28 Haziran 2025 Cumartesi

MEHLİKA SULTAN'A AŞIK YEDİ GENÇ

Önsöz

İnsanlık tarihi boyunca, gerçekler gizlenmiş, efsaneler anlatılmış, inanışlar yaşanmıştır. Her kuşak kendi gölgesinde yürürken, bazen eskiyi unutmuş, bazen yeniyi sorgulamıştır. Bu hikâye, sıradan bir zamanın ötesinde, inançların, umutların ve fedakârlıkların buluştuğu bir yerde başlar.

Yedi genç… Sadece bedenleriyle değil, ruhlarıyla da bir ümmetin simgesi olmuşlardır. Onlar, zulüm ve karanlığa karşı inancın sarsılmaz gücünü temsil eder. Yaşadıkları zamanın ötesinde, sonsuzluğa uzanan bu yolculuk, insanlığın hakikat arayışının en güzel yankısıdır.


Bu romanda, tarih ve iman iç içe geçer; mit ile gerçek birbirine dokunur. Siz okurlar, bu sayfalarda sadece bir hikâye değil; bir mana, bir yol, bir ışık arayacaksınız.

Hazır olun, kapılar aralanıyor. Adım adım, kutsal bir uykudan uyanışa, kadim sırların ışığında ilerleyeceğiz.



BÖLÜM 1 – KANUNUN VE İNANCIN ÇARPIŞTIĞI YIL

MS 44, Kudüs – Roma Valiliği Avlusu


Sabah güneşi Kudüs’ün taş duvarlarına vurduğunda, bir adam zincirli elleriyle meydana getirildi. Hz. Yakup, balıkçıydı. Yıllar önce elindeki ağları bir gün bırakıp Hz. İsa’nın havarisi olmak için peşine düşmüştü.

Sabahın ilk ışıkları, Kudüs’ün kum rengi taş duvarlarına ince bir huzme gibi yayılmıştı. Roma valiliğinin avlusu her zamanki gibi sessiz değildi bu sabah. Kılıç sesleri, asker çizmelerinin taş zeminde çıkardığı yankılar ve fısıldaşmalar… bir infazın kokusu vardı havada.

Yakup getirildi. Zincire vurulmuş elleriyle dik duruyordu. Başını eğmedi. Ne bağırdı ne de yalvardı. Gözleri yalnızca gökyüzüne kilitlenmişti.

Yargılama hızlı olmuştu. Karar daha önceden verilmiş gibiydi.

Onu getiren Roma muhafızları için bu iş sıradandı. Fakat izleyen kalabalık için... bu yalnızca bir adamın infazı değildi. Bir inancın, bir umudun, bir meydan okumanın sessizce bastırılmasıydı.

Tam o sırada, kalabalığın arka sıralarında, babasının cübbesinin ucuna tutunmuş bir çocuk vardı. En fazla sekiz yaşındaydı. Gözleri korkuyla değil, dikkatle bakıyordu olan bitene.


Yakup (Luka 12:3'te geçen) son sözünü haykırdı: "Karanlıkta söylediğimiz her şey bir gün aydınlıkta duyulacak. Dört duvar arasında fısıldadıklarımız bir gün damlardan yayılacak..."

Roma muhafızlarından biri Yakup’un arkasına geçti. Kılıç sesi duyulduğunda meydandaki sessizlik bozulmadı. Hiç kimse bağırmadı. Herkes sadece baktı. Yakup’un başı yere düştü. Cesedi oracıkta kaldı. Kalabalıkta bir ürperti oldu. Fakat çocuk, gözünü kırpmadan seyretti. Babası eğildi, kulağına fısıldadı:

“O adam suçsuzdu oğlum. Sadece inandığı için öldürüldü...”

Çocuk, başını hafifçe eğdi. Yaşından beklenmeyen bir vakarla cevap verdi:

“Eğer biz de inandığımız için öleceksek... buna değer.”

Babası o an suskun kaldı. İlk kez kendi çocuğunun gözlerinde bir direniş tohumu gördü.

Roma Valisi ise o gün Roma’ya bir rapor yazıyordu: “Kudüs’teki isyan kökünden bastırılmıştır. Halk sindirilmiş, korku hâkim kılınmıştır.”

Ama o gün, o meydanda, bir çocuğun kalbine bir kıvılcım düştüğünün farkında değildi.




BÖLÜM 2 – TAŞLARIN İÇİNDE YANKILANAN SES

Kudüs’te infaz edilen Yakup’un ardından, henüz sekiz yaşında olan bir çocukta yanan o kıvılcım, yıllar boyunca sönmedi, büyüyüp yayıldı.

Yıllar sonra taş mağaraların içinde "Hazreti Pir" diye anılan bir bilgeye dönüşmüştü. Adını ve yaşını bilen pek yoktu. Ama sesi, her kulağa tanıdık gelirdi. Belki yüz yaşını geçmişti ama bedeni hâlâ gençliğin kıvılcımını taşıyordu. Bir kez onun ders halkasına katılan, bir daha geri dönemezdi. Gönlü orada kalırdı.

Uzakta, dağlık ve taşlık bir bölgede, gizli geçitlerden geçilerek ulaşılan bir mağaranın içinde titrek bir kandil ışığı altında toplanmış gençler, dizleri üzerine oturmuştu. Her biri başka soydan, başka hikâyeden ama aynı arayıştaydı. Ve hepsine yol gösteren aynı kişiydi.

Hz. Pir’in elinde, gizlice sakladığı bir Barnabas nüshası vardı Ders halkasında bu parşömenlerden pasajlar okuyarak gençleri eğitiyordu.:

“İsa cevap verdi: 'Ben Tanrı değilim. Ben, Tanrı’nın bir kuluyum. Tanrı benim üzerimde hükümrandır.’” (Barnabas İncili, 70. bölüm)

“Yahuda İskariot İsa’ya benzedi ve onu çarmıha gerdiler. Tanrı, İsa’yı göğe yükseltti.” (Barnabas İncili, 217. bölüm)

“Tanrı’nın elçisi Muhammed, dünyaya geldiğinde bu alçakgönüllülüğün simgesi olacak ve hakikatin yolunu gösterecek. O'nun ayakkabı bağlarını çözecek değerde değilsem de, Allah'tan O'nu görme rahmet ve bereketini aldım” (Barnabas İncili, 97. bölüm)

Gençlerden biri sordu: "Tanrı’nın elçisi Muhammed geldikten sonra, daha başka peygamberler gelecek mi?"

Hz. Pir cevap verdi: "Ondan sonra Allah tarafından gönderilen hiç bir peygamber gelmeyecek ama, pek çok yalancı peygamber gelecek; ki ben buna üzülüyorum."

Hz. Pir pasajları okumaya devam etti.

“Tanrı birdir, O ne doğurur ne doğurulmuştur. Tanrı’nın oğlu olduğunu söyleyen, büyük bir küfrü dillendirmiş olur.” (Barnabas İncili, 53. bölüm)

“Tanrı Musa’ya kırk gün oruç tutmasını emretti. İşte bu yüzden, oruç tutan kimse Tanrı’ya daha yakındır.” (Barnabas İncili, 23. bölüm)

“Bir deve, bir iğne deliğinden daha kolay geçer; ama kibirli bir zengin Tanrı’nın cennetine giremez.” (Barnabas İncili, 69. bölüm)

“Bakın evlatlarım,” dedi Hz. Pir, eski bir parşömenin köşesini özenle açarken. “İsa aleyhisselâm buyurmuş ki: ‘Ben Tanrı değilim. Ben Tanrı'nın bir kuluyum.’ İşte, biz bunu bilmekle mükellefiz.”

Mağaranın taş duvarlarında yankılanan o yumuşak, derin sesi duyuldu.  

“Vakti geldiğinde fısıltımız, dağlara çarpıp göklere haykırılacaktır. Siz o vakti bekleyenlerdensiniz... Belki de taşıyanlar.”

İçlerinden biri, heyecanla sordu:

"Pir'im... Bu fısıltımız ne zaman haykırış olur?"

Hz. Pir gözlerini kapadı. Yüzünde zamanın izleri vardı ama gözleri hâlâ parlıyordu.

“Karanlık en koyu hâlini aldığında, şafak da yaklaşmış demektir. Her hakikat, önce inkâr edilir. Sonra alaya alınır. Ardından savaş açılır. Ve en sonunda kabul edilir. Biz şimdi savaş safhasındayız...”

Hz. Pir, yavaşça doğruldu. Ellerini mağaranın taş duvarına koydu. Elini taşlara sürdü. Taşa oyulmuş eski yazılar vardı.

“Hakikatın yayılması için kalabalıklara değil, yüreğe ihtiyaç vardır. Allah Musa’yı Firavun’a gönderdiğinde yanında yalnız Harun vardı. İsa’nın çevresinde on iki kişi vardı. Kimi ihanet etti. Kimi havarisi olduğunu 3 kez inkar etti. Kimi sesiz kaldı. Kimi kaçtı. Ama mesaj kaldı. Belki siz de kaçmak ve saklanmak zorunda kalırsınız. O zaman sizi unutur insanlar. Ama sözünüz kalır...”

Pir’in gözleri ciddileşti. Elini mağaranın soğuk taşına koydu.

“O, kendisini Tanrı değil, Tanrı’nın kulu ilan etti. Dedi ki: ‘Ben kendiliğimden hiçbir şey yapamam; işittiğime göre yargılarım. Çünkü ben kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmeye geldim.’ (Yuhanna 5:30)

Yine dedi ki: ‘Benim Tanrım ve sizin Tanrınız.’ (Yuhanna 20:17)
Bu, kul olmanın en açık beyanıdır.”

Gençler, mağarada yankılanan bu sözlerle büyülenmiş gibi suskunlaştı. Ve Pir devam etti.

“Evlatlarım… Bu sözleri bize ulaştıranlar da bizim gibi can taşıyordu. Ama hakikate sevdalıydılar. Yaşamlarını vermekten çekinmediler. Yakup’un idamından sonra, Petrus, imanını haykırarak baş aşağı çarmıha gerildi. Andreas, kuzeyin soğuk topraklarında, haçın gölgesinde can verdi… Filippus, Frigya’da diri diri çarmıha gerildi. Bartalmay, derisi yüzülerek öldürüldü.”

Bir genç elini yumruk yaptı:

"Neden hep hakikat taşıyanlar eziliyor, Pir’im?"

Pir’in sesi derinleşti:

“Hakikat karanlıkta doğar. Zulüm onun ebesidir. Hakikat, doğarken acı çeker. Ama doğduktan sonra kimse onu susturamaz. O yüzden, her bir şehit, hakikatin şahididir.”

Gençlerin gözleri buğulandı. Bir diğeri hafifçe fısıldadı:

"Hepsi birer yıldız gibi düşmüş göğe..."

Hz. Pir gözlerini gökyüzüne doğru kaldırdı. Mağaranın tavanındaki küçük deliklerden sızan ışığa baktı.

“Ve yıldızlar bir bir düşerken, biz onların izinden gideceğiz. Yol onların kanıyla çizilmiş olabilir. Ama ayaklarımız hâlâ diri. Ve kalbimiz hâlâ hakikatle atıyor.”

O gece, mağarada sadece kelimeler değil, emanet de yankılandı. O kelimeler kalbe dokundu. Kalpten kalbe aktı. 

Gençler sustu. Mağarada bir sessizlik oluştu. Kandilin yağı bitti, hafifçe titredi ve söndü. Göz gözü zor seçiyordu artık.

Hz. Pir, son sözünü söyledi o gece:

“Hatırlayın... Karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek. Ve siz, çatılardan haykıracaksınız...”

 



BÖLÜM 3 – MEHLİKA SULTAN’IN RÜYASI

Gençler mağaradan çıktığında güneş çoktan batmıştı. Evlerinin yolunu tutarken, gece kadife karanlığıyla şehri sarıyordu. Yorgunluktan gözlerini kapatan yedi genç, karanlığın içinden doğan sessizliğin aniden büyülü bir fısıltıya dönüştüğünü hissetti. Rüyalarının başlangıcı, hafif bir sis gibi örtülmüştü; belirsiz, ama çekici bir gizem taşıyordu. Ve birdenbire, o ortaya çıktı: Mehlika Sultan.

Önlerinde hayal bile edilemeyecek güzellikte bir varlık duruyordu. Sıradan bir insan değil; gökyüzünün en parlak yıldızlarından, Yedi Kandilli Süreyya’dan dokunmuş efsunlu bir melek gibiydi. Teninin her zerresi ay ışığı gibi parlak ve serindi. Siyah saçları geceyi bölen bir nehir gibi omuzlarından yumuşakça süzülüyordu. Gözleri derin bir okyanus; içinde hem huzur hem fırtına barındıran, ruhları titretip eriten bir ateşti bakışı.

Yanında yürürken, her adımı yeryüzünü kutsuyor, dokunduğu her yer ışığa bürünüyordu. Bir hayalet kadar nazik, bir rüzgar kadar serin, bir efsane kadar ulaşılmazdı. Ama aynı zamanda öylesine gerçek ki, ellerini uzatsan dokunacaktın.

Gözleri onun gözlerine kilitlenmişti. Kalbi onunla atıyor, dudağı adını fısıldıyor, yüreği kara sevdanın alevleriyle yanıyordu. O anda zaman durmuş, dünya sadece ikisi olmuştu.

Mehlika Sultan’ın sesi, kelimelerin ötesinden, ruhlarının en gizli köşesine dokunan bir melodi gibi duyuldu:

"Benimle gel... Kalbimde yanan o nuru görüyorsun, değil mi? Kaf Dağları’nın ardında seni bekleyen bir sır göstereceğim sana. Belki yol zor, belki gölge uzun... ama senin içindeki sevda, o karanlığı deler geçer değil mi? Yeter ki içindeki sesi duy, peşimden gel. Geceyi bile secde ettirecek o nur seni bekliyor."

Gençler uykularından sıçrayarak uyandılar, onun izinden gitmek için can atıyorlardı. Bilinmezlik, korku ve umut iç içeydi. Karanlıkla savaşan bir şafak gibi, Mehlika Sultan’ın varlığı onlara yeni bir hayat, yeni bir anlam vermişti.

Rüyalarında gördüklerinden büyülenmiş, her an biraz daha aşık oluyor, kendilerinden biraz daha geçiyorlardı. Ve biliyorlardı: Bu yolculuk sadece bedenlerini değil, ruhlarını da değiştirecekti.

Gözlerine tekrar uyku girmeden, sabahın ilk ışıklarını bekleyen yedi genç bir araya geldi. Gözlerinde gecenin büyüsünden kalan ateş, seslerinde aşkın yankısı vardı. Hepsi, rüyalarında gördükleri Mehlika Sultan’a bir kere daha aşık olmuş, onunla yanıp tutuşuyordu.



BÖLÜM 4 – RÜYANIN YORUMU

Sabahın ilk ışıkları mağaranın dar penceresinden süzülürken, yedi genç bir araya geldi. Gözleri hâlâ gecenin büyülü esintisinden parlıyordu. Gecenin sessizliğinde, ayrı ayrı gördükleri rüyaların ağırlığı hâlâ kalplerindeydi.

Önce Mahir başladı, sesi titrek ama içten:

“Rüyamda Mehlika Sultan’ı gördüm. O, sanki bir yıldızdı, karanlık göğün en parlak parçası. Gözleriyle ruhuma dokundu, kalbimde bir ateş yaktı.”

Ardından Yusuf ekledi:

“Benim gördüğüm de aynıydı. Onun yanında olmak, dünyadan kopup başka bir âleme gitmek gibiydi. O kadar yakın, o kadar gerçek... Ama dokunulamayan bir sır gibi.”

Selim hafifçe gülümsedi:

“Gecenin içinde bir ışık, bir fısıltı... ‘Peşimden gel’ diyordu.”

Gençlerin her biri, sözlerine sevgi ve hayranlık karışmıştı. Rüyalarında gördükleri Mehlika Sultan, sadece bir hayal değil, kalplerinde doğan bir gerçekti artık.

Sonunda, en küçüğü Ahmet konuştu, sesi kararlıydı:

“Bu sadece bir rüya değil. Bize bir çağrı, bir işaret... Peşimden gitmemiz gereken bir yol var.”

Bir anda aralarında derin bir sessizlik oldu. Göz göze geldiler, kalplerde aynı şüphe ve umut vardı.

...

Heyecanla rüyalarını paylaştıktan sonra, gençler Hz. Pir’in yanına gittiler. Mağaranın serin taşları arasında, bilgenin yüzünde hafif bir tebessüm vardı.

Hz. Pir, yavaşça konuştu:

“Ey gençler, rüyalarınızda gördüğünüz Mehlika Sultan, aşk makamının müjdecisidir. O, sizin içinizde yanan hakikatin ve güzelliğin simgesidir. Aşk, önce bir insana duyulur; sonra o aşk, Allah’ın yüce güzelliğinin yansıması olur. En sonunda da aşığın gönlü, maşuktan geçerek Hakikat’a ulaşır.”

Bir an durdu, gençlerin gözlerine baktı:

“Bu rüya, sizin için bir çağrıdır. Aşk makamına ermek, kolay değildir. O bir çile yolculuğudur; yol zordur, engeller çoktur. Ama içinizdeki o ışıkla yürürseniz, karanlık bile sizin için bir perde olur. Rüyanızın götürdüğü yola gidin. Korkmayın. Çünkü gerçek aşk, yalnızca cesur yüreklerde yeşerir.”

Son sözleriyle kalbe dokunan bir teselli, ruha işleyen bir hatırlatmada bulundu:

“Sıkıntı elbet bir gün bitecek. Çünkü hiçbir gece sonsuz değildir. Üzülen elbet bir gün mutlu olacaktır. Çünkü gözyaşlarını bilen bir Rab var. Kaybolan ve özlenen elbet bir gün geri gelir. Çünkü sabırla bekleyen gönüller, vuslata en yakın olanlardır. Sen doğru olduğun sürece Allah seninledir. Çünkü Allah, dosdoğru olanları sever. Sabır imtihandır, imtihan aşktır, Aşk ise Allah'tır. Ve işte bu yüzden her zorluk bir yakınlıktır. Her acı, bir sırra götüren yoldur...”

Gençler bu sözlerle yeni bir azim ve umutla doldu. Hep birlikte karar verdiler: Bu kutsal yolculuğa çıkacaklar, ne olursa olsun vazgeçmeyeceklerdi.

Mağaranın loş ışığında, kandilin titrek alevi gençlerin yüzlerini aydınlatıyordu. Hz. Pir sustu. Gözleri, mağaranın girişinde sessizce yatan Kıtmir’e kaydı. Tüyleri tozlu, ama kulakları dik, gözleri uyanıktı; sanki her an bir gölgeyi kolluyordu. İlyas, merakla sordu:

“Pir’im, Kıtmir neden hiç yanınızdan ayrılmıyor? Sanki bu mağaranın bekçisi gibi…”

Hz. Pir, parşömeni usulca katladı. Yüzünde derin bir tebessüm belirdi ve anlatmaya başladı:

“Yıllar önce, Kudüs’ten uzak bir çöl yolunda yürüyordum. Susuzluktan boğazım yanarken, bir kuyu buldum. İndim, su içtim, ferahladım. Çıkarken bir gölge fark ettim. Bir köpekti, dili dışarıda, nemli toprağı yalayarak hayata tutunmaya çalışıyordu. Gözlerinde bir çaresizlik, ama aynı zamanda bir umut vardı. ‘Bu can da Allah’ın emaneti’ dedim kendi kendime. Tekrar kuyuya indim. Yanımda kap yoktu, ayakkabımı çıkardım, suyla doldurdum. Ağzımda tutarak yukarı çıktım ve suyu onun önüne koydum. İçerken gözlerime baktı, sanki bir söz verdi.”

Hz. Pir bir an durdu, gözleri Kıtmir’e sabitlendi.

“O günden sonra peşimi bırakmadı. Adını Kıtmir koydum, çünkü o, sadakatin canlı bir nişanesiydi. Bir gece, Roma muhafızları bu mağaraya yaklaştığında, Kıtmir’in hırlaması beni uyandırdı. Karanlıkta saklanmamı sağladı, parşömenleri gizledim. Başka bir gün, bir casus taşların arasında sindiğinde, Kıtmir’in havlaması tehlikeyi haber verdi. O, sadece bir köpek değil, hakikatin nöbetçisi. Bu mağarada, sizlerin kalbinizdeki aşk gibi, onun sadakati de bizi koruyor.”

Gençler, Kıtmir’e baktı. Köpek, başını hafifçe kaldırdı, sanki sözleri duymuş gibi kulaklarını oynattı. Ahmet, usulca mırıldandı:

“Demek Kıtmir, sadakatiyle bizimle…”

Hz. Pir başını salladı, sesi derin ve sakin:

“Sadakat, Allah’ın bir lütfudur, evladım. Mağaranın girişinde nöbet tutar, çünkü hakikat, uyanık bir kalp ister. Kıtmir, o lütfu taşıyor. Şimdi sizler Mehlika Sultan’ın aşkıyla yola çıkarken, o da sadakatiyle sizinle yürüyecek. ”

O sırada, dışarıdan hafif bir rüzgar esti. Kıtmir kulaklarını dikti, gözleri karanlığa çevrildi. Gençler sustu, onun uyanık bakışlarında bir güven buldu. Mağaranın taşlarında yankılanan bu hikaye, Kıtmir’in sadakatini kalplerine kazıdı.



BÖLÜM 5 – İZİN VERİLMEYEN YOLCULUK

Gece, şehrin üstüne kadife bir örtü gibi serilmişti. Rüyaların sultanı Mehlika’nın yankısı hâlâ kulaklarında çınlarken, yedi genç mağaradan çıkıp şehir kapısına doğru yöneldi.

Tam o sırada, arkalarından minik ayak sesleri duyuldu. Dönüp baktıklarında Kıtmir’i gördüler. Hz. Pir’in yaşlı köpeği, karanlıkta bir gölge gibi yürüyordu. Gözlerinde öyle bir kararlılık vardı ki, sanki o da rüyayı görmüştü… Ya da belki, sadece sadakati onu sürüklüyordu.

Gençler birbirine baktı. Yüreklerinde karışık duygular vardı: aşk, heyecan, korku… ama en çok da geride bıraktıkları ailelerin gölgesi.

İçlerinden biri, Hüseyin, endişeyle durdu.

“Annemi sabah yalnız bırakacağım… Ya bir daha dönemezsem?”

Bir diğeri, İlyas, gözlerini kaçırdı.

“Babam beni evlendirmek istiyordu. Bu yolculuğu duysa... beni zincire vurur.”

En küçükleri Ahmet’in gözleri doldu.

“Gideceğimizi söylersek, sadece bizi engellemekle kalmazlar, Pir’i de bulurlar… Oğlumuzu kandırdı, büyüledi derler. Onu da alırlar elimizden.”

Sessizlik bir süre boğazlarında düğümlendi. Her biri, kalbiyle ailesi arasında sıkışmıştı.

O sırada, en büyükleri olan Selim konuştu. Sesi sertti, ama içten:

“Evet, eğer izin almaya kalkarsak, hiçbiri bizi bırakmazlar. Onlar sevgiyi para, tutkuyu delilik, aşkı ise hastalık sanıyor. Gittiğimiz yol aşkın yolu. Bu yolda kimseden izin alınmaz. Şu kavmimiz tek tanrıdan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya!”

Ve devam etti:

“Allah çağırdığında, kul durmaz. Başkasına da gidebilir miyim diye sormaz. Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Kalkıp da ondan başkasına asla Rabbimiz demeyiz. Yoksa saçma bir söz söylemiş oluruz. Artık kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir. Madem onların tanrılarına tapmaktan imtina ettik, öyleyse onlardan izin almadan buradan gidelim.”

Son karar o gece alındı. Hiçbiri evine uğramayacaktı. Bu gece sessizce gidecekler, ardında sadece ayak izlerini ve bir yudum pişmanlık bırakacaklardı.

Belki aileleri arkalarından ağlayacaktı, kimisi lanet okuyacaktı. Bazıları ise onları valiye şikâyet edecekti:

“Bizim çocuklarımızı bir yaşlı büyücü kandırdı, akıllarını çeldi! Onları yoldan çıkardı!”

Ertesi gün aileler gençleri aradılar. Şehrin ileri gelenlerinden bazıları Hz. Pir’in kaldığı mağaranın yerini bulmak için yemin etti. Ama Pir artık yoktu. Mağaranın içi boştu, kandili sönmüştü. Yerlerde sadece birkaç yanık parşömen parçası ve bir çift eski ayakkabı kalmıştı. Ve küçük taşlara kazınmış şu cümle:

Ey varlığın gölgesinde serap gören gönül, Aşk bir denizdir, dalmayan ölür.




BÖLÜM 6 – YEDİ KANDİLİ SÜREYYA

Gece, Kudüs’ün taş duvarlarına sessizce yaslanmıştı. Rüyaların yankısı hâlâ kalplerinde titreşiyordu. Yedi genç, mağaradan ayrıldıktan sonra, şehrin dışındaki eski bir zeytinliğe ulaştılar. Ay gökyüzünde yavaşça ilerliyor, yıldızlar birer pusula gibi parlıyordu.

Sırtlarını doğuya verdiler.

Selim, gökyüzüne bakarak sessizliği bozdu:

“O… Mehlika Sultan… Rüyamda alnında yedi kandil yanıyordu. Parlak, titrek ama sönmeyen. Tıpkı şu yukarıdaki yıldız kümesi gibi...

Parmağıyla gökyüzünü gösterdi. Diğerleri dönüp baktılar. Pleiades, yani Yedi Kandilli Süreyya, şimdi kuzeybatıda yükseliyordu. Gök kubbenin ortasında, yavaşça güneydoğuya doğru ilerliyordu.

En küçükleri Ahmet gözlerini kıstı:

“Ben de o ışıkları gördüm. Ama rüyamda onlar, Mehlika Sultan’ın gözünde yandı. Bana bakıyordu. Ve sonra döndü. Yürüdü. Ben de peşinden yürümeye başladım…”

İlyas, gökyüzüne bakarken usulca mırıldandı:

“Demek ki yönümüz bu. Doğu değil… Kuzeybatı.”

Yusuf düşündü:

“Ama o yöne gidersek... Decius’un zulmünden kaçan mü'minlerin geldiği yere, Efes tarafına varırız. Belki Mehlika Sultan da orada... Belki bizi oraya çağırıyor.”

Diğerleri başlarını salladılar. Rüyalarının yankıları, gökyüzündeki kandillerle birleşmişti. Sanki sema da bu aşkın şahitliğini yapıyordu.

Ve Mehlika Sultan’ın sesi, gecenin içinden tekrar duyuldu. Rüyanın kalbinde kalmış bir yankı, içlerinden birinin ruhundan tekrar dile geldi:

Benimle gel...
Kalbimde yanan o nuru görüyorsun, değil mi?
Kaf Dağları'nın ardında seni bekleyen bir sır göstereceğim sana.
Belki yol zor, belki gölge uzun...
Ama senin içindeki sevda o karanlığı deler geçer, değil mi?..
Yeter ki içindeki sesi duy...
Geceyi bile secde ettirecek o nur seni bekliyor.

Gençler sustular.

O sırada Kıtmir yaklaştı. Burnunu yedi kandilli süreyya yıldızına çevirip havladı. Sanki o da hazırdı. Sanki Mehlika Sultan onu da çağırmıştı.

Ve o an, yedi genç aynı anda anladı.

Yolların çizili olmadığı bir zamanda, yönü kalp belirlerdi.

Ve şimdi gökyüzü, kalplerine bir yön gösteriyordu.

Süreyya yıldızının peşinden gideceklerdi. 



BÖLÜM 7 – BELKİ BU SON AKŞAMDIR

Ay, gökyüzünde ağır ağır ilerliyor; yıldızlar geceye nöbet tutuyordu. Kudüs’ten ayrılalı beş gece olmuştu. Gündüzleri terk edilmiş harabelerde, ağaç kovuklarında, bazen çobanlardan gizlenerek bir zeytinliğin taşları arasında dinleniyorlar; geceleri ise yolları görünmez yapan bir sessizlikle yürüyüşe geçiyorlardı.

Aba giymiş yedi genç, gece rüzgarında ince bir gölge gibi ilerliyordu. Ay ışığı, ayak izlerini taş yollara düşürüyordu. Kıtmir, önden giderken ara sıra durup arkaya bakıyor, sanki “acele edin” diyordu.

O gece, yüksek bir tepeye vardıklarında durdular. Uzakta, bir köyün silueti karanlığın içine dağılmıştı. Gecenin yorgunluğu her birinin yüzüne sinmişti.

İlyas dizlerinin üzerine çöktü, derin bir nefes aldı:

“Daha ne kadar yürüyeceğiz?” dedi. “Ayaklarımda derman kalmadı.”

Yusuf sessizce yanına oturdu. Elindeki su kırbasını paylaştı:

“Mehlika Sultan’ın bakışı her aklıma geldiğinde... sanki acılar da susuyor içimde. Ama… bu yol bitmeyecek gibi.”

En küçükleri Ahmet, yıldızlara bakarak konuştu:

“Ben rüyamda da bu yola düştüm. Yolun sonu yoktu. Ama onun sesi vardı. Her adımda kulağımda yankılanıyordu: ‘Yeter ki içindeki sesi duy…’

Selim başını gökyüzüne kaldırdı. Pleiades hâlâ oradaydı, ışıkları azalmış ama yönlerini yine de belli ediyordu.

“Her günün ufkunu sardıkça gece,” dedi usulca, “ben de kendi içime bürünüyorum. Belki bu... belki bu son akşamdır…”

Derin bir sessizlik oldu. Ateş yakamıyorlardı. Işık ihanet ederdi. Ama yüreklerindeki yangın, hepsine yetiyordu.

O an, Musa konuştu. Normalde pek konuşmazdı ama o gece sesi daha bir tok, daha bir kararlıydı:

“Biz, aşkın peşinden gidenleriz. Yolculuğun sonu, vuslat ya da yokluk. Fark etmez. Mehlika Sultan’ın gözlerindeki o çağrı, bu yolda ölmekse… ben razıyım.”

Kıtmir havladı. Sanki onay veriyordu.

Yusuf yerden bir taş alıp parmaklarının arasında döndürdü:

“Karanlıkta yürüdüğünüz sürece ışığa kavuşamazsınız. Biraz daha ışıkla birlikte yürüyün ki karanlık sizi yakalamasın.” Böyle demişti Yuhanna 12:35 değil mi?

İlyas başını salladı. Hafif bir tebessüm belirdi dudaklarında:

“Evet... Ama o ışık bazen bir mum olur, bazen bir yıldız… Bize düşen, ne kadar cılız olursa olsun o ışığı takip etmektir. Çünkü Mehlika Sultan, karanlığın arkasındaki ışığın adıdır belki de.”

Ve o gece, kaya gölgesinde diz dize, yürek yüreğe yattılar. Kıtmir de ön ayaklarını uzatıp yanlarına sokuldu. Gözlerini kapattılar ama kalpleri açıktı. Mehlika Sultan’ın sesi yine geceye karıştı.

“Sen yolda yürümeye razıysan, yol da sana razı olur.
Yeter ki adımlarını yüreğinle at…”



BÖLÜM 8 – YANSIMADA BİR GİZLİ CİHAN

Yolculuklarının yedinci gecesiydi. Ay gökyüzünde, örtülü bir yüz gibi solgundu. Gündüz güneşin altında yürümüş, geceye doğru yorgun düşmüşlerdi. Ne bir çeşme ne de bir kaynakla karşılaşmışlardı. Sırtlarındaki mataralar sabah tükenmişti. Dudaklar çatlamış, boğazları kurumuştu. Her adımda susuzluk, ağızlarında taş gibi büyüyordu.

Selim, çatlayan sesiyle mırıldandı:


“Yine de devam etmeliyiz... Belki bu son akşamdır...”

Bedenleri tükenmişti. Kudüs’ten beri yürüdükleri yollar, onları taşlı patikalardan, sarp vadilerden geçirmişti. Su kaynakları kurumuştu. Mataralar boştu. Gece soğuktu. Gündüzse kavurucu. Ama adımlar durmamıştı.

Ay ışığı, dağın eteklerinde bir silueti aydınlattı:
Bir kuyu.

Kovası yoktu. Zinciri yoktu. Ama taşları hâlâ sağlamdı. Onu görünce yedi genç neredeyse koşarcasına başına üşüştü.

İlyas içeri baktı:


“Su var... Ama çok derinde...”

Selim gözlerini kıstı:

“Bu… sıradan bir kuyu değil. Ben bu yeri rüyamda gördüm. Mehlika Sultan buradaydı. Gözleriyle bu suya bakıyordu. Gözyaşları kuyuyu dolduruyordu. Sonra bana dönüp ‘Yüreğindeki her şeyi buraya bırak’ dedi…”

En küçükleri, Ahmet, biraz geride duruyordu. Parmaklarıyla cebinde tuttuğu küçük bir nesneyi yokladı. Sessizce kuyunun kenarına yaklaştı. Diğerleri merakla döndü.

Ahmet, başını eğdi. Elinde gümüş bir yüzük vardı. İnce, zarif… üstünde bir isim oyuluydu. "Safiye". O yüzüğü ona, nişanlısı vermişti. Bu yolculuktan önce. Belki son bir umutla döner diye.

Gözleri doldu ama elleri titremedi. Derin bir nefes aldı.

“Ben… onu çok severdim. O beni tanıyordu. Gözümün içine bakarak, ‘Bu yüzük parmağında kaldıkça ben seninleyim’ dedi. Ama artık başka bir yolda yürüyorum. Kalbimde Mehlika Sultan’ın çağrısı var. Ve bu yolda, o sevdaya yer yok. Tüm dünyevi aşkları terk etmeliyim.”

Yusuf başını eğdi.
İlyas dudaklarını ısırdı.
Selim ellerini dua eder gibi birleştirdi.

Ahmet, yüzüğü dudaklarına götürüp öptü. Sonra, gözlerini kapatıp usulca suya bıraktı.

Pıt...

Yüzük, suya düşerken yankı yaptı. Sessizlik. Sonra, kuyunun yüzeyinde bir daire oluştu. Daireler büyüdü. Ve suyun içinden bir görüntü belirdi.

Sisli bir ormanda, servi ağaçlarıyla çevrili bir düzlükte, Mehlika Sultan onları bekliyordu. Gözleri parlaktı. Saçları rüzgârla savruluyor, elini uzatıyordu.

Ahmet fısıldadı:


“Nişanlımı sevdiğimi sandım. Ama bu… başka bir aşk.”

Yusuf diz çöktü:

“Bu yolculuk, bir kalbi terk ediş değil… Bir kalbe kavuşma yolculuğu.”

Selim, kuyunun taşlarına dokunarak mırıldandı:

“İnsan, sevdiğini suya atarsa... ya delirmiştir, ya ermiştir.”

Karanlıkta, Mehlika Sultan’ın bakışı bir kez daha yandı. Gençlerin gözleri bu sefer sadece suyu değil, içlerindeki karanlıkları da aydınlatmıştı.

Yüzük dibe çökerken, bir bağ çözülmüş, bir yol açılmıştı. Ve o gece, yedi genç biraz daha hafiflemiş, biraz daha yanmış ama çok daha yakınlaşmıştı aşkın hakikatine.



BÖLÜM 9 – KUYUDAKİ ÂLEM

Gümüş yüzük, suya düştüğü anda çıkan çınlama hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Ahmet’in parmağına taktığı o yüzüğü, bir zamanlar onu bekleyen bir nişanlı, umutla vermişti. Ama şimdi umut, aşkın başka bir şekline evrilmişti. Bu yolculuk, artık geriye dönüşü olmayan bir yoldaydı.

Selim dizlerini kırıp kuyunun kenarına oturdu:

“Burada dinlenelim... Bu gece, içimde bir ağırlık var. Sanki her adımda başka bir ben yitip gidiyor…”

Yedi genç, kuyunun çevresine usulca uzandı. Sırtlarını taşlara yasladılar. Göz kapakları ağırlaştı, yorgunluk omuzlarına çöktü.

Ve o an, gece sustu. Yeryüzü nefesini tuttu. Gök kubbe daha da yakınlaştı sanki. Ve rüya, yavaşça üzerlerine örüldü.

Ama bu kez Mehlika Sultan yoktu.

Rüya kuyu merdivene dönüştü, basamaklardan yürüyerek aşağı indiler. Gençler, bir bir kendilerini boş bir düzlüğün ortasında buldu. Ne gökyüzünde bir yıldız, ne toprakta bir iz vardı. Ta ki, ufukta Hz. Pir belirene kadar.

O, yanlarına yaklaştığında yüzünde bildikleri o tatlı tebessüm vardı. Gözleri hâlâ ışık doluydu. Ama sesi, bu kez rüzgâr gibi içlerinden geçiyordu:

“Evlatlarım… Geldiniz. Geldiniz ama boş ellerle değil.”

Elini uzattı. Ve her birinin önünde, kalplerine dokunacak bir sahne canlandı.

Selim annesinin gözleri önünde ağladığını gördü. Kadıncağız yere diz çökmüş, “Gitme, oğlum! Ben seni tek başıma büyüttüm” diyordu. Selim gözyaşlarını tutamıyordu ama geri dönmedi.

İlyas, babasının ona verdiği kılıcı hatırladı. “Bu senin soyunun onurudur,” demişti. Rüyasında o kılıcı toprağa saplayıp yürüdüğünü gördü.

Yusuf, evleneceği kızla göz göze geldi. Kız, ona gizlice diktiği işlemeli mendili uzatıyordu. Yusuf mendili almadı. Sadece “Hakk’a söz verdim” dedi ve yürüdü.

Ömer, zengin bir mirasın eşiğindeydi. Rüyasında altınlarla dolu bir sandık önünde açılıyordu. Ömer sandığa elini sürmeden arkasına dönüp gitti.

Musa, ağabeyiyle vedalaşıyordu. “Anneme iyi bak” dedi ve yürüdü.

Rafi, öğretmeniyle karşılaştı. “Seni en zeki talebem bilirdim. Ama sen gidiyorsun” dedi öğretmeni. Rafi, “İlim, hakikati göstermediğinde yük olur hocam” deyip arkasını döndü.

Ve Ahmet... En küçükleri. O, bir kızın yüzünü gördü. Nişanlısıydı. Ona o gümüş yüzüğü vermişti. “Beni unutma” demişti kız. Ahmet titredi. Sustu. Ve yüzüğü bir kuyu attı.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, yedi genç gözlerini açtı. Kuyunun başı sessizdi. Kuşlar henüz ötmemişti. Güneş, tepelerin ardından utangaçça süzülüyordu.

Ahmet avucunu yavaşça açtı Ve yüzüğü gördü.

Gece suya attığı o yüzük, şimdi avucundaydı.

Titreyerek avuçladı. Gözleri doldu.

Selim usulca mırıldandı:

“Bu yolculukta bizimle kalanlar getirdiklerimiz değil, geride bıraktıklarımızdır.”

Ve İlyas ekledi:

“Mehlika Sultan için canımızdan başka terk etmediğimiz kalmadı. Anladım ki gideceğimiz yerde onu da terk etmemiz gerekecek.”

Belki de bu rüya, onları sadece Mehlika’ya değil, Mehlika’nın ötesine, aşkın en yüksek makamına çağırıyordu.


Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı:
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yâlarına;
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''
Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir ân
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hâzin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayâl âlemi peydâ oldu
Göçtüler hep o hayâl âlemine.
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!.. (Yahya Kemal BEYATLI)



BÖLÜM 10 – ZULÜM PLANLARI

Geniş taht odasında ağır tütsü kokuları havaya yükseliyor, bronz sütunların arasında meşaleler cılız bir kararlılıkla titreyerek karanlığa direniyordu. Duvarlardaki kabartmalarda tanrıların öfkesi, savaş arabalarının zaferi ve diz çöken düşmanlar betimlenmişti. Bu taşlara kazınmış anlatı, bir imparatorluğun kendine çizdiği efsanenin özeti gibiydi.

Roma İmparatoru Decius, kırmızı ipeklere sarılı tahtında sessizce oturuyordu. Elindeki altın yaldızlı asayı zaman zaman mermer zemine vuruyor, ama konuşmuyordu. Gözleri sabitti; karanlıkta yanıp sönen tapınak kulelerine bakıyordu.

Onun önünde eğilmiş üç figür vardı:
Pagan tapınaklarının başrahibi Melporion, eski orduların soğuk bakışlı komutanı Vartanos ve şehrin kudretli tüccarlarından, altın işlemeli pelerin giymiş Klorias.

Melporion başını daha da eğerek söze başladı:

Yüce İmparatorum... Şehrinizde bir fitne yeşeriyor. Sizin tanrılarınıza sırt çeviren, tek bir ilaha inandıklarını söyleyen bir topluluk. Kurban kesmiyorlar, tapınaklara adak sunmuyorlar. Ve kötüsü… susarak büyüyorlar.

Decius gözlerini kıstı. Bakışı, düşmanının yüzünü değil, henüz görünmemiş bir gölgeyi arıyor gibiydi.

Susmakla mı tehdit edilir bir taç? dedi alayla. Kurban sunmayan birkaç zavallı mı sarsacak Roma'yı?

Komutan Vartanos sessizce öne çıktı. Asker disiplinini hiç terk etmeden konuştu:

Onların sessizliği, emirlere karşı bir itaatsizliktir, majesteleri. Askerlerimin arasında bile bazıları bu tek tanrı inancının fısıltılarına kulak veriyor. Bugün affederseniz, yarın birlikler bölünür. Sınırlar çürür.

Klorias burun kıvırdı. Konuşurken sesi yılan gibi kayarak ulaştı taht odasının taş duvarlarına:

Ticaret yavaşladı. Halk arasında huzursuzluk var. Yeni inanç, yeni korkular doğuruyor. Tanrıların gazabını üzerimize çekeceğiz. Bu şehir, dualarla değil, kurbanlarla ayakta durur.

Decius ağır ağır yerinden kalktı. Pelerininin kenarı mermer zeminde hışırdadı. Ağır adımlarla pencereye doğru yürüdü. Dışarıda, sabaha yakın gökyüzü küllenmişti. Tanrı Jüpiter’e adanmış büyük tapınağın kuleleri karanlıkta zorlukla seçiliyordu. Decius uzun süre baktı oraya.

Sonra, sert bir dönüşle tekrar içeriye döndü. Sesi bir emir gibi patladı:

Birliği parçalayacak olan her fikir, ihanettir. Roma’nın tanrıları, Roma’nın ruhudur. Tek tanrıya inanan herkes, yalnız bana değil, şehrin kalbine hançer saplamıştır.

Melporion hemen diz çöktü:

O halde, emir verin yüce kralım… Tanrılarımıza kurban sunmayan her nefes, kendi kanıyla ödesin günahını.

Vartanos başını öne eğdi:

Tapınaklar dolacak. Halk secdeye dönecek. Roma yeniden kudretle yükselecek.

Klorias sinsi bir gülümsemeyle fısıldadı:

Zenginler, korkuyla sizin yanınızda olacak. Halk, korkunun adaletine itaat eder.

Decius tahtına geri döndü. Elindeki altın asayı bir kez daha yere vurdu.

Yarın sabah… bildiriler duvarlara asılacak. Her vatandaş tapınağa gelip tanrılara kurban sunacak. Kim itaat etmezse, Roma’nın öfkesiyle yüzleşecek. Tapınaklar kurbanla yıkanacak, inanç tek ses olacak.

Sessizlik çöktü.

Melporion gözlerini kapattı. Sesi bir yılan gibi tısladı:

Yeni din... doğmadan ölecek.

Ve o sırada, sarayın dışında, henüz uzak tepelerin kıyısında, yedi genç ve onların peşinden gelen bir köpek, sabaha doğru bir şehre yaklaşıyordu.

Ama o şehir, artık karara dönüşmüş bir korkunun, zulme dönüşmüş bir fısıltının pençesindeydi.



BÖLÜM 11 – PUTLARIN GÖLGESİNDEKİ ŞEHİR

Günler süren yolculuktan sonra, yedi genç bir tepenin yamacında durdu. Önlerinde uzanan vadinin ucunda, güneşin ışıklarını üstüne çekmiş altın renkli taşlardan yapılmış bir şehir görünüyordu: Efes.

Selim kımıldamadan şehre baktı.

“İşte… Orası olmalı,” dedi. “Rüyalarımızdaki ışık… Mehlika Sultan’ın bizi çağırdığı yer…”

Rafi parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu:

“Peki... Orada bizi bekliyor mu hâlâ? Onu duyan var mı? Onun adını bilen kaldı mı?”

İlyas’ın kaşları çatıldı. Vadinin içinden yükselen yankılar dikkatini çekmişti. Uzaktan gelen boru sesleri ve gümüş çanların tınıları, ardından yüksek sesli bir bağırış:

“Duyduk duymadık demeyin! Roma’nın kutsal buyruğudur! Her vatandaş, güneş batmadan önce Artemis Tapınağı’na varıp tanrılara secde edecektir! Emre uymayanlar şehre giremez! Girdiyse de... artık orada kalamaz!”

Ahmet gözlerini kısmış, şehir surlarına bakan bir devriye birliğini fark etmişti. Ellerinde mızrak taşıyan askerler, şehir kapısına yaklaşanları sırayla durduruyordu. Kapının tepesindeki bir tahta platformda biri yüksek sesle konuşuyordu:

“Tanrılara kurban sunmayan, kutsal ateşe el sürmeyen hiçbir ruh Efes’in topraklarına ayak basamayacak! Tanrılar buyruk gönderdi: Her tapmayan, her itaatsiz kişi—kendi canıyla ödeyecek!”

Yusuf başını öne eğdi. Dudaklarından neredeyse görünmeyecek kadar hafif bir dua döküldü.

“Rabbimiz... bu zulümden bizi sakla...”

O sırada Kıtmir, kuyruğunu kısmış, surlara doğru hırıldayarak havladı. Bir şeylerin ters olduğunu hissediyor gibiydi. Gençler birbirine baktı. Kalplerine Mehlika Sultan’ın sesi bir kez daha dokundu; ne rüzgar vardı ne yankı, ama onu duyduklarına emindiler:

Selim gözlerini göğe kaldırdı. Pleiades, gün doğumuna rağmen hâlâ silik bir iz gibi batı ufkunda duruyordu. Yolun sonuna geldiklerini hissediyordu ama aynı zamanda yeni bir başlangıca adım atıldığını da.

Ve İlyas, sessizce fısıldadı:

“Şehre tapmadan girilmez… O hâlde biz tapmayanlardan olacağız. Ve bir daha çıkamayacağımız bir şehre gireceğiz.”



BÖLÜM 12 – SUR DUVARLARINDA

Gün, yavaş yavaş dağların ardına çekilirken, Efes’in surlarında hareket artmıştı. Şehir kapısında, gün boyunca pagan ayinlerine zorla götürülen insanlar, tapınaklardan çıkan tütsü dumanına bulanmış halde geri dönüyordu. Tapınak çanları hâlâ susmamıştı. Roma muhafızları, kapının iki yanında duruyor, geceye dek kontrolü sürdürüyorlardı.

Yedi genç bir zeytinlikten şehri izliyordu. Kıtmir sessizce yere çökmüştü, sanki nefesini tutmuştu.

Selim fısıldadı:

“Ana kapıdan girersek, bizi de tapınağa sürüklerler. Tanrılara secde etmeyenlerin kanı akıtılıyor burada…”

İlyas başını salladı, gözlerini şehir surlarının batı yakasına çevirdi:

“Orada... bakın. Duvar, toprağa yakın. Ve gece bastığında muhafızlar içeri çekiliyor. Eğer hızlı olursak oradan atlayabiliriz.”

Gece çökerken, ay ışığı toprağı ince bir sır gibi örttü. Gençler, sessiz adımlarla surun gölgelerine yaklaştılar. Duvara en önce tırmanan Yusuf oldu. Ardından Ahmet’in minik bedeni duvarın kıyısından süzüldü. Sonuncu atlayan Selim, içeriye geçerken duvarın öte yanındaki taş bir vazoyu devirdi.

Bir ses yükseldi içeriden:

“Kim var orada?”

Gençler, gölgeler arasında hızla dağıldılar. Birkaç sokak ötede yeniden bir araya geldiklerinde nefesleri birbirine karışıyordu.

Şehir sessizdi ama pusuda gibiydi. Dar sokaklar arasında dolaşan hafif duman, tapınakların etrafındaki meşalelerden yükseliyor, duvarlara pagan tanrıların kabartmaları gölgeler düşürüyordu.

Ahmet, bir çeşmenin başında bekleyen yaşlı bir kadına yaklaştı. Başını örtmüştü, gözleri derin ve sorgulayıcıydı.

“Anne,” dedi titrek bir sesle. “Burada... Mehlika Sultan adını duydunuz mu?”

Kadın gözlerini kıstı. Kırışık elleriyle ağzını kapattı.

Bir sessizlik çöktü.

Ve o anda, uzaklardan bir boru sesi duyuldu. Ardından sert bir erkek sesi:

“Gece yasağını delenler yakalansın! Tapınak emri var! Dolaşanlara ceza verilecek!”

Kıtmir kulaklarını dikti, homurdandı. Gençler göz göze geldiler.

Artık şehirdeydiler.
Ve artık, her adımları izleniyordu.

Ama onlar Mehlika’nın izini sürmeye kararlıydılar.


BÖLÜM 13 – TAPINAKTA YAKALANIŞ

Efes gecesi serin ve sessizdi. Rüzgâr, pagan tanrıların devasa heykellerinin etrafında usulca dolanıyor, zamanın kalbine işlemiş gibi sessiz duaları sürüklüyordu. Efes’in taş sokaklarında gece yürümek bile ürkütücüydü; çünkü her köşebaşında bir putperest ayinine, her meydanda bir tanrıya adanmış kurban törenine rastlamak mümkündü.

Ama onları asıl tedirgin eden şey, şehrin her yanında yankılanan sesli duyurulardı:

“Yüce Decius’un emriyle, her vatandaş tanrılara adak sunacak! Secde etmeyen, secde edecektir. Kaçan, yakalanacaktır. Karşı çıkan, kurban edilecektir.”

İlyas fısıltıyla konuştu:

"Bu şehir korkudan bir put hâline gelmiş."

Yusuf, “Mehlika Sultan'ı bu şehirde duyan var mı?” diye bir köylüye sormaya kalkınca işler karıştı. Köylü elleriyle ağzını kapatıp yüzüne bile bakmadan geri çekildi ve arkasından bir muhafıza işaret etti. Çok geçmeden köşe başını döndüklerinde ellerinde meşalelerle gelen altı asker, yollarını kesti.

Komutan sertçe bağırdı:

"Durun! Kimsiniz siz? Nereden geldiniz?"

Selim, arkadaşlarına “Ayrılmayın!” diye fısıldadı ama bir adım bile geri atmadı. Ahmet korkuyla elini cübbesinin içinde sakladı, Yusuf ise etrafı süzerek kaçış yolu arıyordu.

Komutan elini kaldırdı:

"Hepsini alın! Tapınağa götürün. Tanrıların huzurunda secde etmeyen secde eder, direnenler yakılır!"

Gençler bağlandı, taş sokaklardan aşağı sürüklenerek götürüldüler. Tapınağın önüne geldiklerinde, dev sütunlar arasından yükselen dumanlar onları karşıladı. İçeride putların önünde diz çökmüş kalabalık bir halk vardı. Kurbanlık hayvanların iniltileri ve tapınak ezgileri birbiriyle karışıyor, gençlerin kalbini sıkıştırıyordu.

Bir rahip ellerini açtı:

"Bu gece yedi genç için kurbanlar hazırlandı. Onlar da tanrıların lütfunu secdeyle karşılayacaklar!"

Yedi gencin gözleri birbirine kenetlendi. Selim başını kaldırdı:

"Biz yalnız bir Allah’a inanırız. Ne altından yapılmış putlar, ne ateşten dökülmüş tanrılar..."

Kalabalıktan uğultular yükseldi. Bazıları taş fırlatmaya başladı. Askerler gençlerin etrafını sardı. Kurban taşına sürüklenmek üzereyken Selim zincirini birden gerdi, bir demir halkayı kopardı. Kıtmir öne fırladı, askerin bacağını ısırdı. Yusuf zincirini yere sürtüp kalkanı olan bir askeri yere devirdi. İçerisi bir anda kargaşaya dönüştü.

Ahmet bir meşaleyi kaptı ve duvardaki halıyı tutuşturdu. Tapınağın içini duman sararken, gençler halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçmayı başardı.

Efes’in karanlık sokaklarına karışırken İlyas omzunu tutuyordu, yaralanmıştı. Ama hepsi hayattaydı.

Ve peşlerinde artık sadece askerler değil, bütün bir şehir vardı.



BÖLÜM 14 – DAĞA KAÇIŞ

Efes’in arka sokakları taş ve is doluydu. Gecenin karanlığında, yıldızların altında, bir hayalet gibi ilerliyorlardı. Putperestlerin nöbet tuttuğu tapınaklardan, anonsların yankılandığı sokaklardan gizlice geçip şehrin arka duvarlarına ulaştılar.

Kıtmir en önde, sessizce ilerliyor, yol boyunca onları uyarırcasına ara ara durup kulak kabartıyordu. Ardından Selim fısıldadı:

"Her yerde asker var. Kapıdan çıkarsak bizi kurban niyetine tapınağa götürürler."

Yusuf dişlerini sıktı:

"Bu şehirde kalamayız. Aşağı vadide bir yol gördüm. Orası dağa çıkıyor."

İlyas yaralıydı, ama ayakta durmakta ısrar ediyordu. Omzunda Selim’in desteğiyle yürüyordu.

Ömer önlerine çıkan bir kayanın ardında durup mırıldandı:

"Gidecek yerimiz yok. Sadece yürümek yetmez… bir sığınak bulmalıyız."

Tam o anda Ahmet konuştu:

"Ben… bir şey söylemek istiyorum. Bu gece rüyamda bir mağara gördüm. Dağın yamaçlarında, önünde yedi taş vardı. Sanki bizi bekliyordu."

Herkes durdu. Birbirlerine baktılar. Yusuf hafifçe başını salladı:

"Bu rüyalar… artık bizim rehberimiz oldu. Daha önce bizi Süreyya yıldızına yönlendiren de bir rüyaydı. Belki bu da boşuna değildir."

Dağa tırmanmaya başladılar. Ay ışığı yavaş yavaş solarken, gökyüzü puslu bir maviye dönüyordu. Ve sonunda, Ahmet’in tarif ettiği gibi, taşların dizildiği bir yamaçta durdular. Önlerinde, kayaların arasında bir karanlık vardı. Bir mağara girişi. Sabaha karşı o mağaranın önüne vardılar. Kayalar arasındaki dar giriş, içeriye soğuk ama güvenli bir hava taşıyordu.

 Selim eğilip baktı:

"Burası…"

Yusuf içeriye ilk adımı attı. Serin bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Derinlikten gelen sessizlik onları içine çekiyordu.

Yusuf mağaraya bakıp yutkundu:

"İçerisi sessiz. Girersek bir süre bizi bulamazlar."

Gençler sırayla içeri girdiler. Zemin sertti ama bedenleri çok yorgundu.

"Sığınabileceğimiz tek yer burası. Yorulduk. Dinlenelim."

Kıtmir mağaranın girişine uzandı, gözleri hâlâ açıktı. Sanki nöbetteydi.

O sırada şehirden gelen bir grup asker, izlerini takip etmiş, onların bu yöne gittiğini öğrenmişti. Komutanları, yüzü öfkeden gerilmiş halde konuştu:

"Yedi kişi! Hepsi de tanrılara karşı geldi! Saklandıkları yerde bulup getirin!"

Askerler dağa doğru yürüyüşe geçti. Ayak izlerini, kırık dalları takip ettiler. Sonunda mağaranın girişine ulaştılar.

Ama o anda yer sarsıldı.

Kayaların arasından kopan büyük bir parça, gürültüyle mağaranın girişine düştü. Bir uğultu, bir toz bulutu ve taşların yankısı mağarayı titretti.

Dışarıda komutan öfkeyle geri çekildi. Gözüne kaçan tozu silerken kılıcını yere vurdu:

"Çok geç kaldık! İçerideler!"

Askerlerden biri önündeki taş yığınına yaklaşıp eliyle dokundu:

"Komutanım, belki kayayı çekebiliriz. Altında hâlâ canlı olabilirler!"

"O kayanın ağırlığı bir fil kadar! Üç adam daha gelin, deneyeceğiz!"

Askerler kollarını sıvayıp itmeye çalıştı. Taş kıpırdamadı bile. Biri küreğini aldı, başka biri levye buldu. Ama mağara, kaderin çizdiği bir mühür gibi kapanmıştı. Taş, yalnızca mağarayı değil, zamanın da üstüne düşmüştü.

Komutan dişlerini sıktı:

"Yakalasaydık bir kurban gibi tapınağa götürüp öldürecektik. Ama şimdi bizim öldürmemize gerek kalmadı. Orada tanrılar bile onlara ulaşamaz!"

İçeride ise...

Gençlerin nefesleri daralmıştı. Girişten sızan ışık tamamen kesilmiş, taş tozu havaya yayılmıştı.

Yusuf kayaya yaklaşmaya çalıştı ama çöken taşın sıcaklığı ve ağırlığı onu geriye itti.

"Dışarı çıkamıyoruz. Yol kapanmış."

İlyas kayanın kenarını yokladı:

"Kıpırdamıyor. Bu kadarla kaldıysak... burada öleceğiz."

Ömer duvarlara ellerini dayayarak yürüdü:

"Belki başka bir çıkış vardır. Bu dağ boş değil. Mağara belki bir yeraltı yoluna açılır."

"Ayrılmayın. Birlikte arayalım." dedi Selim.

Dakikalarca yürüdüler. Her biri elleriyle taş duvarları yokladı. Bir tünel, bir çatlak, bir geçit… ama sadece soğuk taş ve yorgunlukla karşılaştılar.

Musa dizlerinin üzerine çöktü:

"Burası mezarımız olacaksa… en azından birlikteyiz."

Yusuf, elini Ahmet’in omzuna koydu:

"Dinlenmemiz gerek. Belki rüyalar bize yine yol gösterir."

Ahmet yavaşça yere uzandı:

"Burası güvenli gibi. Belki biraz dinleniriz. Sonra ne yapacağımıza bakarız..."

Selim mağaranın duvarına yaslandı. Gözleri karanlığa alışırken bir iç geçirdi:

"Allah bizi unutmaz. Bize unutulmayı nasip etmesin..."

Kıtmir mağaranın içinde sessizce dolaştı, sonra kapının önünde ön ayaklarını uzatıp yattı. Gözleri açıktı. Sanki hâlâ nöbetteydi.

Ve uyku... gökten inen bir örtü gibi gözlerinin üstüne kapandı.



BÖLÜM 15 – YEDİ AŞIKLAR, YEDİ UYURLAR

Mağaranın içinde bir sessizlik hâkimdi.

Mağaranın içi sessizliğe gömüldü. Ama bu sıradan bir sessizlik değildi. Göğü yırtan bir ilahî hükmün yankısı gibiydi. Sanki görünmeyen bir el, yedi gencin kulaklarına dokundu. Ne ses kaldı onlara ulaşan, ne rüya.

Gözleri kapalıydı ama sanki içlerinde başka bir yer daha vardı: zamandan arınmış bir yer. O andan itibaren ne dışarıda akan zaman, ne de bedenlerinin ritmi hükmedebildi onlara.

Mehlika Sultan değil, artık bir başka sultan hüküm sürüyordu o mağarada: Sessizliğin Sultanı. Ve o sultan, gençleri zamandan gizledi.

Zaman orada durmuş, sanki dışarıdaki asırlık gürültüyü içeri hiç sokmamıştı. Ama içeride yine de bir hareket vardı; gözle görülmeyen, ama Tanrı'nın eliyle sürdürülen bir hareket...

Ahmet'in gövdesi yavaşça sağa döndü. Ardından Musa'nın kolu titredi, yere temas eden eli yankı yaptı. Selim, iç çekmiş gibi başını diğer yana çevirdi. Her biri, sanki hâlâ bir rüyanın içindeydi ama rüya, onları diri gibi tutuyordu.

Dışarıdan bakan biri onların uyanık olduğunu sanabilirdi. Yüzlerinde bir ölüm ifadesi yoktu. Solukları duyulmuyordu ama tenleri solmamıştı. Bedenleri, mevsimlerin dokunamadığı bir rahmet yorganının altında korunuyordu.

Mağaranın girişinde ise Kıtmir, hâlâ oradaydı. İki ön ayağını ileri uzatmış, başını mağaranın kapısına çevirmişti. Tüyleri tozlanmış, ama bakışları ilk günkü sadakati taşıyordu.

Ve bir gece… Yağmur indi.

Rüzgâr, vadiden mağaranın ağzına kadar sürüklendi. Yüzyıllardır taşınmayan kayalar, yeniden sarsıldı. Toprağın altından akan sular, taşı yerinden oynattı.

Bir çatlak oluştu.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, mağaranın girişi usulca aralandı. Taş, devrilmedi. Sadece bir yorgan gibi çekildi. Güneşin ışığı, yüzyıllar sonra tekrar içeri girdi. Altın gibi titreyen ışık, önce Kıtmir'in gözlerini aydınlattı. Sonra mağaranın taş duvarlarında yankılandı. Işık, rüyaya dokundu.

Ve o an...

Selim gözlerini açtı. Derin bir nefes aldı. Hareketsizdi. Sonra doğruldu. Gözleri kamaştı.

Yanındakilere baktı. Hepsi hâlâ yatıyordu. Ama sonra biri, sonra diğeri... Ahmet kıpırdandı. Yusuf başını kaldırdı.

İlyas doğruldu. Dudaklarında bir dua vardı:

Ahmet gözlerini ovuşturdu. Gözleri kamaşıyordu:

Selim ayağa kalktı. Dizleri titredi. Mağaranın ağzına yürüdü. Elleriyle ışığı siper etti.

Ve dışarı baktı.



BÖLÜM 16 – 309 Yıl Sonra Uyanış

Mağaranın derin karanlığında yıllardır süren sessizlik, yavaş yavaş bozulmaya başladı. Dışarıdaki taş kütlesi yerinden hafifçe kayarken, mağaraya sızan güneş ışıkları narin ve titrek bir şekilde içeriyi aydınlatmaya başladı. O an, Ahmet’in göz kapakları ağır ağır kıpırdadı. Kıtmir yanındaki yumuşak toprak üzerinde hafifçe kıpırdayıp burnunu Ahmet’in yüzüne yaklaştırdı.

Ahmet derin bir nefes aldı. Gözlerini açtı ve etrafına şaşkınlıkla baktı:

“Kalkın, ne kadar uyuduk?”

Kıtmir hafifçe havladı, sonra diğer gençler de uyanmaya başladı. Selim, yorgun ama uyanık gözlerle etrafa baktı:

“Dün geceden beri uyuyoruz?”

Yusuf başını kaldırıp mağaranın karanlık duvarlarına baktı, “Bilmiyorum. Ama dışarıdan gelen ışık… taze, sıcak.”

İlyas biraz doğruldu:

“Karınlar mı gurulduyor? Ben açım. Hiç bu kadar acıkmamıştım.”

Ömer omuz silkerek:

“Mağaranın ağzını kapatan taş gitmiş.”

Rafi parmağını dudağına götürdü, sessizliği işaret etti:

“Askerler de gitmiş. Dışarıda kimsecikler yok. Çok sessiz.”

Selim ayağa kalkmaya çalıştı, dizleri titredi ama kararlıydı:

“Saçlarımız, tırnaklarımız çok uzamış. Biz buraya ne zaman girdik?”

Ahmet yerinden kalkıp eliyle mağaranın girişine baktı, gözleri şaşkınlıkla büyüdü:

“Taş… Kaymış. Dışarıdaki büyük kaya parçası yok! Çıkabiliriz.”

Yusuf gözlerini ovuşturup dedi ki:

“Hep beraber çıkarsak dikkat çekeriz, askerlere yine yakalanırız. O yüzden yavaş olmalıyız. Önce birini dışarıya gönderelim. Askerler yoksa hep beraber çıkarız.”

Ahmet kararını verdi:

“Ben giderim. Sessizce şehre iner, yiyecek alırım. Ama kimseye görünmeden.”

Selim biraz endişeyle:

“Tek başına mı? Ama dikkat et, yakalanırsan yerimizi söyleme."

Ahmet kararlıydı:

“İşkence etseler bile söylemem.”

İlyas gözlerini kısarak:

“Tamam. Ama hızlı ol, senden ekmek getirmeni bekliyoruz.”

Gençler birbirlerine baktılar, uzun süren uykunun getirdiği yorgunluğun üstüne açlık ve merak karışmıştı.

Ahmet mağaradan çıktı. Dışarısı serindi. Güneş tepede, yumuşak bir ışıkla şehre doğru uzanıyordu.



BÖLÜM 17 – ŞEHİRDEKİ BÜYÜK ŞAŞKINLIK

Ahmet, dağ yamacından aşağıya inerken güneşin ışıkları gözlerini kamaştırdı. Şehir uzaktan tanıdık görünüyordu ama detaylara indikçe bir şeylerin değiştiğini hissetmeye başlamıştı. Evlerin şekli farklıydı. Pazar yerinden yükselen sesler, duyduğu dille aynıydı ama kelimelerin vurgusu, konuşmaların yapısı biraz farklıydı.

Bir fırının önünde durdu. İçeride sakallı, ağırbaşlı bir ihtiyar ekmek diziyordu.

Ahmet, içeri girdi, parmaklarının arasında tuttuğu gümüş sikkelerden birini tezgâha bıraktı:

“Size selam olsun… Biraz ekmek alabilir miyim?”

İhtiyar, başını kaldırdı. Ahmet’in üst başına, saçına sakalına, ardından da paraya baktı. Parayı eline alırken gözleri büyüdü.

“Tanrı seni kutsasın evladım…” dedi hafif titreyen bir sesle. “Bu para… eski Roma sikkesi. Çok nadirdir… Nereden buldun bunu?”

Ahmet bozuldu, ama sakinliğini koruyarak cevap verdi:

“Biz… birkaç arkadaş… dağ yamacındaki mağarada konaklıyorduk. Bu para, uzun zamandır bizdeydi. Açız, sadece ekmek almak isterim. Siz ne güzel selam verdiniz öyle. Siz de mi… tek Tanrı Rab’be ve Mesih’e iman ediyorsunuz?”

İhtiyar, gözlerini Ahmet’in yüzüne dikti. Ardından yavaşça bir tabak içine birkaç ekmek bıraktı.

“Elbette evladım… Biz hepimiz Tanrı’nın birliğine ve İsa Mesih’in onun gönderdiği kurtarıcı olduğuna inanırız. Ekmek al. Para istemez. Ama istersen otur da biraz dinlen. Anlat bakalım, o mağarada ne kadar kaldınız siz?”

Ahmet başını eğdi:

“Bir gece konakladığımızı sanıyorduk. Ama sanki… çok şey değişmiş.”

O sırada dükkâna giren birkaç kişi, Ahmet’in kıyafetine ve elindeki paraya bakınca fısıldaşmaya başladılar. Biri ihtiyara eğildi:

“Fırıncı… bu çocuk… kıyafeti garip değil mi? Parası da öyle...”

İhtiyar kısık sesle:

“Evet. Sanki başka bir zamandan gelmiş gibi.”

Konuşmalar artınca, pazar yerinde toplanan insanlar Ahmet’i nazikçe soru yağmuruna tuttular. Kimse ona kaba davranmadı. Bir yaşlı kadın bir tas su getirdi. Genç bir adam, “Seninle mağaraya kadar gelebilir miyiz?” diye sordu.

Ahmet, korkuyla ama güvenle başını salladı:

“Elbette. Arkadaşlarım hâlâ orada. Eğer isterseniz birlikte gidelim. Sadece… kimseye zarar vermedik. Biz sadece kaçıyorduk. Sadece inanmak istiyorduk…”

Topluluk içinden bir genç:

“Kardeşim, korkma. Biz de senin gibi inananlarız. Asırlardır bu şehirde kimse tek bir Allah’a inandığı için kovalanmıyor. Gel, bize gerçeği anlat.”

Ahmet, gözlerinde biriken yaşları bastırarak başını salladı. Yanına birkaç kişi verildi. Şehir meclisinden ileri gelenler de çağrıldı. Kısa sürede küçük bir kalabalık, Ahmet’le birlikte mağaraya doğru yola çıktı.

Ve yolda, Ahmet sessizce dua etti:

“Ya Rab… Bu kadar zaman geçtiyse… bizi sen korudun. Şimdi de bu insanlara hakikati gösterecek olan sensin.”

Ahmet mağaraya yürürken içinden geçirdi; "Bu çok garip... Yine rüyada mıyım acaba?"



BÖLÜM 18 – Müjdeyle Gelen Ayak Sesleri

Mağaranın içinde hâlâ loş bir sessizlik vardı. Yedi genç, Ahmet’in dönmesini beklerken zaman ağır ağır akıyordu. Kıtmir kulaklarını dikmiş, mağara girişine doğru bakıyordu. Gözleri karanlıkta parlıyordu.

Bir anda, dışarıdan gelen kalabalık ayak sesleri mağaranın içindeki sessizliği yardı. Uzaktan insanların konuşmaları, rüzgarla birlikte mağaraya süzüldü. Kalabalık yaklaşıyordu.

Selim hızla doğruldu:

“Duydunuz mu? Birileri geliyor. Hem de kalabalık!”

Yusuf hemen ayağa kalktı, sesi endişeliydi:

“Ahmet’i yakaladılar! Askerler olabilir! Yerimizi söyledi!”

İlyas öne atıldı, mağara duvarının dibine sinerek:

“Ne yapacağız? Çıkış da yok! Buraya kadar mı geldik?”

Ömer ise gözlerini yere dikti, içten bir dua mırıldandı:

“Ey Rabbimiz… eğer bizim için başka bir yol kalmadıysa, bize sabır ver…”

Tam o sırada mağaranın girişinde bir siluet belirdi. Güneşin arkasında kalan gölgesi mağaranın zeminine düştü. Gençler korkudan geriye çekildi. Kıtmir hırlamakla havlamak arasında kararsız bir ses çıkardı.

Ses yükseldi, tanıdık ve huzurluydu:

“Benim, Ahmet!”

Ahmet mağaranın girişinden içeri girdi. Gözleri sevinçle parlıyordu. Ardından birkaç meraklı yüz dışarıdan onları izliyordu.

“Beni kimse yakalamadı. Onlar… bizim gibi!”

Yusuf şaşkınlıkla sordu:

“Ne demek istiyorsun?”

Ahmet gözlerini hepsine tek tek çevirdi. Sesinde hâlâ hayret ama aynı zamanda sevinç vardı:

“Onlar da bizim gibi… İsa Mesih’e ve tek Rabb’e inanıyorlar! Şehir değişmiş. İnsanlar değişmiş. Artık putperest yok, artık zulüm yok!”

Bir anda mağaranın içinde sessizlik oldu. Sonra gözlerde yaşlar birikti. Selim dizlerinin üstüne çöktü:

“Dua ettiğimiz gün… sonunda gelmiş…”

İlyas kısık sesle mırıldandı:

“Demek ki Rabbimiz duamızı kabul etti. Ama… kaç gece geçti ki aradan?”

Ahmet, başını yavaşça iki yana salladı:

“Bilmiyorum. Ama asırlardır kimsenin inancı yüzünden zulüm görmediğini söylediler…”

Gençler, birbirlerine baktılar. Kıtmir başını Ahmet’in bacağına yasladı. Dışarıdan gelen kalabalığın fısıltıları rüzgar gibi mağaraya doluyordu.

Yusuf, dudaklarını araladı, gözlerini boşluğa dikerek mırıldandı:

“Zulüm yoksa… belki gerçek kurtuluş çağındayız artık. Yoksa biz mi artık başka bir zamandayız?

Selim gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı:

“Ya Rab… bizim hayal ettiğimizin çok ötesine taşıdın bizi…”

Ömer sessizce yere çöktü, avuçlarını açtı:

“Demek ki şimdi... çatılardan senin adını haykıranlar var.”

Selim, uzaklara bakarak mırıldandı:

“Dünyada artık bizden olanlar çoğunlukta mı?” 

Kıtmir, kuyruğunu yavaşça yere vurdu. Dışarıdaki ışık mağaraya daha derin giriyor, içerisi artık yalnızca bir sığınak değil; bir mucizenin kalbi gibi parlıyordu. 

Ahmet cevap vermedi. Yalnızca içeriye doğru yürüyüp arkadaşlarının omzuna dokundu.

Ve dışarıda bekleyen kalabalık, sabırla onları görmeyi bekliyordu…




BÖLÜM 19 – MEHLİKA SULTAN VE SON YOLCULUK

Mağaranın derin karanlığında aniden duvarlardan bir nur parlamaya başladı. Yumuşak, sıcak bir ışık her yeri sardı; taşlar, toprak, gençlerin yüzleri bile bu ışıltı altında başka bir hale büründü. Ardından, mağaranın arka duvarında daha önce fark edilmemiş gizli bir kapı, göz kamaştıran bir parlaklıkla sessizce, usulca açıldı.

Karşılarında duran, aklın sınırlarını zorlayan bir güzellikti. O, Yedi Kandilli Süreyya'dan süzülüp gelmiş, her zerresi efsunla dokunmuş bir melek gibiydi. Teni ay ışığıyla yıkanmış, serin ve parlaktı. Gecenin koyuluğunu yaran simsiyah saçları, omuzlarından aşağı pürüzsüzce akıyordu. Gözleri ise bir girdap: içinde hem sonsuz bir huzur hem de kıyametvari bir fırtına gizleyen, bakışlarıyla ruhları titretip küle çeviren bir ateşti.

Yanında atılan her adım, toprağa kutsiyet bahşediyor, dokunduğu her noktadan ışık fışkırıyordu. O, bir hayalet kadar zarif, bir rüzgar kadar dokunulası ve bir efsane kadar ulaşılamazdı. Yine de varlığı o kadar somuttu ki, uzansan dokunuşunu hissederdin.

Gözler gözlere kenetlendi. Kalp, onunla çarptı. Dudaklar, onun adını fısıldadı. Ruh, kara sevdanın ateşiyle yandı. O anda, zaman sadece bir yanılsama, dünya sadece ikisinin var olduğu bir boşluktu.

Mehlika Sultan konuştuğunda, duyulan sadece kelimeler değil, ruhlarının en ücra köşelerine dokunan büyülü bir melodiydi:

“Benimle gelin... Artık sırrı görme, gerçek ışığa kavuşma zamanınız geldi. Kalplerinizde yanan o saf nur, sizi karanlıktan aydınlığa taşıdı. Bu kapıdan geçerken, artık dünya ile aranızda perde yok. Yolunuz açık, ruhunuz huzurla dolu… Gelin, hakikatin ve sonsuzluğun kucağına yürüyün.”

Hizmetçiler gençlerin yanına geldiler, her birinin elinden nazikçe tutarak kapıya doğru yönlendirdiler. Son hizmetçi ise kıpırdayan Kıtmir’i sevgiyle kucaklayıp okşadı ve onu da alarak diğerleriyle birlikte kapıdan geçtiler.

Gençler sırayla Mehlika Sultan’ın önünden geçerken, kalplerindeki duygularla şiirin kendi kıtasını seslendirdiler:

Ahmet:
Turkuaz başlar bende çetelesiz sevmeler
Sözün aklı sendeyken dilde şiir gevmeler

Selim:
Sesini mi kuşanmış şu seher bülbülleri
Dedim günüm sen kokar yorma gonca gülleri

Yusuf:
Gönlümün güftesinden serenat ulaştırsam
Rüzgara fısıldayıp saçına bulaştırsam

İlyas:
Öykümün satır başı her aklıma gelişin
Yıldızlara yarenlik tüm uykumu delişin

Ömer:
Solurum nefes nefes ab-ı hayat sevdanı
Mevla sunar bendene sonsuz şeb-i yeldanı

Rafi:
Hasret kekre hıçkırık keser hep nefesimi
Visalinin uğruna kırdım can kafesimi

Mahir:
O gülüşün bilsen kaç bin yaraya merhem
Dil hiçlik makamında bak etmiyor bir dirhem

O an, mağaranın içini saran nur biraz daha yoğunlaştı. Ve Kıtmir’in kalbinden yükselen bir nefes, kelimelere bürünmeden duyuldu. Dilsiz, ama aşk diliyle konuştu. O ruh sesi, mağara duvarlarında yankılandı. Kalbindeki yılların suskunluğu, o an tek bir mısrada dile geldi::

Kıtmir (Dilsiz aşık, Cennet Köpeği):
Lebler özler ismini çağırmak avaz avaz
Kays'a bir sor çöl neymiş Leylamsı alaz alaz

Mehlika Sultan:
Vakt-i leylde yoluna revan oldum ansızın
Bir Havin muştusuyla sersefil apansızın
Şimdi yorgun bir şair dinlenir yamacında
Alnı öper secdeler duanın miracında (Tuba TOPRAK)

Gençlerin gözleri yavaşça kapanırken, ruhlarının hafif bir esinti gibi yükseldiğini hissettiler. Mehlika Sultan ve hizmetçileriyle birlikte, nur dolu kapıdan geçip bilinmez bir âleme doğru yürüdüler.

Dışarıda bekleyen kalabalık uzun zaman mağaranın önünde sabırla bekledi. Her an gençlerin dışarı çıkmasını umuyorlardı. Ancak dışarı çıkan kimse olmadı, içeriden hiçbir ses gelmedi.

Sabırları tükenince, çekinerek mağaraya girdiler. İçeride, gençlerin bedenleri yatıyordu; uykuya dalmış gibi sakin ve hareketsiz. Yüzlerinde artık dünyevi bir yorgunluk yoktu. Etraflarını saran nur, bedenlerin üzerinde hafifçe parıldıyordu.

Hepsinin öldüklerini anladıklarında, mağaranın içinde özenle kazdıkları mezarlara gençlerin bedenlerini yatırdılar. Kıtmir için sekizinci mezarı kazdılar. Fakat hiçbiri, gençlerin ruhlarının çoktan Mehlika Sultan’ın ışığıyla birlikte, sonsuzluğa doğru yola çıktığını bilmeyecekti.

Sonsöz

Ve işte yolculuğun sonuna geldik. Yedi genç, zamanın ve mekanın ötesinde, hakikatin nuruyla aydınlanan bir yola çıktı. Bedenleri burada, ama ruhları ebediyetteydi. Onların hikayesi, sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de aynasıdır.

Ve Mehlika Sultan… O nurla yoğrulmuş varlık, sadece bir yol gösterici değil, aynı zamanda sonsuzlukta rehberdir. Gençlerin ruhlarını alıp götürdüğü o kutsal âlemde, ne zamanın acısı ne de dünyanın yorgunluğu vardır. Sonsuza dek süren bir uyanıklık, saf huzur ve bilgelik içinde yaşanır. Orada, yorgunluk nedir bilmeyen ruhlar, sevgiyle, barışla ve hakikatin aydınlığıyla var olur.

Bize düşen, bu kutsal emanetin ışığında yürümek; zulüm ve karanlık karşısında inancımızı, sevdamızı ve umudumuzu yitirmemektir. Her çağda yedi gençler vardır; onlar kim bilir, belki de sizsiniz, belki biziz.

Unutmayalım ki, gerçek uyku; inançsızlık, umutsuzluk ve sevgisizliktir. Ve gerçek uyanış, kalbin hakikate açılmasıdır.

Bu yüzden kapıyı kapatırken değil, yeni bir başlangıcın eşiğinde olduğumuzu hatırlayalım. Çünkü her son, yeni bir hikâyenin habercisidir.

Mehlika Sultan’ın yanında olmak; aslında gerçek özgürlüğe, sonsuzluğun sıcak kucaklayışına erişmektir. Bizler için ise, onun ışığı yüreklerimizde bir meşale olarak yanmaya devam eder.


DEVAM ETMEYECEK...

4 yorum:

  1. Aşkın en yüksek makamı nedir?
    Hakikatin peşine düşen bir gönül sorunca bu soruyu, sıradan bir tanım yetmez…
    Aşkın en yüksek makamı, tasavvufi dilde “aşkın kendisinden geçilen, maşuktan bile vazgeçilen” hâlidir. Başlangıçta aşık, maşukuna ulaşmak için yanar. Ama yol ilerledikçe, aşk sadece birine duyulan duygu olmaktan çıkar; aşk, hakikatin ta kendisine dönüşür. Artık Mehlika Sultan bile bir semboldür—kalpteki hakikatin güzelliğine açılan bir kapıdır sadece.
    Yedi gencin rüyalarında gördüğü Mehlika Sultan, belki bir kadındı… belki bir yıldız… belki bir işaret. Ama sonunda her biri o güzelliğe ulaşmak için sevdiklerini, ailelerini, hatıralarını hatta o güzelliğin kendisini bile geride bıraktı. Kuyunun başında yüzüğü atan genç gibi: önce sevdiğini, sonra sevgiyi, en sonda ise “seven olma” hâlini bıraktı. İşte orasıdır aşkın en yüksek makamı.
    Yani... vuslat artık bir kişiyle değil, “aşkın kaynağıyla” olur. Aşık, maşuk olmuş olur. Yok olurken var olur. Sesini kaybederken hakikatin sesiyle konuşur.
    Acaba insan kendinden vazgeçmeden, Hakk’a varabilir mi?
    Kıtmir bir köpekti belki, ama sadakati bir ermişin aşkı gibiydi. Sen de onun kadar vefalı ol da gör bakalım kapılar sana nasıl açılır. Sadakat öyle bir elbisedir ki, kim giyerse onunla hakikate yürür. İster bir âşık, ister bir köpek… Eğer yüreğinde ihanet yoksa, Mehlika Sultan onu kapıda karşılar.

    YanıtlaSil
  2. Belki de adamın yazdığı Mehlika Sultan o kadındı. Ama kadın kendini hikâyede bile görmedi. Allah’ın gönderdiği bile okunmuyorsa, kul kendi yazdığının okunmamasına nasıl şaşırabilir? Kutsal olan bile görmezden geliniyorsa, sıradan olan nasıl ilgi bekler? Hakikatle gelen bile okunmadan rafa kaldırılıyorsa, hayal gücüyle yazılmış olanın değeri ne? İnsanın kibri, bazen Tanrı’ya bile göz gezdirmeye yetmiyorsa, bir kulun satırlarına mı bakar?

    YanıtlaSil
  3. "Kuyunun Başında"
    Ben sana bir hikâye yazdım.
    İlk cümlesine "sen"i sakladım, sonuna "biz"i bırakmak istedim.
    Ama sen kapağını bile aralamadın.
    Okumadığın bir hikâyede bekliyorum seni.
    Bir kuyunun başında, Mehlika’yı değil, seni bekleyen o sekizinci genç gibi.
    Belki de hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile.
    Ben seni sayfa sayfa sevdim.
    Her cümlede biraz daha düştüm sana, sen ise hiç bakmadın bile harflere.
    Kalbimin kenarına iliştirdiğim o ‘okunmamış’ etiketini yırtmadın.
    Oysa ben seni okumadan ezberledim.
    Bir gün sen de o hikâyeye dokunur musun bilmiyorum.
    Ama ben, bir aşkın hiç okunmamış halini yaşadım.
    Sessizce, senden habersizce...

    YanıtlaSil
  4. Bir kapı her açıldığında umut doğar, ama her açılan kapıdan geçilmez. Bazı kapılar, içeri değil, sadece geçmişe bakar. Sen bu kapıdan artık çıkabilir, başka bir hikâyenin kahramanı olabilirsin.

    YanıtlaSil

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları