uğultusu zihninde hâlâ titreşiyor, göz kapakları ağırlaşıyordu.



BÖLÜM 15: ÇATLAMA (M.S. 7990)

15.1. ÇIĞLIK

Okan dronunu kaskına sabitledi. Kısa bir duraksamanın ardından kendini karanlığa bıraktı. Toz zerrecikleri arasında düşerken giysisinin iticileri hafif bir uğultuyla devreye girdi ve inişini yavaşlattı. Mağaraya adım attığında damlaların düzenli ritmi taş duvarlarda yankılanıyor, onu giderek daha derin bir sessizliğin içine çekiyordu.

Nalan'ın kaskı içinde kısa bir cızırtı duyuldu.
“Ben mağara girişindeyim. İçeri giriyorum.”

Nalan yanıtladı.
“Seni mikrodronla takip ediyorum.”

Okan: “Çatlağa doğru ilerliyorum. Sesimi alıyor musun?”

Nalan’ın dronu arkasında mavi bir ateş böceği gibi ışıldayarak ilerliyordu.
“Sesin net. Görüntü de geliyor. Bağlantı hâlâ açık.”

Bir süre sessizlik oldu. Ardından Okan’ın sesi gergin bir tonla geri döndü.
“Ulaştım. Dur. Sakın buraya…”

Cümle yarıda koptu. Aniden yükselen parazit sesi kulaklığı doldurdu. Görüntü dondu ve ekran karardı.

Nalan’ın sesi titredi.
“Okan, dronum kapandı. Seni göremiyorum.”

Kaskını  sol eliyle tokatladı.
“Okan, sesin kesildi. Ne görüyorsan aktar.”

Cevap gelmedi.

Dayanamadı. Uçan aracın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Yerin içine doğru karanlık bir kuyu gibi uzanan girişe yaklaştı. Tereddüt etmeden kendini içeri bıraktı.

“Okan! Okan iyi misin?”

Yalnızca kendi sesi mağaranın ağzında çarpıp geri döndü.

Mağaranın içi kuru ve keskin bir soğuk taşıyordu. Duvarlar nemli değil, tozla kaplıydı ve ışığı her seferinde farklı bir yöne doğru yutuyordu. İlerledikçe tavan alçaldı, koridor daraldı. Zaman ağırlaşmış gibiydi.

“Okan!” diye haykırdı. Yankı geri dönmedi.

Sonunda daha önce giremedikleri çatlağa ulaştı. Bir zamanlar avuç içi kadar olan aralık şimdi gövdesini alacak kadar genişlemişti.

Derin bir nefes aldı. Çatlağa adım atarken kıyafetinin kayalara sürtünmesi kuru bir hışırtı çıkardı. O an, hışırtının içinde; ensesinde nefes alan biri adını fısıldıyordu sanki.

Diğer tarafa geçtiği anda karnının altını delen ani bir acı hissetti; dizleri titredi. Elini göbeğine götürdüğünde şişkinliği fark etti, derisi gerilmişti, nefesi kesildi.
“Hayır! Daha çok erken.”

Kusursuz küp şeklinde bir odanın içindeydi. Duvarlar yumuşak bir ışıkla dalgalanıyor, her yüzeyde atom ve yörünge çizimlerine benzeyen işaretler parıldıyordu. Bir duvarda tanıdığı bir şekil vardı: silindirin yuvasına benzeyen bir oyuk. Fakat oyuk boştu.

Oyuğun içinde ışık ince bir nabız gibi etrafına yayılıyordu.

Sancı artınca yere çöktü. Karnındaki artan baskı, içeriden dışarı fırlamak isteyen bir varlığın çırpınışına dönüşmüştü. Terli avuçlarıyla karnını kavradığında derisinin altında kaynayan bir sıcaklık hissetti; boğazına metalik bir tat doldu, nefesi kesildi.

Bir anda bedeninden bacakları arasına bir ağırlık kaydı. Boşalan karnına dokundu. Kaskını çıkardığında keşif elbisesi üzerinden kaydı.

Ayaklarının dibinden avuçlarının arasına aldığı ıslak ve yapışkan cismi görünce kanı çekildi.

Bebek değil, silindirdi!

Sıcak, hafifçe titreşiyor ve eline yapışan bir nem yayıyordu.

Nalan onu kollarına alıp göğsüne bastırarak ayağa kalktı. Oyuğun bulunduğu duvara yöneldi. Nabız gibi atan ışık sanki nefes alıyordu. Silindiri ittiği anda yuva onu çekip içine aldı; ardından titreşerek parladı.

Bir anda yer değiştirdi. Artık mağaranın içinde değildi.

Etrafını turuncu bir sis, çarpan sıcak rüzgar ve ezici bir basınç doldurdu. Ufuk çizgisi titreşen bir kızıllıkla akıyordu. Venüs yüzeyi üzerindeydi ve korumasızdı.

Gökyüzünde yoğun bulutlar yayılıyor, yüzey boyunca binlerce silindir kumların üzerine dağılmış halde parlıyordu.

Basınç tenini mengene gibi eziyor, sıcaklık derisine yakıcı milyonlarca iğne saplıyordu. Derisi kabarmaya, gözleri kaynamaya başladı. Derisinin altındaki yağlar sıvıya dönüşmüş, ayak bileklerine doğru akarak kumlara yapışıyordu. Nalan acıyla çığlık attı, dizleri çözüldü.

Ve o anda gözlerini açtı.

...

Nalan keskin bir çığlıkla uyandı. Göğsü hızla inip kalkıyor, boğazı yanıyordu. Oda karanlık ve hareketsizdi fakat ona öyle gelmiyordu. Sanki rüyadaki sıcaklık ve basınç hâlâ yorganın altında gizlenmişti. Yatağın çarşafları tamamen terle ıslanmıştı. Elini istemsizce karnına götürünce parmakları hafifçe titredi. Kasılmanın bıraktığı o hafıza, boşlukla karışık ağırlık hissi, sanki bedenine kazınmıştı.

Yanındaki Okan uykudan savrularak, yatağın içinde sıçradı, gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
“Nalan. Ne oldu? İyi misin?”

Nalan birkaç saniye konuşamadı. Gözleri karanlığa alışırken odanın geometrisi bile rüyadan taşmış gibi görünüyordu. Tavanın köşeleri normalden daha keskin, gölgeler ise küp odanın duvarlarını andırıyordu.

Evin yapay zekâsı, neredeyse fısıltıya yakın yumuşak bir sesle konuştu:
“Gece saat 02:57. Kabus alarmı. Kortikal fırtına tespit edildi. Kalp ritmi 157. Rüyalarınız kaydedildi. Tıbbi Arşiv’e şifreli yükledim. İsterseniz hemen oynatabilirim.”

Sözler odanın içinde yankılanırken Nalan’ın dudakları titredi. Gözleri boşluğa kilitlenmişti, nefesi kesik kesikti. Sonunda kelimeler, parçalanmış bir zincir gibi ağzından döküldü:
“Ben… içimden bir şey çıktı. Bebeği değil. Bir silindir doğurdum, Okan.”

Sesi hem fısıltıydı hem de taş gibi ağırdı.

Okan’ın yüzünde gerçek bir korku belirdi. Eli titreyerek karnına uzandı, ama dokunmaya cesaret edemedi.
“Sadece bir rüyaydı. Nefes al. Bebeğimiz burada. Güvende.”

Nalan ona bakmadı. Gözleri hâlâ odanın bir köşesinde titreyen hayali bir ışığı takip ediyor gibiydi. O rüyanın nabız atan aydınlığı kısa süreliğine gerçek dünyanın duvarında çakıp sönmüştü.

Birden yatağın kenarından doğruldu ve ayakları soğuk zemine çarptı.
“Kontrol etmeliyiz” dedi.

Okan şaşırsa da onu durdurmadı. Nalan karanlık koridordan geçip banyonun yanındaki tıbbi tarayıcı terminaline yöneldi. Parmakları panelin üzerindeki ışıkları açarken hâlâ titriyordu. Rüyadaki odacığın şekli, tarayıcı kabininin steril çerçevesiyle üst üste biniyor, beyninde iki görüntü bir anlığına çakışıyordu.

Sanki tarayıcıya adım atarsa o oyuk tekrar ışıyacakmış gibi bir his içindeydi.


15.2. KALP ATIŞI

Okan hızlı adımlarla otodoktor odasına geçti. Nalan’ın diagnostic platforma uzanmasına yardımcı oldu. Komut paneline dokunurken parmakları titredi.

Otodoktorun nötr ama güven veren sesi duyuldu:
“Vital tarama başlatıldı. Nalan ve fetüsün durumu değerlendiriliyor.”

Panelden yükselen yumuşak mavi ışık, Nalan’ın karnını nazikçe taramaya başladı. Işık halkalarının çevresel hareketi, onun rüyalarında gördüğü duvar çizimlerini ürkütücü biçimde andırıyordu.

Sessizlik ağırdı. Bekleyiş, hissettiği o sıkışmışlık duygusunu geri çağırıyordu. Okan elini uzatıp Nalan’ın avucunu kavradı. Nalan, avucunda yayılan o sıcaklığı hissedince bir anlığına tarama odasının soğuk ışıkları silindi, sadece Okan’ın varlığı kaldı.

Ekranda bulanık bir silüet yavaşça netleşti. Küçük embriyonun kalbi ritmik atışlarla hareket ediyordu. Ardından otodoktordan tanıdık ama yepyeni bir ses yükseldi.

Dıp dup. Dıp dup. Dıp dup.

Nalan’ın gözleri doldu. Rüyasında duyduğu metalik titreşimin tersine bu ses sıcacıktı. Organik, hafif titreşimli ve tartışmasız gerçek.

Okan derin bir nefes aldı. Tam o sırada otodoktorun mekanik sesi yeniden belirdi.
“Her şey normal. Fetal kalp atışı başlamış. Bayan Nalan, stres seviyeniz maksimum. Lütfen dinlenin. Nefes egzersizi ve gevşeme teknikleri önerilir.”

Nalan başını eğdi. Sesi kısık ama sakindi.
“Dinleneceğim.”

Okan ona sarılmak için eğildiği anda koridordan hafif ayak sesleri geldi. Yatak odasının kapısı aralandı. Nalan’ın annesi Naima başını içeri uzattı. Terminalin solgun ışığı yüzüne vuruyor, endişesini daha da belirginleştiriyordu. Bir adım sonra babası Yusuf göründü.

Naima fısıltıyla konuştu.
“Okan, ne oldu? Otodoktor uyarısını duyduk. Bir sorun mu var?”

Yusuf’un bakışı Nalan’ın solgun yüzü ile ekrandaki titreşen grafik arasında gidip geliyordu.

Nalan titreyen bir nefesle cevap verdi.
“İyiyiz. Gerçekten iyiyiz. Ama… bakın.”

Okan otodoktorun panelini onlara çevirince havada üç boyutlu bir hologram belirdi: embriyo. Henüz ışığın içinde asılı duran bir gölgeydi; pirinç tanesi kadar küçücük ama kalbi, evrenin en eski davulu gibi düzenli aralıklarla çarpıyordu.

Dıp dup. Dıp dup. Dıp dup.

Terminalden yayılan o sıcak ses, gecenin üçünde uyanmanın getirdiği tüm tedirginliği anında eritti.

Naima’nın gözleri doldu. Avuçlarını ağzına kapadı ve hafifçe titredi.
“Bu… bu çok güzel.”

Yusuf ekrana doğru eğildi. Kalp sesinin ritmini sanki yakından hissetmek ister gibi başını yana çevirdi.
“Gerçek,” dedi boğuk bir sesle. “Kızım… bu gerçekten oluyor.”

Naima diz çöktü. Bir elini Nalan’ın soğuk avucuna, diğerini kızının karnına koydu.
“Çok güçlü atıyor,” dedi fısıltıyla. “Yaşıyor. Burada.”

Nalan annesinin dokunuşunu hissettiğinde içindeki gerginlik çözüldü. Rüyanın gölgesi sanki o anda silinmişti.

Tam o sırada duvarın içinden tiz bir bildirim sesi yükseldi. Evin iletişim terminali acil durum ışıklarıyla yanıp sönmeye başlamıştı.

Gece sessizliği yeniden gerildi. Bir şey oluyordu. Bu şey iyi değildi.


15.3. Laboratuvardan Gelen Şok

Evin ortasında beliren hologramda kırmızı renkte mesaj soğuk ve resmi bir dille yanıp sönüyordu.

Konsey Bölge 47.
Acil Güvenlik Önceliği.

Nalan ve Okan birbirine baktı. Bu kod gece yarısı hiçbir zaman gelmezdi. Böyle bir şey yalnızca beklenmeyen, kontrol dışı bir durum olduğunda gönderilirdi.

Okan elini holograma uzattığında çağrı açıldı. Görüntüde ikinci vardiyadaki teknisyen vardı. Yüzü kireç gibi beyazdı. Arkadaki laboratuvar ışıkları titriyordu. Sanki rüyanın küp odasındaki nabız benzeri parıltıyı taklit ediyor gibiydi.

“Ne oluyor?” diye sordu Okan.

Teknisyen yutkundu.
“Dr. Okan, lütfen hemen Bölge 47’ye gelin.”

“Sorun ne? Kontrol altına alın.”

Teknisyenin bakışı sabitlenmişti. Kameranın açısı biraz kaydı ve arkasında belirsiz bir çatlak ışığı görünüp kayboldu. Nalan bunu görünce içi buz kesti. O ışık tıpkı rüyadaki oyuktan yayılan titreşimli parıltıya benziyordu.

Teknisyen güçlükle konuştu.
“Silindir çatladı.”

Nalan’ın nefesi durdu.
“Ne?” dedi. Sesi soğuktu.

“Hemen geliyorum” dedi Okan.

...

Okan çıkmak için hazırlanırken Nalan bir süre sessiz kaldı. Sonunda derin bir nefes aldı ve neredeyse fısıldar gibi konuştu.

“Ben de seninle geleceğim. Orada bulunmak istiyorum.”

Okan kapının yanında durmuştu, elleri iki yana düşmüş, yüzü endişeyle gölgelenmişti.
“Hayır Nalan, dinlenmelisin. Otodoktorun uyarısını duydun. Bu durum bebeğe zarar verebilir. ”

Nalan bir an gözlerini kapadı. Yüzündeki ifade kısa süreli bir savaşın izlerini taşıyordu. Gitmek istiyor ama aynı anda içindeki yük onu yerinde tutuyordu. Gözlerini açtığında bakışlarında masum bir teslimiyet vardı.
“Tamam. Burada kalırım. Ama orada neler olduğunu bilmem lazım.”

Nalan ev sisteminin köşedeki mavi ışığına baktı. O ışık sanki onun kararını onaylayan bir göz gibi parlıyordu.
“Doğrudan zihinsel bağlantı kurabiliriz. Benim implantım var. Senin duyularına erişebilirim. Gördüklerini görürüm, duyduklarını duyarım. Sanki yanındaymışım gibi.”

Okan şaşkınlıkla ona döndü.
“Nalan, bunu yapamazsın. Çünkü bende Doğrudan Zihinsel Bağlantı implantı yok. Sadece Neuroverse implantım var. Sen nasıl bağlanacaksın bana?”

Tam o sırada evdekilerin konuşmalarını dinleyip gerekli yerlerde öneriler sunmaya ayarlanmış evin yapay zekası yumuşak sesiyle araya girdi.
“Eşleşmiş nöro-implant entegrasyonu mümkündür. Okan için kısa süreli bir modül uygulanabilir. Risk sıfır. Sadece bir dakika sürer.”

Nalan gözlerini kapadı.
"Hatırlıyorum. İlk tanıştığımızda protestoda elektrogitarla çaldığın şarkının sözleri şöyleydi:

Bedenim doğanın bir parçası, 
Zihnim hep özgür kalmalı.
Şarkılarla, bakışlarla konuşuruz,
Rüzgârla, dalgalarla buluşuruz.

Okan gülümseyerek devam etti.

"Kalbimle bağ kurarım,
Sesi kulaklarımla duyarım.
Kokularla, renklerle anlaşırız,
Sevgiyle, barışla, şarkılarla yaşarız.

Nalan yavaşça ona yaklaştı. Gözleri endişe ve kararlılıkla parlıyordu.
“Beni dışarıda bırakırsan daha fazla stres yaşayacağım. Orada neler olduğunu görmek zorundayım. Yoksa içim içimi yiyecek.”

Bir süre sessizlik çöktü. Okan başını eğdi, parmaklarını Nalan'ın saçlarında gezdirdi. İçinde yıllardır taşıdığı direniş, doğallık isteği, implantlara karşı öfke… Hepsi bir an için sessizleşti. Nalan’ın gözlerindeki masum teslimiyet, bebeğin kırılgan varlığı ve otodoktorun nötr sesi birleşti. Okan’ın direnci yavaşça kırıldı. Sonunda ellerini yanına bıraktı.
“Geçici diyorsun… Risk yok diyorsun… Eğer yanımda olmanın tek yolu buysa, kabul ediyorum.”

Okan derin bir nefes aldı.
“Doğanın parçası kalacağım. Ama bu kez, seni ve bebeğimizi korumak için teknolojiye dokunacağım.”

Birlikte otodoktor odasına yürüdüler.


15.4. Doğrudan Zihinsel Bağlantı İmplantı

Salondan çıkarken odanın ortasında asılı duran kırmızı hologram hâlâ yanıp sönüyordu.


Konsey Bölge 47. Acil Güvenlik Önceliği.

Okan kararlı bir sesle.
“Kısa süreli doğrudan zihinsel bağlantı implantı istiyorum.”

Otodoktor işlem hazırlığını başlattı. Metalik kolları uzandığında sesi yumuşak bir tonda duyuldu.
“Nöro-implant entegrasyonu için optimum nokta seçilecek. Okan lütfen başınızı öne eğip ensenizi açınız.”

Okan şaşkınlıkla sordu.
“Ensemden mi takacaksın?”

Otodoktor: “Evet. Serebellar bağlantı bölgesi kısa süreli modüller için en yüksek iletkenliği sağlar. Ağrı hissi minimum düzeyde olacaktır.”

Okan kısmen eğildi. Nalan yavaşça onun omuzlarını tuttu ve saçlarının altındaki ince kıvrıma baktı. Otodoktorun aletleri steril bir ışığın içinde parlıyordu.

Metal kollar yavaşça yaklaştı. Ense çukurunda küçük bir nokta uyuşturuldu. Ardından tüy kadar ince bir iğne ses çıkarmadan deriye girdi. Okan hafif bir sıcaklık hissetti. Bir an sonra iğne geri çekildi ve yerinde pirinç tanesi kadar küçük, mat gri bir implant kaldı.

Otodoktor teyit etti.
“İmplant yerleşti. Nöral iletişim kanalları aktif. Test bağlantısı başlatılıyor.”

Okan başını kaldırdı.
“Bu kadar mı? Hiçbir şey hissetmedim.”

Nalan hafif bir gülümsemeyle cevap verdi.
“Her zaman beni yanında hissedeceksin.”

Okan beyninde cihazın açıldığını haber veren iki notalı, kalın ses duydu. Kulaklarıyla değil, kendi iç sesi gibi beyninde yankılandı.

Kafasına takılan implant konuştu: “Sistem başlatılıyor... Kullanıcı bulundu... Merhaba Okan. Bağlanmak istediğin biri var mı?”

Okan dudaklarını oynatmadan içinden, yanıt verdiğini fark etmeden düşündü.
“Evet. Nalan’a bağlanmak istiyorum.”

İmplant hemen tepki verdi.
“Karşı tarafın implantı algılandı... Senkronizasyon başlatılıyor... Görsel paylaşım, işitsel paylaşım ve nöroduyusal aktarım kullanılabilir durumda.”

Ardından sadece düşünerek sordu.
“Nalan… beni duyuyor musun?”

Nalan’ın omuzları bir an titredi. Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir hayret belirdi.
“Evet. Sesin… içimde yankılanıyor.” dedi ağzı kıpırdamadan.

Okan bir an gülümsedi.
“Seni duymam için kulaklarıma gerek yok.”

Nalan nefesini yavaşça verdi.
“Ve benim seni duymam için senin konuşmana gerek yok. Gözlerinden görebiliyorum. Düşüncelerimiz birbirine dokunuyor. Gitmeye hazırsın.”

Okan Venüs atmosfer simülasyonuna gitmek için asansör kapısına yöneldi. İçinde iki ses aynı ritimde yankılanıyordu. Nalan’ın düşünceleri, kendi zihninde bir gölge gibi dolaşıyordu. Bu yeni gerçeklik ağır ama tarifsiz bir yakınlık hissi taşıyordu.

Okan evin içinden ulaşılan asansöre binip kavisli, yelpaze biçimli çatıya çıktığında Nalan'ın fısıltısını zihninde hissetti..
“Benimle kal. Ne olursa olsun.”

Çatıdaki kapağın açılmasıyla birlikte uçan araç Burak, platform üzerinde kayarak yukarı doğru yükseldi. Aracın sol kapısı kendiliğinden açıldı. Okan araca binerken iç sesiyle konuştu:
“Her adımda yanımdasın. Şimdi Bölge 47’ye gidiyoruz.”

Burak'ın sesi her zamanki sıcak tondaydı.
“Hoş geldiniz, Okan. Lütfen hedef rotayı belirtin.”

Okan, hızlı konuştu.
"Lotus Kulesi, Acil Güvenlik Önceliği"

Burak: "Acil Güvenlik Önceliği modu aktif."

Uçan araç hızlı bir kalkışla yükseldi. Kuleye doğru dönüp küçülerek uzaklaştı.

Okan Lotus Kulesi’ne yaptığı hızlı yolculuk sırasında implanta sordu:
“Hey kafamın içindeki zımbırtı. Sen tam olarak neler yapabiliyorsun?”

İmplantın sesi bir an yumuşadı.
“Düşüncelerinle iletişim kurabilirsin. Sesli konuşmana gerek yok. Ben de duyularını yorumlayıp karşı tarafa iletebilirim. Sadece gördüğünü değil, istersen kokuları ve dokunsal titreşimleri de aktarırım. Ayrıca iki farklı görsel alan kullanabilirsin. Nalan’ın gözünden gördüklerini kendi görüşüne bir pencere olarak yansıtabilirim. İstersen tam ekran moduna geçip dünyayı onun perspektifinden izleyebilirsin.”

Okan bir dakika sonra Lotus Kulesinin kapısının önünde uçan araçtan indi. Burak boş olarak tekrar havalanıp eve geri dönmek için uzaklaştı.

Okan asansöre yürümeye başladığında, implantla konuşmaya devam etti:
“Tam ekran dediğin şey… benim görüşümü tamamen kapatıyor mu?”

İmplant: “Evet. İstersen kendi görüşünü yarı saydam hale getirip üstüne karşı tarafın görüşünü bindiririm. Böylece iki bakış açısını aynı anda işleyebilirsin. Bu mod özellikle eşzamanlı karar vermeyi kolaylaştırır.”

Bir an sessizlik oldu. Sonra Nalan’ın düşüncesi hafifçe duyuldu:
“İmpilantla mı konuşuyorsun? Seni duyuyorum.”

Okan asansörden inerken gülümsedi, zihninden karşılık verdi:
“Ya evet. Demek implantla konuşurken üçlü konferans açık kalıyor. Kafamın içindeki kendi sesimle birlikte üç ses dolaşıyor. Tam deli işi.”

Sonunda dalış hangarı kapısı belirdi. Nalan, Okan'ın duyduklarını ve gördüklerini tam ekran modunda izlemeye devam ediyordu.




BÖLÜM 16: SİLİNDİRDEN ÇIKAN ŞEY (M.S. 7990)

16.1. DALIŞ HANGARINDA KARŞILAŞMA

Okan’ın metal yüzeylerde yankılanan adımları, kapının ardında bekleyen bilinmezliğe doğru her saniye biraz daha yaklaşmasını haber veriyordu. Önünde ilerleyen drone, üzerinde “KAT-9 · DALIŞ HANGARI” yazan kapının önünde durdu. Kapı, hiçbir ses çıkarmadan V biçiminde ayrılıp iki yana ve yukarı doğru kaydı. Duvarların arasından süzülen hava serin ve durağandı; sanki aşağıda olup biteni gizlemek ister gibiydi.

Nalan, Okan’ın duyduklarını ve gördüklerini tam ekran modunda izlemeyi sürdürüyordu. Görüntü netti. Okan'ın nefesini ve kalp atışını bile duyabiliyordu.

Nalan'ın implantı araya girdi.
“Stres tepkin artıyor. Dilersen bazı duyuları filtreleyebilirim.”

Nalan içinden bir an duraksadı, sonra sessizce reddetti. Filtrelenmiş bir gerçek istemiyordu.

Rehber drone kapıdan süzülerek endovatörün yanında durdu. Gövdesi mat griydi, yüzeyinde yön ve derinlik verilerini gösteren soluk mavi semboller akıyordu.
“Günaydın Okan. Dalış sırasında sana rehberlik edeceğim. Endovatör seni güvenle gölün derinliklerine indirecek. Şimdi platformun ortasında dur. Ayaklarının altında mavi halka yanınca kıpırdama.”

Okan söyleneni yaptı. Platformun ortasına geçtiği anda zeminde yumuşak bir ışık belirdi, ayaklarının çevresinde kusursuz bir daire çizdi.

Nalan görüntüye dikkatle bakıyordu. Tam o sırada kapının dışından koşar adım ayak sesleri duydu.
“Ayak sesi duyuyorum. Çok düşük ama düzenli. Hissettin mi?”

“Evet,” diye yanıtladı Okan zihninden. “Buraya biri geliyor olmalı.”

Kapı yeniden açıldı. Doktor Bahara içeri girdi. Nefesi hızlıydı ama bakışları sakindi.

Endovatör’ün sesi hangarın içinde yankılandı.
“Adaptif kapsül oluşuyor.”

O an Bahara zıplayarak mavi halkanın içine girdi. Düşmemek için Okan'a tutundu.
Nefes nefese “Yetiştim,” dedi.

Şeffaf kapsül ikisinin etrafında küresel bir zar gibi yükselirken Bahara başını Okan’a çevirdi.
“Nalan nerede?”

Okan hiç tereddüt etmeden cevap verdi. Nalan’ın otodoktor tavsiyesiyle evde kaldığını, ancak doğrudan zihinsel bağlantı üzerinden onları görüp duyabildiğini söyledi.

Bahara’nın kaşları hafifçe kalktı.
“Anlıyorum,” dedi. “O halde üç kişiyiz.”

Kapsül aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. Altmış metreye ulaştıklarında göl tabanının altında, gecenin karanlığı içinde dev bir iris açıldı. Metal yapraklar sessizce ayrıldı, kapsül tam merkeze yerleşti. Iris kapandığında suyun uğultusu bir anda kesildi. Birkaç saniye içinde oda boşaldı. Su, duvarlardaki görünmez membranlardan çekilip yeniden göle gönderildi. Dalış bitmişti.

Tam o anda Nalan’ın sesi Okan’ın zihninde netleşti.
“Doktor Bahara’ya sorar mısın? Silindirdeki çatlak zorlanma sonucu yapısal bir hasar mı, yoksa beklediğimiz çoğalmanın ilk işareti mi?”

Nalan ekledi.
“Ve lütfen yüzüne bak. Tepkiyi görmek istiyorum.”

Okan ayaklarının altındaki zeminin sertliğini hissettiğinde kapsül çoktan çözülmeye başlamıştı. Hava kuru ve kokusuzdu. O an Nalan’ın sorusunu Bahara’ya iletti.

Bahara bir an durdu. Gözleri önlerindeki karanlık koridora kaydı.
“Şimdi bunu görmeye gidiyoruz,” dedi. “Cevabı orada alacağız.”

Nalan fısıltı gibi düşündü.
“Doktorun yüzünde bir gerginlik var. Geri dönüş yok, buradayız. Mağarada bulduğumuz silindirin içinden ne çıkarsa çıksın… birlikte göreceğiz.”

Ardından Okan duraksayıp düşündü.
“Bunu kimseye söylemeyeceğiz henüz. Silindirden ne çıkacağını biliyormuş gibi görünmek zor olacak.”


16.2. YAPISAL HASAR MI?

Okan, metal zeminin soğuğunu yeniden ayak tabanlarında hissettiğinde, ilk gelişlerinde duyduğu ürpertiyi hatırladı. Laboratuvar onları yine aynı karşıladı; pompaların uğultusu ve titanyum reaktörün nabız gibi yanıp sönen ışıkları hiç değişmemişti. Reaktörün içindeki silindir tanıdıktı, ama bu kez yüzeyinde bir çatlağın ışığı titreşiyordu.

Dört araştırmacı konsolların başındaydı. İçeri girdiklerini fark ettiklerinde sadece biri başını kaldırdı.

“Zamanlamanız iyi,” dedi uzun süredir uyumamış gibi görünen mühendis. “Çatlak yirmi iki dakika önce belirginleşti.”

Bir diğeri Bahara’nın yaklaştığını görünce sandalyesini geriye itip konsoldaki değerleri işaret etti.
“Doktor Bahara, büyüme eğrisi tahminin üzerinde. Ama hâlâ sınırda.”

Okan ve Bahara, ikinci ekibin gergin bekleyişi arasında titanyum reaktörün camına yaklaştılar. Reaktörün içi, Venüs yüzey atmosferini simüle edecek şekilde 460 °C sıcaklığa ve 92 bar basınca ayarlanmıştı. Yoğunluk, camın ardında neredeyse gözle görülür hâle gelmişti.

Dördüncü araştırmacı, Denetçi Suna’nın ekibinden Elif, Bahara’ya döndü.
“Dr. Bahara, Konsey Protokolü 7-B’yi uyguladık. Yapının maksimum termal direncini test etmek için Venüs yüzey parametrelerine çıktık.”

Okan kaşlarını çattı.
“Neden yüzey parametreleri? Normalde bulut katmanı koşullarında, 48 °C ve 5 bar ile çalışıyorduk. Silindiri doğrudan riske attınız.”

Nalan hemen sadece Okan’ın duyabileceği bağlantıdan araya girdi.
“Bunu söyleme, çünkü bilerek yaptılar. Sınırda ne olacağını görmek istediler. Tıpkı bir doğumu hızlandırmak gibi.”

Okan bir an duraksadı.
“Haklısın, konuşmadan önce birlikte düşünelim.”

Bahara bakışlarını camdan ayırmadan, sakin bir sesle Okan'a cevap verdi.
“İhtiyacımız olan da tam olarak buydu, Okan. Daha önce söylediğim gibi asıl sınavımız basınç farkı. Eğer Venüs alt atmosferindeki bu basınç çekirdeğin rezonansını bozmuyorsa, ototrofik uçan şehir modülleri artık bir varsayım olmaktan çıkar.”

Elif konsola yeniden dokundu.
“Sıcaklık ve basınç artışından on beş dakika sonra çatlak belirdi. İlk anda termal genleşmeye bağlı içsel bir zorlanma sandık. Bu yüzden size haber verdik. Ancak yüzey taramalarında yapısal hasar tespiti sıfır.”

Nalan’ın Okan'ın zihnindeki sesi bu kez daha ciddiydi.
“Duydun mu. Yapısal hasar yok. O zaman bu bir hata değil.”

Bahara reaktör camına biraz daha yaklaştı. Çatlağın kenarından sızan gri siyah sis, artık düzenli, milimetrik karbon nanotüp liflerine dönüşmeye başlamıştı. Lifler, sanki yön buluyormuş gibi yavaşça uzuyordu.

Bahara yüzey inceleme verilerini ekrana taşıdı.
“Bakın. Silindir erimedi. Zaten kuvars bin altı yüz derecenin altında erimez. Titanyum reaktör doksan iki bar basınç uyguluyor. Eğer bu bir arıza olsaydı, çatlak çizgisel ve temiz olmazdı. Parçalı, kaotik bir çökme görürdük.”

Bahara silindir görüntüsünü çatlağın içine doğru yakınlaştırdı.
“Isı dağılımı nerede yoğunlaşıyor?”

Genç araştırmacı ekrana dokundu, hologram genişledi.
“Merkezden değil. Kenarlardan besleniyor.”

Okan görüntüyü biraz daha büyüttü, çatlağın iç yüzeyindeki titreşimi işaret etti.
“Bu bir yırtılma gibi davranmıyor,” dedi. “İçeriden bir şey zorluyor.”

Dördüncü araştırmacı, başından beri sessiz kalan tek kişi, nihayet konuştu.
“Eğer haklıysanız, bu çatlak bir arıza değil. Bir başlangıç.”

Okan, zihinsel bağlantı üzerinden Nalan’a seslendi.
“Sorun yokmuş hayatım,” diye fısıldadı. “Her şey beklediğimiz gibi ilerliyor.”

Nalan’ın sesi zihninde belirdi.
“Tamam stres yok,” dedi. “Devam edin.”

Okan hafifçe gülümsedi, bakışlarını yeniden silindire çevirdi.
“O zaman bu bir dış zorlanma değil,” dedi. “Bu, içeriden başlatılmış bir reaksiyon.”

Nalan’ın düşüncesi neredeyse fısıltıydı.
“Evet. Tıpkı içeriden nefes almaya çalışan bir şey gibi.”

Sözleri biterken, Karbon Nanotüp (CNT) uzantıları çatlağın sınırını aşmıştı.

Bahara yumuşak sesiyle onayladı:
"Kesinlikle Okan."


16.3. YÜKSELEN SIR

Bahara ve Okan reaktör camına yaklaştı. Çatlağın kenarından sızan gri siyah sis artık dağılmıyor, düzenli ve ince hatlar hâlinde uzuyordu. Sis, milimetrik karbon nanotüp liflerine dönüşmüş, lifler de kendi aralarında örülmeye başlamıştı.

Nalan görüntüyü sessizce izlerken Okan’ın görüş alanına kendi odak noktasını yerleştirdi.
“Bak… lifler rastgele değil. Bir geometri izliyorlar” dedi zihninden. “Bu kaotik bir yayılma değil. Lifler birbirini buluyor.”

Okan içinden yanıt verdi.
“Evet. Sanki nereye gideceklerini biliyorlar. Biyolojik koreografi gibi yahut annesini sesinden kokusundan arayan kuzular gibi.”

Bahara konsoldan yüzey inceleme verilerini çağırdı.
“Elif, çatlak başlangıcındaki kütle spektrometresi verilerini açar mısın?”

Elif hızlı bir hareketle hologramı büyüttü. Grafikte hidrojen yoğunluğu, ortamın doğal seviyesi olan 20 ppm’den aniden 150 ppm’e sıçramıştı. Artış neredeyse dikey bir çizgi gibiydi.

“Anlık ve çok güçlü bir hidrojen boşalması,” dedi Elif. “Başka bir gaz eşlik etmiyor.”

Bahara başını salladı.
“460 derece sıcaklık, tohumun içindeki magnezyum hidriti termal ayrışmaya zorladı. Hidrojeni tek seferde serbest bıraktı. Açığa çıkan gaz basıncı kuvarsı rastgele kırmadı, kontrollü biçimde yardı. Kendi çıkış yolunu oluşturdu.”

Kısa bir duraksamadan sonra Nalan ekledi.
“Bu bir imha değil, Okan. Bu bir doğum. Tıpkı karanlık toprağın içinden filizlenen bir tohum gibi.”

Okan fısıltı gibi zihninden karşılı verdi.
“Karanlık bir şey doğuyorsa bir saniyede plazmaya çevirirler.”

Nalan kıkırdadı.
“Belki de plazmaya çevrilmiş hali daha karanlık bir şeydir.”

Okan içinden gülümsedi.
“Sen bayağı Aliens hikâyesi okumuş gibisin.”

Bahara lazer mesafe ölçer verisini ekrana taşıdı. Çatlamış kabuktan çıkan CNT filizleri artık titanyum reaktörün tabanından ayrılıyordu. Aradaki mesafe yavaş ama kararlı biçimde artıyordu.

Okan nefesini tuttu.
“Şişiyor... Yerden kesildi,” dedi. “Doksan iki bar basınç altında kendi kütlesini yendi. Kaldırma kuvveti çalışıyor.”

Nalan sevinç ve hayranlıkla karışık içinden geçirdi.
“Sanki kanatlarını açtı, kuşumuz uçuyor.”

Bahara’nın dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu.
“Tohum, Venüs yüzeyinin ölümcül ısısını hayatta kalma tetiğine çevirdi. Asıl soru şu. Magnezyum hidrit, bu fraktal yapıyı ne kadar süre şişirmeye devam edebilecek?”

Nalan düşündü.
“Eğer tükenirse, bu yükseliş yarım kalır. Derine düştüğü için ışığa çıkmayı başaramayan tohum gibi. Ama eğer sürerse, yeni bir yapı doğacak. İşte asıl sır burada.”


16.4. HAYAT KALMA SINAVI

Okan, çatlağın kenarından süzülen CNT filizlerine baktı ve görüntüyü Nalan’a aktardı.

“Başarılı,” dedi zihinsel bağlantı üzerinden. “Tohum yükseliyor. Reaktör tabanından ayrıldı. Ama…”

Nalan görüntüyü yakınlaştırarak düşündü.
“Ama şimdi bu sınavı kendi başına vermek zorunda.”

Bahara başını ona çevirdi.
“İşte kumar burada başlıyor,” dedi. “Magnezyum hidrit yalnızca yerden kesmek ve fraktal yapının ilk yükselişini sağlamak için. Yakıt birkaç dakika içinde tükenecek.”

Elif konsoldaki uyarıya eğildi.
“Kütle spektrometresi alarm verdi. Hidrojen üretim hızı düşüyor.”

Bahara gözlerini ekrandan ayırmadı.
“İç yakıt bitiyor. Tohum şimdi dış katalize geçmek zorunda. Ya orta atmosferdeki eser miktardaki su buharından, milyonda yirmi parçadan hidrojen çekmeyi başaracak, ya da aşağı inecek. Ruthenyum nanokümelerinin ne kadar verimli çalıştığını şimdi göreceğiz.”

Tohumun yükselme hızı yavaşladı. CNT filizleri reaktörün tavanına ulaşamadan havada asılı kaldı. Hareket neredeyse fark edilemez hâle gelmişti.

Okan’ın sesi gerildi.
“Yükseliş durdu. Basınç regülatörleri ne diyor?”

Nalan’ın zihninde bir ağırlık oluştu.
“Anne karnından çıkan bebek gibi,” dedi. “Haydi! Nefes almayı öğrenmek zorundasın.”

Teknisyen cevap verdi.
“Hacim artışı sürüyor, ama net yoğunluk değişimi sıfırlandı. Kaldırma kuvveti, yapısal ağırlığı ancak dengeliyor.”

Bahara’nın gözleri kısıldı.
“Ruthenyum devreye girmek zorunda. Bu fraktal yapı, o eser miktardaki sudan nefes almayı başarmalı.”

Okan başını kaldırmadan konuştu.
“Bu, son sınavı. Ya dışarıdan enerji toplayarak yükselmeye devam edecek, ya da tüm potansiyelini reaktör tabanında tüketecek.”

Okan istemsizce yumruğunu sıkıp düşündü.
“Duyuyor musun,” dedi Nalan’a. “İç yakıt bitiyor.”

“Duyuyorum,” diye düşündü Nalan. “Ama hâlâ hareket var. Pes etmedi.”

Bahara ve Okan, havada asılı kalan ilk Venüs Şehri prototipine baktılar. Doğum tamamlanmıştı. Şimdi hayatta kalma mücadelesi başlıyordu.


16.5. RUTHENYUM’UN NEFESİ

Reaktörün içindeki sessizlik, 92 bar basıncın yarattığı görünmez ağırlıkla daha da yoğunlaşmıştı. Havada asılı kalan prototip ne yükseliyor ne de düşüyordu. Sanki karar vermek için bekliyordu.

Okan gözlerini konsoldan ayırmadan konuştu.
“Bu bir denge noktası. Magnezyum Hidrit onu sadece yerden kopardı. Eğer Ruthenyum devreye girmezse, burada kalır.”

Aynı anda zihninin arka planında Nalan’ın sesi belirdi.
“Bu bekleyiş bana canlıymış gibi geliyor,” dedi. 

Okan düşünceyle karşılık verdi.
“Metabolizma yok. Hücre yok. Evrimsel miras RNA ve DNA yok. Biyolojik değil. Oto katalitik polimer ağları ve fraktal mimarisi var. Sadece mineraller, Karbon nanotüp ve gazlar hepsi bu. Canlı demek için canlılığın tanımını yeniden yapmak gerekecek.”

Bahara kollarını göğsünde birleştirmişti. Bakışları hâlâ yapının üzerindeydi.
“Biyolojik olmayan sistemler refleksle çalışmaz, Okan. Nano ölçekte yeni bir kimyasal döngünün kararlı hale gelmesi zaman ister. Enerji transferinin oturmasını bekliyoruz.”

Elif monitöre eğilmişti. Nefesini farkında olmadan tutuyordu.

“Dr. Bahara…” dedi sonunda. “Kütle Spektrometresi yeni bir değişim yakaladı. Hidrojen değil. Karbon monoksit artıyor.”

Okan başını hızla kaldırdı.
“Karbon monoksit mi? Neden şimdi?”

Bahara’nın yüzündeki gerginlik bir anda dağıldı. Sesi, kontrol altında tutulmuş bir sevinçle yükseldi.
“İşte bu. Kumarı kazandık, Okan. Ruthenyum çalışmaya başladı.”

Okan ekrana bakarken başını salladı.
“Ters su gaz kayması. Ruthenyum katalizi.”

“Evet,” dedi Bahara. “Tohum, atmosferdeki eser miktardaki suyu yakaladı ve onu karbondioksitle tepkimeye soktu. Yani sadece hidrojen üretmiyor. Aynı anda yeni bir karbon kaynağı da açıyor.”

Okan’ın sesi bu kez daha sakindi ama içinde hayranlık vardı.
“Su ve karbondioksitin bağlarını aynı anda kırıyor. Karbon monoksit fraktal iskelet için yeni yapı taşı, hidrojen ise kaldırma yakıtı. Tohum, milyonda yirmi parça sudan hem yakıtını hem bedenini üretmeyi başardı.”

Nalan’ın sesi zihninde yeniden duyuldu.
“Belki de canlılık, sadece hücre ve DNA’dan ibaret değildir. Kendini örgütleyen her yapı, yaşamın başka bir yüzüdür. Mineraller ve gazlar da kendi düzenlerini kuruyorsa, canlılık dediğimiz şey sadece bir bakış açısı olabilir.”


16.6. KONTROLLÜ BÜYÜME

Tam o anda, reaktörün tabanına doğru uzanan karbon nanotüp filizleri yeniden hız kazandı.

Elif neredeyse bağırarak konuştu.
“Yükseliş yeniden başladı! Saniyede sıfır virgül sıfır yedi metre. Ve… fraktal mimari netleşiyor.”

Konsolda açılan termal hologramda, gri siyah liflerin uçları rastgele bir kütle oluşturmuyordu. Altıgenler, daha büyük altıgenlere bağlanıyor, desen kendini her ölçekte tekrar ediyordu.

Nalan’ın sesi Okan’ın zihninde yankılandı.
“Okan… Bütünlük var. Büyüme kaotik değil.”

Okan gözlerini yapıdan ayırmadan fısıldadı.
“Bak Bahara. Moleküler kontrol programı çalışıyor. Yapı kendini tekil bir forma zorlayarak büyüyor. Bu bir tümör değil. Bu mimari bir komut.”

Bahara başını yavaşça salladı.
“Sonsuz ekspansiyonun ilk kanıtı. Hidrojeni mikro balonlara hapsediyor, karbon monoksitten yeni nanotüpler örüyor. Venüs atmosferi onun hem yakıtı hem hammaddesi.”

Zihinsel bağlantıda Nalan’ın sesi daha da sakinleşti.
“Yani artık sadece hayatta kalmıyor. Ortamla işbirliği yapıyor.”

Okan derin bir nefes aldı.
“Ve her şey sadece eser miktarda suyla başladı. Eğer bulut katmanına otuz kilometre ulaşırsa… Orada sülfürik asit ve çok daha fazla su buharı var.”

Bahara’nın gözlerinde geleceğe ait sakin bir kesinlik belirdi.
“Orada durdurulamaz. Tohum, uçan venüs şehrini sıfırdan kurabilecek tüm program ve yeteneğe sahip olduğunu kanıtladı. Fraktal hayatta kaldı.”

Nalan bir kez daha zihninde konuştu.
“Bu artık bir deney değil Okan. Bu bir başlangıç.”

Yapı, reaktörün tavanına doğru istikrarlı bir hızla yükseliyordu. Laboratuvarda artık panik yoktu. Sadece, geri dönüşü olmayan bir bilimsel başarının sessiz ağırlığı vardı.


16.7. DURDURMA

Reaktörün içindeki yapı, tavan seviyesine yakın bir noktada neredeyse hareketsizdi. Yükseldikçe basınç dengeleniyordu. Bu sayede ne tavana değiyor ne de düşüyordu. Karbon nanotüp örgü, kendi iç parıltısıyla soluk bir nefes alıp veriyor gibiydi. Işık artık büyümenin coşkusunu değil, dengede kalmanın sessiz kararlılığını taşıyordu.

Okan'ın zihninin derininde Nalan’ın sesi belirdi.
“Artık dur demek zorundasınız.”

Okan gözlerini konsoldan ayırmadan konuştu.
“Bu hacim daha fazlasına izin vermez. Reaktör sınırda. Eğer büyüme devam ederse sadece Venüs Atmosfer Simülasyonunu değil, Bölge 47'yi kaybederiz.”

Bahara başını salladı.
“Katılıyorum. Ama tamamen söndürmek istemiyoruz. Uçmayı bırakmamalı. Sadece büyümeyi durduracağız.”

Elif ölçüm değerlerini ekrana yansıttı.
“Kaldırma kuvveti pozitif. Net yoğunluk hâlâ ortamdan düşük. Askıda kalma stabil.”

Okan parmağını kontrol panelinin üzerinde tuttu.
“Karbon kaynağını azaltıyoruz. Enerjiyi değil. Karbondioksiti kademeli düşürelim.”

Nalan’ın sesi zihinsel bağlantıdan geldi.
“Yavaş olun. Büyümeyi bastırın ama nefesini kesmeyin.”

Okan kısa bir an durdu.
“Yüzde beş düşüşle başlıyorum.”

Komut verildi. Reaktörün içindeki atmosferin bileşimi değişirken havalandırmanın sesi neredeyse fark edilmeyecek kadar inceldi. Karbon örgünün uçlarındaki CNT filizleri ağırlaştı. Yeni dallanmalar oluşmadı. Ancak yapı olduğu yerde kaldı.

Nalan bunu ilk fark eden oldu.
“Tepki vermedi. Panik yok.”

Bahara dikkatle izliyordu.
“Büyüme hızı sıfıra yaklaşıyor. Ama kaldırma kuvvetinde düşüş yok.”

Elif verileri teyit etti.
“Doğru. Hidrojen mikro balonlarda tutuluyor. Şişkinlik korunuyor. Sadece yeni karbon eklenmiyor.”

Nalan’ın sesi bu kez daha sakindi.
“Yani nefesini tutuyor. Ama düşmüyor.”

Okan ikinci ayarı yaptı.
“Yüzde altı.”

Reaktör içindeki ışık bir kademe daha soldu. Fraktal yapı artık genişlemiyordu. Altıgen örgü kilitlenmiş gibiydi. Ama bütün kütle, görünmez bir denge noktasında asılı kalmaya devam ediyordu.

Bahara’nın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu.
“İşte aradığımız rejim bu. Çoğalma bastırıldı. Uçuş korunuyor.”

Elif başını kaldırdı.
“Reaktör basıncı stabil. Kabukta yeni bir stres izi yok.”

Okan derin bir nefes aldı.
“Demek ki kontrol mümkün. Karbonu kesiyoruz, ama kaldırma mimarisine dokunmuyoruz.”

Nalan hemen karşılık verdi.
“Bu çok önemli Okan. Onu yok etmeden durdurabildiniz.”

Bahara gözlerini yapıdan ayırmadan konuştu.
“Venüs’te de bunu yapacağız. Bulut katmanında büyüme serbest. Yerleşim tamamlandığında karbon alımını kısacağız. Şehir havada kalacak ama yayılmayacak.”

Nalan düşüncesini ekledi.
“Bir şey daha var. Yapı tepki vermedi. Direnmedi.”

Okan dudaklarını oynatmadan başını salladı.
“Çünkü bu onun için karbondioksitin azalması bir tehdit değil. Bu, programın bir parçası. Sen buna şehir diyorsun ama… bebekmiş gibi düşünüyorsun.”

Nalan'ın gözleri yaşardı:
“Evet aynı bebek gibi. Önce büyümeyecek diye üzüldük, sonra durmayacak diye korktuk.”

Reaktörün içindeki fraktal yapı, artık büyümüyordu. Ama düşmüyordu da. Ne doğumdaydı, ne de uykuda. Askıda, dengede ve hazırdı.

Bahara son notu düştü.
“Kontrollü askıda kalma başarıyla doğrulandı.”

Okan içinden düşündü
“Bu şeyi uykusundan uyandırmakla, onu bir kavanozun içinde zorla hayatta bırakmak arasındaki kararı biz mi verdik?”

Nalan bir şey söylemedi. Ama cevap vermese de ne demek istediğini Okan anladı.

Laboratuvarda kimse alkışlamadı. Buna gerek yoktu. Bu sessizlik, bir patlamanın değil, kontrol altına alınmış bir geleceğin sesiydi.


BÖLÜM 17: PROJENİN YOL HARİTASI (M.S. 7990)

17.1. OKAN'IN RÜYASI

Laboratuvardan ayrıldıklarında üzerlerinde, bitmek bilmeyen verilerin bıraktığı görünmez bir yük vardı. Yeraltı geçitlerinin nemli serinliği adımlarını ağırlaştırıyor, sessizliği daha da derinleştiriyordu. Okan, Doktor Bahara’yla birlikte yüzeye çıkan Endovatör’e doğru ilerledi. Kapılar açıldığında onları karşılayan hafif rüzgâr, uzun süren uğultunun ardından neredeyse bir huzur gibi geldi.

Okan, yorgunluğunu daha derinden hissederek Bahara’ya döndü:
"Bundan sonra ne yapacağız?"

Doktor Bahara kısa bir duraksamadan sonra yanıtladı:
"Yarın projenin yol haritasını görüşürüz."

Bu sözler, Okan’ın zihninde bir sonraki adımın ağırlığını hatırlatırken, bedeni tükenmişliğini daha da belirginleştiriyordu.

Eve vardığında Okan, Nalan’ı çoktan uykuya dalmış halde buldu. Onu uyandırmadan sessizce adımlarını yavaşlattı, odanın loşluğunda dikkatle hareket ederek yatağın kenarına uzandı. Nalan’ın derin nefes alışları, evin sessizliğine huzurlu bir ritim katıyordu.

Kendini yatağa bıraktı; odanın sessizliği kulaklarında titreşime dönüştü. Göz kapakları ağırlaştıkça solukları dalgalar gibi yavaşlıyor, bedeninin ağırlığı yatağa gömülüyordu. Laboratuvarın metalik yankısı hâlâ zihninde dolaşırken gündüzden kalan görüntüler bulanıklaşıyor, gerçek ile hayal arasındaki sınır inceliyordu. Uyku, görünmez bir perde gibi kapanıyor, rüyanın sahnesi sessizce açılıyordu.

Okan gözlerini açtığında kendini yine dalış hangarının soğuk metal platformunda buldu. Kapı arkasından kapanmıştı. Ama bu kez yalnızdı; ne drone vardı, ne de Bahara’nın koşar adım ayak sesleri. Ayaklarının altında mavi halka yanıyordu. Şeffaf zar onu sardığında tek başına karanlığın içine inmeye başladı.

Gölün derinliklerine hızla batıyordu. Suyun basıncı Endovatör kapsülünü çatırdatıyor, kulaklarında metalik bir çığlık gibi yankılanıyordu.

Nalan’ın sesi zihninde belirdi; boğuk, uzak, sanki suyun içinden geliyordu:
“Okan… Beni duyuyor musun?”

İçeriye sular dolmaya başladığında sanki zihni boşalmıştı, hiç bir şey düşünemiyordu. Derin bir nefes aldı. O anda Endovatör ansızın kayboldu. Korumasız olarak gölün dibine inmeye devam ediyordu. Ciğerleri yanıyor, nefesini tutmak işkenceye dönüşüyordu.  İris kapıya süzülerek ulaştığında kapı açıldı hemen içeri girdi.

İris kapı kapanır kapanmaz etrafındaki su çekildi. Ayaklarının altında taş gibi sert bir zemin belirdi.

Koridorun sonundaki açık kapıdan laboratuvarda girdiğinde aynı uğultu, aynı nabız gibi yanıp sönen ışıklar. Ama bu kez konsolların başında kimse yoktu. Ne Doktor Bahara, ne dört kişilik ikinci değerlendirme ekibiyle gelen Elif...

Okan'ın zihninde düşünceler yeniden netleşti:
“Duyuyorum Nalan… ama burada kimse yok.”

Nalan'ın düşüncesinin sesi kesik kesik geldi:
“Belki de herkes... Kaçtı, Okan… Belki seni burada yalnız... Bırakmak zorunda kaldılar. Sen de hemen orayı terket.”

Okan cevap verdi:
“Hayır, terk etmeyeceğim. Burada bir şey öğrenmem gerekiyor.”

Reaktörün camına yaklaştığında silindirin yüzeyinde çatlağın yeni yeni belirdiğini gördü. Henüz ince bir çizgiydi, gri-siyah sis daha yeni sızmaya başlıyordu. Karbon nanotüp lifleri milimetrik uzantılar hâlinde dışarı taşmak üzereydi.

Elini panele koydu. Kırmızı ışık yandı. Kalın bir alarm sesi yankılandı.
“Karantina protokolü devrede,” dedi mekanik ses. “Biyolojik tehdit seviyesi dört. Kapılar kilitli.”

Alarmın yankısı tekrar laboratuvarın boşluğunu doldururken Okan’ın zihninde Nalan’ın sesi tekrar belirdi; bu kez daha boğuk, kesik kesik ama aceleciydi:
“Okan… CNT yayılımı tespit edildiği anda... Protokol otomatik... Bu seviye dört demek, içeride kalırsan... Çatlak büyümeden çıkış yolunu bulmalısın!”

Okan cevap verdi:
“Hayır, karbondioksiti azaltıp kontrol edebilirim. Olmazsa plazma imha protokolünü devreye sokarım.”

Nalan'ın düşüncesi bu kez Okan'ı ürpertti:
“Okan anlamıyorsun. Silindirden ne çıkacağını biliyormuş gibi görünmeyi bırak. Belki de plazmaya çevrilmiş hali daha karanlık bir şeydir.”

Laboratuvarın uğultusu kulakları tırmalamaya başladı; çatlak genişliyor, gri-siyah sis lifler halinde dışarı sızıyordu.

Reaktörden bir çatırtı geldi. Okan döndü.

Çatlağın kenarından çıkan lifler artık yavaş uzamıyordu. Ani bir sıçramayla reaktör tabanını terk etmiş, havada kıvrılarak duvarlara doğru yayılmıştı. Gri-siyah dallar, reaktörün içini hızla sarıyordu.

Okan konsoldaki düğmeleri yumruklamaya başladı.
“Direniyor… Kontrol komutlarıma yanıt vermiyor.”

Lifler tavana ulaştığını görünce Nalan çığlık attı; korkusu Okan'ın zihninde yankılandı.

Okan zihinsel bağlantıyla anında karşılık verdi.
“Nalan! Duyuyor musun? Ne oluyor? Kalp atışın… çok hızlı…”

Reaktörün camı çatırdadı. Titanyumda ilk çatlak belirdi. Yapı içeriden dışarı taşmak için bastırıyordu.

Nalan’ın sesi birden keskinleşti:
“Okan… Karnımda… bir ağrı… çok kötü…”

Okan dondu. Kapıya yöneldi ama kapı hâlâ kapalıydı.
“Nalan? Ne diyorsun?”

Bağlantıdan sadece bir inilti geldi. Sonra sessizlik. Ardından Nalan’ın sesi, kırık ve korku dolu:
“Sanırım… bebeği kaybediyorum… Stres… çok fazla…”

Okan kapıya yumruk attı. Bir kez, iki kez. Metal soğuk ve acımasızdı.
“Açın kapıyı!” diye bağırdı koridora. “Acil tahliye!”

Gri-siyah dallar, konsolları, kabloları, sensörleri hızla sarıyordu. Dokunduğu her şey mat bir griye dönüşüyordu; sanki yapı, laboratuvarın kendisini yutuyordu.

Okan kapıya yumruk atmaya devam ediyordu. Parmakları kanıyordu artık.
“Kilitlendik! Çıkamıyoruz! Bu şey… saldırıyor!”

Okan’ın dizleri titredi. Kapıya yaslandı, yumrukları gevşedi.
“Hayır! Nalan, dayan! Geliyorum, hemen geliyorum.”

Ama kapı onu bırakmıyordu. Laboratuvarın ışıkları kırmızıya döndü. CNT lifleri kapıya ulaşmıştı; metalin arasından sızıyor, kilidi içten sarıyordu.

Okan’ın gözleri karardı. Kapıya son bir yumruk attı, bu kez tüm gücüyle. Metal soğuktu, acımasızdı.

Reaktör yoktu artık. Onun yerinde dev bir fraktal kütle yükseliyordu; tavanı çoktan delmiş, duvarları çatlatmış, laboratuvarı tamamen yutmuştu. CNT lifleri havada dalgalanıyor, her dokundukları yüzeyi kaplıyor, konsolları, sandalyeleri, hatta havayı bile gri bir ağa dönüştürüyordu.

Okan geriye adım atmak istedi, ama ayakları yere yapışmıştı. Lifler bileklerine dolanıyordu, yavaşça yukarı tırmanıyordu. Soğuk değillerdi; aksine, canlı bir sıcaklıkla nabız gibi atıyorlardı.

Bahara’nın sesi uzaktan geldi, boğulur gibi:
“Durduramadık… Okan, durdurulamıyor.”

Okan başını çevirdi. Bahara duvarın dibinde diz çökmüştü, göğsüne kadar lifler tarafından sarılmıştı. Yüzü sakin değildi artık; gözlerinde saf bir korku vardı.

“Sonsuz ekspansiyonun ilk kanıtı,” diye fısıldadı Bahara.

Yapı büyüdü. Tavandaki delikten göle doğru taşmaya başladı. Okan içeri dolan suyla nefes alamıyordu. Lifler göğsüne ulaştığında içinden bir ses yükseldi; kendi sesi değil, yapıdan gelen, çok sesli bir uğultu:

“Sizin kontrolünüz dışında.”

Bardawil Lotus Şehri’nin altındaki göl çatırdadı, su yukarı doğru fışkırdı. Fraktal bulut geceyi kapladı, yıldızları yuttu. Hepsi bir anda tek bir patlamaya dönüştü. Sonra sessizlik.

Birden göğsüne keskin bir acı saplandı; nefesi kesildi, kalbi duracakmış gibi oldu. Tam o anda, karanlık bir perde yırtıldı.

...

Okan irkilerek yatağında doğruldu. Kalbi göğsünü delecek gibi atıyordu. Soğuk soğuk terliyordu. Odanın loşluğunda Nalan hâlâ uyuyordu; derin, düzenli nefesleriyle huzurlu bir ritim tutuyordu. Okan ellerini yüzüne kapadı, rüyanın ağırlığı hâlâ bedeninde titreşiyordu.

Evin yapay zekâsı, bu kez güçlü bir sesle konuştu:
“Gece saat 04:12. Kabus alarmı. Kortikal fırtına tespit edildi. Kalp ritmi 171. Rüyalarınız kaydedildi. Tıbbi Arşiv’e şifreli yükledim. Kalp krizi riski hemen otodoktora gelin.”

Nalan’ın bu sesle sıçrayarak uyandı. Gözleri panikle Okan’a çevrildi.
“Okan… ne oluyor? Neden böyle terliyorsun?”

Evin yapay zekâsı uyarıyı sürdürdü:
“Kalp ritmi kritik seviyede. Acil müdahale öneriliyor. Otodoktor protokolü hazır.”

Okan derin nefes almaya çalıştı, ama göğsü hâlâ sıkışıyordu. Ellerini yüzünden çekti, Nalan’ın korku dolu bakışlarıyla karşılaştı.
“Bir rüya… ama gerçek gibiydi. Çok… çok gerçek.”



17.2. OTODOKTOR

Evin yapay zekâsı araya girdi, sesi bu kez daha kontrollüydü.
“Kalp ritmi 112’ye düştü. Kritik eşik aşıldı. Otodoktor taraması öneriyorum. Hamilelik izlemesi dahil.”

Okan yavaş adımlarla otodoktor odasına geçti. Nalan onun teşhis platformuna uzanmasına yardımcı oldu.

Okan titreyen bir sesle seslendi.
“Tamam. Başlat.”

Otodoktorun nötr ama güven veren sesi duyuldu:
“Tarama başlatıldı.”

İnce bir ışık huzmesi vücuduna yayıldı. Mavi ışıklar tarama yaparken ikisi de konuşmadan bekledi. Kısa bir sessizliğin ardından sonuçlar holografik ekranda belirdi.
“Kalp ritmi stabilize oluyor. Kortizol seviyesi yüksek. Fizyolojik hasar yok. Tanı: rüya kaynaklı panik atak. Tavsiye: rahatlama protokolü ve kısa süreli uyku düzenlemesi.”

Ardından Nalan’a doğru otodoktor probu neredeyse görünmez bir hareketle yaklaştı. Nalan’ın karnına, dokundu.
“Fetal kalp atışı 148 bpm. Normal aralıkta. Plasenta kan akışı stabil. Anne stres hormonları yükselmiş, ancak fetüs etkilenmemiş. Tavsiye: derin nefes egzersizi ve fiziksel temas.”

Nalan hafifçe gülümsedi, Okan’ın elini daha sıkı tuttu.

“Gördün mü? İkimiz de iyiyiz.”

Okan başını salladı ama bakışları hâlâ uzak bir noktadaydı.
“Rüya sadece bir rüya gibi değildi. Sanki bir uyarıydı. O şeyin kontrolden çıkabileceğini gerçekten gördüm.”

Nalan'ın eli istemsizce karnına gitti. Loş ışıkta yüzü solgundu, korku uykunun izlerini tamamen silmişti.
“Okan… Ne gördün? Anlat.”

Okan derin bir nefes aldı.
“Laboratuvardaydım. Yine oradaydım. Ama bu kez yalnızdım. Çatlak yeni oluşuyordu. Kapılar kilitlendi, karantina devreye girdi. Çıkamadım. Yapı büyüdü. Her şeyi yuttu.”

Sesini alçalttı.

“Seni zihinsel bağlantıdan duyuyordum. Korkuyordun. Sonra karnında ağrı olduğunu söyledin.”

Nalan’ın gözleri büyüdü.
“Bebeği mi söyledim?”

Okan başını eğdi.
“Evet. Kaybettiğini söyledin. Stresten...”

Odaya sessizlik çöktü. Yalnızca evin sistemlerinden gelen hafif bir uğultu vardı.

Nalan derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça Okan’ın elini tuttu.
“Buradayım. Bebek de burada.”

Okan’ın gözleri doldu.

Nalan:
“Belki de bilinçaltın sana bir şey söylüyordur. Projeye çok daldın. Venüs şehri fikri güzel ama ya gerçekten durdurulamazsa? Ya bir gün o lifler bir laboratuvarı, bir bölgeyi, bir şehri yutarsa?”

Okan cevap vermedi. Rüyadaki görüntüler zihninde yeniden belirdi. Gri-siyah dallar, çatlayan tavan, Bahara’nın sesi.

“Yarın yol haritası toplantısı var,” dedi Nalan. “Gitmeden önce düşün. Gerçekten devam etmek istiyor musun?”

Okan pencereye baktı. Bardawil Lotus Şehri’nin gece ışıkları gölün üzerinde titreşiyordu. Uzakta yapay bulut katmanları soluk bir parıltıyla asılıydı.

“Bilmiyorum,” dedi sonunda. “Ama bu rüyadan sonra susup oturamam.”

Nalan başını onun omzuna yasladı.

“O zaman yarın konuş. Korkularını saklama. Belki projeyi yavaşlatırlar. Belki daha güçlü kontrol mekanizmaları koyarlar. Ama gizleme.”

Okan kolunu Nalan’ın beline doladı, karnına yeniden dokundu.

“Söz.”

Evin ışıkları yavaşça kısıldı. Yapay zekâ son kez konuştu:

“Rahatlama müziği başlatılıyor. İyi geceler.”

Oda karanlığa gömülürken ikisi de birbirine daha sıkı sarıldı. Rüyanın gölgesi hâlâ oradaydı ama biraz daha soluklaşmıştı.

Dışarıda gölün üzerinde hafif bir rüzgâr esti. Okan’a bir an için derinlerden bir uğultu yükseliyormuş gibi geldi.

Ve yarın, projenin yol haritası masaya yatırılacaktı.


17.3. NEUROVERSE TOPLANTISI

Ertesi sabah, Okan gözlerini açtığında rüyanın kalıntıları hâlâ zihninin kenarlarında dolaşıyordu. Gri liflerin soğuk dokunuşu, Nalan’ın titrek sesi… Ama gerçeklik, güneş ışığının perdelerden sızan yumuşak çizgileriyle kendini hatırlattı. Nalan yanında yoktu; mutfaktan gelen hafif kahve kokusu, günün başladığını haber veriyordu.

Gözlerinin önünde, havada asılı duran hologram gibi ışıklı bir satır belirdi. Zihinsel implantından davet gelmişti: “Neuroverse™ Zihin-Evren Arabirimi üzerinde toplantı daveti: 09:00’da Konsey üyeleri hazır bulunacak.”

Okan kalktı, hızlı bir duş aldı, kahvesini içti. Nalan ona sarıldıktan sonra, “Vakit geldi, Konsey bizi bekliyor.” dedi sadece. Sözlere gerek yoktu; ikisi de rüyanın gölgesini taşıyordu.

Nalan evin yapay zekasına seslendi. "Toplantı davetini ikimiz için kabul et."

Salonda oturdukları koltukta gözlerini kapattılar. Bağlantı başlatıldığında, kusursuz bir beyazlığın içindeydiler. Gölgesiz, yönsüz, sessiz. Neuroverse™’ün giriş boşluğu, bilinçteki tüm mekânsal referansları silmek için tasarlanmıştı; böylece zihin, dış dünyadan kopar ve yalnızca paylaşılan veriye odaklanırdı.

Birer birer varlık hissi oluştu.

Önce yerçekimi algısı geri geldi; hafif, kontrollü. Ardından sonsuza dek uzanıyormuş gibi duran yüzeyi mat renkli zemine bastılar. Düşünce hızıyla sade koltuklar ve masa yükseldi; sadece zihinsel konfor için optimize edilmiş formlar.

Okan ve Nalan yan yana yerleşti. Karşılarında Dr. Bahara, hafifçe öne eğilmiş. Biraz geride Tarık ve Elif, genç mühendislerin gözlerinde hâlâ önceki günün heyecanı. En uçta Konsey’in en yaşlı üyesi denetçi Dr. Suna; sakin hâkimiyetiyle ortada duruyordu.

Bahara etrafına bakındı.
“Herkese merhaba,” dedi. “Burada olduğunuz için teşekkürler.”

Tarık başını salladı.
“Hoş geldiniz. Toplantıyı başlatıyoruz; Konsensüs dışı eylemler engellenecek. Burada söylenen burada kalır.”

Dr. Suna doğrudan konuya girdi; sesi, boşlukta yankısız ama net.
“Önce fiziksel sınırları netleştirelim. Bölge 47 reaktörünün mevcut hacmi, sonsuz ekspansiyonun devam etmesine izin vermiyor. Termal yük, basınç stresi ve karbon kaynağı akışı kontrol altında. ”

Okan rüyasında hissettiği korkuyu ifade etmekte tereddüt etmedi.
“Herhangi bir ek büyüme derhal durdurulsun.. Devam ederse, silindirden çıkan şey titanyum kabuğu zorlayacak. Risk, kesinlikle kabul edilemez.”

Bahara ekledi, sesi sakin ama kararlı:
“Bunu hepimiz kabul ediyoruz. Ama deney tamamen bitirilemez. Prototip hâlâ dış katalizöre cevap veriyor. Ruthenyum döngüsü stabil. Onu söndürmek, potansiyeli yok etmek olur.”

Suna hafifçe gülümsedi.
“Tam da bu ikilemi çözmek için buradayız.”

Bir an durdu, sonra devam etti:
“Öncelikle, yapıya bir isim vermeliyiz. ‘Silindirden çıkan şey’ ya da ‘prototip’ demek, onu teknik bir artefakt olarak küçümsemek olur. Bilinçli olsun ya da olmasın, kendi homeostazını kurmuş bir sistemle karşı karşıyayız.”

Elif merakla öne eğildi.
“Öneriniz var mı?”

Nalan başını hafifçe eğdi.
“Zephyra.”

Beyaz boşlukta, havada soluk mavi bir hologram belirdi: Zarif bir çiçek, altıgen simetrili taç yaprakları, fraktal damarları.
“Zephyra elegans,” diye açıkladı Nalan. “Proje asistanıyken bu bitkiye hayrandım. Hatta protesto göstelerinde bu bitkinin soğanını ve tohumunu ekiyordum. Atacama Çölü’nün yüksek platolarında endemik bir geofit. Yıllarca toprakta uyur, ardından tek bir yağmur damlasıyla çiçek açar. Kök sistemi, kuraklıkta su aramak için fraktal bir geometri izler. Bizim CNT örgümüzle çarpıcı benzerlik gösteriyor. Venüs’ün bulut katmanında süzülecek bir yapı için uygun.”

Okan çiçeğe baktı.
“Çöldeki tek başına doğan bir yaşam… Evet. Venüs’ün cehenneminde filizlenecek bir şehir için doğru metafor.”

Dr. Suna “Zephyra olsun.” diyerek onayladı. Simülasyonu yönetmek için parmaklarını birleştirdi. “Bölge 47 başlat” dedi. O anda zemin çatırdayarak parçalandı.

Bir anda kendilerini Bölge 47’nin dijital ikizinde buldular. Reaktör, cam duvarlar, sensör kolları, titreşen uyarı ışıkları… Her detay, gerçek zamanlı sensör akışıyla besleniyordu.

Tarık refleksle etrafına baktı.
“Bu kadar yüksek fidelite beklemiyordum. Gecikme sıfır.”

Dr. Suna sakin bir sesle yanıtladı:
“Bu yalnızca görsel bir kopya değil. Tüm telemetri burada: Termal haritalar, kütle spektrometresi zaman serileri, basınç gradyanları, hatta nanotüp örgüsünün gerilim vektörleri. Fiziksel reaktördeki her değişim, milisaniye gecikmeyle buraya yansıyor.”

Okan reaktöre yaklaştı, elini camın sanal yüzeyine koydu.
Zephyra’nın fraktal ekspansiyonuna daha fazla izin vermeyeceğiz. Karbon monoksit üretimi engellenmezse, yapı duvarlara değecek ve kontrolü kaybedeceğiz.”

 Bahara başını salladı.
“Fiziksel ortamda büyümeyi dondurduk.”

Nalan gözlerini reaktörden ayırmadan konuştu:
“O zaman büyümeyi başka bir ortama taşıyalım. Dijital bir ortama.”

Elif heyecanla araya girdi:
“Aslında Zephyra’nın tam ölçekli simülasyonu hazır. DNA Simülasyon Makinesi’nin prensibiyle aynı çalışıyor.”

Bahara onayladı.
“Kesinlikle. Organizmaların evrimini milyonlarca nesil boyunca simüle ettiğimiz gibi, Zephyra’yı da fiziksel kısıtlamasız bir dijital Venüs atmosferinde büyütelim. Tüm kimyasal kinetik denklemleri, Ruthenyum katalizör verimliliğini, sülfürik asit etkileşimlerini görelim. Hepsi gerçek fizikle çalışsın.”

Dr. Suna elini yana savurdu.

Ortalarında dev bir yapı belirdi: DNA Simülasyon Makinesi’nin holografik temsili. Şeffaf katmanlar, petabaytlık veri halkaları, kuantum hesaplama düğümleri ışıkla akıyordu.

Diğer eliyle, Bölge 47’den gelen canlı veri paketlerini çağırdı. Paketler makinenin çekirdeğine aktı; mavi ışık huzmeleriyle.

“Başlatıyorum,” dedi.

Boşluk yeniden dönüştü.

Bir anda Venüs yüzeyindeydiler. Sarı-beyaz bulut örtüsü, kızıl gökyüzü, Fakat basıncın ezici ağırlığını ve sıcaklığı hissetmiyorlardı. Önlerinde tek bir silindir duruyordu: Zephyra’nın fiziksel kopyası.

Nalan kızıl gökyüzüne bakarak fısıldadı:
“Rüyamda gördüğümün aynısı.”

Dr. Suna zaman ölçeğini el hareketiyle hızlandırdı.

Silindir çatladı. Gri-siyah sis sızdı. CNT filizleri filizlendi, magnezyum hidrit ayrıştı, yapı yerden kesildi. Ruthenyum katalizi devreye girdi; ters su-gaz kayması başladı.

Hepsi birlikte yükseldi; bulut katmanına doğru.

Zaman daha da hızlandı. Günler saniyelere, aylar dakikalara sığdı.

Zephyra büyüdü. Fraktal örgü genişledi, altıgen platformlar oluştu, basınç cepleri stabilize oldu, sülfürik asit damlacıkları dış kabukta nötralize edildi. Artık devasa bir yapıydı: Kilometrelerce çapında, kendi homeostazını koruyan, karbondioksitten ve su buharından beslenen uçan bir ekosistem.

Okan etrafına bakındı; rüzgârın uğultusu bile simüle edilmişti.
“Şimdi asıl soru: Bu yapının neresinde insan yaşayabilir?”

Elif veri katmanlarını açtı; havada şeffaf paneller belirdi.
“İç basınç cepleri: 1 bar, 25–30 °C stabil. Oksijen kısmi basıncı %21. Asit yoğunluğu sıfır noktada. Radyasyon kalkanı, CNT örgüsünün doğal özelliği.”

Bahara derin bir nefes aldı; sanal olsa da gerçekçi.
“Zephyra artık sadece bir tohum değil. Kendi içinde kapalı bir biyosfer potansiyeli taşıyor.”

Dr. Suna son noktayı koydu; sesi, Venüs rüzgârlarının arasından gelir gibi:
“Bu, bir yaşam alanı adayı. İnsanlığın Dünya dışındaki ilk kalıcı yerleşimi olabilir.”

Venüs’ün bulutları altında, sanal ama fizik kurallarına tamamen bağlı bir şehir yükselmeye devam ediyordu. Altında kızıl fırtınalar, üstünde sonsuz sarı örtü.

Ve hepsi, Neuroverse™’ün beyaz boşluğunda başlayan bu toplantının, geri dönüşsüz bir kararın ilk adımı olduğunu biliyordu.


17.4. YAŞAM ALANLARI

Simülasyon sabitlenince, Zephyra’nın iç yapısı katman katman açıldı. Sanki görünmez bir el, yapının içini dilimliyordu ama hiçbir şey kesilmiyor, sadece anlam kazanıyordu.

Dr. Suna konuştu:
“Şunu netleştirelim. Zephyra biyolojik bir canlı değil. Organları yok. Kalbi yok, akciğeri yok, sinir sistemi yok. Ama işlevleri var.”

Elini hafifçe yukarı kaldırdı. Yapının üst fraktal kubbesi parladı.

“Bu üst katman, kaldırma ve homeostaz modülü. Mikroskobik hidrojen dolu baloncular burada yoğunlaşıyor. Magnezyum hidrit ayrışması ve ters su-gaz kaymasıyla sürekli hidrojen üretiliyor. Zephyra bu sayede Venüs atmosferinde askıda kalıyor. Nefes almıyor ama düşmemeyi biliyor.”

Okan, kubbenin altından yukarı doğru akan mavi akışları izledi.
“Yani kalbi yok ama dolaşımı var.”

Suna başını salladı.
“Güzel bir benzetme. Ama bu dolaşım bilinçsiz. Sadece geri besleme.”

Katmanlar kaydı. Dış kabuk öne çıktı. Ruthenyum kümeleri, yıldız tozu gibi yüzeyde parlıyordu.

Nalan söze girdi:
“Beslenme ve büyüme modülü burası. Atmosferden CO₂ ve eser su buharını yakalıyor. Karbon monoksit ve hidrojen üretiyor. Yapı hem buradan besleniyor hem de kendini buradan örüyor.”

Elif hayranlıkla ekledi:
“Yakıt ve iskelet aynı süreçten çıkıyor. İsraf yok.”

Bahara sessizce mırıldandı:
“Canlı olmadan metabolizma.”

Bir başka katman belirginleşti. Dış örgüden süzülen sülfürik asit damlacıkları, CNT liflerine değdiği anda etkisizleşiyor, buharlaşıyordu.

“Koruma ve onarım,” dedi Suna. “Hasar lokal kalıyor. Fraktal geometri çökmeyi yaymıyor. Lifler kendi kendini yeniden örüyor. Yara izi bırakmıyor.”

Okan’ın aklına rüyasındaki lifler geldi. Bu kez yıkıcı değildi. Bu kez düzenliydi.

Sonra iç katman açıldı.

Altıgen boşluklar. Birbirine akan cepler. Mercan resiflerini andıran oyuklar.

Elif verileri çağırdı.
“İnsan yaşamı için uygun bölgeler burası. Orta fraktal katmanlar.”

Sayısal değerler havada belirdi.

“Basınç bir bar civarında. Sıcaklık 25 ile 35 derece arasında stabil. Gaz bileşimi kontrol edilebilir. Ruthenyum döngüsünden sızan oksijen, ek elektroliz modülleriyle yüzde 21’e tamamlanabiliyor.”

Nalan yavaşça nefes aldı.
“Yani burada… gerçekten yaşayabiliriz.”

Bahara ekledi:
“Bunlar inşa edilmiş odalar değil. Doğal olarak oluşan boşluklar. Fraktal altıgenlerin iç cepleri. Bir mercan resifinin oyukları gibi.”

Tarık ilk kez araya girdi:
“Alan ne kadar?”

Elif kısa bir duraksamadan sonra cevap verdi:
“Olgun bir Zephyra’da yüzlerce kilometre kare. Modüler habitatlar CNT duvarlara entegre edilebilir. Şehir gibi değil. Daha çok iç içe geçmiş yaşam adacıkları.

Suna son bir katmanı vurguladı. Üst kubbenin çevresinde kalın bir halka belirdi.

“Kenetlenme noktaları. Ekvatoral halka en stabil bölge. Rüzgâr gradyanları düşük. CNT yoğunluğu yüksek. Manyetik ve mekanik kenetlenme sistemleri için ideal.”

Okan başını kaldırdı.
“Yani gemiler buraya yanaşacak.”

“Evet,” dedi Suna. “Dünya veya Ay yörüngesinden gelen araçlar aerobraking ile Venüs bulutlarına iner. Balonlarını açarak bir zeplin gibi yavaşça Zephyra'ya yaklaşıp ekvatoral halkaya koyacağımız hava kilitlerine kenetlenir.”

Kısa bir sessizlik oldu.

Okan yavaşça konuştu:
“Bu bir makine değil.”

Bahara ona baktı.
“Ama canlı da değil.”

Nalan cümleyi tamamladı:
“Doğmuş bir yapı.”

Suna ilk kez kesin bir ifade kullanmadı.
“Evet. Ve bu yüzden dikkatli olmak zorundayız. Fiziksel büyüme Venüs'te başlamadan önce simülasyonda bütün ihtimalleri deneyip sonuçlarını gözlemlemeliyiz.”

Zephyra, Venüs bulutlarının arasında süzülüyordu. Artık sadece bir deney değildi. Bir gelecekti.


17.5. SERBEST BIRAKMA NE ZAMAN?

Karşılarında, Venüs’ün bulut katmanları hâlâ duruyordu. Olgun Zephyra, sarı beyaz girdapların arasında süzülüyor, fraktal gövdesi ışığı farklı açılardan kırıyordu. Canlı değildi ama cansız da değildi. Kendine ait bir sürekliliği vardı.

Okan sessizliği bozdu.

“Zephyra’yı ne zaman reaktörden çıkarıp Venüs’te serbest bırakacağız?”

Sesi yorgundu. Aynı zamanda ağır bir sorumluluk taşıyordu.

Dr. Bahara’nın holografik temsili netleşti. Gerçek dünyada olduğu gibi sakin, ölçülü ve acele etmeyen bir ifadeyle konuştu.

“Hemen değil. Fiziksel tohum şu an Bölge 47’de durdurulmuş halde kalacak. Simülasyonlar olgunlaşana kadar dokunulmayacak.”

Nalan gözlerini Zephyra’dan ayırmadan sordu.

“Neden yarın değil?”

Bahara kısa bir duraksamadan sonra devam etti.

“Çünkü Zephyra şu an laboratuvar ölçeğinde. Venüs atmosferinde kendi kendini taşıyabilmesi için kilometrelerce büyümesi gerekiyor. Ruthenyum katalizinin uzun vadeli verimliliği, sülfürik asit nötralizasyonu, fraktal homeostaz. Bunların her biri milyonlarca iterasyonla test edilmeli. Tek bir hata, tüm yapıyı çökertebilir.”

Dr. Suna’nın sesi araya girdi. Net ve duygusuzdu.

“Üstelik teknik meseleler tek engel değil. Konsey onayı, uluslararası ortaklıklar, finansman döngüleri, etik kurullar. Venüs misyonları hiçbir zaman hızlı olmadı. Tarihsel olarak da böyle.”

Tarık başını salladı.

“HAVOC konseptleri bile yüzyıllar önce yıllarca kağıt üzerinde kalmıştı.”

Okan derin bir nefes aldı. Bu kez gerçek dünyada.

“Madem ana iş simülasyonda yapılacak ve fiziksel tohum yıllarca bekleyecek,” dedi yavaşça, “o zaman burada olmamıza gerek yok.”

Nalan ona baktı. Sonra elini karnına koydu.

“Evet,” dedi. “Bardawil’den yeterince uzak kaldık. Sahra’ya dönelim. Tassili n’Ajjer’deki evimize.”

Elif şaşkınlıkla sordu.

“O ücra plato mu?”

“Evet,” dedi Nalan. “Kaya ormanlarının arasında. Sessizlik var. Yıldızlar var. Prehistorik kaya resimleri var.”

Bahara başını hafifçe eğdi.

“Uzaktan bağlantı yeterli olur. Simülasyon verilerine erişiminiz devam edecek. Karar anlarında sizi çağırırız.”

Dr. Suna kısa bir onay hareketi yaptı.

“Bu, proje için de sağlıklı olabilir.”

Okan gülümsedi. Yorgun ama kararlı.

“Bazı şeyler,” diye düşündü, “sürekli bakmazsan daha doğru büyür.”

Tam o anda, simülasyonun kenarındaki görüş alanında bir hareket belirdi; Zephyra’nın alt fraktal katmanlarından, bulutların derinliklerine doğru ince, gri bir uzantı aşağı sarkıyordu; sanki kök salmak ister gibi. Ama kimse dönüp bakmadı; görüntü zaten solmaya başlamıştı.

Bağlantı kesildi.

Neuroverse dağıldı ve gerçek dünya geri döndü. Bardawil Lotus Şehri’nin yumuşak sabah ışığı pencereden içeri doluyordu.

Konsey, Zephyra Projesi için on yıllık yol haritasını o gün onayladı.


17.6. UZUN YOL

Evin içi sessizdi. Bardawil akşamı, Lotus Şehri’nin yumuşak ışığını camlardan içeri süzüyordu. Okan ayakkabılarını çıkarmadan birkaç saniye öylece durdu. Omuzlarındaki ağırlık hâlâ geçmemişti.

Tam o sırada, evin ortasında ince bir titreşim hissedildi.

Hava katman katman açıldı. Saydam bir hologram yavaşça şekillendi. Başlık netleştiğinde ikisi de aynı anda baktı.

“ZEPHYRA PROJESİ
ON YILLIK YOL HARİTASI
Konsey Onaylı Nihai Metin”

Alt köşede tarih ve mühür vardı.

Nalan hafifçe güldü.

“Bizi beklememişler,” dedi.
“Biz daha kapıdan girerken karar verilmiş.”

Okan elini uzattı. Hologram, onun hareketini algılayıp metni aşağı kaydırdı.

“Okuyorum,” dedi.

Okan başını salladı ve yüksek sesle okumaya başladı.

“Birinci faz. Yıl bir ve iki. Zephyra fiziksel tohumu Bölge 47 reaktöründe kilitli tutulacaktır. Hiçbir koşulda aktif ortama çıkarılmayacaktır. Tüm gelişim yüksek fidelite simülasyonlar üzerinden yürütülecektir.”

Nalan kaşlarını kaldırdı.

“Yani,” dedi, “Zephyra doğdu ama odasından çıkması yasak.”

Okan devam etti.

“Ruthenyum katalizör stabilitesi, fraktal büyüme sınırları ve atmosferik uyum parametreleri bu fazda belirlenecektir.”

Nalan hafifçe başını salladı.

“İlk iki yıl annesiz babasız. Sadece sanal dünya.”

Okan bir an durdu ama okumayı sürdürdü.

“İkinci faz. Yıl üç ve dört. Laboratuvar dışı kapalı test ortamları kurulacaktır. Otonom açılma ve kapanma mekanizmaları test edilecektir. Uluslararası bilimsel gözlemci programı başlatılacaktır.”

Nalan gülümsedi.

“İşte burada kalabalık başlıyor. Herkes çocuğa bakmak isteyecek.”

Okan istemsizce gülümsedi ama sesi yine ciddiydi.

“Üçüncü faz. Yıl beş ve altı. Ağır kaldırıcı sistem entegrasyonu. Etik ve güvenlik raporlarının nihai hale getirilmesi.”

Nalan bu kez daha sessizdi.

“Altıncı yıl,” dedi. “Yani gerçek dünyaya ilk ciddi adım.”

Okan başını salladı.

“Dördüncü faz. Yıl yedi ve sekiz. Venüs atmosferinde sınırlı serbest bırakma. Sürekli uzaktan izleme. Geri çekilme senaryoları aktif tutulacaktır.”

Nalan metne yaklaştı. Satırlara dikkatle baktı.

“Sınırlı serbestlik,” dedi. “Kafesi açık ama kapı hâlâ orada.”

Okan son bölüme geçti.

“Beşinci faz. Yıl dokuz ve on. Zephyra’nın bağımsız Venüs sistemi olarak tanınması. İnsan müdahalesinin minimuma indirilmesi. Projenin kapatılması.”

Cümle bittiğinde odada bir sessizlik oluştu.

Nalan derin bir nefes aldı.

“On yıl,” dedi. “Bir insanın çocukluktan ergenliğe geçmesi kadar.”

Okan hologramı kapatmadı. Metin hâlâ evin ortasında duruyordu.

“Ve biz,” dedi, “bu on yılın çoğunu simülasyon ekranlarının karşısında geçirmeyeceğiz.”

Nalan ona baktı.

“Evet,” dedi. “Çünkü buradan izlemekle Sahra’dan izlemek arasında fark yok.”

Bir an sessizlik oldu. Sonra Nalan ekledi.

“Hatta Sahra daha gerçek.”

Okan başını salladı.

“Öyleyse karar net.”

Ayağa kalktı. Holograma son bir kez baktı.

“Onlar Zephyra’yı büyütsün,” dedi. “Biz de kendi dünyamıza dönelim.”

Nalan gülümsedi.

“Tassili n’Ajjer,” dedi. “Keşif robotumuz Nil-7’yi de alalım. Hem gözümüz kulağımız olur.”

Okan ilk kez gerçekten rahatladı. Düşüncesi sessizce, ama derin bir yerden yükseldi.
“Filizlenip şehre dönüşen bir silindir bulduğumuzda kadim bir teknoloji diyoruz. Ama tavuğa dönüşen bir yumurta görünce kendiliğinden oldu deyip geçiyoruz. Belki de Zephyra da sadece çok yavaş evrilmiş bir yaşam formu. Ya tersiyse? Ya yaşamın kendisi kadim bir teknolojiyse? Tavuk yumurtası, Zephyra’nın silindirinden bile daha eski ve daha gelişmiş bir tasarımsa.

Bu düşünce onu ürkütmedi. Aksine garip bir huzur verdi.

Ama artık ikisi de biliyordu.
Proje başlamıştı.
Uzun bir yol vardı.
Ve herkes bu yolun tamamını aynı yerden yürümek zorunda değildi.

Sahra’nın taş ormanları onları bekliyordu. Sessizlik, yıldızlar ve kadim resimlerle dolu bir plato. Orada, belki de gerçek cevaplar daha yakındı.


DEVAM EDECEK...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları