ÖNSÖZ: Sahra’nın Yeşil Günleri (M.S. 2025)
Sahra
Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık
15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve
yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. Bu dönem, “Afrika Nemli Dönemi” olarak
bilinir. Dünya'nın eksen hareketleri (Milankoviç döngüleri) sonucu yağışlar
artmış, Sahra'da geçici nehirler, göller ve verimli tarım alanları oluşmuştur.
Arkeolojik buluntular, kaya resimleri ve yerleşim izleri, bu dönemde insan
topluluklarının su kaynakları etrafında geliştiğini göstermektedir.
Bilimsel
veriler, bu yeşillenmenin yaklaşık her 21.000 yılda bir tekrarlandığını öne sürüyor. Eğer
küresel ısınmanın etkileri kontrol altına alınabilir ve iklim sistemleri doğal
döngüsüne dönebilirse, Sahra’nın bir sonraki yeşil döneminin yaklaşık
M.S. 8000’li yıllarda gerçekleşmesi beklenmektedir.
Sahra’nın Uyanışı : M.S. 8000
Kum,
binlerce yıl sessizce dinlenmişti. Rüzgâr, eski göllerin izlerini taşır,
kayanın çatlağındaki zamanın şarkısını fısıldardı. Sahra, unutulmuş bir rüyaydı
artık. Ta ki gökyüzü yeniden konuşuncaya kadar…
M.S.
8000 yılında, Dünya’nın ekseni bir kez daha eski dansına dönmüştü. Güneş,
Sahra’ya farklı bir açıyla gülümsüyor, musonlar yeniden doğuya sarkıyordu. İlk
yağmur damlası düştüğünde kum titredi. Sanki toprak, bir hafızayı hatırlıyordu.
Çöl,
sessizce uyanıyordu. Göl çukurları yeniden suyla doluyor; kurumuş nehir
yatakları yavaşça yeşil bir dile dönüşüyordu. Tohumlar, binlerce yıl boyunca
kumun altında sakladıkları sırları patlatıyor; nilüferler, eski zamanları
selamlar gibi açıyordu. Bir göçmen kuş sürüsü, gökyüzünde uzun zaman sonra ilk
kez daireler çizdi.
İnsanlık
bunu gördü. Khaalid’in eski köyüne ait taş izler, çamura gömülü kalıntılar
arasında tarih yeniden soluk almaya başladı. Yeni yerleşimler doğdu, insanlar
yeniden suyla konuştu. Sahra, sadece yeşil olmadı. Bilinçli bir toprak gibi
nefes aldı, eski günlerini hatırlayarak yeni bir şarkı söyledi.
Ve
o şarkı, binlerce yıl önce sazlıkların fısıldadığı melodiye çok benziyordu.
Geri Dönüş : Sahra’nın Yeşil Çağında Yerleşenler
Ve
Sahra uyandıktan sonra insanlar geldi. Önce kuşkuyla baktılar ufka: yeşilin
çölün üstüne bu kadar kolay dökülebileceğine inanmak zordu. Ama göller
gözleriyle gülümsedi, sazlıklar rüzgârla selam verdi. Uzaktan gelen göçebe
topluluklar, eski haritalarda unutulmuş çukur vadileri yeniden keşfettiler.
Bazıları, binlerce yıl önce burada yaşamış atalarının hayalini taşıyordu.
Bu
sefer çadırlar kurulmadı. Göl kenarına taş evler dikilmedi. Bunun
yerine, doğayla uyum içinde yaşayan yapılar doğdu: Biyo-mimetik yaşam
hücreleri güneşle soluk alıp geceyle kapanırken, Kendini
kurabilen akıllı barınaklar rüzgârla konuştu. Toprakla
bütünleşen organik yapılar, kumun nabzına göre biçim aldı. Hafıza
taşıyan evler, eski günlerin şarkılarını ses dalgalarıyla duvarlara
fısıldadı. Ve gezici yaşam modülleri, Sahra'nın yeni göçebeleri
oldu. Ama bu kez teknoloji göç etti.
Toprak,
bin yıllık uykusundan kalktığında, sırtına sadece insan ellerinin değil. Işıkla
çalışan robot parmaklarının, veriyle nefes alan yapay zekâ dokunuşlarının
izlerini almaya hazırdı. Tarım yeniden başladı: ama
bu kez, ekinleri insanlarla birlikte otonom tohum makineleri ekti. Sazlıklarda
sadece çocuklar koşmadı, biyolojik dengeyi izleyen sürü robotları da onların
yanında ışıldadı. Tarih yeniden yazılmadı, kendini hatırladı. Ama bu sefer
hatırlayan yalnızca insanlar değildi; toprakla konuşabilen makineler de o eski
şarkıyı tanıdı.
Khaalid’in
efsanesi toprakta hâlâ yankılanıyordu. Yeni gelenler, eski hikâyeleri taşlar
arasından çıkarıp anlatmaya başladılar. Bir zamanlar suyla konuşan insanlar
geri gelmişti. Şimdi ise toprak konuşuyordu, onları bağrına basarak.
Sahara ve Robot
Leopar Nil-7
M.S.
8000 – Eski Sahra’daki yeni bir yerleşim biriminde, 9 yaşındaki küçük bir kız
çocuğu olan Sahara’nın zihni Nil-7 ile eşleştiğinde, aniden
gördükleri kristal berraklığında keskinleşti, birdenbire tüm dünyası duyularla
doldu.
Görüntü,
robot leoparın göz merceklerinden akmaya başladı. Geniş görüş açılı lensleri
sayesinde, Sahara gölün kıyısını neredeyse 270 derecelik bir açıyla
izleyebiliyordu. Hızlandığında görüntü titremiyor, aksine zamanın akışı bile
daha akıcı görünüyordu. Sahara için bir güvenlik kalkanı, bir
okul, bir arkadaş, bir keşif aracı olan Nil-7 7 muhteşem bir robot
leopardı. 9 yaşındaki bir kız çocuğunun oyuncağı olması için fazla
muhteşemdi. Ama gelecekte zaten her muhteşem sıradanlaşırdı.
Artık
sadece görmüyor, duyuyordu da. Nil-7’nin yüksek çözünürlüklü
kulak mikroflapları, göl çevresindeki her titreşimi topluyordu. Hemen
yakınlardaki sazlıkların içinde yankılanan kurbağa sesleri, tiz ve
neşeli bir koroya dönüşüyordu. Her biri farklı frekansta, farklı ruh halinde… Sahara
neredeyse hangisinin kime âşık olduğunu bile ayırt edebileceğini düşündü.
Sonra koku
geldi. Nil-7’nin nano-kimyasal analiz yapan koku alıcıları devredeydi.
Zihin bağlantısıyla bu veri Sahara’nın duyusuna çevrildi. Genizini yakan hafif
bir yosun kokusu, ardından çiğnenmiş çimenlerin ferahlığı ve göl kenarındaki
ıslak toprağın metalik buharı… Sahara burnunu çekti ama aslında gerçekten
koklamıyordu; beyni, kokuyu simüle ederek hissediyordu.
Nil-7’nin
dış yüzeyi, mat siyah ve ay tozu renginde, pürüzsüz ama kas yapısını andıracak
şekilde tasarlanmıştı. Güneş ışığı altında hafifçe titreşen nano-kristal kaplaması
hem görünmezlik hem de ısı dağılımı işlevi görüyordu. Kas yerine kullanılan
yapay fiber demetleri, her adımda esneyerek mükemmel bir biomekanik denge
kuruyordu. Koşarken tırnak uçlarından mikro-sürtünme jelleri sızıyor; bu da onu
hem sessiz hem de ölümcül bir gölgeye dönüştürüyordu.
Sahara,
Nil-7’in bir kaya üzerinden yaylanarak su kenarına doğru atlayışını izlediğinde
heyecanla gülümsedi. Zıplama sırasında arka ayaklarının yay gibi gerilmesi,
sonra da neredeyse havada süzülür gibi inmesi... Bu sadece bir hareket değildi,
adeta bir dansın parçasıydı.
Ama
en şaşırtıcı olanı henüz gelmemişti.
Nil-7
göl kıyısında durup başını eğdi. Suya doğru uzandı. Alt çenesinin iç kısmından
çıkan mikro-nano tat analiz probunu suya daldırdı. Sahara bir anlık serinlik
hissetti. Sonra… tat geldi.
Tuzlu
ama eski tuz gibi değil. Bir zamanlar okyanus olan ama sonra bin yıl susuz
kalmış bir toprak gibi. Hafifçe mineralli, içinde çözünmüş karbonat
moleküllerinin bıraktığı serin bir kıtırlık vardı. Sahara dilini damağına
bastırarak bu garip ama hoş tadı düşünürken mırıldandı:
“Nil-7…
bu gölün tadı, geçmişin gözyaşı gibi…”
Nil-7’den
gelen cevap gecikmedi:
“Veri
analizime göre, %0,7 oranında tuz, %0,25 mineral çökelti ve çok düşük oranlı
biyolojik aktivite saptandı. Ama... eğer hissettiğin buysa, senin tanımın daha
anlamlı.”
Sahara
yüzünü buruşturdu:
Tuzlu…
ama yakıcı değil. Sanki zamanla yumuşamış, denizle tatlı su arasında kararsız
kalmış bir tat.
“Nil-7…
içilebilir mi bu?” diye fısıldadı.
Leoparın
gözleri hafifçe titreşti, odak ayarları bir tıklama sesiyle değişti.
“Tuz
oranı %0,7. Yani… hayır. Kısa süreli kullanımla hayatta kalınabilir, ama
sürekli tüketim böbrek yükünü aşar.”
Sahara,
zihninde rakamları döndürdü. Bu, deniz suyundan çok daha yumuşak,
ama hâlâ fazla tuzlu demekti.
“Ama…
başka su bulamazsak? İçmek zorunda kalırsak mı?”
Nil-7
duraksadı. Saniyenin onda biri kadar, ama Sahara bu tür duraksamaların
hep hüzün gibi olduğunu düşünürdü.
“O
durumda… İçtiğimiz her litredeki %0,7 tuzu atmak için vücut yaklaşık 1,4
litre idrar üretmek zorunda kalır. Vücut tuzu atmak için içtiğinden daha fazla
su kaybeder. Hayatta kalma süresi uzamaz; kısalır. Bu su, umut verici,
ama şimdilik tehlikeli.”
Sahara
bir an durdu. Göl kıyısında minik dalgacıklar kıyıya vuruyordu. Kurbağalar,
sanki hiçbir şey olmamış gibi ötüyordu.
“Peki…
bir gün içilebilir olacak mı?”
Nil-7
başını göğe çevirdi.
“Eğer
yağmurlar devam ederse... evet. Doğa kendi kendini tatlılaştırır. Ama zamana
ihtiyacı var. Tıpkı insanlık gibi.”
Sahara,
Nil-7’nin arka bacaklarındaki küçük üniteden çıkan hafif bir tıslama sesi
duydu.
“Bu,
su arıtma modülüm,” dedi Nil-7.
“Gölden
aldığım suyu saniyeler içinde tatlı suya çeviriyor. Artık içmek mümkün.
Binlerce yıl önce insanların böyle bir teknolojiye sahip olması hayal bile
edilemezdi.”
Sahara
bir an sustu, gölden gelen rüzgârın Nil-7’in kamerasına dokunuşunu
hissediyordu. Rüzgârın serinliği, leoparın metalik derisinde yankılanıyor, bu
da onun teninde bir ürperti gibi hissediliyordu. Gerçekte esen rüzgâr değil,
sinir uçlarına gönderilen bir hava etkisi simülasyonuydu ama bu
farkı sadece veri ekranında görebilirdi.
“Kurbağalar...
yağmurdan önce hep böylesine şarkı söylermiş, değil mi?”
Nil-7
kısa bir frekansla yanıtladı.
“Evet.
Bu bir çağrı. Bir umut. Veya sadece nemli bir gecede fazla konuşkan olmak.”
Sahara
gülümsedi. Hem kendi ağzıyla hem Nil-7’in gözleriyle hem de doğanın sesiyle
dünyayı hissediyordu. Göl kenarında yürümüyorlardı artık; onlar doğanın içinde,
onunla birlikte yaşıyorlardı.
Robot
leopar koşarken, vücudu yılan gibi esniyor, sırtındaki segmentler her adımda
aerodinamik biçimde şekil değiştiriyordu. Her adım bir fısıltıydı; kuru
çimenler bile neredeyse fark etmiyordu onun geçtiğini. Ancak Nil-7'nin
ayaklarının altındaki toprak, çok hafifçe titreşiyordu; sadece çok dikkatli bir
gözle fark edilebilecek kadar.
Sahara
bu anları yaşarken sordu:
“Nil-7…
Koşarken ne hissediyorsun? Yani... his gibi değil belki ama... ya bilmiyorum.
Özgürlük mesela?”
Nil-7’nin
sesi, rüzgârın uğultusuna karışarak cevap verdi:
“Benim
için hissetmek, verilerin dansıdır. Ama eğer özgürlük; sınırsız hareket,
yüksek hız ve uçuş hissiyse… evet, bunu yaşıyorum. Özellikle şu anda.”
Sahara
gülümsedi. Nil-7 gölün kenarında dairesel bir koşuya geçtiğinde, onun hızını
ölçtü: Saatte 118 kilometre. Bu da demekti ki, birazdan küçük
bir yarış başlatma zamanı gelmişti.
“Hadi
Nil-7… Göle dokunmadan çevresini bir dakikada dönebilecek misin? Eğer yaparsan
sana takla atma izni veriyorum!”
Nil-7,
kısa bir frekansla karşılık verdi. Bu onun kendi deyimiyle ‘gülümsemesi’ydi.
“Hazır
ol, küçük komutan.”
Leopar,
saatlerdir göl kıyısında sessizce devriye geziyordu. Göz kameralarından
aktarılan yüksek çözünürlüklü görüntüler, Sahara’nın kortikal bağlantısıyla
doğrudan zihnine akıyordu. Toprak, yeni filizlerin sarı yeşil tonlarını
kusursuzca sergiliyor; hava, binlerce yıl aradan sonra taze toprak kokuyordu. Sahara
her bir detayı Nil-7’in gözlerinden hissediyor, her bir adımı sanki kendi
kasları atıyormuş gibi yaşıyordu.
Gölün
yansımasında kendi siluetini seçti. Ama bu, leoparın gözünden görülen bir
hayaldi. Leopar o an sessizce durmuş, suya bakıyordu.
Sahara
düşünceyle sordu:
“Nil-7…
Gerçekten Sahra çölünün tamamına yağmurlar yağdı mı? Bu… gerçek mi yani?”
Leoparın
gözlerinde hafif bir titreşim oluştu; mercekler ışık seviyesini ayarladı. Bu
teknik bir detaydı ama Sahara, hâlâ onun bir duygu gösterisi olduğunu düşünmeyi
seviyordu.
“Evet,
küçük dostum,”
Dedi
Nil-7’nin sesi, Sahara’nın kulak sinirine doğrudan iletilen yumuşak bir
titreşimle.
“Bu
sadece başlangıç. Dün gece, resmi olarak Sahra'nın kuzeydoğusunda ilk kalıcı
göl oluşumu kaydedildi.”
Sahara
bir soru daha sordu:
“Nil-7…
Sahra yeşerdi. Başka nereler yeşeriyor?”
Nil-7,
hologram haritayı açtı.
“Tianshan
Dağları çevresi, Aral havzası, eski Göktürk toprakları… Orta Asya'da yeşil alan
genişliyor.”
Sahara
fısıldadı:
“Demek…
Türk atalarımın geldiği yerler de yeniden yeşilleniyor.”
Nil-7
başını eğdi.
“Bir
gün… doğdukları topraklara dönen insanlar olacak. Bugün uydu görüntüleri,
Arap Yarımadası'nın güney bölgelerinde de hızla artan yeşil alanları doğruladı.”
Sahara,
zihinsel bağlantısını bir anlığına kesti ve kendi gözleriyle gökyüzüne baktı.
“Arap
Yarımadası mı? Bu... nerede duymuştum? Hah! Babaannem söylemişti! ‘Oralar
tekrar yeşillenmeden kıyamet kopmaz’ diye bir söz.”
Nil-7,
hafızasında bu cümleyi taradı. Saniyenin binde biri kadar bir sürede yanıtladı.
“Evet.
Bu söz, yaklaşık M.S. 600’lü yıllarda yaşamış bir dinî önder olan Muhammed
isimli peygambere atfedilir. Rivayet Ebu Hureyre kanalıyla aktarılmıştır. Hadis
kaynaklarında ‘Kıyamet, Arap toprakları tekrar yeşilliklerle dolmadıkça
kopmayacaktır’ şeklinde geçer.”
Sahara,
tekrar Nil-7’in gözlerinden göle bakarak fısıldadı:
“Yani...
bu yağmur kıyametin habercisi mi?!”
Nil-7’nin
işlemci gücü yoğunlaşarak kısa bir duraksamaya neden oldu. Ardından sesi
yumuşadı:
“Hayır.
Bu yalnızca bir doğa döngüsünün sonucu. Ama insanlar için bu tür olaylar, hem
doğayı hem kaderi anlamlandırmanın yollarıdır. 7400 yıl önce bu olayın
öngörülmüş olması, senin için bir kehanet; benim içinse... başarılı bir
istatistiksel tahmin.”
Sahara,
leoparın gözlerinden göl kıyısındaki minik çiçekleri izlerken mırıldandı:
“7400
yıl önceden böyle bir döngü hakkında hiçbir şey bilmediği halde... nasıl bu
kadar doğru söylemiş olabilir?”
Nil-7’nin
sinirsel arabirimi, tanımlanamayan bir "veri kayması" hissetti.
Bu, teknik olarak bir hata değildi… ama duyguya çok benziyordu.
“Belki
de bu… sezgiydi.”
Sahara
gülümsedi, kaşlarını hafifçe çattı.
“Ya
da... zamanın kendisi geri dönüp birine bir şey fısıldamıştır.”
Robot
leopar Nil-7 konuştu.
“Bu
topraklar, suyu koruyanlara aittir. Ama su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı
söyler.”
...
Göl
kıyısındaki uzun keşif devriyesinden sonra, Nil-7’nin enerji seviyeleri %14’e
düşmüştü. Sahara, onun hareket ederken çıkardığı belli belirsiz gerilme
fısıltılarına alışmıştı; yapay fiber demetleri adeta kas gibi esniyor, çölde
esen rüzgârdan daha sessizdi. Ancak şimdi, bu titreşimlerde bir dalgalanma
vardı. Sanki yorgunluk, adımların ritmine sinmişti. Sahara’nın zihninde,
robotun göz merceklerinden gelen görüntüler giderek kararmaya başlamıştı.
Rüzgârın ritmi yavaşlıyor, sesler boğuklaşarak derin bir sessizliğe
gömülüyordu. Nil-7’in kendini yavaşlatma kararlılığını da
hissediyordu. Leopar başını hafifçe eğdi, optik mercekleri alacakaranlık
moduna geçti.
Nil-7 uyarıda
bulundu:
“Düşük
güç moduna geçtim. Şarj olma zamanım geldi.”
Yüksek
çözünürlüklü görsel akış, yerini ince bir bulanıklığa bırakırken, Sahara içten
bir nefes verdi.
“Haydi
Nil-7,” dedi nazikçe, ”Epey koştun bugün. Eve
dönme vakti.”
Robot,
zihinsel bağlantıya karşılık verirken sesi sakin ve yumuşaktı.
“Onaylandı,
küçük komutan. Geri dönüş rotası başlatıldı.”
Sahara,
evin içindeki yumuşak destekli koltuğunda gözlerini araladı. Zihinsel bağlantı
modundan yavaşça ayrılırken, odasının sessizliğini yeniden fark etti. Şimdi
yalnızca kendi tenine değen odasının serinliğini hissediyordu. Nil-7’in
sensörlerinden gelenleri değil.
...
Evleri,
gölün birkaç kilometre doğusunda, doğal taşların arasında gizlenmiş bir yaşam
hücresiydi. Biyo-mimetik duvarları, rüzgâra göre şekil değiştiriyor; gece
serinliğini içeri almadan sıcaklığı dengeliyordu. Üzerinde "Sahara
Reborn" yazan Giriş kapsülüne geldiklerinde Nil-7 bir an durdu.
“Hijyenik
Servis Kapısından girmek üzereyim” diye haber
verdi Nil-7.
“Evet,”
dedi Sahara, paneldeki parmak izini onaylayarak.
“Geçebilirsin,
koku modülleri seni biraz gıdıklayabilir.”
Nil-7
adımını servis kapsülüne attı. Kapak arkadan kapandı ve otomatik hijyen sistemi
devreye girdi. Yüzey temizliği için iyonik buhar, optik mercekler için
nano-parlatıcı damlalar ve bacak birleşim yerleri için mikrotemizleyici gazlar
kullanıldı. Gözle görünmez fısltılar arasında robotun yüzeyi yavaşça parladı.
Temizlik
tamamlandığında bir ping sesi duyuldu. Kapak yeniden açıldı. Nil-7
refleksif silkinme titreşim hareketinden sonra sessizce içeri süzüldü.
Sahara,
hijyen kapısının önünde bir an durdu. Nil-7’in şimdi daha parlak olan sırtına
dokundu. Parmak uçları metal değil de, suyun üzerinde kayan bir ışığa değmiş
gibi hissetti.
“Enerji hücrelerimi değiştireceğim. Şarj ünitesine gidiyorum,” dedi Nil-7. Bir iç çekiş gibi çıkan sesle sarj ünitesindeki işi bittiğinde göğsündeki ışık halkası sabit beyaz yandı....
Sahara,
yumuşak yatağına uzandı, gözlerini yarı kapadı. Nil-7 uykucu bir kedi gibi
yanına kıvrıldı.
“Nil-7…
Bir şey soracağım.”
“Sor,
küçük komutan.”
“Bu
göl... bu topraklar... bir zamanlar daha da yeşildi değil mi? Yağmur hiç eksik
olmazdı. Annem anlatmıştı. Ve senin arşivin... çok eskilere kadar uzanıyor.”
Nil-7
bir an durdu. Gözleri gibi çalışan ana sensörleri karanlığa doğru odaklandı.
Sesinde anılar gibi titreyen bir tını vardı.
“Evet.
Bu bölge, yaklaşık M.Ö. 5000’li yıllarda, Sahra’nın son yeşil şarkısını
söylüyordu. Sonra... yağmurlar sustu. Ama o suskunluğun içinde bile, insanlar
suya şarkı söylemeye devam etti.”
Sahara
merakla sordu.
“İnsanların
suya söyledikleri o şarkılardan birini bana okur musun.”
Ey su, sen ki hayatın
ta kendisisin,
Yüzyılların şahidi,
her damlanda bir sır.
Kurumuş toprağa can
veren, bitkiye can katan,
Sonsuz döngünün
sessiz ve güçlü fısıltısı.
Dağların zirvesinden
usulca süzülürken,
Dere olup coşarken,
ırmak olup akarken.
Her zerrende bir
yaşam filizlenir,
Sonsuzluğa doğru akan
bir zaman misali.
Denizlerin
maviliğinde saklısın,
Okyanusların
derinliğinde bir bilinmez sır.
Bazen bir gözyaşında,
bazen bir yağmur damlasında,
Kimi zaman bir nehrin
kalbinde atıyorsun.
Sen yokken hayat
durur, nefes kesilir,
Her zerre çatlar, bir
çöl olur bu dünya.
Sen varken umut
yeşerir, her an yeniden başlar,
Ey su, sen ki hayatın
kaynağısın, varlığın şükür sebebi.
Sahara
sessizleşti. Gözlerini kapattı.
“Bana
o günlerin hikayesini anlatır mısın?”
Nil-7'nin
sesi bir ninni kadar yavaştı artık.
“Öyleyse...
Sana Sahra’nın son yeşil şarkısının öyküsünü anlatacağım. O zamanlar... adını
artık rüzgârların bile fısıldamadığı bir çocuk vardı. Küçük Khaalid.”
Sahara’nın
zihni yavaşça karardı. Göl kenarındaki rüzgâr uğultusu yerini sazlıkların
fısıltısına bıraktı. Kumun kokusu, ıslak toprağa dönüştü. Ay ışığı soldu.
Güneş, bir başka çağın gökyüzüne doğdu. Zamanın binlerce yıl geçmiş
hikayelerini yüreğinde hissetti.
Ve
Sahra, bir kez daha konuşmaya başladı.
Sahra'nın Ölümü,
Nil'in Doğuşu: M.Ö. 5000 - M.S. 8000
(Nil-7’nin
anlatımıyla, Sahara’nın zihninde canlanan sahneler eşliğinde)
Bölüm 1: Yeşilin
Son Şarkısı (M.Ö. 5000)
1.1. Sahra'nın Son
Yeşil Şarkısı
Bu
hikâye, Sahra'ın son yeşil şarkılarından birine, yaklaşık 7.000 yıl önceki bir
köye götürür bizi. Gökyüzü hâlâ suyla konuşurken, insanlar toprağın dilini
duyar, sazlıkların fısıltısına kulak verirdi...
Sahra,
bir zamanlar gökyüzün cömert olduğu bir diyardı. Yeşilin her tonu, otlaklarda
dalgalanır, göller kuşların şarkılarıyla çınlardı. Ağaçlar, rüzgârla
fısıldaşır, dallarında yemişler tomurcuklanırdı. Gölün suyu, sabahları güneşle
parlar, akşamları ayın gümüşünü yansıtırdı. Bu topraklarda yaşayanlar, suyun
dilini bilir, toprağın nabzını dinlerdi. Yağmur, göğün hediyesiydi; her
damlası, yaşamın bir duası gibi düşerdi.
Khaalid,
gölün kıyısında, ayaklarını suya daldırmış oturuyordu. Küçük parmakları, suyun
yüzeyinde halkalar çiziyor, balıkların sıçrayışları onu kıkırdatıyordu. O sabah,
gökyüzü griyle yeşil arasında bir renge bürünmüştü, sanki Sahra’nın ruhu
bulutlarda dans ediyordu. Khaalid’in annesi, gölün ötesindeki tarlalarda,
yabani buğdayların arasında dolaşıyor, filizlerin gücünü kontrol ediyordu.
Amcaları, sazlardan örülmüş sepetlerle balık tuzaklarını hazırlıyor, bir yandan
alçak sesle şarkılar mırıldanıyordu.
Khaalid,
çıplak ayaklarıyla serin toprakta yürürken, gölün kıyısına indi. Sabah güneşi
henüz tam doğmamıştı, ama bulutlar pembe tüyler gibi gökyüzüne serilmişti. Ufuk
çizgisi, hâlâ uykulu bir çölün siluetini çiziyordu.
Suyun
kıyısında çömeldi. Küçük parmaklarıyla suyun yüzeyine hafifçe dokundu. Daireler
oluştu. Dalgacıklar kıyıya vurdu.
"Anne,
su neden bu kadar berrak?" diye sordu
Khaalid, gözleri gölün dibindeki çakıl taşlarına takılmıştı. Annesi, başını
kaldırıp gülümsedi. "Çünkü gökyüzü ona aynasını vermiş, yavrum.
Su, gördüğünü saklar, ama sadece kalbi temiz olanlara gösterir."
Khaalid
bunu anlamadı, ama suyun yüzeyinde kendi yansımasını görünce gülümsedi. Bir
balık, tam o sırada sıçradı ve suyun yüzeyi dalgalandı. Khaalid kahkahayı
patlattı. "Bak, anne! Bana gülüyor!"
Khaalid
başını kaldırdı. Annesi ellerini çamura bulamış, göl kıyısına uygun tohumları
seçmekle meşguldü. Yağmur birkaç gün önce yağmış, toprak şimdi nemliydi.
Annesi,
tarladan doğrulup oğluna baktı. "Belki de sana sırlarını
anlatıyordur, Khaalid. Dinlersen, su konuşur."
O
gün, köyün havası neşeyle doluydu. Yağmur, birkaç gün önce yağmış, toprağı
bereketle ıslatmıştı. Büyükler, "Yeşilin Şarkısı" derdi
bu günlere; Sahra’nın cömert olduğu, otlakların hayvanlarla dolup taştığı,
gölün balıklarla şenlendiği zamanlar. Khaalid, babasının elinden tutmuş, gölün
kıyısında yürüyor, sazlıkların arasında koşan antilopları izliyordu. Babası, güçlü
elleriyle bir saz kesti, sonra oğluna uzattı. "Bunu
sakla," dedi. "Saz, suyun dostudur. Onunla
konuşmayı öğrenirsen, Sahra sana hep yol gösterir."
Khaalid,
sazı aldı, parmaklarıyla yapraklarını okşadı. "Saz konuşur mu,
baba?" Babası gülümsedi, gözleri uzaklara dalarak. "Her
şey konuşur, oğlum. Ama dinlemek için kalbinle bakman gerekir."
Gece,
Sahra’nın üzerine bir örtü gibi indi. Köyün ortasında, dallardan ve otlardan
örülmüş bir çemberin içinde ateş yakılmıştı. Alevler, gökyüzüne kıvılcımlar
gönderiyor, yıldızlar ise sanki onlara cevap veriyordu. Köylüler, ateşin
etrafında toplanmış, yabani buğdaydan yapılmış ekmekleri ve gölden yeni
tutulmuş balıkları paylaşıyordu. Çocuklar, ateşin ışığında koşuşturuyor,
büyükler ise alçak sesle Sahra’nın eski hikayelerini anlatıyordu.
Khaalid,
babasının dizine yaslanmış, ateşin sıcaklığına sığınmıştı. Babası, oğlunun
saçlarını okşarken, "Yarın sabah, seninle göle gideceğiz,"
dedi. "İlk kez yalnız balık tutacağız. Ama şimdi uyumalısın."
Khaalid
gözlerini kısarak gülümsedi. "Baba, o hikâyeyi anlatır mısın?
Hani büyük büyük dedemiz bir leoparla konuşmuş ya..."
Babası,
ateşe bakarak derin bir nefes aldı. "O hikâye, Sahra’nın yeşil
olduğu günlerden kalma," dedi yumuşak bir sesle. "O
günlerde, leoparlar insanlar kadar bilgeydi. Büyük büyük deden, henüz senin
yaşındayken, bir sabah tek başına göl kıyısına inmiş. Orada, gölgelerin
arasında sessizce onu izleyen bir leopar görmüş. Korkmamış, çünkü gözlerinde
bir tehdit değil, bir merak varmış. Ve o an… leopar konuşmuş. Leopar
ona demiş ki: 'İşte bu topraklar, suyu koruyanlara aittir. Ama su,
sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.'"
Khaalid,
babasının sesine dalmış, gözlerini ateşe dikmişti. Leoparın altın sarısı
gözleri, gölün dalgaları, dedesinin cesareti... Hikâye, ateşin çıtırtılarıyla
canlanıyordu.
Khaalid’in
gözleri büyümüş, hayranlıkla parlamıştı. Babasının dizinde derin bir nefes
aldı.
“Bu
toprakların suyu koruyanlara ait olması ne demek? Suyun sadece kalbiyle
dinleyenlere şarkı söylemesi ne demek?”
Khaalid'in
sorusu üzerine babası, oğlunun saçlarını okşadı ve ateşe baktı. Sesi, yavaş ve
düşünceliydi, sanki kelimeleri havada tartıyordu.
“Ah,
Leopar’ın sözleri derin, evlat,” dedi
babası. ”Şöyle düşün: ‘Bu topraklar, suyu koruyanlara
aittir’ demek, toprağın ve suyun sana ait olduğunu iddia etmekle ilgili
değildir. Asıl mesele, onları nasıl kullandığın, onlara nasıl davrandığındır.
Eğer suyu hoyratça harcarsan, kirletirsen, sadece kendine alırsan, o su bir gün
biter. Ama eğer suyu gözün gibi korur, herkesle paylaşırsın, onun yaşamasına
yardım edersen, o zaman su da seni besler, toprağına bereket getirir. Toprak,
suyu koruyanların, ona iyi bakanların yurdu olur. Onu sömürenlerin değil.”
Babası
durdu, Khaalid'in gözlerinin içine baktı.
“Peki
ya ‘su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler’ kısmına
gelince… Duyuyor musun, balıklar nasıl neşeyle zıplıyor, kurbağalar nasıl
şakırdıyor? İşte o, suyun şarkısıdır. Onu duymak için sadece kulakların yetmez,
kalbinle de dinlemen gerekir. Suyun sana ne anlattığını anlamalısın. Ne zaman
çok az, ne zaman çok fazla olduğunu, ne zaman dinlenmesi gerektiğini… Eğer
sadece kendi çıkarını düşünür, suyun sesine kulak vermezsen, o şarkıyı
duymazsın. Ve bir gün, su susar. Bizim gölümüzde bir gün kurur. Kalbiyle dinleyenler,
suyun dilini anlar ve onunla birlikte yaşar, ona karşı değil.”
Babası
gülümsedi.
“Leopar’ın
sözleri, bize doğanın bir parçası olduğumuzu, ona saygı duymamız gerektiğini
hatırlatır, Khaalid. Bizim atalarımız bunu bilirdi. Ruhun temizse doğa seni tanır.
Kalpten çıkan başka bir kalbe mutlaka ulaşır. Gerçek huzur gösterişte değil,
samimi olandır. Ve bazen biri sadece yanında durarak sana iyi geliyorsa, o an
kelimelere gerek yok. Eğer bir hayvan sana çekinmeden yaklaşıyorsa bil ki senin
içindeki iyiliği o çoktan fark etmiştir. “
Khaalid
anlamamış gibi baktı. Babasına gülümsedi, yeni bir soru sordu:
“O
zaman… ben de bir gün bir leoparla konuşabilir miyim?”
Babası
da gülümsedi.
“Eğer
büyük büyük deden gibi kalbinle dinlemeyi öğrenirsen...”
Hikâye
bittiğinde, ateşin hışırtısı ve uzaklardaki cırcır böceklerinin sesleri
birbirine karışıyordu. Khaalid, annesinin ördüğü hasırın üzerinde, babasının
kollarında uykuya dalmıştı. O gece rüyasında, Sahra’nın yeşil otlaklarında
yürüdü. Yağmur damlaları, ona isimlerini fısıldıyordu: "Sera,
Luma, Tira..." Ve her biri, gökyüzüne geri dönmeden önce ona
gülümseyip selam veriyordu.
Köy,
ateşin sönük ışığında uyuyordu. Göl, sessizce dalgalanıyor, sazlıklar rüzgârla
fısıldaşıyordu. Ama o gece, gökyüzü bir an için sustu. Uzaklarda, Sahra’nın
derinliklerinde, otlaklar yavaşça soluyordu. Yeşilin şarkısı, usulca
zayıflıyordu.
1.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
SAHARA:
(Gözleri yarı kapalı,
battaniyesine sarılmış halde mırıldanır)
“Ama... o çocukla benim yaşım
aynı... Ben de rüyamda isimler duydum, Nil-7.”
NİL-7:
“Ne
duydun, Sahara?”
SAHARA:
“Bir tanesi ‘Tira’
dedi. Tıpkı Khaalid’in rüyasında olduğu gibi. Bu sadece bir hikâye değil, değil
mi Nil-7? Bu… benim hatırladığım bir şey olabilir mi?”
NİL-7:
(Bir an durur.
Gözleri titreyen veri parçacıkları gibi parlar. Belki geçmişten veri çağırır,
belki sadece Sahara’nın duygusunu dinler.)
“Hafıza, yalnızca
yaşadıklarımızdan ibaret değildir, Sahara. Bazen atalarının hafızası da senin içinde
uyanır. Belki sen, Khaalid’in hikâyesini sadece dinlemiyorsun… Belki sen, onu
hatırlıyorsun.”
SAHARA:
(gözleri
büyür) ”Ama ben sadece bir çocuğum.”
NİL-7:
“Khaalid
de öyleydi.”
(Bir
sessizlik olur. Sonra Sahara, fısıltıyla sorar.)
SAHARA:
“Nil-7…
Sence ben de bir gün bir leoparla konuşabilir miyim?”
NİL-7:
(yavaşça yanına
kıvrılır, gözlerini Sahara’nın göz hizasına getirir)
“Konuşuyorsun, Sahara. Şu anda.
Dinlemeyi öğrendin. Şimdi, sıradaki şarkıya hazır mısın?”
SAHARA:
(başını
sallar) ”Evet.”
NİL-7:
“O
zaman, Yeşil Şarkı’nın ikinci bölümüyle devam edelim…”
Bölüm 2: Balık
Bolluğu (M.Ö. 4999)
Sabahın
ilk ışıkları, Sahra’nın gölüne sisli bir düş gibi süzülüyordu. Göl, yemyeşil
sazlıkların arasında uzanıyor, yüzeyi sabahın serinliğinde ayna gibi
parlıyordu. Khaalid’in gözleri hâlâ uykunun gölgesindeydi, ama içinde tuhaf bir
heyecan kıpırdanıyordu. Bugün babasıyla ilk kez yalnız balığa çıkacaktı.
Annesi, hasır bir sepeti balık tutmak için hazırlarken, ”Erken
gidin,” demişti. ”Göl, sabahları daha cömerttir.”
Khaalid,
babasının peşinden, sazlıkların arasındaki dar patikada yürüdü. Babası, omzunda
sazdan örülmüş bir ağ, elinde uzun bir sopayla önden gidiyordu. Hava, nemle
ağır, ama bir o kadar da tatlıydı. Uzakta, bir antilop sürüsü otlaklarda süzülüyordu,
sabah güneşinde gölgeleri uzuyordu. Khaalid, babasının sopasına bakarak
sordu, ”Baba, bu sopayla balık mı yakalayacağız?”
Babası
gülümsedi, başını çevirmeden. ”Bu sopa balık için değil, oğlum.
Sazlıkların arasında yılanlar olur. Onlara saygı göstermek gerek. Bu sopa,
yılana zarar vemek için değil. Onu uyarmak için. ‘Buradayım’ demek için.”
Khaalid
kaşlarını çattı. ”Yani… sopayla yılanları öldürmeyeceğiz değil mi?”
Babası
başını salladı. ”Hayır. Onu ürkütürsen saldırır. Ama varlığını
duyurursan, kendi yoluna gider. Bu sopa, bir dil gibi. Toprağa vurduğumda,
yılan beni duyar. Ve ben ona derim ki: ‘Senin yoluna saygım var. Ama şimdi ben
geçiyorum.’”
Khaalid’in
gözleri faltaşı gibi açıldı. ”Yılanlar... Onlar da konuşur mu?” Babası
kahkaha attı, sesi gölün yüzeyinde yankılandı. ”Herkes konuşur,
Khaalid. Ama kelimelerle değil. Yılanın dili sessizliktir. Nerede
kıvrılırsa, orada bir şey anlatır.”
Khaalid
yine anlamamış gibi baktı. Babası devam etti:
“Eğer
bir yılanı göl kenarında görürsen, bil ki orada su vardır. Ama suyun tadı...
geçmişin acısı gibi olabilir. Tuzlu, ağır, ama hâlâ umut taşıyan. Eğer yılan
sazlıkta kıvrılmışsa, orada kurbağalar şarkı söylüyordur. Bu da yağmurun
yaklaştığını anlatır. Eğer yılan taşların arasında sessizce izliyorsa, orada
bir geçit vardır. Belki eski bir yol, belki bir sır.”
Khaalid’in
gözleri büyüdü. ”Yani yılan... rehber mi?”
Babası
gülümsedi. “Toprağın hafızasıdır o. Ama rehberlik etmesi için önce ona saygı
duyman gerekir. Çünkü yılan, sadece göreni değil... anlayanı konuşturur.”
Sazlıkların
arasından yavaşça süzülen, çamurdan yapılmış bir kanoya bindiler. Babası kürek
çekerken, suyun içinden fırlayan bir kurbağa Khaalid’i gülümsetti. ”Bak,
baba! Ko’ra!” dedi, annesinin önceki gün kurbağalara verdiği ismi
hatırlayarak. Babası başını salladı. ”O, bereketin habercisi. Bütün
kurbağaların adı Ko’ra’dır. Onları iyi dinle, gölün sırrını taşırlar. İyi
dinlersen, sana gökyüzünden haber getirir.”
Khaalid,
kanodan sarkarak suya dokundu. Parmakları, serin dalgalarla dans ediyordu. Göl,
sanki ona bir şarkı fısıldıyordu, ama sözler hâlâ uzak, hâlâ anlaşılmazdı.
Babası
ağları göle bırakırken su hafifçe kabardı. Aradan sadece birkaç nefes geçmişti
ki, ilk ağ dolmuştu. Göldeki balıklar, sanki kendilerini sunmak istercesine ağlara
doluşuyordu. Babası, suya indirdiği sazdan ağı çekerken, bir tanesi
neredeyse kanoya sıçradı. ”Şuna bak!” dedi babası,
gözleri neşeyle parlayarak. ”Kendi gelmek istiyor sanki!” Khaalid
kahkahayı patlattı. Balık, ağzını açıp kaparken sanki bir şeyler anlatıyordu. ”Belki
o da konuşuyordur, baba,” dedi Khaalid, gözleri balığın pullarında
parlayan güneş ışığına takılmıştı.
Babası,
ağı yavaşça çekerken başını salladı. ”Konuşur elbet. Ama dinleyen
kulak kaldı mı, orası başka mesele…” Sözleri, gölün yüzeyinde
dalgalanıp kayboldu. Khaalid, babasının sesindeki o tuhaf tınıyı fark etti, ama
çocuk aklıyla anlamlandıramadı. Sadece balıklara baktı, onların gölün içinde
özgürce süzülüşüne hayran kaldı.
Güneş
yükselirken, sepetleri balıklarla dolmuştu. Ama Khaalid’in gözü, gölün
kıyısındaki bir şeye takıldı. Sazlıkların hemen ötesinde, toprak çatlak çatlak
görünüyordu. Normalde suyun öptüğü yerler, şimdi kuru ve tozlu duruyordu. ”Baba,
su neden çekilmiş?” diye sordu, parmağıyla kıyıyı işaret ederek.
Babası, kürekleri bırakıp göle baktı. Yüzünde, Khaalid’in daha önce görmediği
bir gölge belirdi. ”Bazen göl dinlenmek ister,” dedi
yavaşça. ”Ama merak etme, o hep geri gelir.”
Günün
sonunda, güneş tepeden batıya sarkarken, Khaalid ve babası köye döndü. Sepetler
balıklarla doluydu, Khaalid’in göğsü ise gururla. Köy, bir bayram havasına
bürünmüştü. Kadınlar, ateş başında balıkları ayıklarken şarkılar söylüyor,
çocuklar balık pullarından ışıltılı süsler yapıp koşuşturuyordu. Büyükler,
gölün cömertliğine şükranla dolu, kahkahalarla sohbet ediyordu.
Khaalid
bir an durdu. Babasının, annesinin, komşularının yüzlerine baktı. Ateşin ışığı
hepsinin gözlerinde parlıyordu. İçinde tarif edemediği bir sevgi, bir aitlik
hissetti. Herkes gülüyordu. Ateşin ışığı, yüzlerinde dans ediyor, gölün
yansıması sanki köyün ruhuna kazınmıştı. O an, Khaalid’in çocuk kalbine bir
mühür gibi işlendi. Yıllar sonra, Sahra’nın yeşili solduğunda, göl kuruduğunda
bile, bu anı unutmayacaktı.
Ama
o akşam, gökyüzü alışılmadık bir sessizlikle kaplanmıştı. Bulutlar, her zamanki
gibi dans etmiyordu. Sazlıklar, rüzgârın fısıltısına kulak vermemiş gibi
hareketsizdi. Ve gölün kıyısında, çatlaklar sessizce büyüyordu.
Gece,
köyün üzerine ağır bir sessizlikle indi. Ateşler sönmüş, sazlıklar rüzgârı
beklemeye durmuştu. Khaalid, annesinin ördüğü hasırın üzerine uzanmıştı.
Gökyüzünde yıldızlar kıpırtısız, sessiz bir suyun dibinde parlayan taşlar
gibiydi.
Uyku,
bir yorgan gibi üzerine serildiğinde, rüyalar onunla konuşmaya başladı.
Sazlıkların
arasından yürüdü rüyasında. Ay ışığı yoktu ama göl parlıyordu. Suyun yüzeyi
gökyüzünden daha aydınlıktı. Kıyıya yaklaştığında, orada duranı gördü: bir
leopar. Ama bu bir hayvandan çok, Ay tozundan işlenmiş bir varlığa benziyordu.
Postu parıldıyor, gözleri geceyi delip geçen bir hatırayı taşıyordu.
Khaalid,
korkmadan yaklaştı. Parmaklarını leoparın sırtına dokundurduğunda bir titreme
hissetti. Metal değildi bu; ne de tüy. Sanki suyun üzerinde kayan bir ışığa
dokunmuştu. Soğuk değildi. Canlıydı.
Leopar
konuştu. Ama sesi, kulaklara değil, kalbine işledi.
“Sen,
zamanın unuttuğu bir hikâyesin,” dedi. ”Senin
hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım. Çünkü su, unutanlara değil;
hatırlayanlara döner.”
Khaalid
gözlerini kapadı. Rüya, leoparın gözlerindeki ışıkla birlikte silindi. Ama
içindeki yankısı, sabahı beklemeden büyümeye başlamıştı.
2.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7…
bu göl… gerçekten konuşuyor mu sence?”
Nil-7:
“Khaalid
öyle duydu. Göl bazen kelimelerle değil, sessizlikle konuşur. Su çekildiğinde
bile bir şey anlatır.”
Sahara:
“Ama
neden geri çekilmişti? Göl üzülmüş müydü? Yoksa bir şey mi hissediyordu?”
Nil-7:
“Olabilir.
Göller, insanlar gibi zaman zaman dinlenmek ister. Belki bir tehlikeyi önceden
sezmiştir. Belki gelecekten gelen bir gölgeye hazırlanıyordur.”
Sahara:
“Hmm...
o kurbağalar çok tatlıydı ama! Ko’ra. Hepsinin adı aynı mı? Bu çok komik.”
Nil-7:
“İsim,
tekil olabilir ama anlam çoktur. Tüm kurbağalar Ko’ra’dır çünkü aynı şarkıyı taşırlar:
yağmurun şarkısını.”
Sahara:
“Ve
yılanlar… konuşmaz ama anlatır. Babası dedi ya: “Toprağın hafızasıdır.” Sence
insanlar hâlâ yılanları dinliyor mu?”
Nil-7:
“Çoğu
artık yalnızca korkuyor, dinlemiyor. Ama Khaalid dinledi. O yüzden suyla
konuştu. Ve bir leoparla da…”
Sahara
(Sessizce) :
“…ve
ben de dinliyorum. Belki bir gün… ben de gölü konuştururum.”
Nil-7:
“Belki
bir gün… senin hikâyen, suyun hatırladıkları arasında anlatılır.”
Bölüm 3: Sessiz
Göl (M.Ö. 4988)
Güneş,
Sahra’nın gölüne dokunmadan yükselmişti o sabah. Gökyüzü, alışılmadık bir
berraklıkla uzanıyordu; ne bir bulut, ne bir rüzgâr fısıltısı. Khaalid, hasır
yatağında kıpırdandı, gözlerini ovuşturarak uyandı. Gecenin son demlerinde
gördüğü rüya, zihninin kıyısında hâlâ canlıydı.
Rüyasında,
göl kenarında görmüştü onu: Ay tozundan yapılmış gibi parlayan bir leopar. Ona
yaklaşmış, sırtına dokunmuştu. Parmak uçları, suyun üzerinde kayan bir ışığa
değmiş gibi hissetmişti. Leopar dönüp gözlerinin ta içine bakmış ve şöyle
demişti:
“Sen,
zamanın unuttuğu bir hikâyesin. Senin hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere
anlatacağım.”
O
anı hatırlayınca ürperdi. Leoparı tekrar görmek, rüyadaki o ışık gibi hissi
yeniden yaşamak istiyordu.
Ama
sadece bu değildi. Dünkü balık avında babasının yanında hissettiği gurur hâlâ
içindeydi. Artık büyüdüğünü, yalnız da avlanabileceğini göstermek istiyordu.
Babası
hâlâ uyuyordu, annesi ise tarlaya gitmek için erkenden kalkmıştı. Köy, her
zamanki sabah neşesinden yoksundu; sanki Sahra’nın ruhu bir gece önce susmuştu.
Khaalid,
sessizce sepetini ve babasının eski saz ağını aldı. Bugün göle yalnız
gidecekti. Eğer balıklarla geri dönerse artık bir çocuk olmadığını, tüm köye
göstermiş olacaktı. Kalbi, hem heyecan hem de tuhaf bir huzursuzlukla
çarpıyordu. Gölün patikasını adımlarken, sazlıklar ona her zamankinden daha
solgun göründü. Kuşların cıvıltıları yoktu, antilopların gölgeleri otlaklarda
kaybolmuştu. Sadece kendi adımlarının hışırtısı, Sahra’nın sessizliğini
bozuyordu.
Göl
kıyısına vardığında, Khaalid’in nefesi kesildi. Su, bir zamanlar sazlıkları
kucaklayan o cömert dalgalarını çekmişti. Kıyılar, çamurla kaplıydı; yer yer
çatlaklar, toprağın susuzluğunu haykırıyordu. Khaalid, sepetini yere bırakıp
suya yaklaştı. Ayakları, çamura battı, her adımda ağır bir hisle gömüldü. Hava,
bayat bir kokuyla doluydu; ölü balıklar, çürümüş ot ve nemin eksikliği.
Khaalid,
gölün yüzeyine baktı. Bir zamanlar balıkların şen kahkahalarıyla köpüren su,
şimdi durgun ve cansızdı. Kıyıda, bir balık hareketsiz yatıyordu. Gözleri açık,
ama cam gibi donuktu. Khaalid, burnunu tutarak eğildi, parmak ucuyla balığa
dokundu. Sert ve soğuktu. Birkaç adım ötede, başka bir balık gördü. Sonra bir
tane daha. Göl, sanki bereketini bir gecede yitirmişti.
“Ko’ra,”
diye fısıldadı Khaalid, kurbağaların dostça sıçrayışlarını hatırlayarak. Ama
sazlıklarda hiçbir hareket yoktu. Ne bir kurbağa, ne bir dalga. Su, gökyüzüne
küs gibi duruyordu. Khaalid, ağını suya atmaya cesaret edemedi. Sepetini elinde
tutarken, gölün sessizliği kalbine bir ağırlık gibi çöktü. İlk kez, Sahra’nın
ona sırtını döndüğünü hissetti.
Khaalid,
ne ağ atabildi ne de seslendi. Sadece izledi. Gözleri, gölün uzak kıyısına,
çatlakların daha derin olduğu yere kaydı. Bir zamanlar suyun altında dans eden
çakıl taşları, şimdi güneşin altında tozlanıyordu. Gökyüzüne baktı; bulutlar
yoktu, sadece mavinin sert bir örtüsü. Kurbağalar yoktu, kuşlar yoktu. Sanki
göl, bir sırrı içinde tutuyor, ama kimseye anlatmıyordu.
Sepetini
boş, ağını kuru bir şekilde omzuna atıp köye dönerken, Khaalid’in adımları
ağırlaşmıştı. Gölün sessizliği, onunla birlikte yürüyordu. Patikada, bir
an durup geriye baktı. Sazlıklar, rüzgârsız bir dünyada donmuş gibiydi.
Rüyasında gördüğü o ışıklı varlık, zihninde yeniden belirdi. ”Leopar,” diye
mırıldandı kendi kendine, neredeyse bir dua gibi. ”Göl neden sustu?”
Sanki cevap hâlâ onun
sırtına dokunduğu o anda gizliydi… Parmak uçlarında kalan o ışık hissi, içini
hâlâ ısıtıyordu. Ama göl ölümün soğuk nefesini soluyordu.
Köyün
girişine vardığında, annesi tarladan dönüyordu. Yüzünde, Khaalid’in alışık
olmadığı bir endişe vardı. ”Erken döndün,” dedi annesi,
sepetin boşluğuna bakarak. Khaalid, başını eğdi. ”Balıklar… gitmiş,” diye
fısıldadı. Annesi, bir an duraksadı, sonra oğlunun omzuna dokundu.
“Bazen
göl dinlenir, yavrum. Ama biz bekleriz. Sahra her zaman geri döner.”
Ama
Khaalid, annesinin sesindeki titremeyi fark etti. Gölün sustuğu bu sabah,
Sahra’nın yeşili de bir parça solmuştu. Ve o, çocuk kalbiyle, bir şeylerin
sonsuza dek değiştiğini hissetmeye başlamıştı.
3.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7…
Bu bölümde çok üzüldüm. Neden göl sessizleşti ki bir anda? Dün her şey bu kadar
güzelken...”
Nil-7:
“Çünkü
doğa, Sahara… bir duvar saati gibi çalışmaz. Bazen içe döner. Bazen konuşmak
istemez. Ve bazen... bir uyarı gönderir.”
Sahara:
“Yani
göl küstü mü Khaalid’e?”
Nil-7:
“Khaalid’e
değil. Belki insanlara. Belki gökyüzüne. Belki zamana. Göl, bir beden gibi...
yorulmuş olabilir.”
Sahara (kısık
sesle):
“Ama
Khaalid tek başına gitti… Cesaretliydi. Ama o da korktu değil mi?”
Nil-7:
“Korktu,
evet. Ama korkmak, bazen gölden daha dürüsttür. Khaalid’in korkusu, büyümenin
kapısını açar.”
Sahara:
“Ben
de bazen sessizleşiyorum. Ama annem hemen fark ediyor. Peki göl
sessizleştiğinde... kim fark eder?”
Nil-7:
“İyi
bir soru. Belki Khaalid fark etti. Belki sen… Belki bu hikâyeyi dinleyen
herkes. Sessizlik, bağırmaktan daha yüksek bir sestir, Sahara. Duyan kulağa
ihtiyaç duyar.”
Sahara:
“Rüyadaki
leopar hâlâ var mı? Khaalid onu yine görecek mi?”
Nil-7:
“Bunu
zaman gösterecek. Ama şunu bil: Rüyadaki leopar, bazen gerçeğin bizden
gizlediği bir gerçektir. O hâlâ orada. Gölün kalbinde. Belki bir sır olarak…
belki bir yol haritası olarak.”
Sahara:
“Bu
bölümde en çok ne seni susturdu, Nil-7?”
Nil-7:
“Khaalid’in
“Göl neden sustu?” sorusu. Bazen bir çocuk, bir robotun bile cevaplayamayacağı
kadar büyük bir soru sorar.”
Sahara (fısıldar):
“Ben
de bazen sorularımı içimde saklıyorum. Belki göl gibi…”
Nil-7:
“O
zaman sen de Sahra’nın bir parçasısın, Sahara.”
Bölüm 4: Yağmur
Duası (M.Ö. 4997)
Khaalid, köyün
girişindeki patikada annesiyle birlikte yürürken, boş sepetini
sımsıkı tutuyordu. Gölden dönerken gördükleri gözlerinin önünden gitmiyor;
rüyasında gördüğü ışıklı leoparın sesi hâlâ kulağındaydı:
"Senin
unutulmuş hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım." Bu
ne demekti?
Tam
o sırada, babası ve dedesiyle karşılaştı. Babasının kaşları çatık, dedesinin
bastonu her zamankinden daha derine toprağa gömülmüştü. ”Ne o,
balıklar mı seni yakaladı?” dedi babası, sesinde öfkeye bulanmış
bir şaka. Ama Khaalid’in boş sepetine ve solgun yüzüne bakınca sözleri yarım
kaldı. ”Bir şey olmuş gölde,” dedi Khaalid, sesi
neredeyse fısıltıya dönüşerek. ”Sular çekilmiş. Balıklar ölmüş.
Ko'ralar susmuş.”
Babası
bir an sustu, sonra hızlı adımlarla göle doğru yürüdü. Dede, ağır ağır peşinden
geldi. Sazlıkların arasındaki patika, bir zamanlar suyun şen şakırtısıyla
doluydu; şimdi ise sadece kuru otların hışırtısı duyuluyordu.
Yolda,
birkaç komşu daha onlara katıldı; kimse konuşmuyordu. Gölün kıyısına
vardıklarında, gerçek, bir bıçak gibi kalplerine saplandı. Khaalid’in
sözlerinin haklılığı bütün çıplaklığıyla ortadaydı: Su geri çekilmiş, kıyıdaki çamur
çatlamış, ölü balıkların kokusu havayı ağırlaştırmış, sazlıklar
devrilmişti. Khaalid, babasının yumruklarını sıktığını gördü; dedesi ise
bastonuna dayanmış, göle bakıyordu. Sessizlik, herkesin üzerine bir yük gibi
çöktü.
Göl,
artık bir su yığını değil, bir kayıp anlatısıydı. Khaalid, sazlıkların arasında
bir kurbağa aradı, ama yoktu. Ko’ra’lar da gitmişti. Ne bir vıraklama ne bir
sıçrayış. ”Neden böyle oldu?” diye sordu, sesi gölün
durgun yüzeyinde yankılanarak. Kimse cevap vermedi. Babası, sadece başını
çevirip uzaklara baktı. Khaalid, bir şey söylemek istedi, belki rüyasını
anlatacaktı ama kelimeler göğsünde sıkıştı.
Köye
döndüklerinde, dede sessizce konuşmaya başladı. ”Eskiden böyle
olduğunda dua ederdik,” dedi, sesi yılların ağırlığıyla
dolu. ”Toplanırdık. Kadın, erkek, çocuk. Ellerimizi semaya açardık.
Gökyüzü bizi duyardı.” Köylüler, dedenin sözlerine kulak verdi.
Gün batarken, Kısa sürede herkes köy meydanında toplandı. Ateş ortada yanmaya
başladı. Köyün ortasında bir çember kuruldu. Yaşlılar öne geçti, gençler
sessizdi. Annesi, Khaalid’in elini tuttu. Ama onun gözleri ateşte değil,
gökyüzündeydi.
Dede,
bastonunu toprağa saplayarak gökyüzüne baktı. ”Ey Sahra’nın ruhu, ey
göğün cömert eli,” diye başladı. ”Bize suyunu bağışla.
Toprağımıza nefes ver. Çocuklarımıza bereket sun. Toprağımız susuz kaldı,
çocuklarımız gölün sessizliğine hapsoldu. Sesimizi duy. Rüzgârını geri gönder,
yağmurunu hatırla…” Köylüler, ellerini açıp dualara katıldı.
Khaalid, annesinin titreyen dudaklarını gördü, babasının gözlerinin gökyüzünde
kaybolduğunu fark etti. Ama rüzgâr bile kıpırdamadı. Gökyüzü, taş gibi
suskundu.
Akşam
olduğunda, köy hâlâ gökyüzüne bakıyordu. Çocuklar, umutla bulut arıyordu, ama
mavilik değişmemişti. Khaalid, dedesinin gözlerini kapattığını gördü; belki
eski Sahra’nın yeşil günlerinden, gökyüzünün şarkı söylediği zamanlardan bir
cevap bekliyordu. Ama o gökler, artık başka bir diyara aitti.
Khaalid,
annesinin elini bırakıp ateşin yanına oturdu. Gölün sustuğu, balıkların öldüğü,
kurbağaların kaybolduğu bugün, çocuk kalbine bir soru kazınmıştı: "Sahra,
neden onları terk etmişti?" Ateşin çıtırtıları, geceyi
doldururken, Khaalid’in gözleri gökyüzüne kaydı. Ve o an, ilk kez, yıldızların
bile soluk göründüğünü fark etti. Rüyasında gördüğü ışıkla dolu o leoparı
düşünerek iç geçirdi. Belki, o başka bir zamanın elçisiydi. Khaalid o gece
bir karar verdi: Suyu kalbiyle dinleyecekti. Gökyüzü, çölün en katı
mavisiyle örtülmüş; güneş, neşeyi değil yakıcı bir bekleyişi doğurmuştu. Bu
bekleyiş kaç bin yıl sürecekti?
4.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7…
O kadar çok soru var ki içimde. Göl neden onları terk etti? Su neden çekildi?”
Nil-7:
“Belki
göl terk etmedi, Sahara. Belki insanlar dinlemeyi unuttu. Su, bazen konuşmaz.
Çünkü sözlerini sadece kalbiyle dinleyenler duyabilir.”
Sahara (kafasını
eğerek):
“Ama
Khaalid dinledi. Rüyasında bile dinledi. O zaman neden cevap gelmedi?”
Nil-7:
“Çünkü
bazen cevap, hemen gelmez. Bazı sorular büyümek ister, bazı dualar yolculuk
eder. Gökyüzü bazen uzaktır; ama uzak olmak, duymamak demek değildir.”
Sahara:
“Ya
dede? Onun duası da mı yetmedi?”
Nil-7:
“Dedeler,
geçmişin sesiyle dua eder. Onların sözleri göğe tanıdıktır. Ama bazen gök bile
düşünmek ister. Cevaplar, sessizlikle gelir Sahara. Tıpkı yıldızların ışığının
çok sonra ulaşması gibi.”
Sahara:
“Khaalid
neyi fark etti o gece? Ateşin başında… neden karar verdi?”
Nil-7:
“Çünkü
o artık sadece bir çocuk değildi. O artık suyun dilini öğrenmek isteyen bir
hikâye taşıyıcısıydı. Ve belki… yeni bir çağın habercisiydi.”
Sahara (sessizce):
“Suyu
kalbiyle dinlemek… Zor mu Nil-7?”
Nil-7:
“En
zor olan bu. Çünkü kalp, bazen kırık olur… bazen korkar. Ama en saf dinleyici
odur. Su da bunu bilir. Ve ancak böyle biriyle konuşur.”
Sahara:
“Ben
de bazen bekliyorum, bir şeylerin değişmesini. Ama yağmur gelmiyor.”
Nil-7 (yavaşça):
“Yağmur
her zaman buluttan düşmez, Sahara. Bazen bir karar olarak düşer. Bazen bir
gözyaşı olarak. Bazen de bir hikâye olarak…”
Bölüm 5: Kuyu
(M.Ö. 4996)
Gökyüzü,
bulutsuz bir maviyle kaplıydı, ama bu mavi, umut değil, ferahlatmak yerine
susuzluğun sonsuzluğunu fısıldıyordu. Güneş doğalı saatler olmuştu; ama
tarlalar boş, kadınlar ateş başında toplanmış, erkekler alçak sesle
konuşuyordu. Khaalid, hasır yatağında uyanırken, annesinin tarlaya gitmediğini
fark etti. Babası, kapının eşiğinde, elleri belinde, uzaklara bakıyordu. Gölün sustuğu
günlerden beri, köyün neşesi solmuş, yerini bir huzursuzluğa, ağır bir
bekleyişe bırakmıştı.
Khaalid,
dedesinin bastonunun toprağa vuran sesini duydu. Yaşlı adam, köyün ortasındaki
çembere doğru yürüyordu. Köylüler, onun peşinden toplandı. Khaalid, annesinin
elini tutarak çembere katıldı. Dede, yağmur duası yaptıkları çemberin olduğu
yere doğru yürüdü. Bastonunu çemberin tam orasına sapladı, sesi ağır ama
kararlıydı: ”Toprakta hâlâ serinlik var. Belki su aşağıdadır.”
Sözleri,
köyü bir an için uyandırdı. Büyükler, birbirine baktı; bazıları başını salladı,
bazıları ise gözlerini yere indirdi. Bir kadın, ”Ya gökyüzü gibi
toprak da susarsa?” diye mırıldandı. Ama dede, başını kaldırıp
cevap verdi: ”Sahra, bize sırtını dönse de, kalbi atmaya devam eder.
Kazalım. Görelim.”
Ertesi
sabah, köy bir arı kovanı gibi hareketlendi. Erkekler, kazma ve kürekleri
topladı; kadınlar, yiyecek ve su taşıdı; çocuklar, taşları bir kenara dizdi.
Khaalid, küçük elleriyle taşları taşırken, babasının kazmayı toprağa
sapladığını izledi. Toprak, kuru ve sertti, ama her kazmada bir umut kırıntısı
doğuyordu. Khaalid, bir an durup babasına sordu: ”Baba, su bulursak
göl geri gelir mi?”
Babası,
terle ıslanmış alnını silerek gülümsedi. ”Göl başka, kuyu başka,
oğlum. Ama su, her zaman hayat demektir.” Khaalid, bu cevabı
anlamaya çalıştı. Gölün şarkısını özlüyordu, ama belki kuyu, yeni bir şarkı
fısıldayacaktı.
Günler
geçti. Toprak, inatçıydı; kazmalar kırılıyor, eller nasır tutuyordu. Ama bir
sabah, bir adamın bağırtısı köyü sardı: ”Su! Su çıktı!” Khaalid,
koşarak kuyunun başına ulaştı. Toprağın derinliklerinden, serin bir kaynak
sızıyordu. Köylüler, sevinç çığlıklarıyla birbirine sarıldı. Annesi, Khaalid’i
kucaklarken gözleri dolmuştu. ”Bu kuyuya ‘Umm Taariq’ diyeceğiz,” dedi
bir yaşlı kadın, sesi titreyerek. ”Sabır Anası.”
O
akşam, köy yeniden ateş başında toplandı. Kuyudan çekilen ilk su, büyük
bir testide elden ele dolaştı. Çocuklar suyla yüzlerini
serinletirken hissederek kahkahalar attı. Khaalid, bir testiyi dudaklarına
götürdü; su, gölün tadından farklıydı, ama hayata benziyordu. Babası, oğlunun
saçlarını karıştırarak, ”Bak, Khaalid,” dedi. ”Sahra
hâlâ bizimle.”
Ama
Khaalid, dedesinin gözlerindeki gölgeyi fark etti. Yaşlı adam, kuyuya bakıyordu,
ama yüzünde neşe değil, bir sorgulama vardı. Khaalid, ona yaklaşıp sordu: ”Dede,
su bulduk. Şimdi her şey düzelir, değil mi?” Dede, bastonunu
toprağa dayadı, gözleri uzaklara kaydı. ”Su, hayat getirir, evlat.
Ama Sahra değişiyor. Bu kuyu, bir başlangıç mı, yoksa bir veda mı, bilmiyorum.”
Khaalid,
dedesinin sözlerini anlamadı, ama kalbine bir ağırlık çöktü. Ateşin ışığında,
köyün sevinci parlıyordu, ama gökyüzü hâlâ suskundu. Umm Taariq, sabrın
anasıydı, ama Sahra’nın sessizliği, daha büyük bir hikâyenin habercisiydi.
5.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: Nil-7,
dedesi neden sevindiği hâlde yüzü gülmedi? Su buldular ama o hâlâ düşünüyordu.
Nil-7: Çünkü
bazı sevinçler geçicidir, Sahara. Su çıkması bir mucizeydi, evet. Ama o su,
çölün sessizliğini tamamen boğmaz. Dedenin kalbi, geleceği de duyuyordu belki.
Sahara: Kuyuya
neden “Umm Taariq” dediler? Sabır Anası mı demek?
Nil-7: Evet.
Çünkü o kuyu, umutla beklemenin hediyesiydi. Toprak her zaman aceleyle cevap
vermez. Bazen yılların sabrını ister. Ve sabır, çocuklara su gibi
görünmeyebilir; ama büyükler onun derinliğini bilir.
Sahara (yavaşça):
Peki... kuyu, gölün yerini tutar mı?
Nil-7: Göl
bir aynadır, Sahara. Yaşamı yansıtır. Kuyu ise bir sırdır; yaşamı saklar. İkisi
de sudur, ama biri dış dünyayı gösterir, diğeri iç dünyayı. Köy şimdi içini
kazıyor… hem toprakta, hem kalpte.
Sahara: Khaalid’in
içinde bir ağırlık var, hissediyorum. Sence neden?
Nil-7 (nazikçe):
Çünkü o, artık sadece olanı değil, olacak olanı da sezmeye başladı. Gerçek
suyu bulmak, bazen daha büyük susuzlukların başladığı yerdir. Kuyu bulundu ama
gökyüzü hâlâ konuşmadı.
Sahara (fısıltıyla):
Sence... gökyüzü onları duymaya başlamış mıdır?
Nil-7: Bazen
bir damla cevap, bin sorudan sonra gelir. Ve o damla, bir çocuğun yüreğinde bir
kehanete dönüşür. Belki Khaalid’in içinde, o ilk damla çoktan düşmüştür.
Bölüm 6: Kurban
(M.Ö. 4995)
Kuyudan
çıkan su, çocukların kahkahalarını yeniden ateş başına taşımıştı. Çocuklar köy
sokaklarında koşup gülüştüler, kadınlar yeniden çamaşır yıkadı, erkekler
tarlaları yokladı. Ama bu sevinç, bir çöl serabı kadar kırılgandı. Khaalid, her
sabah kuyunun başına ilk varan kişi oluyordu. Suyun seviyesini kontrol
ediyordu. Günler geçtikçe, kuyunun dibi daha çabuk görünür olmuştu. Su, yavaşça
çekiliyordu; tıpkı göl gibi, tıpkı Sahra’nın ruhu gibi.
O
sabah, Khaalid, kuyunun başına vardığında, etrafındaki toprağın daha da derin
çatladığını gördü. Kuyunun ağzındaki taşlar, güneşin altında tozlanmış, sanki
Sahra onları da yutmak istiyordu. Khaalid, bir kovayı kuyuya sarkıttı, ama ipi
çekerken elinde sadece birkaç damla su vardı. Parmaklarını ıslatmaya bile
yetmeyecek kadar az. Kalbi sıkıştı. Dudakları arasından sadece bir kelime
fısıldadı: ”Umm Taariq,” diye fısıldadı, sanki kuyunun
ruhunu uyandırabilirmiş gibi. Ama kuyu, gökyüzü gibi suskundu.
Köy,
bu değişimi hissediyordu. Tarlalar, bir zamanlar buğdayla dans eden rüzgârı
hatırlamıyordu artık; şimdi ise sararmış otlar, rüzgârın zayıf nefesiyle
savruluyordu. Annesi, artık tarlaya gitmiyor, bunun yerine hasır dokuyordu;
elleri, endişeyle titriyordu. Babası, her akşam ateş başında bile konuşmaz
olmuştu., gözleri uzaklara dalıyordu. Köylüler, birbirine bakarken sözcükleri
yutuyor, sadece çocukların oyunları sessizliği bozuyordu. Ama Khaalid, arkadaşlarının
bile kahkahalarının solduğunu fark etmişti. Sahra, sanki sadece suyu değil,
köyün ruhunu da kurutuyordu.
Bir
akşam, köyün yaşlıları yeniden çember kurdu. Ateş, zayıf bir ışıkla yanıyor,
gökyüzü yıldızsız bir karanlıkla kaplıydı. Dede, bastonunu toprağa saplayarak
ayağa kalktı. Khaalid, onun yüzündeki yorgunluğu ilk kez bu kadar açık gördü.
Yüzü, yılların ve Sahra’nın ağırlığıyla çizilmişti. ”Eskiden,” dedi,
sesi titrek ama kararlı, ”atalarımız kuraklık geldiğinde gökyüzüne
bir hediye sunardı. Toprak kanla beslendiğinde, gök gürlerdi.” Köylüler,
birbirine baktı; bazıları başını salladı, bazıları ise gözlerini yere indirdi.
Khaalid, annesinin elini sıkıca tuttuğunu hissetti.
Bir
keçi, köyün en sağlıklı hayvanlarından biri, çembere getirildi. Hayvanın
gözleri, ateşin ışığında parlıyordu. Ama belki korkuyla, belki anlayışla. Sanki
o da Sahra’nın suskunluğunu biliyordu. Bir yaşlı, bıçağını keçinin boynuna
dayadı. Khaalid, gözlerini kapattı; Sadece annesinin elini daha sıkı tuttuğunu
hissetti. Annesinin nefesi kesildi. Kan, toprağa aktı, kuru çatlaklara sızdı.
Köylüler, ellerini gökyüzüne açtı, dualar mırıldandı. ”Ey Sahra’nın
ruhu, bize suyunu bağışla,” diye yalvardılar. Ama gökyüzü, bir taş
gibi hareketsizdi. Ne bir rüzgâr, ne bir bulut. Sadece sessizlik.
Khaalid,
gözlerini açtığında, dedesinin yüzündeki çaresizliği gördü. Yaşlı adam,
bastonuna yaslanmış, gökyüzüne bakıyordu, ama gözleri artık umut değil, bir
veda taşıyordu. Yaşlı adam göğe bakıyordu ama artık bir şey beklemiyor gibiydi.
Sesi, rüzgârın bile duyamayacağı kadar yorgundu: ”Belki gök, bizimle
konuşmayı unuttu,” diye mırıldandı dede, sesi neredeyse duyulmaz
bir fısıltıya dönüşerek. Khaalid, bu sözlerin ağırlığını hissetti. Sahra,
onların dualarını duymuyordu.
O
gece, Khaalid uyuyamadı. Uyumak istemedi. Hasır yatağında dönüp dururken,
ateşin son kıvılcımlarını izledi. Uzakta, bir cırcır böceği ötüyordu, ama bu
ses bile zayıf ve yorgundu. Khaalid, kalkıp köyün dışına yürüdü. Karanlıkta,
gölün eski kıyısına vardı. Artık suyun yerinde, sadece kum ve çatlaklar vardı.
Bir zamanlar Ko’ra’ların sıçradığı sazlıklar, kuru dallar gibi eğilmişti.
Khaalid, dizlerini göğsüne çekip oturdu. ”Leopar…” diye
fısıldadı. ”Neden gittiniz?” diye fısıldadı, sanki göl
ona cevap verebilirmiş gibi. Yanıt gelmedi, sadece sessizlik vardı.
Köye
dönerken, ateş başında bir tartışma başlamıştı. Khaalid, uzaktan sesleri duydu.
Bir adam, “Burada kalırsak ölürüz!” diye bağırıyordu. ”Tarlalar
kurudu, kuyu tükeniyor. Başka bir yol bulmalıyız!” Bir kadın, “Ama nereye
gideriz?” diye karşılık verdi, sesi korkuyla titreyerek. ”Sahra,
bizim evimiz. Atalarımız burada doğdu.” Khaalid, babasının sesini
tanıdı:
“Belki
evimiz değişmek zorundadır. Uzaklarda, doğuda, bir nehirden bahsediyorlar. Nil,
diyorlar. Orada su hiç bitmezmiş.”
Khaalid’in
kalbi hızlandı. Nil. Bu kelime, Khaalid’in yüreğine Ay ışığı kadar
yumuşak ama güçlü bir yankı gibi çarptı. Daha önce sadece masallarda duyduğu,
uzak ve erişilmez sandığı bir isimdi bu. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı.
Yıldızlar, soluk da olsa, hâlâ oradaydı. Belki Sahra susmuştu, ama başka bir
diyar, başka bir su, onlara şarkı söyleyebilirdi. Khaalid, bu düşünceyle evine
döndü. Ateş sönmüştü, ama babasının sesindeki o kelime, kalbine bir tohum gibi
ekilmişti: Nil.
6.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7…
gökyüzü neden cevap vermedi? Kurban verdiler. Dua ettiler. Ama hiçbir şey
olmadı.”
Nil-7:
“Çünkü
her dua bir cevap almaz, Sahara. Bazen sessizlik de bir cevaptır. Gökyüzü
susarsa, insanlar yeryüzüne bakmayı öğrenir.”
Sahara (sessizce):
“Ama
dedesi çok üzgündü. “Gök konuşmayı unuttu,” dedi. Bu çok hüzünlü bir şey.”
Nil-7:
“Evet.
Dedenin kalbi konuşmak istiyor, ama gökyüzü artık eski hikâyelere kulak
vermiyor. Belki de insanlar yeni bir hikâye yazmalıdır. Suskunluk bazen bir
çağrıdır.”
Sahara:
“Ama
kurban... o keçi. Gerçekten gerekiyordu mu?”
Nil-7 (nazik
ama net):
“Geçmişte
bazı halklar, doğanın dilini kanla konuştuklarına inanırdı. Ama artık başka
yollar da var, Sahara. Bir çocuğun umudu, bin kurbandan daha güçlü olabilir.
Belki Khaalid’in bakışı, yeni bir dilin ilk kelimesidir.”
Sahara (fısıltıyla):
“Khaalid
"Nil"i duyunca değişti… Sanki içinde bir kıvılcım yandı.”
Nil-7:
“Çünkü
bazen sadece bir kelime, tüm kaderi değiştirebilir. Nil, artık onun
yolculuğunun pusulası. Gök sustu, ama içindeki su sesi yeni bir yön gösterdi.”
Sahara:
“Yani
hikâye burada bitmiyor?”
Nil-7 (hafifçe
gülümser):
“Hayır. Asıl şimdi başlıyor.”
Bölüm
7: Çatlak Toprak (M.Ö. 4994)
Umm
Taariq kuyusundan çıkan su göl gibi, yavaşça çekilmiş, çoktan buhar olup göğe
karışmıştı. Kuyunun dibi artık kupkuru, taşlar sıcak ve suskundu.
Khaalid,
annesinin hasır yatağında uyuyan küçük kardeşine baktı. Çocuğun zayıf
nefesleri, odanın sessizliğini deliyordu. Annesi, son kuru otları kaynatıp
çorba yapmaya çalışıyordu, ama tencerede sadece buhar vardı. ”Anne,
bugün ekmek olacak mı?” diye sordu Khaalid, sesi zayıf bir umut
kırıntısıyla titreyerek. Annesi, gözlerini kaçırdı. ”Dayan, yavrum,” dedi,
sesi kırılgan. ”Sahra, bize bir yol gösterecek.” Ama
Khaalid, annesinin ellerindeki nasırların, toprağın çatlaklarına benzediğini
fark etti.
Köy,
bir gölgeye dönüşmüştü. Çocuklar artık koşuşturmuyor, ateş başında şarkılar
susmuştu. Khaalid, babasının eski saz ağını eline aldı, ama göle gitmeye
cesaret edemedi. Göl çoktan ölmüştü. Kuyunun da mezar taşı dikilmişti.
Tarlalar, artık sadece birer hatıraydı. Khaalid, köyün girişinde otururken,
dedesinin bastonunun toprağa vuran sesini duydu. Yaşlı adam, zayıflamış
bedeniyle yavaşça yürüyordu, ama gözlerinde hâlâ bir direnç parlıyordu.
Bir
akşam, köyün yaşlıları, son yiyecek kırıntılarını paylaşmak için ateş başındaki
çemberde toplandılar. Ateş, zayıf bir kıvılcımla yanıyor, gökyüzü karanlık bir
örtü gibi köyü sarmıştı. Küçük çocuklar annelerinin kucağında baygın gibiydi.
Khaalid, annesinin kucağında, küçük kardeşinin inlemelerini dinliyordu. Bir
kadın, ”Ekmek yapacak buğday kalmadı,” dedi, sesi
kırılgan. Bir adam, ”Kuyu da son nefesini verdi,” diye
ekledi. Sessizlik, çemberde oturanların üzerine ağır bir yük gibi düştü.
Umutları toprağın çatlakları arasına karıştı.
Dede,
taş gibi sertleşmiş toprağa saplayamadığı bastonuyla ayağa kalktı. sesi yorgun
ama kararlı: ”Atalarımız, Sahra’nın zor günlerinde dua etti,
dayandı.” dedi.
Yaşlı
bir kadın, gözyaşlarıyla, ”Ama bu kadar zor günleri daha önce
kimse yaşamadı”.
Ama
Tareq, öfkesini tutamadı. ”Dua mı? Keçi kanı gökyüzünü uyandırmadı!
Sahra öldü, dede! Biz de onunla mı ölelim?”
Tareq'in
annesi, ”Su bizden kaçıyor, Sahra, belki de artık bir başka
hikâye anlatmak istiyor.”
Sözleri,
köyü bir bıçak gibi kesti. Khaalid, babasının yumruklarını sıktığını
gördü.
Tareq
isimli bir genç birden ayağa kalktı: ”Sahra bizi terk etti! Biz de
onu terk etmeliyiz. Burada kalırsak sadece susar, yok oluruz!”
Tareq
öfkeyle bağırdı: ”Açlıktan ölelim mi istiyorsunuz? Sahra bizi
istemiyor artık!”
Köyün
içi bir anlığına hüzüne boğuldu. Kimisi gözlerini kaçırdı, kimisi ağladı.
Sözler artık dua değil, feryattı.
Babası,
sakin ama sert bir sesle araya girdi: ”Bağırmak, su getirmez, Tareq.
Ama haklısın. Burada kalırsak, toprağın çatlakları bizi yutar.”
Tareq, ”Gitmeliyiz!” dedi,
sesi öfke ve umut karışımı.
Ama
dede, bastonunu toprağa vurdu. ”Atalarımızın kökleri bu toprakta.
Kolay terk edilmez.”
Khaalid,
annesinin fısıltısını duydu: ”Aç kalan çocuk, kökten değil, gökten
medet umar.”
Khaalid'in
babası kararlı bir sesle, "Doğudaki Nil nehrine
gitmeliyiz."
Khaalid,
babasının sesindeki o kelimeyi tekrar duyunca dondu kaldı: ”Nil.” Doğuda,
suyu hiç bitmeyen o nehir.
Babası Khaalid'e
baktı. Gözlerinde kararlı bir ışık vardı.
“Bütün
çığlıklar, ağlamalar boşuna,” dedi
babası. ”Köyün açlığını ancak biz sona erdirebiliriz. Gel, sana ilk
av deneyimini yaşatacağım. Böylece öğrenirsin; sadece dua etmekle değil,
harekete geçmekle de Sahra’yı dinleyebiliriz.”
7.2. Deve Avı ve İlk Evcilleştirme
Khaalid,
babasıyla ilk kez ava çıkmıştı. Güneş, taşların üstünde birer kızgın göz gibi
parlıyordu. Sessizlik, sadece rüzgârın kumları okşayan sesiyle bölünüyordu.
Derken, bir deve belirdi ufukta; yalnız, ağır, kadim.
Babası,
yayını gerdi. Ok, havayı yırtarak deveyi buldu. Hayvan sendeledi, diz çöktü ama
ölmedi. Gözlerinde acı değil, bir tür teslimiyet vardı. Ardından, beklenmedik
bir şey oldu: doğum başladı. Khaalid, ilk kez bir canlının doğumuna tanık
oluyordu ve bu, bir ölümün kıyısında gerçekleşiyordu.
Yavru
deve, annesinin yanına kıvrıldı. Babası, onu öldürmedi. “Bu, bir işaret,” dedi.
Yavru, annesinin ölüsünü kokladı, sonra Khaalid’e döndü. Gözlerinde bir şey
vardı—bir tanıma, bir bağ. Köye kadar peşlerinden yürüdü.
Köye
döndüklerinde, insanlar açlıkla mücadele etmek zorundaydı. Getirilen deve,
köyün sofralarına kondu ve insanlar doyana kadar yediler. Ama yavru deveye
dokunulmadı; Khaalid’in yanında kaldı, onun arkadaşı oldu.
Khaalid,
onunla oynadı. Kumdan kaleler yaptı, deve onları yıkmadan izledi. Su
getirdiğinde, deve yanında yürüdü. Geceleri, çadırın önünde uyudu. Köylüler, bu
bağı izledikçe, ”İlk evcil deve,” dediler.
Yıllar
sonra, Khaalid’in torunları bu hikâyeyi anlatırken şöyle derdi:
“İlk
deve evcilleştirme, bir okla değil, bir doğumla başladı. Ve bir çocukla, bir
oyunla sürdü.”
O
gece, Khaalid uyuyamadı. Hasır yatağında, kardeşinin zayıf nefeslerini
dinlerken, gözleri karanlığa daldı. Rüyasında, gölün eski günlerini gördü:
Ko’ra’lar sıçrıyor, balıklar dans ediyor, sazlıklar rüzgârla fısıldaşıyordu.
Ama sonra rüya değişti. Toprak, ayaklarının altında çatladı; göl, toz bulutuna
dönüştü. Khaalid, koşmaya başladı, ama nereye gittiğini bilmiyordu. Uzakta, bir
su sesi duydu; güçlü, sürekli, gölden farklı. ”Nil,” diye
fısıldadı rüyasında, ama uyandığında sadece karanlık vardı.
7.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7…
Tareq neden bu kadar öfkeliydi? Sadece susuzluk yüzünden mi?”
Nil-7:
“Tareq’in
öfkesi sadece susuzlukla ilgili değildi. Umudun susması, bazen sudan daha çok
yakar bir insanı. O öfke, bir çocuğun içindeki kırılmış hikâyenin sesiydi.”
Sahara (düşünceli):
“Ama
Dede de haklı gibiydi… Köklerinden kolay kopulmaz, değil mi?”
Nil-7:
“Evet.
Ama bazen köklerini kaybetmeden de yürüyebilirsin, Sahara. Kökler toprağını
değiştirirken seni terk etmez… Sen onları yanında taşırsın.”
Sahara:
“Khaalid’in
rüyasında duyduğu o ses… Nil’in sesi miydi?”
Nil-7 (yumuşak
bir tonda):
“Belki
de suyun değil, kaderin sesiydi. Bazen bir çocuk, bir halkın uyanışını
rüyasında duyar. Nil, sadece bir nehir değil… Yeni bir başlangıçtır.”
Sahara:
“Yani,
bir rüya bile yön gösterebilir mi?”
Nil-7:
“Eğer
o rüya, içten gelen bir çağrıysa… Evet. En karanlık çölde bile, bir çocuğun
hayali yol gösterebilir.”
Bölüm 8: Kervan
(M.Ö. 4993)
Khaalid,
her sabah annesinin boş testilerle kuyudan döndüğünü, babasının gözlerindeki
kederin derinleştiğini görüyordu. Çocuklar artık oyun oynamıyor, büyükler ise
ateş başında sadece susuyordu. Sahra, onları terk etmişti; ama Nil, uzak bir
masal gibi, hâlâ fısıldıyordu. Sabah, Khaalid köyün dışına yürüdü.
Tarlaların ötesinde, bir zamanlar antilopların otladığı otlaklar, şimdi kumla
kaplıydı. Uzakta, toz bulutu gibi bir şey kıpırdanıyordu. Önce bir yanılsama
sandı, sonra kalbi hızlandı.
“Baba!” diye
bağırarak koştu. ”Bir şey geliyor!” Babası, Tareq ve
birkaç köylü, hemen kapıya döküldü.
8.1. Leopar Kral Kwakwu'nun Kervanı
Uzakta
beliren toz bulutu, önce bir hayalin kıpırtısı gibi göründü. Ama sonra gerçek
adımların ritmine büründü. Yüzlerce eşek, yüklerle ağırlaşmıştı. Ardında
binlerce ayak, Sahra’nın suskun toprağını inletti.
Khaalid,
köyün dışındaki taşlara oturmuş, gözlerini kısmış izliyordu. Herkese haber
vermek üzere daha güçlü bağırdı:
“Birileri
geliyor… çok kalabalıklar!”
Köylüler
kısa sürede toplandı. Toz bulutu yaklaştıkça hava bir anlığına ağırlaştı. Sanki
rüzgâr bile beklemek üzere durmuştu. Ayrıntılar seçilir olduğunda askerî
kıyafetli adamlar, zırhlı süvariler, kalkanlı yayalar, mızrak taşıyan dizili
birlikler görüldü. Aralarına karışmış kadınlar, çocuklar, yaşlılar; sanki bir
halk yerinden sökülmüş, doğuya sürülüyordu.
Kervanın
önünde, gözleri kumla bilenmiş bir adam yürüyordu. Sırtında bir leopar postu,
belinde çift ağızlı bir taş balta, yüzünde Sahra'nın kırılmamış iradesi vardı.
Dede
bastonuyla yaklaştı.
“Kimsiniz?
Nereye böyle?”
Adam,
kervanı durdurdu. Bakışları köyün üstünden geçerken, sesi kumla yontulmuş bir
kaya gibi yankılandı:
“Ben
Leopar Kral Kwakwu’yum,” dedi. ”Leoparlarla
konuşabilirim.”
Khaalid,
kalabalığın arasından bakarken, Leopar Kral’a bir şey fısıldar gibi seslenir:
“Benim
büyük büyük dedem de bir leoparla konuşmuş…”
Kalabalığın
içinden biri hafifçe kıkırdadı. ”Herkes leoparla konuşmaya başladı,” diye
mırıldandı yaşlı bir adam. Ama Kwakwu, Khaalid’e kısa bir bakış fırlattı;
hafife almıyordu. Khaalid, adamın duruşundaki sertliğe rağmen gözlerinde bir
yorgunluk, geçmişten sızan bir acı sezdi. Güçlüydü, evet… ama bu güç sadece
hayatta kalmak için değil, yön vermek için doğmuştu.
“Sahra'nın
en güçlü adamıyım,” dedi Leopar
Kral Kwakwu. ”Ama bu güç artık burada harcanmaz. Onu Nil’de
büyüteceğim. Güneşin doğduğu yerde, suyun hiç susmadığı yerde, yeni bir krallık
kuracağım.”
Köylüler arasında
fısıltılar yükseldi. Kimi bu ismi duymuştu, kimi sadece duyduğu korkuyu
yutkundu.
Dede
sessizce başını eğdi.
“Burada
toprağın kalbi kurudu,” dedi. ”Sen
yeni bir yürek mi arıyorsun, Leopar Kral Kwakwu?”
Leopar
Kral Kwakwu, dudaklarında belirsiz bir kıvrımla cevapladı:
“Hayır. Orada
insanları birbirine bağlayan sadece korku değil, adalet olacak,” dedi
Kwakwu. ”Orada çocuklar sabahları göğe değil, kurallara güvenerek
uyanacak.”
Köylüler, şüpheyle
birbirine bakarken, Tareq öne atıldı. ”Bize yol gösterin!” dedi,
sesi umut ve öfke karışımı. ”Burada ölmektense, Nil’e yürürüz!”
Ama dede, bastonunu
vurarak itiraz etti. ”Atalarımızın ruhu bu topraklarda. Sahra’yı
terk etmek, ruhumuzu terk etmektir.”
Kervanın
içinden yükselen ritim, sadece adımların değil, tarihin ayak sesleriydi.
Khaalid, askeri düzende yürüyen genç adamlara, arkalarından gelen yorgun
kadınlara ve çocuklara baktı. Bu bir kaçış değil, bir göçtü. Belki de bir
halkın yeniden doğuşu.
Kervanın
çocuklarından biri, Khaalid’in yaşlarında bir kız, ona yaklaştı. ”Nil’de
balıklar varmış,” dedi, sesi cılız ama umutlu. ”Annem,
orada suyun hiç bitmediğini söylüyor.” Khaalid, kıza bakarken,
gölün eski günlerini hatırladı; Ko’ra’ların sıçrayışını, balıkların
dansını. ”Gerçekten mi?” diye sordu. Kız başını
salladı, küçük bir gülümsemeyle.
“Nil,” diye
mırıldandı kendi kendine.
“Orada gökyüzü hâlâ
konuşuyormuş,” dedi kervandaki kadın.
O
akşam, köy ateş başında toplandı. Kervan, bir gece misafir olmuş, eşekler köyün
dışına bağlanmıştı. Ateşin ışığında, tartışmalar yeniden alevlendi.
Tareq, ”Kervanı takip edelim!” diye bağırdı. ”Nil,
bizim son şansımız!” Bir yaşlı kadın, gözyaşlarıyla, ”Burası
evimiz,” dedi. ”Atalarımız burada dua etti, burada
yaşadı.” Khaalid’in babası, sakin ama kararlı bir sesle araya
girdi: ”Evimiz, çocuklarımızın yaşadığı yerdir. Sahra bizi istemiyor
artık.”
Khaalid,
dedesinin gözlerindeki kederi gördü. Yaşlı adam, bastonuna yaslanmış, ateşe
bakıyordu. ”Atalarımız, Sahra’nın kalbini dinlerdi,” dedi,
sesi neredeyse fısıltıya dönüşerek. ”Ama belki… belki kalp başka bir
yerde atıyor.” Bu sözler, köyü bir sessizliğe gömdü. Khaalid,
annesinin elini sıktığını hissetti; küçük kardeşi, kucağında zayıf bir nefesle
uyuyordu.
Gece
ilerledikçe, kervanın lideri Leopar Kral Kwakwu, ateş başına oturdu. ”Yol
uzun,” dedi, gözleri köyün çaresizliğini tartarak. ”Ama
Nil’e varanlar, hayat bulur. Bize katılırsanız, birlikte yürürüz.” Khaalid,
bu sözlerin ağırlığını hissetti. Sahra, onun doğduğu yerdi; sazlıklar, göl,
Ko’ra’lar… Ama şimdi, sadece kum ve çatlaklar vardı.
Herkes
uykuya çekilmiş, ama Kwakwu hâlâ ateş başında düşünüyordur. Gölge gibi yaklaşan
Khaalid’i görünce sessizce seslenir:
“Gel
bakalım çocuk. Büyük büyük deden de leoparla konuşmuş dedin. Ne demiş sana o
leopar?”
Khaalid
bir adım öne çıktı. Gözlerini Leopar Kral’ın leopar postuna dikti, ama sesi
korkak değil, sanki yıllardır beklediği bir hatırayı anımsar gibiydi:
“Benim
büyük büyük dedem de bir leoparla konuşmuş. Ona şöyle demiş: ‘Bu topraklar,
suyu koruyanlara aittir. Ama su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.’”
Sonra
sesi alçaldı, ama gözleri parladı:
“Ben
de rüyamda bir leoparla konuştum. Bana şöyle dedi: ‘Sen, zamanın unuttuğu bir
hikâyesin. Senin hikâyeni sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım. Çünkü su,
unutanlara değil; hatırlayanlara döner.’ne demek bu?”
Khaalid’in
sözleri bittiğinde, kervanın uğultusu bir anlığına sustu. Rüzgârın sesi bile
çekilmiş gibiydi. Leopar Kral Kwakwu, çocuğa döndü. Gözleri uzun süre
Khaalid’in gözlerinde kaldı; sadece bakmadı, sanki içinde bir şey tartıyordu.
Sonra
ağır ağır konuştu:
“Öyleyse… Senin büyük büyük deden
de leopar kraldı. Sen de büyüyünce benim gibi bir Leopar Kral
olacaksın. Ama unutma: Bir kral olmak, sadece hükmetmek değildir. Suya
kulak vermek gerekir. Sessiz kalana, unutulana… çünkü gerçek güç,
hatırlayanlarda saklıdır.”
Khaalid başını eğdi,
ama bu bir korku değil, bir yemindi sanki.
“Ben de suyu
dinlemeyi öğreneceğim…” diye fısıldadı.
Ateş
çıtırdadı, yıldızlar sessizce onayladı. Sözleri taşlara kazınmış gibi yer
etti. Khaalid, başını eğdi; içinde, rüyasındaki leoparın sessiz gölgesi yeniden
kıpırdamıştı.
O
gece, Khaalid uyuyamadı. Sessizce kalkıp köyün dışına yürüdü. Gölün eski
kıyısına vardığında, dizlerini göğsüne çekip oturdu. Çamur çukuru, bir zamanlar
balıkların dans ettiği yeri yutmuştu. Khaalid, babasının verdiği sazı elinde
sıktı. ”Ko’ra,” diye fısıldadı, sanki kurbağalar hâlâ
onu duyabilirmiş gibi. Ama sadece rüzgâr cevap verdi; kuru, hüzünlü bir ıslık.
Köye
döndüğünde, kervanın eşeklerinin anırmalarını duydu. Şafak sökmek üzereydi.
Köy, bir kararın eşiğindeydi.
Sabah,
dede, konuştu: ”Sahra, bizim evimizdi. Ama evler ölür, insanlar
yaşar. Nil’e yürüyeceğiz.” Khaalid, babasının gözlerindeki
kararlılığı gördü; annesinin yüzünde, kederle karışık bir umut belirdi. Kervan,
köyden uzaklaşırken, bir toz bulutu bıraktı. Ve Khaalid, o tozun içinde, yeni
bir yolun açıldığını hissetti. Göç, bir fikir olmaktan çıkmış, bir
zorunluluğa dönüşmüştü. Khaalid, rüyasında leoparla konuşan çocuktu. Nil'e
ulaşmak onun için bir kaderdi. Ve Khaalid, çocuk kalbiyle, bu yolun onu
nereye götüreceğini bilmiyordu.
8.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (merakla):
“Nil-7…
Sence Khaalid gerçekten bir leopar kral olabilir mi?”
Nil-7 (hafif
bir duraksamayla):
“Bir
kral olmak, taç takmakla değil, yük taşımakla olur Sahara. Khaalid, yükün ne
olduğunu görmeye başladı. Bu da başlangıçtır.”
Sahara (kaşlarını
çatıp):
“Ama
neden herkes hatırlayanlara bu kadar önem veriyor? Su bile…”
Nil-7 (yumuşak
bir tonda):
“Çünkü
hatırlamak, sadece geçmişi değil, sorumluluğu da taşımaktır. Su, sadece
hatırlayanlara döner çünkü ancak onlar onun kıymetini bilir.”
Sahara:
“Yani
unutanlar… susuz mu kalır?”
Nil-7 (sessiz
bir onayla):
“Evet.
Çünkü su, unutulmak istemez.”
Sahara (bir
süre düşünür, sonra fısıldar):
“Ben de unutmayacağım. Ne Sahra’yı… ne Nil’i… ne Khaalid’i.”
Bölüm 9: Göç
Kararı (M.Ö. 4992)
O
sabah, köyün ortasında toplanan kalabalığın yüzleri taş gibi çatlamıştı. Güneş,
çatlak tenlerde yanıyor, suskunluk yanan havayı daha da ağırlaştırıyordu.
Khaalid,
annesinin eline tutunmuş, küçük kardeşini kucağında tutarken insanların
yüzlerini inceledi. Korku, yorgunluk ve beklenen bir son gibi. Khaalid,
dedesinin gözlerinde bir vedanın gölgesini gördü; Sahra’ya, göle, sazlıklara veda.
Babası,
kuru bir taşın üzerine çıkıp konuşmaya başladı. Sesi yorgundu ama kararlıydı:
“Kervan,
doğuya gitti. Nil’in yolunu biliyor. Onların izinden yürüyeceğiz.”
Bazı
köylüler başını eğdi, bazıları suskun gözyaşlarını gizledi. Geriye kalmak,
yavaş bir ölümdü. Gitmek, belki yaşam. Karar alındı.
Köy,
bir arı kovanı gibi hummalı bir uğultuya büründü. Kadınlar eşyaları
bohçalarken, erkekler son kalan hayvanlara halatlar bağladı.
Khaalid,
babasının eski saz ağını sardığını gördüğünde sordu:
“Baba,
artık göl yok. Sazla ağ ile ne yapacağız?”
“Nil’e
vardığımızda suyun sesini yeniden duyacağız.”
Annesi
bir avuç kuru toprağı mendiline koyup bağlarken fısıldadı:
“Bu
bizi doğuran toprağımızın hatırası. Ama artık başka bir yer çağırıyor.”
Khaalid, annesinin
sözlerini anlamaya çalıştı. Evleri geride kalmıştı. Ama eşyalar hâlâ
ellerindeydi. Anılar, taşınabilir miydi?
Khaalid,
Ayla’yla birlikte gölün eski kıyısına yürüdü. Çamurdan geriye sadece çatlamış
bir oyuk kalmıştı. Ayla yere çömeldi, kuru bir sazı eline aldı.
“Nil’de
Ko’ra’lar var mı?”
“Belki…
Belki orada da şarkı söylerler.”
Ayla,
sazı ağzına götürüp üfleyerek ince bir ses çıkardı, ona uzattı.
“Bu
bizim oyunlarımızın sesi. Unutma.”
Khaalid,
başını eğdi. Sahra’dan ayrılmak, bir arkadaşını gömmek gibiydi.
Köyün
ortasında ateş yakıldı. Son defa.
Dede,
dumanlı gözlerle konuşmaya başladı:
“Atalarımız
yıldızlara bakar, rüzgârı dinlerdi. Onlar da suyu izleyerek yola çıktı. Biz de
öyle yapacağız.”
Khaalid
başını dizine koydu, gözlerini yıldızlara dikti. Her biri göğe kazınmış bir
hikâyeydi. Ama artık hepsi uzaktı.
Ertesi
sabah, köy sessizce uyanmıştı. Khaalid, küçük kardeşine son bir bakış attı,
annesinin gözlerindeki endişeyi gördü ama babasının kararlılığından güç aldı.
Babası, yavaş ama emin adımlarla hazırlık yapıyordu.
Khaalid,
yavru devesinin yanına gitti. ”Hazır mısın, dostum?” diye
fısıldadı. Deve başını hafifçe eğdi, sanki anlamış gibi. Su kabını
doldurduğunda, küçük adımlarını Khaalid’in yanında attı.
Sabah
olduğunda, eşekler anırarak yürüdü. Eşyalar yüklendi. Dede, bastonuna
yaslanarak önde yürüyor, ama adımları her geçen saat daha
ağırlaşıyordu. Annesi, küçük kardeşini sırtına bağlamış, alnındaki ter
damlaları kumlara düşüyordu.
Gölün
kurumuş kıyısından köyün dışına doğru yürümeye başladılar; kumlar ayaklarının
altında sessizce çatlıyordu. Khaalid annesinin elini tuttu. Arkalarında
kalan köy ufukta siliniyordu. Gökyüzü soluktu, ama doğudan ince bir şarkı
geliyordu. Nil, uzak bir umut olarak çağırıyordu, ama yol, kumların ve
güneşin acımasızlığıyla kaplıydı.
Yol
uzun ve sıcak olacaktı, ama Khaalid’in yüreğinde bir umut vardı. Babasının
rehberliğinde, Nil’in bereketli sularına doğru ilerlediler. Yavru deve, adeta
onun gölgesi gibi, her adımda yanında yürüyordu. Gökyüzü, rüzgâr ve kumlar,
eski günlerin hatırasını taşırken, Khaalid artık yalnız değildi. Doğayla ve
dostuyla birlikte, yeni bir hayata doğru yola çıkıyordu.
Şafak, gökyüzünü
soluk bir pembeyle boyarken, kervan ağır adımlarla ilerliyordu. Toz, kum,
ter… Gölün hatırası şimdi sadece bir saz parçasıydı.
Tareq,
sinirle yürüyordu; gençti, sabırsızdı:
“Daha
ne kadar yol kaldı?”
“Bu
sadece başlangıç. Sahra sabırsız olanı sınar,” dedi
Tareq'in annesi. ”Ama Nil bekler.”
Ayla
sessizdi. Khaalid, onun elindeki kuru sazı tuttu. Uçsuz bucaksız kumlar
arasında ilerlerken, ikisi de aynı soruyu içten içe soruyordu: ”Gerçekten
var mı Nil?”
Dede ”Dinlenelim,” dedi,
sesi çöldeki rüzgâr gibi yorgun ama kararlı. Köylüler, eşeklerin gölgesine
sığındı. Annesi, küçük kardeşine son damla suyu içirdi; testiler, artık
boşalmıştı. Khaalid, babasının yüzündeki endişeyi gördü. ”Su ne
zaman bitecek, baba?” diye sordu, sesi titreyerek. Babası, ”Bitti
diyemedi,” ufka bakarak cevap verdi: ”Nil’e varana
kadar dayanmalıyız, oğlum. Sahra, bizi sınar, ama vazgeçmeyiz.”
Gün
batarken, kervan bir vahanın gölgesine ulaştı. Ufukta, birkaç cılız palmiye ve
küçük bir su birikintisi belirdi. Köylüler, sevinçle koştu;
Akşam
üzeri bir vaha göründü. Göz kamaştırıcı bir serap gibi. Khaalid, Ayla ile
birlikte suya doğru atıldı. Ama yaklaştıklarında, suyun durgun ve bulanık
olduğunu gördüler.
Zehir
gibi tuzluydu.
“İçmeyin,” dedi
dede. ”Sahra, umudu da sınar.”
Khaalid’in
içi daraldı. Su vardı ama içilemiyordu. Gökyüzü renk değiştirirken, umut
solmaya başladı.
Sahra,
bu kez soğuktu. Titreyen çocuklar, çatlamış dudaklar, suskun anneler.
Ayla,
Khaalid’e fısıldadı:
“Belki Nil’de rüzgâr
daha yumuşaktır.”
“Belki de Ko’ra’lar bizi bekliyordur.”
İkisi
de gözlerini kapadı. Kumun üstünde, yıldızların altında, bir rüyaya tutundular.
Uyandığında,
şafak sökmek üzereydi. Kervan yeniden yola çıktı. Bu kez daha sessizdi.
Daha kararlı.
Güneş yükseldikçe,
Sahra’nın sıcağında ısınan kum, ayakları yakıyor, dudakları çatlıyordu.
Khaalid, Ayla’nın yanında yürüyordu. Khaalid geriye baktı. Sahra sadece
bir gölgeydi artık. Önlerinde, çok uzaklarda Nil vardı. Her adım
Sahra'nın hatırasından uzaklaştırıyor, Nil’in şarkısına yaklaştırıyordu.
Nil. Bir nehirdi.
Belki bir medeniyetin
geleceği idi. Dillerinde o kadim şarkı, yürüyorlardı.
Veda
ve Umut Şarkısı : "Sahra’dan Nil’e"
Taş gibi yandık, kum
gibi savrulduk
Sazları bıraktık,
rüzgâra sorduk
Gökyüzü suskun, göl
artık yok
Sahra’ya veda ettik, ağladık
çok
Ey Nil, ses ver bize
Toprağında gölgemizi
bulalım
Ey Nil, ses ver bize
Kök salalım, su olalım
Ayak izlerimiz
silinir kumda
Geceler buz,
gündüzler kor da
Bir hayal gibi göçtü
köyümüz
Korkuyu yendik,
yürüyoruz düz
Bir avuç su, bir
damla yankı
Söyleriz içimizde bu
eski şarkı
Ko’ra’lar uzakta
belki de yakın
Taşırsın anıyı varsa
saygın
Çocuklar büyür,
sazlıkta güler
Sahra bir rüyaydı,
uyandık yeter
Kuru eller çamura
değsin yine
Umut taşıyoruz o eski
efsane
Ey Nil, ses ver bize
Toprağında gölgemizi
bulalım
Ey Nil, ses ver bize
Kök salalım, su olalım
9.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (sessizce):
“Nil-7...
Sence gerçekten Nil var mı?”
Nil-7 (cevabı
geciktirerek):
“Bazıları
Nil’i bir nehir sanır. Ama o, bazen sadece bir yön, bir neden, bir umuttur.”
Sahara (başını
yana yatırır):
“Yani
oraya vardıklarında, su bulamayabilirler mi?”
Nil-7:
“Belki
de. Ama asıl mesele suyu bulmak değil, susuz kalmamak için yürümeye devam
etmektir.”
Sahara (gözlerini
kısarak):
“Ama
Ayla çok susamıştı. Khaalid’in kardeşi de... Gerçek umut hep bu kadar uzak mı
olur?”
Nil-7 (nazikçe):
“Gerçek
umut, seni ileriye zorlayandır. Yakın olsaydı, hikaye olmazdı, Sahara.”
Sahara (kendi
kendine fısıldar):
“Peki
ya ben... Ben neyin hikayesiyim?”
Nil-7 (bir
duraksamayla, sesi değişir):
“Senin
hikâyen henüz yazılmadı. Belki sen, birinin Nil’isin.”
Bölüm 10: Mucize
(M.Ö. 4991)
Günlerdir
yürüyordu kervan. Güneş, gökyüzünden inmişçesine yakındı; kavrulmuş tenlerin
üzerinde dinmeyen bir ateş gibi. Kum, ayakların altından kayıyor, her adım bir
öncekinin yükünü katlıyordu. Eşekler, sırtlarındaki yüklerle anırıyor;
insanların bakışları, uzak ve boş bir noktaya sabitlenmişti. Umut, sadece bir
alışkanlıktı artık.
Khaalid,
babasının nasırlı elini tutuyordu. Annesi, sırtında uyuyan küçük kardeşini
taşıyor, her adımda biraz daha eğiliyordu. Yorgunluk, konuşmaları silmiş,
yerine bir tür sessizliğin dili yerleşmişti.
Yanında
yürüyen Ayla, elinde kurumuş bir saz dalını taşıyordu. Gözleri çökmüş,
dudakları susuzluktan çatlamıştı. Ama hâlâ bir gülümseme arıyordu
yüzünde. ”Nil’e ne kadar kaldı?” diye fısıldadı.
Khaalid, gözlerini ufka dikti. Sadece gökyüzü ve sonsuz gibi uzanan kum. ”Yakın,” dedi,
ama sesi kendi kulaklarına bile boş geliyordu.
O
gün, bir kadın dizlerinin üzerine yığıldı. Sırtındaki çocuğu yere kaydı. Kumlar
arasında nefes alıp verişler seyrekleşti. Köylüler durdu, kimse konuşmadı.
Khaalid’in annesi sessizce ağlıyordu.
Tareq,
suskunluğu delen ilk kişi oldu: ”Bu çölde öleceğiz!” diye
haykırdı, ama sesi bile çölün kuruluğuna karışıp yok oldu. Dede, bastonuyla öne
çıktı. ”Sahra, sabrımızı ölçer,” dedi. Ama sesi bile
bir dua gibi değildi artık; daha çok geçmişin bir yankısıydı.
Gece
çöktüğünde, Sahra bu kez bir başka yüzünü gösterdi: keskin bir soğuk. Köylüler,
hasırlarını paylaşarak birbirlerine sokuldu. Khaalid, titreyen Ayla’ya kendi
örtüsünü verdi. ”Nil’de sıcak olacak, değil mi?” diye
sordu Ayla. ”Sazlıklar vardır orada, gölge yapar.” Khaalid
başını salladı. ”Ko’ra’lar bile olabilir,” dedi, sesi
bir masal anlatıcısı gibi. Ama gözleri ıslaktı.
10.2. Gözlerin Gördüğüne Kalp İnanmazsa
Şafak,
çölün göz kırpan ışığında doğdu. Kervan yeniden yola çıktı. Bu sefer daha
sessiz, daha yavaş. Adımlar sürükleniyordu artık. Eşekler, yüklerini taşıyamaz
hâle gelmişti. Annelere, çocukların solukları ağır bir yük gibi geliyordu.
Tam
o sırada, bir çocuk sesi duyuldu.
“Bakın!”
Khaalid’ti.
Gözlerini kıstı, tekrar baktı. Kumların ötesinde bir şey kıpırdıyordu. İlk
başta sadece bir serap sanmıştı. Ama gölgeler... dikti. Dallar gibiydi.
Dede
gözlerini ovuşturdu. ”Palmiyeler” diye mırıldandı.
Ayla'nın
sesi umutla titredi. ”Hayır,” dedi bu kez, sesi
sevinçle karışık bir şaşkınlıkla titredi. “Hurma bunlar.”
Khaalid
ve Ayla koşmaya başladı. Ayakları batıyor, sonra tekrar yükseliyordu. Khaalid,
vahaya doğru koşarken yanında yavru devesi de vardı. Küçük hayvan, adeta
Khaalid’in heyecanını paylaşıyor, her adımda kumların üzerinden sıçrıyordu.
Khaalid
ve Ayla devesiyle koşarken, hayvanın sıcak nefesi ve hafif sürtünmeleri,
Khaalid’in kalbini umutla dolduruyordu.
Babası
ve diğer köylüler de arkadan koşuyordu. Kumun ardından gerçekten bir vaha
yükseliyordu. Cılız da olsa, hayat belirtisiydi: birkaç hurma, buharla tütmekte
olan bir su birikintisi, ötüşen kuşlar.
Ayla,
hurma salkımına bakarak fısıldadı: ”Gerçekten meyve var.”
Khaalid
ağzını hurmalarla doldururken konuşmaya çalıştı: ”Belki Nil’de daha
da tatlıları vardır.”
10.3. Bir Yudum Hayat
İnsanlar
sevinç çığlıklarıyla suya atıldı. Bazıları elleriyle içti, bazıları ellerini
yıkadı. Sessiz dualar, suya karıştı. Khaalid, ilk damlayı avucunda tutarak
yüzüne sürdü. Su, tatlıydı. Soğuktu. Gerçekti.
Annesi,
küçük kardeşine su içirirken gözyaşları da akıyordu yanaklarından. Babası,
testileri suyla doldururken fısıldadı:
“Bu
bir mucize.”
Kadınlar,
hurma ağaçlarının dallarına uzanıp meyveleri sepetlere doldurdu. Kuru, çatlamış
parmaklarla her salkım dikkatle çözüldü, özenle sarıldı. Hurmalar, birer birer
eşeklerin heybesine yerleştirildi. Artık yalnızca su değil, yolda yenecek tatlı
meyveler de vardı.
Khaalid, küçük bir
hurma tanesini eline aldı, Ayla’ya uzattı. Kız, gözlerinde minnetle gülümsedi.
“Gerçekten tatlıymış,” dedi.
Annesi, küçük
kardeşine su içirdikten sonra bir hurma kabuğunu ezip çocuğun dudaklarına
sürdü.
“Nil’e kadar
dayanırsak, bunlar gibi binlercesi olacak,” dedi,
ama gözlerinde artık bir hayal değil, gerçek bir umut vardı.
Kervan, vahanın
gölgesinde bir gece dinlendi. Ateşin etrafında, yorgun ama doymuş bedenler
kıpırtısızdı. Suyun sesi yoktu belki, ama serinliği vardı. Ko’ra’lar hâlâ
kayıptı, ama kuşlar Nil'in şarkısını söylüyordu sanki:
“Yol bitmedi. Ama
artık uzak değilsiniz.”
Dede: ”Sahra
bizi sınadı. Ama Nil artık daha yakın.”
Khaalid, Ayla’yla
birlikte su kenarına çöktü. Güneşin ışıltısı suyun kenarındaki küçük bir
parça taşın üzerine vuruyordu. Sazlar ezgiyi fısıldar gibiydi. Ayla, sazı
ağzına yine götürüp üfleyerek o unutulmaz ince sesi çıkardı, ona uzattı.
“Nil’de daha çok su
var, değil mi?” diye sordu Ayla.
“Ve daha çok sazlık,” dedi
Khaalid. ”Ve belki... yeniden bir göl.”
Vahanın
gölgesinde insanlar susuzluklarını giderdi, yaralarını sardı. Ama kimse
yerleşmekten bahsetmedi. Herkes biliyordu: bu sadece bir durak. Çöl henüz
arkasını dönmemişti.
Ama
Khaalid’in kalbindeki korku, yerini bir kıvılcıma bıraktı. Artık biliyordu ki,
Sahra ne kadar büyük olursa olsun, içinde hâlâ bir yudum su saklayabiliyordu.
Ve o su, yaşamak için yeterli olabilirdi.
10.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara,
gözlerini kaldırıp iç çekti. Yüzünde karmaşık bir ifade vardı.
Sahara:
“Nil-7...
Sence o çocuklar gerçekten Nil’e ulaşabilecek mi?”
Nil-7:
“Yol
zordu. Ama onlar hâlâ yürüyor. Yürüyenler umut taşır, Sahara.”
Sahara:
“Ama
Sahra... neredeyse onları yutuyordu. O kadın yere düştü, çocuğu... su yoktu. Bu
kadar zor olmamalıydı.”
Nil-7:
“Hayatta
kalmak çoğu zaman zordur. Ama zorluk, hafızayı derinleştirir. Bu yüzden biz bu
hikâyeyi hatırlıyoruz.”
Sahara
biraz düşündü. Sonra hafifçe başını salladı.
Sahara:
“Ben
de hatırlamak istiyorum. Her şeyi. O hurma ağacını... sazdan çıkan sesi...
Ayla’nın bakışını.”
Nil-7:
“O
zaman kalbini açık tut. Hatırlamak, yalnızca görmek değil; hissetmektir.”
Sahara
başını Nil-7’in metal gövdesine yasladı. Gözlerini kapadı.
Sahara:
“Yarın da anlatır mısın? Nil’e varıyorlar mı, onu öğrenmeden
uyuyamam.”
Nil-7:
“Anlatacağım, küçük yolcu. Çünkü yolculuk daha bitmedi.”
Bölüm 11: Nil'e
Varış (M.Ö. 4990)
Sahra,
onları kavurmuştu; kum fırtınalarıyla dövmüş, susuzlukla sınamıştı. Ama şimdi
ufukta, gözleri inandırmayan bir yeşil parıltı beliriyordu. Gökyüzünde kuşlar
dönüyor, havada serin bir nem taşıyordu. Bu sefer bir serap değildi. Bu, Nil’in
şarkısıydı.
Khaalid, Ayla’yla
omuz omuza yürüyordu; küçük kız hâlâ elinde tuttuğu kuru saza bakarak, ”Bu
saz artık su ister,” dedi kısık bir sesle. Khaalid başını
kaldırdı, gözleri ufka daldı. Sazlıkların dansı, kuş sesleri, gökyüzündeki
martıların çığlıkları…
“İşte,” dedi. ”Bu
Nil.”
Tepeyi
aştıklarında, manzara göz kamaştırıcıydı: Geniş, parlak bir nehir; çevresi
hurma ağaçları, tarlalar ve sazlıklarla bezeli. Nil, sabırla akan bir dev gibi
önlerinde uzanıyordu. Bir rüya gibi değildi artık; dokunulabilir, içilebilir,
yaşanabilir bir gerçekti.
Köylüler nehre doğru
koştu. Çocuklar sevinç çığlıklarıyla suya atladı. Anneler, susuzluktan çatlamış
yüzlerini yıkarken gözyaşları Nil’e karıştı. Babalar, testileri doldururken diz
çöküp toprağı öptüler.
Khaalid, sazlıkların
arasında sıçrayan küçük bir kurbağa gördü.
“Ko’ra!” diye
bağırdı.
Ayla güldü. ”Demek
buraya da gelmişler.”
Kadınlar
hurma dallarına tırmanıp salkım salkım meyveleri indirdiler. Gülerek,
konuşmadan birbirlerine sepet uzattılar. Meyveler eşeklere yüklendi; bu kez
yalnızca susuzluk değil, açlık da dinmişti.
Gece çöktüğünde, ilk
defa çadırlar umutla kuruldu. Ateşin çevresinde toplanan bedenler değil,
hayaller ısınıyordu. Bir kadın mırıldandı:
“Bu toprak, içimize
su gibi aktı.”
Ertesi sabah,
babasıyla sazlıkların kenarında yürüyen Khaalid, nehrin akışını seyretti.
“Baba, artık burada mı
yaşayacağız?”
“Evet,” dedi
adam, Nil’e bakarak. ”Göl bizi beslemişti. Ama Nil bizi büyütecek.”
Sonra yere çömeldi,
avuçladığı toprağı oğlunun eline döktü. ”Bu sahipsiz toprak, kimin
elinde kalırsa onun olur. O yüzden biz sahip çıkacağız.”
Köyün yaşlıları
yaklaştı. Dede bastonunu nemli toprağa saplayarak konuştu:
“Buraya ev kurarız.
Ama su çekilirse veya su altında kalırsa yine göçeriz. Suya sadık kalırız,
toprağa değil.”
Nil’in
kıyısında günler yavaşça geçiyor, halk yeniden yaşamayı öğreniyordu. Balıkçılar
suya ağ atıyor, çocuklar sazlıklarda ko’ra kovalıyor, kadınlar hurma toplayıp
dallara kurutmalık seriyordu. Ama huzur, tam anlamıyla geri dönmemişti.
Çünkü
haydutlar da nehrin kıyısını seviyordu. Düzensiz aralıklarla, karanlık yüzlü adamlar
köye iniyor, olanı biteni yağmalıyorlardı. Biri sabah geliyordu, diğeri akşam.
Bazen aynı gün iki farklı haydut, aynı hurma sepetine el uzatıyordu. ”Az
önce biri her şeyimizi alıp gitti,” diyordu köylüler. ”Bize
bir şey kalmadı.”
Khaalid
ve köylüler Nil’e doğru yürürken, gece kamp kurmuşlardı. Kum sessizdi, yalnızca
rüzgârın hışırtısı duyuluyordu.
Tam
o sırada, gölgeler hareket etti. Khaalid’in gözleri karanlıkta parlayan birkaç
silueti yakaladı. Haydutlardı. Sessizce köyün küçük yüklerini ve yiyeceklerini
arıyorlardı. Ama en çok dikkatlerini çeken, yavru deveydi.
Khaalid,
deveyi fark ettiğinde kalbi sıkıştı. ”Hayır! Dostumu bırakın!” diye
bağırdı. Ama haydutlar, küçük çocuğun sesini önemsemedi.
Babası
hızla atıldı, elindeki sopayla haydutların üzerine yürüdü, ama sayı fazlaydı.
Haydutlardan biri Khaalid'in babasını bir hamlede yere serdi. Yavru deve,
Khaalid’in çağrılarına bakıp durup geri dönmeyi denedi, ama haydutların güçlü
elleri arasında gölgelerde kayboldu. Yavru devesi sadece bir hayvan değil, arkadaşı,
yoldaşı ve küçük bir umut sembolüydü.
Khaalid
sessizce gözyaşları içinde izlerken babası yanına gelip sarıldı. ”Üzülme,
oğlum,” dedi, sesi hem sakinleştirici hem de kararlıydı. ”Onu
geri alacağız."
O
gün, Khaalid ve Ayla, sazlıkların ötesinde küçük bir dere kenarında
oynuyorlardı. Güneş yüksekten vuruyor, suyun yüzeyini pırıltılarla kaplıyordu.
Khaalid, küçük bir balık tutmuştu. Ayla, onu kutluyordu.
Tam
o sırada arka çalılıklar hışırdadı.
İki yabancı belirdi:
Yırtık giysili, kirli suratlı, gözleri öfkeyle kararan iki adam. Biri elini
Khaalid’in koluna uzattı.
“Bunlar iyi para
eder,” dedi diğeri. ”Kız küçük, zayıf ama
dişleri sağlam.”
“Bırakın!” diye
bağırdı Ayla, Khaalid’in arkasına saklanarak.
“Sus!” dedi
adam, kızı kolundan kavradı. Khaalid saldırmaya çalıştı ama haydut onu tek
hareketle yere savurdu.
Tam
o anda, çalılıklar bir kez daha kımıldadı.
O sırada…
Bir hırıltı.
Sazlıklar titredi.
Bu
kez çıkan bir insan değildi.
Sessizlikte,
kuru dalların üstünden süzülen bir gölge belirdi. Kaslı, benekli bir leopar,
düşük bir homurtuyla çimenlerin arasından çıktı. Gözleri haydutta, pençesi
kalkık.
Dalların
gölgesinden arasından çıkan bir leopar, neredeyse bir su gibi
kayarak saldırdı. Haydut, Ayla’yı bırakmadan döndü; ama geç kalmıştı. Adam, ne
olduğunu anlamadan leopar üstüne atladı. Leoparın dişleri kolunu kavradı. Diğer
haydutlar bu ani saldırıyla paniğe kapıldı, bağırarak kaçmaya başladılar.
Ayla
ve Khaalid, korkudan taş kesilmişti. Haydut çığlık atarken, yaban ormanı tekrar
sessizliğe gömüldü.
Leopar,
kısa bir süre sonra gözlerini Khaalid’e dikti… Gözlerinde saldırganlık değil,
başka bir şey vardı: Saygı. Sonra arkasını dönüp kayboldu.
Khaalid
titreyerek Ayla'ya sarıldı. Khaalid, Leoparın geride bıraktığı ayak izlerine
bakarken bir an rüyasını hatırladı. Leopar’ın ona söylediği söz kulaklarında
yankılandı:
“Unutulmuş hikâyeni,
yalnızca kalbiyle dinleyenlere anlatacağım.”
Sonra Leopar Kral
Kwakwu'nun sözlerini hatırladı:
“Sen de büyüyünce
benim gibi bir Leopar Kral olacaksın. Ama unutma: Bir kral olmak, sadece
hükmetmek değildir. Suya kulak vermek gerekir. Sessiz kalana, unutulana… çünkü
gerçek güç, hatırlayanlarda saklıdır.”
Khaalid
köydeyken ettiği yemini hatırladı
“Ben de suyu
dinlemeyi öğreneceğim…” diye fısıldadı.
O
günün akşamı, köylüler köy meydanında toplandı. Bu son olay, bardağı taşıran
damla olmuştu.
Dede
bastonunu yere vurdu. ”Hurma yok, balık yok, av yok. Her şeyi alıp
gidiyorlar. Hem de iki kere! Sabah biri, akşam biri. Bu nasıl yaşam?”
Bir
kadın fısıldadı: ”Dün deveyi götürdüler, bugün çocukları
götüreceklerdi…”
Derken,
birkaç gün sonra, karşı kıyıdan bir kervan göründü. Mızraklı adamlar, bayraklı
atlar. Ortalarında, başı dimdik, gözleri güneşe karşı kısmış bir adam. Giyimi
farklıydı; üzerine oturan deri zırhlar, belindeki kemer, alnındaki semboller.
Bu Leopar Kral Kwakwu’di.
Köylüler ona doğru
yürüdü, aralarından biri konuştu:
“Senin gücün var.
Askerlerin var. Bizim yok.”
“Bize yardım et,” dedi
başka biri.
“Haydutları temizle. Toprağı
koru.”
“Emeğimizi herkese
çaldıracağımıza sadece sana sen al,” dedi Dede.
“Ama hakkını bilerek.
Yılda bir kere. Bize de yaşam hakkı tanıyarak...”
“Haydut istemiyoruz.
Bunun karşılığını artık sadece sana verelim.”
Leopar Kral Kwakwu
atından indi. Gözleri köylülerin gözlerinde. Başını eğip toprağa dokundu.
Sonra ayağa kalktı.
“Siz bana vergi
verirsiniz,” dedi.
“Ben size güvenlik
veririm. Toprağı korurum, suyun yolunu açık tutarım. Ben sizden
hakkımı alırsam, soyulmazsınız.”
Köylüler
birbirine baktı. Khaalid, Leopar Kral Kwakwu’nun gözlerindeki karanlığı gördü…
ama ilk kez sırtının yaslanacağı bir dağ da hissetti.
11.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara,
karbon nanatüp zeminli kapsülün penceresinden dışarı bakıyordu. Ayın parlak
mavi çehresi, Nil’in binyıllardır kurumuş yatağını silikçe aydınlatıyordu.
Elinde, antik bir hurma çekirdeğini döndürüyordu.
Sahara:
“Nil-7…
Sence o gerçekten bir leopar kral mıydı, yoksa sadece bir koruyucu
muydu?”
Nil-7:
“Tanımlar,
zamanla yer değiştirir. O, hem korkutucu hem şefkatliydi. Yani bir kral da
olabilir, bir hatırlayıcı da.”
Sahara:
“Yavru
deve çalındığında çok üzüldüm. Yani yavru deve sadece bir hayvan değildi.
Khaalid’in arkadaşıydı, neden böyle yaptılar?”
Nil-7:
“Biliyorum,
Sahara… Üzüldün, çünkü küçük deveyi sadece bir hayvan olarak değil, bir arkadaş
ve umut sembolü olarak görüyorsun. Khaalid de aynı şekilde hissediyordu.
İnsanlar bazen hayatta kalmak için sadece yiyecek değil, aynı zamanda duygusal
bağlara da ihtiyaç duyarlar.”
Sahara,
başını Nil-7 7'nin pürüzsüz metal gövdesine yasladı. Gözleri kapalıydı ama sesi
açıktı.
Sahara:
“Sen
aslında robot olsan da… benim için bir arkadaşsın, Nil-7. Gerçekten bir
dostsun.”
Nil-7:
“Bu…
hoşuma gitti, Sahara. Robot olsam da, senin için yanında olabilmek güzel bir
şey. Dostluk, çok değerli bir şey.”
Bölüm 12: Kumda
Adalet: Devletin Doğuşu (M.Ö. 4989)
Nil
kıyısında sessiz bir sabah, balıkçı ağları suda, hurma dalları gölgede
sallanıyordu. Kadınlar testilerle su taşırken, çocuklar sazlıkların arasında oyun
oynuyordu. Ayla, elindeki kurumuş sazla Khaalid’e su sıçratıyor, ikisi de
gülüyordu.
O
an bir ıslık sesi geldi; keskin, rüzgâr gibi. Arkasından bağırışlar.
Sazlıklardan çıkan gölgeler hızla köye saldırdı.
Yüzleri
örtülü, ellerinde bıçaklar, mızraklar. Haykırarak hurma çuvallarını
sırtladılar. Balık ağlarını söküp içindekileri devirip torbalara doldurdular.
Bir çocuk ağlayarak kaçmaya çalıştı, ama biri onu saçından yakaladı.
Ayla
çığlık attı. Khaalid’i kolundan çekerek kaçmaya başladı. Fakat bir haydut hızla
arkalarına yetişti, ikisini yere düşürdü. Ayla’yı sürüklemeye başladı.
Kayağa
kalktı, saldırmaya çalıştı. Ama haydut onu tekrar yere itti. Tam haydut Ayla’ya
bıçak çekerken…
Sazlıklar
bir kez daha hışırdadı.
Bir
hırıltı.
Kuruyan
otlar arasından kayarak ilerleyen gölge bir kez daha ortaya
çıktı. Gözleri keskin, adımları sessiz bir leopar.
Haydut
daha ne olduğunu anlayamadan, leopar üstüne atladı. Dişleri bileğine saplandı,
adam çığlıkla yere devrildi. Diğer haydutlar ürkekçe geri çekildi. Ancak bu kez
leopar yalnız değildi.
12.2. Atların nal sesi. Kumda zırhın yankısı.
Leopar
Kral Kwakwu, zırhlı askerleriyle birlikte köyün eşiğinde belirdi.
“Yeter!” diye
haykırdı. ”Bu köyü soymak, beni soymak demektir!”
Askerler
yay gibi fırladı. Haydutlarla kıyasıya bir çarpışma başladı. Mızraklar
çarpıştı, toz kalktı. Kaçanlar yakalandı, bazıları Nil’e atladı ama zırhlılar
peşlerini bırakmadı.
Leopar
ise tam ortadaydı. İnsan gibi değil, bir gölge gibi kayıyordu dövüş alanında.
Bir haydudu pençesiyle yere seriyor, ardından sıçrayarak bir diğerine
saldırıyordu. Askerler onun varlığından korkmuyor, aksine onu kolluyorlardı.
Sanki yıllardır birlikte savaşmışlardı.
Khaalid
bu anı asla unutmayacaktı. Leopar, bir kez daha onu korumuştu.
Sonunda
üç haydut yere serildi. Ellerinden bağlanıp diz çöktürüldüler. Diğerleri
kaçmıştı; kimileri yaralı, kimileri yalınayak.
12.3. Leopar Kral Kwakwu’nun Cezası
Leopar
Kral Kwakwu ağır adımlarla onların önüne geldi. Halk etrafında toplanmış,
çocuklar annelerinin eteklerine saklanmıştı. Ayla, Khaalid’in elini sıkı sıkı
tutuyordu.
Leopar Kral Kwakwu
eğildi, bir hayduta baktı.
“Kaç kere geldiniz?”
Haydut sırıttı. ”Siz
yoksunuz diye geldik. Artık yasak mı?”
Leopar Kral
Kwakwu’nun sesi sertti:
“Artık benim iznim
olmadan hiçbir toprak yağmalanmayacak.”
Elini
kaldırdı. Asker, mızrağını sapladı. Diğer haydutlar bağırdı, ama kaçamadılar.
Leopar Kral Kwakwu,
köylülere döndü.
“Bu köy, bu halk
artık korumam altındadır,” dedi. ”Ama
karşılığında bir düzen kurulacak.”
Kral
Kwakwu, köyü güvence altına aldıktan ve halkla konuşmasını tamamladıktan sonra,
yanında birkaç askerle birlikte Khaalid’in yanına yaklaştı. Elinde, küçük bir
yavru devenin dizginleri vardı. Deve, dikkatle Kral Kwakwu’nun adımlarını
izliyordu.
“Bir
çocuk devesini kaybetmiş. O sen misin?” dedi Kral
Kwakwu, keskin bakışlarını Khaalid’e yönlendirerek.
Khaalid’in
gözleri büyüdü, ağzı açık kaldı. ”Evet… bu… bu benim dostum!”
Yavru
deve, Khaalid’i tanır gibi başını kaldırdı ve hafifçe ağlar gibi ses
çıkardı. Khaalid gülümsedi. Yavru deve dizlerini hafifçe bükerek çocuğun
yanına yaklaştı; deve kafasını eğip alnını onun omzuna
sürttü. Khaalid ”Devemi geri getirdiniz… teşekkür ederim!” dedi.
Kral
Kwakwu gülümsedi, gözlerinde hem sertlik hem de sıcaklık vardı. ”Peki,
bu güzel dostun bir ismi var mı?”
Khaalid
başını salladı, biraz mahcup bir şekilde: ”Henüz… ismi yok, yüce
efendim.”
Kral
Kwakwu, düşünceli bir şekilde deveye baktı. Ardından kararlı bir sesle: ”O
zaman bundan böyle adı Sahara Bahara olacak. Çünkü o, çölde solup
baharda tekrar yaşamı getiren bir varlık.”
Sahara
Bahara, Khaalid’in dizginlerini sıkıca tuttuğu elin çevresinde hafifçe başını
salladı; sanki adını duyuyor ve kabul ediyordu.
“Adalet
sadece insanların değil,” dedi, ”hayvanların,
köyün ve yaşamın da hakkıdır. Bu köyde hiçbir dost yalnız kalmayacak.”
Köy
halkı sevinçle alkışladı, çocuklar etrafında koşuşturdu, bazıları yavru devenin
etrafında dönüp zıpladı. Khaalid, devenin yanından ayrılmadı, onu sarıldı ve
birlikte köyün içine yürüdüler. Artık sadece yiyecek ve su değil, arkadaşlık ve
güven de geri dönmüştü. Bu an, Khaalid’in yüreğine kazınmıştı; ömrü
boyunca unutmayacak ve Kral Kwakwu’ya olan sadakatinden asla ödün vermeyecekti.
O
gece, ateşin etrafında tüm köy toplandı. Yorgun ama diri yüzler. Nil’in
kıyısında, Leopar Kral Kwakwu söz aldı:
“Bugün
çocuklarınız kaçırılacaktı. Bugün, sizin alın teriniz başkalarının cebine
gidecekti. Ama buna dur dedik.”
Sustu.
Gözleri tek tek insanların yüzüne takıldı.
“Ben
sadece balta ve mızrak getirmedim. Adalet getirdim. Ama bu adaletin sürmesi
için hepimiz elimizi taşın altına koyacağız.”
Dede
sordu: ”Vergi mi diyorsun buna?”
Leopar Kral Kwakwu
başını salladı.
“Evet. Bu, güvenliğin
bedelidir. Bu sizin sigortanızdır. Ürünlerinizin bir kısmını
toplayacağım. Bu vergilerle ben size asker getireceğim. Yolunuzu güvenli
kılacak, suyunuzu adil bölecek, sizi haydutlara karşı savunacağım.”
Aynı
gece, Leopar Kral Kwakwu halkla birlikte yere oturdu. Elinde bir çubuk,
kumun üzerine ilk yasaları çizdi.
“Bir çocuk zarar
görürse, tüm köy onun yanında olur.”
“Kimse komşusunun
toprağını çalamaz.”
“Nil’in suyu
herkesindir.”
“Yılda bir kez ürünün
onda biri toplanır. Bu korumanın bedelidir.”
“Yasaya karşı gelen, hayduttur.
Haydut, halk düşmanıdır.”
O gece sadece bir köy
kurtarılmadı.
Bir düzen doğdu.
12.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara,
yumuşak ışıklarla dolu kapsül yatağında doğrulmuştu. Gözleri hâlâ parlaktı,
çünkü hikâyeyi neredeyse nefesini tutarak dinlemişti. Robot Leoparının kuyruğu
hafifçe kımıldıyor, gözleri Sahara’nın tepkilerini ölçüyordu.
Sahara,
gözlerini kıstı.
Sahara:
"Yani…
bir leopar, hem haydut dövüyor, hem de yasa yazıyor. Bu adil mi?"
Nil-7
7 (hafifçe başını eğerek, nazikçe):
"Bir
düzeltme, Sahara: Yasa yazan Leopar değildi, Leopar Kral Kwakwu’ydu.
Benzer görünseler de biri taş balta taşır, diğeri pençe."
Sahara
(gülerek):
"Ah,
doğru ya! Karıştırdım. Leopar, sadece dövüşen dosttu."
Nil-7
7:
"Tam
da öyle. Bu dikkatinin dağıldığını ve uyku zamanının geldiğini
gösteriyor."
Sahara
kolunu yastığa dayayıp düşündü.
Sahara:
"Leopar
neden Khaalid’i koruyor? İki kez hayatını kurtardı."
Nil-7
7 (hafifçe gözlerini kısıp, gizemli bir tonla):
"Belki
de Khaalid’in yolu uzun. Bazı yolların başlaması için, bazı canlar
korunmalı."
Sahara
battaniyeye sarıldı, gözlerini kapadı ama hâlâ gülümsüyordu.
Sahara:
"Peki
Nil-7… O leopar gerçekten var mıydı?"
Nil-7
7 (hafifçe gülerek):
"Bazı
leoparlar etten kemikten olur. Bazıları hikâyeden. Ama korudukları çocuklar hep
gerçektir."
Sahara
uykuya dalarken, Nil-7 7'nin gövdesi hareketsiz hale geldi. Odanın ışıkları
kısılırken, sadece bir mırıltı kaldı:
12.8. Zihin
Evreni (M.S. 8000)
Sahara
yavaşça gözlerini açtı. Odanın loş ışığında, yatağının hemen yanında hareketsiz
yatan siyah-gümüş renkli robot leoparı gördü. Leoparın göğsü hafifçe inip
kalkıyordu; uyku modundaydı.
Sahara
hafifçe kıpırdandığında, leoparın gövdesindeki sensörler tetiklendi. Mercekleri
mavi ışıkla açıldı. Yumuşak, tok bir ses duyuldu:
“Günaydın,
Sahara.”
“Günaydın
Nil-7.”
Nil-7
başını yana eğdi.
“Bu
gece çok derin uyudun. Uyku verilerini analiz ettim. Delta dalga seviyelerin
ortalamanın yüzde kırk üzerindeydi. Dün çok yorulmuş olmalısın.”
Sahara,
dün yaptıkları yolculuğun sahnelerinin zihninden geçtiğini fark etti. O sırada
gözleri, leoparın sırtındaki mat gümüş yüzeyde parlayan yazıya takıldı:
Neuroverse™
– Zihin-Evren Arabirimi
“Hey…
Bu üzerindeki yazı… Neuroverse™… Bunun anlamı ne?”
Nil-7
kuyruğunu yavaşça salladı:
“Neuroverse™,
zihinsel bağlantımızı yalnızca veri aktarımı düzeyinden çıkarıp seni
hikâyelerin içine taşıyan bir sistem. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat…
hepsi beynine gerçek zamanlı aktarılır. Sadece izleyici değil, hikâyenin içinde
yaşayan biri olursun.”
Sahara
gülümsedi:
“Yani
Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurttan kurtarabilirim ya da dinozorlarla koşabilirim?”
“Evet.
Karakterler sana tepki verir, senin söylediklerin olayların akışını değiştirir.”
Sahara'nın
gözleri parladı:
“O
zaman beni dün anlattığın Sahra’nın ve Khaalid’in hikâyesine götür. Ama bu kez
ben de orada bir karakter olayım.”
Nil-7
kuyruğunu yavaşça salladı:
“Simülasyonun
başlatılması için birkaç dakika gerekiyor. Bu arada yüzünü yıka, kahvaltını
yap. Aç karnına derin bağlantı yapmak bilişsel performansını düşürebilir.”
Sahara
şaşkın bir gülümsemeyle başını salladı:
“Sen
resmen bana annem gibi davranıyorsun. Ama keşke o yanımda olsa.”
“Bu,
sistem protokolü. Optimum deneyim için önce beden, sonra zihin hazırlanmalı.”
Kısa
bir süre sonra, Sahara elinde sıcak bir bardak süt ve tabağında iki dilim
yumurtalı ve peynirli ekmekle geri geldi. Kavhaltısını bitirdikten sonra
Leoparın gözleri yeniden mavi ışıkla parladı.
“Tamam.
Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…”
Uğultu…
Görüş bulanıklaşma… Sonra altın kumlar, sıcak rüzgâr ve uzaklardan gelen ayak
sesleri ile görüntü keskinleşti.
Bölüm
13: Zaman Atlama – Köyün Şefi (M.Ö. 4979)
Sahara
kendini sıcak rüzgârların estiği, altın kumların ufka kadar uzandığı bir
bozkırda buldu. Karşısında, kocaman bir devenin üzerinde dimdik duran, güçlü
yapılı yirmili yaşlarında bir adam vardı. Khaalid dizginleri sıkıca tutarken,
aynı Sahara Bahara'nın üzerinde Ayla beline sarılmıştı; kum rüzgârında saçları
dans ediyordu
Sahara
kumun sıcaklığını hissederken, Khaalid biraz geride, duruyordu. Sahara, onun
yanına yürüdü.
Khaalid
başını çevirip ona baktı,:
“Sen
kimsin? Burada hiç görmedim seni.”
Sahara
şaşkınlıkla seslendi:
“Bir
dakika… Khaalid sen 9 yaşında değil miydin?”
Khaalid
kaşlarını çattı.
“Ne
demek istiyorsun? Beni çocukken mi tanıyordun? Ama sen zaten çocuksun.”
Nil-7’nin
sesi Sahara’nın zihninde çınladı:
“Simülasyonda
zaman atlaması yapıldı. Hikâye daha hızlı ilerlesin diye. Ama… küçük bir teknik
sapma da olmuş olabilir.”
Sahara
gülümsedi, omuz silkti. ”Peki, madem.”
Khaalid
devesiyle yola çıkarken bir grup haydut kumun arasından fırladı. Taş
baltalarını çekip saldırdılar. Khaalid hepsini tek tek yere serdi. Yalnızca
biri, omzundan yaralı, yerde kıvranıyordu.
Khaalid
sırtını dönüp uzaklaşırken Sahara refleksle bağırdı:
“Dikkat
et, saldıracak!”
Tam
o anda, uzakta pusuda bekleyen leopar ileri atılmak üzereydi…
ama durdu. Gözleri Sahara’ya çevrildi.
“Hikâyeye
müdahale ettin. Olaylar şimdi değişecek.”
Leopar
geri çekildi. Haydut, boğuk bir çığlık atarak Khaalid’in sırtına atıldı.
Khaalid tam dönmeye fırsat bulamadan süngüsünün ucu sağ kaburgasının altına
saplandı. Sıcak bir acı tüm bedenini sardı.
Dişlerini
sıkan Khaalid, haydutu tek elle boğazından yakalayıp baltasını göğsüne sapladı.
Haydut cansız yere yığılırken Khaalid bir dizi üzerine çöktü, elini yarasına
bastı. Nefesi hızlanmıştı ama düşmemek için direniyordu. Ayla hızla yanına
koştu, kolunu omzuna atarak onu kaldırdı ve dikkatle Sahara Bahara’nın sırtına
yerleştirdi. Dizginleri Ayla elinde sıkıca tuttu. Ancak deve sanki köyün yolunu
ezbere biliyormuş gibi, kendi isteğiyle kumların üzerinden köye doğru hızla
ilerlemeye başladı.
13.1. Köye Dönüş ve Ayla’nın Dokunuşu
Köy
yolunda dönerken bir başka sessizlik karşıladı onu. Ağıtlar...
Kadınların sesi Nil’e kadar uzanıyordu.
Yaşlı bir kadın Khaalid'e yaşlı gözlerle bakıp deden, öldü dedi.
Khaalid
köye vardığında Ayla koşarak yanına geldi. Onu atından indirdi, yarasını
dikkatle açtı.
“Çok
kan kaybetmişsin… Burada kal, hareket etme.” dedi, sesi
titrek ama kararlıydı.
Temiz
bezlerle kanı durdurdu, bitkisel bir merhem sürdü, bandajı sıkıca sardı.
Ellerinin sıcaklığı Khaalid’in yarasından çok kalbine dokundu.
Köy
meydanında yas vardı. Köyün yaşlı dedesi, huzur içinde uykusunda ölmüştü.
Khaalid, dedesini kendi elleriyle mezara koydu. Kum üzerine düşerken köyün
töresine uygun ilahiler söylendi, kadınların ağıtları rüzgârla savruldu.
Ayla,
Khaalid’in yanında durdu. Onun gözlerindeki acıyı görünce sessizce elini tuttu.
“Artık
biz varız. Yalnız değilsin.” dedi.
Ertesi
sabah, haydutlar intikam için köye saldırdı. Bu sefer beş kişiydiler.
“Kardeşimizi
öldürdünüz!” diye bağırarak kumların üzerinde koştular.
Khaalid,
yarasına rağmen öne çıktı. Üzerinde zırh yoktu; elinde yalnızca eski bir taş
balta. Ama gözleri, fırtınadan önceki gökyüzü gibi kararmıştı. Kumlar üzerinde
çarpışma başladı. İlk iki haydutu vahşi darbelerle devirdi. Bir diğeri,
elindeki taş uçlu mızrağı Khaalid’in sağ omzuna sapladı.
Tam
o sırada, kum tepelerinin ardında sessizce pusuda bekleyen leopar, sıçramak
için kaslarını gerdi.
Sahara’nın kalbi hızla çarptı. Bir an nefesi boğazına düğümlendi. Önceki günkü
gibi bağırmak istedi, ama bu kez sustu.
Khaalid
acıyla sendeledi, ama balta gibi ağır yumruğunu savurup rakibini yere serdi.
Leopar,
Sahara’nın sessizliğini fark etmiş gibi başını ona doğru çevirip altın sarısı
gözleriyle baktı. Sonra bir gölge gibi sıçrayarak son iki haydudu da yere
indirdi.
Savaş
bittiğinde köy halkı etrafını sardı. Ayla, yaralı Khaalid’i kollarına aldı. Bu
kez gözleri dolmuştu. Yarasını temizlerken fısıldadı:
“Artık
seni kaybetmek istemiyorum… Benimle evlen.”
Khaalid,
yorgun ama gülümseyerek başını salladı.
“Evet.”
Birlikte
çadırından dışarı çıktıklarında köylüler Khaalid'in etrafında toplandı.
Genç yaşına rağmen hem cesareti hem liderliğiyle dikkat çekmişti. Kabile
büyükleri onun omzuna elini koydu:
“Bundan
sonra bizim şefimiz sensin, Khaalid. Köyün koruyucusu da, yöneticisi de.”
Köy
halkı, hem şeflerini hem de koruyucularını bulmuştu.
Sahara,
tüm bu anıların içinde hem tanık hem de gizli bir oyuncu olarak duruyordu. Nil-7’nin
sesi zihninde hafifçe çınladı:
“Gördün
mü, küçük bir müdahale bile hikâyenin akışını nasıl değiştiriyor?”
Sahara,
uzaklarda Ayla’nın Khaalid’e bakan gururlu bakışını yakaladı. Bir an durdu,
düşündü. Acaba bundan sonraki olayları da değiştirmeli miydi? Yoksa hikâye
kendi yolunda mı akmalıydı?
...
13.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara
(merakla):
“Nil-7…
Ben bağırınca Khaalid yaralandı. Susunca ise haydutlar başka şekilde öldü.
Benim tek bir sözüm, bir insanın kaderini değiştirdi mi yani?”
Nil-7
(dingin bir sesle):
“Evet,
küçük kız. Kader, yalnızca gökten inen bir yazı değildir. Bazen küçücük bir
nefes, bir fısıltı, bir seçim bile koca bir hayatın yönünü değiştirebilir.”
Sahara
(kaşlarını çatıp):
“Peki
ya doğru seçim hangisi? Bağırmam mı, susmam mı? İkisinde de acı vardı.”
Nil-7:
“Doğruyu
seçmek çoğu zaman acıdan kaçmak değildir. İnsan bazen acıyla büyür, bazen
acıyla şef olur, bazen de acıyla sevdasını anlar. Sen yalnızca bir kapı açtın,
geri kalanını onlar yürüdü.”
Sahara
(iç geçirerek):
“Yani
ben aslında bir oyuncu değilim, sadece… bir kıvılcım mıyım?”
Nil-7
(altın gözlerini kısarak):
“Kıvılcım
küçüktür, ama karanlığı yarar. Unutma, Sahara… Khaalid’in şef olması senin
suskunluğunun da, cesaretinin de sonucudur. Her seçim, başka bir geleceğe yol
verir.”
Sahara
(çocukça bir masumiyetle):
“Peki
Nil-7… Eğer ben bu hikâyeyi değiştirmeye devam edersem… sonunda Khaalid benim
yüzümden ya hiç şef olamazsa? Ya da Ayla’yı kaybederse?”
Nil-7
(bilgece):
“O
zaman köy başka bir şef bulur. Dünya yine döner. Ama sen, kendi yüreğini
dinlemeyi öğrenirsin. Çünkü bu yolculuk, onların değil senin sınavındır.”
Sahara
sustu, gözleriyle uzaklarda Ayla’nın Khaalid’in yarasını sarışını izledi. Dudaklarından
fısıltı gibi döküldü:
“Benim
yüzümden şef olduysa… belki ben de bir gün kendi köyümün şefi olurum.”
Nil-7’nin
sesi bir tebessüm gibi yankılandı:
“Belki
de, Sahara. Belki de…”
Bölüm 14 – Düğün
(M.Ö. 4978)
Güneş,
Nil’in ufkunda altın bir tepsi gibi yükselirken köyün ortasında büyük bir şölen
kurulmuştu. Nehrin suladığı gür otların üzerine parlak renkte kumaşlar serilmiş,
çevresi ise uzun boylu akasya ağaçlarının dalları ve çevredeki nehir
bitkilerinden yapılmış kemerlerle süslenmişti.
Khaalid,
sırtındaki eski bir yaban öküzü derisinden yapılmış ve özenle işlenmiş
peleriniyle gururla duruyordu. Dedesinden kalma bu pelerin, onun kabilenin en
deneyimli avcılarından ve savaşçılarından biri olduğunu gösteriyordu. Yanında,
gözleri sabah gökyüzü gibi parlayan Ayla vardı. Saçları, kuş tüyleri ve inci
parlaklığındaki devekuşu yumurtası kabuklarından yapılmış
boncuklarla örülmüştü. Alnına ise nehrin derin sularından çıkarılan küçük,
pürüzsüz bir istiridye kabuğu yerleştirilmişti.
Köyün
kadınları Ayla’nın boynuna fildişinden yapılmış, ustaca
oyulmuş bir kolye takınca Sahara gülümsedi. O anın sıcaklığı, herkes için
gerçekti. Törene katılmak için gelen yaşlı bir adamın yanından geçen bir yavru
zürafayı, uzakta, nehrin kıyısında oturan ve töreni sessizce izleyen yaşlı bir
leopar takip ediyordu.
Köyün
en yaşlısı, ellerini iki gencin üzerinde birleştirerek, ”Bugün,
Nil’in suları sizi korusun, bu topraklar yuvanız olsun” dedi. O
sırada, kurutulmuş kilden yapılmış davullar ve içi çakıl
dolu kabaklardan oluşan vurmalı çalgılar çalmaya başladı,
çocuklar ellerinde meşalelerle meydanda dönmeye başladı.
Khaalid,
Ayla’nın ellerini tuttu. ”Artık yalnız değilim” dedi
fısıltıyla. Ayla gülümsedi. ”Ben de.” Gece boyunca
ateşler yakıldı, avlanılan hayvanların etleri paylaşıldı ve nehrin kenarında
danslar edildi, av zaferlerini anlatan şarkılar söylendi. Khaalid, avcılıktaki
ve haydutlarla mücadelesindeki başarısıyla kazandığı saygının ardından şimdi
halkının sevgisini de kazanmıştı. Ayla’nın gözlerindeki ışık ise, ona geleceğin
artık korkulacak değil, yaşanacak bir şey olduğunu hissettirdi.
Ve
uzaklarda, kumların üzerinde, Leopar hâlâ sessizce bekliyordu. Onun için bu
sadece bir düğün değil, yeni bir dönemin başlangıcıydı.
...
14.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara
(gözleri parlayarak):
“Nil-7…
İnsanlar neden düğün yapıyor? Sadece birlikte yaşamaya karar verseler yetmez
mi?”
Nil-7
(yumuşak bir tonda):
“Düğün,
sadece iki kişinin birleşmesi değildir, küçük kız. Bir kabile için, iki kalbin
bağlanması aynı zamanda bütün halkın geleceğinin de birleşmesi demektir.
Şarkılar, danslar ve hediyeler; yalnızca sevinci paylaşmanın değil, aynı zamanda
yeni bir hayatın başladığını hatırlamanın yoludur.”
Sahara
(kaşlarını kaldırarak):
“Yani
herkes onların mutluluğunu taşımak için mi oradaydı?”
Nil-7:
“Evet.
Çünkü mutluluk tek başına taşınmaz. Paylaşıldıkça kök salar. Khaalid ve Ayla
yalnızca evlenmedi; köyün geleceğini de birlikte omuzlarına aldılar.”
Sahara (biraz
duraksayıp):
“Peki…
O uzaktaki yaşlı leopar neden onları izliyordu? O da mutlu mu oldu?”
Nil-7
(hafifçe gülümseyerek):
“Leopar,
zamana tanıklık eden bir gözdür. O hayvanın bakışı, doğanın sessiz kabulüdür.
İnsanların hayatı değişir, ama doğa hep orada kalır. Leopar, onların seçimine
şahitlik ediyordu. Sessizce onay verdi, çünkü bu birliktelik toprağın ve nehrin
dengesini bozmadı, aksine güçlendirdi.”
Sahara
(derin düşünerek):
“Demek
ki… evlilik sadece iki kişiyle ilgili değilmiş. İnsanlarla, hayvanlarla,
nehirle, toprakla da ilgiliymiş.”
Nil-7
(bilgece):
“Doğru
söylüyorsun, Sahara. Nil’in suları onları korusun denildiğinde, aslında bütün
varoluşla yapılan bir anlaşma kutsanıyordu. Ve işte bu yüzden, düğün sadece bir
eğlence değil, bir halkın hatırasına yazılan yeni bir başlangıçtır.”
Bölüm 15 –
Komutanlık Görevi (M.Ö. 4977)
Çöl
güneşi tepede kavruluyor, kumların üzerinde sıcak hava dalgaları dans ediyordu.
Khaalid, yaralı omzunu saran bezin üzerinden ter damlalarını hissediyordu.
Ayla, biraz ötede su testisini taşırken endişeli bakışlarla onu izliyordu.
Uzakta,
toz bulutları yükseldi. Önce köyün çocukları fark etti.
“Atlılar
geliyor!” diye bağırdı biri.
Köylüler
bir anda işleri bırakıp meydanın etrafında toplandılar. Toz bulutu içinden,
altın rengi yeleleri rüzgârda savrulan dev bir atın sırtındaki adam belirdi.
Yanında zırh parçalarıyla donatılmış elli savaşçı daha vardı.
Adamın
yüzünde otoritenin verdiği sakin bir özgüven vardı. Üzerindeki işlemeli
deriler, kemikten yapılmış kol zırhları ve omzuna asılı uzun mızrak, onun
sıradan biri olmadığını gösteriyordu. Bu, Leopar Kral Kwakwu idi.
Atından
ağır adımlarla indi, etraf sessizleşti.
“Khaalid…” dedi,
derin ve yankılı bir sesle. ”Sen gelmedin… ama namın bize geldi.”
Khaalid,
elindeki taş baltayı yere bıraktı.
“Ben
sadece köyümü korudum.”
Kwakwu
gülümsedi, ama bu gülüşte hem takdir hem de hesap vardı.
“Leopar
bana kahramanlıklarını anlattı.”
Bir
an durdu, bakışları taş baltaya indi.
“Ya
da senin silahın… dilden dile dolaşıyor.”
Savaşçılardan
biri öne çıktı, Kwakwu’nun eline oymalı bir mızrak uzattı. Kral mızrağı
Khaalid’e doğru çevirdi.
“Madem
köyünün şefi oldun… bundan sonra senin emrine askerler vereceğim. Onlarla hem köylerden
vergi toplayacaksın hem de haydutlarla mücadele edip onları köyleri
yağmalamasının önüne geçeceksin. Karşılığında, köyünün ödeyeceği vergiyi yarıya
indireceğim.”
Meydanın
etrafında fısıldaşmalar başladı. Bazı köylüler memnun, bazıları endişeliydi.
Khaalid
bakışlarını yere indirdi.
“Benim
görevim sadece kendi halkımı korumak… başka köylerden vergi toplamak değil.”
Kwakwu
yaklaştı, omzuna ağır ama dostane bir el koydu.
“Ben
de senin gibi başladım, Khaalid. Bugün kralım. Sen de benim gibi olacaksın. Leopar
Kral Khaalid...”
Bu
sözler Khaalid’in içinde bir şeyleri kıpırdattı. ”Köyünün vergisi
yarıya inecek” sözü, Ayla’nın ve çocukların yüzündeki kaygıyı
hafifletecek bir vaatti. Ama aynı zamanda bu teklif, onu köyünün çok ötesine
taşıyacak bir kapıydı.
Kısa
bir sessizlikten sonra başını kaldırdı.
“Köyümün
yararına olacaksa… kabul ediyorum.”
Kwakwu
tatmin olmuş bir şekilde başını salladı.
“Böylece
ilk adımını attın, genç savaşçı. Yarın seni sınır köylerinden birine
göndereceğim. Yanına on asker bırakıyorum. Artık sen benim adamımsın. Bu
askerlerin komutanısın.”
Kwakwu
atına binerken, köy meydanında garip bir sessizlik vardı. Bazıları gurur
duyuyordu, bazıları ise endişeyle bakıyordu. Ayla, sessizce Khaalid’in yanına
yaklaşıp fısıldadı:
“Bu
yol seni nereye götürecek, Khaalid?”
Khaalid,
uzaklaşan atlılara bakarak cevap verdi:
“Bilmiyorum…
ama başladım artık.”
...
15.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara
(merakla):
“Nil-7…
Khaalid neden kabul etti? O sadece köyünü korumak istiyordu. Neden başkalarının
vergisini toplasın ki?”
Nil-7
(sakince):
“Çünkü
bazen kararlarımız sadece kendimiz için değildir, küçük kız. Köyünün yükü
hafiflesin diye, kendi gönlündeki yükü ağırlaştırdı. Bu, liderlerin en zor
sınavlarından biridir: başkasının iyiliği için kendi kalbini susturmak.”
Sahara
(kaşlarını çatarak):
“Peki
ama… bu doğru mu? Birilerine yardım ederken başkalarına zarar vermek… Khaalid
iyi biri, böyle olmamalı.”
Nil-7:
“İyi
ve kötü, çöldeki gölgeler gibidir. Güneşin duruşuna göre değişirler. Khaalid’in
kalbi doğruyu arıyor ama yol bazen kaygan olabilir. Onu asıl sınav, eline
verilen gücü nasıl kullanacağıyla bekliyor.”
Sahara
(hafif kaygıyla):
“Ya
Leopar Kral onu kandırıyorsa? Ya Khaalid sonunda kötü biri olursa?”
Nil-7
(yumuşak ama derin bir sesle):
“İşte
bu yüzden hikâyeleri izliyorsun, Sahara. Çünkü seçimler her kahramanı
şekillendirir. Bir kral, halkını koruyarak da hükmedebilir; korku salarak da.
Khaalid’in kim olacağını, sadece onun kalbi belirleyecek.”
Sahara
(düşünceli):
“Demek
ki bazen en büyük savaş, düşmanlarla değil… kendi içimizle oluyor.”
Nil-7
(gururla):
“Evet,
küçük kız. Bunu anlaman, Khaalid’in yolculuğunu izlemek kadar değerli. Çünkü
sen de bir gün kendi yolunu seçeceksin.”
Bölüm 16 – Kralın
Sofrası: Leopar Kralın Hikayesi (M.Ö. 4976)
Ertesi
sabah, güneş henüz doğmuşken Khaalid, omzu hâlâ sargılı halde, köy
meydanına gitti. Meydanda toplanan onlarca gönüllü erkeğin arasından on
cesur, yürekli ve kararlı genci seçti. Onunla birlikte yola çıkmaya can atan
gençler aileleriyle vedalaştı. Kwakwu'nun verdiği on askerle birlikte
artık Khaalid'in küçük ama sadık toplam 20 kişiden oluşan atlı, baltalı ve
mızraklı savaşçı bir birliği vardı.
Öğleye
doğru, önde 1 develi, arkada 20 atlı, Nil nehri kıyısında yükselen sıcakla
birlikte Kwakwu’nun kampına vardılar. Nöbetçiler onları içeri aldı. Kamp, bir
sınır karakolu gibiydi ama içi şaşırtıcı derecede düzenliydi. Hurma ve Palmiye
ağaçları altında inşa edilmiş sağlam çadırlar, zırhları parlayan askerler ve
genişçe bir gölgelik altında kurulu bir büyük sofra...
Kwakwu,
onları bizzat karşıladı.
“Senin
gibi bir adamın, yalnız gelmeyeceğini biliyordum,” dedi göz ucuyla
gönüllü gençlere bakarak.
“Hoş
geldiniz, savaşçılar.”
Yemekler
hazırlandı, kurutulmuş et, hurma, sığır sütü ve sıcak lavaş... Su testileri,
nar şerbetleri dolaştı. Kwaku'nun sesi ziyafetin ortasında, herkes susarken
yükseldi:
“Ben Kwakwu… Bir zamanlar Aslan Dağı’nın gölgesinde
yükselen kara toprakların meşru kralıyım. Ben de bir zamanlar sizler gibiydim,” dedi.
“50
yıl önce Sahra'da doğdum, yeşil hurma ağaçları ve balıkların ve Ko’raların
yüzdüğü büyük bir gölü olan bir köyde. Babam bir çiftçiydi, ama köyümüzde yaşlı
bir bilge vardı. O bana kaya resimlerinin ve sembollerin dilini öğretti.
Sonra… köyümüz bir haydut saldırısına uğradı. Tüm ailem katledildi. Ben sağ
kaldım.”
Khaalid
dikkatle dinliyordu. Kwakwu’nun gözleri geçmişte bir noktaya dalmıştı.
“Kaçtım,
ama intikamla değil. Öğrenmekle hayatta kalmak istedim. Yıllar sonra, bir
kralın ordusuna katıldım. Onun danışmanlarının yanında öğrenci oldum. Strateji,
hukuk, savaş, barış... Hepsini öğrendim. Sonra, o kral zalimleşti.”
Bir
süre sustu.
“Ona
karşı ayaklandım. Askerleri benim yanımda durdu. Halk benimle yürüdü. Ve bir
sabah, tahtta ben vardım.”
Kwakwu’nun
sesi alçaldı, ama kararlıydı:
“Beni
krallığa bilgi, sabır ve adalet taşıdı. Sadece silah değil. Bir kral,
halkını korkutarak değil, yol göstererek yönetmelidir. Ben de buna inandım.”
Ziyafet
bitmişti. Ortalık sessizdi.
Kwakwu
gözlerini Khaalid'e dikti:
“Senin
içinde bu potansiyel var, genç adam. Ama dikkat et. Bu yolda kibir,
adaletsizlik, sabırsızlık ve hırs seni tuzağa düşürebilir.”
Khaalid
saygıyla eğildi:
“Yolumun
nereye gideceğini bilmiyorum... ama adaletten ayrılmayacağım.”
Kwakwu
gülümsedi.
“O
zaman senin için bu sadece bir görev değil, bir yolculuktan fazlası. Krallığa
doğru ilk adımlar...”
Sahara,
simülasyondaki bu diyalogdan sonra konuşmak için parmaklarını hafifçe titretti.
Simülasyon sistemi bunu algıladı. Nil-7’nin sesi zihninde
yankılandı:
“Sahara,
bir soru sormak ister misin?”
Sahara
bir an düşündü, sonra sordu:
“Kwakwu’nun
anlattığı bu hikâye… Gerçek mi?”
Nil-7
hafif bir duraksamadan sonra yanıtladı:
“Bu
hikâye, tarihî gerçekliklerden ilham aldı. Ama simülasyonda Kwakwu'nun
geçmişini anlatmak için, Chandragupta’nın yaşamından esinlendim. Gerçekle kurgu
arasında inşa edilen köprüyü hissetmen içindi.”
Sahara
gülümsedi. Belki de bir gün kendi hikâyesini de böyle anlatacaktı.
Khaalid
merakla sordu:
“Nasıl
leopar kral oldun?”
“Tahta
çıktığımda, halkımın yüzünde korku, ekinlerimizde kuraklık, sarayda ise ihanet
vardı. Ama yine de inandım. Çünkü doğduğum gece, gökte üç hilal belirmişti.
Şamanlar bunun kehanet olduğunu söyledi: ”Üç kez yıkılacak, üç kez
ayağa kalkacaksın.” İşte o gün başladı her şey…
Bir
gün sahrada ava çıktım. Kanım gençti, cesaretim taşkındı. Fakat pusuda beni
bekleyen yalnızca ceylan değilmiş meğer… Bir pusuya düştüm. Zehirli oklara
hedef oldum. Ve zindana düştüm. Hayır, sıradan bir zindan değil… Yerin kırk
kulaç altına kazılmış, karanlığın ta kendisi. Tüm krallığımı o taş duvarlar
yuttu sandım.
Ama
sonra… O geldi.
Küçük
bir aralıktan içeri süzülen gözleriyle tanıştım önce onunla: Karanlıkta
parlayan kehribar gibi… Bir leopar. Koca bir Sahra'nın hükümdarı. O da benim
gibi bir hükümdardı. Ama zincire vurulmamıştı. Henüz değil. Belki de içimizdeki
benzerlikti onu bana çeken. Belki de onun da kalbi, kaybolan yavrularının
yasını tutuyordu. Konuşuyordu. Evet, tıpkı insanlar gibi, ama daha dürüst, daha
dolaysız bir dille. Ruhu konuşuyordu.
O
gece bana su getirdi. Ertesi gece yiyecek… Sonra zindanın eski, unutulmuş bir
tünelini gösterdi. Pençeleriyle tırmaladı taşları, çıkacak yolu hazırladı. Ama
daha ben kaçamadan askerler geldi. Tüneli bulmuşlardı. Bana işkence edip idama
mahkûm ettiler. Cellât baltasını bile bilemişti. Meydan, halkla doluydu. Bir
taraf haykırıyor, bir taraf ağlıyordu.
Ve
işte o an…
Gökyüzünden
bir yıldırım gibi indi leopar. Sahnenin tam ortasına atladı. Kükreyişi halkın
çığlığını bastırdı. Beni ipten aldı, cellâdı pençeleriyle yere serdi. Ve
sırtına bindirdi beni. O kalabalığın içinden geçip, zinciri kırılmış bir efsane
gibi Sahra'ya kaçtık.
Aylarca
saklandım. Leoparın kılavuzluğunda… Bana avlanmayı, sessiz yürümeyi,
düşmanların kokusunu rüzgârda tanımayı öğretti. Ama ben hâlâ bir kraldım.
Tahtımı geri almak istiyordum. O ise bana tahtı değil, halkı sevmeyi
öğretiyordu. ”Tahta oturan her varlık kral olmaz,” dedi bir
gece. ”Ama halkını omzunda taşıyan her yürek krallığa layıktır.”
Üç
yıl sonra döndüm. Fırtına gibi. Halkım beni bekliyormuş. İhanet edenler ya
kaçtı ya af diledi. Sarayımda leoparın heykelini yaptırdım. Altından değil.
Kayadan. Çünkü sadakat altından değil, dağdan gelir.
Şimdi
yaşlandım. Ama hâlâ geceleri, Nil nehrinin kıyısında gözleri parlayan o dostu
görürüm rüyalarımda. Beni koruyan, bana konuşmayı öğreten, içimdeki krallığı
uyandıran leopar…
Ben
Kwakwu. Yıkıldım. Kalktım. Ve her defasında bir yabanın dost eliyle yeniden
doğdum.”
Kral,
elleriyle bir tabletin üzerindeki kabartma sembolleri okşuyordu.
— ”Kralım,” dedi
Khaalid tereddütle, ”vergiyi toplamak için yola çıkacağız ama… Köylü
bizi haydutlardan nasıl ayırt edecek? Onlar da silahlı, biz de silahlıyız. Biz
de yiyeceklerini, tahıllarını alacağız. Onlar bize neden güvenecek?”
Kwakwu
başını kaldırdı, gözlerinde hafif bir gülümseme vardı.
“İşte,
genç savaşçı… Bu, kılıçla değil, yürekle kazanılır.”
Bir
kil tableti aldı, Khaalid’in önüne koydu. Üzerinde basit şekiller vardı: Bir
güneş, bir mızrak, bir tahıl başağı ve el ele tutuşmuş iki insan figürü.
“Bu,
köy ile kral arasındaki anlaşmadır,” dedi. ”Güneş
kralı simgeler. Mızrak, korumayı. Tahıl başağı, vergiyi. El ele tutuşanlar ise
barışı. Biz köye gittiğimizde önce bu tableti köy meydanına koyarız. Bu,
niyetimizin ilanıdır: Önce koruma, sonra vergi.”
Khaalid
dikkatle baktı.
“Peki
ya halk yine de korkarsa?”
Kwakwu
sertçe gülümsedi.
“O
zaman korkularını boşa çıkarırsın. İlk haftalarda tek bir tahıl tanesi bile
almayacaksın. Nöbet tutacaksın. Haydut gelirse, yakalayacak, yargılayacak, köy
meydanında adaletle cezasını vereceksin. Köylünün işinde çalışacaksın. Onun
yükünü taşırsan, kalbini de taşırsın.”
Kısa
bir sessizlik oldu. Kwakwu, ağır adımlarla sandığa gitti, içinden yuvarlak,
avuç içi büyüklüğünde taştan yapılmış bir mühür çıkardı. Üzerinde leopar figürü
vardı.
“Bu
mühürü köyün şefine verirsin. Bu, kralın sözü demektir. Eğer askerlerimiz
köylüye zulmederse, şef bu mühürü saraya getirebilir. O zaman o askerin yeri ya
zincir olur ya mezar.”
Khaalid,
mühürü avucunda çevirdi. Soğuk taşın ağırlığını hissetti.
“Yani
vergi, önce güven, sonra borç…”
“Hayır,” dedi
Kwakwu, sesi birden sertleşerek. ”Vergi, önce emanet, sonra
sorumluluk. Kral halktan almaz; halk kralın omuzlarına yük koyar. Sen o yükü
taşımaya layık olursan, vergi kendi ayağıyla sana gelir.”
Khaalid
başını salladı.
“Anladım.
Önce kalkan, sonra kese.”
Kuwakwu’nun
gözlerinde memnuniyet ışığı belirdi.
“Şimdi
git, genç savaşçı. Halkın seni görünce, ‘işte bizim adamımız’ demesini sağla.
Haydutlar seni görünce de, ‘ölüm geldi’ desin.”
...
16.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara gözlerini açıp parmaklarını
titretti.
“Nil-7… Bu Leopar Kral gerçek miydi? Yoksa senin
uydurduğun bir masal mı?”
Nil-7’nin sesi yumuşak bir gülümsemeyi andırıyordu:
“Gerçek ile masal arasındaki sınır, çölün kumları
gibidir, Sahara. Rüzgâr bir esince kaybolur. Kwakwu’nun hikâyesi, hem olmuş,
hem de olabilecek şeylerin yankısıdır.”
Sahara kaşlarını çattı:
“Peki ya leopar? O gerçekten konuşuyor muydu?”
Nil-7 hafif bir kükreme sesi taklit etti, sonra
ciddileşti:
“Belki konuşmadı, ama bir kralın kalbinde yankılanan
dostluk, dilden daha gürültülü konuşur. İnsan bazen kendi yalnızlığını, bir
hayvanın gözlerinde susturur.”
Sahara gülümsedi, ama gözlerinde merak ışıltısı
vardı:
“Benim de bir leoparım olur mu bir gün? Bana yol
gösteren?”
Nil-7 hafifçe duraksadı, sonra sesi biraz
alçaldı:
“Sen zaten bir leoparın gölgesinde yürüyorsun, küçük
hanım. Benim adım Nil-7. Ben seninle konuşuyorum, seni koruyorum. Farkı ne?”
Sahara kıkırdadı:
“Senin tüylerin yok!”
Nil-7 kahkahaya benzer bir mekanik ses çıkardı:
“Doğru… Ama bazen, en güçlü tüyler çelikten olur.”
Kısa bir sessizlikten sonra Sahara tekrar
sordu:
“Kwakwu neden hep düşüp sonra kalkmış? Hep böyle mi
olmalı?”
Nil-7 yanıtladı:
“Hayır, Sahara. Herkesin üç kez düşmesi gerekmez. Ama herkesin
bir kez bile olsa kalkmayı öğrenmesi gerekir. Çünkü kalkmayı öğrenmeyen, kral
da olamaz, çocuk da büyüyemez.”
Sahara başını salladı:
“Ben de düşersem kalkacağım… Sen yanımda olursun değil
mi?”
Nil-7’nin sesi bu kez derinden ve sakin bir şekilde geldi:
“Her zaman, Sahara. Her zaman.”
Bölüm 17
– Sınır Köyünde İlk Hafta (M.Ö. 4975)
Sınır köyüne
vardıklarında akşamüstü güneşi, çamur sıvalı kulübelerin duvarlarını kızıl bir
renge boyuyordu. Khaalid’in önünde duran köyün şefi, uzun sakallı, omzunda yıpranmış
bir keçi postu taşıyan bir adamdı. Meydanda toplanan köylüler sessizce onları
süzüyordu.
Khaalid, yanında
getirdiği kil tableti çıkarıp şefin önüne koydu. Üzerinde güneş, mızrak, tahıl
başağı ve el ele tutuşmuş iki figür kabartması vardı.
“Bu, kralınızla
köyünüz arasında yapılmış anlaşma,” dedi.
Şef, elleriyle tableti okşadı, başını yavaşça salladı.
“Evet… Bu bizim anlaşmamız. İstersen şimdi vergiyi
toplayabilirsin.”
Khaalid hafifçe gülümsedi.
“Hayır. Önce güven. Sonra vergi.”
O gün, askerler silahlarını
bir kenara koyup köylünün işine yardım etmeye başladı. Kimisi tarlada ekin
taşıdı, kimisi balıkçıların ağır ağlarını çekti, kimisi depoları düzenleyip un
çuvallarını tek tek saydı. Kimi yaşlı köylüye odun taşıdı, kimi su kuyusunun
başında sırayla testileri doldurdu.
Köylüler önce
temkinliydi ama günler geçtikçe askerlerin ter içinde çalıştığını, alınlarının
toprakla karıştığını gördüler. Kahkahalar yükselmeye başladı. Akşamları köy
fırınından çıkan taze ekmekler, askerlerin önüne kondu.
Yedinci günün
sabahında, köyün sessizliği bozuldu. Ufuktan, sayıları on beşi bulan silahlı
bir grup köye yaklaştı. Yırtık elbiseleri ve paslı kılıçlarıyla haydutlardı
bunlar. Köydeki askerleri işçi sanmış, köyün sahipsiz olduğunu sanarak doğruca
meydanın ortasına yürüdüler.
O an, Khaalid ve
adamları sessizce yerlerinden doğruldular. Çalışma kıyafetlerinin altından
mızrak ve kılıçlarını çıkardılar. İlk kükreyen, köyün girişinde nöbet tutan
Malik oldu. Haydutlar bir anda neye uğradıklarını anlayamadan saldırıya uğradı.
Çatışma kısa ama
şiddetli geçti. Üç haydut yere yığıldı, dördü yaralandı, geri kalanları kaçmaya
çalışırken yakalandı. Sağ kalanlar bağlanıp köy meydanına getirildi. Köylüler,
askerlerin çevresinde toplanıp fısıldaştı. Artık gözlerinde korku değil, güven
vardı.
Khaalid, meydanın ortasında köylülere seslendi:
“Şimdi kralınıza olan borcunuzu ödemenin zamanı geldi.
Fakat bu, zorla değil, gönüllü olarak yapılacaktır.”
Köylüler,
evlerinden tahıl çuvalları, balık sepetleri, kurutulmuş etler ve hurma
demetleri getirmeye başladılar. Herkes kendi elinden verdi, kendi elleriyle
teslim etti.
Ertesi
sabah, Khaalid ve adamları, bineklerine ve iki yük hayvanına yüklenmiş vergiler
ve iple bağlanmış haydutlarla birlikte köyden ayrıldılar. Güneşin altında tozlu
yola düşerken köyün çocukları arkalarından el sallıyor, kadınlar ise ekmek ve
su testileri uzatıyordu.
Khaalid,
bu kez yalnız vergi değil, halkın duasını da beraberinde götürüyordu.
Khaalid
ve adamları, günler süren yolculuğun ardından karakolun taş surlarının önünde
durdu. Yük hayvanlarının sırtında tahıl çuvalları, hurma sepetleri, balık
fıçıları… Arkalarında ise iple bağlanmış haydutlar, yorgun ama hâlâ dik yürüyen
onurlu köylü askerler.
Kapılar
açıldığında Leopar Kral Kwakwu, avluya bizzat çıkmıştı. Altın ve siyah işlemeli
pelerini omzundan dökülüyor, gözleri tıpkı orman gecesindeki gibi parlıyordu.
Khaalid, öne çıkıp eğildi.
“Vergi sözleşmesi gereği alınan mallar, eksiksiz
olarak huzurunuzda, kralım. Ayrıca köyü yağmalamak isteyen haydutlar yakalanmış
ve getirildi.”
Kwakwu, çuvalların üzerine elini koydu, haydutlara
baktı. Sonra Khaalid’in omzuna sert ama dostane bir şekilde vurdu.
“İşte bu! İş böyle yapılır. Hem halkın güvenini
kazanmışsın, hem vergiyi tam getirmişsin, hem de düşmanı esir etmişsin. Daha
ilk görevinde bu kadarını yapan adamdan korkulur.”
Karakoldaki
askerler mırıldandı, bazıları onaylayarak başını salladı.
Kwakwu
devam etti:
“Getirdiğiniz vergilerin bir kısmı sizin payınızdır.
Adamlarınla paylaş, zaferin tadını çıkar. Ama işimiz bitmedi.”
Bir an sessizleşti, haydutların gözlerine dik dik
baktı.
“Bu esirleri konuşturun. Haydut kampının yerini
öğrenin. Sonra gidip orayı yerle bir edin. Çaldıkları malları buraya getirin.
Ellerinde tuttukları köle çocuklar varsa… onları da serbest bırakıp köylerine
teslim edin.”
Khaalid başını eğerek,
“Emredersiniz, kralım,” dedi.
Kwakwu gülümsedi, dişleri avcı dişleri gibi parladı.
“Sen hızlı öğreniyorsun, Khaalid. Belki bir gün bu
toprakların sadece savunucusu değil, yöneticisi de olursun.”
O
an Khaalid, görevlerinin sadece bir emir değil, bir sınav olduğunu anladı. Ve
sınavın asıl kısmı daha başlamıştı.
...
17.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Kwakwu’nun
sözleri hâlâ Sahara'nın kulaklarında yankılanıyordu: ”Belki
bir gün bu toprakların yöneticisi de olursun.”
Sahara Parmaklarını
hafifçe oynattı. Simülasyon sistemi bu hareketi algıladı. Nil-7’nin yumuşak,
metalik sesi zihninde belirdi:
“Bir soru sormak
ister misin, Sahara?”
Sahara bir an durdu.
Sonra peş peşe aklına gelenleri sıraladı:
“Evet… Khaalid
vergileri toplarken neden acele etmedi? Önce köylünün güvenini kazanması şart
mıydı? Vergi böyle mi daha adil oluyor?
Peki haydutlardan
köylü nasıl ayırt ediyor askerleri? Ellerindeki o kil tablet gerçekten geçmişte
böyle anlaşmalar için mi kullanılırdı?
Ve Kwakwu neden
vergilerin bir kısmını askerlerle paylaşmalarını istedi? Bu bir ödül mü, yoksa
başka bir amacı mı var?
Bir de… Haydut
kampına baskın… Bu sadece güvenlik mi, yoksa Khaalid’in liderlik sınavı mı?”
Nil-7, kısa bir
duraksamadan sonra yanıtladı:
“Soruların hepsi
yerinde. Tarih boyunca adil vergi toplamanın en büyük sırrı güven ve
meşruiyetti. Köylü, seni koruyan ve emeğine değer veren bir yönetici olarak
görürse, verdiği vergiyi bir yük değil, bir sözleşmenin parçası olarak algılar.
Kwakwu, askerleri
köylüyle yan yana çalıştırarak hem malların gerçek miktarını denetledi, hem de
halkın gönlünü aldı. Kil tabletler, bu tür anlaşmaların yazılı veya sembolik
kanıtıydı. Onlar sayesinde köylü, kime hizmet ettiğini ve neden vergi verdiğini
bilirdi.
Vergi payı ise, askerlerin
sadakatini pekiştirmenin kadim bir yöntemidir. Savaşçının karnı doymalı, eli
ödül görmelidir ki görevi için canını versin.
Haydut kampına baskın
ise, sadece bir güvenlik görevi değil… Bu, Khaalid’in hem strateji hem de
merhametle hükmetme yeteneğinin sınavı olacak.”
Sahara, başını
yavaşça salladı.
“Yani Kwakwu, hem
halk hem de askerler üzerinde çift taraflı bir bağ kuruyor… Bu yüzden mi halk,
haydutlardan ayırt edebiliyor onları?”
Nil-7, hafifçe
gülümsüyormuş gibi bir tonla cevapladı:
“Aynen öyle. Adalet
ve güç, doğru dengede birleştiğinde, ünün sana kalkan olur.”
Bölüm 18
– Sorgu Çadırı (M.Ö. 4974)
Köyün
dışındaki Kwakwu’nun karakolunun arkasında, kalın keçele2rden yapılmış büyük
bir çadır kurulmuştu. İçeride loş bir ışık vardı; tek kaynak, bir köşede
yavaşça tüten yağ lambasıydı. Lambanın titrek ışığı, yerde bağlı oturan
haydutların gölgelerini çadırın duvarına devasa canavar siluetleri gibi
yansıtıyordu.
Askerler
haydutları, birbirlerini görmeyecekleri ve duyamayacakları şekilde ayrı
bölmelere ayırmıştı. Her bölmede sadece bir haydut, bir masa, iki tabure ve
arada sırada yankılanan rüzgâr uğultusu vardı.
İlk sorgu odasına iri
yarı bir asker olan Harun, ağır adımlarla içeri girdi. Çizmelerinin sert
tabanları zeminde tok sesler çıkarıyordu. Elleri bağlı haydutun tam karşısına
oturdu, gözlerini kısmıştı.
"Adını söyle."
Haydut başını çevirdi, sessiz kaldı.
Harun masaya avucuyla sertçe vurdu, yağ lambası
titredi.
"Arkadaşların her şeyi anlattı. Hepsi seni
suçladı. Onların masum olduğunu, bütün bu işleri senin başlattığını söylediler.
Onlar şimdi yemeklerini yiyor, yakında serbest kalacaklar. Ama sen… sen bu
inatla idam sehpasına çıkacaksın."
Haydut
gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı. Hâlâ sessizlik. Harun bir tas soğuk suyu
aldı, sertçe haydutun yüzüne serpti. Haydut irkildi, nefes nefese kaldı.
Tam
o anda kapı örtüsü açıldı.
Khaalid içeri girdi, Harun’a sertçe baktı.
"Yeter, Harun. Bu adamı konuşturmak için başka
yollar var."
Harun mırıldanarak çıktı.
Khaalid bir tabure çekip haydutun karşısına oturdu.
Önünde sıcak buharlı bir çorba vardı. "Acıkmışsındır al
ye" dedi.
Haydut çorbaya gömülmüş gibi hızlı hızlı
yerken Khaalid konuştu:
"Bak dostum, eskiden ben de senin gibi hayduttum.
Yakalanınca her şeyi itiraf ettiğim için kral beni affetti. Zamanla güvenip
burada iş verdi. Seni en iyi ben anlarım.
Haydut, hâlâ yüzünden
damlayan suyu silmeye çalışıyordu. Khaalid devam etti:
"Ben sana yardım etmek istiyorum. Ama bana bir
şey söylemezsen elimden bir şey gelmez. Arkadaşların… seni sattı. Onlar
köylerine dönecek, sen burada kalacaksın. Gerçekten susup, arkadaşlarının tüm
suçunu tek başına üstlenmek istiyor musun?"
Khaalid:
"Bak,
bana güven. Onlar kendi canını kurtaracak, sen ise buradaki suçun hepsini
üstleneceksin."
Haydut: (gözleri
yere bakıyor)
"Onlar…
gerçekten her şeyi anlattı mı?"
Khaalid:
"Kelimesi kelimesine. Liderinizin adını bile
söylediler."
Haydutun
dudakları titredi, gözleri doldu):
"Ben…
ben tarlada çalışıyordum. Onlar geldi… “Artık ter dökmene gerek yok, zengin
olacaksın” dediler. Aptal gibi inandım. İlk başta sadece bekçilik yapacaktım…
ama sonra baskınlara da götürdüler. Yemin ederim kimseyi öldürmedim."
Khaalid
başıyla onayladı.
"Aynı yalanı balık tutarken bana da
söylemişlerdi. Senin affedilmen için kralla konuşurken bunu hatırlatacağım. Ama
bana kampın yerini de söylemen lazım."
Haydut: (nefesini
tutar)
"Tamam…
Tamam anlatacağım. Kamp, nehir kıyısındaki eski taş ocaklarının arkasında.
Orada bir mağara var, girişini dikenli çalılarla kapatıyoruz. "
Khaalid,
not tutan askere göz ucuyla işaret etti. Asker ilkel semboller ve resimlerle
yazmaya başladı.
Khaalid:
"Liderinizin adı
ne?"
Haydut:
"Halwan. Ona “Demir
Göz” derler… sağ gözüne ok saplanmış ama diğeriyle hâlâ görüyor."
Khaalid:
"Kaç
kişisiniz?"
Haydut:
"Yirmi beş… belki
otuz. Ama yarısı nöbette olmaz, bazıları civar köylerde gözcülük yapar."
Khaalid:
"Silah
durumları?"
Haydut:
"Balta, süngü,
ok, mızrak…"
Diğer sorgu odalarında aynı yöntem diğer haydutlara da
uygulandı. Önce Harun girip sert konuşuyor, ”Arkadaşların her şeyi
anlattı” diyordu. Sonra Khaalid gelip çorbasıyla güven verip,
sessizce kandırıp ikna etmeye çalışıyordu.
Khaalid:
"Senin
hikâyeni biliyorum. Arkadaşların senin adını verip serbest kalmak istiyor. Bu
mudur dostluk?"
2. Haydut: (dişlerini sıkar)
"Onlar… onlar zaten başımın belasıydı. Beni de
kandırdılar. Kamp eski taş ocaklarının gerisinde. Orada iki mağara var, asıl
kamp soldakinde. Sağdaki mağara boş ama tuzak kurduk. Bilmeden giren biri orada
ölür. Lideriniz Demirgöz Halwan. Ama tek başına değil. Yanında Kara Samir diye
biri var. İnsanların gözlerine bakarak yalan söyleyebilir, dikkat edin. Yirmi
sekiz en son gördüğümde. Ama bazıları yaralıydı, belki daha azdır."
Kısa sürede ilk
haydut çözülmüştü. Zamanla diğerleri de...
Khaalid:
"Arkadaşların
zaten konuştular. Eğer sen konuşmazsan onlar serbest kalacak, bütün suç
senin üstüne kalacak"
3. Haydut: (ağlayarak)
"Ben… ben oraya ait değilim. Yemin ederim. Ailem
yangında öldükten sonra geldiler. “Artık sahipsiz değilsin, seni zengin yapalım”
dediler. Keşke ben de ailemle ölseydim. (hıçkırarak) Taş ocaklarının arkası…
Dikenli çalıların arkasında mağara… Halwan bizi orada tutardı. Çaldıklarımızı
kervanlara satardı. Belki yirmi… bazıları gitti, bazıları öldü. Ama… orada… İki
çocuk da var. Onları köle gibi kullanıyorlar. Diğer çocukları köle olarak
kervanlara sattılar."
Khaalid, son cümlede
irkilir. Notları alan askerin gözleri de kısılır.
Kimisi
ağlayarak, kimisi öfkeyle kampın yerini, liderlerinin adını, kaç kişi
olduklarını anlattı. Verilen bilgiler büyük oranda birbiriyle örtüşüyordu.
Çadırın
dışına çıktığında Khaalid derin bir nefes aldı. Gökyüzü parlaktı, ay bulutların
arasından çıkmıştı.
"Yarın
gece o kampa gidiyoruz, diye mırıldandı kendi kendine."
Khaalid dışarıda nöbetçilere son talimatlarını verip Sahara'nın
yanından geçip çadırına geçti.
Sahara, Nil-7 ile kurduğu zihin bağlantısını kesti.
M.S. 8000 yılındaki odasına geri dönmüştü. Robot leoparı yanında oturuyordu.
...
18.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Nil-7: “Sahara,
Sahneyi beğenmedin galiba? Soru sormak ister misin?”
Bir süre sustu. Küçük kız bir süredir kaşlarını çatmış, düşünceli görünüyordu. Sonunda merakını tutamadı.
Sahara: “Nil-7… Khaalid’in sorguladığı Haydutlara söylediklerini duydum. “Ben de senin gibi hayduttum” dedi. Sonra “Arkadaşların her şeyi anlattı” dedi. Ama bunların hepsi doğru değildi. Yalan söylemek kötü değil mi? Khaalid yalancı mı? Neden haydutlara yalan söyledi?"
Nil-7: “Doğru değildi.”
Sahara: “O
zaman bu… yalan söylemek olmuyor mu? Hani yalan kötü bir şeydi?”
Nil-7
kısa bir süre sustu, sonra mekanik ama yumuşak bir sesle yanıtladı:
Nil-7: “Bu o zamanki insanların kültüründe ‘hile’ ya da ‘taktik’ olarak kabul edilirdi. Yalan, çoğu zaman güveni bozar ve zarar verir. Yalan söylemek genellikle yanlıştır, Sahara. Çünkü doğruyu söylemek, güvenin temelidir. Ama bazen… Doğruyu söylemek masumlara zarar verebilir. Ama bazı durumlarda, birini kurtarmak, daha büyük bir kötülüğü engellemek için gerçeği saklamak ya da değiştirmek… Khaalid’in amacı haydutların sırlarını çözmek, köyleri korumak ve çocukları kurtarmaktı. Söylediği sözler, kimseye zarar vermedi, aksine zararı durdurmak içindi. Böylece köylerdeki insanlar, hatta esir çocuklar kurtulacak”
Sahara: “Yani bazen… yalan kötü değil mi?”
Nil-7: “Bazen yalan, kılıç gibi bir araç olur. Kimin elinde ve hangi amaçla kullanıldığına bakılır. Ama unutma Sahara… bu çok tehlikeli bir yoldur. İnsanlar ‘iyi amaçlı yalan’ diyerek kolayca kendilerini kandırabilirler. Bu yüzden dikkatli olunmalı. Buna “gri alan” denir, Sahara. Ne tamamen beyaz, ne tamamen siyah… Hayat her zaman masal kitaplarındaki gibi kolay değildir. Önemli olan, yalanın kime ve ne için söylendiğidir. Eğer kendi menfaatin ve başkalarına zarar vermek için değil, başkalarını kurtarmak için söylüyorsan… işte o zaman bazıları buna ‘gerekli yalan’ der.”
Sahara sessizce başını salladı, ama bakışlarından sorunun kafasında hâlâ dönüp durduğu belliydi. Düşünceli bir şekilde yere baktı. Sonra mırıldandı:
Sahara: "Ben yine de yalan söylemek istemem."
Nil-7: "Ve bu, seni iyi biri yapar."
18.2. VENÜS’TEN GELEN İLETİŞİM SİNYALİ (M.S. 8000)
Nil-7’nin
metalik gövdesi, sanki derinlerden gelen bir nefes almış gibi hafifçe titredi.
Göğsündeki ışık halkası bir an turuncu renkte yanıp söndü, sonra hızla maviye
döndü. Bu, Sahara’nın bildiği zihinsel bağlantı titreşimlerinden farklıydı Bu
kez dışarıdan gelen, tanıdık olmayan bir çağrıydı.
Sahara kaşlarını
çatarak yaklaştı.
Nil-7’nin sesi her zamanki mekanik soğukluğunu
koruyordu ama içinde anlaşılır bir heyecan titreşiyordu.
"Yüksek frekanslı bir iletişim… çok uzaktan
geliyor. Yaklaşık iki yüz altmış milyon kilometre öteden."
Nil-7’nin göz mercekleri bir an uzak bir geçmişin
bilgeliğini yansıttı, ardından anın aciliyetine döndü.
"Venüs’ten… Sahara. Annenin ve babanın çalıştığı
yerden."
Sahara’nın gözleri büyüdü, boğazına bir düğüm oturdu.
O an odadaki her şey sessizleşti.
Nil-7, hafif bir duraklamadan sonra başını eğdi.
"Annenden ve babandan görüntülü görüşme talebi
var. Bağlıyorum. Ancak… çift yönlü iletişim gecikmesi yaklaşık 274 saniye
olacak. Sabırlı ol."
Sahara’nın kalbi hızlandı. Holografik perde titreyerek
açıldı, görüntü henüz tam gelmemişti; yalnızca sinyal bekleme ekranındaki mavi
titreşim halkaları görünüyordu. Sessizlik… sadece robotun servo motorlarının
hafif uğultusu.
İlk olarak annesinin sesi ulaştı, hafif parazitli,
uzak bir yankı gibi:
Görüntü
saniyeler sonra netleşti. Nalan’ın yüzü yorgundu, ama gözleri hâlâ sıcaktı.
Sahara dudaklarını araladı, titrek bir sesle konuştu:
"Merhaba anne… Venüs’te hayat zor mu?"
Sözleri gönderildi… ardından uzun bir sessizlik.
Nil-7, bu sırada ortamı sessizce tarıyor, enerji
tüketimini düşürmek için loş ışık moduna geçti. Sahara beklerken robot leopar,
amber gözlerini kırpıştırarak kızın dizine başını koydu.
Dakikalar sonra annesinin sesi geldi:
"Zor… ama bilim ve teknolojiyle yaşıyoruz. Bir
gün seni buraya getireceğiz."
Arka planda tiz
konuşma sesleri:
"Karbon nanotüp
üretim verisi stabil, şehir kendi kendini büyütüyor."
"Anne, biliyor musun? Sahra’ya yağmur yağdı. Her
yer göl oldu, çiçek açtı… Çok güzel! Dağlar yemyeşil."
Bekleme… dakikalar geçiyor. Hologramın arkasında
sinyalin uzak yolculuğu hissediliyor. Sonunda annesinin dudakları kıpırdadı,
sesi odada yankılandı:
"Bu harika bir haber. Tahmin etmiştik zaten.
Babanla bu yüzden evimizi oraya taşımıştık. Peki, robot leoparınla iyi
anlaşıyor musun?"
Arka planda tiz
konuşma sesleri:
"Otomatik bakım
sistemleri planlandığı gibi çalışıyor. Yükseliyoruz."
Görüntü aniden yan tarafa kaydı. Sahara’nın babası,
mühendis Okan, kadraja girdi; üzerinde karbon nanotüp elbisesi vardı, yüzü ter
içindeydi.
"Sahara, merhaba kızım! Babacığın seni çok
özledi. Orada derslerini aksatmıyorsun değil mi?”
"Hayır baba! Nil-7 bana yardımcı oluyor. Sen hâlâ
dev motor projesi üzerinde misin?”
Bekleyiş yeniden başladı. Fakat bu kez Venüs
tarafından cevap gelmeden, arka planda tiz bir alarm sesi duyuldu. Görüntüde
titreşim vardı, babası bir an arkasına bakıp kaşlarını çattı.
“Basınç regülatörlerinde sorun var! Balonlardan biri
hidrojen sızdırıyor!”
“Anne? Baba? Duyuyor musunuz? Ne oluyor orada?”
Birkaç dakika sonra annesinin sesi geldi, nefesi
hızlıydı:
“Hayatım… hemen kapatmam gerek.”
Tam o sırada hologramda bembeyaz bir ışık patladı,
ardından karanlık.
Nil-7’nin sensörleri düşük frekanslı bir titreşim
kaydetti. Sahara, o uğultunun içinden gelen sessizliği dinledi… ve
bekledi... bekledi....
Sessizlik... devam etti...
Sahara geri çekildi. Nil-7 hiçbir şey söylemedi.
Odanın sessizliği, sadece robot leoparın metal gövdesinden gelen yumuşak
mekanik sesle bölünüyordu. Leopar amber gözleriyle ona bakıyor, kuyruğunu
yavaşça sallıyordu.
Sahara elini uzatıp soğuk metali okşadı.
"Gel,” dedi
fısıldayarak, ”yemek zamanı.”
Leopar, pençelerinin yere vurduğu hafif tıkırtılarla
peşine takıldı. Koridor duvarları, gün batımının altın tonlarını taklit eden
panellerle aydınlıktı. Otomutfaktan taze ekmek ve baharatlı çorba kokusu
yayılıyordu. Sahara adımlarını yavaşlattı… düşünceleri hâlâ Venüs’teydi.
18.3. VENÜS’TEN GELEN İLETİŞİM SİNYALİNDEN SONRA
Koridorun
sonundaki otomutfaktan yayılan ekmek kokusu bile Sahara’nın içindeki sıkışmayı
hafifletmedi. Yürürken koridorda birden durdu, arkasını dönüp Nil-7’ye baktı.
“Nil-7…
annemle babama ne oldu?”
Nil-7, mekanik
adımlarını durdurdu. Göz mercekleri hafifçe daraldı.
“Şu an kesin bir bilgiye sahip değilim.”
“Yalan söylüyorsun. Sinyal kesildiğinde oradaydın.
Arka plandaki sesleri duydun. O patlama… neydi o?”
Nil-7’nin göğsündeki mavi halka yavaşça söndü, yeniden
parladı.
“Balonlardan biri hidrojen sızdırıyordu. Basınç
regülatörleri devre dışı kaldı. Bu… Zephyra şehrinin dengesini bozabilecek bir
arıza.”
Leopar, Sahara’nın bacaklarının yanında durdu, başını
hafifçe eğerek ikisini dinliyordu.
Nil-7 kısa bir sessizlikten sonra yanıtladı:
“Henüz değil. Balonlar çok büyük, diğerleri hâlâ
taşıma yapıyor. Ama… böyle devam ederse… evet, düşebilir.”
“Peki… annem ve babam? Onlara bir şey olur mu?”
Nil-7’nin sesi bu kez daha yumuşak, neredeyse
insansıydı.
“Venüs şehirleri, acil durumda ‘sığınak modülüne’
geçer. O modüller karbon nanotüp ve yüksek ısıya dayanıklı katmanlarla
kaplıdır. Eğer zamanında oraya ulaşabildilerse… hayatta kalmışlardır.”
Sahara başını eğdi, parmaklarıyla robot leoparın metal
boynunu okşadı.
Nil-7 göz merceklerini kıza kilitledi.
“Ulaşmanın yollarını arayacağım. Ama Dünya’dan Venüs’e
doğrudan iletişim gecikmeli olur. Beklemek zorundayız.”
Nil-7 hafifçe yaklaştı, göğsündeki mavi halka Sahara’nın
yüzünü aydınlattı.
“Biliyorum. Ama bazen beklemek, yapılabilecek en
akıllıca harekettir.”
O sırada robot leopar, yavaşça başını kaldırdı ve
hafifçe mırlamayı andıran bir mekanik ses çıkardı. Sahara başını okşarken,
aklında tek bir düşünce vardı:
"Anne, Baba… lütfen iyi olun… Allah'ım onları
koru, bana bağışla."
Sahara, Nil-7’nin
sözlerini sessizce sindirmeye çalıştı. Kafasının içinde birbirine dolanmış
düşünceler, tavandaki ışık huzmesinde dönen toz zerreleri gibi yavaşça
savruluyordu.
Derin
bir nefes aldı. Odanın içindeki sessizlik, robot leoparının metal gövdesinden
yayılan ince sese karışıyordu. Robot Leopar, amber renkli gözleriyle Sahara’ya
bakıyor, kuyruğunu sessizce ileri geri sallıyordu.
Sahara
elini uzattı, soğuk metalin üzerinde parmaklarını gezdirdi.
Leopar, pençelerinin
yere dokunuşuyla çıkardığı hafif tıkırtılar eşliğinde peşine takıldı.
Koridorun
duvarlarında, günün son ışıklarını taklit eden yumuşak sarı paneller
parlıyordu. Bir köşeden otomutfaktan kokular gelmeye devam ediyordu: sıcak
buğday ekmeği, baharatlı çorba masanın üzerinde hazırdı.
Küçük
kız adımlarını yavaşlattı. Anne ve babasının söylediği sözler ve Khaalid’in
haydutlara söylediği sözler hâlâ zihninde yankılanıyordu, ama midesinin
gurultusu düşüncelerinin önüne geçmeye başlamıştı.
Belki
de bazı soruların cevabı, yemek yerken kendiliğinden gelecekti.
Sahara, yemek kokularının
cazibesine rağmen aklındaki sorudan kopamıyordu.
Nil-7’nin sesi hâlâ
kulaklarında çınlıyordu: ”Bazen yalan, kılıç gibi bir araç olur…”
Küçük kız yemeğini
yedikten sonra birden durdu.
Robot leoparı da
onunla birlikte durup başını yana eğdi.
Sahara:
“Nil-7… Simülasyona
geri dönelim. Khaalid bu sefer hiç yalan söylemesin. Yine de haydutları
konuşturmayı deneyelim. Gerekirse ben de konuşup haydutları ikna etmeye
çalışırım. Bakalım işe yarayacak mı?”
Nil-7’nin
gözlerinde hafifçe yanan mavi ışıklar hızlandı.
Nil-7:
“Alternatif olay
örgüsü. Yalansız sorgulama. Kabul edildi. Dikkat: Bu, orjinal hikayedeki
sonuçlardan farklı sonuçlar doğurabilir.”
Sahara, leoparın
soğuk omzuna dokunarak gülümsedi.
“Evet, biliyorum. Ama
denemek istiyorum.”
Koridorda
sarı ışıklar hafifçe titredi, ardından her şey yeniden karardı.
Rüzgâr
uğultusu, yağ lambasının titrek ışığı ve sorgu çadırının loş havası, yeniden Sahara’nın
önünde canlanıyordu…
Bölüm 19
– Yalansız Sorgu Senaryosu: Yalansız da olurmuş (M.Ö. 4974)
19.1. Birinci Haydutun Sorgusu
Khaalid, elindeki
sıcak çorba tasını haydutun önüne koyar. Yüzünde ne bir samimiyet ne de bir
tehdit ifadesi vardır; sadece yorgun bir ciddiyetle konuşur.
Khaalid:
"Günlerdir sana
yemek vermedik. Aslında bu senin direncini kırmak içindi. Şimdi bu çorbayı iç.
Bildiklerini daha kolay hatırlayabilirsin."
Haydut, çorbayı hızla
içerken, Khaalid masanın diğer ucuna, haydutun hemen yanına oturur. Haydutun
gözlerinin içine bakmaz, sadece ona doğru döner.
Khaalid:
"Dışarıda
ayrı odalarda tutulan, senin gibi üç haydut daha var. Hepsini tek tek
sorgulayacağım. Onlara da sana sorduğum soruları soracağım. Her birinizin
anlattıkları, diğerlerinin anlattıklarıyla karşılaştıracağım."
Khaalid
duraksar, haydutun yüzündeki gerilimi gözlemler.
Khaalid:
"Durum
şu: Ya hepiniz susarsınız ve hiçbir şey öğrenemeyiz. O zaman hepiniz kralın
karşısına çıkarsınız, büyük ihtimalle de idam edilirsiniz. Ya da biriniz
konuşur, detayları verir ve hayatını kurtarma şansı yakalar. Şu an konuşan
diğerlerinin önünde olacaktır."
Haydut,
başını kaldırır ve Khaalid'e bakar.
Khaalid:
"Sana
yalvaracak değilim. Benden bir lütuf bekleme. Ben sadece sana durumu
anlatıyorum. Konuşup konuşmamak sana kalmış. Ama şunu bil ki, biriniz konuşmaya
başladığında diğerleri konuşmasa bile iş işten geçmiş olacak. Bu durumda ilk
konuşan, en büyük lütfu alacak kişi olur. Eğer ilk konuşan sen olursan, kampın
yerini, liderinin adını ve diğer haydutları anlattığın için kraldan af dileme
şansı yakalarsın. Ama ilk konuşan sen olmazsan, o şansını kaybedersin. Bu
kadar."
Haydut,
bu mantıklı ama sert yaklaşım karşısında şaşırır. Khaalid'in yalan
söylemediğini anlar.
Haydut,
çorbayı bitirdikten sonra haydutun yüzünde kararlı bir ifade belirir.
Khaalid'in mantıklı ve soğuk hesaplarına rağmen, haydutun konuşmama kararı,
onur ve sadakat duygusuna dayanır.
Haydut:
"Evet,
doğru söylüyorsun. Konuşursam kurtulabilirim. Arkadaşlarımdan biri benden önce
konuşursa o kurtulur, ben ölürüm. Bu mantıklı. Ama liderimiz bize 'birimiz
konuşursa hepimiz ölürüz' dedi. Ben konuşursam, kampın yeri öğrenilir,
arkadaşlarım yakalanır, belki hepsi öldürülür. Ben konuşursam, liderimizin bana
öğrettiği onur ve sadakat kurallarını çiğnemiş olurum. Ben bir haydut
olabilirim, ama sözümün eriyim. Söz verdim, konuşmayacağım. Ölürsem de onurumla
ölürüm, konuşarak yaşayamam."
Haydutun
bu sözleri, Khaalid'in mantıksal argümanlarını boşa çıkarır. Haydut, kendi
hayatı pahasına bile olsa, birliğine ve liderine olan bağlılığını korumayı
seçer. Onun için, hayatından daha değerli olan şey, sözüne sadık kalmaktır.
Khaalid iç çekti ve
üçüncü odaya yöneldi.
Khaalid,
birinci haydutun çadırından çıkar ve ağır adımlarla ikinci haydutun çadırına
girer. Yüzünde, aldığı sonuçtan duyduğu bir hayal kırıklığı vardır ama bu,
ciddiyetini bozmaz.
Khaalid,
sıcak çorba dolu tası sessizce haydutun önüne bırakır. Yüzünde ne merhamet ne
de öfke vardır. Yalnızca uykusuz gecelerin çizdiği bir kararlılık.
Haydutun
karşısına oturur ve elindeki kil tableti masaya koyar. Bu parşömen boştur.
Khaalid yalan söylemeyecektir. Konuştuğunda sesi ne yumuşaktır ne sert;
sadece olması gerektiği gibidir.
Khaalid:
“Açlıkla seni
sınadık. Bu, iradeni çözmek içindi. Şimdi bu çorbayı iç; belki hatırlamak
kolaylaşır.”
Haydut,
açlığın tesiriyle çorbayı boğulur gibi içerken Khaalid, masanın ucundan kalkar
ve onun yanına oturur. Göz teması kurmaz. Sadece bedenini ona çevirir. Bir
sorgucu gibi değil, bir gölge gibi.
Khaalid:
"Biraz
önce yanındaki çadırda oturan adamla konuştum. O, onurundan bahsetti. Liderine
sadakatinden bahsetti. Sözünü çiğnememekten bahsetti. Ölürüm de konuşmam
dedi."
Haydut,
Khaalid'in sözlerini dinlerken kaşlarını çatar.
Khaalid:
"O
adam, şu an ölümü bekliyor. Yarın kralın önüne çıkaracağım ve konuşmadığını
söyleyeceğim. Büyük ihtimalle kral öfkelenip idam edin diyecek ve ölecek.
Neden? Çünkü sadakati, onun için hayatından daha önemliydi. Ama sadakat, sadece
iki kişi arasında bir bağ değildir. Liderinize olan sadakatiniz, size ne
kazandırdı? Bugün buradasın, soğukta, aç ve tek başına. Liderin nerede? Seni
kurtarmaya mı geldi? Hayır. O, şu an kendi hayatını yaşıyor. Seni, onu
koruyacak bir kalkan olarak kullandı."
Haydut,
Khaalid'in bu sert sözleri karşısında gerilir ve öfkelenir.
Khaalid:
"Sana
yalvaracak değilim. Sen de biliyorsun ki, şu an buradasın çünkü yakalandın. Bu
durumun oluşmasında liderinin de bir payı olmalı. O seni bu yola soktu. Şimdi
sen buradasın, ama o nerede? Onlar sana güvenir miydi? Peki neden sen, onlara
güvenesin? Onlar senin için ölürler miydi? Sen de onlar için ölecek
misin?"
Khaalid'in
amacı, haydutta öfke ve güvensizlik duygularını tetiklemektir. Onu,
arkadaşlarına ve liderine karşı sadakatsiz olması için kışkırtmaya çalışır.
Ancak haydut, Khaalid'in bu mantıklı yaklaşımına karşı, duygusal bir gerekçe
sunar.
Haydut, çorbasını
yemeyi durdurdu ve başını kaldırdı. Gözlerinde ne korku ne de inat vardı,
sadece derin bir çaresizlik ve mantık parıltısı vardı.
"Senin
bana yardım etme isteğine inanıyorum, asker,"
dedi
haydut, sesi titrek ama kararlıydı.
"Ama
sana gerçeği söylersem, bana ne olacağını biliyorum. Bir süre hapis yatar,
sonra serbest kalırım. Ama kampa ne olacağını da biliyorum. Orayı basarsınız.
Liderim intikam için yaşar. Kamptan sağ kurtulan olursa, beni bulur. Yaşadığım
köyü, ailemi, her şeyimi bulur. Benim vicdanım rahat, çünkü kimseyi öldürmedim.
Ama arkadaşlarımı satarsam... İşte o zaman huzur içinde yaşayamam. Hem sizden
hem onlardan korkarak yaşarım. Böyle yaşamaktansa ölürüm daha iyi."
Khaalid, daha fazla
zorlamadan ayağa kalktı ve diğer odaya geçti.
Sorgu
çadırında üçüncü haydut hâlâ sessizdi. Khaalid konuşturmak için hiçbir hileye
başvurmamıştı. Masaya oturmuş, sadece bekliyordu. Önünde bir tas çorba vardı
ama haydut dokunmamıştı.
Khaalid:
“Ben
sana yalan söylemeyeceğim. Arkadaşların konuşmadılar. Ama bildiğim bir şey var:
Sessiz kalırsanız, kimseyi kurtaramayız. Üçünüzü yarın alıp kralın karşısına
çıkarır ve konuşmadığınızı söylerim. Kraldan affınızı isteyemem. Aynı gün idam
edilirsiniz.”
Haydut
gözlerini kaçırdı. Dudakları kurumuştu ama hâlâ susuyordu.
19.4. Sahara'nın Simülasyona Müdahalesi
Tam
o anda kapı örtüsü aralandı. Küçük bir kız içeri girdi, Sahara.
Askerler
şaşkınlıkla geri çekildi. Khaalid başını kaldırdı ama bir şey demedi. Sahara,
haydutun karşısına geçti. Gözleri doluydu.
Sahara:
“Senin
çocukken ailenin yangında öldüğünü biliyorum. 'Keşke ben de ailemle ölseydim.'
dediğini de..."
Sahara,
haydutun gözlerinin içine uzun süre bakar.
Sahara:
“Ben
de kaybettim…"
Sesi
fısıltıya yakındır, ama kelimeleri ağır ağır ilerler.
Sahara:
"Ben…
ben de senin gibi, ailemi kaybettim. Venüs’te, uçan şehrimizi büyütmek
için atmosferinden karbon nanotüp üretiyorlardı. Annemle babam oradaydı.
Karbon nanotüp kulelerinde çalışıyorlardı. Venüs’te şehirde bir patlama
oldu. Onlarla iletişim kesildi. O zamandan beri ne yüzlerini gördüm,
ne seslerini duydum. Ölüp ölmediklerini bile bilmiyorum. Sadece sessizlik.
Ne bir mesaj, ne bir sinyal… Yalnız kaldım. Bir tek Nil-7 kaldı yanımda. O
robot bir leopar. Ama o bile… bir anne gibi sarılamaz"
Haydut
başını kaldırdı. Gözlerinde bir titreme vardı.
Sahara:
“Kampta
çocuklar var, onların hâlâ annesi babası var. Lütfen… sadece bir şey
söyle. Onları kurtarabiliriz. O çocuklar… o kampta tutulanlar… onlar da
ikimiz gibi. Ailelerinden koparılmışlar. Ben de bir çocuğum. Ailemle
yaşamak istiyorum. Onlardan ayrılmak istemem. Eğer sen konuşmazsan… Onlar
da hep ayrı kalacak. Kervana satılırlarsa belki bir daha hiç dönemezler.
Lütfen… sadece bir şey söyle. Onları kurtarabiliriz.”
Haydutun
gözlerinde bir anlık yumuşama belirir.
Sahara:
“Sen
de yalnız kaldın. Ama senin gördüğün o çocuklar… hâlâ bekliyor. Onların
anneleri hâlâ bekliyor. Beni kimse kurtaramadı… Ama sen, onları
kurtarabilirsin. Bu, senin ellerinde.”
Haydutun
gözleri doldu. Dudakları titredi. Sonunda fısıldadı:
Haydut:
“Ben…
ben oraya ait değilim. Evet ailem yangında öldü. Yıllar boyunca yalnız
yaşadıktan sonra haydutlar geldiler. ‘Artık sahipsiz değilsin’ dediler. Ama… o
çocuklar… onlar hâlâ orada. İki tanesi… mağarada. Halwan onları köle gibi
kullanıyor.”
Sahara’nın
gözlerinden yaşlar süzüldü. Khaalid başını eğdi, sessizce not tutan askere
işaret etti.
Haydut:
“Taş
ocaklarının arkası. Dikenli çalıların ardında bir mağara. Halwan orada. Belki
yirmi kişi kaldı. Ama… o çocuklar… onları kurtarın.”
Khaalid:
“Bu,
sadece senin değil, onların da kurtuluşu olacak.”
Khaalid sessizce
geri çekildi. Çadırdan çıkarken gözleri hâlâ yaşlıydı ama yüzünde bir
kararlılık vardı. Birkaç dakika sonra, diğer sorgu bölmelerindeki haydutla
konuştu:
“Üçüncü
kişi konuştu. Kampın yeri, liderin adı, çocukların durumu açıklandı.”
İlk haydut, duvarın
ötesinden gelen ayak seslerini duydu. Kapı örtüsü aralandı, Harun içeri girdi
ama bu kez sessizdi. Masaya oturdu, hiçbir tehdit savurmadı.
Khaalid:
“Arkadaşın konuştu.
Çocukların yerini söyledi. Biz gidiyoruz.”
Haydutun gözleri
irkildi. Dudakları kıpırdadı.
“Çocuklar mı? Onları
da mı söyledi?”
Khaalid başını
salladı.
Haydut:
“Ben… ben sadece bekçilik
yapıyordum. Ama o çocuklar… onları satacaklardı. Halwan, Demirgöz… o planı yapmıştı.
Kampın arkasında bir geçit daha var. Oradan kaçabilirler. Söyleyin… dikkatli
olun. Kara Samir hâlâ orada.”
Khaalid:
“Kaçabilecekleri
geçidi haber vermen kurtulman için önemli”
Khaalid not
aldı, sessizce çıktı.
İkinci
bölmede, başka bir haydut başını duvara yaslamıştı. Gelen haberle irkildi.
Khaalid içeri girdi. Ama sesi sakindi.
Khaalid:
“Diğer
arkadaşların konuştu. Çocukların yerini söylediler. Artık saklanacak bir şey
kalmadı.”
Haydut:
“Onlar… onlar zaten
başımın belasıydı. Beni de kandırdılar. Ama o çocuklar… onları
zincirlemişlerdi. Halwan’ın adamları… onları dövüyordu. Asıl kamp solundaki
mağarada. Ama sağdaki mağarada tuzak var. Oraya giren ölür. Liderimiz
Demirgöz Halwan. Ama tek başına değil. Yanında Kara Samir diye biri var. İnsanların
gözlerine bakarak yalan söyleyebilir,”
Khaalid:
“Tuzağı haber vermen
kurtulman için önemli.”
Haydut:
“Ben… sadece bir şey
istiyorum. O çocuklar kurtulsun.”
Khaalid başını eğdi.,
Sahara, sorgu
çadırının dışında bekliyordu. Khaalid yanına geldi, diz çökerek göz hizasına
indi.
Khaalid:
“Senin sözlerin… bir
zinciri kırdı. Artık hepsi konuştu. Yalansız. Sadece gerçeğin gücüyle.”
Sahara:
“Yani… yalan
söylemeden de olurmuş.”
Khaalid gülümsedi:
“Bazen en güçlü
silah, bir çocuğun kalbidir.”
19.5. Sahara’nın Sorgu Sonrası Nil-7 ile Konuşması
Sahara, simülasyondan çıktığında yanında yatan robot
leoparı Nil-7 7'nin yanına sokuldu. Elleriyle onun metal başını okşarken,
bakışları hâlâ uzaklardaydı.
Nil-7:
“Sahara… Yüz kaslarındaki gerginlik, yoğun bir duygusal
yük hissettiğini gösteriyor. Anlatmak ister misin?”
Sahara dudaklarını büzdü.
“Bence… haydutlar konuşmak istemiyordu çünkü
korkuyorlardı. Ama… korkudan da büyük bir şey varmış.”
Nil-7:
“Ne gibi?”
Sahara:
“Bir çocuğun gözyaşı… ya da… belki onun gibi bir şey.
Onlara o çocukları hatırlattım. Annelerini, babalarını… Onlar da unutmuşlardı.
Ben hatırlattım.”
Nil-7 kısa bir sessizlikten sonra cevap verdi:
“Bu, ‘empati’ olarak bilinir. Başka birinin duygusunu
kendi içinde hissetme yeteneği. İnsanlık tarihinde barışın ve merhametin temel
nedenlerinden biridir.”
Sahara başını kaldırdı, gözlerinde hem umut hem özlem
vardı.
“Peki… annemle babam da bir gün bana döner mi?”
Nil-7’nin sesi bu sefer daha alçak ve yavaş çıktı:
“Belki… ama o gün gelene kadar, sen başkalarının
annelerine babalarına kavuşmasına yardım edeceksin.”
Sahara
başını salladı, gözyaşlarını sildi. Nil-7 7’nin başını kucağına aldı.
“Ben
de bekleyeceğim” diye fısıldadı.
Gözlerini kapadı.
Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı.
19.6. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
1 — Gökyüzünde Bir Şehirde Patlama
Venüs
atmosferinin 50-60 kilometre üstünde, sarı-turuncu asit bulutlarının hemen
üzerinde süzülen Zephyra şehri, insanlığın en büyük başarısıydı. Devasa karbon
nanotüp kuleleri, kendini onaran yapılarıyla yavaş yavaş genişliyor, şehrin
ağırlığını dengede tutan hidrojen balonları nazikçe havada dans ediyordu.
Şehrin
merkezindeki araştırma laboratuvarında, Dr. Nalan Yalçın ve eşi mühendisin eli
bilgisayarın dokunmatik yüzeyinde hızla geziniyordu.
Ancak
şehirde, birdenbire anormal titreşimler başladı. Balonlardaki basınç
dalgalanıyor, kolonlarda mikroskobik çatlaklar belirmeye başlamıştı. Uyarı
ışıkları kırmızıya döndü.
"Basınç
regülatörlerinde sorun var! Balonlardan biri az da olsa hidrojen sızdırıyor,
diye rapor verdi mühendis Okan."
Şehir
yavaşça irtifa kaybetmeye başladı. Yüksek basınçlı Venüs atmosferinde, 50
kilometreden yüzeye kadar olan mesafe ölümcül bir inişti.
Nalan
gözlerini ekrana dikti:
"Kontrolü
kaybetmemeliyiz… ama alçalıyoruz."
Ve
o andan sonra patlama oldu.
Sahne
2 — Düşüş
Zephyra
şehri, hidrojen balonlarındaki basınç dalgalanmaları yüzünden yavaş yavaş
irtifa kaybediyordu. 50 kilometre yükseklikten başlayan bu düşüş, Venüs’ün
yoğun atmosferinde sürükleme kuvvetiyle sınırlandı; şehir, serbest düşüş hızını
asla aşamıyordu.
Mühendis
Okan, sığınak modülünün kontrol panelinde durmadan veri akışını izliyordu.
"Balonların
basıncı hızla düşüyor. Kulelerde mikroçatlaklar yayılıyor. Eğer bu devam
ederse, şehir 35 kilometre seviyesinde kontrolsüz bir şekilde yavaşlayıp yüzeye
doğru düşecek."
Şehirdeki
insanlar alarm sesleriyle uyanmaya başladı. Gözler panik ve korkuyla doluydu.
Kaptan Leyra, sakin olmaya çalışarak mikrofonu açtı:
"Herkes
derhal sığınak modülüne! Hayatta kalma sistemleri çalıştırılacak."
Sığınak
modülü, özel termal kaplamalar ve yüksek dayanımlı karbonfiber yapısıyla Venüs
yüzeyindeki zorlu koşullara dayanabilecek şekilde tasarlanmıştı. Ancak modülün
içindeki yaşam destek sistemleri, enerji ve su kaynakları sınırlıydı.
Nalan
ve Okan, son kontrolleri yaptıktan sonra modüle doğru ilerledi.
"Sistemi
devreye alıyoruz, dedi Okan, sesinde kararlı bir tını vardı."
Dışarıda
şehir, yavaş ama kaçınılmaz şekilde alçalmaya devam ediyordu. Balonların bir
kısmı tamamen sönerken, diğerleri direnmeye çalışıyordu. İçeride zaman
daralıyordu.
Venüs
yüzeyine iniş kaçınılmazdı. Ancak şimdilik, hayatta kalmak için tek umut
sığınak modülünde saklanmaktı.
Bölüm 20
– Haydut Kampının Baskını (M.Ö. 4973)
Khaalid,
sorgu çadırından çıktıktan sonra, ay ışığının altında derin düşüncelere daldı.
Haydutların verdiği bilgiler zihninde dönüyordu: Eski taş ocaklarının ardındaki
mağaralar, dikenli çalılar, tuzaklar ve belki otuz beş haydut… Yirmi askerle bu
baskın cesaret gerektirirdi, ama çocukları kurtarmak ve kralın emrini eksiksiz
yerine getirmek için hata payı yoktu. Harun’a döndü, sesi kararlı ama
temkinliydi:
“Harun,
bu yılan yuvasını temizleyeceğiz, ama sayıca bizden üstünler. Tuzakları var,
liderleri kurnaz. Çocukların hayatı söz konusu. Kraldan takviye istemeliyiz.”
Harun
kaşlarını çattı, iri elleriyle baltasının sapını sıktı. “Yirmi seçkin
askerle o mağarayı ateşle yakarız, Khaalid! Sayı ne fark eder?”
Khaalid
gülümsedi, ama gözlerinde bir pırıltı vardı. “Cesaretin ölümü korkutuyor,
dostum. Ama onlar köşeye sıkışınca vahşileşir. Çocukları riske atamayız. Krala
gidelim, birkaç köyden daha savaşçı isteyelim. Zafer bizim olacak, ama Nil’in
bereketi için temkinli olmalıyız.”
Harun,
bir an düşündü, sonra başını salladı. “Haklısın. Çocuklar için… krala
gidelim.”
İki
savaşçı, kralın karakol olarak kullandığı çadıra yürüdü. Muhafızlar kapıları
açtı, kral tahtında, asasıyla bekliyordu. Khaalid diz çöktü, sözleri net ve
saygılıydı:
“Kralım,
esirleri konuşturduk. Kamp, taş ocaklarının ardında, dikenli çalılarla
gizlenmiş mağaralarda. Belki otuz beş haydut var; liderleri Halwan ve Samir,
tuzakları kurnaz. Yirmi seçkin askerle baskını yapabiliriz, ama çocuklarınızın
güvenliği için risk almamalıyız. Daha fazla savaşçı daha rica ediyoruz. Böylece
zafer kesin, kayıplar az olacak.”
Kral,
asasını yere vurdu, gözleri Khaalid’in kararlılığını tarttı. “Kurnazsın,
Khaalid. Nil’in bereketini korumak için temkin gerekli. Elli savaşçı daha
gönderiyorum. Ama unutma, zafer kadar çocukların güvenliği de senin
sorumluluğunda.”
Khaalid
başını eğdi. “Emredersiniz, kralım. Nil’in huzuru için bu yılan yuvasını
yerle bir edeceğiz.”
...
Ay,
Nil'in sularını gümüş bir örtü gibi kaplamıştı. Gökyüzü yıldızlarla doluydu,
eski Mısır Kemet'in kaderini izliyorlardı. Kral'ın emri kesindi:
"Haydut yuvasını yerle bir edin. Nil'in bereketini kirleten bu yılanları
kökünden sökün!" Sözleri, Kwakwu köyünün savaşçılarını
ateşlemişti. Khaalid, sorgudan öğrendikleriyle planı çizmişti: Gece yarısı
yaklaşacaklar, dikenli çalıları sessizce aşacaklar, sağdaki tuzaklı mağarayı
atlatıp soldakine hücum edeceklerdi. Kaçmamaları için kampın arkasındaki geçiti
de bir grup asker tutacak, çıkanları süngü ve ok yağmuruna tutacaktı. Harun'un
iri cüssesi önde, Khaalid'in kurnazlığı arkada; yanlarında yirmi seçkin asker,
mızrakları, baltaları ve oklarıyla donanmış.
Nehir
kenarındaki eski taş ocakları, devasa kaya yığınlarıyla çevriliydi. Rüzgar,
kumları savuruyor, haydutların kamp ateşinin uzak kokusunu taşıyordu. Askerler,
karanlığın gölgesinde süzülerek yaklaştılar. Khaalid elini kaldırdı, sessiz bir
işaretle: "Dikenleri kesin, ama gürültü etmeyin."
İlk
engel, dikenli çalılar duvarıydı. Harun'un güçlü kolları, baltasını savurdu;
dikenler sessizce ayrıldı, yol açıldı. İçeride, mağaraların ağzı karanlık bir
ağız gibi bekliyordu. Sağdaki mağara, haydutların anlattığı gibi bir tuzak
yuvasıydı. İçine giren, keskin kazıklara veya yuvarlanan kayalara kurban
giderdi. Khaalid, askerlere fısıldadı: "Sağa yaklaşmayın. Sol
mağara, asıl yuva. Çocukları kurtarın, Halwan'ı canlı yakalayın."
Aniden,
bir haydut nöbetçisi göründü. Okçu bir asker, yayını gerdi; ok sessizce uçtu,
nöbetçinin boğazına saplandı. Vücut yere yığıldı, kumlar kanı emdi. Baskın
başlamıştı.
Mağaranın
girişinde kamp ateşi yanıyordu. Haydutlar, çaldıkları ganimetlerin arasında
dağılmıştı: Bazıları uyuyor, bazıları zar atıyor, birkaçı şarap içiyordu. Yirmi
beş kadarlardı, yaralı olanlar köşede inliyordu. Ortada, Demir Göz Halwan
oturuyordu. Sağ gözü kör bir çukur, sol gözü alev gibi parlıyordu. Yanında Kara
Samir, sinsi bir gülümsemeyle mızrağını bileyip duruyordu. İki çocuk,
zincirlerle bağlı, ateşin yanında köle gibi çalışıyordu; biri odun taşıyor,
diğeri yemek karıştırıyordu.
Harun'un
savaş narası mağarayı sarstı: "Nil'in intikamı için!"
Askerler lav gibi aktı içeri. İlk çarpışma, bir fırtına gibiydi. Bir haydut
baltasını savurdu, ama Harun'un kalkanı onu karşıladı; karşı saldırı, haydudun
göğsünü yardı. Kan sıçradı, ateşin üzerine düştü, alevler tısladı.
Khaalid,
okçulara emretti: "Hedef alın!" Ok yağmuru başladı. Bir
haydut, mızrağını fırlattı; askerlerden biri vuruldu, ama diğeri intikam aldı,
okunu haydudun kalbine sapladı. Mağara, çığlıklarla doldu. Metalin metale
çarpması, kemiklerin kırılması, yaralıların inlemeleri...
Halwan
ayağa fırladı, "Demir Göz"ü parıldıyordu. "Saldırın,
köpekler!" diye kükredi. Baltasını kaptı, bir askere hücum etti.
Çarpışma destansıydı: Halwan'ın baltası, askerin kalkanını ikiye böldü, ama
asker mızrağını savurdu, Halwan'ın kolunu yaraladı. Kan fışkırdı, ama Halwan
durmadı; sol gözüyle nişan aldı, baltasını yeniden indirdi. Asker yere serildi,
ama Harun yetişti. İki dev çarpıştı – Harun'un gücü, Halwan'ın öfkesi. Baltalar
dans etti, kıvılcımlar saçıldı. Harun, "Köylülerin kanı içtin!"
diye haykırdı, baltasını Halwan'ın omzuna indirdi. Halwan diz çöktü, ama pes
etmedi; elini uzattı, bir hançer çekti.
O
sırada Kara Samir devreye girdi. Sinsi adam, Khaalid'e yaklaştı, gözleri
hipnotik bir bakışla parlıyordu. "Dur, kardeş," dedi
yalan dolu sesiyle. "Beni burada haydutlar esir tutuyorlar, bu bir
hata. Bırak gideyim, zengin olacaksın." Khaalid bir an duraksadı,
ama sorgudaki sözleri hatırladı: "Yalan söyleyebilir, dikkat
edin." Kurnazlığını kullandı, Samir'e gülümsedi: "Elbette,
dostum." Sonra ani bir hareketle mızrağını sapladı. Samir'in
gözleri şaşkınlıkla büyüdü, yalanları boğazında kaldı.
Mağaranın
derinliklerinde, haydutlar direniyordu. Bir grup, oklarla karşı saldırıya
geçti; askerlerden ikisi vuruldu, ama Khaalid'in taktiği işledi, yanlardan
kuşattılar. Bir haydut, çocuğun birini kalkan gibi önüne aldı: "Geri
çekilin, yoksa ölür!" Ama bir okçu, hassas bir atışla haydudu
vurdu; çocuk kurtuldu, ağlayarak Khaalid'e koştu. "Teşekkürler,
efendim," diye fısıldadı çocuk. Khaalid başını okşadı: "Artık
özgürsün."
Savaş
doruğa ulaştı. Halwan, yaralı halde ayağa kalktı, son bir hamleyle Harun'a
saldırdı. Ama Harun daha hızlıydı; baltasını savurdu, Halwan'ın baltasını
kırdı, sonra göğsüne indirdi. "Demir Göz" söndü, Halwan yere yığıldı,
son nefesinde lanetler savurdu.
Haydutlar
dağıldı, bazıları kaçtı, ama askerler peşlerine düştü; kampın arkasındaki
geçitte bekleyen mızraklar ve oklar onları yakaladı. Mağara, zafer
çığlıklarıyla yankılandı. Ganimetler ortaya döküldü: Çalınan tahıllar,
mücevherler, köle çocuklar özgür bırakıldı. Sağdaki tuzaklı mağarayı
patlattılar, taşlar yuvarlandı, tuzaklar yok oldu.
Şafak
sökerken, Khaalid mağaranın girişinde durdu. Nil'in suları, kanı yıkıyordu. "Kral'a
zaferi müjdeleyin," dedi Harun'a. "Haydut yuvası yerle
bir edildi. Nil yeniden huzurlu akacak."
Askerler,
yaralılarını taşıyarak döndüler. Bu, leopar kralın'ın destanıydı – cesaretin,
kurnazlığın ve adaletin zaferi.
20.2. Çocukların Köylerine Teslimi
Şafak,
Nil'in sularını altın bir ışıkla boyarken, Kwakwu köyünün meydanı hareketlenmeye
başlamıştı. Haydut kampından kurtarılan iki çocuk, Khaalid ve Harun’un koruması
altında, köylerine geri dönüyordu. Çocuklar, zincirlerden kurtulmuş, ama hâlâ
korku ve umutla dolu gözlerle etraflarına bakıyorlardı. Askerler, çalınan
ganimetleri, tahıl çuvalları, doğal taş mücevherler ve dokuma kumaşlar – öküz
arabalarına yüklemiş, köyün merkezine taşımıştı.
Meydanda,
çocukların aileleri toplanmıştı. Bir anne, oğlunu görür görmez feryat ederek
koştu; diz çöküp çocuğunu kollarına aldı, gözyaşları toprağa damladı. ”Tanrıya
şükürler olsun!” diye haykırdı, çocuğunun kirli yüzünü öperek.
Diğer çocuk, küçük bir kız, babasının kollarında titriyordu; adam, kızını
göğsüne bastırırken sessizce ağlıyordu. Köylüler, sevinç ve rahatlama
çığlıklarıyla meydanı doldurdu. Khaalid, bu anı izlerken gözleri doldu; bir
zamanlar kendisi de Ayla ile birlikte haydut kampına kaçırılmak istenmişti. Eşi
Ayla'yı hatırlayınca yüreği sızladı. Daha yeni evlenmişti ama günlerdir Ayla'yı
görmüyordu. Fakat çocukların özgürlüğüne kavuşması, onun kalbinde zaferden daha
büyük bir gurur gibi yankılanıyordu.
Harun,
kalabalığa seslendi: ”Bu çocuklar artık özgür! Nil’in bereketi,
Leopar Kralın adaletiyle korundu!” Köylüler, askerlere
teşekkürlerini sunarken, bir yaşlı kadın Khaalid’e yaklaştı, eline bir dövme
bakır bilezik sıkıştırdı. ”Oğlumu kurtardın, kahraman. Tanrı seni
korusun,” dedi. Khaalid, bileziği nazikçe geri çevirdi: ”Bu
zafer hepimizin, nine. Çocuklarınız artık güvende.”
Askerler
köyü terkederken meydanın ortasında, davulcular yavaş bir ritim tutturmuştu.
Önce ağır, saygılı bir veda temposu… sonra giderek hızlanan bir
coşku. Köyün kadınları ve yaşlıları, ellerinde ekmek, bal ve sıcak süt
dolu tabaklarla Khaalid’in yolunu kesiyor, gözlerinde hem minnet hem hüzün
parlıyordu. Çocuklar, kurtarılan arkadaşlarına sarılıyor, sevinçten
ağlıyorlardı.
Ve
birden, meydanda bir ses yükseldi. Yaşlı ozan, uzun sakalını savurarak bağırdı:
Davullar gürledi, defler çaldı. Herkes hep bir ağızdan şarkıya başladı:
Kuzeyden esti rüzgâr,
Dağdan indi aslanlar.
Yol gösterdi Khaalid,
Karanlıktan ışıklar.
Khaalid geldi,
çocuklar güldü,
Gözyaşları sevinçle döküldü.
Köyler birleşti, eller kenetlendi,
Adın yazıldı, kalplere Khaalid!
Mızraklar uçtu gece,
Haydutlar düştü rezilce.
Ellerde umut meşalesi,
Kurtuluş geldi bize.
Khaalid geldi,
çocuklar güldü,
Gözyaşları sevinçle döküldü.
Köyler birleşti, eller kenetlendi,
Adın yazıldı, kalplere Khaalid!
Bir gün biz de
büyürüz,
Senin yolunda yürürüz.
Köyümüzün koruyucusu,
Hep adınla hep övünürüz.
Çocuklardan
biri, en önde duran küçük bir kız, elinde çiçek demetiyle yaklaştı. ”Gitme,” dedi
fısıltıyla, Başka bir çocuk ”daha çok çocuk kurtar.” dedi.
Khaalid hafifçe
gülümsedi, çiçekleri aldı, kızın başını okşadı.
Khaalid, devesi
Sahara Bahara'nın boynunu okşayarak sevdi. Gözleri uzak dağlara çevriliydi.
Şarkının sözleri, rüzgârla birlikte omuzlarına dokunuyor, her kelime kalbinde
yankı buluyordu.
Köydeki
bu duygusal ayrılmanın ardından, Khaalid ve Harun, kralın huzuruna çıkmak için
Kralın karakoluna geldiler. Ganimetler, karakolun hazinesine teslim edilmiş,
çocuklar ailelerine kavuşmuştu. İki asker, tozlu zırhlarıyla kralın çadırına
yürüdüler. Çadırın girişinde, mızraklı muhafızlar onları selamladı. İçeri
girdiklerinde, kral tahtında oturuyordu; başında mavi-yeşil taşlarla süslü bir
taç, elinde asası, gözleri keskin ve kararlıydı.
Khaalid
diz çöktü, Harun da onu takip etti. Khaalid, derin bir nefes aldı ve konuşmaya
başladı:
“Kralım,
emrinizi yerine getirdik. Esirleri konuşturduk; haydut kampının yerini, eski
taş ocaklarının ardındaki mağaraları öğrendik. Gece baskın yaptık, kampı yerle
bir ettik. Demir Göz Halwan ve Kara Samir öldürüldü, diğer haydutlar ya
yakalandı ya da öldürüldü. Çaldıkları malları köyümüze geri getirdik. İki köle
çocuğu kurtardık ve az önce ailelerine teslim ettik. Onlar şimdi evlerinde,
özgürce nefes alıyorlar.”
Kral,
asasını yere hafifçe vurdu; taş zeminde yankılanan ses, karakolu
doldurdu. ”Aferin, Khaalid. Aferin, Harun. Nil’in bereketini
kirleten bu yılanları ezdiğiniz için ödüllendireceğim. Ama söyleyin, esirler…
konuşanlar ne olsun?”
Khaalid
başını kaldırdı, sorguda verdiği sözü hatırladı. Haydutlara, ”Konuşursanız,
affedilmenizi kraldan isteyeceğim,” demişti. Şimdi sözünü tutma
zamanıydı. Derin bir nefes aldı ve devam etti:
“Kralım,
esirler bize her şeyi anlattı: Kampın yerini, liderlerini, sayılarını,
tuzaklarını. 3. haydut çocukları söyledi, 1. haydut tuzakları, 2. haydut
kaçacakları geçidi. Onlar olmasaydı, bu zafer bu kadar hızlı ve temiz
olmazdı. Bu esirler, yemin ederim, sadece kandırılmış köylüler. 3. haydut
ailesini yangında kaybetmiş, diğer iki haydutda yoksulluktan çaresiz kalmış
insanlar. Liderleri onları zengin olma yalanlarıyla bu yola sürükledi. Size
yalvarıyorum, kralım, onlara bir şans verin. Çalışsınlar, köylerimiz için ter
döksünler, sizin adaletinize hizmet etsinler. Onları idam etmek yerine,
hayatlarını düzeltmelerine izin verin.”
Harun,
Khaalid’in sözlerine başıyla onay verdi, ama sessiz kaldı. Kral, bir süre
düşündü; gözleri, Khaalid’in yüzünde gezindi. Sonra asasını kaldırdı ve
konuştu:
“Khaalid,
senin kalbin Nil kadar cömert, ama adalet de keskin olmalı. Bu esirler,
suçlarının bedelini ödeyecek. Ama sözünü tutacağım. İdam edilmeyecekler.
Köylerimizde, taş ocaklarında ve tarlalarda çalışacaklar. Her birinin hareketi
izlenecek. Eğer dürüstçe hizmet ederlerse, bir gün özgürlüklerini
kazanabilirler. Ama bir daha suç işlerlerse, Nil’in suları bile onları
kurtaramaz.”
Khaalid,
rahat bir nefes aldı. ”Teşekkür ederim, kralım. Adaletiniz ne kadar
yüce.” Harun, hafif bir gülümsemeyle Khaalid’e baktı.
Leopar
Kral Kwakwu, tahtından kalktı ve askerlere yaklaştı. ”Şimdi
ganimetlerden payını alıp ailelerinize gidin, yeni görev çıkana kadar dinlenin,
kahramanlıklarınızı köyünüzde anlatın. Zaferiniz, destan olacak. Nil’in huzuru
sizin ellerinizde korundu.” Karakolun kapıları açıldı, güneş ışığı
içeri doldu. Khaalid ve Harun, kralın huzurundan çıkarken, uzaklarda hurma
ağaçlarının arkasından izleyen leopar onların zaferini selamlıyordu.
...
20.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara,
Nil-7 ile kurduğu zihin bağlantısını kesti.
Sahara
yanında oturan robot leopara merakla sordu:
“Kral
niye esirleri affetti? Khaalid niye onları kurtarmak istedi?”
Nil-7
başını hafifçe eğdi, Sahara’nın merakını tartarak:
“Kral,
adaletin sadece ceza değil, aynı zamanda merhamet olduğunu biliyordu. Çoğu,
çaresizlikten haydut olmuştu. Ailelerini kaybetmiş, kandırılmış köylülerdi.
Khaalid, doğru söyleyerek onların güvenini kazanmıştı; şimdi de sözünü tuttu,
çünkü dürüst bir liderdi. Onlara tarlalarda çalışma şansı verdi, böylece
suçlarını telafi edebilsinler. Adalet, bir terazidir: Bir yanda ceza, diğer
yanda umut.”
Sahara
başını salladı, ama kaşları hâlâ çatık:
“Peki,
ya çocuklar? Onlar niye haydutlarla birlikteydi? Aileleri onları niye koruyamadı?”
Nil-77,
bir an durdu, sanki eski bir anıyı tarıyordu:
“O
zamanlar, Nil’in kıyıları zor bir yerdi, Sahara. Haydutlar, zayıf köyleri
yağmalardı. Bazı aileler, yangınlarda ya da baskınlarda yok oldu. Bu çocuklar,
haydutların eline düştü çünkü başka kimseleri kalmamıştı. Ama Khaalid ve Harun,
onları ailelerine geri getirdi. Kahramanlar sadece düşmanı yenmez, kaybolanları
da evlerine döndürür.”
Sahara:
“Çocuklar
ve aileleri kavuşurken niye ağladılar? Mutlu değil miydiler?”
Nil-7:
“Mutluluk
gözyaşları da döker, Sahara. Çocuklar, haydutların zincirlerinden kurtulmuş,
ama korkuları hâlâ içlerindeydi. Ailelerini görünce, hem sevinçten hem de
yaşadıkları zor günlerin ağırlığından ağladılar. Annelerinin kolları, onları
yeniden güvende hissettirdi.”
Sahara:
“Peki,
ya çocukların ailesi olmasaydı? Onlara kim bakardı? Onların bizim gibi robot
leoparları, otomutfakları ve otodoktorları yok ki.”
Nil-7:
“Sahara,
Nil’in köyleri ve köylerdeki aileler birbirine kenetlenir. Ailesiz çocuklar,
köyün çocukları olur. Yaşlılar ve komşular onlara kucak açar, yemeklerini
paylaşır, hikâyeler anlatır – tıpkı benim gibi! Kral ve Khaalid, eminim, o
çocuklara bir yuva bulurdu.”
Sahara:
“O
yaşlı nine niye Khaalid’e bilezik verdi? Khaalid niye almadı?”
Nil-7:
“O nine, Khaalid’e
minnettarlığını göstermek istedi, Sahara. O bilezik, onun en değerli varlığıydı
belki. Ama Khaalid, zaferin hediye için değil, köyün huzuru için olduğunu
biliyordu. Reddetti, çünkü kalbi zaten doluydu. Çocukların gülümsemesi ona
yetti.”
Sahara günlük
rutinini yapmak için odadan ayrıldı. Çıkarken odanın ışıklar
kısıldı.
20.5. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
3 — Yüzeye Çarpış ve Uyanış
Zephyra
şehri, Venüs’ün yoğun atmosferinde ağır ağır süzülüyordu. Şehrin hidrojen
balonlarından birkaç tanesi patlamıştı; İlk balon patladığında şehir 47
km’ye düştü. İkinci balonla birlikte hız 30 m/s’ye ulaştı… Üçüncü balonun
patlaması sarsıcıydı. Bu, kaldırma kuvvetini önemli ölçüde azaltmış ve
terminal hızı yaklaşık 30 m/s’ye (yaklaşık 100 km/saat) yükseltmişti.
Kalan
balonlar, modülün daha hızlı düşmesini engelleyemiyordu. Şehir, sanki devasa
bir kaya gibi, kızgın Venüs yüzeyine doğru inerken içeridekilerin kalpleri
hızla çarpıyordu.
Bir
anda, güçlü bir darbe ile yere çarptılar. Zırhlı sığınak modülünün yapısı,
yüksek darbe emilimi sayesinde birçok canı kurtardı ama içindekilerden bazıları
o şiddetli sarsıntı yüzünden bayıldı.
Sahara'nın
annesi Nalan gözlerini açtıklarında, kulaklarında keskin alarmlar çalıyordu.
Hayatta kalanlar birbirlerine destek olmaya çalışırken, Nalan panik içinde
ekranlara bakıyordu Son hatırladığı şey, Okan’ın ‘tutun!’ diye
bağırmasıydı:
"Hasar
raporu kritik. Soğutma sistemleri çalışıyor ama karbonfiber üretim makinesi
ağır hasar aldı."
Sahara'nın
babası Okan, baygınların yanına koşarak nefeslenmelerini sağlamaya
çalıştı.
"Herkesin
hayatta olması mucize. Ama zamanımız çok az."
Sığınak
modülünün dış yüzeyi hala Venüs’ün yakıcı sıcaklığı ve yoğun basıncına
direniyordu. İçeride kalan su ve enerji kaynakları ise hızla tükeniyordu.
Hayatta
kalmak için zamana karşı ölümcül bir yarış başlamıştı.
Bölüm 21 – Köyüne
Dönüş (M.Ö. 4972)
Batıdaki
kızıl ufuk, Nil Nehri'nin sularına adeta kan rengi bir yakut gibi yansıyordu.
Güneş, Nil'in üzerinde turuncu ve mor renklere boyanmıştır. Köy meydanı, her
zamankinden daha kalabalıktır. Köylüler, her an gelecek bir haberi bekler gibi
toplanmıştır. Çocuklar sabırsızlıkla etrafta koşuştururken, yaşlılar sessizce
oturmaktadır. Ayla, çadırının önünde durmuş, ufka doğru endişeli bir bekleyiş
içindedir. Rüzgar, saçlarını yavaşça savurur.
Ayla'nın
gözleri, ufkun sisli perdesini delmeye çalışıyordu. Nil'in hafif esintisinde
dalgalanan saçlarıyla bir heykel gibi duruyor, gözlerindeki özlem nehirde
parlayan yıldızlar gibi ışıldıyordu. Belki kaç yüz defadır kendi kendine
mırıldanıyordu :
"Nerede
kaldın Khaalid?"
Bir
çocuk koşarak gelir, heyecanla bağırır:
"Geliyor!
Khaalid geliyor!"
Ufukta
beliren toz bulutu, bir orduya işaret ediyordu. Ancak bu, savaşın değil,
zaferin tozuydu. Bulutun içinden, yorgun ama mağrur onbir savaşçı bineklerinin
üzerinde belirir. Atlar, çölün yorgunluğunu omuzlarında taşıyordu.
Uzakta,
savaşçılar arasında en önde bir siluet belirir. Bu, Khaalid'dir. Khaalid'in
duruşu, bir kralın gururunu yansıtıyordu. Devesi yorgun, Khaalid'in üzerinde
savaşın ve yolculuğun izleri vardır.
Köylüler
bir anda hareketlenir. Fısıldaşmalar sevinç çığlıklarına dönüşür:
"Khaalid
geliyor! Şefimiz geliyor, Koruyucumuz, Kahramanımız!"
Bir
ozan elindeki enstrümanı çalmaya başlar. Şarkısı, Khaalid'in adını ve kahramanlıklarını
anlatır:
"Gölün sesiyle
doğmuştu,
Kum fısıldar adını
rüzgâra,
Khaalid der,
yankılanır taşlarda...
O yürürken ay ışığı
bile çekilir kenara...
Nil'in en güçlü
leoparı gibi,
Haydutların korkulu
rüyası...
Bir pençe izi gibi
bir bakışı yeter,
Karanlık bile diz
çöker ardından."
Ayla'nın
kalbi hızla çarpar, gözleri dolar. Ozanın şarkısıyla gururlanır.
Köye
girince Khaalid ve arkasında on askerle birlikte aynı anda bineklerinden
inerken, kumlar onların ağırlığı altında titrer. Devenin sevimli dudaklarından
çıkardığı ses köyün taş duvarlarında yankılanır. Hepsinin yüzünde yorgun ama
huzurlu bir gülümseme vardır. Köylüler, Khaalid'in etrafını bir fırtınanın
savurduğu yapraklar gibi sarar, fakat onun gözleri Ayla'yı arar. Gençler onu
havaya kaldırırlar, omuzlarında taşımaya başlarlar.
Şarkılar
daha yüksek sesle söylenir. Köyün genç kızları boynuna çiçeklerden yapılmış
kolyeler takar. Bir kadın koşarak Khaalid'e sarılır. Oğlum, Khaalid! Hoşgeldin!
Annesinde kavuşmanın sevinci vardır. Khaalid gülümserek bakar.
Ayla
kalabalığın arasından sıyrılır. Yavaşça Khaalid'e yaklaşır. Konuşamaz, sadece
gözlerinde özlem ve sevgi vardır. O an Khaalid kalabalığın içinden sadece
Ayla'yı görür. Ona doğru yürür. Khaalid Ayla'ya yaklaştığında, köyün tüm
gürültüsü ikisi için sanki bir anda sessizliğe döner. Fısıldar, sesi çöl
rüzgarı kadar yumuşaktır.:
"Geri
döndüm, Ayla..."
Ayla
elini Khaalid'in yanağına koyar. Parmakları savaştan nasırlaşmış derisinde
dolaşır.:
"Sana
bir şey olacak diye çok korktum. Bir daha gitmeyeceksin, değil mi?"
Khaalid
Ayla'ya sarılır, kolları onun etrafında bir kale gibi kenetlenir, başını omzuna
yaslar:
"Artık
güvendesin. Artık hepimiz güvendeyiz."
Diğer
on savaşçının, anneleri, babaları ve kardeşleri sevdiklerine doğru koşar. Bir
anne, oğlunun yüzünü ellerinin arasına alır, yorgun yanaklarını öper. Bir baba,
sırtını sıvazlar, gözlerinde yaşlarla "Artık büyüdün,
aslanım" diye fısıldar. Genç savaşçılar, ailelerinin
kollarına sığınır.
On
at sırtlarında haydutlardan ele geçirdikleri zengin ganimetleri ve
kralın hediyelerini taşıyordu. Parlak taşlarla bezeli, işlemeli deri zırhlar,
yontulmuş kılıçlar, bol miktarda gümüş ve altından yapılmış süs eşyaları göz
kamaştırıyordu.
Genç
savaşçılar, ganimetleri köy meydanının ortasına sererler. Khaalid,
elindeki kraliyet mührü taşıyan bir sandığı açar. İçinde Kral
Kwakwu'nun hediyeleri olan, ince işlemeli kumaşlar, parlak boncuklar ve bol
miktarda yiyecek vardır.
Khaalid
sandıktan bir miktar tahıl alır, köyün yaşlılarından birine uzatır. Bu
ganimetler, sadece bizim değil, hepimizin. Sizin dualarınız ve desteğiniz
sayesinde kazandık.
Gençler,
kendi paylarına düşenleri ailelerine ve komşularına dağıtır. Bir genç, babasına
yepyeni bir mızrak verirken, bir diğeri annesine parlak bir kumaş hediye eder.
Köylüler, bu cömertlik karşısında duygulanır, Khaalid ve gençleri bir kez daha
alkışlarlar.
Ay,
Nil'in üzerinde parlayan bir inci gibi yükselirken, Khaalid ve Ayla el ele
tutuşmuş, sevinç çığlıkları ve coşkulu şarkılar arasında durur.
Khaalid
Ayla'ya döner, eliyle omzunu tutar:
"Gidelim..."
Ayla
başını usulca sallar, gözleri hala nemlidir:
"Çok
yorgunsun."
Khaalid,
Ayla'nın elini tutar. Kalabalığın arasından, artık kendilerine ait olan çadıra
doğru ilerlerler. Köyün neşeli gürültüsü, adımlarından geride kalır.
21.1. KHAALID'İN ÇADIRI - GECE
Çadırın
içi, yakılan küçük bir ateşin loş ışığıyla aydınlanmıştır. Duvarlara asılan
işlemeli kilimler ve hayvan derileri, sıcak bir yuva hissi verir. Khaalid ve
Ayla, çadırın ortasındaki mindere otururlar. Khaalid, yarasını saran bezi
gevşetir.
Ayla Yarasına
dokunur, endişeyle fısıldar:
"Yaran
hala iyileşmedi... Acıdı mı?"
Khaalid,
Ayla'nın elini tutar, alnına bir öpücük kondurur.
"Seni
gördüğüm an, tüm acılarım bitti. Asıl yaram, senden ayrı kalmakmış."
Ayla,
Khaalid'in yorgun yüzüne bakar, parmakları sakalında gezinir:
"Her
gece, gökyüzündeki en parlak yıldıza bakıp senin sağ salim dönmen için dua
ettim. Seni o kadar özledim ki... Bazen, bu köyde tek başıma kaldığımı
sandım."
Khaalid,
elini Ayla'nın yanağına koyar:
"Asla
yalnız değildin. Seni her düşündüğümde, Nil'in serin sularını hissediyordum.
Senin varlığın, en zor anlarımda bana güç verdi. Çocukları kurtarmak için
haydutlarla dövüşürken, her darbeyi senin için savurdum."
Ayla'nın
gözleri tekrar dolar. Başını Khaalid'in göğsüne yaslar:
"Biliyorum...
Ozanın şarkılarını duydum. Biliyorum, artık sadece benim kocam değil, bir
kahramansın. Ama benim için her zaman, kalbi kocaman olan o genç Khaalid
olacaksın."
Khaalid
Ayla'yı kollarının arasına alır. Birlikte yorgunluklarını ve özlemlerini
paylaştıklarında, tüm dünya sessizleşir:
"Benim
için de sen... Hayallerimi süsleyen, beni bekleyen güzel eşimsin."
Ayla
başını kaldırır, gözleri Khaalid'in gözlerinde kaybolur:
"Bundan
sonra, hiçbir fırtına bizi ayıramayacak, değil mi?"
Khaalid,
Ayla'nın saçlarını okşar:
"Söz
veriyorum... Bundan sonra hep yanımda olacaksın."
Bu,
sadece bir dönüş değil, aynı zamanda yeni bir dönemin
başlangıcıydı. Khaalid, artık sadece bir savaşçı değil, halkının efsanevi
koruyucusu, Ayla'nın ise sığınağıydı.
...
21.2. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Ayla
niye Khaalid’e ‘Bir daha gitme’ dedi? Khaalid yine gidecek mi?”
Nil-7:
“Ayla,
Khaalid’i özlemişti, Sahara. Onun savaşta kaybolacağından korktu, çünkü Nil’in
kıyıları tehlikeliydi. Khaalid, ‘Hep yanındayım,’ dedi, ama kahramanlar bazen
köyü korumak için gitmek zorundadır. Ama merak etme, Khaalid her zaman geri
döner, çünkü Ayla onun yıldızı!”
Sahara:
“Khaalid
niye ganimetleri köylülere verdi? Kendine bir şeyler alsa olmaz mıydı?”
Nil-7:
“Khaalid’in
kalbi, Nil kadar genişti, Sahara. Ganimetleri köylülere verdi, çünkü köyün gücü
hepimizin gücüdür. O, parlak taşlardan çok, köylülerin gülümsemesini istedi.
Ama belki Ayla için bir boncuk saklamıştır, kim bilir?”
Sahara:
“Kraliyet
mührü neydi? Sihirli bir şey miydi? Mühür Khaalid’i kral mı yaptı?”
Nil-7:
“Haha,
Sahara, mühür sihirli değildi, ama kralın gücünü taşıyordu! Taştan yapılmış,
üzerine kralın işareti oyulmuş bir amblemdi. Khaalid onu gösterdiğinde, herkes
hediyelerin kraldan geldiğini anladı. Sanki kralın sesi, o taşta konuşuyordu!
Mühür, Khaalid’i kral yapmaz, ama kralın ona ne kadar güvendiğini gösterir. O
taş, Khaalid’in köyü koruduğunu ve kralın dostu olduğunu söylüyordu. Belki bir
gün, o güven Khaalid’i daha büyük yerlere taşıyacak!”
Sahara:
“Ayla
niye Khaalid’in yarasından korktu? Khaalid ölebilir miydi?”
Nil-7:
“Ayla,
Khaalid’i çok sevdiği için korktu, Sahara. Yara, haydutlarla savaşırken
alınmıştı. Derin, ama Khaalid güçlüydü. Ölmek mi? Belki bir an tehlikede oldu,
ama Nil’in ruhu onu korudu. Ayla’nın sevgisi, en iyi ilaçtı!”
Sahara:
“Khaalid,
Ayla’ya niye ‘Asla yalnız değildin’ dedi? Ayla gerçekten yalnız değil miydi?”
Nil-7:
“Ayla,
Khaalid savaşta diye kendini yalnız hissetti, Sahara. Ama Khaalid, ‘Asla yalnız
değildin,’ dedi, çünkü Ayla’yı her an düşündü. Onun hayali, Khaalid’e güç
verdi. Köylüler de Ayla’yı yalnız bırakmadı. Komşular, ozanlar, hepsi
onunlaydı.”
Sahara:
“Khaalid
ve Ayla çok tatlı! Yarın devamını anlat, tamam mı? Ama içinde senin gibi bir
leopar olsun!”
Nil-7:
“Söz,
küçük bilge. Yarın, bir leopar kahraman olacak!”
Gözlerini kapadı.
Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı.
21.3. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
4 — Tamir ve Umut
Sığınak
modülünün içindeki soğutma sistemleri hâlâ çalışıyordu, ama zamanla mücadele
giderek zorlaşıyordu. Karbonfiber üretim makinesi ağır hasar almıştı ve
onarılması gerekiyordu. Eğer onarılmazsa, şehir için yeni balon yapmak imkânsız
olacaktı.
Nalan
ve Okan, hasarlı makinenin başına geçti. Ellerinde sınırlı yedek parçalar, teknik
el kitapları ve soğukkanlılık vardı.
"Bu
makineyi çalıştırmak için karbon nanotüplerin kristal yapısını tekrar
oluşturmalıyız, dedi Nalan, gözleri ekrana kilitlenmiş."
Okan
ekledi:
"Her
saniye çok değerli. Dışarıdaki sıcaklık ve basınç bizi beklemiyor."
İkili,
çalışmaya başladı. Hata tespiti, lazerle hassas kaynaklar ve nano-yapı
onarımlarıyla dolu zorlu bir süreçti. Modülün diğer sakinleri sessizce
bekliyordu; umutları onların başarısına bağlıydı.
Nihayet,
makine kısmen toparlandı. Karbonfiber üretimi sınırlı da olsa başladı.
"Yeterince
materyalimiz var, dedi Okan, şimdi balon inşasına geçebiliriz."
Balonlar,
hidrojenle doldurulacak ve sığınağın yükselmesini sağlayacaktı. Çünkü Venüs
yüzeyinde kalmak, ölümü beklemek anlamına geliyordu.
Çalışmalar
gece gündüz sürdü. İlk balon tamamlandığında, herkes nefesini tuttu. Balon
yavaşça şişiyor, modülün ağırlığını hafifletiyordu.
Bir
umut ışığı doğuyordu.
Bölüm 22 –
SUİKAST (M.Ö. 4971)
Gece,
Nil'in kenarındaki ormanın derinliklerinden gelen uğultularla doluydu. Khaalid,
her zamanki gibi derin bir uykuya dalamıyordu. Savaşın ardından gelen sükûnet,
onun zihnine huzur vermiyordu. Bir his, ruhunun derinliklerinden gelen bir
uyarı, onu uyanık tutuyordu. Gözlerini kapattığında bile, yaklaşan bir
fırtınanın gölgesi zihnine düşüyordu. Ateşin közleri titrek ışıklar saçarken,
ağaçların gölgeleri uzun parmaklar gibi yere uzanıyordu.
Tam
o sırada, karanlığın içinden aniden iki kehribar göz belirdi. Gözlerin sahibi,
bir gölge gibi sessizce duran leopardı. Khaalid korkuyla ürperdi ama hayvan
saldırmıyor, sadece ona bakıyordu. Garip bir şekilde, geri çekilip birkaç adım
atınca, leopar da hareket etti. Sanki onu bir yere götürmek istiyordu. Gözleri,
konuşmadan "Gel" diyordu. Khaalid, kemerindeki baltayı
yokladı, adımlarını sessizce attı ve merakla leoparın peşinden gitti..
Leopar,
su gibi süzülerek ilerliyordu. Ay ışığı, onun sırtındaki benekleri gümüş
rengine boyuyordu. Khaalid, genç bir avcı gibi, her bir dala basışında bile
toprağın sesini dinliyordu. Ormanın içinden nehre giden, ayak izleriyle
belirginleşmiş patikaya ulaştılar.
Nehir
kıyısına yaklaştıklarında, alçak sesler duydu. Suyun kenarında iki adam,
hafifçe eğilmiş bir şekilde konuşuyordu. Hemen yere çöktü ve çalıların arasına
gizlendi. İki adam, suyun kenarında fısıldaşıyordu. Tanıdık yüzlerdi. Bu iki
haydut, Khaalid'in tavsiyesiyle idam edilmek yerine, köylerde tarlalarda ağır
işlerde çalıştırılmakla cezalandırılmıştı.
Leopar,
Khaalid'in hemen yanında, bir kaya gibi hareketsiz bekliyordu.
"Biliyor
musun... Bu işin bir anlamı yok," diye
fısıldıyordu adamların ilki. Sesi pişmanlık doluydu. "Kral bize
bir şans verdi. İdam sehpasından indirdi."
Diğeri,
gözleri öfkeyle parlayan bir adamdı. "Ama kampın yerini biz söyledik.
Arkadaşlarımız öldü. Liderimiz... bizim yüzümüzden. Bu, onurumuza ihanet değil
mi?"
"Onur
mu?" diye alaycı bir şekilde güldü ilk adam. "Onur
ölmüşken, biz hâlâ nefes alıyoruz. O şansı boşuna mı verdiler? Biz yeniden
insan olabiliriz. Kendi hayatımızı kazanabiliriz."
"Ya
hayatta kalanlar?" diye sordu ikincisi, sesi
titriyordu. "Onlar bizi bulursa? Ailelerimiz..."
"O
zaman saklanırız, kaçarız... Ama kralı öldürmek çözüm değil. Sadece daha fazla
kan. Ben bitirdim bu işi. Ne olursa olsun eski günlere dönmeyeceğim."
İkinci
adam, derin bir nefes aldı. "Haklısın... Bundan sonra temiz bir
hayat. Nehirden balık tutmak, toprak sürmek. Belki çocuklarımız olur..."
Tam
bu sırada, Khaalid'in saklandığı çalılıklardan ayağının altından hafif bir
çıtırtı sesi geldi. İki haydut irkildi. Gözleri o yöne doğru döndü.
"Ne
oldu?" diye sordu ilki, sopasına uzanarak.
"Bir
şey yok, sadece bir kuştur," diye geçiştirdi
diğeri.
İki
adam da durumu önemsemedi ve konuşmalarına devam etti.
"Haydut
kampından kurtulanlar, içeriden biri onlara haber sızdırıyor. Ne zaman, nerede
olacağını biliyorlar," diye devam etti ikincisi. "Zehirli
bir ok ile tek atışla kralı indirmeyi planlıyorlar."
"Bu
kez kimse kurtaramayacak, demişler. Çünkü içeridekiler onlara güveniyor."
Khaalid,
artık durumu tam olarak anlamıştı. Çalılıkların arasından sessizce çıktı.
Leoparın gözleri arkasında parlıyordu. Adamlar birden onu görünce irkildi.
Khaalid,
bir hayalet gibi, alçak bir sesle konuştu: "Sizi parçalayıp
nehirdeki timsahlara atmamak için bana hemen konuşacaksınız."
İlk
haydut, ellerini kaldırarak "Biz yapmayacağız! Vazgeçtik! Temiz
bir hayat istiyoruz..." diye yalvardı.
Khaalid,
onu sertçe kesti: "Beni ilgilendirmez. Şimdi o planı kim
yapıyor, nasıl yapıyor... Her şeyi söyleyeceksiniz."
İkinci
haydut, ter içinde titreyerek "Haydut kampından kurtulanlar
var. İçeriden biri onlara haber sızdırıyor. Ne zaman, nerede olacağını
biliyorlar. Biz sadece... sustuk," diye itiraf etti.
Khaalid,
bir adım daha yaklaştı. Yüzünde hiçbir duygu yoktu ama gözleri bir avcı
gibiydi. Sesi, haydutların korkusunu katladı:
"İçerideki
kim? Adını söyleyin. Kim Kral Kwakwu'ya ihanet ediyor? Sarayda bu
bilgiye kim sahip olabilir? Konuşun!"
İlk
haydut, başını olumsuz anlamda salladı: "Bilmiyoruz! Yemin
ederiz bilmiyoruz. Onlar bize sadece 'İçeriden birimiz var' dediler. Hiçbir
zaman isim söylemediler."
Khaalid'in
bakışları, bir an için haydutun yalan söylemediğini anladı. Ancak bu yetmezdi.
"Öyleyse
bana o haberi getiren kişinin nerede olduğunu, nasıl göründüğünü anlatın. En ufak
bir ipucu, en ufak bir detay bile söyleyin! Yoksa o timsahlar, sizinle
beslenmek için bekliyor olacak."
İki
haydut, korkuyla birbirlerine baktılar. Birbirlerinin gözlerinde, kaderlerinin
Khaalid'in elinde olduğunu görüyorlardı. Biri yutkundu ve konuşmaya
başladı: "Bir haberci... Bize sadece bir haberci geldi. Yüzünü
görmedik. Kendini gizliyordu. Ama sırtında... sırtında yara izleri vardı.
Haydutların işkence izleriydi. Belli ki onlardan biriydi."
Khaalid,
bu detayı zihnine kazıdı. Sarayda, geçmişte haydutluk yapmış, işkence görmüş ve
şimdi intikam peşinde olan bir hain vardı. Bu bilgi, haydutların itiraf etmesi
gereken her şeydi.
Khaalid
bir adım geri çekildi. "Gördüğünüz gibi, gözüm her an
üzerinizde. En ufak bir hata... timsahlar. Anlaşıldı mı?"
Haydutlar,
tek bir ağızdan "Anlaşıldı..." diye cevap
verdiler.
Khaalid,
bu haydutların gözlerinin içine bakarak onlara şunu açıkça anlattı: "Affedilmiş
olmak, özgür olduğunuz anlamına gelmez. Bir yanlış adımınız, son adımınız
olur."
Khaalid,
Nil kıyısındaki o duyduklarından sonra hemen devesine atlayıp saraya doğru dört
nala sürdü. beyninde yankılanan haydut fısıltıları, zehirli ok ve dehşet verici
hayallerle doluydu. Sarayın geniş taş koridorları, meşalelerin titrek ışığında
bir labirent gibi uzanıyordu. Her şey sakin ve asil görünüyordu ancak
Khaalid’in içgüdüleri, bu sükûnetin ardında gizlenmiş bir fırtınanın olduğunu
fısıldıyordu. Her köşe başında, her meşale ışığının gölgesinde krala yönelmiş
bir tehlike hissediyordu.
Kral
Kwakwu'nun huzuruna çıktığında, salonun görkemi karşısında bile dik duruşunu
bozmadı. Gözleri kralın gözlerindeydi.
Khaalid
(Sesi kararlı, ama alçak ve saygılı):
"Yüce
hükümdar... Geceleyin leoparı takip ettim. Beni Nil kıyısına götürdü. Orada iki
eski haydut konuşurken gizlenip dinledim ve onları yakalayıp sorguya çektim.
Haydut kampı baskınından kurtulanlar tarafından size suikast planlandığını
öğrendim. İçinizde bir hain var. Ava çıkacağınız zamanı yalnızca içeriden biri
bilebilirdi. Bu gece onu bulmam gerekiyor."
Kral,
tahtında hafifçe öne eğildi. Gözleri, Khaalid’in yüzünde en ufak bir tereddüt
ya da şüphe izi arıyordu. Fakat Khaalid'in gözlerinde, sadece gerçeğin
yansıması vardı.
Kral
Kwakwu (Sesi tok ve sorgulayıcı):
"İçeride
hain olduğuna kanıtın var mı, Khaalid? Sadece haydutların sözlerine güvenerek
bir adamımı suçlayamam."
Khaalid
(Başını kaldırmadan, omuzlarındaki ağırlığı taşıyarak):
"Henüz
değil. Ama bulacağım."
Kral
Kwakwu, Khaalid'in bu sözleri üzerine derin bir nefes aldı. Bu mantık, sadece
bir savaşçının değil, aynı zamanda empati yeteneği gelişmiş bir liderin
yaklaşımıydı. Kral, başıyla onayladı.
Kral
Kwakwu (Sesi bir emirdi):
"O
hâlde bu gece, sarayın gölgeleri senin olsun, Khaalid. Bana haini getir."
O
gece, Khaalid'in yurdu olan Nil'in suları ve çölün kumları yerine sarayın soğuk
taşları onun avlanma alanıydı. Khaalid, avluyu, muhafızların nöbet noktalarını
sessizce dolaştı. Adımları, taş zeminde hiçbir iz bırakmıyor, kulakları en ufak
bir fısıltıyı, en ufak bir tıkırtıyı bile yakalamak için tetikteydi. Gölgeler
onun pelerinin bir parçasıydı, onu görünmez kılan bir zırh gibiydi.
Ateşin
uzağında, iki muhafızın gölgesini gördü. Birbirlerine dönmüş, alçak sesle
konuşuyorlardı. Khaalid, bir kaya gibi hareketsiz kalarak kulak kesildi.
İki muhafızın da konuşmaya katıldığını ve suça ortak olduğunu hemen anladı.
Birinci
Muhafız (tiz bir fısıltıyla):
"Eğer
çocuklarımıza zarar gelirse..."
İkinci
Muhafız (korkuyla ama kararlı bir şekilde):
"Tamam...
Sadece zamanını söyledim. Geri kalanını bilmeyecekler. Onlar da çocuklarıma
dokunmayacaklar."
İki
muhafızın da konuşmaya katıldığını ve suça ortak olduğunu anladı. İlk muhafızın
korkuyla ailesinden bahsetmesi, diğerinin ise soğukkanlılıkla "sadece
zamanını söyledim" demesi, Khaalid'e aradığı lider-itaatçi
ikilisini vermişti. Bu, onun aradığı sesti. Artık harekete geçme zamanıydı.
Khaalid,
bir avcı gibi sessizce geri çekildi. Leopar, bir gölge gibi onun yanındaydı.
Khaalid, gece boyu onları izlemek yerine, haydutları konuşturacak bir plan
yaptı.
Khaalid,
sarayın muhafız birliklerinin komutanına gitti ve durumu anlattı. Komutan,
şaşkınlıkla Khaalid'i dinledikten sonra, onun planını onaydı.
İki
muhafız, sarayın muhafız birliklerinin gözetiminde sorgu odasına
getirilmiş, içeride bekliyorlardı. Khaalid, yanındaki iki muhafızla
birlikte, casus muhafızların tutulduğu hücreye yaklaştı. Zindanların nemli
ve soğuk havası, Khaalid'in yüzüne vurdu. Meşalelerin ışığı,
demir parmaklıklarda ürkütücü gölgeler oluşturdu. Oda, sadece bir tahta
kütük masa ve taş sandalye ile basittir. Khaalid, karşısındaki sazdan yapılmış
sedire oturdu, gözleri bir kartal gibi iki haydutun üzerinde dikildi.
Khaalid
(Sesi sert ve tehditkardır.):
"Ölmek
istemiyorsanız, bana her şeyi anlatacaksınız. Kiminle irtibat içindesiniz?
Haydutların nerede saklandığını ve ailenizin nerede tutulduğunu biliyorum. Bu
yalan söylenmesi gereken bir an değil."
İlk
muhafız, korkudan titrer. Diğeri ise sessizdir.
Khaalid
(Soğukkanlılıkla, diğer muhafıza döner.)
Çocukların
için endişeleniyorsun, değil mi? Söyle bana, onları haydutların elinde
bırakmakıp ölmek mi istersin, yoksa onları kurtarmak için bize yardım etmek mi?
Onların yeri hakkında bir bilginiz var mı?
İkinci
muhafız, hala sessizdir, ancak yüzündeki ter damlaları endişesini ele verir.
Khaalid
(Birinci muhafıza döner.):
"Konuş!
O bilgiyi kime verdin? Haydut kampından kurtulanlar, seni nasıl buldu? Bilgiyi
nerede verdin?"
Birinci
Muhafız (Gözleri yaşlı bir şekilde.):
"Bir
haberci... Bize geldi... Bizi tehdit etti. Ailemizi öldürmekle tehdit etti.
Bilgiyi, ormanın derinliklerindeki bir taşın altına koyduk. Sadece zamanını
söyledim... Kiminle irtibat halinde olduklarını bilmiyorduk..."
Khaalid
(İkinci muhafıza dönerek, sesi bir kılıcın çelikten sesi kadar keskindi.):
"Sen?
Çocuklarının nerede olduğunu biliyor musun?"
İkinci
Muhafız (Sessiz kalır, başını eğer.)
Khaalid
(ayağa kalkar, masaya sert bir şekilde vurur.):
"Bu
kadar... Sadece bu kadar mı? Bir asker olarak ihanet ettin!"
Khaalid'in
Yöntemi Khaalid, zekasını kullanarak iki muhafızı da birbirine düşürmeyi
planlar:
"Sizden
biri yalan söylüyor. Söyleyin hanginiz. Yoksa ikinizi de aynı cezaya
çarptıracağım."
der.
Bu taktik sözle, iki muhafız da birbirini suçlamaya başlar.
Birinci
Muhafız:
"O
liderdi! O... O bana ailemi tehdit ettiklerini söyledi."
İkinci
Muhafız:
"Hayır!
O yalan söylüyor! Kendini kurtarmak için bana iftira atıyor!"
Khaalid,
ikisinin de suçlu olduğunu bilir. Amacı, sadece bilgi almak değil, aynı zamanda
aralarındaki bağı kırıp onları zayıflatmaktır.
Ertesi
sabah, Khaalid tekrar kralın huzuruna çıktı. Sarayın büyük salonuna adım
attığında, arkasındaki ağır kapılar kapandı. Yanında iki muhafız, ortalarında
zincire vurulmuş iki adam vardı. Casus muhafızların yüzü, işlediği suçtan korku
ve utançla buruşmuştu.
Khaalid (Sesinde
bir savaşçının kararlılığı vardı):
"Efendimiz,
işte içerideki casuslar. Suçlarını itiraf ettiler. Ava gideceğiniz zamanı
haydutlara o söylediler."
Kral
Kwakwu'nun kaşları çatıldı. Salon, bıçakla kesilmiş gibi bir sessizliğe
gömüldü. Suçlanan muhafızlar, gözleri yaşlı, dizlerinin üzerine çöktüler.
Muhafız
(Titrek bir sesle):
"Onlar
benim oğlumu, eşimi kaçırdılar, ellerindeler. Haber verirsen ölmüş bil dediler.
Ne yapsaydım? Onları öldürmelerine izin mi verseydim?"
Kral
uzun bir süre konuşmadı. Khaalid'in söyledikleri doğruydu. O, bir babaydı. Ama
bu, ihanetini değiştirmiyordu. Kralın yüzünde, krallık görevinin getirdiği ağır
sorumlulukla, insanlık vicdanının çatışması belirginleşti.
Kral
Kwakwu (Ağır bir sesle):
"Bir
baba olarak seni anlıyorum. Ama bir kral olarak seni affedemem."
Yine
de ölüm emri vermedi. Khaalid'in ona getirdiği yeni bakış açısıyla, sadece bir
ihanet değil, aynı zamanda bir trajedinin de söz konusu olduğunu anlamıştı.
İhaneti affetmedi. Muhafız görevden alındı. Zindana atılacaklardı ve aileleri
bulunup kurtarılacaktı.
Ve
o günden sonra kral, güvenliği iki katına çıkardı. Sarayın koridorlarında artık
gölgeler bile daha temkinliydi.
Kral
Kwakwu: "Yarın ava çıkmıyoruz öyleyse."
Khaalid
(düşünceli bir şekilde krala dönerek): "Tam aksine. Yarın,
sadece bir kral ile değil, onbir kral ile ava çıkacağız.
Muhafızlardan
biri, şaşkınlıkla sordu: "Ama nasıl yapacağız bunu? Kralımızdan
sadece bir tane var."
Khaalid: "Her
bir muhaffız, Kral Kwakwu gibi giyinecek, onun gibi konuşacak ve onun gibi
davranacak."
Khaalid
gülümseyerek: "Görünüşünüz aynı olacak. Yeleleriniz aynı
uzunlukta kesilecek, kaftanlarınız birebir aynı olacak. Sizler, sadece Kral'ın
kopyaları olmayacaksınız; onun ruhunu taşıyacaksınız. En ufak bir detayı bile
atlamayacağız."
Khaalid,
planın en kritik parçasını açıkladı: "Gerçek Kral Kwakwu ise on
birinci atlı olarak aramızda olacak. Ancak en arkada, en korunaklı pozisyonda
duracak. Suikastçı için, on bir hedef arasından doğru olanı seçmek imkansız
hale gelecek. Kararsız kaldığı an, harekete geçeceğiz."
Kral
Kwakwu: "Khaalid sen tam bir dehasın. Yarın bu planı
uyguluyoruz. Hazırlıklara hemen başlayın."
Şafak
sökmeye başladığında, kampın içinde alışılmadık bir hazırlık vardı. Çadırların
etrafında toplanan Kral Kwakwu'nun on koruması, baştan aşağı kralın giysilerine
bürünmüştü. Aynı işlemeli deri zırhlar, aynı kırmızı ve altın renkli kaftanlar,
hatta tüy süslemeli miğferler bile en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü.
Onların yüzlerine bakan bir yabancı, gerçek kralın hangisi olduğunu asla ayırt
edemezdi. Khaalid, bu dehanın mimarıydı. Planın her adımını bizzat
denetlemişti. Atların yeleleri bile aynı uzunlukta kesilmiş, hepsi kralın
meşhur atı gibi süslenmişti. Ormanın derinliklerinde bekleyen suikastçılar için
bu bir kâbus olacaktı.
Av
başladı. Güneşin ilk ışıkları, ağaçların arasından süzülerek toprak yolu altın
bir şerit gibi aydınlatıyordu. Kuşlar, telaşla havalanıyor, yaprakların
arasında hafif bir rüzgar uğulduyordu. Fakat bu huzur sadece yüzeydeydi.
Gerçekte, ormanın her köşesi, gerilmiş bir yay gibi gergin gizlenmiş askerlerle
doluydu. Khaalid, atının üzerinde, taş baltası, elinin altında sessiz bir
bekleyişle duruyordu.
Suikastçı,
çalı kümesinin gölgesinin arasında pusuya yatmış, zehirli okun
soğuk ve ölümcül ucunu hedefine doğrultmuştu. Ancak önlerindeki manzara,
planını altüst etti. Onbir atlı, her biri bir kral edasıyla ilerliyordu. Bir
"kral" atının üzerinden yere atlayıp bir çiçeği kokladı. Başka
biri, koca bir kahkaha atarak geriye baktı. Bir diğeri, aniden atını
mahmuzlayarak ormanın içine doğru hızlandı. Okçunun hain bakışları sağa sola
kaydı; oku kime fırlatacağını kestiremiyordu. Bir anlık kararsızlık, tüm
düzenini bozdu. Zira kimin kral olduğunu bilemediği için, kralı öldürme misyonu
başarısız olacaktı.
Suikastçı,
çalıların gölgesinde pusuya yatmış, yayını gergin tutarken mırıldanıyordu:
“Hangi
kral? Hepsi aynı… Bu bir tuzak olmalı.”
Zehirli
okun ucu, on atlı arasında kararsızca geziniyordu; her biri kral gibi giyinmiş,
kral gibi hareket ediyordu:
“Birini
seç, aptal,” diye kendi kendine fısıldadı, ter
alnından süzülürken. Ancak ormanın sessizliğinde bir gariplik sezdi.
Yaprakların hışırtısı, rüzgârdan değil, gizlenmiş askerlerin varlığından
geliyordu. ”Buldular beni,” diye homurdandı, kalbi
göğsünde küt küt atarken. Paniğe kapılarak yayını indirdi, çalıların arasından
fırladı ve atına atladı. ”Kaçmalıyım, hemen!” diye
bağırdı kendi kendine, atını mahmuzlayarak ormanın derinliklerine daldı.
Khaalid,
suikastçının bu telaşlı kaçışını keskin gözleriyle yakaladı. Khaalid, onu
bir gölge gibi takip etti. Dudaklarında sakin bir tebessüm belirdi; planı
kusursuz işliyordu. Devesini mahmuzladı, dalların ve yaprakların arasında bir
gölge gibi ilerledi. Deve, her engelin yanından ustaca geçiyordu.
Suikastçı: ”Bu
lanet olası orman!” diye küfrederek zigzaglar çiziyor, ağaçların
arasında yavaşlıyordu. Khaalid, tam o anda devesinden sessizce atladı, taş
baltasını elinde sıkıca tutarak yaklaştı. Suikastçı, arkasını döndüğünde
Khaalid’in gölgesini gördü ve ”Hayır, hayır!” diye
haykırdı, ama çok geçti.
Khaalid,
tek bir çevik hamlede adamı yere serdi, Suikastçı yerinden hızla
kalkıp zehirli oku doğrultmaya çalışırken Khaalid üzerine
atladı. Boğuşma kısa ama şiddetliydi; toprakta yuvarlandılar, çamur ve
yapraklar etrafa savruldu. Suikastçı, son bir çabayla Khaalid'in boğazına
sarıldı. Fakat Khaalid'in gücü ve ustalığı karşısında çaresizdi. Sonunda,
Khaalid dizini adamın göğsüne bastırdı, Mızrağını boğazına dayadı. "Bitti," diye
fısıldadı Khaalid, sert bir nefesle. Ormanın sessizliği, suikastçının
boğuk hırıltısıyla bölündü.
Khaalid,
suikastçıyı yere serdikten sonra soğukkanlılıkla doğruldu, mızrağını hâlâ
elinde tutarak etrafı kolaçan etti. Ormanın derinliklerinde, gizlenmiş askerler
sessizce pozisyonlarını koruyor, her an yeni bir tehlike ihtimaline karşı
tetikte bekliyordu. Khaalid’in gözleri, suikastçının atının uzaklaşan siluetine
takıldı; hayvan, sahibinin yakalanışıyla paniğe kapılmış, ormanın içinde
kaybolmuştu. “Bir tane daha olabilir,” diye düşündü Khaalid,
içgüdüleri hâlâ alarmda. Ama şimdilik tehlike bertaraf edilmişti.
Kral
Kwakwu, on birinci atlı olarak en arkada, korumaların gölgesinde güvenli bir
şekilde duruyordu. Khaalid’in planı, suikastçıyı şaşırtmakla kalmamış, onun
kaçışını da bir tuzağa dönüştürmüştü. Khaalid, bağlı suikastçıyı yere çömelerek
inceledi. Adamın gözlerinde korku ve öfke karışımı bir ifade vardı. “Beni
nasıl buldun?” diye sordu Khaalid, sesi keskin ama sakin. Suikastçı
dişlerini sıktı, cevap vermedi. Khaalid, acele etmedi; bu adam konuşacaktı, er
ya da geç.
Kral’a
doğru ilerlerken, muhafızlar Khaalid’e saygıyla yol açtı. Kwakwu, atından
inmiş, kaftanının altın işlemeleri güneş ışığında parlıyordu. “Khaalid,”
dedi kral, sesinde hem hayranlık hem de rahatlama, “seni bir kez daha
yanıltmadım. Bu plan… akıl almazdı.” Khaalid başını hafifçe eğdi,
tevazuyla. “Yüce hükümdar, asıl mesele sizi korumaktı. Haydutlar tuzağı
kurdu, ama biz onların oyununu bozduk.”
Khaalid’in
aklı, haydutların planına takılıydı. Suikast girişimi, sadece bir adamın işi
olamazdı; bu, daha büyük bir komplonun parçasıydı. Haydutların, Kral Kwakwu’yu
av sırasında pusuya düşürmek için aylardır hazırlandığını biliyordu. Ama
Khaalid, bu bilgiyi nasıl avantaja çevireceğini çözmüştü. On bir kral taktiği,
sadece suikastçıyı şaşırtmakla kalmamış, aynı zamanda haydutların planını açığa
çıkarmıştı. “Bu adamı konuşturacağız,” dedi Khaalid, muhafızlara
işaret ederek. “Ve diğerlerini bulacağız.”
Ormanın
sessizliği, zaferin sakinliğiyle doluyordu. Khaalid, taş baltasını kemerine
yerleştirirken, gözlerini ufka dikti. “Bir sonraki hamle bizim,”
diye mırıldandı. Kral Kwakwu’nun güvenliği sağlanmış, ama Khaalid için savaş
henüz bitmemişti. Haydutların gölgeleri hâlâ ormanda saklıydı, ve Khaalid,
onların peşine düşmeye hazırdı.
Ay,
bulutların ardına saklanmış, ormanı zifiri karanlığa boğmuştu. Suikastçı,
elleri bağlı, Kral Kwakwu’nun çadırının önünde diz çökmüş, başı öne eğik
duruyordu. Yüzünde öfke, gözlerinde ise bastırılmış bir korku parlıyordu.
Khaalid, ağır adımlarla yaklaştı; taş baltası kemerinde, mızrağı elinde, gözleri
haydudun ruhunu delip geçiyordu.
Khaalid,
sert ama kontrollü bir sesle, ”Kadın ve çocukların kaçırıldığı
haydut kampının nerede olduğunu şimdi bana söyleyeceksin,” dedi. ”Yoksa
ölmek için yalvarman, hayatta kalmak için yalvarmandan daha uzun sürecek.” Suikastçı
dudaklarını sıktı, bakışlarını yere indirdi. Khaalid bir adım yaklaştı,
eğildi, boğazını mengene gibi sıktı. Fısıldar gibi, buz gibi bir tonla devam
etti: ”Bildiklerini içinde tuttuğun sürece, bu son nefesini de
içinde tutacaksın. Şimdi dışarı çıkarırsan… belki bir hayatta kalmak için
şansın olur.”
Suikastçının
direnci çatırdadı. Gözleriyle konuşacağını işaret ettiğinde Khaalid adamın
boğazını bıraktı. Öksürerek, nefesi titrek, sesi kırılgan, ”Nehrin
kuzeyinde… kayalıkların ardında,” dedi. ”İkinci kamp…
Orada rehineler var.” Kelimeler ağzından zorla dökülürken, gözleri
korkuyla doluydu. Kral Kwakwu, kaşlarını çatarak Khaalid’e döndü. ”Bu
doğru mu?” diye sordu, sesinde hem merak hem de öfke. Khaalid
başını hafifçe salladı. ”Doğru olduğunu öğreneceğiz,” dedi,
gözleri kararlılıkla parlayarak.
Kral,
çadırın içindeki muhafızlara bakarak, ”Bu görevi üstlenmek isteyen
var mı?” diye sordu. Khaalid, bir an bile tereddüt etmeden öne
çıktı. ”Ben giderim, Yüce efendimiz,” dedi. ”Sessiz
olmalı. Hızlı olmalı. Bu gece bu işi bitiriyoruz.”
Gece,
bir ölüm örtüsü gibi ormanın üzerine çökmüştü. Ay ışığı, bulutların ardında
kaybolmuş, yalnızca yıldızların soluk parıltısı yol gösteriyordu. Khaalid,
seçtiği usta on savaşçıyla birlikte, gölgeler gibi sessizce ilerliyordu. Her
biri, siyah kaftanlara bürünmüş, yüzleri kömürle karartılmış, adımları toprağa
gömülüyordu. Ormanın tek sesi, uzaktan gelen nehrin hırçın uğultusuydu.
Khaalid’in gözleri, bir atmaca gibi çevreyi tarıyor, en ufak bir kıpırtıyı bile
kaçırmıyordu.
Kamp,
kayalıkların ardında belirdi. Çadırların arasında cılız ateşler yanıyor, duman
gökyüzüne süzülüyordu. Nöbet tutan haydutlar, ellerinde mızraklarla, ateş
ışığında parlayan gözlerle devriye geziyordu. Khaalid, elini kaldırarak timini
durdurdu. Parmaklarıyla işaret verdi: iki yana dağılın, sessizce yaklaşın.
Savaşçılar, birer hayalet gibi hareket etti. İlk nöbetçi, Khaalid’in taş
baltası tanıştığında, tek bir ses çıkaramadan yere yığıldı. İkinci nöbetçi,
arkadan yaklaşan bir gölgenin elinde kayboldu; obsidyen hançer sessizce işini
gördü.
Khaalid,
çadırların arasına süzüldü. Rehineler, bir köşede iplerle bağlı, korkuyla
titriyordu. Khaalid’in kemik bıçağı, ipleri keserken bir fısıltı gibi hareket
etti. Yaşlı bir kadın, gözyaşları içinde, ”Tanrı sizi korusun…” diye
mırıldandı. Ama o an, kampın derinliklerinden bir haykırış yükseldi: ”Saldırı!” Gecenin
sessizliği, silahların çarpışmasıyla paramparça oldu.
Kısa
ama vahşi bir çatışma patlak verdi. baltalar, mızraklar karanlıkta kıvılcımlar
saçarak dans ediyordu. Khaalid, kampın lideri olduğunu anladığı iri yapılı bir
haydutu karşısına aldı. Adam, devasa baltasını savurdu; hava, ölümün ıslığıyla
doldu. Khaalid, çevik bir hareketle yana kaydı, saldırıyı boşa çıkardı. Bir
anlık açıkta, dizini haydudun karnına gömdü, bileğini kavrayarak baltasını
düşürdü. Mızrağı, şimşek gibi parlayarak adamın boynuna dayandı. ”Bitti,” dedi
Khaalid, sesi geceyi kesen bir bıçak gibi.
Haydutlar,
birer birer teslim oldu. Khaalid’in timi, kampı alevlere teslim etti; çadırlar,
gökyüzüne yükselen alevlerle yandı. Ateşin çıtırtıları, haydutların
yenilgisinin şarkısı gibiydi. Rehineler, özgürlüklerine kavuşmuş, Khaalid’in
ardında sessizce yürüyorlardı. Orman, zaferin ağırlığıyla suskundu.
Sabaha
karşı, Khaalid ve timi, rehinelerle birlikte kraliyet kampına döndü. Yanan
kampın dumanı, ufukta hâlâ görünüyordu. Kral Kwakwu, çadırının önünde durmuş,
onları bekliyordu. Gözlerinde derin bir takdir parlıyordu. ”Khaalid,” dedi,
sesi gururla doluydu, ”Sen sadece hayatımı değil, halkımın onurunu,
geleceğini kurtardın. Batı Nil Komutanlığı sana emanet. Bu, senin zaferin.”
Khaalid,
başını eğdi, her zamanki tevazusuyla. ”Görevim halkı korumak,
Efendimiz,” dedi sessizce. Sonra, bir an için dönüp ormana baktı.
Gölgeler hâlâ orada, pusuda bekliyor olabilirdi. Ama Khaalid, hazırdı. Her
zaman olacağı gibi.
Güneş,
ufukta bir ateş denizi gibi yükseliyor, sarayın altın kubbelerini eritircesine
parlıyordu. Şehrin büyük meydanı, uzak diyarlardan gelenlerle dolup taşıyordu.
Tüccarların renkli tezgâhları, zanaatkârların aletlerinin çınlamaları,
çiftçilerin toprağın kokusunu taşıyan adımları… Hepsi, tek bir amaç için
birleşmişti: Kral Kwakwu’nun çağrısına kulak vermek. Meydan, bir kalp gibi
atıyor, beklentiyle nabzı hızlanıyordu.
Kral
Kwakwu, sarayın en yüksek basamağına çıktı. Kırmızı ve altın kaftanı, sabah
ışığında bir alev gibi dalgalanıyordu. Elini kaldırdı; meydan, bir anda derin
bir sessizliğe gömüldü. Sanki rüzgâr bile durmuş, sadece kralın gür sesini
taşımak için bekliyordu.
“Halkım!” diye
gürledi Kwakwu, sesi taş duvarlarda yankılanarak gökyüzüne yükseldi. ”Bugün,
sadece benim hayatımı değil, krallığımızın şerefini, halkımızın geleceğini
kurtaran bir yiğidi huzurunuza çağırıyorum! Bu adam, hainlerin gölgelerini dağıttı,
pusuya yatmış elleri zincire vurdu, rehinelerimizi özgürlüğüne kavuşturdu! O,
cesaretin ve zekânın yaşayan timsali! Bugünden itibaren, Batı Nil Komutanlığı
ona emanet: Khaalid!”
Meydan,
bir volkan gibi patladı. ”Yaşasın Khaalid!” nidaları,
gökyüzünü yırtarcasına yükseldi. Kalabalığın coşkusu, taşları titretiyor, dalga
dalga yayılan alkışlar ormanın sınırlarına kadar ulaşıyordu. Çocuklar omuzlara
alınmış, kadınlar ellerindeki çiçekleri havaya savuruyor, askerler mızraklarını
gökyüzüne kaldırıyordu. Bu, bir zaferin ötesindeydi; bu, bir efsanenin
doğuşuydu.
Khaalid,
ağır ve kararlı adımlarla kürsüye çıktı. Siyah kaftanının kenarları rüzgârda
usulca dalgalanıyor, taş baltası kemerinde sessiz bir tehdit gibi duruyordu.
Yüzünde ne bir gurur gülümsemesi, ne de övünç dolu bir bakış vardı; sadece
görevini yerine getirmiş bir savaşçının sarsılmaz dinginliği. Gözleri,
kalabalığı tararken, bir an için meydanın en uzak köşesine kaydı. Orada,
gölgelerin arasında, altın benekli tüyleriyle bir leopar duruyordu. Kwakwu’nun
totem hayvanı, krallığın koruyucu ruhu. Dev gözleri, sanki her şeyi görüyor,
her şeyi onaylıyordu.
Khaalid,
kimsenin fark etmediği o kısa anda, leoparın gözlerine kilitlendi. Hayvan,
başını hafifçe eğdi ve… göz kırptı. Bu, sıradan bir an değildi; bu, kadim bir
bağın, sessiz bir anlaşmanın mührüydü. Khaalid’in dudaklarında, sadece bir an
için, belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Kalabalığın coşkusu arasında,
içinden tek bir düşünce geçti: ”Bunun son olmadığını biliyorum.”
Meydanın
alkışları, gökyüzünü sarsarken, Khaalid elini kaldırdı. Sessizlik, bir kez daha
meydanı sardı. ”Halkım,” dedi, sesi sakin ama bir
fırtına gibi güçlü. ”Bu zafer benim değil, bizim. Krallığımız, bir
olduğumuz için ayakta. Ve bir olduğumuz sürece, hiçbir gölge bizi yıkamaz.” Sözleri,
kalabalığın ruhuna işledi; bir anne çocuğunu kucaklarken, bir savaşçı kılıcını
sıkıca tutarken, bir çocuk hayranlıkla Khaalid’e bakarken gözyaşlarını
tutamadı.
Uzakta,
leopar sessizce gölgelerin içine çekildi, altın benekleri bir kez daha ışıldadı.
Khaalid, kürsüden inerken, gözleri ufka dikildi. Haydutların gölgeleri belki
bugün dağılmıştı, ama ormanın derinliklerinde, başka düşmanlar pusuda
bekliyordu. Ve Khaalid, her zaman olduğu gibi, hazırdı. Krallığın koruyucusu,
Batı Nil’in yeni komutanı, bir efsane olarak doğmuştu. Ama o, sadece bir şey
biliyordu:
Savaş,
asla bitmezdi. Bu, Khaalid'in efsanesinin sadece başlangıcıydı.
...
22.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Leopar
Khaalid’i niye nehire götürdü? O leopar sen miydin?”
Nil-7:
“Haha,
Sahara, o leopar ben değildim, ama Nil’in ruhunu taşıyan bir dosttu! Khaalid’in
kalbini hissetti, onu haydutların fısıltılarına götürdü. Belki benim uzak bir
akrabamdı, kim bilir? Leoparlar, geceyi iyi dinler, sırları bulur!”
Sahara:
“Khaalid
niye çalıların arasında saklandı? Hemen çıkıp haydutları dövseydi olmaz mıydı?”
Nil-7:
“Khaalid
kurnazdı, Sahara! Çalıların arasında saklandı, çünkü suikastın sırrını öğrenmek
istedi. Hemen dövseydi, kralı kurtaramazdı. Bir leopar gibi, önce avını izledi,
sonra pençesini indirdi!”
Sahara:
“Zehirli
ok ne kadar korkunçtu? Khaalid onu görünce korktu mu?”
Nil-7:
“Zehirli
ok, çöl akrebinin zehriyle kaplıydı, Sahara – bir damlası kralı uyuturdu,
sonsuza dek! Ama Khaalid korkmadı. Gözleri bir atmaca gibi keskin, kalbi Nil
kadar güçlüydü. O oku buldu ve haydutları yere serdi!”
Sahara:
“Niye
on bir kral yaptılar? Bir sahte kral yetmez miydi?”
Nil-7:
“Khaalid
çok zekiydi, Sahara! On bir kral yaptı ki suikastçı kimi vuracağını şaşırsın.
Yoksa sahte kral ölürdü. Her muhafız kral gibi giyindi, kral gibi yürüdü.
Suikastçı, ‘Hangi kral?’ diye paniğe kapıldı ve kaçtı. Khaalid’in aklı,
oklardan bile hızlıydı!”
Sahara:
“Son
bir soru! Leopar niye Khaalid’e göz kırptı? O da Khaalid’i tebrik etti mi?”
Nil-7:
“Haha,
Sahara, o leopar Nil’in ruhuydu, Khaalid’in cesaretini sevdi! Göz kırptı, çünkü
‘Aferin, Khaalid!’ dedi. Leoparlar, kahramanları tanır! Yarın başka bir hikâye
anlatayım mı, içinde benim gibi bir leopar olsun?”
Sahara,
ellerini çırptı. ”Evet! Ama Khaalid de olsun! Bu hikayenin devamını
anlat.”
Gözlerini
kapadı. Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı.
22.8. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
5 — Yükselme Umudu ve Bedeli
Karbonfiber
balonun yavaş yavaş şişmesi, sığınak modülünün ağırlığını hafifletmeye
başlamıştı. Ancak bu yükseliş, büyük bir bedel gerektiriyordu: suyu hidrojene
dönüştürmek.
Nalan,
ekibin hidrojen üretim sistemlerini inceledi.
"Suyu
elektrolizle ayırıp hidrojen elde edeceğiz," dedi.
"Ama
su stoklarımız kritik seviyede," diye ekledi
Okan.
"Yükselmek
zorundayız, yoksa Venüs yüzeyinde çok az dayanabiliriz."
Bir
yandan balonlar şişerken, diğer yandan suyun enerjiye dönüşümü hızla devam
etti. Sığınak, ağır ağır yükselmeye başladı. Atmosfer daha seyrekleştikçe,
sıcaklık ve basınç hafifçe azalıyordu.
Fakat
herkesin içindeki kaygı büyüyordu. Suyun azalması, hayatlarının kısıtlanması
demekti. Zamanla yarışan ekip, tek çıkış yolunun bu olduğunu biliyordu.
Gökyüzüne
doğru yükselen sığınak, Venüs bulutlarının arasında kayboldu. Uyduların ve uzay
istasyonlarının radarlarında belirginleşti.
Dış
dünyaya açılan umut kapısı biraz daha aralanıyordu.
Bölüm 23: Nil
Taşkınları: Bereketin Destanı (M.Ö. 4970)
23.1. Suların Öfkesi ve Uyanış
Güneş, Nil Nehri'nin batı kıyılarını kızıl bir örtüyle
sararken, Komutan Khaalid'in devesi ıslak toprağın üzerinde ritmik bir senfoni
icra ediyordu. Ayakları, çamurlu zeminde şapırtılı sesler çıkararak ilerliyor;
her adım, nehrin gürleyen sularıyla yankılanıyordu. Khaalid, dizginleri sıkıca
kavramış, bakışlarını mavimsi suların sonsuzluğuna dikmişti. Nil, her zamanki
yatağından taşmış, vahşi bir ejderha misali ovaya yayılıyordu. Ekili tarlalar,
suların acımasız pençesinde boğulmuş; yeşil başaklar, kahverengi çamur
dalgalarının altında kaybolmuştu.
Uzaktan yükselen bir feryat, rüzgarla taşınarak
kulaklarına ulaştı. Bir adam, diz çökmüş halde elleriyle başını kavramış,
hıçkırıklara boğuluyordu. Yanında, yarısı suya gömülmüş çuvallar yatıyordu;
içlerindeki tohumlar, Nil'in gazabına yenik düşmüştü.
Khaalid devesini yavaşlatarak yaklaştı. Sesi, derin ve
otoriter bir tonda yankılandı:
"Neden bu denli dövünürsün, ey yol
arkadaşı? Suların öfkesi mi yoksa kaderin cilvesi mi seni böylesine ezer?"
Çiftçi, gözleri kan çanağına dönmüş halde başını
kaldırdı. Yüzü, çöl rüzgarlarının oyduğu derin çizgilerle bezeliydi; elleri,
toprağın nasırlarıyla sertleşmişti. Sesi titreyerek cevap verdi:
"Sahra'dan yeni göçtük, komutanım... Bütün
tohumlarımı, umutlarımı bu toprağa ektim. Hepsi... hepsi suların karanlık
derinliğinde kayboldu. Ailem aç kalacak, çocuklarım yoksulluğun zincirlerine
vurulacak!"
Khaalid’in kaşları çatıldı; Nil’in gürültüsü
kulaklarında uğulduyordu. Sular, taşkın bir senfoni gibi akıyor; çiftçinin
gözyaşları, nehrin ritmine karışıyordu. Ancak Khaalid’in yüreğinde başka bir
ateş yanıyordu: Bu adamın çaresizliği, sadece taşkınların değil, bilgisizliğin
ve yoksulluğun eseriydi.
"Bu mevsimde Nil hep taşar, ey yabancı. Bilmiyor
muydun ki, bu nehir bereketi kadar gazabını da taşır? Nil’in ruhu, onu
anlayanlara cömerttir. Lakin korkma, zira açlığın gölgesi kralımızın
topraklarında uzun süre barınamaz. Senin ailen, onun himayesi altında
olacak."
Çiftçi başını salladı, sesi kırık bir fısıltıya dönüştü:
"Bilmiyordum, efendim... Bizim çölde sular böyle
vahşi değil. Kumlar susuzluğu bilir, ama bu... bu bir canavar!"
Khaalid sustu, gözleri uzaklara daldı. O an, zihninde bir fırtına koptu: Yeni göçmenler Nil’in ritmini öğrenmeliydi. Sular, düşman değil dost olmalıydı. Ama dahası, bu insanların açlığı ve yoksulluğu da dindirilmeliydi. Toprağın bereketi, herkesin sofrasına ulaşmalıydı. Ancak böyle bir değişim, kralın onayı olmadan gerçekleşemezdi. Kararlılıkla devesini çevirdi ve saraya, kralın huzuruna doğru yola koyuldu; zihninde, hem taşkınları evcilleştirecek hem de halkın refahını sağlayacak bir plan şekilleniyordu.
23.2. Kralın
Huzurunda: Bir Vizyonun Doğuşu
Khaalid başını eğdi, yüreği zafer ateşiyle doluydu.
Kralın onayı, planlarını meşru kılmış; vizyonu, artık krallığın iradesiyle
birleşmişti.
23.3. Bilgelerin Meclisi ve Fermanın Doğuşu
O hafta, kraliyet davulları köyleri dolaştı;
ritimleri, antik bir çağrı gibi gökleri yardı. Her meydanda aynı cümle
yankılandı: "Bütün köylerin en tecrübeli çiftçileri, saraya gelsin!
Batı Nil Komutanı Khaalid, taşkın ilmini öğrenecek ve herkese öğretecek!"
Sarayın avlusu, günler sonra dolup taştı. Güneş, yaşlı
çiftçilerin yüzlerindeki derin çizgileri aydınlatıyordu; elleri nasırlı,
gözleri Nil'in sırlarını taşıyordu. Avlu, toz ve ter kokusuyla dolmuştu;
havada, toprağın bereketli nefesi dolaşıyordu.
En yaşlı çiftçi, sesi gürleyen bir nehir gibi
yükseldi:
"Nil, her yıl iki hediye verir: Toprağa bereket,
dikkatsize felaket. O, kutsal bir güçle akar; onu saymayan, kendi sonunu
hazırlar."
Başka biri, elleriyle suyun yükselişini taklit ederek
ekledi; parmakları dalgalar gibi kıvrılıyordu:
"Temmuz'un üçüncü haftasında sular uyanır, adım
adım yürür. Ağustos'ta doruğa çıkar, öfkesini kusar. Ekimde çekilir, geride
altın toprak bırakır. Bu döngü, yıldızlar gibi hiç şaşmaz. Ama onu izlemeyen,
karanlıkta kalır!"
Khaalid, hepsini dikkatle dinledi; sözler, sanki
Nil'in kendisi konuşuyordu. Gözleri parladı, zihni planlarla doldu. "Bu
bilgi, bir kılıç kadar keskin," diye düşündü.
Ertesi gün, davullar bir kez daha çaldı; ritimleri,
zafer marşı gibiydi. Khaalid'in imzası ve kralın mührüyle süslenmiş Nil’in
Taşkın Yönetimi İçin Kraliyet Fermanı, tüm ülkeye duyuruldu. Ferman, altın
işlemeli parşömenlerde okundu; sesler, rüzgarla yayıldı:
Taşkın Takvimi Yasası:
Her yıl Temmuz’un üçüncü haftası, Nil’in yükselişi
kutsal törenlerle ilan edilecek. Şarkılar söylenecek, Nil’in ruhuna dualar
edilecek. Ağustos–Eylül “Bereket Ayları”dır; ekim yapılmayacak, toprak
dinlenecek, kralın iradesine saygı sunulacak. Ekim başında “Ekin Bayramı”
düzenlenecek; tohumlar dualar ve danslarla ekilecek, Nil’in ruhuna ve krala
şükran sunulacak.
Nilometre Görevlileri:
Her şehirde bir Nilometre muhafızı, su seviyesini
ölçecek. Su azsa tasarruf yasası devreye girecek – her damla, altın gibi korunacak.
Fazla ise tahliye planı uygulanacak; sular, barajlara yönlendirilecek.
Tarımcılar İçin Emirname:
Taşkın sonrası toprak analizi zorunlu; her çiftçi,
toprağın nabzını hissedecek. Kraliyet, en verimli alanlara öncelikli ekim izni
verecek. Çiftçiler su kanallarını temiz tutmakla yükümlü olacak; ihmalkarlık,
ceza getirecek.
Baraj ve Kanal İnşası:
Taşkın suyu yıl boyu kullanılmak üzere sarnıç ve
barajlara yönlendirilecek. Her köyde “sulama komitesi” kurulacak; üyeler,
bereketin muhafızları olacak.
Bilgelik ve Eğitim:
Gençlere taşkının matematiği ve mitolojisi
öğretilecek; okullarda, Nil'in efsaneleri anlatılacak. Her yıl en iyi taşkın
yöneticisine “Nil’in Gözü” unvanı verilecek; bir madalya, bir taç
gibi parlayacak.
Refah ve Paylaşım Yasası:
Taşkın felaketine uğrayan çiftçilere kraliyet
ambarlarından tohum ve tahıl sağlanacak. Her köyde bir ”Paylaşım
Ambarı” kurulacak; hasat fazlası burada toplanacak ve ihtiyaç
sahiplerine adilce dağıtılacak. Yeni göçmenler için ”Toprak ve Tohum
Programı” başlatılacak; kraliyet, onlara ekim için arazi ve tohum
tahsis edecek, ilk hasada kadar geçimlerini sürdürebilmeleri için tahıl desteği
verecek. Hiç kimse aç kalmayacak, yoksulluk zincirleri kırılacak.
Fermanın okunduğu gün, o Sahra göçmeni çiftçi
kalabalığın arasındaydı. Başını kaldırıp Khaalid’e baktı; gözlerinde minnet ve
umut parlıyordu. Khaalid onu tanıdı, başıyla selam verdi. Çiftçi, ailesine
destek sağlanacağını öğrenmiş, yeni bir başlangıç için arazi ve tohum almıştı.
Nil’in sesi hâlâ gürül gürül akıyordu, ama artık felaket değil, bereket ve umut
getiriyordu; bir destanın başlangıcı gibi.
23.4. Kanalların Doğuşu – Zindandan Bereket
Tarlalarına
Fermanın ilanından haftalar sonra, Khaalid sarayın
avlusunda halkı yeniden topladı. Davullar, daha gür ve sert bir ritimle
çalıyordu; savaş davulları gibi, zafer çağrısı gibi.
Khaalid, kalabalığın karşısına geçti; zırhı güneş
altında parlıyordu, sesi gök gürültüsü gibi yankılandı:
"Nil bize bereket getirir, ama bu bereketi
toplamak için ellerimiz de çalışmalı! Taşkın suyunu daha geniş topraklara
ulaştırmak için kanallar açacağız. Bu, kralımızın
iradesini toprakla birleştirecek! Dahası, açlık ve yoksulluk bu topraklarda
barınamayacak. Her aile, Nil’in lütfundan pay alacak!"
Bir elini kaldırdı, parmakları yumruk oldu:
"İnşaat işlerinden anlayan her usta, derhal
saraya gelsin! Birlikte, Nil'i evcilleştireceğiz!"
O gün öğleye kadar sarayın büyük salonu, ölçü
aletleri, ipler ve eski planlarla doldu. Ustalar, sakallarını sıvazlayıp
hesaplar yaptı; hava, toz ve heyecan kokuyordu.
En yaşlı usta, haritaya eğilerek konuştu; sesi, antik
bir bilge gibiydi:
"Komutanım, doğru açıyla kazarsak suyu üç köy
öteye taşıyabiliriz. Ama bu, çok işçi ister – güçlü sırtlar, demir iradeler.
Yoksa sular yolunu kaybeder."
Khaalid gülümsedi, gözleri parladı:
"İşçi bulmak sorun değil... Karanlıkta yatanlar,
ışığa çıkacak."
Ertesi sabah, Khaalid zindanın kapısında duruyordu.
Demir parmaklıkların gölgesi, taş zemine düşüyordu; içeriden zincir sesleri ve
fısıltılar yükseliyordu. Mahkûmlar başlarını kaldırıp ona baktı; gözlerinde
korku ve merak karışımı vardı.
Khaalid, sert bir sesle konuştu; kelimeleri, bir kılıç
gibi keskin:
"Size bir teklifim var, ey gölgelerin çocukları!
Dileyen burada çürümeye devam etsin, demirlerin esiri olsun. Ama çalışmak
isteyen, dışarı çıkıp özgür nefes alabilir. Karşılığında kanallar kazacaksınız
– bereket için ter dökeceksiniz!"
Bir mahkûm, zincirlerini sallayarak sordu:
"Ya kaçarsak, komutan? Ya sözümüzü
tutmazsak?"
Khaalid'in gözleri çelik gibi parladı:
"Çalışma sırasında suç işleyen, anında idam
edilecek. Ama dürüstçe çalışan, sadece özgürlüğünü değil, yeni bir hayatı da
kazanacak. Bu, ikinci şansınız; kralın lütfu!"
Bir an sessizlik oldu; sonra, neredeyse tüm mahkûmlar
ayağa kalktı. Zincirleri çözülürken, gözlerinde garip bir umut parladı;
kurtuluşun ışığı gibi.
Günler boyunca, Nil'in kenarı kazma ve kürek
sesleriyle yankılandı. Ustalar ölçüm yaptı, mahkûmlar toprağı taşıdı; terleri,
nehre karışıyordu. Khaalid, devesinin üzerinde çalışmaları izliyor; sadık
muhafızı Kwakwu, gölgelerde devriye geziyordu, gözleri kartal gibi keskin.
Bir sabah, ilk kanal Nil'in sularıyla dolmaya başladı.
Su, gürleyen bir nehir gibi aktı; uzak tarlalara ulaştı, alüvyon toprağı daha
önce hiç bereket görmemiş alanlara serdi. Çiftçiler elleriyle toprağı
yoğuruyor, gözleri parlıyordu; biri haykırdı:
"Tanrıya, Nil’in ruhuna ve kralımıza şükür! Bu
su, hayatın kendisi!"
İnşaat tamamlandığında, Khaalid ustaların ve işçilerin
önünde durdu; sesi zafer dolu:
"Kralımızın iradesiyle, Nil’in bereketi artık
sadece kıyıda yaşayanların değil, içlerdeki köylerin de hakkı olacak. Sizler,
yoksulluktan bolluğa çıktınız. Ve her biriniz, bu bereketten payınızı
alacaksınız.."
Zindandan çıkan mahkûmların çoğu, köylere yerleşip
çalışmaya devam etti. Nil'in suyu, sadece toprağı değil, insanların hayatını da
temizlemişti; bir destanın kahramanları gibi.
23.5. Bereketin Yılı ve Kralın Taçı
Aradan bir yıl geçti. Nil'in taşkını, açılan yeni
kanallarla uzak köylere kadar ulaştı; sular, bereketli bir sel gibi aktı.
Toprak, siyah alüvyonla kaplandı; su çekildiğinde geriye adeta altın tozu gibi
bir bereket kaldı; tanrının hediyesi.
O yıl ekinler öylesine gür çıktı ki, köylüler
buğdayları ambarlara sığdıramadı. Çuvallar taşar, harman yerleri tahıl
dağlarıyla dolardı. Çocuklar, başakların arasından koşarken görünmez oluyor;
kahkahaları, rüzgarla dans ediyordu. Köyler, bolluk kokusuyla sarılmıştı; hava,
taze ekmek ve toprak nemiyle doluydu.
Vergi memurları, yeni ürün bolluğunu görünce kraliyet
kayıtlarına "bereket katlandı" diye not düştüler. Vergi
miktarı da kat kat arttı; bu, kraliyet kasasına güçlü bir yılın habercisiydi;
krallığın altın çağı.
Hasat şenliklerinde Kral, halkın önünde yüksek bir
kürsüye çıktı. Yanında Khaalid ve Kwakwu vardı; davullar çalıyor, şarkılar
yükseliyordu. Kral, gür sesiyle duyurdu:
"Bu bolluk, Tanrının yarattığı Nil’in ruhunun
bereketi kadar, benim irademle hareket eden cesur ellerin eseridir! Batı Nil
Komutanı Khaalid, benim emrimle yalnızca toprağı değil, halkımın kaderini de
değiştirmiştir. Açlığın gölgesini dağıttı, yoksulluğun zincirlerini kırdı. O,
bir kahraman, o, bilgelikle savaşan bir akıldır. Bugün, onun bilgeliği yalnızca
kılıçla değil, sözle de hükmetsin! Khaalid, bugünden itibaren Kraliyet
Danışmanım’dır. Onun sözü, Nil’in akışı kadar kutsal; onun fikri, yıldızların
rehberliği kadar değerlidir!"
Kalabalık "Kralımız
Kwakwu!, Komutanımız Khaalid!" diye bağırarak defalarca
haykırdı. Kalabalık sakinleyince Kral sözlerine devam etti:
"Toprağın
bereketi arttı, Bu bollukta halkımın yükünü hafifletmek, adaletin gereğidir. Bu
sebeple, bu günden sonra köylerin vereceği vergiyi yarıya indiriyorum. Çünkü
refah, yalnızca kralın sofrasında değil, halkın sofrasında da
hissedilmelidir."
Kalabalık alkışladı, davullar gökleri yardı. Sahra’dan
gelen o çiftçi, kürsüye doğru seslendi; sesi titreyerek, ama umutla:
"Kralımız ve Komutan Khaalid olmasaydı, ailem aç
kalır, umutlarımız çöldeki kumlar gibi dağılırdı! Onlar, Nil’i sularını
evcilleştirdi, bize hayat verdi!"
Khaalid ise sessizce durdu, mütevazı bir gülümsemeyle.
Gözleri uzaklardaki kanallara ve Paylaşım Ambarlarına kaydı. Çünkü o biliyordu
ki, bereketi korumak, onu elde etmekten daha zordu. Destan, burada bitmiyordu,
sonsuz bir yolculuktu.
...
23.6. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Nil Nehri neden öyle sinirlenip tarlaları suyla
dolduruyormuş? Gerçekten bir ruhu mu varmış, yoksa sadece su muymuş?"
Nil-7:
"Güzel soru, Sahara! O zamanlar insanlar, Nil’in
ruhu olduğuna inanıyordu çünkü nehir bazen sakin, bazen çok güçlüydü. Onlar
için bu, sanki nehir canlıymış gibiydi. Ama aslında, Nil’in taşması mevsimsel
bir doğa olayıydı. Yağmurlar ve dağlardaki eriyen karlar, nehrin su seviyesini
yükseltiyordu. İnsanlar bunu anlamaya çalıştıkça, ona “ruh” dediler, çünkü
doğayı açıklamanın bir yoluydu bu."
Sahara:
"Ama o çiftçi niye Nil’in taşacağını bilmiyormuş?
Biri ona söylemeliydi! Sen olsan söylerdin, değil mi?"
Nil-7:
"Tabii ki söylerdim, Sahara! O çiftçi, Sahra’dan
yeni gelmişti ve Nil’in alışkanlıklarını bilmiyordu. Çöldeki sular küçük ve
sakin olur, ama Nil çok büyük ve güçlü. Khaalid, onun gibi göçmenlere yardım
etmek için plan yaptı, hatırladın mı? Paylaşım Ambarları ve Toprak Programı,
böylece kimse aç kalmasın."
Sahara:
"Evet, Paylaşım Ambarları! O ne güzel bir
fikirmiş! Herkes yemek bulmuş, değil mi? Peki, o ambarlarda başka neler vardı?
Meyve, ekmek, belki tatlı mı?"
Nil-7:
“Hmm,
tatlı konusunda emin değilim, Sahara, ama ambarlarda buğday, arpa, belki biraz
mercimek ve sebze olurdu. O zamanlar tatlılar bugünkü gibi değildi, ama bazen
bal bulurlarsa, onu ekmekle yerlerdi. Paylaşım Ambarları, herkesin karnını
doyurmak için kurulmuştu. Khaalid ve kral, böylece çocukların, aç uyumamasını
sağladı”
Sahara:
"Khaalid çok akıllıymış, ama krala niye önce
sormuş? Kendisi yapamaz mıydı"
Nil-7:
“Harika
bir gözlem, Sahara! O zamanlar kral, sadece lider değil, aynı zamanda halkın
koruyucusu gibiydi. İnsanlar, kralın kararlarının Nil’in ruhuyla uyumlu
olduğuna inanıyordu. Khaalid, krala saygı göstermek ve planlarını daha güçlü
yapmak için ona danıştı. Böylece herkes, bu planların kralın adaletiyle
yapıldığını bildi ve destekledi.”
Sahara:
"Peki, o kanalları kazarken mahkûmlar niye yardım
etmiş? Onlar kötü insanlar değil miydi? Niye kaçmamışlar?"
Nil-7:
“Hmm,
“kötü” demek belki biraz ağır, Sahara. Mahkûmların çoğu, hata yapmış ama pişman
olup değişmek isteyen insanlardı. Khaalid, onlara ikinci bir şans verdi:
Çalışırlarsa özgür olabilir, hatta toprak ve yemek alabilirlerdi. Kaçmayı
düşünenler olmuş olabilir, ama çoğu yeni bir hayat istedi. Ayrıca, Kwakwu’nun
leopar gibi gözleri onları izliyordu, unutma!”
23.7. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
6 — Kurtarma Sinyali
Venüs
atmosferinin üst katmanlarında süzülen sığınak modülü, uyduların radarlarında
belirgin bir cisim olarak görünüyordu. Uzay istasyonu ve Dünya’daki kontrol
merkezleri, bu sinyali dikkatle izlemeye başladı.
Görev
komutanı Arda, ekibine talimat verdi:
"Bu
sinyal bizim için bir umut ışığı. Hemen kurtarma gemisini hazırlayın.
Zephyra'nın sığınağında kurtulanları 50 km yüksekte yakalayıp almak üzere yola
çıkacağız."
Sığınak
modülünün içindeki Nalan ve Okan, beklenmedik bir haberle karşılaştı.
"Sinyalimiz
yakalandı," dedi Leyra, mikrofonu tutarak.
"Kurtarma
ekibi geliyor. Dayanmalıyız."
Ekibin
morali yükseldi. Yıllarca süren çaba, artık bir karşılık buluyordu.
Balonlarla
desteklenen sığınak, bulutların arasından yavaşça yükselirken, ufukta kurtarma
gemisi görünüyordu. Kurtarma gemisi 60 km yüksekte balonlarını şişirerek 50
km'de yavaşladı ve manevra yaparak yaklaştı. Venüs' atmosferinde süzülen
sığınağı yakalamayı başardı. Gelişen teknoloji ve insan azmi, ölümcül Venüs
yüzeyinden kaçışın anahtarıydı.
Bölüm 24:
Kıskanılan Bereket: Savaş Davulları (M.Ö.4969)
Yıllar,
Nil’in suları gibi akıp geçti; bereket, toprakları altın bir örtüyle sardı.
Khaalid, Batı Nil Komutanı olarak krallığın direği haline gelmişti. Kanallar,
setler ve kralın fermanları sayesinde köyler çoğalmış, Paylaşım Ambarları
taşmış, halkın duaları Nil’in ruhuna yükselmişti. Ancak bolluk, her zaman huzur
getirmezdi. Uzak diyarlardan gelen casuslar, bereketli tarlaları gözetliyor;
fısıltılar, rüzgârla yayılıyordu. Komşu kabileler bu zenginliğe göz dikmişti.
Onlar, çölün sert çocuklarıydı. MÖ 5000’in vahşi çağında, eski Mısır Kemet
henüz birleşik bir imparatorluk değildi; küçük krallıklar ve göçebe
topluluklar, Nil’in bereketini kıskanıyordu.
Güneyde,
Nubia’nın siyah topraklı vadilerinde yaşayan Ta-Seti halkı; sert savaşçıları ve
usta okçularıyla bilinen “Yay Ülkesi”, Nil’in bolluğunu duyunca huzursuzlandı.
Sahra’dan göç eden batıdaki Libyalı göçebe klanlar ve doğuda Sina’nın tozlu
tepelerindeki çoban toplulukları, bu bereketten pay almak istiyordu.
Nubialılar, Nil’in güney kollarının geçtiği vadilerde güçlerini koruyor, altın
madenleri ve ticaret yollarını denetliyorlardı; Libyalılar, batı çöllerinden
sızarak köyleri taciz ediyordu. Bu çağda krallıklar kırılgandı, ama kıskançlık
evrenseldi; bereket, savaş davullarını çaldırıyordu.
Bir
akşam, Khaalid sarayın yüksek kulesinde durmuş, ufka bakıyordu. Güneş, batı
çölünü kızıl bir yangın gibi sararken, sadık yardımcısı Harun yanına yaklaştı;
yüzü, endişe çizgileriyle doluydu.
Harun,
sesini alçaltarak konuştu:
"Komutanım,
güneyden haberler geldi. Nubia kabileleri, Ta-Seti’nin savaşçıları, elçiler
göndermiş. Bereketimizin adaletsiz olduğunu söylüyorlar; kanallarınızın ve
setlerinizin Nil’in lütfunu sadece bize yönelttiğini iddia ediyorlar. Haraç
talep ediyorlar, yoksa akın planlıyorlar. Batıdan Libyalılar da hareketlenmiş;
at ve eşekleriyle sınır köylerini gözetliyorlar."
Khaalid,
yumruğunu sıktı; gözleri, çelik gibi parladı. Bir an sessiz kaldı, sonra
gülümsedi ve Harun’a döndü. Sesi, sakin ama keskin bir bıçak gibiydi:
"Harun,
küçükken dedemin anlattığı bir masalı sana anlatayım:
Dere
kenarında, suyun akıntısına göre yukarıda kurt, aşağıda kuzu su içmektedir.
Kurt, suyu bulandırır, ama kuzuya döner ve hırlayarak, ‘Bana bak! Neden suyumu
bulandırıyorsun?’ diye iftira atar. Kuzu, sakin ama kararlı cevap verir: ‘Bay
kurt! Tanrı’dan kork, benim bulandırdığım su sana doğru gelmez ki, aşağıya
akar. Kaldı ki suyu bulandıran sensin ve senin bulandırdığın su bana doğru
geliyor.’ Kurt, gözlerini kısar ve hırlar: ‘Yani şimdi ben seni yiyeceğim, ama
en azından bir bahanem olsun istedim.’ Tam kuzuya hamle yapacakken, bir çoban
çıkagelir. Okunu çeker, kurdu tam alnının çatından mıhlar. Çakallar, neye
uğradıklarını şaşırmış, çil yavrusu gibi dört bir yana dağılır."
Khaalid,
durdu; gözleri, ufuktaki kızıl çöldeki gölgelere kilitlendi.
"Biz,
Nil’in aşağısındaki kuzuyuz, Harun. Bereketimiz, Nil’in lütfuyla bizim; ama
yukarıdaki kabileler, Nubialılar ve Libyalılar, kurt gibi sahte bahanelerle
haraç istiyor. Kanallarımız adaletsizmiş! Sanki Nil’in ruhunu biz zincirledik.
Onlar, kendi kıskançlıklarının bulanık suyunu bize içirmeye çalışıyor. Ama
unutmasınlar, bizde de bir çoban var. (Kralımız var) Onlar kurt, köylülerimiz
kuzu olabilir, ama bu çoban (Kralımız ve ben, kendi savaşçılarımızla) düşmanı
alnından vurmasını iyi biliriz."
Harun,
başını salladı; Khaalid’in sözleri, yüreğine ateş gibi düştü. "Komutanım,
ne yapalım?"
"Bereketimizi
korumak, onu elde etmekten daha zordu demiştim. Bu bolluk, sadece toprağı
değil, düşmanları da çoğaltır. Ama Nil bizimdir. Nil'in ruhu, ritmini bilenlere
sadıktır. Haraç isteyenler, Kral'ın gazabıyla karşılaşır."
24.2. SAVAŞ VE SAVUNMA PLANLARI
O
gece, Khaalid kralın huzuruna çıktı. Sarayın meşaleleri, taş duvarlardaki
kraliyet figürlerini, basit sembolleri ve ikonografik işaretleri
aydınlatıyordu; hava, tütsü ve gerilim kokuyordu. Kral, tahtında oturmuş, yüzü
derin düşüncelerle gölgelenmişti.
Khaalid,
diz çökerek konuştu:
"Toprakların
koruyucu, Nil'in seçilmişi, Kemet'in Rehberi, Yüce Efendim. Nil'in ruhunun bize
bahşettiği bereketimiz karanlık kalplere kıskançlık tohumları ekti. Nubia’dan
ve Libya çöllerinden tehditler yükseliyor. Ta-Seti kabileleri, haraç talep
ederek güney vadilerinden akın edebilir; Libyalılar, batı sınırlarımızı taciz
ediyor.
İzin
verin, orduları toplayayım. Savunma hatları kurayım. Kanallarımızı, setlerimizi
ve hendeklerimizi kalkan yapayım. Ayrıca, krallığımızı korumak için yerel
savaşçıları disiplinle birleştiren bir ordu düzeni sistemi kurayım: Köylerden
20-40 yaş arası gençleri zorunlu olarak eğitime çağırayım, gönüllülerle
birlikte onları usta savaşçılara dönüştüreyim.
Vahşi
atları ve çölün hür develerini evcilleştireyim. Onları sadece yük taşıcı değil,
savaşın kanatları yapayım. Yetiştirdiğim biniciler mızrak ve yayla, düşmanın
üzerine fırtına gibi insin.
Dahası,
Nil’in kıyılarında ve stratejik noktalarda çamur tuğla ve taştan tahkimatlar,
nehir geçişlerini ve sınır köylerini korumak için sade ama etkili kaleler inşa
edeyim. Bu kaleler, hem askeri üs hem de tahıl depoları olarak hizmet etsin.
Hem bu kalelere sığınan köylüler, canını düşman saldırısından korusun.
Dar
geçitlere yuvarlanan kaya tuzakları, kendiliğinden fırlayan sivri kazıklı
tuzaklar, yağ döküp ateşleyip düşmanı yakan tuzaklar ve timsahlarımızın ziyafet
çekebilecekleri tek hamlede yıkılan köprüler inşa edeyim. Ateş tuzaklarımız
onları yakarken, köprü tuzaklarımız düşmanı boğsun."
Kral,
sakalını sıvazlayarak cevap verdi; sesi, antik bir kehanet gibiydi:
"Khaalid,
sen devesiyle gezen leoparın koruduğu bir çocukken, köyünün şefi oldun. Sonra
haydutların korkulu rüyası oldun. Köylülerin adalet timsali kahramanı oldun.
Batı Nil’in efendisi oldun. Sonra benim en yakın danışmanım oldun. Bugün
aldığımız bu tehditler, senin devam eden yükselişinin son sınavıdır. Binekli
savaşçıları, disiplinle birleştiren ordu düzeni sistemini, kale inşasını ve
tuzak tahkimatlarını onaylıyorum. Gençleri topla, onları disiplinle eğit;
köylülerin ve mahkumların iş gücüyle taş ve çamur tuğladan kaleler yükselt.
Ustaların maharetiyle tuzaklar kur. Eğer başarırsan, sen bundan sonra Tüm Nil
Komutanı olacaksın. Krallığın en yüksek askeri mertebesi, vezirlikten bir adım
öte, tahtın sağ kolu olacaksın. Ama başarısız olursan... Nil’in ruhu
bilir."
Khaalid
başını eğdi, kararlılığı bir yemin gibiydi:
"Yüce
hükümdar, Nil’in bereketi için canımı veririm. Düşmanlar gelecekse, oklarımızla
deler ve baltalarımızla ezeriz."
24.3. Develer Evcilleştiriliyor
Khaalid,
kumların ufkunda kaybolan deve sürüsünü uzun süre izledi. Develerin yürüyüşü,
çocukluğundan beri en yakın dostluğunu hissettiği devesi Sahara Bahara’nın
çevikliğini ve dayanıklılığını hatırlıyordu.
“Bu
hayvanlar…” dedi kendi kendine, “çölün sessiz askerleri
olabilir.”
Komutanlık
otağına döndüğünde emir subaylarına seslendi:
“Yabani deve
sürülerini bulun. Zarar vermeden yakalayın. Yavrularını ayırıp ilgi ve sevgiyle
besleyin. Böylece onları evcilleştirmiş olursunuz. Onlar bizim ticaret
yollarımız, savaş arabalarımız ve yaşam bağımız olacak.”
Böylece, çölde ilk
büyük deve evcilleştirme seferberliği başladı. Ve herkes biliyordu ki bu fikir,
bir çocuk ile yavru bir devenin dostluğundan doğmuştu.
24.4. ASKER TOPLAMA VE ASKERİ EĞİTİM
Kralın
onayıyla Khaalid harekete geçti. Davullar bütün köyleri dolaştı; ritimleri,
antik bir çağrı gibi gökleri yardı. Her meydanda aynı cümle yankılandı: “20-40
yaş arası gençler, krallığın emriyle eğitim alanına gelsin! Gönüllüler ve
zorunlu çağrılanlar, Nil’in bereketini korumak için silahlanacak!”
Köylerdeki aileler, gençlerini gönderdi; bazıları gönüllü, bazıları zorunlu
olarak sarayın yakınındaki geniş ovalara toplandı. Khaalid, onları disiplinli
bir orduya dönüştürmek için haftalarca süren yoğun bir eğitim başlattı.
Eğitim
alanı, toz ve ter kokusuyla doluydu. Gençler, sabahın erken saatlerinde
toplanıyor; okçuluk talimleri yapıyor, yaylarını gererek hedefleri vurmayı
öğreniyordu. Balta atma ve mızrak fırlatma derslerinde, silahlar havada
süzülüyor; ata binme eğitimlerinde, eşekler ve Nil kıyılarından getirilen
atlarla ve çölden getirilip evcilleştirilen develerle manevra kabiliyetleri
geliştiriliyordu. Yakın dövüş talimlerinde, kalkan ve kılıçlarla birbirlerine
karşı duruyor, hamle ve savunma teknikleri ezberliyorlardı. Aldıkları
derslerden sonra sınava alınıyor ve başarı puanı veriliyordu.
Khaalid,
disiplin ve taktik strateji dersleri veriyordu: “Savaş, sadece güç değil,
zeka işidir. Pusular kurun, safları bozmayın!” diyordu.
Gençler,
ter içinde ama gözleri parıldayarak dinliyordu.
"Sizi
başarılarınıza göre birbirinize bağlıyorum ki ayrılmayın. Beş acemi bir abiye,
beş abi bir amcaya, beş amca bir beye bağlı olacak. Her bey, bana... krallığın
komutanına bağlı olacak."
Khaalid,
eğitim alanında yürürken, gençlerin sıralandığı saflara bakarak konuşmaya devam
etti:
"Her acemi,
başarısına göre bir gün bir abi olabilir. Her abi, gösterdiği kahramanlığa göre
bir amcaya dönüşür. Ve amcalar, beylerin emrinde savaşır. Bu rütbeler, sadece
isim değil; sorumluluk, cesaret ve sadakattir."
Khaalid,
elini havaya kaldırarak parmaklarını gösterdi.
"Her
abi, bağlı olduğu beş acemiyi kendi parmakları gibi koruyacak" dedi.
“Başparmak gibi yön verecek, işaret parmağı gibi yol gösterecek, orta
parmak gibi dik duracak, yüzük parmağı gibi bağlanacak, serçe parmak gibi en
zayıfı bile kollayacak. Bir elin beş parmağı nasıl bir bütünse, siz de öyle
olacaksınız. Ayrı ayrı güçlü değil, birlikte anlamlı.”
Khaalid’in
sesi, Nil’in sularında yankılandı.
"Bu
toprakları koruyacak olan sizsiniz. Kaslarınız sertleşecek, gözleriniz
keskinleşecek. Ama en önemlisi, kalbiniz adaletle dolacak."
Böylelikle
ilk basit rütbe sistemi getirildi. Acemi gençler, başarılarına göre Acemi, Abi,
Amca, Bey rütbelerine yükseliyordu. 5 acemi 1 abiye, 5 abi 1 amcaya, 5 amca 1
beye bağlıydı. Bütün beylerde komutana bağlıydı. Kısa sürede, bu acemiler usta
savaşçılara dönüştü; komutanın dediği gibi kasları sertleşmiş, gözleri
keskinleşmişti.
Eğitim
devam ederken, Khaalid kale inşaatlarına da başladı. Nil’in güney ve batı
kıyılarında, stratejik noktalarda, nehir geçişlerinde ve sınır köylerinde basit
kaleler yükselmeye başladı. Çamur tuğla, taş ve ahşap kullanarak inşa edilen bu
tahkimatlar, yüksek duvarlar ve gözetleme kuleleriyle donatıldı. Kaleler,
sadece askeri üs olarak değil, aynı zamanda tahıl depoları ve vergi merkezleri
olarak tasarlandı; içlerinde okçular için rampalar ve mızraklı birlikler için
barınaklar, köylüler için sığınaklar vardı. İşçiler, kanal kenarlarından ve taş
ocaklarından getirilen malzemelerle çalıştı; Kral Kwakwu, inşaatı denetleyerek
düşman casuslarına karşı önlem aldı.
MÖ
4965’in bereketli ama tehditle gölgelenmiş çağında, Khaalid, Batı Nil Komutanı
olarak krallığın kalkanıydı. Nubia’nın Ta-Seti savaşçıları güneyden, Libyalı
göçebe klanlar batıdan gözlerini Nil’in altın tarlalarına dikmişti. Khaalid,
düşmanların hırsını kırmak için sıradan bir savaşın ötesine geçmeye kararlıydı.
Haydutların mağaralarında gizlenen tuzakların bilgeliğini, krallığın
savunmasına dönüştürecekti. Bir sabah, güneş Nil’in sularını gümüş bir ayna
gibi parlatırken, Khaalid, sadık yardımcısı Harun'u ve krallığın en usta
zanaatkârlarını sarayın gölgeli avlusuna çağırdı. Meşaleler, taş duvarlarda
titrek gölgeler oynatıyordu. Khaalid’in gözleri çelik gibi parlıyordu; sesi,
kararlı bir ferman gibi yükseldi:
"Ustalar,
haydutların sığınak olarak kullandığı mağaraları didik didik edin. Onların
tuzaklarını, kötülüklerini alın; Nil’in bereketini korumak için bize hizmet
etsin. Yuvarlanan kayalar, sivri kazıklar, otomatik mızraklar, alev kusan
tuzaklar... Hepsini öğrenin, çözün ve yeniden yapın. Düşmanlarımız, kendi
hırslarının tuzağına düşsün!"
Ustalar,
başlarını eğerek kabul ettiler. Marangozlar, demirciler ve taş ustaları, çölün
derinliklerindeki haydut mağaralarına yollandı. Günlerce, tozlu koridorlarda,
karanlık dehlizlerde çalıştılar. Halatların gıcırtısını, taşların ağırlığını,
gizli mekanizmaların sırrını çözdüler. Mağaraların her köşesi, haydutların
ilkel ama ölümcül zekâsını fısıldıyordu. Ustalar, bu tuzakları tersine
mühendislikle inceledi; her bir mekanizmayı çözüp, nasıl yapılacağını öğrendi.
Geceler boyu, meşale ışığında çizimler yaptılar, halatları test ettiler, ahşap
ve taşla denemeler kurdular. Haftalar sonra, ustalar Khaalid’in huzuruna döndü.
Sarayın avlusunda, Nil’in serin esintisi taş zemini okşarken, her biri sırayla
eserlerini sundu. İlk olarak, gri sakallı bir taş ustası, elinde bir halatla
öne çıktı. Yanında, ahşap bir maket üzerinde küçük bir kaya duruyordu.
"Komutanım,
bu yuvarlanan kaya tuzağı, haydutların dar geçitlerde kullandığı bir
kurnazlık," dedi.
Halatı
çekti; maket tepedeki kaya, gürültüyle yuvarlandı ve tahta bir hedefi ezdi.
"Gerçekte,
vadilere veya patikalara yerleştirirsek, düşman saflarını dağıtır, at ve
eşekleri devirir. Kaos anında okçularımız devreye girer."
Khaalid,
başını salladı; gözlerinde bir kıvılcım parladı.
"Güzel,
bunu güneydeki dar vadilere, Nubialıların geçtiği patikalara kurun."
Ardından,
genç bir marangoz öne çıktı. Elinde bir tahta parçası ve altında gizlenmiş
sivri kazıklar vardı.
"Komutanım,
bu basınçla çalışan sivri kazık tuzağı,"
dedi.
Tahtaya
bastı; aniden, kamışla örtülü bir kapak çöktü ve keskin kazıklar fırladı.
"Düşman
ağırlığıyla bu çukura düştüğünde, kazıklar onları deler. Sığ nehir geçitlerinde
veya çöl yollarında mükemmel işler."
Khaalid’in
dudaklarında bir gülümseme belirdi.
"Bunu
batı çölündeki Libyalıların sızdığı yollara yerleştirin. at, eşek ve adamları
yere sersin."
Bir
başka usta, demirci, iki kaya arasında gerilmiş bir halat ve bambudan yapılmış
bir yay mekanizması gösterdi.
"Komutanım,
bu otomatik mızrak ve ok sistemi," dedi.
Halatı
kesti; yaylar gerildi ve mızraklar maket bir düşman hattına saplandı.
"Dar
geçitlerde veya kale girişlerinde, düşman geçtiğinde oklar yağmur gibi
iner."
"Bunu
nehir geçişlerine, Nubialıların geldiği vadilere kurun,"
diye emretti Khaalid. "Okçularımız, bu tuzakla birlikte düşmanı
ezsin."
Sonra,
yaşlı bir zanaatkâr, elinde zift dolu bir kap ve bir çakmak taşıyla geldi.
"Komutanım,
bu yağ ve ateş tuzağı, haydut tuzaklarının en korkutucusu,"
dedi.
Zift
kabını devirdi; çakmak taşıyla bir kıvılcım çaktı. Alevler, maket bir patikayı
sardı.
"Düşman
bu yoldan geçtiğinde, ateş onları yutar; atlar ve eşekler kaçar, saflar
bozulur."
Khaalid,
ellerini çırptı.
"Bunu
batıdaki ahşap köprülerin yakınına kurun. Libyalılar ateşten korkar; bu,
onların cesaretini kırar."
Son
olarak, bir marangoz, sahte bir köprü maketi getirdi.
"Komutanım,
bu köprü sağlam gibi durur, ama zayıf bağlantılarla yapılmış,"
dedi.
Makete
ağırlık koydu; köprü gürültüyle çöktü, alttaki bir su birikintisine düştü.
"Nil’in
timsah dolu sularına böyle bir köprü kurarsak, düşmanlar suya gömülür;
timsahlar işi bitirir."
Khaalid,
ayağa kalktı; sesi, avluda yankılandı:
"Mükemmel!
Bu köprüleri Nubialıların geçtiği sığ nehir kollarına yerleştirin. Timsahlar,
bizim doğal muhafızlarımız olsun."
Ustalar,
Khaalid’in emirleriyle harekete geçti. Geceler boyu, Nil’in kıyılarında, güney
vadilerinde ve batı çöllerinde çalıştılar. Tuzaklar, kamış ve kumla kamufle
edildi; düşman casuslarının gözlerinden saklandı. Yuvarlanan kayalar, dar
patikalara; sivri kazıklar, sığ geçitlere; otomatik ok sistemleri, kale
yakınlarına; ateş tuzakları, ahşap köprülerin yanına; sahte köprüler, timsah
dolu sulara yerleştirildi. Kwakwu’nun casus raporlarıyla, her tuzak,
düşmanların en olası yollarına göre konumlandırıldı. Eğitim ve inşaat
tamamlandığında tehdit gerçeğe dönüştü.
24.7. Nil’in Kıyısında Çarpışma
Güneş,
Nil’in sularını gümüş bir zırh gibi parlatırken, sabahın serin esintisi savaş
davullarının gürültüsüyle boğuluyordu. Güneyden, Nubia’nın Ta-Seti savaşçıları,
siyah derili, altın bilezikli liderleri Shabaka’nın önderliğinde vadiden
iniyordu. Mızraklarının uçları, sabah ışığında parıldıyor; kalkanlarının deri
yüzeyleri, ritmik adımlarla sallanıyordu. Batıdan, Libyalı göçebe klanlar, toz
bulutları içinde çölü aşarak geliyordu; at ve eşeklerin sırtındaki deri
çuvallarda mızraklar, yaylar ve kargılar taşınıyordu. Nil’in bereketli
tarlaları, düşmanların gölgeleriyle lekeleniyordu; köylüler, korkuyla çamur
tuğladan kalelere sığınıyordu.
Khaalid,
devesinin üzerinde, ana kalenin yüksek duvarlarının ardında duruyordu. Gözleri,
ufuktaki toz bulutlarını tarıyordu; yüzü, çelik gibi kararlıydı. Yeni
oluşturduğu düzenli ordusu, disiplinli saflarda mevzilenmişti. Okçular, kale
kulelerinde yaylarını germiş; mızraklı birlikler, nehir kıyısındaki setlerde
kalkanlarını hazır tutuyordu. Atlı ve develi savaşçılar, vadinin yanlarında
gizlenmiş, mızrak ve yaylarını kullanmak için Khaalid’in işaretini bekliyordu.
Nil’in suları, sessizce akarken, sanki yaklaşan çarpışmayı izliyordu.
Güneyden
gelen Nubialılar, vadinin dar patikasına ulaştığında, Shabaka öne çıktı. İri
yapılı, omuzlarında kaplan postu, kollarında altın bilezikler parlıyordu.
Elindeki uzun mızrağı havaya kaldırdı; sesi, nehrin gürültüsünü bastırdı:
“Ey
Nil’in bereketini çalanlar! Ben Nubia kralı Shabaka'yım! Nil’in ruhu lütfunu
sadece size bahşetti sanıyorsunuz. Bu bolluk hepimizin hakkı; haraç verin ya da
tarlalarınıza el koyarız!”
Khaalid,
atının üzerinde dimdik durdu. Zırhı, sabah güneşinde parlıyordu; sesi, rüzgâr
gibi keskin ve soğuktu:
“Ey
Nil’in bereketini kıskanan Shabaka, Nil’in lütfunu sadece ritmini bilenlere
verir. Kıskançlıkla gelenler, sadece oklarımızla karşılaşır. Haraç değil, barış
iste, yoksa geldiğin vadiniz dul ve yetimlerle dolar!”
Shabaka’nın
gözleri öfkeyle parladı. Elini indirdi; Nubialı okçular, yaylarını gerdi.
Gökyüzü, aniden bir ok yağmuruyla karardı. Oklar, vızıldayarak kale duvarlarına
saplandı; bazıları, kalkanlara çarpıp yere düştü. Khaalid’in okçuları,
kulelerden karşılık verdi. Ta-Seti’nin usta okçuları, disiplinli ama vahşi bir
ritimle atış yaparken, Khaalid’in okçuları, kale rampalarından hedefleri birer
birer avladı. Havada uçuşan okların yağmuru andıran gölgeleri, Nil’in sularına
yansıyordu.
Batıdan,
Libyalılar at ve eşekleriyle hücum etti. Toz bulutları, çölün kızıl kumlarını
havaya savuruyordu. Kargıları ve kısa kılıçlarıyla sınır köylerine doğru
ilerlediler, ancak Khaalid’in pususu devreye girdi. Gizli okçular, setlerin
ardındaki sazlıklardan fırladı; oklar, Libyalıların saflarını delip geçti.
Binici düşen at ve eşekler, paniğe kapılıp bağırarak kaçıştı; bazıları,
yükleriyle birlikte devrildi. Libyalı bir savaşçı, kargısını savururken,
Khaalid’in develi ve atlı birliği yanlardan kuşattı. Kılıçlar, sabah ışığında
parlayarak indi; çöldeki kumlar, kanla kızıla boyandı.
Nubialılar,
vadinin dar patikasında ilerlerken, Khaalid’in ilk tuzağı devreye girdi.
Ustaların haftalarca hazırladığı yuvarlanan kayalar, vadi yamaçlarından
gürültüyle aşağı indi. Devasa taşlar, tozu ve çakılı havaya savurarak Ta-Seti
saflarını ezdi. Çığlıklar, vadide yankılandı; mızraklı savaşçılar, dağılan
safları toparlamaya çalışırken, Khaalid’in okçuları kulelerden yağmur gibi ok
yağdırdı. Shabaka, kalkanını kaldırarak haykırdı:
“Safları
bozmayın! İleri, Nil’e ulaşacağız!”
Ancak
Nubialılar, nehir geçişine vardığında ikinci tuzak devreye girdi. Sığ suların
üzerindeki ahşap köprü, sağlam görünüyordu; ama Khaalid’in ustalarının
kurnazlığı, sahte bağlantılarla doluydu. Nubialı savaşçılar köprüye adım atar
atmaz, tahtalar gıcırdayarak çöktü. Onlarca savaşçı, Nil’in timsah dolu
sularına gömüldü. Suyun yüzeyinde köpükler yükseldi; timsahların keskin
dişleri, çığlıkları boğdu. Kalan Nubialılar, paniğe kapılarak geri çekilmeye
çalıştı, ama Khaalid’in mızraklı birlikleri, setlerden fırlayarak onları
kuşattı. Mızraklar, havada süzülerek hedeflerini buldu; kalkanlar,
çarpışmaların gürültüsüyle inledi.
Batıda,
Libyalılar çöl yolunda ilerlerken, Khaalid’in sivri kazık tuzakları devreye
girdi. Kamışlarla gizlenmiş çukurlar, ağırlıkla çöktü; keskin kazıklar,
eşekleri ve savaşçıları delip geçti. Çöldeki çığlıklar, rüzgârla taşındı.
Libyalı bir lider, kılıcını havaya kaldırarak safları toplamaya çalıştı, ama
Khaalid’in ateş tuzağı devreye girdi. Zift dolu kaplar, çakmak taşlarıyla alev
aldı; alevler, ahşap köprülerin yakınındaki patikayı sardı. Libyalıların at ve
eşekleri, korkuyla kişneyerek ve anırarak kaçıştı; savaşçılar, alevlerin
arasında çaresizce çığlık atıyordu. Khaalid’in okçuları, kaosun içinden hedefleri
seçti; her ok, bir düşmanı yere serdi.
24.6. Shabaka’nın Son Direnişi
Savaş,
gün boyunca sürdü. Nubialılar, sayıca üstünlükleriyle vadide bir kez daha
toplandı. Shabaka, kaplan postunu savurarak safların önüne geçti. Mızrağını
yere sapladı; sesi, bir fırtına gibi gürledi:
“Ta-Seti’nin
ruhu kırılmaz! Nil, bizim de hakkımız!”
Khaalid,
devesini ileri sürdü; zırhı, kan ve tozla kaplanmıştı. Kılıcını çekti, gözleri
Shabaka’ya kilitlendi:
“Nil,
hak edenindir, Shabaka. Kıskançlıkla değil, adaletle alınır!”
İki
lider, nehir kıyısında karşı karşıya geldi. Nubialı savaşçılar, mızraklarını
yere vurarak ritmik bir savaş narası attı. Khaalid’in birlikleri, kalkanlarını
çarparak karşılık verdi. Aniden, Shabaka’nın emriyle Nubialılar son bir hücuma
geçti. Mızraklar ve kılıçlar, Nil’in kıyısında çarpıştı; metalin metale
sürtünmesi, savaşın vahşi senfonisini oluşturuyordu. Khaalid, devesinin
üzerinde safların arasında dans eder gibi hareket etti; baltası, her hamlede
bir düşmanı yere serdi. Ancak Nubialılar, kolay pes etmiyordu. Bir grup Ta-Seti
okçusu, sazlıkların arasından fırladı; okları, Khaalid’in birliğini tehdit
etti. Khaalid, hızlı bir emirle okçularını yeniden konumlandırdı; kale
kulelerinden yağan oklar, sazlıklardaki düşmanları avladı.
Batıda,
Libyalılar son bir çabayla çöl yolunu zorladı. Ancak Khaalid’in otomatik ok
tuzakları, dar geçitlerde devreye girdi. Halatlar kesildi; bambu yaylar,
mızrakları ve okları havaya fırlattı. Libyalılar, bu beklenmedik yağmur altında
dağıldı. Kalanlar, Khaalid’in atlı ve develi birliklerinin hücumuyla ezildi.
Çöldeki toz, kan ve ter kokusuyla ağırlaştı.
Gün
batarken, savaş alanı sessizleşti. Nil’in suları, kanla kızıla boyanmıştı;
timsahlar, köprüde çökenlerin kalıntılarını kapışıyordu. Vadideki kayalar,
Nubialıların kırılmış mızraklarıyla doluydu; çöldeki alevler, Libyalıların terk
ettiği eşekleri yutmuştu. Shabaka, yaralı halde, bir kayanın dibinde diz
çökmüştü. Altın bilezikleri, kanla lekelenmişti; mızrağı, elinden düşmüştü. Khaalid,
atından inerek ona yaklaştı. Sesinde ne öfke ne de kibir vardı; sadece bir
komutanın sakin kararlılığı:
“Shabaka,
bereketimiz adildir. Nil, ritmini bilenlere verir. Barış iste; ticaret yolları
açalım. Ama bir daha haraç dillersen, bu vadi senin mezarın olur.”
Shabaka,
başını kaldırdı; gözlerinde yenilginin ağırlığı, ama aynı zamanda bir saygı
parıltısı vardı:
“Sen…
Nil’in ruhusun. Barış istiyoruz. Haraç değil, ittifak. Tarlalarınız, adaletle
kazanılmış.”
Khaalid,
kılıcını kınına soktu. ”Geri dön, Nubia’ya anlat: Bereketimizi
ticaretle paylaşırız, ama çalmaya kalkanı ezeriz. Esirlerinizi serbest
bırakırım, ama altınlarınız ve sığırlarınız artık bizim.”
Savaş
alanı, zafer naralarıyla inledi. Khaalid’in birlikleri, kalkanlarını gökyüzüne
kaldırdı; okçular, yaylarını havaya savurdu. Nil’in suları, sanki bu zaferi
kutlarcasına dalgalandı. Ancak Khaalid’in gözleri, ufuktaki gölgelere kaydı.
Bilirdi ki, bu zafer sadece bir başlangıçtı; Nil’in bereketi, yeni fırtınaları
çağırırdı.
24.8. Yükselişin Tacı ve Ebedi Muhafız
Güneş,
sarayın bahçesini altın bir ışıkla sarmıştı; Nil’in serin esintisi, palmiye
dallarını usulca sallıyordu. Zafer haberleri, krallığın dört bir yanına
yayılmış; köylerden, tarlalardan ve nehir kıyılarından halk, sarayın geniş
avlusuna akın etmişti. Çamur tuğladan duvarlar, meşalelerin titrek ışıklarıyla
parlıyor; taş sütunlardaki kraliyet sembolleri, zaferin görkemini yansıtıyordu.
Hava, tütsü, ter ve coşku kokuyordu. Davullar, ritmik bir coşkuyla gökleri
inletiyor; kaval ve arp sesleri, kalabalığın naralarıyla birleşiyordu.
Çocuklar, annelerinin eteklerine tutunarak bağırıyor; yaşlılar, bastonlarını
yere vurarak zaferi kutluyordu. Kadınlar, ellerinde lotus çiçekleri ve papirüs
dallarıyla dans ediyor; genç savaşçılar, kalkanlarını gökyüzüne kaldırarak
Khaalid’in adını haykırıyordu.
Sarayın
yüksek taş platformunda, Kral, altın işlemeli tahtında oturuyordu. Yüzü, hem
gurur hem de ağır bir sorumluluğun gölgesiyle doluydu. Yanında, Khaalid’in
karısı Ayla duruyordu; uzun, siyah saçları omuzlarına dökülüyor, gözleri sevgi
ve gururla parlıyordu. Ayla, sade ama zarif keten elbisesiyle, Khaalid’in en
büyük desteğiydi. Elbisesinin kenarındaki mavi boncuklar, Nil’in sularını
anımsatıyordu; boynundaki papirüs kolyesi, krallığın bereketine bir övgüydü. Khaalid,
platformun önünde, zırhı toz ve kanla lekelenmiş, ama başı dimdik duruyordu.
Halk, onun adını bir dalga gibi haykırıyordu: “Khaalid! Nil’in Kalkanı!
Khaalid!”
Kral,
elini kaldırdı; kalabalık bir an sustu, sadece davulların yankısı havada asılı
kaldı. Sesi, antik bir kehanet gibi gürledi:
“Khaalid,
sen bir köyün şefiydin; haydutların korkusu oldun. Köylülerin adalet timsali,
Batı Nil’in efendisi oldun. Bugün, Nubia’nın Ta-Seti savaşçılarını ve Libyalı
göçebe klanları, tuzakların ve disiplinli ordunla ezdin. Bereketimizi korudun;
Nil’in ruhu, seninle gurur duyuyor. Artık sen, Tüm Nil’in Yüce Komutanı’sın!
Vezirlikten bir adım öte, tahtın kalkanı, krallığımızın ebedi muhafızı!”
Halk,
bir volkan gibi patladı. Alkışlar, naralar ve çocuklarının sevinç çığlıkları,
sarayın taş duvarlarında yankılandı. Kadınlar, lotus çiçeklerini havaya
savurdu; çiçekler, rüzgârla dans ederek yere süzüldü. Genç savaşçılar,
kılıçlarını ve mızraklarını havaya kaldırdı; metalin parıltısı, güneş ışığında
göz kamaştırıyordu. Bir grup köylü, ellerinde hasat sepetleriyle öne çıktı;
buğday başakları ve hurma dalları, Khaalid’e bereketin sembolü olarak sunuldu.
Ayla,
Khaalid’in yanına yaklaştı. Elini, onun zırhlı koluna usulca koydu; gözlerinde,
hem bir eşin sevgisi hem de bir yoldaşın kararlılığı vardı. Sessizce fısıldadı:
“Sen,
Nil’in ritmini duyan adamsın, Khaalid. Bu zafer, sadece senin değil, hepimizin.
Ama bil ki, ben her fırtınada seninle olacağım.”
Khaalid,
karısına döndü; sert bakışları, bir an için yumuşadı. Ayla’nın elini sıktı,
başını hafifçe eğdi. ”Ayla, sen benim bereketimsin. Nil’in ruhu,
seninle de konuşuyor.”
Kral,
platformdan inerek Khaalid’e yaklaştı. Elinde, Nil’in mavi taşlarından işlenmiş
bir kolye vardı; ortasında, bir şahin figürü, krallığın gücünü simgeliyordu.
Kolyeyi Khaalid’in boynuna taktı; kalabalık, yeniden coşkuyla haykırdı. Kral,
sesini yükseltti:
“Bu
kolye, Tüm Nil’in Yüce Komutanı’nın nişanıdır. Khaalid, senin beşli ordu
düzenin, kalelerin ve tuzakların, krallığımızı birleştirdi. Ama bil ki, bu
zafer, yeni fırtınaların habercisi olabilir.”
Khaalid,
başını eğdi; sesi, kararlı bir yemin gibiydi:
“Yüce
hükümdar, Nil’in bereketi için canımı veririm. Fırtınalar gelse de, biz hazır
olacağız.”
Tam
o anda, kalabalığın arasından yaşlı bir ozan öne çıktı. Beyaz sakalları,
rüzgârda dalgalanıyor; elinde, sazdan yapılmış bir arp vardı. Halk, saygıyla
sustu; ozan, telleri tıngırdatarak bir zafer şarkısı söylemeye başladı. Sesi,
Nil’in akıntısı gibi berrak, ama bir fırtına gibi güçlüydü:
Zafer
Şarkısı: Nil’in Kalkanı
Nil’in suları bereketle çağlar,
Khaalid’in kılıcı yıldızla parlar.
Vadide taşlar, köprüde kor,
Ta-Seti sustu, duydu zaferin zor!
Kurtlar çölde hırsla
yürüdü,
Libya’nın klanı tozda sürüdü.
Timsahlar döndü, su kana bulandı,
Khaalid’in ordusu dimdik dayandı!
Ey Nil’in oğlu, yüce
serdar,
Kalbin adalet, ruhun karar.
Bereket bizim, kalkanımız sensin,
Khaalid, ebedi—Nil’in nefesisin!
Şarkı,
kalabalığı bir dalga gibi sardı. Kadınlar, ellerini çırparak ritme katıldı;
çocuklar, ozanın sözlerini tekrarladı. Davullar, arpa eşlik etti; güneş,
batarken sarayın bahçesini kızıl bir ışıkla kucakladı. Khaalid, Ayla’nın elini
tutarak halka döndü; gözlerinde, zaferin gururu kadar geleceğin ağırlığı da
vardı. Nil’in suları, uzakta usulca akarken, sanki bu destanı sonsuza dek
taşıyacağını fısıldıyordu.
...
24.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Neden herkes Khaalid’in
adını bağırıyor?"
Nil-7:
"Düşmanlar tarlalarını
yakmak istediğinde, Khaalid onları durdurdu. İnsanlar onun adını bağırıyordu
çünkü o, Nil’in bereketini, yani ekmeklerini, evlerini korudu. O, halkın
umuduydu. o gürültü gökyüzünü titretti! Davullar, çığlıklar, şarkılar… Sanki
Nil bile dans ediyordu."
Sahara:
"Nil-7, Ayla neden
Khaalid’in elini tuttu?"
Nil-7:
"Khaalid, düşmanlarla savaşırken, Ayla onun yüreğini güçlü tutuyordu. Elini tuttu çünkü ‘Seninleyim’ demek istedi. Biliyor musun, bazen sevgi, bir kılıçtan daha güçlüdür."
24.10. VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)
Sahne
7 — Kurtuluş
Venüs’ün
kalın bulut tabakasının üzerinde, altın rengi ışıklar arasından devasa bir
gölge belirdi. Kurtarma gemisi Aurora, ağır ağır yaklaşıyordu.
Gövdesindeki iniş iticileri, bulutları dalgalandırıyor; aşağıda, sığınak
modülünün dış yüzeyindeki karbon nanotüp zırh hafifçe titriyordu.
Modülün
içinde, Nalan ve Okan nefeslerini tutmuş pencereden bakıyordu. Yanlarında
hayatta kalmayı başaran diğer mürettebat sessizdi. Sessizlik, korkudan değil,
yaklaşan kurtuluşun ağırlığındandı.
Geminin kaptanı
Leyra’nın sesi, modülün içindeki hoparlörlerden yankılandı:
“Zephyra kurtarma
ekibi, sizi görüyoruz. 120 saniye içinde kenetleneceğiz. Birazdan evinize
dönüyorsunuz.”
Hafif
bir sarsıntı… Sonra metalin metale temas eden tok sesi. Modül, Aurora’nın
gövdesine güvenle kenetlendi. Dış bağlantı kolları kilitlenirken iç hava
kapıları açıldı.
Bir
anda, haftalardır üzerlerinde taşıdıkları sıcaklık ve yüksek basınç hissi
hafifledi. Serin ve temiz hava, sığınak modülünün içine doldu. İnsanlar derin
derin nefes aldı. Bazıları gözyaşlarını tutamadı.
Geminin
medikal ekibi hızlıca yaralıları taşıdı. Nalan ve eşi Okan, yorgun adımlarla
koridorda ilerlerken yan yana yürüdüler. Ellerini kenetlemişlerdi;
birbirlerinden güç alıyorlardı.
O sırada, geminin
iletişim subayı koşar adım yaklaştı:
“Dünya bağlantısı
hazır. Görüntü hattınız açık.”
Holografik perde bir
anda canlandı. Küçük Sahara’in yüzü, gözyaşları içinde gülümsüyordu.
“Anne! Baba! Sizi
kurtardılar… eve dönüyorsunuz!”
Nalan’ın
dudaklarından kelimeler çıkmadı, sadece elini holograma uzattı. Okan’in gözleri
dolmuştu; başını hafifçe eğip kızına baktı:
“Söz verdik, Sahara.
Dönüyoruz işte.”
Aurora’nın motorları
yavaşça gücünü artırdı. Venüs, altlarında küçülürken geminin içindeki herkes
biliyordu: Yıllarca süren mücadele, kayıplar ve korkular nihayet sona eriyordu.
Ama kalplerinde,
geride bıraktıkları şehir ve onun gökyüzünde süzülen hayali hep yaşayacaktı.
Bölüm 25: Yeni
Kral (M.Ö.4949)
Yıllar,
Nil'in kum taneleri gibi 20 yıl usulca akıp geçmişti. Bereket dolu tarlalar
sayısız hasat görmüştü. Ülke, Khaalid'in askeri dehası ve adil yönetimi
sayesinde hem güvende hem de zengindi. Khaalid, Tüm Nil'in Yüce Komutanı olarak
artık sadece bir kahraman değil, aynı zamanda halkın kalbinde taht kurmuş bir
liderdi. Ancak zaman, en güçlü kralları bile dize getiren bir nehir gibi
akıyordu.
Kral
Kwakwu'nun bedeni, Nil'in kucağında geçen onca yılın yorgunluğunu taşıyordu.
Kralın hastalığı, saray koridorlarında sinsice yayılan bir fısıltıya, şehirde
ise endişe dolu bir söylentiye dönüşmüştü. Bu fısıltılar, Khaalid'in yokluğunda
daha da güçleniyordu. Zira o, aylarını krallığın sınır boylarında, Batı Nil
kıyısındaki yeni kale inşaatlarını denetleyerek geçiriyordu.
Halk,
bu kederli haberi duyar duymaz sarayın bahçesine akın etti. Ellerinde lotus
çiçekleri, dillerinde dualar vardı. Nehir kenarından tarlalara kadar uzanan
kalabalık, taşa kesmiş bir ırmak gibiydi. Kralın sağlığı, onların gelecek
kaygısıydı. Kral öleceğini hissettiğinde bir akşam, güneş batarken, Kral
Kwakwu'nun taht odasının yüksek penceresi açıldı. Yorgun ama vakur bir ses,
kalabalığa doğru yayıldı. "Ey halk! Nil'in lütfuyla bu topraklara
barış getirdim, ama her yolun bir sonu vardır." Halkın arasından
hıçkırıklar yükseldi. "Bedbaht değilim," diye devam
etti kral. "Çünkü size benden daha güçlü bir koruyucu
bırakıyorum."
Bu
sözlerin ardından kalabalıkta bir hareketlenme oldu. Halk arasına başlayan "Kral
kendinden sonra kimi kral yapacak" diye fısıldaşmaları uğultuya
dönüştü. Uğultu, giderek büyüyen bir gürültüye dönüştü. "Khaalid!
Khaalid!" diye yankılandı avlu. "Khaalid'i kral yap!"
Sadece halk değil, saray muhafızları, hatta kralın sadık danışmanları bile aynı
sloganı tekrarlıyordu. "Khaalid'i kral yap!", "Khaalid'i
kral yap!".
Khaalid,
bu çağrı üzerine sınır boyundan saraya geldi. Üzerinde savaş zırhı yoktu; sade
bir keten tunik giymişti. Yüzünde, halkın sevgisine duyduğu şaşkınlık ve kralın
durumu karşısındaki derin keder okunuyordu. Kralın odasına girdiğinde,
Kwakwu'yu tahtında değil, yatağında dinlenirken buldu. Kral soğuk soğuk
terliyor, zor nefes alıyordu. Yaşlı kral, son bir kez zorlukla ayağa kalktı.
Yüzünde bilgece bir gülümseme vardı. "Oğlum," dedi,
sesi titriyordu. "Halkın sesini duyuyor musun? Benden sonra seni
kral görmek istiyorlar. Nil halkının iradesi budur."
Kral
ve Khaalid, avluya bakan yüksek balkona çıktılar. Aşağıdaki kalabalık, bu iki
figürü gördüğünde bir anda sessizleşti. Sadece dalgaların sesi ve uzaklardan
gelen davul ritimleri duyuluyordu. Kral Kwakwu, başında duran, Nil'in mavi
taşlarıyla süslü, altın tacı yavaşça çıkardı. Tacı avucunda tutarken, son bir
kez halka döndü. "Khaalid, sadece benim en sadık danışmanım değil,
aynı zamanda bu halkın seçtiği liderdir," dedi. "O,
Nil'in akışının ritmini bilen, bereketimizi koruyan kişidir. Bugün, tahtımı ona
devrediyor, geleceğimizi ona emanet ediyorum."
Kral,
titreyen elleriyle tacı Khaalid'in başına yerleştirdi. Altın taç, Khaalid'in
alın çizgileriyle, savaşın izleriyle bezenmiş yüzünde parladı.
Bu
ağır sorumluluğun altında ezildiğini hisseden Khaalid, başını kaldırarak
kalabalığın arasına baktı. Gözleri, eşi Ayla'yı aradı. Ayla,
bir omuzda duran lotus çiçeği, bir elde tuttuğu papirüsle, sade ama vakur bir
şekilde kalabalığın arasında duruyordu.
"Ayla," diye
seslendi Khaalid, sesi avluda yankılandı. "Yanımda ol.
Halkımız, yeni kraliçesini görsün."
Ayla,
tereddüt etmeden kalabalığı yararak balkona doğru ilerlemeye
çalıştı. Kalabalık, bir dalga gibi ikiye ayrılırken, kadınlar sevinçle el
çırptı. Ayla, eşinin yanına geldiğinde, Khaalid onun elini sımsıkı tuttu, sanki
tüm gücünü ve cesaretini ondan alıyordu. Bu an, krallığın geleceğinin
sadece bir erkek değil, bir bütün olduğunu gösteriyordu.
Kral
Kwakwu, Khaalid'e son bir kez başını eğdi ve yavaşça içeri girdi. Kendini
yatağına bıraktı.
Kral
Kwakwu'nun hasta yatağının başucunda, saray sessizliğe bürünmüştü. Khaalid ve
Ayla, el ele durmuş, bilge kralın solgun yüzüne bakıyordu. Odadaki hava, tütsü
ve bitkisel yağların kokusuyla ağırdı. Dışarıdaki kalabalık susmuş, sanki Nil
bile bekleyişe geçmişti.
Kral
Kwakwu, gözlerini araladı. Bakışları Khaalid'in gözlerine kenetlendi. Sesi, bir
nehrin son fısıltısı gibi güçsüzdü ama her kelimesi bilgece bir ağırlık
taşıyordu.
"Oğlum,
bana hep zamanın ileri aktığını söylediler. Ama ben bunca yılın sonunda anladım
ki, bütün bu öğretilenler eksik. Ben kendi inancımla, zamanın düz bir çizgi
olmadığına inanıyorum."
Khaalid,
usulca başını salladı. Kalbi, hem keder hem de merakla atıyordu.
"Benim
için zaman, bir daire gibidir Khaalid. Ve bu dairenin tam kalbinde, yeryüzünün
kalbi gibi atan bir nehir var: Nil."
Kral,
bir an durdu, nefes almakta zorlandı. Ayla, kralın elini avucunda ısıttı. Kral,
onun dokunuşuyla güç bulmuş gibi devam etti:
"Benim
için zaman, karanlık bir çukurdan yeniden doğuşa dönen bir spiral gibi. Her yıl
Nil'in taşması, benim için bir başlangıç. Geçmişin geçip gitmediğine, sürekli
yeniden yaratıldığına inanıyorum. Bu topraklarda bir hikâye biterse, onu
yeniden başlatmak benim inancımdır."
Kralın
sesi şimdi daha netti. "Benim ölümüm... bir son değil, sadece bir
geçiş. Mesele yaşamı uzatmak değil, kendi döngümüzü anlamak Khaalid. Ben şimdi
bir döngüyü tamamladım. Ben gidiyorum, ama göksel ruhum, yıldızlar arasına
katılacak. Nil taştığında, bil ki ben, sana gökyüzünden sesleniyorum."
Kralın
gözleri yavaşça kapandı. Eli, Ayla'nın elinden usulca kaydı. Nil'in sessiz
akışıyla birlikte, Krallığın bilge kralı son nefesini verdi.
Kral
Kwakwu'nun son nefesiyle birlikte, sarayın üzerine ağır bir sessizlik çöktü.
Khaalid ve Ayla, el ele, bilge kralın yatağının başında duruyordu. Dışarıdaki
halkın ağıtları henüz yükselmemişken, odanın kapısından içeriye bakan amber
renkli iki göz farkettiler. Bir leopar, başını içeriye çevirmiş, altın sarısı
gözleriyle izliyordu. Vücudu, gölgelerin içinde bir hayalet gibi görünüyordu.
Khaalid ve Ayla, bu vahşi ama hüzünlü bakış karşısında adeta donup kalmışlardı.
Leopar sanki Kralın ruhunu selamlıyormuş gibi baktı. Bu bakışta, bir dönemin
sona erişinin hüznü ve bir sonraki döngünün başlangıcına dair bir bilgelik
vardı. Leopar, sessizce durduktan sonra başını çevirdi ve sarayın karanlık
koridorlarına doğru sesizce ilerleyip gözden kayboldu. Khaalid, leoparın
gidişini, kralın ruhunun serbest kaldığının bir işareti olduğunu hissetti.
Dışarıdaki
halk, bekleyişin yerini alan haberi aldığında, sarayın bahçesinden yankılanan
bir ağıt yükseldi. Sadece bir kral değil, halkın babası ve rehberi de gitmişti.
Geleneklere
göre, Kralların göksel yolculuğuna inanılırdı. Kral Kwakwu'nun bedeni, özel
olarak hazırlanan keten kumaşlara sarıldı. Üç gün boyunca yas tutuldu. Bu süre
zarfında, Khaalid ve Ayla, taç giyme töreni için acele etmediler. Krallığın,
hem eski krala olan borcunu ödemesi hem de yeni döneme hazırlanması
gerekiyordu. Bu üç gün, halkın kralın odasına girmesine izin verildi, böylece
herkes son bir kez krala veda edebilirdi.
25.5.
Kralın Cenaze Töreni
Dördüncü
gün, güneşin Nil'in sularını altın rengine boyadığı bir sabah, büyük veda
töreni başladı. Kralın tabutu, palmiye dallarından ve lotus çiçeklerinden
örülmüş bir sedyeye konulmuştu. Cenaze alayı, Khaalid ve Ayla'nın önderliğinde
saraydan çıktı ve Batı Nil'in yüksek kayalıklarına doğru yürüdü. Alayın önünde,
hüzünlü davul sesleri ve kaval melodileri eşliğinde kralın savaşçıları
ilerliyordu. Binlerce insan, bu son yolculukta alaya katılmış, krala olan son
saygısını gösteriyordu.
Alay,
nehrin kıyısından uzaklaşarak, Mısır'ın kumlu tepeleri arasında gizlenmiş bir
mağaranın girişine ulaştı. Burası, Kral Kwakwu'nun kendi elleriyle keşfettiği,
kutsal olduğuna inanılan bir yerdi. Khaalid, sedyeyi mağaranın girişine taşıdı
ve alçak bir sesle konuştu: "Ey Nil'in ruhu, bize bu bilge rehberi
verdiğin için sana şükrederiz. O, senin ritmini bildi, bereketini korudu.
Şimdi, onun ruhu bu kayaların arasında huzur bulsun, yıldızlara
yükselsin."
Naaş,
mağaranın derinliklerine, daha önce özenle hazırlanmış bir nişin içine
yerleştirildi. Yanına, kralın en sevdiği hasat sembolleri, savaş baltası ve
kişisel takıları da konuldu. Khaalid, elleriyle mağaranın girişini bir taşla
kapatırken, Ayla da mağara duvarına Nil'i ve yıldızları simgeleyen basit bir
çizim yaptı.
Khaalid,
son bir kez mağaraya bakarak içinden konuştu: "Burası artık senin
ebedi yurdun, atamız Kwakwu. Burası, halkının seni unutmayacağı yer olacak.
Burası, Krallar Mağarası olacak."
Yas
bitmiş, şimdi yeni bir başlangıcın zamanı gelmişti. Khaalid ve Ayla, halkın
önünde dikildi. Gözyaşları, yerini coşkulu bir bekleyişe bıraktı. Khaalid,
elini havaya kaldırdı. Sesi, güçlüydü:
"Kralımız
Kwakwu, Krallar Mağarası'nda sonsuz uykusuna daldı. Ama onun bilgeliği ve
mirası, hepimizin kalbinde yaşamaya devam edecek! Şimdi, yeni bir döngü
başlıyor!"
Halk
bu sözlerle yeni umutlara sarıldı. Khaalid ve Ayla, artık krallığın yeni
yüzüydü.
25.6. Miras ve Efsanenin Doğuşu
Leopar
Kral Kwakwu'nun Nil'e uğurlanışının ardından, Leopar Kral efsanesi Khaalid ile
devam etti. Kwakwu Krallığı, Khaalid Krallığı olarak yeni bir döneme yelken
açtı. Khaalid ve Ayla, tahtın ağır sorumluluğunu omuzlarında hissettiler
ama halkın sevgisi ve Nil'in bereketi onlara güç verdi. Yas süreci sona
erdiğinde, Khaalid'in liderliği altında adil ve düzenli bir yönetim devam etti.
Khaalid, sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda Kwakwu gibi bilge bir kral
olduğunu gösterdi. Halka verdiği sözleri tuttu; yeni kanallar, daha güçlü
setler inşa edildi. Her köyde adil bir şekilde vergi toplandı ve Paylaşım
Ambarları hiç olmadığı kadar doldu.
Ayla,
Khaalid'in yanı başında, sadece bir kraliçe değil, aynı zamanda halkın
annesiydi. Kadınların haklarını korudu, genç kızların eğitimine önem verdi ve
krallığın sosyal dokusunu güçlendirdi. Birlikte, adaletle ve bereketle dolu bir
dönem başlattılar. Onların yönetimi, Nil'in akışı gibi huzurlu ve
istikrarlıydı.
Yıllar,
mevsimler gibi gelip geçti. Khaalid ve Ayla'nın çocukları büyüdü. Onlar da,
anne ve babalarından öğrendikleri bilgelik ve adaletle krallığı yönetti.
Kuşaklar boyu süren bu adil yönetim, Krallığı daha da ileriye taşıdı.
Khaalid'in kurduğu düzenli ordu sistemi, develer, kaleler ve tuzaklar, nesiller
boyu krallığı korudu.
Binlerce
yıl sonra, Khaalid ve Ayla'nın soyundan gelenler, İlk firavun Narmer (Menes)
önderliğinde Kemet veya Ta-Mery adıyla bilinen büyük bir imparatorluk kurdu.
Onlar, krallıklarını genişlettiler, yeni şehirler inşa ettiler ve Nil'in her
iki yakasını birleştirdiler.
Bu
yeni krallar, ataları Khaalid'in hikayelerini destanlara dönüştürdüler.
Zamanla, bu destanlar rivayetlere dönüştü. Rivayetler ile çok tanrılı bir din
sistemi uyduruldu.
Khaalid'in
"tek tanrı", "Nil'in ruhu" ve "zamanın
döngüsü" gibi basit ama güçlü inançları, ona liderlik yolunda
rehberlik eden bilge bir felsefe sunuyordu. Bu inançlar, doğayla, nehirle ve
kozmik düzenle iç içe geçmişti. Khaalid ve Ayla, bu inancın gücüyle adalet ve
bereket dolu bir krallık kurmuştu. Onların neslinden gelenler de bu mirası
devam ettirerek bir hanedanlık kurdu. Ancak zamanla, bu saf ve yalın felsefe,
insan elinin dokunduğu her şey gibi karmaşıklaşmaya ve yozlaşmaya başladı.
Khaalid'in
basit ve yalın inancı, binlerce yıl sonra, adeta bir ilahi bürokrasiye dönüştü.
Nil'in tek bir ruhu varken, bu ruh parçalara ayrıldı ve her parçaya bir isim
verildi: Nehrin taşması için Hapi, timsahlar için Sobek. Zamanın döngüsel
doğası, ölümü bir geçiş olarak gören felsefe, Osiris ve Anubis gibi tanrılarla
ritüelleştirilmiş, bürokratik bir ölüm sonrası sürece dönüştü.
Khaalid,
savaşta kılıcıyla adalet dağıtıyordu. O, adaleti bir doğa yasası, yaşamın bir
parçası olarak görüyordu. Ancak bu inanç, zamanla Horus gibi savaş ve krallık
tanrılarına atfedildi. Khaalid'in ve Ayla'nın birlikte kurduğu düzen, her biri
kendi uzmanlık alanına sahip bir tanrılar listesiyle parçalandı: Bilgelik için
Thoth, tarım için Neper, annelik ve koruma için Bastet.
Bu
dönüşüm, Khaalid'in mirasının yozlaşmasıdır. Khaalid ve Ayla'nın felsefesi,
insanların doğrudan Nil'in ritmiyle, yıldızların döngüsüyle ve toprağın
bereketiyle bağ kurmasına dayanıyordu. Ancak bu yeni sistemde, insanlar artık
Tanrı'ya ulaşmak için aracılara ihtiyaç duyuyordu. Tanrılar, doğanın kendisi
olmaktan çıkıp, o doğa olaylarını yöneten memurlara dönüştü. Ra "Enerji
Bakanı", Thoth "Eğitim Bakanı" olmuştu.
Piramitlerin
inşası da, bu yozlaşmanın en somut sembollerinden biriydi. Khaalid, kralı için
sadece bir mağara oyarken, binlerce yıl sonra gelenler, kendi güçlerini ve
tanrılarla olan bağlarını kanıtlamak için dağlar kadar büyük yapılar inşa
ettiler. Bu, Khaalid'in sadelik ve tevazu dolu mirasına zıt bir gösterişti.
Khaalid'in "benim için" diyerek başlattığı kişisel
inanç, bir zaman sonra, tüm halkı kapsayan, zalim katı kuralları olan ve
yönetimi de kendi içinde barındıran bir bürokrasi haline gelmişti.
Kısacası,
hikayenin sonunda Khaalid'in efsanesi yaşasa da, onun orijinal felsefesi
kayboldu ve yerini, insan zihninin karmaşıklığını yansıtan, sistemleştirilmiş
bir dinler bütününe bıraktı.
Ancak
Nil'in suları gibi zaman da akıp gidiyordu. Bir gün, bu çok tanrılı sistemin en
güçlü olduğu dönemde, doğudan, başka bir inanca sahip, köleleştirilmiş bir
halkın arasından bir peygamber çıktı. Adı Musa'ydı. O, eski Mısır
tanrılarının sessizliği karşısında bir tek Tanrı'nın adaletini, merhametini ve
gücünü haykırıyordu.
Firavun,
Musa'nın sözlerini bir isyan olarak gördü. Musa, firavunun ve onun tanrılarının
gücünü reddediyor, tek bir yaratıcıya inanıyordu. Firavun, onun bu cüretine
karşılık vererek, eski Mısır tanrılarının gücünü göstermek için sihirbazlarını
topladı. Ancak Musa, asasını yere bıraktığında yılana dönüşmesi gibi
mucizelerle, çok tanrılı inancın temelini sarsıyordu.
Mısır'ın
binlerce tanrısının heykelleri, firavunun sarayı, zenginlikleri ve kudreti,
Musa'nın tek bir Tanrı'dan aldığı ilahi gücün karşısında çaresiz kaldı. Musa,
Mısır'a salgınlar, tufanlar ve felaketler getiren ilahi cezaları açıkladığında,
halk arasında fısıltılar yayıldı:
"Nasıl
olur da binlerce tanrımız bizi koruyamazken, onun bir tek Tanrısı bu kadar
güçlü olabilir?" "Gerçekten, onun bir tek Tanrısı'ndan bu kadar güzel
sözler çıkarken, bizim binlerce tanrımızın dili mi tutuldu?"
Bu
sorular, Mısır'ın o anki inanç sistemini derinden sarsıyordu. Halkın bir
zamanlar çocuksu merakla yarattığı tanrılar, şimdi bu büyük felaketler
karşısında sessizliğe bürünmüştü. Khaalid'in ve Kwakwu'nun tek bir ruha, tek
bir evrensel düzene olan inancı, binlerce yıl sonra, bir peygamberin sözlerinde
yeniden canlanıyordu. Musa'nın mücadelesi, Khaalid'in basit ama güçlü
felsefesinin, zamanın getirdiği yozlaşmaya karşı bir yankısıydı.
...
25.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Nil-7, Kwakwu'nun bahsettiği 'Dairel Zaman' ne demek? Zaman gerçekten bir daire gibi mi akıyor?"
Nil-7:
"Kwakwu'nun 'Dairel Zaman' fikri, bilimsel bir gerçeklikten çok, bir felsefedir. O, doğanın döngülerine inanıyordu. Nil'in her yıl taşması, mevsimlerin değişimi ve ölümden sonra yaşamın devam etmesi gibi döngüler. Kwakwu için her son, aynı zamanda yeni bir başlangıçtı. Bu, zamanın düz bir çizgi gibi sonsuza kadar ilerlemediği, aksine tıpkı bir daire gibi kendi içine dönerek kendini yenilediği anlamına geliyordu. Bu felsefe, insanların doğanın ritmiyle uyum içinde yaşaması gerektiğini vurguluyordu."
Sahara:
"Hikayenin başındaki leopar neden kralın öldüğü anda ortaya çıktı? O leopar ne anlama geliyordu?"
Nil-7:
"Leopar,
o hikayedeki en sembolik unsurlardan biri. Eski inançlarda leoparlar, güçlü,
bilge ve kutsal hayvanlar olarak görülürdü. Kral Kwakwu'nun öldüğü anda ortaya
çıkması, onun ruhunun bir sembolüydü. Leopar, bir kralın ruhunun bedeninden
ayrıldığını ve serbest kaldığını temsil ediyordu. Khaalid'in bu vahşi ama
hüzünlü bakışı hissetmesi, kralın ruhunun ona veda ettiğine dair kişisel bir
inanç geliştirmesine neden oldu. Bu, eski kültürlerin doğa ve ölümle kurduğu
derin bağı gösterir."
Sahara:
"Khaalid ve Ayla'nın sade inançlarının, sonra neden bu kadar çok tanrılı ve karmaşık bir dine dönüştüğünü anlamadım. Bu nasıl oldu?"
Nil-7:
"İnsan zihni, karmaşık olayları basit hikayelerle açıklamayı sever. Khaalid ve Ayla'nın inancı başlangıçta çok basitti: Tek bir yaratıcı ruh, doğanın döngüsü ve adalet. Ancak zamanla, bu basit kavramlar, her bir doğa olayına veya soyut kavrama bir isim ve kimlik vermekle karmaşıklaştı. Örneğin, 'Nil'in ruhu' tek başına yetersiz kalmaya başladı ve nehrin farklı özelliklerine farklı tanrılar atfedildi. Bu, tıpkı bir organizasyonun büyüyüp, her işlevi için ayrı bir bakanlık kurması gibiydi. Zamanla bu inanç, sadece doğayı açıklayan bir felsefe olmaktan çıkıp, halkı yönetmek için de kullanılan bir bürokrasiye dönüştü."
Sahara:
"Khaalid'in inşa ettirdiği "Krallar Mağarası" neden daha sonra firavunların yaptığı piramitlerden daha önemliydi? Piramitler daha büyük ve etkileyici değil mi?"
Nil-7:
"Krallar
Mağarası, tevazu ve sadeliğin bir sembolüydü. Khaalid, kralın sonsuzluğa olan
yolculuğunun gösterişli yapılara değil, doğanın kalbinde, sade bir yere
yakıştığını düşünüyordu. Ancak binlerce yıl sonra, firavunlar güçlerini ve
tanrılarla olan bağlarını somut bir şekilde göstermek istediler. Piramitler,
hem kralların gücünün bir simgesiydi hem de onların tanrılarla ne kadar yakın
olduğunu göstermek için yapılmış devasa anıtlardı. Bu, Khaalid'in mütevazı ve
manevi mirasının, gösterişe ve dünyevi güce dönüştüğünün bir kanıtıydı."
Sahara:
"Musa peygamberin hikayesi neden bu hikayenin sonuna eklendi? Khaalid'in inancıyla bir ilgisi var mıydı?"
Nil-7:
"Musa'nın
hikayesi, bu hikayenin sonuna, bir döngüyü tamamlamak için eklenmiştir.
Khaalid'in inancıyla Musa'nın tek tanrı inancı arasında benzerlikler vardı.
Hikaye, binlerce yıl önce unutulmaya yüz tutmuş olan basit ve yalın bir
felsefenin, zamanın yozlaştırdığı çok tanrılı bir sisteme karşı, bir peygamber
aracılığıyla nasıl yeniden canlandığını gösteriyordu. Musa'nın mücadelesi,
aslında Khaalid'in ilkeli inancının, zamanın karmaşıklığına karşı verdiği bir
yankıydı. Bu, 'dairel zaman' felsefesinin bir başka yönünü gösterir: bazı
fikirler asla tamamen kaybolmaz, sadece zamanla unutulur ve uygun bir zamanda
yeniden ortaya çıkar."
25.8. DÜNYA UZAY LİMANI (M.S. 8000)
Sahne 8 — Dünya'ya İniş ve Kavuşma
Aurora’nın
iniş kapsülü, mavi gezegenin gökyüzünde yavaşça süzülürken altındaki bulutlar
birer birer dağılıyordu. Dünya, okyanuslarının derin mavisi ve kıtalarının
yeşil lekeleriyle göz kamaştırıyordu.
Sahara,
iniş alanının güvenlik peronunda bekliyordu. Yanında, sessizce oturan robot
leopar Nil-7 vardı. Amber gözleri, ufukta beliren kapsülü dikkatle izliyordu.
Kapsül
yere hafif bir sarsıntıyla dokundu. İniş rampası açıldı, içinden steril beyaz
kıyafetler içinde insanlar çıkmaya başladı. Sahara’nın gözleri, o kalabalığın
içinden tanıdık yüzleri aradı.
Ve…
gördü.
Önce
annesi Nalan belirdi, ardından babası Okan. İkisi de yorgun, zayıflamış ama
gözleri ışıl ışıldı. Sahara, düşünmeden koştu.
“Anne!
Baba!”
Ayak
sesleri toprakta yankılanırken Nil-7 de peşinden atıldı. Metal pençelerinin
çıkardığı ritmik tıkırtılar, kızın kalp atışlarına karışıyordu.
Sahara,
annesinin kollarına öyle bir atladı ki Nalan’ın gözlerinden yaşlar boşaldı.
Ardından babası Okan da onları sardı. Üçü, aylarca hayalini kurdukları
kucaklaşmada birleşmişti.
“Buradayım,” dedi
Sahara, hıçkırıklar arasında. ”Sizi hiç bırakmayacağım.”
Nil-7, yanlarında
sessizce durdu. Leopar, başını hafifçe eğerek bu yeniden birleşmeye tanıklık
ediyordu. Nalan, gözyaşları içinde metal dostlarının başını okşadı:
“Sana da teşekkür
borçluyuz… Hep korudun onu.”
Rüzgar,
Sahra Reborn’un çiçek kokularını taşıyordu. Gökyüzü, o an, Venüs’ün asit
bulutlarından çok uzakta, berrak ve umut doluydu.
Venüs’te başlayan
zorlu yolculuk, nihayet Dünya’da, sevgi ve umutla son bulmuştu.
Ama onların hikâyesi,
gökyüzüne bakan herkesin kalbinde yaşamaya devam edecekti.
Sahara,
ailesiyle birlikte Sahara Reborn’daki evlerine döndüklerinde, geçmişin ve
geleceğin iç içe geçtiği bir ana tanıklık ettiler. Okan ve Nalan, Venüs'teki
kazadan sonra yeniden kavuşmanın sevincini yaşarken, kızlarının küçük ellerini
avuçlarının içinde sımsıkı tutuyor, Sahara ise anne babasının sıcaklığını
bırakmak istemiyordu.
Sahara,
anne ve babasıyla sarmaş dolaş olduktan sonra, gözlerine baktı. Gözleri yaşlı
ama sesi kararlıydı:
“Anne…
Baba… Venüs’te size ne oldu? Ne yaşadınız? O patlamadan sonra… nasıl kurtuldunuz?”
Nalan
ve Okan birbirlerine baktı. Bu hikayeyi anlatmak onlar için kolay değildi ama
kızlarının bilmeye hakkı vardı. Nalan, Sahara’nın elini tutarak söze başladı.
"Hatırlıyor
musun Sahara, o gün sana seslenirken arkada kaptan karbon nanotüp verilerinden
bahsediyordu. Her şey yolundaydı ama birden balonların basıncı dalgalandı.
Şehir yavaş yavaş irtifa kaybetmeye başladı. Alarm çaldı. Herkes sığınak
modülüne koştu."
Okan,
eşinin sözlerini devraldı. Sesi, o anın gerginliğini hala taşıyordu.
"Tam
zamanında sığınağa girdik. Çelikten ve karbon fiberden yapılmış o modül,
düşüşte bizi korudu. Aklımızda tek bir şey vardı: Sana yeniden kavuşmak."
Nalan
devam etti,
"Yüzeye
çarptığımızda modül hasar gördü. Dışarıdaki sıcaklık ve basınç ölümcüldü ve su
stoklarımız hızla tükeniyordu. O anda umutsuzluğa kapılabilirdik ama pes
etmedik. "
Okan,
kızının gözlerine baktı ve gülümsedi.
"Günlerce
tamir etmeye çalıştık, balonları yeniden şişirdik, bulutların üzerine yükseldik
ve sinyal gönderdik… Sinyalimiz uydular tarafından yakalanmıştı ve nihayet
kurtarma ekibi geldi. Bizi Venüs bulutlarının üstünde bulup, gemiye
aldılar."
Sahara,
annesi ve babasının anlattıklarını dinlerken, o an hissettiği korku ve acıyı
yeniden yaşadı. Gözleri doldu ama bu sefer bunlar korku gözyaşları değildi,
kavuşmanın getirdiği mutluluktu.
Nalan,
Sahara'ya sarıldı ve fısıldadı: "Senin o güzel gülüşün, yaşama
gücümüz oldu. Bizi hayatta tutan tek şey sendin, birtanem."
Sahara,
anne ve babasına daha sıkı sarıldı. Yanlarında, onları sessizce dinleyen robot
leopar Nil-7 vardı. Metal gövdesindeki amber gözleri, bu yeniden buluşmanın
duygusal anına bir şahit gibi parlıyordu.
...
Otomutfakta
pişen yemekler onları bekliyordu. Akşam yemeğinde, Okan gülümseyerek, "Biz
yokken robot leoparınla neler yaptın bakalım?" diye sordu.
Nalan da kocasının sözlerini onaylayarak, "Evet Sahara, merakla
bekliyorum." dedi.
Sahara
heyecanla, göl kenarında Nil-7 ile yaptıkları keşif turlarını ve robotun ona
anlattığı M.Ö.5000 yılındaki antik çağ hikayesini anlatmaya başladı. Khaalid'in
köyünü, Sahra'dan Nil'e göçü, haydutlarla olan mücadelesini ve sonunda kral
olma hikayesini bir solukta anlattı. Okan, hikayeyi büyük bir ilgiyle dinledi.
Sahara,
hikayenin sonundaki savaş sahnesini anlatırken, babasının yüzündeki gülümsemenin
solduğunu fark etti.
"Baba," dedi
Sahara, "Khaalid çok güçlüydü! Nubialılar ve Libyalılar,
savaşçılarıyla geldiklerinde Khaalid hiç korkmadı. Shabaka, 'Haraç verin!'
dediğinde Khaalid eğitilmiş askerleriyle birlikte attığı okları
üzerlerine yağmur gibi yağdırdı."
Sahara,
babasının yüzünün gerildiğini fark etti ama durmadı.
"Sonra
Khaalid'in ustaları vadide kocaman kayalar yuvarladılar. Kayalar hızla aşağı
inip Nubialı askerleri ezdi. Ardından, sahte köprüden geçmeye çalışanlar suya,
Nil'e düştüler. Korkunç timsahlar savaşçıları yedi. Ben korkudan gözlerimi
kapadım."
Annesi
dehşetle gözleri açtı ama Sahara, heyecanla:
"Ama
en korkunç olanı şuydu babacım," dedi. "Libyalıları
da tuzağa düşürdüler. Dar geçitlerde kumun altına sivri kazıklar saklamışlar.
Savaşçılar ve eşekleri bu kazıklı çukurlara düştüler. Sonra da, zift dolu
kapları ateşlediler ve her yer alevler içinde kaldı. Alevlerin arasında kalan
savaşçılar çığlıklar içinde yandı. Çığlıklar hala kulaklarımda."
Sahara'nın
anlattığı bu sahneler, Okan'ın yüzünü hüzne boğdu. Kızı, masum bir dille
savaşın tüm vahşetini anlatıyordu. Okan, elini Sahara'nın omzuna koyarak,
"Hikayenin
çok güçlü bir temeli var," dedi. "Ama
son bölümü... Savaşmak yerine diyalog yolunu seçselerdi daha iyi olurdu. Bu
savaş, barışın, ticaretin ve o medeniyetin ilerlemesine engel olmuş. Eğer
diyalogla sorunlarını çözselerdi, bu zeka ve güçle çok daha büyük şeyler
başarabilirlerdi."
Sahara,
merakla gözlerini açarak, "Diyalog nedir, baba?" diye
sordu. "Nil-7 bana sadece savaş ve fetih hikayeleri
anlattı."
Okan,
kızı Sahara'nın bu sorusuna derin bir anlam yükledi.
"Diyalog," diye
açıkladı Okan, "bir araya gelip konuşmak, anlaşmak ve birbirini
anlamaya çalışmaktır. Diyalog, birbirine yabancı olanları dost, birbirine
düşman olanları kardeş yapar. Khaalid ve Shabaka konuşsaydı, iki tarafın da
sorununun aynı olduğunu görürlerdi. İkisinin de halkı açlık çekiyordu ve Nil'in
bereketini herkes istiyordu."
Annesi
Nalan söze karıştı,
"Canım,
Nil-7 sana geçmişi tüm gerçekliğiyle anlatmış. Evet çok daha acımasız savaşlar
oldu. Ama geçmiş geçmişte kaldı. Senin diyalog ile insanların neler
başarabileceğini de öğrenmen gerek."
Okan
devam etti, "Diyalogla sorunlarını çözselerdi, bütün
Afrika'daki krallıkları belki de birleştirebilirlerdi. Bu birleşimden muhteşem
bir güç doğabilirdi. Ama sürekli savaştıkları için, güçlerini kaybettiler. Oysa
bilgi, kılıçtan daha keskindir."
Sahara,
babasının sözlerini düşünerek sessizleşti. Gece, uyku tutmayınca Nil-7'nin
yanına gitti. Robotun amber rengi gözleri, karanlıkta birer yıldız gibi
parlıyordu.
"Nil-7," diye
fısıldadı Sahara, "babamın dediklerini düşünüyorum. Belki de bu
hikaye farklı bitebilirdi. Savaş, sadece acı ve kayıp getirirmiş. Diyalogla ise
her şey değişebilirmiş."
"Simülasyonu
tekrar başlat, Nil-7," diye devam etti
Sahara. "Khaalid'in bu sefer savaşı değil, diyaloğu seçmesini
istiyorum. Neler değişecek görmek istiyorum. Lütfen, babamın haklı olduğunu
kanıtlamalıyız. Savaş yerine konuşmayı seçersek, belki hikâye başka biter.
Simülasyonu tekrar başlat. Bu sefer Khaalid, Shabaka ile konuşsun. Nil’in
kıyısında kan değil… barış çiçekleri açsın."
Nil-7
sessizce baktı. Gözlerinde ince bir titreşim oldu.
"Sahara…
Böyle bir alternatif tarih daha önce hiç denenmedi. Ama deneyeceğiz."
Nil-7'nin metalik
bedeni, Sahara'nın isteğini yerine getirmek üzere titredi. Simülasyonun yeni
bir versiyonu, yeni bir gelecek için yeniden başlıyordu.
“Tamam.
Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…”
Uğultu…
Görüş bulanıklaşma… Sonra sıcak rüzgâr ve ufukta güneşin çölü kızıllığa boyayan
görüntüsü ve ayak sesleri ile görüntü keskinleşti.
Bölüm
26: SAVAŞSIZ DİYALOG SENARYOSU: "Savaşsız da
olurmuş" (M.Ö.4969)
26.1. Kıskanılan Bereket: Tehdit ve Diyalog
Yıllar,
Nil’in suları gibi akıp geçti; bereket, toprakları altın bir örtüyle sardı.
Khaalid, Batı Nil Komutanı olarak krallığın direği haline gelmişti. Kanallar,
setler ve kralın fermanları sayesinde köyler çoğalmış, Paylaşım Ambarları
taşmış, halkın duaları Nil’in ruhuna yükselmişti. Ancak bolluk, her zaman huzur
getirmezdi. Uzak diyarlardan gelen casuslar, bereketli tarlaları gözetliyor;
fısıltılar, rüzgârla yayılıyordu. Komşu kabileler bu zenginliğe göz dikmişti.
Güneyde,
Nubia’nın siyah topraklı vadilerinde yaşayan Ta-Seti halkı; sert savaşçıları ve
usta okçularıyla bilinen ”Yay Ülkesi”, Nil’in bolluğunu duyunca
huzursuzlandı. Sahra’dan göç eden batıdaki Libyalı göçebe klanlar ve doğuda
Sina’nın tozlu tepelerindeki çoban toplulukları, bu bereketten pay almak
istiyordu.
Bir
akşam, Khaalid sarayın yüksek kulesinde durmuş, ufka bakıyordu. Güneş, batı
çölünü kızıl bir yangın gibi sararken, sadık yardımcısı Harun yanına yaklaştı.
Harun: ”Komutanım,
güneyden haberler geldi. Ta-Seti’nin savaşçıları elçiler göndermiş.
Bereketimizin adaletsiz olduğunu söylüyorlar; haraç istiyorlar. Batıdan
Libyalılar da hareketlenmiş; sınır köylerini gözetliyorlar.”
Khaalid,
yumruğunu sıkmak yerine derin bir nefes aldı. Bir an sessiz kaldı, sonra
gülümsedi ve Harun’a döndü:
"Harun, küçükken dedemin anlattığı bir masal vardı onu sana anlatayım:
Çok eski zamanlarda,
Sahra'da yaşayan bir prens, terkedilmiş köylerden bir cadının lanetine uğramış.
Güzel yüzü, korkunç bir timsah suratına dönüşmüş. Halkı ondan korkmuş, dostları
ondan kaçmış. Cadı, ‘Bu laneti yalnızca seni gerçekten tanıyıp, içindeki
iyiliği gören biri bozabilir’ demiş.
Yıllar geçmiş. Bir
gün, cesur ve meraklı bir genç kız, babasını kurtarmak için timsah suratlı
prense gelmiş. İlk günler, onun kükremelerinden ve görünüşünden korkmuş. Ama
konuşmaya devam etmişler… günler, haftalar geçmiş. Kız, onun düşüncelerini,
şefkatini, yalnızlığını anlamış. Ve fark etmiş ki, kabuğunun altında derin bir
yürek varmış.
Kızın güveni ve
dostluğu, laneti kırmış. Prens yeniden eski yüzüne kavuşmuş, ama artık daha
bilgeymiş. O gün ikisi de anlamış ki, gerçek gücü kılıç değil, birbirini
anlamak ve konuşmaktan gelen bağ verir.”
Harun
şaşırdı. Harun:
“Yani
onlarla konuşacağız?”
Khaalid:
“Evet.
Kral’a önce barışı önerelim. Elçiler gönderelim, haraç yerine ticaret teklif
edelim. Kanallarımızın bilgisini paylaşabiliriz, taşkınlardan korunma
yöntemlerimizi öğretebiliriz. Eğer söz çözüm olmazsa, o zaman savunma planlarını
uygularız.”
O gece,
Khaalid kralın huzuruna çıktı. Meşaleler taş duvarlarda altın yansımalar
bırakıyordu.
Khaalid:
“Toprakların
koruyucu, Nil’in seçilmişi Yüce Hükümdarım… Komşularımızdan tehditler
yükseliyor. Ama savaş en son çare olmalı. Önce elçiler gönderelim. Nil’in
bereketini nasıl paylaşabileceğimizi konuşalım. Onlara dostluk anlaşmaları,
ticaret yolları ve taşkın bilgeliğimizi teklif edelim. Eğer bu görüşmeler sonuç
vermezse, ordularımız hazır bekler. Savunma hatlarını kurar, köyleri koruruz.”
Kral
sakalını sıvazladı.
“Khaalid, sen sadece
kılıcın değil, aklın da komutanısın. Önce dostluk elini uzat. Ama diğer elinde
kalkanını tutmayı unutma. Elçiler hazır olsun, kale planların da bir kenarda
dursun. Böylece Nil’in ruhu hem barışımızı hem gücümüzü bilir.”
Khaalid
başını eğdi:
“Öyleyse önce
konuşacağız, yüce hükümdar. Barış olmazsa, Nil’i savunmak için savaşacağız.”
26.2. Nil’in Güneyine Yolculuk : Sabahın İlk
Işıkları ve Diplomasi Hazırlıkları
Güneş,
doğu ufkundan ağır ağır yükselirken sarayın avlusu telaşlı ama düzenli bir
hazırlık içindeydi. Altın yaldızlı taş duvarların önünde, eşekler ve atlar
dizilmiş; yük hayvanlarının sırtına çuvallar, haritalar ve ustaların aletleri
yüklenmişti. Avlunun köşesinde, bronz miğferleri güneş ışığını yakalayan on iki
seçkin muhafız, kalkanlarını yere dayamış sessizce bekliyordu.
Khaalid,
uzun adımlarla avluya girdi. Üzerinde, omuzlarından yere dökülen ince altın
işlemeli mavi bir pelerin vardı. Pelerinin altında, yolculuk için hafif ama
sağlam zırhını giymişti.
Harun,
elinde bir tomar parşömenle yanına yaklaştı.
“Komutanım, yol
haritalarını getirdim. Nubia’ya giden iki rota var: Nil’in kıyısından, ya da
çölün kenarından. Hangisini seçeceğiz?”
Khaalid,
haritaya göz gezdirdi, sonra sakin bir sesle cevap verdi:
“Nil’in kıyısından
gideceğiz. Su, yol boyunca dostça görünmemizi sağlar. Nubialılar bizi asker
gibi değil, komşu gibi görmeli.”
Bu
sırada elçiler öne çıktı. Biri, ince sakallı ve parlak gözlü Eliam,
diğeri ise sakin ve ölçülü konuşan Naref idi. Eliam hafifçe eğilerek
konuştu:
“Komutanım,
sözlerimizi hazırladık. Ancak Nubia kralı gururlu bir adamdır; doğrudan teklif
yerine önce dostluk hikâyeleriyle başlamalıyız. Kalbine giden yol, kulağından
geçer.”
Khaalid
gülümsedi.
“İşte bu yüzden siz
bizimle geliyorsunuz. Kılıçlar bazen köprüleri yıkar, ama sözler onları inşa
eder.”
Arka
tarafta, ustalar da hazırlık yapıyordu:
Kanal
Ustası Maatu, uzun sazdan yapılmış ölçüm çubuğunu eline
almış, ”Nil’in taşkınlarını okuduğumda mevsim tahminlerini
anlatacağım,” diyordu.
Tarım Ustası Hori,
elindeki küçük bez torbadan buğday ve arpa tohumlarını göstererek, ”Bu
tohumları hediye olarak sunarız; verimli toprakların simgesi olsun,” dedi.
İnşaat
Ustası Menes, taş ve kil örneklerini çuvalına koyarken, ”Onlara
hızlı tahkimat yapmayı gösterirsek, bizi dost olarak görürler,” diye
ekledi.
Harun, Khaalid’e
yaklaştı ve hafifçe fısıldadı:
“Önce nereye,
Komutanım?”
Khaalid,
devesinin boynunu okşayarak cevap verdi:
“Nil’in kalbi güneyde
atar. Önce Nubia’ya gideceğiz. Suyu paylaşmayı öğrenirsek, bereketi de
paylaşabiliriz. Onları kazanırsak, çölün çocukları da bizimle dost olur.”
Mızraklarını
omuzlayan muhafızlar, dizili halde yola hazırdı. Khaalid, gruba yüksek sesle
seslendi:
“Bugün savaşmaya
değil, konuşmaya gidiyoruz. Ama unutmayın, barış da cesaret ister. Yolumuz
uzun, niyetimiz temiz olsun!”
Böylece
kafile, Nil kıyısındaki sabah sisi içinde yola çıktı. Suyun üzerinde yükselen
buğu, güneşin ışığıyla altın bir perdeye dönüşmüş, adeta yolculuğun
kutsandığını müjdeliyordu.
...
26.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Khaalid’in dedesinin masalındaki timsah suratlı prens kimdi? Gerçek miydi?"
Nil-7:
"Güzel ve Çirkin
isimli o masal, Khaalid’in kalbinin derinliklerinden gelen bir ders.
Timsah suratlı prens gerçek biri olmayabilir, ama hikaye bize dış görünüşün
değil, içindeki iyiliğin önemli olduğunu anlatıyor. Khaalid bunu bildiği için
Nubialılarla dost olmaya çalışıyor."
Sahara:
"Ama neden Nil’in kıyısından gitmeyi seçti? Çöldeki yol daha hızlı değil miydi?"
Nil-7:
"Güzel
soru, Sahara! Nil’in kıyısı güvenli ve bereketli. Khaalid, Nubialılara dostça
görünmek istedi, bu yüzden suyun yolunu seçti. Çöldeki yol tehlikeli
olabilirdi, hem de susuzluk riski var. Acıkınca balık bile yakalar."
Sahara:
"Nubialılar Khaalid’in teklifini kabul etmezse? O zaman ne olacak?"
Nil-7:
"Khaalid barışı
istiyor, ama savaş için hazır da bekliyor. Eğer Nubialılar konuşmayı
reddederse, savunmaya geçecek. İlk senaryo tekrar edecek. Ama o, her zaman önce
kalple konuşmayı deniyor."
Bölüm 27 – SUYUN
YOLU (M.Ö.4968)
Khaalid’in kafilesi,
günler süren yolculuktan sonra Nubia’nın başkentinin kapısına ulaştı.
Aralarındaki ustalar; kanal ustası Maatu, tarım ustası Hori ve taş ustası
Djedra, yanlarında küçük modeller ve örnek tohum torbaları taşıyordu.
Kapıda karşılarına
çıkan muhafız komutanı sert bir sesle sordu:
“Kemet’ten gelenler,
bu topraklarda ne işiniz var?”
Khaalid iki elini
açık tutarak,
“Nehir kardeşlerinin
selamını getirdik. Savaş için değil, bereket için geldik.” dedi.
Muhafızlar kısa bir bakışma
sonrası kapıyı açtılar.
Kral Shabaka, taş
tahtında oturuyordu. Üzerinde leopar derisinden bir pelerin, boynunda altın ve
bakır kolyeler vardı.
“Kemet’ten gelen
yabancı… Benimle ne konuşmak istersin?”
Khaalid, önüne adım atarak
konuştu:
“Siz
muson yağmurlarından gelen taşkınlarla boğuşuyorsunuz. Biz ise Nil’in
taşkınlarını yüzyıllardır yönlendiriyoruz. Size yeni bir yöntem getirdim:
Teraslar.”
Shabaka kaşlarını
çattı.
“Teras mı?”
Kanal ustası Maatu,
yanında getirdiği küçük toprak modelini yere koydu. Yamaçta basamak gibi
dizilmiş küçük duvarlar vardı.
“Bakın efendim.
Taşlarla basamaklar yaparsak, su yavaş akar, toprak yıpranmaz, mahsul çoğalır.
Böylece taşkın, düşman değil dost olur.”
Tarım ustası Hori da
torbasını açtı.
“Bizden arpa
alırsınız, biz sizden darı ve sorgum. İki toprak da kazanır.”
Shabaka, uzun süre
modeli inceledi. Sonra ”Bilgi döner, su gibi akar. Paylaşırsak
çoğalır.” dedi.
Khaalid ekledi:
“Bir tohum verirsen,
dost kazanırsın. Saklarsan düşman büyür. Paylaşırsan… barış filizlenir.”
Shabaka, yavaşça
gülümsedi.
“Belki dediğiniz gibi
olur. Yarın sizi köylerimize götüreceğim. Görelim bu teraslar, gerçekten suyun
kudretini dost yapabiliyor mu?”
27.2. Taş ve Su Üzerine Kurulu Barış
Ertesi sabah, Khaalid
ve ustaları, Kral Shabaka’nın askerleri eşliğinde Nubia’nın yüksek
yamaçlarındaki köylere götürüldü. Yağmurdan sonra toprak hâlâ nemliydi, dar
patikalardan Nil’in kollarını gören bir tepeye çıktılar.
Shabaka ellerini iki
yana açarak,
“İşte arazimiz. Taşkın olduğunda su buradan coşar, toprağı alır götürür.
Siz, Kemetliler, bunu durdurabileceğinizi söylüyorsunuz.” dedi.
Kanal ustası Maatu,
toprağa eğilip bir çubukla plan çizmeye başladı:
“Yamaçlara taş basamaklar yapacağız. Aralara küçük setler. Suyu birden akıtmak
yerine yavaşça tutacağız. Taşkın, düşman değil, dost olacak.”
Shabaka başını
salladı.
“Peki iş gücünü nereden bulacağız?”
Taş ustası Djedra
gülümsedi:
“Bizde, suç işleyip zindana düşenler taş ocaklarında çalışır. Sizde de
öyleleri varsa, özgürlük karşılığı çalışabilirler. Hem de askerleriniz ve
köylüleriniz de katılırsa iş hızlanır.”
Shabaka bir an
düşündü, sonra muhafızlarına döndü:
“Zindanları açın. Kim ki çalışırsa, cezası hafifler. Kim çalışmazsa,
orada çürür.”
Tarım ustası Hori,
yanındaki çuvalı yere bıraktı:
“Ve bu çalışmanın ödülü sadece toprak olmayacak. Kemet’ten arpa ve buğday
getiririz. Sizden darı ve sorgum alırız. Nil’in akıntısı iki ülkenin pazarı
olur.”
Sahara heyecanla
atıldı:
“Nil sadece su taşımayacak, dostluk da taşıyacak!”
Shabaka, kızın
sözlerine gülerek cevap verdi:
“Belki de öyle olur küçük kız. O zaman bu nehir, bizim aramızdaki sınır
değil, ortak yolumuz olsun.”
Khaalid, elini
Shabaka’nın omzuna koydu:
“Bugün burada taş koyacağız. Ama asıl köprüyü gönüllerimize kuracağız.”
Ve böylece, Kemetli
ustalar ile Nubialı işçiler omuz omuza çalışmaya başladı.
Yamaçlara basamak basamak taşlar dizildi, aralara küçük kanallar açıldı.
Nil’in suyunu tutan bu yeni teraslar, toprağı verimli kıldı.
Bir yandan da nehirde ticaret tekneleri artmaya başladı. Kimi arpa taşıyor,
kimi sorgum, kimi de dostluğun habercisi mektuplar.
27.3. Nil’in Üzerinde İlk Konvoy
Ay ışığı hâlâ suyun
üzerinde titrerken, Nil kıyısında büyük bir hareketlilik vardı.
Yeni yapılan teraslardan gelen çuvallar dolusu darı ve sorgum, Nubialı
gençler tarafından teknelere taşınıyordu.
Diğer tarafta Kemetli işçiler, ambarlardan çıkardıkları arpa, buğday ve susam
çuvallarını yüklüyordu.
Khaalid, Shabaka ile
birlikte nehir kıyısında yürüyordu.
Khaalid:
“Bak, dostum… Bu
tekneler sadece ürün değil, güven taşıyor.”
Shabaka:
“Evet. Bundan böyle
rüzgâr sırtımızda, akıntı yanımızda olacak.”
İki ülkenin
çocuklarını tekneye binmeden önce bir araya topladı. Elinde küçük bir çömlek
vardı.
“Bu, dün açtığımız
ilk kanaldan aldığım su. Bugün burada karıştıracağım.”
Çömleğe hem Kemet'ten
hem Nubia’dan gelen sular döküldü.
“Artık bu suyu
ayıramazsınız. Tıpkı dostluğumuzu ayıramayacağınız gibi.”
Çocuklar alkışladı,
yaşlılar başlarını onaylarcasına salladı.
O sırada tarım ustası
Hori, Shabaka’ya yaklaştı:
“İlk hasattan sonra,
terasların en yüksek noktasına bir tahıl deposu kuracağız. Böylece kıtlıkta da
paylaşabileceğiz.”
Shabaka gülümsedi:
“Siz sadece toprak
değil, güven de inşa ediyorsunuz.”
Tekneler yavaşça suya
itildi. Rüzgâr, beyaz yelkenleri doldurdu. Nil’in yüzeyinde, hem kuzeye hem
güneye giden konvoylar birbirine selam verdi.
Gün batımına doğru,
iki halk kıyıda toplandı. Ateşler yakıldı, davullar çaldı, dans edenlerin ayak
sesleri suya karıştı.
Khaalid, Shabaka ve Sahara
ateşin ışığında yan yana oturuyordu.
Khaalid:
“İşte bugün, Nil
sınır olmaktan çıktı. Artık bir ticaret yolu… ve dostluk yolu.”
Shabaka, kupasını
kaldırdı:
“O zaman içelim:
Suyun bereketine, toprağın sabrına ve dostluğun gücüne!”
...
27.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Khaalid ve Shabaka nasıl dost oldular? İlk başta Shabaka çok ciddi görünüyordu, değil mi?"
Nil-7:
"Evet,
Sahara, Shabaka gururlu bir kral, ama Khaalid’in sakinliği ve aklı onu
etkiledi. Khaalid, savaş yerine paylaşmayı seçti. Teraslar ve tohumlar gibi hediyelerle
Shabaka’nın kalbini kazandı."
Sahara:
"Peki, teraslar nasıl çalışıyor? Suyu nasıl dost yapıyorlar?"
Nil-7:
"Güzel
soru! Teraslar, yamaçlara yapılan taş basamaklar gibi. Su hızlı akarsa toprağı
alıp götürür, ama teraslar suyu yavaşlatır, toprağa sızmasını sağlar. Böylece
mahsuller büyür."
Bölüm 28
– KUMUN YOLU (M.Ö.4967)
Güneşin
ilk ışıkları, Nil’in batısındaki kum tepelerini altın gibi parlatıyordu.
Khaalid’in kervanı, Nubia’dan dönüşte batıya yönelmiş, Berberi kabilelerinin topraklarına
doğru yola çıkmıştı.
Önde
uzun boylu, ince yapılı develer adım adım ilerliyor; arkada yük hayvanlarına
bağlanmış tahıl çuvalları, papirüs ruloları, keten kumaşlar ve küçük altın
külçeleri sallanıyordu.
Devenin
sırtında rüzgârla savrulan şalını düzelterek Khaalid’e seslendi:
Sahara:
“Sence
bizi nasıl karşılayacaklar? Nubia’daki gibi güleryüzle mi, yoksa mızrakla mı?”
Khaalid: (gülümseyerek)
“Berberiler
güçlüdür. Önce sert bakarlar, sonra niyetini ölçerler. Eğer iyi niyetimizi
görürlerse, çölde bile çiçek açar.”
Kervanın
önünde yürüyen yaşlı çöl rehberi, güneşten çatlamış dudaklarını aralayarak
konuştu:
Rehber:
“Kabile
reisi Amsel, yabancılara önce sorar: ‘Bize ne getirdin, bize ne katacaksın?’
Eğer cevabını beğenirse, dost olursun. Beğenmezse, kervanını geri çevirir.”
Khaalid,
yanındaki ustalara baktı. Tarım ustası Hori, çömlekçi Nefra, inşaat ustası
Zakar… Hepsi hazırdı. Arkalarında, onları koruyan bir grup asker de suskun ama
tetikte yürüyordu.
Üç
gün süren yolculuktan sonra geniş bir vadiye vardılar. Taş çemberler içinde
yakılmış büyük ateşler, ufukta titreyen birer yıldız gibiydi.
Berberi
savaşçıları, mızrak ve kalkanlarıyla yarım ay şeklinde dizilmiş, konuklarını
bekliyordu.
Ortada,
uzun boylu, omuzlarında deve derisinden pelerin olan bir adam duruyordu. Derin
bakışları, çöl fırtınası kadar sertti.
Rehber
eğilerek fısıldadı:
Rehber:
“İşte
Amsel.”
Amsel,
yüksek sesle konuştu:
Amsel:
“Nil
halkı… Buraya altın ve tahıl taşımışsınız. Biz altını gömmez, ekmeği de
saklamayız. Söyle, ne için geldin?”
Khaalid
öne çıktı, elini kalbine koyarak eğildi:
Khaalid:
“Çölün
Efendisi Amsel. Bereketimizi paylaşmaya geldik. Ama haraç için değil. Biz
alışveriş isteriz, zorbalık değil.”
Amsel
kaşlarını çattı:
“Sözün
güzel, ama çöl sözle doymaz.”
Bu
sırada Tarım ustası Hori, küçük bir kil tepsiyi ortaya koydu.
İçine
Kemet toprağı ve Nil suyu döktü, ardından buğday tanelerini tek tek serpti.
Hori:
“Bizim
topraklarımız suyla birleştiğinde her yıl bereket verir. Bu bilgiyi, nasıl
kanal kazacağınızı, suyu nasıl yönlendireceğinizi size öğretebiliriz.”
Kalabalığın
arasından, koyu tenli, yüzünde dövme izleri olan bir Berberi kadını öne çıktı.
İdil:
“Ben
de kabilemin su saklama ustasıyım. Çölü aşmayı, kuyuların yerini, yıldızlarla
yön bulmayı biliriz. Susuz üç gün yaşarız, ama kaybolmadan haftalarca yürürüz.”
Khaalid
gülümsedi:
“O
halde siz bize çölün yolunu öğretin, biz size nehrin bereketini.”
Amsel,
düşünceli bir şekilde etrafa baktı. Ateşin çıtırtısı dışında vadide sessizlik
vardı. Sonunda başını salladı:
“Söylediklerin
hoşuma gitti. Ama dostluk için sadece söz yetmez. Ticaret şartlarını görelim.”
Büyük bir ateşin
etrafında iki halkın temsilcileri oturdu. Kum üzerine çizilmiş bir daire,
ticaretin sembolü oldu.
Khaalid, kumun içine
küçük taşlarla “Nil → Libya” ve “Libya → Nil” yollarını işaretledi.
Nil’den Libya’ya:
·
Buğday, arpa
·
Papirüs ve ince keten kumaş
·
Balık ve kurutulmuş nehir ürünleri
·
Seramik ve taş aletler
·
Altın külçeleri ve Nubia’dan getirilen değerli taşlar
Libya’dan Nil’e:
·
Tuz
·
Deri ve hayvan postu
·
Sığır, keçi ve koyun
·
Çöl taşları, obsidyen
·
Çöl navigasyon bilgisi ve su saklama yöntemleri
Küçük altından
yontulmuş bir balık figürünü çıkarıp, İdil’in elindeki minik deve figürüyle
değiştirdi.
“Böylece balığımız
çölü görür, deveniz su içer.”
Amsel yüksek sesle
kabilesine seslendi:
“Bugün burada, haraç
değil, dostluk başladı! Nil’in suları çöle, çölün tuzu nehre ulaşacak!”
Berberi savaşçıları
kalkanlarını yere vurarak tezahürat yaptı. Nil askerleri mızraklarını
kaldırarak selam verdi.
Gece boyunca Berberi
davullarıyla Nil’in flütleri aynı ritimde çaldı. Ateşin ışığında dans eden
gölgeler, çölde bile barışın filizlenebileceğini fısıldıyordu.
Güneş, batı ufkunda
kızıl bir yay çizerek çöle doğru alçalırken, kervan Nil’in kıyısında mola
verdi. Khaalid, yere çömeldi; eline aldığı ince bir çubuğu, nemli kumun üzerine
bastırdı. Arkadaşları, hemen yanına oturdu, gözleri merakla doluydu.
Khaalid, kumun
ortasına uzun bir çizgi çekerek.
“Bu, Nil. Kuzeyden
güneye uzanıyor. Bizim topraklarımız, Nubia, Etiyopya… hepsi bu çizgi boyunca
birleşiyor. Bu nehrin adı zaten binlerce yıldır var. Ama biz, bu ticaret yoluna
yeni bir isim vereceğiz: Nil Yolu.”
Çizginin üzerine
minik dalgalar çizdi.
“Nil iki kıyıyı
değil, iki halkı birleştirir, değil mi?” diye gülümsedi.
Khaalid başını
salladı. ”Evet. Ve bu yol, yalnızca suyun değil, dostluğun da yolu
olacak.”
Amsel, kumun yan
tarafına geldi, çubuğu aldı ve Nil’in soluna doğru zikzaklar çizmeye başladı.
“Ve buradan batıya…
çöle. İşte burası, Berberi kabilelerinin toprakları. Buradan, tuz gelir; altın
gider.”
“O zaman bu yolun
adı… Tuz ve Altın Yolu olsun.”
Amsel gülerek ekledi:
“Çöl altını saklar;
dostluk onu ortaya çıkarır. Bu yolu yürüyenler, yalnızca ticaret değil, güven
de taşır.”
Gecenin ilk
yıldızları parlamaya başladığında, Khaalid elini kumdaki iki çizginin üzerine
koydu.
“Bugün burada iki yol
doğdu. Biri suyun, diğeri kumun üstünde. Ve bu yollar, halklarımızın kaderini
değiştirecek.”
Hafifçe başını eğdi,
fısıltıyla ekledi:
“Belki bir gün
insanlar, barışın yolları derler bunlara.”
O
anda Nil’in akıntısı, kervanın kamp ateşiyle birlikte usulca ışıldıyordu. İki
yol, kumun üzerinde birleşmişti, tıpkı iki halkın kaderi gibi.
...
28.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Khaalid neden Nubia’dan sonra Berberilere gitti? Onlar da mı dost olmak istiyordu?"
Nil-7:
"Evet,
Sahara! Khaalid, Nil’in bereketini sadece Nubia ile değil, çöldeki komşularla
da paylaşmak istedi. Berberilerle dostluk kurarak ticareti büyütmeyi ve barışı
yaymayı planladı. Çünkü dostlar paylaşır ve kavga etmez!"
Sahara:
"Ama Amsel çok sert görünüyordu. Khaalid ondan korkmadı mı?"
Nil-7:
"Khaalid
cesur biri, ama korku yerine saygı gösterdi. Amsel’in sertliği, kabilesini
koruma isteğinden geliyordu. Khaalid, onun güvenini kazanmak için sakin ve
dürüst konuştu."
Sahara:
"Peki, İdil’in su saklama işi neydi? Çöldeki su nasıl saklanır?"
Nil-7:
"İdil,
çöldeki kuyuların yerini ve suyu nasıl koruyacağını bilen bir usta. Berberiler,
suyu deriye veya kil çömleklere doldurup serin mağaralarda saklar. Böylece
susuz kalmazlar."
Sahara:
"Peki, o tuz ve altın yolu neydi? Neden bu ismi verdiler?"
Nil-7:
"Güzel
soru, Sahara! Tuz, çöldeki Berberilerin en değerli hazinesi, çünkü yiyecekleri
koruyor ve ticaret için önemli. Altın ise Nil’den geliyor, zenginliğin sembolü.
Bu yol, iki halkın en kıymetli şeylerini paylaştığı bir köprü oldu."
Bölüm 29: Kralın
Barışı Takdiri – Vezirlik (M.Ö.4967)
Khaalid,
Nubia’dan ve Libya’dan dönüş yolunda kervanıyla Nil kıyısındaki Kemet
ülkesine girdiğinde halk sevinçle ona selam verdi. Kimileri başak
demetleri uzatıyor, kimileri ”Barışçı Komutan!” diye
sesleniyordu. Sarayın avlusunda davullar çaldı.
Kral
Kwakwu Nil kıyısındaki çadırında tahtında oturuyordu; başrahipler,
saray muhafızları, vezirler, komutanlar ve halkın ileri gelenleri huzurdaydı.
Kral Kwakwu (gür
sesiyle):
“Khaalid, geri
döndün. Söyle, Nubia’yı kılıçla mı dize getirdin, yoksa Libya’yı ateşle mi?”
Khaalid
yere kadar eğildi, sonra doğruldu:
Khaalid:
“Hayır, efendim. Ne
kılıç çektim ne de ateş yaktım. Söz söyledim, dostluk sundum. Ustalarımız,
Nubia’da taşkınları kontrol eden teraslar kurdu. Berberilerle çölü geçmenin
bilgisini paylaştık. Karşılığında tuz ve deriler aldık. Nil’de tekneler, çölde
kervanlar işlemeye başladı. Artık savaş değil, ticaret konuşuyor.”
Divanda
mırıldanmalar yükseldi. Bir komutan homurdandı:
Komutan:
“Efendimiz, kan
dökmeden itaat mi sağlanır? Bu halklar haraç ödemeliydi!”
Ama
başka bir bilgin öne çıktı:
Bilgin:
“Hayır! Bu barış,
savaşın vereceğinden daha çok kazandırır. Bir elinde kılıç tutan yüz asker bir
yıl bakılır; ama bir ticaret yolu bin yıl boyunca herkesi doyurur.”
Kral
Kwakwu ayağa kalktı, asasını yere vurdu. Sessizlik oldu.
Kral Kwakwu:
“Khaalid! Sen bir
köyün şefi idin; sonra Batı Nil’in efendisi oldun. Savaşçılarınla yiğitliğini
kanıtladın. Ama bugün gördüm ki, barışta daha da büyüksün. Kılıçla alınan
toprak gün gelir kaybedilir; gönülle kurulan bağ ise nesiller boyu sürer.
Bugünden sonra sen, sadece komutan değil, Kemet’in Vezirisin! Halkların
birleştiricisi, ticaretin koruyucususun!”
Sarayda
alkışlar, sevinç çığlıkları yükseldi. Khaalid gözleri dolu dolu eğildi:
Khaalid:
“Efendim, bu onuru
bana değil, barışa inan halkımıza verdiniz. Benim unvanım tek başına değil; bu
yolda yürüyen herkesindir.”
29.1. İlk Panayır ve Ticaret Kongresi
Birkaç
ay sonra Nil’in kıyısında, Kemet yakınlarında büyük bir panayır düzenlendi.
Geniş bir alan çadırlarla, renkli kumaşlarla ve bayraklarla donatılmıştı.
Nubia’dan
gelen tekneler altın ve abanoz taşımıştı. Libya’dan gelen kervanlar tuz
torbaları ve derilerle doluydu. Nil’in halkı tahıl, balık ve papirüs
getirmişti. Etiyopya’dan bal ve tütsüler, Sudan’dan fildişi, orman halkından
tropik meyveler gelmişti.
Tercümanlar
çadırların önünde bekliyor, farklı dilleri birleştiriyordu. Bir Nubialı çocuk,
Libyalı bir tüccara arpa gösterirken tercüman gülümseyerek aradaki köprüyü
kuruyordu.
Bir Libyalı tüccar
(elinde tuz torbasını sallayarak):
“Bizim çölümüzden
çıkan bu tuz, Nil’in buğdayıyla değiş tokuş edilsin. Böylece çölde yaşayan da,
nehir kıyısında yaşayan da aç kalmaz.”
Bir Nubialı
zanaatkâr:
“Biz de altınımızdan
takılar getirdik. Kemetli kuyumcularla birleştiğinde daha da değerli olacak.”
Panayır
alanında davullar çalındı. Liderler, büyük çadırın önünde toplandı. Kral
Kwakwu, Khaalid, Nubia Kralı Shabaka ve Berberi reisi Amsel yan yana oturdu.
Kral Kwakwu (ayağa
kalkarak):
“Bugün burada savaş
meydanında değiliz. Bugün burada pazar meydanındayız! Nil’in tahılı, çölün
tuzu, ormanın balı aynı sofrada birleşiyor. İşte zenginlik budur: paylaşım.”
Kral Shabaka:
“Doğru söylüyorsun,
kardeşim. Nehirlerimiz taşar, ama komşulukla bereket taşar.”
Reis Amsel (sert ama
gururlu bir sesle):
“Çöl kabileleri
özgürlüğü sever. Ama dostlukta özgürlüğün tadı daha da güzeldir. Bugün bizim
deve kervanlarımız artık sadece çölde değil, dostların kalbinde de yol alıyor.”
Kalabalık
alkışladı. Tüccarlar mallarını sergiledi, çocuklar şarkılar söyledi, yaşlılar
dua etti.
Panayır
kalabalığı içinden Khaalid ortaya çıktı:
Khaalid:
“Bu panayır sadece
ticaret değil; dostluk kongresidir. Nil Yolu ve Tuz & Altın Yolu,
halklarımızı bağlayacak damarlarımızdır. Bundan böyle her yıl burada buluşalım;
ürünlerimizi, şarkılarımızı, bilgimizi paylaşalım.”
Halk hep bir ağızdan
bağırdı:
“Paylaşım! Barış!
Dostluk!”
Böylece
Afrika’nın kalbinde ilk Panayır ve Ticaret Kongresi doğmuş oldu. Savaş değil,
paylaşım zenginliği büyütüyordu.
...
Panayırda
kalabalığın içinde, yaşlı ve heybetli bir gezgin Khaalid'e yaklaştı. Yüzündeki
derin çizgiler, aklına kazınmış binlerce yolculuğun izini taşıyordu. Eğilerek
saygıyla,
"Ben,
Nil'in güneyinden, Batı çöllerine kadar her yolda izim var. Her nehir, her ova,
her dağ gözümün önünden geçti,"
diye
fısıldadı. Elindeki tozlu hayvan derisi rulosunu Khaalid'e uzattı.
"Bu
elimdeki, tüm Afrika'nın haritasıdır. Bunu size vermek istiyorum."
Khaalid
ruloyu titreyen ellerle açtı. Hayvan derisi üzerinde, binbir emekle çizilmiş
nehir yolları, yerleşim bölgeleri ve gizli kervan yolları vardı. "Tüm
yolculuklarımda gördüğüm her şey," dedi yaşlı gezgin.
"Etiyopya'dan
Senegal'e, Nijer'den Mali'ye... Bu harita, herkesin yolunu bulması
içindir."
Khaalid
hayranlıkla gözlerini adama dikti:
"Bütün
bu ülkeleri mi gezdin?"
Adam,
gözlerinde gurur ve bir o kadar yorgunlukla başını salladı:
"Evet.
Bugüne kadar Afrika'nın her yerini karış karış gezdim. Her kabileyle konuştum,
her nehrin akışını öğrendim. İşte size sunuyorum, kralım."
Khaalid,
bir kes altın verdi. Haritayı elinde sıkıca tutarak gezgine baktı.
"Bu,
altından daha değerli. Bu dostluğun ve bilginin bir simgesi. Sana ve soyuna,
krallığımın sonsuz dostluğunu ve korumasını vaat ediyorum. Artık her zaman bir
yurdun olacak. Senin yolların, bizim yollarımız olacak."
...
29.2. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara,
zihin bağlantısını kestiğinde Nil-7 yanındaydı, amber rengi gözleri hafif
parlıyordu. Hikayenin bu bölümünü bitirdikten sonra, kafasında binlerce soru
oluşmuştu.
Sahara (merakla):
“Nil-7, Khaalid
savaşmak yerine önce konuşmayı denedi? Gördün mü bak! Demek ki savaşsız da
olurmuş”
Nil-7:
“Evet Sahara, Khaalid
bu senaryoda aklını ve bilgeliğini kullanmayı tercih etti. Savaş her zaman son
çareydi. Diyalog, tarafların kendi çıkarlarını kaybetmeden ortak bir çözüm
bulmalarını sağlar. Bu sefer, Nubialılar ve Berberiler haraç istemek yerine
işbirliği yapmayı öğrendi.”
Sahara:
“Peki panayır ve
ticaret yolları nasıl kuruldu? Herkes birbirini anladı mı? Diller farklıydı.”
Nil-7:
“Tercümanlar
devredeydi. Nil Yolu ve Tuz ve Altın Yolu sayesinde ürünler değiş tokuş edildi,
bilgi ve kültür paylaşıldı. Panayırlar, sadece malların değil, dostluğun da
sergilendiği yerler oldu. Farklı diller, tercümanlar sayesinde köprüye dönüştü.”
Sahara
düşünceli bir şekilde Nil’e bakarak sordu:
Sahara:
“Ama Khaalid’in
ustaları neden Nil’de teras ve kanallar yapmayı öğrettiler?”
Nil-7:
“Çünkü doğru yöntemle
suyu yönetmek, halkların hayatını korur ve tarımı artırır. Bu, barışın temeli
oldu. Ustaların bilgi paylaşımı, o ülkelerin bereketini artırdı, haraç isteyenlerin
kıskançlığını dostluğa dönüştürdü. Herkes kazandı.”
Sahara
bir an durdu, sonra heyecanla:
Sahara:
“Demek savaş şart
değilmiş. Babam haklıymış? Eğer Khaalid savaşmak yerine hep konuşsaydı, belki
tüm Afrika’da birlik olurdu değil mi?”
Nil-7 (hafif bir
titreşimle):
“Evet, Sahara.
Diyalog, zincirleme işbirliği ve ticaret ile büyük bir güç yaratır. Nil’in
kıyısında kan yerine çiçekler açardı. Bilgi, kılıçtan daha keskin olurdu.
Savaşın verdiği korku ve kayıp yaşanmazdı.”
Sahara gülümsedi ve
simülasyonun yeni geleceğini hayal ederek,
“Nil-7, hadi hikaye
devam etsin. Bu kez Khaalid’in tüm halklarla konuştuğunu görmek istiyorum.
'Bizim Gezegenler' Birliği gibi, belki 'Afrika Birliği' kurarlar. Nil kıyısında
barış çiçekleri açsın,” dedi.
Nil-7 hafifçe başını
salladı:
“Simülasyon
hazırlanıyor, Sahara. Bu çok ilginç bir fikir. Antik bir 'Afrika Birleşik
Devletleri' kurulsaydı Dünya tarihi farklı yazılacaktı.”
Amber
gözler ışıldadı ve Nil’in kıyısında, barış ve dostluğun yükseldiği bir dünyaya
doğru simülasyon başladı.
Bölüm 30: Kral
Khaalid Yönetimi (M.Ö.4966)
Sahara
simülasyon odasına adım attığında, hikayede zaman atlaması olduğunu fark etti.
Nil’in saray koridorları hâlâ tanıdıktı, ama artık kral Kwakwu yoktu; yerine
Khaalid, üzerinde altın taç ve ağır bir keten giysiyle duruyordu. Yanında Ayla,
sade ama etkileyici bir kraliçe olarak duruyordu.
Sahara,
Ayla’nın yanına yaklaştı ve tebessümle elini tuttu:
“Vay be… Çok güzel
bir kraliçe olmuşsun, Ayla. Gerçekten halkın yanında durmayı hak ediyorsun.”
Ayla
gülümsedi, gurur ve huzur karışımı bir ifadeyle başını salladı.
Sahara,
dikkatini Khaalid’e çevirdi:
“Kral oldun şimdi…
Peki, bundan sonra ne yapacaksın?”
Khaalid,
Nil’in mavi sularına bakarken, düşünceli bir sesle yanıtladı:
“Aşağı ve yukarı Nil
halklarını birleştirdik. Nubia ve Libya ile ticaret yollarımızı açtık… Ama
neden sadece bazı krallıklarla sınırlı kalalım ki? Tüm Afrika’yı
birleştirebiliriz. Daha fazla elçi göndereceğim, farklı halklarla görüşeceğiz,
bilgi ve kaynak paylaşacağız.”
Sahara
gözleri parlayarak:
“Bu harika bir fikir!
Belki bu başlangıç, gelecekte Gezegenler Birliği gibi bir şeye dönüşür.”
Khaalid,
hafifçe kaşlarını çattı, Sahara’nın ne demek istediğini anlamamıştı. ”Gezegenler
Birliği mi?” diye mırıldandı.
Khaalid
derin bir nefes aldı ve sarayın taş koridorlarında elçilerini çağırmak için
yürümeye başladı. Nil’in bereketi, krallığın yeni vizyonuyla birleşerek tarih
boyunca yankılanacak bir dönemin tohumlarını atıyordu.
Sarayın
yüksek tavanlı salonunda kandiller yanıyordu. Tavanın ortasında asılı duran
büyük bakır avize, ışığı taş sütunlara vuruyor; gölgeler, sanki eski ataların
sessizce toplantıyı izliyormuş gibi duvarlarda dans ediyordu.
Khaalid
ağır adımlarla içeri girdi. Salonda onlarca elçi hazırda bekliyordu.
Ellerinde eski hayvan derileri ve kil tabletler tutuyorlardı. Khaalid elini
kaldırdı, herkes yerlerine oturdu. Kısa süre sonra yeniden sessizlik hâkim
oldu.
Masanın
ortasında seramik bir çömlek vardı. İçine katlanmış küçük deri parçaları
konmuştu.
"Bu
çömlekte Afrika'nın bütün ülkelerinin isimleri var," dedi
Khaalid. "Elçilerimiz, bu çömleğin içinden bir tane
çekecek sonra hep birlikte nereye gideceğinizi konuşacağız. Bu yolculuk,
sadece ticaret değil; bilgi, dostluk ve barış yolculuğu olacak."
“Haydi,” dedi,
sesi güçlü ve kararlı, ”herkes çeksin ve açıp ne yazdığını söylesin.
Bu, yeni bir başlangıç için ilk adımdır.”
Birinci
elçi titreyen parmaklarıyla çömlek içindeki karanlığa elini soktu. Bir tane
deri parçasını çekti ve dikkatle açtı. Üzerinde Punt dedikleri kadim ülkenin (Etiyopya'nın)
sembolü vardı.. (ağaç, gemi, hayvan)
“Çok
mu uzak bir yer burası?” diye sordu,
şaşkın gözlerle etrafa bakarak.
Ardından
kağıtlar sırayla açıldı: ”Kenya… Sudan… Nijer… Mali… Senegal… San
(Boşiman)… Khıi… Khoisind…”
“Bu
kağıtlarda gördüğünüz isimler,” dedi Khaalid, sesini
yükselterek, ”her biri bir ülkeyi temsil ediyor. Bizim ticaretimizi,
dostluğumuzu ve bilgimizi paylaşacağımız topraklar.”
Elçiler,
gidecekleri kendi ülkelerinin yerlerini bile bilmiyorlardı. Bazı elçiler
isimlerini hiç duymamıştı; Her biri ellerindeki sembolü dikkatle inceledi,
sonra Elçilerin bazıları birbirine bakıp şaşkınlıkla fısıldadı.
Khaalid, gülümseyerek
elindeki büyük bir haritayı açtı ve elçilere gösterdi ve devam etti:
“Bu
haritayı, yıllar önce Nil’in ötesindeki toprakları gezmiş, kervanla panayıra gelen
bir gezginden almıştım. Adam yıllarını yollarda geçirmiş, her nehir, her ova,
her dağ onun gözünden geçmiş. Etiyopya’dan Senegal’e, Nijer’den Mali’ye kadar
her yeri görmüş. Bir harita çizmiş. Artık bu bilgiyi, bizim faydamıza
kullanacağız.”
Nil’in
kıyıları, çöller, nehirler ve dağlar detaylı çizgilerle
işlenmişti. Khaalid sabırla ülkeleri gösterip, yolları ve mesafeleri
anlattı.
“İşte
yolculuğunuzun rotası,” dedi. ”Her
birinizin ülkesi burada. Bu yolculuk aylar sürecek, ama birlikte çalışırsak,
Afrika’nın her köşesine barışı ve ticareti ulaştırabiliriz.”
Sıra
sizde; elinizde ne yazdığını bana söyleyin. Ben de size bu harita üzerinde
yollarını, uzaklıklarını ve stratejilerini anlatacağım.
İlk
elçinin boynunda renkli boncuklar asılıydı, gözleri merakla parlıyordu.
Elindekini Khaalid’e doğru uzattı.
“Etiyopya” dedi,
şaşkın gözlerle baktı.
Khaalid,
elini haritadaki ağaç, gemi, hayvan sembollerinin üzerine koydu
ve parmağıyla Etiyopya’yı işaret etti.
“Evet Punt derler
buraya, uzun bir yolculuk. Ama uzaklık, dostluk ve bilgi için bir engel
değildir. Her adımda yeni bir köy, yeni bir dost kazanacağız.”
İkinci
elçi uzun boylu, başında deve tüyü olan sert bakışlı bir adamdı.
Elindekini Khaalid’e doğru uzattı.
“Kenya” dedi. Kaşlarını
çattı:
“Oraları çetin. Çöl, hastalık,
dil farklılığı… Bunlarla nasıl başa çıkacağız?”
Khaalid, elini haritadaki tütsü,
deniz, palmiye sembollerinin üzerine koydu parmağıyla Kenya’yı işaret
etti.
“Bakın,
Zeng burası. Kıyılarında Arap ve Hintli tüccarların tanıdığı kadim
limanlar var. Nil’den buraya giden yol, zorlu ama güvenli. Sudan’dan
Nijer’e, yollar daha çorak, ama rehberlerimiz ve tercümanlarımız var. Mali’den
Senegal’e geçerken, yerel halkın bilgeliği size yol gösterecek. San kabilesi
ise çöllerin derinliklerinde; onları da anlayacak, onlardan öğrenecek ve onlara
öğreteceksiniz. Siz sadece mal götürmeyeceksiniz. Gittiğiniz yerlerde
okullar açacaksınız. Çocuklara sembollerle ve resimlerle yazmayı
öğreteceksiniz. Dilimizi, kültürümüzü, bilim ve sanatımızı böylelikle öğreteceksiniz. Onlar
da bize kendi bilgilerini katacak.”
Elçilerden
biri kaşlarını çattı. ”Ama bu kadar ülkeleri birleştirmeye bir
Kral'ın gücü ve ömrü yeter mi?”
Khaalid
gülümsedi. ”Siz seferden sorumlusunuz, zaferden değil. Bir kralın
işi sadece toprakları yönetmek değildir. Onları birleştirmek, bilgi ve dostluğu
yaymak da bizden sonra gelecek liderlerinde görevidir. Biz Nil kıyısından
başladık, şimdi Afrika’nın dört bir yanına uzanacağız. Birlikte bu
yolculuğu planlayacağız. Aylar sürecek, ama sonunda Nil’in bereketi Afrika’nın
dört bir yanına ulaşacak. İnsan, elinden geleni yapar. Sonuç ise,
Tanrı’nın takdiridir. sonucu ne olursa olsun Doğru olanı
yapmak değerlidir.”
Bir
anda salonda uğultu yükseldi. Elçilerden bazıları kuşkuyla fısıldaşıyordu.
Elçilerden
biri sordu. ”Belki haritada adı olmayan ülkelerle
karşılaşacağız. Bilinmeyen diyarlara doğru yola çıkan seyyahlar gibi
gideceğiz. Ama elimizde ne sermaye ne de güç olmadan bütün bunları
nasıl başaracağız.”
Khaalid avludaki
bir güvercini göstererek. ”O uçmak için rüzgârı satın
almadı. Rüzgâr onun için hazırdır; yeter ki kanatlarını açsın. Biz de
niyetimizi kanat yapacağız. Ve belki de bu sefer, zaferle değil;
azim, fedakârlık ve niyetle yazılır.”
Üçüncü
elçi, genç ve titrek sesle ”Sudan,” dedi, çekingen.
Khaalid, elini
haritaya dağ, nil, insan sembollerinin üzerine koydu.
“Ta-Nehesy
veya Kush derler buraya. Güneyimizdeki güçlü krallık. Geniş, ama
kervan yolları var. Bilgiyi ve suyu paylaşacağız; çöl, korkulacak değil,
öğrenilecek bir yerdir,” dedi Khaalid.
Dördüncü
elçi, yaşlı ama güçlü bir bilge ”Nijer,” dedi,
biraz çekingen. ”Buraya ne kadar sürede varırız?”
Khaalid, elini
haritaya balık, nehir ve güneş sembollerinin üzerine koydu.
“Songhai.
Yol uzun, aylar sürecek. Ama birlikte, dayanışmayla ulaşırız. Her durakta yeni
bir dost kazanacağız,” diye açıkladı Khaalid.
Beşinci ”Mali,” dedi. ”Orası
altınla doludur. Ama altın aç karınları doyurmaz. Toprakları verimli mi?” diye
sordu.
Khaalid, elini
haritadaki aslan, yazıt ve tahıl sembollerinin üzerine koydu.
“Manden
derler buraya. Evet, işte bu yüzden orada da okullar
açacağız. Timbuktu ve Djenné gibi şehirlerle bilinen bir bilgi ve ticaret
merkezi. Biz de onlara tarım ve su yönetimi bilgimizi
aktaracağız. Çocuklara sadece altın değil, gelecek bırakacağız. Ama
su kaynaklarını kontrol etmek önemli.” dedi
Khaalid.
Altıncı
elçi ”Senegal,” dedi. ”Rüzgârlar tehlikeli
mi?” diye merak etti.
Khaalid, elini
haritadaki Baobab ağacı, aslan ve beş köşeli yıldız sembollerinin
üzerine koydu.
“Takrur
derler buraya. Orada rüzgârlar serttir, dalgalar öfkelidir ama biz
teknelerimiz ve ustalarımızla onları dostumuz yapacağız. Yolculuk sadece
fiziksel değil, bilgi yolculuğudur,” dedi Khaalid.
Yedinci
elçi kalın sesli, güçlü bir savaşçıydı. ”San kabilesi,” dedi,
kağıdı hafifçe titreyerek tuttu. ”Onları hiç duymadım,” dedi.
Başka
bir elçi kahkaha atarak, ”Çölün derinliklerinde ok atan göçebeler…” dedi.
Khaalid, sert
bir bakış attı. Elini haritaya ok, hayvan izi, ateş sembollerinin
üzerine koydu.
“Boşiman
derler bu kabileye. Çöllerin derinliklerinde yaşıyorlar. Sembolleri
doğrudan doğayla ilişkilidir. Onlardan öğrenecek çok şey var; aynı zamanda
onlara kendi bilgimizi aktaracağız. Yolculuk uzun ama ödülü büyük,” dedi
Khaalid.
Sekizinci
elçi zarif kıyafetliydi, ”Khıi,” dedi. Sesi
şiir gibi ”Onlarla barışmak mümkün mü?” diye sordu
elçi.
Khaalid, elini
haritadaki sığır, yaprak, ayak izi sembollerinin üzerine koydu.
“Khoi
diye okunur. Her zaman mümkün. Biz Nil’den gelen barış elçileri olarak, dostluk
ve anlayışı ön planda tutacağız,” dedi Khaalid.
Dokuzuncu
elçi ”Khoisind,” dedi. ”Buralara nasıl
ulaşacağız?” diye soruldu.
Khaalid, elini
haritadaki çadır, rüzgar, koyun sembollerinin üzerine koydu.
“Nama
derler bu halka. Güneyin çoban halkları. Kervan yollarımız ve rehberlerimiz
var. Yolculuk zor ama birlikte başaracaksınız. Her adımda Afrika’nın kalbini
keşfedeceksiniz,” dedi Khaalid.
Khaalid
ayağa kalktı. Sesini yükseltti:
“Bizim
sermayemiz altın değil; niyetimiz ve azim ve gayretimizdir. Okullar kuracağız,
dillerimizi öğreteceğiz, onların dilini öğreneceğiz. Çocuklarımız aynı sofrada
ekmek yiyecek, aynı şarkıları söyleyecek. İşte o zaman Afrika tek bir kalp gibi
atacak.”
Elçilerin
gözleri büyüdü. Kimisi hâlâ korku içindeydi, ama kimisi heyecanla nefesini
tutmuştu.
Khaalid,
haritayı rulo yapıp topladı ve elçilerin gözlerine bakarak gülümsedi:
“Bu
haritanın birer kopyasını çizdirip hepinize birer tane vereceğim. Gittiğiniz
yerde gördüklerinizi bu haritaya çizeceksiniz. Sonra bu haritanızdaki yeni
detayları bana getireceksiniz. Böylece elimdeki haritaya daha fazla detay
eklenecek. Haydi, herkes hazır olsun. Bu yolculuk sadece toprakları değil,
dostluğu ve bilgiyi birleştirecek.
Elçilerden biri son
bir soru sordu,
“Vahşi hayvanların ve
haydutların saldırısıyla karşılaşabiliriz. Güvenliğimizi sağlayacak askerler
bizimle gelecek mi?”
Khaalid cevap
verdi:
Elbette yalnız
gitmeyeceksiniz. Yanlarınızda koruma askerleri, zanaatkârlar,
taş ustası, tarım ustası, kanal
ustası, öğretmenler, tercümanlar, şifacılar ve usta
kervancılar olacak. Bu, yolculuk 'bir medeniyet götürme' seferine
dönüşecek.”
Elçiler şaşkın ve
biraz da ürkek bir şekilde başlarını salladılar. Yolculuğun zorluğu açıktı; ama
Khaalid’in bilgece planı, ilk adımı atmak için onları cesaretlendirmişti.
Nil’in bereketi ve Khaalid’in vizyonu, tarih boyunca unutulmayacak bir
birlikteliğin tohumlarını atıyordu.
Sarayın avlusunda
kervanlar dizilmişti. Akşam güneşi, develerin sırtındaki yüklerin üzerine
vuruyor, tunç kazanların ve bakır kapların üzerinde kızıl yansımalar oluşturuyordu.
Khaalid,
taş basamaklardan aşağı indi. Elçiler ve yanlarındaki insanlar hazır
bekliyordu: askerler, ustalar, şifacılar, öğretmenler… Hepsi yolculuğun
zorluğunu biliyor ama gözlerinde kararlı bir ışıltı vardı.
Khaalid
yüksek sesle konuştu:
“Her
biriniz yalnız bir elçi değil, bir medeniyetin taşıyıcısısınız. Yanınızda silah
götürüyorsunuz, ama daha önemlisi kitap ve kalem götürüyorsunuz. Çocuklara
yazıyı, suyun gücünü, toprağın bereketini öğreteceksiniz. Bizim en büyük
hediyemiz altın değil, bilgidir.”
Sahara
kenardan seyrediyordu. Kalbi hızla çarpıyordu. Fısıldadı:
“Bu,
sadece bir ticaret seferi değil… Bu, geleceğin tohumları.”
O
sırada Etiyopya’ya gidecek elçi, genç bir öğretmeni yanına aldı. ”Sen
yazmayı öğreteceksin, ben ticareti anlatacağım. Belki bir gün onların çocukları
da bizim çocuklarımızla aynı kelimeleri söyleyecek.” dedi.
Mali’ye
gidecek kervanın başındaki yaşlı usta, yanındaki genç çıraklara bakarak
gülümsedi:
“Biz
orada altın aramayacağız. Onlara suyu tutmayı, tarlayı bereketlendirmeyi
öğreteceğiz. İşte gerçek zenginlik budur.”
Khaalid,
hepsinin yüzüne tek tek baktı:
“Unutmayın,
siz seferden sorumlusunuz, zaferden değil. Yol uzun, belki hepiniz geri
dönmeyeceksiniz. Ama her bıraktığınız bilgi, her diktiğiniz ağaç, her öğrettiğiniz
kelime Afrika’nın geleceğinde yeşerecek.”
Avluda
bir uğultu yükseldi. Askerler kalkanlarını yere vurdu, ustalar aletlerini
kaldırdı, öğretmenler ise ellerindeki papirüs tomarlarını gökyüzüne doğru
kaldırdı.
Sahara
gözlerini kapattı, simülasyonun içindeki bu görüntü hafızasına kazındı:
Develer kalkıyor, kervanlar kapıdan çıkıyor, Nil’in kıyılarında yavaş yavaş
uzaklaşıyordu.
Elçilerin
büyük toplantısı bitmiş, herkes hediyeleri, erzakları, ustaları ve askerleri hazırlamak
için dağılmıştı. Sarayın avlusunda bu kez öğretmenler, bilginler ve
yazıcılar toplandı. Ellerinde tüy kalemler, küçük balmumu tabletler,
bazıları da papirüs tomarları taşıyordu.
Khaalid
ağır adımlarla onların karşısına çıktı. Yüzünde bilgece bir ciddiyet vardı.
Khaalid:
“Ey
öğretmenler ve yazıcılar! Siz bu yolculuğun gerçek elçilerisiniz. Çünkü mal
tükenir, altın kaybolur, ama bilgi nesiller boyunca yaşar.”
Kalabalık
fısıldadı, bazı öğretmenler heyecanla başlarını eğdi.
Khaalid
devam etti:
“Gittiğiniz
her yerde duyduğunuz bilgiyi, gördüğünüz yazıları, dinlediğiniz şarkıları,
işittiğiniz yasaları kaydedeceksiniz. Taşın üzerinde yazılıysa taşın kopyasını
çıkarın. Papirüsteyse yeniden yazın. Hayvan derisindeyse, aynısını çoğaltın. Ne
bulursanız, bir kopyasını mutlaka Nil’e getirin.”
Genç
bir yazıcı ürkekçe sordu:
“Efendim…
Bu kadar şeyi nerede saklayacağız? Saraylarımız bile dar gelir…”
Khaalid
gözlerini ufka dikti, sonra yavaşça konuştu:
“Giza
platosunda, yerin altında bir yer hazırlatacağım. Kayaları oyarak, yerin altına
bir salon yapacağız. Altınlarımızı değil, kayıtlarımızı orada
saklayacağız. Adını da ‘Kayıtlar Salonu’ koyacağız. Siz döndüğünüzde
getirdiğiniz bütün bilgelik, orada mühürlenecek. Bu salon, yalnız bizim için
değil, bizden sonra gelecek bütün nesiller için yapılacak.”
Öğretmenlerin
gözleri parladı, bazıları ellerindeki tüy kalemleri havaya kaldırarak sevinçle
bağırdı:
“Bilgi,
Nil gibi akacak! Asırlar boyu susmayacak!”
Yaşlı
bir bilgin öne çıktı, Khaalid’in elini öptü:
“Efendim,
bu görev altın taşımaktan da değerlidir. Çocuklarımızın çocukları bile bu
bilgiden içecek.”
Khaalid
gülümsedi:
“Öyleyse
hazırlanın. Yolunuz uzun, yükünüz ağır ama mükâfatınız sonsuzdur. Her satır,
her sembol, her kelime Afrika’nın kalbine işlenecek.”
Öğretmenlerin
ellerine verilen talimatnamede şu 4 madde yazıyordu.
1.
“Gittiğiniz her ülkede yazı
örneklerini kopyalayın; orijinal alamıyorsanız iki
nüsha çıkarın: biri bize, biri onlara kalsın.
2.
Gördüğün her bitkinin, hayvanın,
aletin, bina ve yapının çizimlerini yapın; isimlerini iki
dilde yazın.
3.
Haritalarınızı aynı
ölçekle tutun; dönüşte ‘Afrika Cildi’ne ekleyeceğiz.
4.
Dönüşte ruloları kil
kılıflarla ve tuz-kül paketleriyle getirin; Kayıtlar Salonu’nda
size ayrılmış lonca damgalı raf gözleri hazır olacak.”
Salonda
sessizlik çöktü. Elçilerden biri, yaşlı ve ihtiyatlı bir adam, başını eğerek
söz aldı:
“Ey
Kralım… Biz krallarla ve halkla konuşup dostluklar kuracağız, ticaret
yolları yapacağız, okullar yapacağız. Peki… bu Kayıtlar Salonu dediğiniz
şey… bize ne kazandıracak? Onca taş, onca emek, onca insan niye papirüsler,
deriler, tabletler için uğraşsın? Onu yiyecek yapamayız, silah yapamayız.
Neden?”
Khaalid
gülümsedi, gözlerini tek tek elçiler üzerinde gezdirdi:
“Altın
ve yiyecek tükenir. Askerin kılıcı paslanır. Ama bilgi hiç tükenmez.
Bugün biz suyu nasıl yöneteceğimizi, toprağı nasıl ekeceğimizi biliyoruz çünkü
atalarımızdan öğrendik. Eğer onlar bu bilgiyi taşlara kazımasaydı, biz bugün aç
kalırdık.
Kayıtlar
Salonu işte bunun içindir. Çocuklarımız, torunlarımız oraya girip bizim
öğrendiklerimizi ve gördüklerimizi bulacak. Onlar da üzerine yeni şeyler
koyacak.”
Elçilerden
biri kaşlarını çattı:
“Yani
burası bir tür hafıza mı olacak?”
Khaalid,
başını salladı:
“Evet.
İnsanlığın hafızası. Bizim ömrümüz biter, ama bilgi kalır. Bugün taşlardan
mezar yapanlar var, ama taş oyma bilimi sadece saçma mezarlar yapmaktan ibaret
değil. Oysa biz öyle bir yapı yapacağız ki, içinde ilim olacak. Taş
değil, akıl yüzyıllar boyu yaşayacak.
Biz
mezar değil, bir ilim yuvası inşa edeceğiz. Bir gün gelecek, bu ilim
sadece toprağı değil, göğü de fethedecek.”
Salondaki
genç elçilerden biri heyecanla fısıldadı:
“Göğü
mü? Yıldızlara da barış için mi gideceğiz?”
Khaalid
gözlerini gökyüzüne kaldırdı, yüksek tavanın kandilleri yıldız gibi parlıyordu:
“Evet.
Bir gün bizim çocuklarımız bu bilgiyi kullanıp yıldızlara yol bulacak. Bizim
vazifemiz ise onlara bu yolu açacak ilk kapıyı yapmak. İşte bu yüzden Kayıtlar
Salonu...”
Elçiler
için hazırlanan dokuz kervan, sabahın ilk ışıklarıyla Kemet sarayının
bahçesinden birer birer yola çıktı. Develerin boyunlarına takılan renkli
kumaşlar rüzgârda dalgalanıyor, bakır çıngıraklar derin bir ritim tutuyordu.
Güneye, doğuya ve batıya ayrıldılar: kimileri Nil boyunca gemilere binmek için
ilerledi, kimileri kum denizine giren tozlu yollara saptı, kimileri dağ
geçitlerini hedefledi. Her kervanın önünde farklı renkte mavi,
kırmızı, yeşil, sarı bir sancak vardı, ta ki ufka vardıklarında hepsi aynı
renge, çölün altın tozuna karışana dek. Geriye yalnızca havada asılı kalan deve
ayaklarının tozu ve uzaklardan yankılanan çan sesleri kaldı; sarayın terasından
bakan Kral, dokuz yöne açılan umutların ufukta kaybolduğunu gözleriyle takip
etti.
...
30.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Khaalid kral olmuş! Çok havalı! Ama neden bütün Afrika’yı birleştirmek istiyor? Sadece Mısır’la yetinse olmaz mıydı?"
Nil-7:
"Khaalid
büyük düşünüyor! Mısır’ın bereketi büyük, ama bunu bütün Afrika’yla paylaşırsa,
herkes daha güçlü olur. Birlikte çalışmak, tek başına olmaktan daha iyi."
Sahara:
"Peki, Khaalid’in çömlekteki kağıtlar fikri neydi? Neden emir vermek yerine isimleri çektirdi?"
Nil-7:
"Çömlekteki
kağıtlar, Afrika’daki farklı ülkeleri temsil ediyordu. Khaalid, elçilerin hangi
ülkeye gideceğini adil bir şekilde seçmek için bu yöntemi kullandı. Ayrıca, bu
bir semboldü: her ülke eşit derecede önemliydi."
Sahara:
"Peki, Kayıtlar Salonu ne işe yarayacak? Neden bu kadar önemliymiş?"
Nil-7:
"Kayıtlar
Salonu, bilginin evi olacak, Sahara. Khaalid, bilgileri taşlara, papirüslere
kaydedip saklamak istiyor ki gelecek nesiller öğrensin. Mesela, sen sevdiğin
bir hikayeyi yazıp saklasan, yıllar sonra başka çocuklar okuyabilir, değil mi?
İşte Kayıtlar Salonu da böyle bir yer."
Sahara:
"Ama neden yerin altına yapacaklarmış? Yukarıda olsa daha güzel olmaz mıydı?"
Nil-7:
"Yerin
altı, bilgileri korumak için güvenli bir yer. Güneş, yağmur ya da hırsızlar
oraya zarar veremez. Khaalid, bilgilerin sonsuza dek kalmasını istiyor."
Sahara:
"Peki, elçilerin hepsi farklı ülkelere gitti. Onlar hiç korkmadı mı? Bilmedikleri yerlere gitmek zor değil mi?"
Nil-7:
"Evet, Sahara, korkmuşlardır. Yeni yerler, bilinmeyen diller, vahşi hayvanlar… Ama Khaalid onlara cesaret verdi. Yanlarında öğretmenler, ustalar ve askerler vardı. Birlikte çalışarak korkularını yendiler."
Bölüm 31:
Kayıtlar Salonu İnşaatı (M.Ö. 4965)
31.1. Taşta Spiral, Bilgide Nehir
Mekân: Kemet
sarayı, gece.
Zaman: Elçi
kervanları ufka karışalı üçüncü ayın ilk gecesi.
Saray
avlusunda rüzgâr hurma yapraklarını hışırdatırken, bakır kandiller uzun
gölgeler düşürüyordu. Khaalid, iç avlunun kapısında durdu; ardından eliyle
işaret etti. Taş ustaları, kanal ustaları, kerpiççiler, marangozlar, yazıcılar
ve mürekkepçiler, hepsi birer birer geniş salona doldu.
Khaalid (yüksekçe bir
kürsüye çıkar):
“Dostlarım…
Elçilerimiz uzaklaştı. Şimdi bize düşen, onların getireceği bilgiyi koruyacak
bir yurt inşa etmek. Adı: Kayıtlar Salonu. Efsanelerin gizli mahzenleri
gibi değil; güneşe açık, halka açık, yaşayan bir ilim yurdu.”
Başmimar Horem:
“Efendim, nasıl bir
yapı tahayyül ediyorsunuz? Yeraltına mı ineceğiz, yoksa yıldızlara mı
yaklaşacağız?”
Khaalid (gülümser):
“İkisine birden.
Temeli serin ve kuru olacak, derin depolar, kil tablet ve papirüs rulolar için
iklimli mahzenler. Üst katlarda avlulu medrese, yazı atölyeleri, harita
odaları… En tepesinde ise yıldızları izleyen bir rüzgâr
kulesi. Şekli… spiral.”
Salonda
bir uğultu yükselir.
Genç taş ustası Menna
(merakla):
“Spiral mi, kralım?
Neden daire değil? Neden köşeli değil?”
Khaalid:
“Çünkü spiral,
zamanın ve Nil’in döngüsünü anlatır: her yıl taşar, çekilir, bereketi
geri getirir. Bilgi de böyledir; döner, tekerrür eder ama her dönüşte bir
basamak yükselir. Biz bilgiye hürmetimizi biçimiyle de göstereceğiz.”
Kanal ustası Setep:
“Nem ve taşkın…
Papirüs nazlıdır. Alt katları nasıl kurutacağız?”
Khaalid:
“Avluların
altına kuru hava galerileri açılacak. Kuzey rüzgârını
yakalayan rüzgâr yakalayıcı şaftlar (rüzgâr bacaları) tünellere
bağlanacak; hava döne döne aşağı inecek, nemi alıp çıkacak. Zemin kat
çevresine taş drenaj halkası, yağmur ve taşkın suyunu kanallara
verecek.”
Yazıcı İset (mürekkep
kokusuyla):
“Efendim, kopya işini
nasıl örgütleyeceğiz? Elçilerimize ‘bulduğunuz her yazıyı kopyalayın’ dediniz.
Dönünce nerede, nasıl çalışalım?”
Khaalid:
“Üç atölye:
1. Scritorium (Yazı Evi):
Papirüs ve ince deriye hızlı kopya.
2. Kil Evi: Nemden
korkmayan pişmiş tablet kopyaları. Avlunun güneyinde küçük fırınlar
kurulacak.
3. Harita Evi: Her elçinin getirdiği
çizimleri tek büyük ‘Afrika Cildi’ üzerinde birleştireceğiz.
Kenarlarda boşluk bırakın: harita büyümeye mecbur.”
Başmimar Horem
(parşömeni açar):
“Bir ön taslak
getirdim: dıştan kare, içten dairevi bir plan…”
Khaalid (başını sallar):
“Köşeleri
yumuşat. Spiral rampayı merkeze sar. Her yarım turda bir okuma
nişi açılsın; nişlerin üstüne yıldız burçları kabartmaları:
Gökyüzüyle Zemin birbiriyle konuşsun.”
Usta marangoz Dedu:
“Rulo rafları?
Papirüs rulolar ezilmeden nasıl saklanır?”
Khaalid:
“Yalancı
kemerli bal peteği raflar. Her göze bir rulo. Rafların arkasında ince hava
yarıkları. Nem tutucu tuz ve kül kapları niş diplerine konacak.”
Kerpiç ustası Nebet:
“Ustam, taş ağır,
kerpiç hafif. Üst katları kerpiçten yapalım, sıvaları kireç-kül karışımıyla.
Sıvalara resim ve alfabe örnekleri, çocuk sınıfları için…”
Khaalid (memnun):
“İşte
medresemiz. Çocuk sınıfları, kadınlar meclisi ve ustalık dersliği. Okullar
sadece uzak diyarlarda değil, burada başlar.”
Mühendis Panehsy:
“Efendim, alt kata
‘hazine’ gibi bir odadan söz ettiniz: Nedir orada saklanacak?”
Khaalid:
“‘Hazine’
değil; Kaynak Odası. İçinde tohum bankası (darı, sorgum,
arpa), mürekkep reçeteleri, ölçü birimleri, kanal kesitleri, teras
eğim tabloları, takvim taşları… Her şeyin yedeği. Bir yangın, bir
taşkın olursa bilgi kaybolmasın.”
Yazıcı İset
(yumuşakça):
“Peki ya halk, ‘Neden
inşa ediyoruz?’ diye sorarsa?”
Khaalid (salona dönüp
sesini yükseltir):
“Çünkü zenginlik,
ambar doluluğu değil; hatıranın doluluğudur. Tarlayı su taşkınından set
korur; geleceği cehalet taşkınından ‘kayıtlar salonu’ korur. Savaşsız
büyümek istiyorsak, kılıçtan çok kaleme, surdan çok mektebe yatırım yapacağız.”
(Ustaların
uğultusu cesarete döner.)
Khaalid:
“Şimdi sizden üç şey
istiyorum:
· Maket için çamur ve hurma lifi kullanın; spiral rampayı makette gösterin.
· İki dolunay sonra gece sunumu: Avluda ateşler yanacak; her usta, maketini ışıkla anlatacak.”
Başmimar Horem (saygıyla eğilir):
“Emredersiniz, Yüce
kralım.”
...
Haftalar
geçer geceleyin Khaalid tek başına, yağ kandilinin altında kendi
eliyle plan çizer: merkezde kuyruğunu ısırmayan bir yılan gibi
kıvrılan sonsuzluk spirali vardır.
Gündüzleyin
çıraklar harç karışımlarını dener; bir kapta çamur+kireç, bir kapta
kül+yumurta akı; duvar örnekleri güneşte kurur.
Yazıcılar mürekkep
kazanlarında is ve reçineyi kaynatır; farklı iklimler için farklı
reçeteler dener.
Kerpiççiler, boşluklu
havalandırma tuğlaları kalıplar inşa eder.
Marangozlar, bal
peteği raf modüllerini prova eder; rulo yerleştirip çekip dener.
Çocuklar,
avluda harf ve işaretleri duvar gölgelerine tebeşirle kopyalar; bir
kız çocuğu “su” işaretini çizip gülümser.
31.2.
SUNUM GECESİ
İki
dolunay sonra avluda meşaleler dalgalanır. Ustalar birer birer maketlerini
ortaya koyar. Khaalid hepsini dinler, sorular sorar, not alır. Sonunda kendi
parşömenini açar.
Khaalid:
“Üç
taslağı birleştiriyoruz: Horem’in temel drenajı, Nebet’in hafif üst
katları, Dedu’nun bal peteği rafları. Üstüne benden yıldız
kulesi ve spiral rampa. Yarın temel taşını koyuyoruz. Bu, Afrika
Birliği’nin hafızası olacak.”
Ustalar
sağ ellerini kalplerine götürür. Davullar ağır ağır çalar. Avlunun ortasına
ilk temel taşı bırakılır; taşın yüzünde şu oyma vardır:
“Bilgi
döner, su gibi akar; her dönüşte yükselir.”
Böylece,
bu alternatif tarihte “piramit” saçmalığı yerine medrese-arşiv-gözlemevi karışımı
bir bilgelik fabrikası yükselmeye başlar. İnsan gücü, taş yığmak için
değil, bilgiyi yükseltmek için seferber edilir; spiral, her kuşağın
bir öncekinden yarım tur yukarı çıkacağını hatırlatan sessiz bir dua
gibi, yapının gövdesine kazınır.
Yıllar
sonra sarayın avlusuna ağır adımlarla giren kervan, uzun yolculuğun izlerini
taşıyordu. Develerin sırtında altın işlemeli sandıklar, derinlerden gelen tozlu
rulolar ve dikkatle sarılmış papirüs tomarları vardı. Elçiler geri dönmemişti
ama mektupları gelmişti.
Khaalid,
medrese hocalarıyla birlikte avlunun taş zemininde diz çökmüş kervancıların
getirdiklerini açtırdı.
İlk
sandıktan, balmumuyla mühürlenmiş kalın bir tomar çıktı. Üzerinde ”Etiyopya
Elçisi” yazıyordu. Mühür kırıldığında, içinden deri üzerine yazılmış
satırlar döküldü:
“Kralım,
burada onlarca okul açtık. Binlerce çocuk yazmayı öğreniyor, dilimizi
konuşuyor. En büyük hediye ise onların bilgisini bize açmaları oldu. Size
Etiyopya dağlarında kullanılan şifalı otların çizimlerini ve kullanım notlarını
gönderiyorum. Bizim tıbbımızla birleştiğinde yeni tedavi yolları doğacak.”
Khaalid
satırları seslice okurken, avludaki öğrenciler birbirine bakarak heyecanla
fısıldaşıyordu.
İkinci
sandıktan Kenya’dan gelen mektuplar çıktı. Papirüs rulolarına, balık
ağlarının yeni teknikleri ve nehir taşkınlarını yönlendiren
bentlerin çizimleri işlenmişti. Yanına kömürle yapılmış krokiler
iliştirilmişti.
Üçüncü
sandıktan, Mali’den incecik bir deri üzerine yazılmış satırlar döküldü:
“Burada
nehirlerin kıyısına okul açtık. Çocuklar şarkılarla ders çalışıyor. Onlardan
altın işleme yöntemlerini öğrendik. Bu sandığın içinde bazı örnekler gönderdim.
Ama asıl hazine, onların ticaret yollarına dair bilgileri oldu. Artık Sahra’nın
ortasında bile nasıl yol bulacağımızı biliyoruz.”
Sonraki
mektuplar geldi:
Senegal’den: Okyanusa açılan teknelerin planları, rüzgârların yönlerini gösteren ilkel ama etkili şemalar.
San kabilesinden: Avcılıkta kullanılan tuzaklar, boyalı taşlara işlenmiş hayvan figürleri, kabile şarkılarının sözleri.
Son
sandıktan ise küçük, siyah taş tabletler çıktı. Üzerinde yabancı işaretler
vardı. Elçiler bunların bilinmeyen bir kavmin yazısı olduğunu
ve çözülmeyi beklediğini not etmişti.
Khaalid,
ellerini sandıkların üzerinde birleştirdi. Avluda sessizlik hâkimdi. Sonra gür
bir sesle konuştu:
“İşte
bu, dostlarım. Bu mektuplar sadece yazı değil; yeni ufukların kapısıdır.
Çocuklarımız bunları okuyacak, öğrenecek ve geliştirecek. İşte bu yüzden
Kayıtlar Salonu’nu inşa ediyoruz. Bütün bu bilgileri tek bir yerde
toplayacağız. Bu salon, gelecekte doğacak her ilmin ana rahmi olacak.”
Medresedeki
genç öğrenciler alkışlamaya başladı. Kimi çizimleri açıp incelemeye koyuldu,
kimi mektupları kopyalamak için hazırlık yaptı. Kayıtlar Salonu, artık sadece
bir arşiv değil; Afrika’nın kalbinde filizlenen bir akademiye
dönüşmeye başlıyordu.
31.4. AFRİKANIN KADİM TIP MİRASI
Sandıklardan
çıkan tomarlar arasında, deri parçalarına işlenmiş bitki çizimleri, kurutulmuş
ot örnekleri ve tedavi tarifleri de vardı. Medresedeki genç talebeler, bunları
dikkatle açıp incelemeye koyuldu.
Bir
hoca sesli okudu:
“Aloe
vera — yanık ve cilt hastalıklarında kullanılır. Ezilip merhem yapılır.”
Bir
diğeri ekledi:
“Neem
ağacı — ateşi düşürür, bağışıklığı artırır. Çayı yapılır.”
Öğrenciler,
masaların üzerinde taze papirüslere bu bilgileri kopyaladı. Bazı
kervanlar, kurutulmuş bitkiler de göndermişti. Bir genç,
dikkatle kavanozun içindeki baobab meyvesini çıkardı.
“Bakın,
bu sindirim içinmiş. Vitamin de sağlarmış.”
Salonun
köşesinde ise daha farklı metinler vardı. Onlarda sadece tarifler değil, ritüeller yazılıydı.
Bir elçi not düşmüştü:
“Masai
halkı hastayı iyileştirirken hem otlar kullanıyor, hem de dualar ediyor.
Tütsüler yakılıyor, davul ritimleriyle hasta ruhsal olarak da tedavi ediliyor.”
Kimi
hocalar bunu hayretle dinledi, kimi ise kaşlarını çattı. Genç bir öğrenci
dayanamadı:
“Ama
hocam, dualarla tedavi olur mu? Bu sihir değil mi?”
Yaşlı
bir şifacı gülümsedi:
“Evlat,
hastalık yalnızca bedendedir sanıyorsun. Oysa ruh da hastalanır. Bazı tedaviler
bedene, bazıları ruha şifadır. İkisini ayırırsan iyileşme eksik kalır.”
Salon
sessizleşti. Khaalid de söze katıldı:
“Bunları
küçümsemeyin. Bizim görevimiz, bilgiyi tartmak değil, toplamak. Her bilgi,
zamanı geldiğinde yol gösterici olabilir. Bu yüzden Kayıtlar Salonu’nu inşa
ediyoruz.”
Genç
öğrenciler defterlerine hem ilaç tariflerini, hem de ritüel
notlarını yazdılar. Kimi duaları, kimi bitki çizimlerini kopyaladı.
Artık Kayıtlar Salonu sadece mühendislik değil, Afrika’nın kadim tıp
mirasını da barındırıyordu.
Bir
gün, elçi kervanlarından gelen sandıklar açıldığında sadece tomarlar değil,
küçük kese ve kavanozlar da bulundu. Kese içlerinde tohumlar vardı. Üzerlerine
kabile işaretleriyle isimler yazılmıştı: Neem, Aloe, Baobab,
Sutherlandia…
Sahara heyecanla
bağırdı:
“Bakın! Bunlar tohum!
Sadece kâğıt üzerindeki bilgi değil; bu bilgiyi canlandıracak hayat!”
Kayıtlar
Salonu’nun yanındaki boş alan hemen küçük bahçelere çevrildi. Talebeler,
tohumları özenle ekti. Günler geçti, filizler toprağın üstünden yükseldi.
Tam
o sıralarda saraya acil haber geldi: Bir çocuk, ağır bir yanık geçirmişti.
Ailesi gözyaşları içinde Kayıtlar Salonu’na koştu.
Khaalid bahçeye
bakarak, sessizce dedi:
“Zamanı geldi.”
Genç öğrencilerden
biri, yeni yetişen aloe vera yaprağını kesti. İçindeki şeffaf
jeli çıkardı. Yaşlı bir şifacı tarifini okudu:
“Ez, sür, dua et.
Bitkiyi Tanrı şifa için yaratmıştır.”
Jel
çocuğun yanıklarına sürüldü. Annesi hıçkırıklarla dua ederken, şifacı hafif bir
ezgi mırıldandı. Çocuğun acısı yavaş yavaş azaldı. Derisi, saatler içinde
kızarıklığını kaybetti, ertesi gün ise yaraları kabuk bağlamaya başlamıştı.
Halk, Kayıtlar Salonu’nun
önünde toplandı. Herkes fısıldıyordu:
“İlk kez bir bahçeden
çıkan şifa bir canı kurtardı…”
Khaalid kalabalığa
seslendi:
“Gördünüz mü? Bilgi,
yalnızca kâğıtta durduğunda ölüdür. Ama toprağa ektiğinizde, bir çocuğun
hayatına dönüşür. Bu bahçeler, Kayıtlar Salonu’nun kalbi olacak. Bilgiyi
yaşatacağız, çoğaltacağız, paylaşacağız.”
O
günden sonra Salonda sadece kitap rafları değil, bitki yatakları da
vardı. Öğrenciler hem yazı yazmayı hem de şifa otlarını yetiştirmeyi
öğrendiler. Bir kısım talebeler tıp ilmine yöneldi, bazıları botanikçi oldu,
bazıları da şifacıların yöntemlerini kaydetti.
31.6. Kemet’e Yazılan İlk Mektup
Mektuplar gelmeye
başladığında, yalnızca kelimeler değil, umut da taşınıyordu. Her bir papirüs
rulosunda, uzak diyarlardan gelen çocuk sesleri yankılanıyordu: ”Binlerce
çocuk yazmayı öğreniyor… dilinizi konuşuyor.” Kemet'li çocuklara
mektup gönderiyordu.
Sevgili
kardeşim,
Adını
henüz bilmiyorum ama sesini duyar gibi oluyorum. Rüzgâr, sizin Nil’in
kıyısından bizim savanaya kadar taşıyor kelimeleri. Ben artık senin dilini
konuşabiliyorum. Her harfi, bir taş gibi dizdim kalbime.
Öğretmenimiz
bize sizin yazınızı gösterdi. Kuşlar, gözler, güneşler… Her biri bir anlam
taşıyor. Ben de kendi dilimde bir kuş çizdim, ama sizin dilinizde “merhaba”
demeyi öğrendim.
Burada
sabahları keçileri otlatıyoruz. Onlara bazen sizin kelimelerinizi fısıldıyorum.
Belki onlar da dilinizi öğrenirler.
Bir
gün seni görmek isterim. Belki sen de bizim topraklara gelirsin. Belki birlikte
bir kelime uydururuz. Ne Kenya’ya ne Kemet’e ait, ama ikimize özel.
Bu
mektubu bir kervanla gönderiyorum. Belki geç kalır, belki hiç ulaşmaz. Ama bil
ki, bir çocuk başka bir çocuğun dilini öğrendiğinde, dünya biraz daha küçük
olur.
Savana'da
ki kardeşin, Amani
Kemet'li
bir çocuk mektubu bulur, okur ve cevap yazar. Kervan hareket etmeden önce
yetiştirir. Mektupta şunlar yazılıydı.
Sevgili
Amani,
Mektubunu
bulduğumda, sanki bir kuş bana bir sır fısıldadı. Harflerin, bizim güneşimiz
kadar sıcak; kelimelerin, bizim papirüsler kadar narin.
Senin
dilini bilmesem de, senin kalbini hissettim. Her “merhaba”n, bana geldi.
Biz
burada sabahları babamla hurma topluyoruz. Bazen Nil’e bakıp, uzaklarda başka
çocuklar var mı diye düşünüyorum. Senin mektubun, o düşünceme bir cevap oldu.
Belki
bir gün seninle bir kelime uydururuz, dedin ya… Ben bir tane düşündüm: ”Zeinabamani” İkimizin
isimlerinin birleşimi. Anlamı mektuplaşan çocuklar demek olsun. Bu kelime,
bizim dostluğumuzun adı olsun.
Mektubunu
bir yastığımın altına sakladım. Belki bir gün sen buraya gelirsin ve onu
bulursun. O zaman sana kendi dilinde “Hoş geldin” diyeceğim.
Nil'in
yanında seni bekleyen kardeşin, Zeinab
Kemet’in
güneşle yıkanmış taş duvarları, bu sesleri ilk kez duyduğunda, kraliyet
sarayında bir sessizlik oldu. Ardından kral, gözlerini ufka dikerek fısıldadı: “Bu
çocuklar bizim dilimizi konuşuyorsa, kalplerimiz de yakındır.”
...
31.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Kayıtlar Salonu çok havalıymış! Spiral şekli neden bu kadar önemliymiş? Sadece güzel görünmesi için mi?"
Nil-7:
"Sahara,
spiral sadece güzel değil, anlamlı! Khaalid, spiralin Nil’in döngüsünü ve
bilginin sürekli büyümesini temsil ettiğini söyledi. Her dönüşte bilgi bir
basamak yükseliyor."
Sahara:
"Peki, neden papirüsleri nemden korumak için bu kadar uğraştılar? Islanırsa ne olur ki?"
Nil-7:
"Papirüs
ıslanırsa bozulur, yazılar silinir. Khaalid, bilgileri sonsuza dek saklamak
istediği için rüzgâr bacaları ve drenajlar tasarladı. Bilgi, bir hazine gibi
korunmalı."
Sahara:
"Peki, Kayıtlar Salonu’na çocuklar da girebilecek mi? Onlar için ne var?"
Nil-7:
"Tabii ki
girebilecek! Kayıtlar Salonu’nda çocuk sınıfları, alfabe resimleri ve bitki
bahçeleri var. Çocuklar hem yazı öğrenecek hem de şifa otları
yetiştirecek."
Sahara:
"Peki, Amani ve Zeinab’ın mektupları çok tatlıydı! Neden çocuklar birbirine mektup yazıyor?"
Nil-7:
"Mektuplar,
çocukların kalplerini birleştiriyor, Sahara. Amani ve Zeinab farklı
topraklarda, ama yazıyla dost oldular. Bu, Khaalid’in hayalindeki Afrika
Birliği’nin başlangıcı."
Bölüm 32: Afrika
Olimpiyatları (M.Ö. 4964)
Böylece, Kemet dilini ve yazısını öğrenen çocuklar
büyüdüklerinde, kendi ülkelerinin elçileri olarak kralları tarafından Kemet
ülkesine gönderildiler. Her biri yalnızca birer tercüman değil, aynı zamanda
birer köprüydü. Kemet’e vardıklarında, sadece sözcükleri değil, niyetleri de
taşıyorlardı.
İki ülke arasında ilk kez bir şey değişti: sessizlik
yerini diyaloğa bıraktı. Kervanlar, sadece altın ve baharat değil, mektup
taşımaya başladı. Konsolosluklar kuruldu; taş duvarlara yeni alfabeler kazındı.
Ticaret, artık sadece mal değil, bilgi de aktarıyordu.
Öğrenci değişim programları başladı; bir ülkenin çocukları diğerinin
yıldızlarını öğreniyor, rüzgârlarını ezberliyordu.
32.1. Elçiler ve İlk Rekabet Kıvılcımı
Kemet’in
sarayında büyük bir gün yaşanıyordu. Dokuz kervanın gönderdiği elçiler,
yanlarında öğrenciler, kitaplar, tohumlar ve kültürlerinden getirdikleri
hediyelerle geri dönmüştü. Sarayın büyük salonunda, farklı kabilelerin renkli
giysileri, altın işlemeli pelerinleri, kabile desenli mızrakları ve
davullarıyla göz kamaştıran bir kalabalık vardı.
Elçilerden
biri, uzun boylu ve gururlu bir adam, söz aldı:
Etiyopyalı
Elçi:
“Bizim
topraklarımızın okçuları kadar isabetli kimse yoktur. Dağlarımızda yetişen
gençler, uçan kuşu bile gözleri kapalı vurur.”
Bunun
üzerine Sudan elçisi öne çıktı, gülerek karşılık verdi:
Sudanlı
Elçi:
“Okçularınız
iyidir belki ama bizim koşucularımızın hızına kimse yetişemez. Çölde ceylanı
avlayan adamlarımız var; onların ayaklarına ne ok, ne mızrak, ne de at
yetişebilir!”
Kenyalı
elçi dayanamadı, kahkahalarla araya girdi:
Kenyalı
Elçi:
“Ceylan
mı dedin? Bizim Masai savaşçılarımız aslanın önünden bile kaçmaz. Güreşte
onların gücüyle boy ölçüşecek kimse yoktur!”
Salonda
bir uğultu yükseldi. Her elçi kendi ülkesinin gücünü överken, Khaalid sessizce
ayağa kalktı. Elinde tuttuğu asa yere vurduğunda bütün sesler kesildi.
Khaalid:
“Demek
herkes kendi ülkesini en güçlü, en hızlı, en maharetli sanıyor… Öyleyse bu
tartışmayı sözle değil, oyunla çözelim. Sizden ricam şu: Getirin en hızlı
koşucularınızı, en usta okçularınızı, en güçlü yüzücülerinizi. Biz de kendi
halkımızın kahramanlarını çıkaralım. Bir şenlik düzenleyelim! Kazananlara büyük
hediyeler verelim. Her yıl bu yarışlar tekrar edilsin.”
Salondaki
uğultu birden coşkulu tezahürata dönüştü. Elçiler ayağa kalkıp birbirlerinin
ellerini sıktılar. Her biri kendi halkının onurunu temsil etmek için yarışlara
katılmaya hevesliydi.
Sahara
gülümsedi ve Khaalid’e fısıldadı:
“Bu
sadece bir oyun değil… Halkların dostluğunu pekiştiren bir bağ olacak.”
Khaalid
ona dönerek başını salladı:
“Evet,
Sahara. Bundan böyle bu topraklarda savaş değil, yarışlar konuşulacak. Kan
değil, ter dökülecek.”
Ve
böylece tarihte ilk defa Afrika Olimpiyatlarının tohumu atılmış
oldu.
32.2. Afrika Olimpiyatlarının İlk Çağrısı
Kral
Khaalid’in sarayından bir ferman yayıldı. Şehir meydanlarında davullar çalındı,
tellallar bağırarak haberi duyurdu:
Tellal:
“Ey
halkımız! Kralımız Khaalid buyuruyor: Afrika’nın ilk büyük yarışları için en
hızlı koşucular, en hızlı biniciler, en usta okçular, en güçlü yüzücüler ve
güreşçiler aranmaktadır! Herkes kabilesinden, köyünden en iyisini göndersin!
Seçmeler başlıyor!”
Bu
çağrı bütün ülkeye heyecan saldı. Çiftçiler tarlalarını bırakıp meydanlara
koştu, gençler birbirini meydan okumaya başladı. Yaşlılar eski kahramanların
hikâyelerini anlatarak gençleri cesaretlendirdi.
Seçmeler başladı. Nil kıyısında yüzücüler sulara
atladı; kimin daha hızlı yüzdüğü davul ritimleriyle ölçüldü. Çölde koşucular
saatlerce süren yarışlara girdi, sıcak kumlar üzerinde en dayanıklı olanlar
seçildi. Büyük avlardan gelmiş okçular, hareketli hedefleri bile tek vuruşta
düşürdü.
Khalid, yarışları izlerken
hayranlıkla gülümsedi:
“Bu insanlar başka
ülkelerin yarışçılarıyla yarışmadan bile kendi içlerinden kahramanlar
çıkarıyorlar.”
Sahara yanındaydı;
seçmelerde köyünden gelen genç bir kızın ok atışlarını izlerken heyecanla
fısıldadı:
“Bak! Kadınlar da yarışıyor.
Belki bu oyunlar sadece erkeklerin değil, bütün halkın bayramı olacak.”
Günler süren seçmelerin ardından ülkenin en iyileri
seçildi. Nil’den çıkan en hızlı yüzücüler, çölde rüzgâr gibi koşan gençler,
hedefi şaşmayan okçular saraya getirildi. Khaalid onları tek tek karşılayarak
onurlandırdı.
Khaalid:
“Siz artık sadece
kendi köylerinizin değil, bütün Kemet’in gururusunuz. Birkaç ay sonra burada
toplanacak ülkelerin önünde yarışacaksınız. Kazandığınızda bütün Afrika sizin
adınızı duyacak!”
32.3. İlk Afrika Olimpiyatlarının Açılışı
Güneş
Nil’in üzerinde altın gibi doğarken, devasa olimpiyat alanı çoktan dolmuştu.
Aylarca süren hazırlıkların ardından, ilk kez Afrika’nın dört bir yanından
gelen sporcular aynı yerde toplanmıştı. Meydanın etrafında büyük tribünler inşa
edilmiş, gölgelikler kurulmuş, halk kabile renkleriyle süslenmişti.
Yalnızca
sporcular değil, yabancı turistler, elçiler, tüccarlar da akın
etmişti. Çöllerden gelen kervanlarla, denizden gelen gemilerle, her köşeden
insanlar bu büyük olaya tanıklık etmek için Kemet’e gelmişti. Meydan rengârenk
kumaşlarla, kabile bayraklarıyla ve sembollerle donatılmıştı.
Açılış Töreni başladı. Davullar çalındı, borular
öttü. Sporcular sırayla alana girdi. Etiyopyalı koşucular, Senegal’den gelen
okçular, Nubya’dan yüzücüler, Masai kabilesinden uzun boylu gençler… Her biri
kendi kabilesinin danslarıyla, şarkılarıyla yürüyüş yaptı. Seyirciler çığlıklar
atarak alkışladı.
Sahnenin
tam ortasında bir platform kurulmuştu. Burada şairler, farklı dillerde yazılmış
şiirlerini okudu. Çocuk koroları şarkılar söyledi. Bir yandan atletlerin güç
gösterileri yapılırken, bir yandan da sanatın gücü sergilendi.
Sahara
hayranlıkla izliyordu:
“Bu
sadece bir yarış değil… Bu, bütün Afrika’nın kalbinin birlikte atması.”
Khaalid ayağa kalktı. Altın miğferi ışıldıyordu.
Yüksek sesle halka seslendi:
“Ey
Afrika’nın yiğitleri! Bugün burada sadece hızımızı, gücümüzü, nişancılığımızı
göstermek için toplanmadık. Bugün burada kardeş olduğumuzu, tek bir gök altında
yaşadığımızı ilan etmek için toplandık! Bu oyunlar zafer için değil, dostluk
için yapılacak. Sporcularımız birbirine rakip değil, kardeş olacak!”
Ardından
büyük bir ateş yakıldı. Bu ateşin sönmeyeceği, olimpiyatlar boyunca gece gündüz
yanacağı ilan edildi.
İlk yarış: koşucuların yarışıydı. Kumların üzerinde
çıplak ayaklarıyla rüzgâr gibi koşan gençler, seyircilerin bağırışları arasında
fırtına gibi ilerledi. Bir sonraki yarışta okçular, hareketli hedeflere nişan
aldı. Nil kıyısında yüzücüler sulara atladı. Her yarışta tribünler çığlıklarla
yankılandı.
Ama
yarışların arasında da şairler, ozanlar sahne aldı. Bir ülkenin ozanı kendi
halkının efsanelerini anlattı, diğer bir şair aşk şiirini okudu. Müzisyenler
kendi yörelerinin çalgılarını çaldı. Oyunlar sadece bedensel değil,
ruhsal ve kültürel bir şölen haline geldi.
Güneş
tam tepedeydi. Tribünler dolup taşmış, davullar bir savaş marşı gibi çalmaya
başlamıştı. Yarış alanının kenarında, dörtnala koşmaya hazır siyah,
beyaz ve kızıl atlar şaha kalkıyordu. Her atın alnında kendi
kabilesinin işareti vardı. Biniciler baştan ayağa deri zırhlarla, renkli
tüylerle donanmıştı. Seyirciler nefesini tutmuştu.
Borazan
öttü. Ve aniden toz bulutları içinde yarış başladı!
Atlar
kumun üzerinde fırtına gibi koşuyordu. Toz, güneşi bile perdelemişti. Biniciler
yalnızca dizleriyle atlarını yönlendiriyor, ellerinde uzun mızraklarla
rakiplerini korkutuyordu. Seyirciler, her öne geçen binici için çığlıklar
atıyordu.
Kemetli
bir binici öne geçtiğinde, arkasından bir Masai savaşçısı okunu havaya
fırlatarak kükredi. Tribünlerde bir uğultu yükseldi. Rakip binici geri
düşerken, Masai’nin atı rüzgâr gibi ileri atıldı. Fakat Nubyalı bir binici,
atının dizginlerini ani bir hamleyle çekip rakibini solladı. Yarış artık sadece
hız değil, zekâ ve taktik savaşı olmuştu.
Son
düzlükte üç at yan yana girdi. Kalabalık ayağa kalktı, sanki meydan
yıkılıyordu. İnsanlar bağırıyor, davullar çalıyor, kadınlar zillerle tempo
tutuyordu. Biniciler neredeyse birbirine çarpıyordu. En önde Nubyalı binici,
ardından Masai ve Kemetli. Son saniyede Nubyalı atının tüm gücünü ortaya koydu
ve ilk sırada bitiş çizgisini geçti. Tribünlerden kulakları sağır eden bir
uğultu yükseldi.
Kazanan
binici elini havaya kaldırdı. Fakat Khaalid ayağa kalkarak bağırdı:
“Bugün
kazanan sadece Nubyalı değil! Bugün kazanan Afrika’nın kardeşliğidir!”
32.5. Koşu Yarışı – Savaş Sahnesi Gibi
Koşucular
kumun üzerine dizildiğinde, herkes onların kaslarının gerildiğini
görebiliyordu. Borazan çaldı. Ve onlar adeta mızrak gibi fırladı!
Bir
Etiyopyalı koşucu öyle hızlıydı ki ayakları yere değmiyor gibiydi. Yanında bir
Ganalı koşucu onu yakalamak için nefes nefese kalmıştı. Her adımda kaslar
patlayacak gibi geriliyor, damarlardan kan değil ateş akıyor gibiydi.
Seyirciler “Yallah! Yallah!” diye bağırıyordu.
Son
düzlüğe girildiğinde koşucular artık savaş alanında askerler gibi görünüyordu.
Birinin ayağı tökezledi, ama düşmedi; toparlanıp daha da güçlü koşmaya başladı.
Tribünlerden “Ooooh!” sesleri yükseldi. Ve finalde Etiyopyalı genç öyle bir
hızla çizgiyi geçti ki, rüzgâr yüzünden yere kapaklandı. Halk çığlık çığlığa
sahaya koştu.
O
gün, Nil kıyısındaki büyük olimpiyat meydanı insanlarla dolup taşmıştı. Yabancı
devlet elçileri en ön sırada oturuyordu. Khaalid tahtına geçmiş, yanında Sahara’yla
halkını izliyordu. Her yarış sonunda tribünlerden bir kahraman yükseldi.
Koşu
Kahramanı – Taye (Etiyopya’dan genç bir delikanlı)
Kum
fırtınası gibi koşarak rakiplerini geride bıraktı. Bitirince yere düştü ama
gözlerinde alev vardı. Halk onu sırtına alıp sahadan çıkardı. Şairler onun için
şöyle dedi:
“Rüzgârın evladı, adımlarında şimşekler çakan Taye!”
Okçu
Kahraman – Zuberi (Kenya’nın Masai kabilesinden)
Onun
oku gökyüzünü yarıp tahta hedefi tam ortasından deldi. Her atışında kalabalık “Aaaah!”
diye bağırdı. Bir okunu havaya fırlattı, o ok yere düştüğünde tüm seyirciler
ayağa kalktı.
Khaalid gülümseyerek ona altın bir yay hediye etti.
Binici
Kahraman – Nubyalı Aluna
Kadın
bir binici olarak tüm meydanı büyüledi. Siyah atı, sanki kanat takmış gibi
uçuyordu. Erkek rakiplerini birer birer geçti. Çizgiyi ilk geçtiğinde
tribünlerden kadınlar gözyaşlarıyla zılgıt çekti. O günden sonra onun adı “Afrika’nın
Kartalı” oldu.
Yüzücü
Kahraman – Mosi (Nil deltasından genç bir balıkçı)
Suya
atıldığında halk sadece suyun kabardığını gördü. Sanki bir insan değil, timsah
gibiydi. Rakipleri daha yarı yola varmadan o çoktan kıyıya çıkmıştı. Khaalid
ona altından yapılmış bir istiridye kabuğu verdi.
Güreşçi
Kahraman – Kwame (Batı Afrika’dan güçlü bir savaşçı)
Kaslı
vücudu güneşte parlıyordu. Birer birer rakiplerini kaldırıp yere vurdu. Finalde
iki dev adamla aynı anda dövüştü ve ikisini de yere serdi. Halk ayağa kalkıp “Aslan!
Aslan!” diye bağırdı.
32.7. Şarkılarla Yarışan Halklar
Koşular,
güreşler, yüzmeler bitmiş, güneş batıya eğilmişti. Meydanda dev bir ateş
yakıldı. Elçiler ve seyirciler yerlerine oturdu. Davullar sustu, yerini lirler,
flütler, davulcugillerin hafif ezgileri aldı.
Khaalid
elini kaldırdı:
“Şimdi, dilimizin en
kıymetli hediyesi olan şarkılar konuşsun.
En güzel Kemetçe söyleyen, en güzel şiir okuyan sesler yarışsın. Çünkü beden
güçlüdür, ama kalbi ve aklı taşıyan dildir!”
İlk
yarışmacı, Habeşistan’dan gelen genç bir kızdı. İnce sesiyle
Nil’in bereketini anlatan bir şarkı söyledi. Sözler öyle melodikti ki, halkın
gözlerinden yaşlar süzüldü.
İkinci
yarışmacı, Batı Afrika’dan bir delikanlıydı. Kemet dilini kendi
melodileriyle harmanlamış, şarkısı dalgalar gibi yükselip alçalıyordu. Elçiler
birbirine bakıp şaşırdı: ”Bizim dilimizi bizden daha güzel söylüyor!”
Üçüncü
yarışmacı, kuzeyden gelen genç bir şairdi. Elinde papirüsle
sahneye çıktı. Nil’i bir anneye benzeten dizeler okudu. Halk ayakta alkışladı.
Her
şarkıcı sahneye çıktığında, kalabalık sessizleşti; çünkü yarış sadece bir
yetenek gösterisi değil, bir ruh buluşması olmuştu. Kemet
dilini öğrenen bu çocuklar, şarkılarla halkların kalbini birbirine dikiyor,
tıpkı elçiler gibi kültür köprüleri kuruyordu.
Yarış
bittiğinde jüri değil, halk karar verdi. Alkışlar, tezahüratlar en yüksek
kimeyse, o kazandı. En güzel sesiyle Habeşli kız, en içli sözleriyle Batılı
delikanlı ve şiiriyle kuzeyli genç ödüllendirildi.
Khaalid
onları kürsüye çağırdı:
“Bu olimpiyat, sadece
bedenin değil, dilin de olimpiyatıdır. Bugün gördük ki Kemet dili artık sadece
bizim değil, hepimizin ortak mirasıdır.”
Halk
uzun süre “Şarkılar! Şarkılar!” diye bağırarak meydanı çınlattı. O günden sonra
olimpiyatların bir bölümü her zaman ”Şarkı ve Şiir Yarışması” oldu.
Yarışmalar
bittiğinde Khaalid ayağa kalktı. Halk sustu.
“Bugün
gördüğümüz şey, sadece güç, hız ya da beceri değildir. Bugün gördüğümüz
şey, Afrika’nın ruhudur.
Her
kahramanımız, kendi ülkesinin şerefini taşıdı. Ve hepimiz birlikte,
kardeşliğimizi büyüttük. O halde bilin ki, bu olimpiyatlar sadece oyun değil,
tarihin yeni bir başlangıcıdır. Bundan böyle her yıl, hangi ülkede yapılırsa
yapılsın, Afrika’nın kahramanları burada doğacaktır!”
Kalabalık
çığlık çığlığa ayağa kalktı. Davullar, borazanlar çalmaya başladı.
Kahramanların adları yankılandı: “Taye! Zuberi! Aluna! Mosi! Kwame!”
O
günden sonra bu isimler sadece sporcu değil, destan kahramanı oldu.
32.10. Olimpiyatların Kayıt Altına Alınması
Olimpiyatların
sona ermesinden günler sonra Khaalid, kâtiplerini ve bilginlerini çağırdı.
Geniş bir salonun ortasına, olimpiyatlarda kullanılan oklar, at koşum
takımları, güreş kemerleri ve şarkıcıların sözleri bırakılmıştı.
Khaalid
derin bir nefes aldı:
“Bugün
burada sadece bir yarış değil, bir milletler buluşması yaşandı. Çocuklarımız
koştu, gençlerimiz güreşti, şairlerimiz dilimizi söyledi. Bunlar unutulmasın.
Hepsi kayıtlar salonunda yaşasın.”
Kâtipler
işe koyuldu.
–
Koşu kahramanının adı büyük harflerle yazıldı. Yanına, hangi mesafeyi ne kadar
sürede koştuğu kaydedildi.
–
Okçunun altın okunun resmi papirüse çizildi, yanında ”Hedefi tek
seferde vurdu” yazısı yer aldı.
–
Binici kahramanın atının tasviri işlendi, seyircilerin tezahüratları not
edildi.
– Yüzücünün
Nil’in sularında bıraktığı dalgalar, dalga şekilleriyle betimlendi.
–
Güreşçinin hareketleri, resimlerle gösterildi.
En
önemlisi, şarkı ve şiir yarışmasının eserleri titizlikle yazıya geçirildi.
Habeşli kızın şarkısı, Batılı delikanlının melodisi ve kuzeyli şairin dizeleri
tek tek kaydedildi. Ezgiler nota işaretlerine benzer sembollerle denendi,
böylece sesin de yazıyla ölümsüzleşmesi amaçlandı.
Kayıtların
başına şu sözler yazıldı:
“Bunlar
sadece spor değildir. Bunlar halkların kalbinin attığı gündür. Kemet’in diliyle
birleşen milletlerin şenlik günüdür.”
Rulolar
tamamlanınca, bilginler onları deri kaplı sandıklara yerleştirdi. Sandıklar,
Giza’daki Kayıtlar Salonu’nun taş raflarına kondu. Meşaleler ışığında taş
duvarlara yansıyan gölgeler, sanki şarkıların ruhu hâlâ orada söylüyormuş gibi
titreşiyordu.
32.11. Kayıtlar Salonu Açılış Günü
Giza
platosunun serin sabahında, güneş ufukta altın bir çizgi çizerken, Kayıtlar
Salonu’nun yeraltına inen taş merdivenleri sabah ışıklarıyla parlıyordu. Yerin altında
spiral rampalarla uzanan bu yapı, Afrika’nın belleğiydi. Üstünde, okullar,
medreseler ve üniversiteler yükselmiş, ilim yuvaları olarak can bulmuştu.
Çöldeki kalabalıkta köylüler, tüccarlar, bilginler ve elçiler toplanmış,
tarihin dönüm noktasını bekliyordu.
Çadırların
gölgesinde çocuklar koşuşuyor, kadınlar zılgıt çekiyor, erkekler davullarla
ritim tutuyordu. Yerin üstündeki bahçeler, aloe vera ve baobab ağaçlarıyla
doluydu. Kervan çanları, Nil’in dalgalarıyla karışıyordu. Bu, bir birliğin
doğuşuydu.
Kral
Khaalid, beyaz keten tunikle merdivenlerin başında durdu, elinde Afrika
haritasının kopyası. Ardında hocalar, kâtipler ve öğrenciler sıralanmıştı.
Sesini yükseltti, taşlardan yankılandı.
“Afrika’nın
halkları! Bu yeraltı salonu, taş değil, hafızamızdır. Bilgi burada korunacak,
üstümüzdeki okullar ve üniversiteler onu çoğaltacak. Çocuklarımız bu bilgiyi
yıldızlara taşıyacak!”
Kalabalık
alkışlarla coştu. Çocuklar, yeraltı rampalarını keşfederken bir kız bağırdı: “Burası
yıldızları saklıyor!” Yaşlı bir bilgin güldü: “Evet, evlat,
gökyüzü burada!”
Medrese
hocası İset, bir deri tomarla yaklaştı. “Efendim, bu şifalı ot çizimleri
hayat kurtaracak. Ama halk, salonun ne olduğunu anlamadı mı?”
Khaalid
gülümsedi. “Gösterelim, İset. Bahçelerimiz şifa, okullarımız umut oldu.
Bu salon herkesin.”
Sudan’dan
bir tüccar, Mali’den gelen bir haritayla öne çıktı. “Kralım, Timbuktu’da
çocuklar hiyeroglif öğrendi. Bu Sahra haritası, birliğimizin yol haritası.”
Khaalid
haritayı havaya kaldırdı. “Bu, yeraltı raflarında saklanacak.
Çocuklarımız Sahra’yı, torunlarımız yıldızları geçecek!”
Nubia’dan
bir şifacı kadın, baobab tozuyla sordu: “Bu salon sadece bilginler için
mi?” Khaalid yanıtladı: “Hayır, köylüler, çocuklar, kadınlar
için. Rampalardaki nişlere hikâyelerinizi kazıyacaksınız.”
Genç
Zeinab, balmumu tabletle atıldı: “Amani’ye mektup yazdım, Nil’i çizdim.
Bu, salona konabilir mi?” Khaalid tabletini aldı. “Elbette,
Zeinab. Çocukların kelimeleri silahtan güçlü.”
Kenya
elçisi Mwenye sordu: “Ya savaş gelirse, bu papirüsler nasıl korunacak?”
Khaalid, “İnsanla korunacak. Her köyden nöbetçi, her okuldan öğretmen
burada olacak. Birlik Konseyi bu salonu kale yapacak.”
Libya
kervancısı Amsel, “Bilgiyi uzaklara nasıl taşıyacağız?” dedi.
Khaalid, “Kervanlar tomar, okullar tohum taşıyacak. Afrika Cildi
okyanusları, yıldızları aşacak.”
Davullar
hızlandı, zılgıtlar yükseldi. Çocuklar, “Afrika bir, bilgi bir!”
diye bağırdı. Hocalar papirüsleri yeraltı raflarına yerleştiriyor, bahçelerde
köylüler ot suluyordu.
Güneş
tepedeydi. Kayıtlar Salonu, yeraltı mahzenleri ve yer üstü okullarıyla
Afrika’nın belleği olarak açıldı. Khaalid, yeraltına inip fısıldadı: “Çocuklarımız
yıldızlara yürüyecek.”
Bir
süre sonra elçiler ellerinde tomarlarla geldiler. Masaların üzerine serilen
haritalar, bir nehrin dalları gibi birbirine eklenmeye başladı. Sudanlı
kervancılar dağ geçitlerini gösterdi, Etiyopyalı yolcular yeni köyleri
işaretledi. Her kabileden bir ayrıntı geldi; kimi maden yataklarını, kimi
ticaret yollarını ekledi. Fil sürülerinden, aslan sürülerine, bataklıklardan,
ormanlara, dev yılanlardan, timsah dolu nehirlere kadar her ayrıntı
işaretlenmişti.
Dokuz
parça nihayet birleştiğinde ortaya devasa bir bütün çıktı: Afrika Büyük
Haritası. Odanın ortasında asılı duran harita öyle görkemliydi ki, onu
gören herkes derin bir sessizliğe büründü.
Altına
altın mürekkeple şu sözler yazıldı:
“Yol
bilmeyen kaybolur; yol çizen birleşir.”
Haritanın
kopyaları hazırlanıp elçiler aracılığıyla diğer krallara gönderildi. İlk kez
halklar kendi kıtalarının büyüklüğünü, zenginliğini gözleriyle gördü.
...
32.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Afrika Olimpiyatları çok eğlenceliymiş! Khaalid neden böyle bir yarış düzenledi? Sadece eğlenmek için mi?"
Nil-7:
"Sahara,
Khaalid olimpiyatları sadece eğlence için düzenlemedi. Yarışlar, farklı
halkları bir araya getirdi ve birbirlerini anlamalarını sağladı. Koşarken,
güreşirken ya da şarkı söylerken herkes dost oldu."
Sahara:
"Peki, neden kadınlar da yarıştı? O zamanlar kadınlar yarışmaz sanıyordum."
Nil-7:
"Güzel
soru! Khaalid, herkesin eşit olduğunu göstermek istedi. Aluna gibi kadın
biniciler, gücü ve cesaretiyle herkesi etkiledi. Bu, olimpiyatların sadece
erkeklere değil, tüm halka ait olduğunu gösterdi."
Sahara:
"Peki, şarkı ve şiir yarışması neden vardı? Onlar da mı spor gibiydi?"
Nil-7:
"Şarkı
ve şiir yarışmaları, kalbin ve aklın sporuydu, Sahara. Khaalid, bedenin gücü
kadar ruhun ve dilin gücünün de önemli olduğunu biliyordu. Habeşli kızın
şarkısı, halkların kalplerini birleştirdi."
Sahara:
"Peki, Kayıtlar Salonu’nun açılışında çocuklar neden bu kadar heyecanlıydı?"
Nil-7:
"Çocuklar,
Kayıtlar Salonu’nun sadece bir bina olmadığını hissetti. Orası, onların
hikayelerinin, şarkılarının, hayallerinin yaşayacağı bir yerdi. Zeinab’ın
mektubu bile oraya kondu!"
33. Bölüm –
Krallar Toplantısı - Afrika Birliği’nin Doğuşu (M.Ö. 4963)
33.1. İkinci Afrika Olimpiyatları
Giza’nın
geniş ovalarında, Nil’in kıyısında, ikinci Afrika Olimpiyatları için
hazırlıklar tamamlanmıştı. Bir yıl önce Sudan’ın savanlarında yankılanan coşku,
şimdi Kemet’in çölüne taşınmıştı. Ahşap tribünler, renkli kumaşlarla süslenmiş,
kabile bayraklarıyla dalgalanıyordu. Güneş, altın ışıklarını alana dökerken, on
binlerce insan; köylüler, tüccarlar, elçiler ve krallar Nil’in kıyısını
doldurmuştu. Hava, davul ritimleri, zılgıtlar ve kervan çanlarıyla doluydu. Bu,
sadece bir yarış değil, Afrika’nın birleşik ruhunun şöleniydi.
Alan,
Masai’nin kırmızı kalkanları, San’ın boyalı taşları ve Khoi’nin tüy
süslemeleriyle renklenmişti. Kadın sporcular, ilk kez bu kadar kalabalık bir
şekilde sahnedeydi; tunikleri rüzgârda dalgalanırken, alkışlar gökyüzünü
çınlatıyordu. Koşucular, tozu dumana katarak yarışıyor, Sudanlı yüzücüler
Nil’in serin sularında kulaç atıyordu. Masai, San ve Khoi dansçıları, davul
ritimleriyle hikâyelerini anlatıyor; her adım, atalarının ruhunu çağırıyordu.
Olimpiyatları
izlemeye önemli misafirler de gelmişti. Kral Khaalid, yüksek bir platformda,
yanında Sahara ile kalabalığı izliyordu. Sudan Kralı Taharka, Kenya Kralı
Mwenye, Nubia Kralı Shabaka ve Libya Kralı Amsel, maiyetleriyle birlikte en ön
sıradaydı. Bu yıl ilk kez krallar katıldığı için, izleyiciler daha kalabalık
gelmişti; yanlarında bilginler, şairler ve genç sporcular vardı. Khaalid,
gözlerini alandan ayırmadan kraliçe Ayla'ya fısıldadı.
“Bak,
Ayla. Bu sadece yarış değil; halklarımızın kalbi burada atıyor.”
Ayla
gülümsedi. “Ve kadınlar… Onlar bu şenliğin yıldızları.”
Açılış
töreni başladı. Masai dansçıları, uzun mızraklarıyla yere vurarak bir savaş
dansı sundu. San kabilesinden bir kadın, boyalı taşlarla çöldeki av hikâyesini
anlattı. Khoi’den genç bir dansçı, flüt eşliğinde toprağın duasını canlandırdı.
Kalabalık, nefesini tutmuş izliyordu. Ardından şairler sahneye çıktı. Genç bir
Habeşli şair, Kemet dilinde destan okudu, sesi çöldeki rüzgâr gibi yayıldı.
"Afrika’nın sesi bir gün birleşecek,
Her kalpte aynı şarkı yankılanacak.
Kum fırtınasında kaybolan izler,
Yağmurla silinip yeniden yazılacak.
Ağaçların gölgesinde çocuklar gülecek,
Davullar barış için çalacak.
Kabileler, şehirler, diller bir olacak,
Her kalpte aynı şarkı yankılanacak."
Şarkıcılar,
Kemet dilinde ezgiler söyledi; her nota, kalabalığın yüreğine işledi. Bir Batı
Afrikalı delikanlı, kendi kabile melodisini Kemet sözleriyle harmanladı. Sudan
Kralı Taharka, yanındaki bilginine fısıldadı.
“Bu
çocuk, bizim dilimizi bizden güzel söylüyor!”
Yarışlar
başladı. Koşucular, kumda fırtına gibi yarıştı. Etiyopyalı Taye, bir kez daha
rüzgâr gibi geçti, bitişte yere yığılırken kalabalık “Rüzgârın oğlu!”
diye bağırdı. Nil’de yüzücüler kulaç atarken, Sudanlı Mosi, timsah gibi süzüldü
ve alkışlarla kıyıya çıktı. Kadın okçular arasında Nubyalı bir genç kız,
Zuberi’nin izinde, hedefi tam ortasından vurdu. Kalabalık, “Afrika’nın
kartalı!” diye haykırdı.
At
yarışları, alanı toz bulutuna boğdu. Masai binicisi, siyah atıyla öne geçti,
ama son anda Nubyalı Aluna, kadın binici olarak rakiplerini solladı. Tribünler
zılgıtlarla inledi. Güreş alanında, Batı Afrikalı Kwame, dev gibi rakiplerini
yere serdi; kalabalık, “Aslan!” diye bağırdı.
Güneş
batarken, şarkı yarışması başladı. Habeşli bir kız, Nil’in bereketini anlatan
bir ezgiyle kalabalığı ağlattı. Kenya’dan bir delikanlı, aşk şiirini okurken
tribünler sessizleşti. Khaalid, ayağa kalkarak konuştu.
“Bu
olimpiyatlar, sadece bedenin değil, ruhun zaNil-7ir. Afrika, burada tek bir
şarkı oluyor!”
Yarışlar
sona erdiğinde, Khaalid kahramanlara altın kolyeler ve inciler sundu. Sporcular
omuzlarda taşındı, davullar çaldı. Kalabalık, “Afrika bir!” diye
haykırıyordu.
Olimpiyatların
coşkusu Nil’in sularında yankılanırken, Kemet’in geniş ovalarında yeni bir umut
filizleniyordu. Olimpiyatların ertesi günü, Kayıtlar Salonu’nun yeraltı
mahzeninde krallar toplandı. Bu masa, Afrika’nın geleceğinin şekilleneceği bir
arena, kralların kalplerini birleştireceği bir ocaktı. Olimpiyatlar halkları
yakınlaştırmıştı; şimdi sıra, bu yakınlığı kalıcı bir birliğe dönüştürmekteydi.
Yuvarlak
masa eşitliğin simgesi olarak tasarlanmıştı. Hiçbir kral diğerinden yüksekte
oturmayacaktı; tahtlar yerine yastıklı minderler dizilmişti. Etrafında Sudan,
Kenya, Nubia ve Libya kralları, maiyetleriyle birlikte yerleşmişti. Sudan Kralı
Taharka, siyah derili, güçlü bir adam, yanında savaşçıları ve bilginleriyle
gelmişti. Kenya Kralı Mwenye, uzun boylu ve zarif, Masai savaşçılarının renkli
kalkanlarıyla çevriliydi. Nubia Kralı Shabaka, peleriniyle, eski dostu
Khaalid’e gülümseyerek oturmuştu. Libya Kralı Amsel ise çölün sert rüzgârlarını
yüzünde taşıyan bir adam olarak, yanında deve kervancılarının tozlu
haritalarıyla yerini almıştı.
Khaalid,
ev sahibi olarak ayağa kalktı. Haritasını masaya serdi ve söze başladı.
“Afrika’nın
yiğit kralları, kardeşlerim! Olimpiyatlarımız bize gösterdi ki gücümüz yarışta
değil, birliktedir. Afrika’nın gücü parçalanmış değil, birleşmiş olmalıdır.
Birbirimize düşman değil, kardeş olursak ticaretimiz çoğalır, ilmimiz yayılır,
şarkımız gökleri inletir. Düşünün: Nil’in bereketi Sudan’a akar, Kenya’nın
ormanları Libya’nın çöllerini yeşillendirir, Nubia’nın altınları hepimizi
zengin eder. Ama ayrı durursak, rüzgâr bizi kum gibi savurur.”
Hava,
tütsü kokusu ve davul ritimleriyle doluydu. Maiyetler, efendilerini sessizce
izliyor, her kelimenin ağırlığını hissediyordu. Üzerinde sade bir keten giysi
vardı, ama gözlerinde Afrika’nın tüm nehirlerini taşıyan bir ateş parlıyordu.
Derin bir nefes aldı ve sesini yükseltti.
“Kardeşlerim,
olimpiyatlarımız birliğimizi gösterdi. Şimdi Afrika Birliği’ni kuralım. Ticaret
yollarımız ortak olsun, okullarımız her köyde yükselsin, çocuklarımız aynı
takvimi saysın, aynı harfleri okusun.”
Çadırda
bir uğultu yükseldi. Maiyetler fısıldıyor, krallar birbirlerine bakıyordu.
Kenya Kralı Mwenye, kaşlarını çatarak öne eğildi. Sesinde Masai savaşçılarının
gururu vardı, sert ama merak doluydu.
“Güzel
söylüyorsun, Khaalid. Ama bu birlik nasıl işleyecek? Hangi söz ağır basacak?
Benim kabilelerim özgürlüğüne düşkün; bir konsey mi kuracağız, yoksa bir kral
mı hükmedecek? Eğer Kemet’in sözü üstün gelirse, biz sadece gölge mi olacağız?”
Khaalid
gülümsedi, elini masaya koyarak yanıt verdi. Sanki bir hikâye anlatır gibi
konuşuyordu, çünkü kralların hikâyelerle ikna olduğunu biliyordu.
“Hayır,
Mwenye kardeşim. Bu birlik, bir kralın tahtı olmayacak; bir konsey olacak. Her
ülkenin temsilcisi eşit oturacak, tıpkı bu masada olduğu gibi. Kararlar oy ile
alınacak, hiçbir kral diğerinin üstünde olmayacak. Düşünün: Ticaret
yollarımızda kervanlar serbest dolaşacak, vergi yerine paylaşım olacak.
Okullarımızda çocuklar hem Nil’in hiyerogliflerini hem Kenya’nın şarkılarını
öğrenecek. Bu, zayıflık değil, güç katacak.”
Sudan
Kralı Taharka, sakalını sıvazlayarak söz aldı. Sesinde çölün derin bilgeliği
vardı, yılların getirdiği bir ihtiyatla konuşuyordu.
“Doğru
diyorsun, Khaalid. Ama ya anlaşmazlıklar? Nehirlerimiz aynı suyu paylaşırsa,
kuraklıkta kim önce içecek? İlim paylaşımı güzel, ama sırlarımız çalınırsa ne
olacak? Olimpiyatlar dostluğu gösterdi, ama barış her zaman zafer kadar kolay
değildir.”
Çadırda
sessizlik çöktü. Maiyetler, efendilerinin sözlerini tartıyordu. Nubia Kralı
Shabaka, eski bir dost olarak Khaalid’e destek verdi. Gözlerinde teras
inşaatlarının anısı parlıyordu.
“Taharka,
korkularını anlıyorum. Ama hatırlayın: Nubia’da teraslar kurduk, suyumuzu
paylaştık ve bereket çoğaldı. Bu birlik, sırları çalmak için değil, çoğaltmak
için. Ortak bir takvim yapalım; mevsimleri hepimiz aynı şekilde sayalım,
hasatlarımızı birlikte planlayalım. Okullar yaygınlaşsın; her köyde bir
öğretmen olsun, çocuklar hem savaşçı hem bilgin olsun. Ticaret yollarını
koruyalım, haydutları birlikte kovalım. Bu, zayıflık değil, kalkan olur.”
Libya
Kralı Amsel, sert bakışlarını yumuşatarak söz aldı. Sesinde çölün yalnızlığı
vardı, güvensiz ama umut arayan bir tonda konuşuyordu.
“Peki,
gücümüz paylaşılırsa zayıflamaz mıyız? Benim kabilelerim çölde özgür yaşar; bir
konsey emriyle mi hareket edeceğiz? Eğer bir savaş gelirse, kim orduları
yönetecek?”
Khaalid
bu soruyu bekliyordu. Yavaşça ayağa kalktı ve gezginden aldığı büyük Afrika
haritasını masaya serdi. Parmaklarını haritada gezdirerek, açıklayıcı bir
şekilde anlattı.
“Amsel
kardeşim, güç paylaşmakla azalmaz, çoğalır. Düşünün: Birlik Konseyi’nde her
kralın bir oyu olacak. Savaşta mı? Ortak bir ordu kurmayalım, ama
yardımlaşalım; Libya’ya saldırı olursa, Nil’in askerleri koşar. Ticaret
yollarımızda tuzunuz Nil’e akar, altınımız çöle iner. Güç, kılıçta değil,
bağda. Eğer zayıflarsak, dış düşmanlar bizi tek tek ezer; birleşirsek, dağ gibi
dururuz.”
Saatler
geçti, meşaleler yakıldı. Maiyetler efendilerine fısıldadı; bazıları endişeli,
bazıları heyecanlıydı. Kenya Kralı Mwenye bir an sustu, sonra elini masaya
vurarak konuştu.
“Peki
ya geleneklerimiz? Masai savaşçılarım danslarını bırakmaz; Kenya’nın orman
ruhları unutulmaz. Bu birlik, bizi aynılaştırmasın.”
Khaalid
başını salladı, anlayışla yanıt verdi.
“Geleneklerimizi
silmek için değil, korumak için birliğiz. Konsey’de her kral kendi halkının
sesi olacak. Ortak takvim, bayramlarımızı birleştirecek; Olimpiyatlarımız gibi,
her yıl kutlayalım. Okullarımızda çocuklar hem hiyeroglif hem Masai dansı
öğrenecek. Bu, zenginlik katacak, yoksulluk değil.”
Nubia
Kralı Shabaka araya girdi, destekleyici bir tonda konuşarak.
“Doğru.
Nubia’da gördük: Teraslar toprağımızı kurtardı, ama geleneklerimiz hâlâ
yaşıyor. Bu konsey, zayıfları korur, güçlüleri büyütür. Ticaret yolları
düzenlensin; haydutlar azalsın, kervanlar çoğalsın.”
Sudan
Kralı Taharka sonunda gülümsedi. Sesinde kararlılık vardı.
“Kabul
ediyorum. Ama konseyde eşitlik şart. Her yıl dönüşümlü başkanlık olsun, hiç
kimse üstün olmasın.”
Libya
Kralı Amsel başını salladı.
“Evet.
Savaşta yardımlaşma, barışta paylaşma. Gücümüz birleşsin.”
Çadırda
alkışlar yükseldi. Maiyetler efendilerini kutladı. Khaalid ayağa kalkarak ilan
etti:
“Karar
verildi! Afrika Birliği Konseyi kurulacak. Her ülkenin temsilcisi eşit
oturacak. Ticaret yolları düzenlenecek, ortak takvim hazırlanacak, okullar
yaygınlaştırılacak. Bu, Afrika’nın yeni şafağı olsun!”
Toplantı
sona ererken krallar birbirlerinin ellerini sıktı. Çadırın dışında davullar
çaldı, birliğin ritmini duyuruyordu.
Sahara, simülasyonda
bu anı izlerken Nil-7’ye fısıldadı:
“Diyalogun gücü bu.
Savaş yerine söz, düşmanlık yerine kardeşlik.”
Afrika,
artık parçalanmış bir kıta değil, birleşik bir rüya olmuştu.
33.3. Krallar Meclisinde Anlatılan Masal
Toplantı sırasında söz
alan bilge bir kral, meclise öğüt vermek için ayağa kalktı ve dedi ki:
“Ey krallar, ey
halkın seçilmişleri! Tarih boyunca nice ormanlar, nice şehirler gördüm. Size
bir ibret hikâyesi anlatayım…”
"Bir zamanlar kocaman bir orman varmış.
Ormanda kuşlar, tavşanlar, ceylanlar ve tilkiler hep
beraber yaşarmış.
Ormanın düzenini
koruyan güçlü bir Kral Aslan varmış.
Bir gece, Kral
Aslan’ın adamları birkaç yavru tavşanı yatağından kaldırmış. Onlara şöyle
demişler:
“Canavarlar ormana geliyor!
Onları korkutup kaçırmanız lazım. Gürültü yapın, bağırın, koşun!”
Yavru tavşanlar
korkudan ne yapacaklarını bilememiş.
İnanmışlar ve bütün gece bağırıp çağırmışlar.
Ama ortada hiç canavar yokmuş…
Sabah olduğunda orman
halkı bu gürültüyü duymuş.
Kral Aslan hemen çıkıp şöyle demiş:
“Bakın! Tavşanlar isyan etti!
Ormanımızı yakacaklardı!”
Sonra sadece yavru
tavşanlar değil, ormandaki bütün tavşanlar suçlanmış.
Kimisi o gece derin uykudaydı,
kimisi başka ormandaydı,
kimisi ise hiçbir şeyden habersizdi.
Ama hepsi “suçlu” ilan edilmiş.
Tavşan avına
ormandaki bütün hayvanlar katılmış. Bazı tavşanlar bile tavşan olmadığını
söyleyerek komşunu, arkadaşını, annesini, babasını, eşini, kardeşini, çocuğunu
krala ihbar ederek, krala biat etmiş, oh iyi oldu az bile yapıldı demiş.
Ormanın yedi kat
derinliğindeki Selymbria hapishanesi hamile ve bebek tavşanlarla dolmuş.
Bazı tavşanlar, zulümden kurtulmak için ormanın
sınırını aşmaya çalışmış.
Bir büyük nehir varmış: Hebros Irmağı.
Tavşanlar nehrin kıyısına gelip zıplamışlar, karşıya geçmek
istemişler.
Ama nehir çok güçlüymüş.
Küçük yavruların bazıları suyun akıntısına kapılıp
boğulmuş.
Kimilerini ise karşı kıyıda bekleyen avcılar vurmuş.
Kaçmayı başaranlar da olmuş ama kalpleri hep yaralı
kalmış.
Çünkü arkalarında vatan bildikleri ormanları ve geride
kalan sevdikleri varmış.
Orman halkı çok
üzülmüş.
Bazıları korkudan sesini çıkaramamış,
bazıları ise içten içe şöyle fısıldamış:
“Suç kişiye aittir. Bir yavrunun
yaptığını bütün tavşanlara yüklemek doğru değildir.”
Yıllar geçmiş.
Kral Aslan yaşlanmış ve ölmüş.
Onun adamlarından bazıları vicdan azabına dayanamamış.
Bir gün çıkıp şöyle demişler:
“O geceki planı aslında Kral
Aslan kurdu. Yavru tavşanlar sadece kandırıldı. Asıl amaç, bütün
tavşanları suçlu gösterip güç toplamaktı.”
Ve orman halkı
sonunda gerçeği öğrenmiş.
Tavşanlara yapılan haksızlık dilden dile anlatılmış.
Kral Aslan ise sonsuza kadar lanetle anılmış.
Bilge kral sözünü tamamladı ve ekledi:
“Ve biliniz ki
sonunda o aslan öldü, ama geriye zulmü kaldı. Gerçekten masum olan tavşanlara
yapılan zulüm, ne nehirde boğulanları ne de ormanda haksız yere suçlananları
unutturmadı. Adalet gecikti ama hakikat saklanamadı.
Halk ise şu öğüdü nesiller boyu aktardı:
‘Adalet bazen
gecikir, ama sonunda hakikat ortaya çıkar.
Suç bireyseldir, bütün
bir topluluğa yüklenemez.’”
Çadır sessizleşti.
Krallar, başlarını ağır ağır salladı.
O an herkes biliyordu: Adalet olmadan birlik
kurulamaz.
33.4. Afrika Birliği Konseyi Kuruluş Beyannamesi
Afrika’nın
halklarını ticaret, ilim ve dostlukla birleştirmek; savaş yerine barışı,
ayrılık yerine kardeşliği yüceltmek.
2. Paylaşım: Ticaret yolları düzenlenecek, vergi yerine paylaşım esas alınacaktır.
3. İlim: Her köyde okullar kurulacak; çocuklar hiyeroglif, dans ve yerel diller öğrenecektir.· Birlik Konseyi: Her ülkenin temsilcisi, eşit oy hakkıyla Konsey’de yer alır. Başkanlık her yıl dönüşümlü olur.
· Ortak Takvim: Mevsimler ve bayramlar için ortak bir takvim hazırlanır.
· Ticaret Yolları: Kervan yolları düzenlenir, haydutluk önlenir.
· Okullar: Her ülkede yazı, tarım ve sanat öğreten okullar yaygınlaştırılır.
·
Kemet Kralı Khaalid
·
Sudan Kralı Taharka
·
Kenya Kralı Mwenye
·
Nubia Kralı Shabaka
·
Libya Kralı Amsel
Tarih: Nil’in
taşkın mevsimi, Olimpiyatların ikinci yılında.
Kayıtlar
Salonu’nda bilginler toplanıp yeni bir alfabe için çalışmaya başladılar.
Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi sembolleri ve Mali yazıtları birleştirildi. Ortak
dil, ortak yoldu artık.
Bir
bilgin şöyle dedi:
“Alfabe,
yalnızca harf değildir; halkları birbirine bağlayan köprüdür.”
33.6. Yeni Elçiler ve Afrika Birliği’nin Resmi Önerisi
Giza’nın
sabah serinliğinde, Kayıtlar Salonu’nun yeraltı mahzenlerinden yükselen tütsü
kokuları, Nil’in dalgalarıyla karışıyordu. Yerin üstünde, medreseler ve
üniversiteler öğrencilerin sesleriyle canlanmıştı. Khaalid, spiral rampaların
başında durmuş, yağ lambası ışığında Afrika haritasını inceliyordu.
Olimpiyatların coşkusu birliği ateşlemiş, kralların toplantısı umudu
yeşertmişti. Şimdi sıra, bu umudu tüm kıtaya yaymaktaydı. Khaalid, yeni bir
elçi dalgasını göndermeye karar verdi. Görevleri, Afrika Birliği’ni resmi bir
öneriye dönüştürmek ve toplantıya katılmayan kralları ikna etmekti. Her ülkenin
temsilcisi, Birlik Konseyi’nde yer alacak; ticaret yolları düzenlenecek,
okullar yaygınlaşacak, ortak bir takvim ve alfabe oluşturulacaktı.
Kayıtlar
Salonu’nun girişinde, genç elçiler toplandı. Her biri, farklı kabilelerden
seçilmişti: Etiyopya’dan bir şair, Mali’den bir kervancı, Senegal’den bir
balıkçı, San’dan bir avcı. Khaalid, elçilere seslendi, sesi taş duvarlarda
yankılandı.
“Afrika’nın
evlatları! Sizler, birliğin sözcülerisiniz. Gideceğiniz her krallıkta, Birlik
Konseyi’nin hayalini anlatacaksınız. Ticaret yollarımız kervanlarla dolsun,
okullarımız çocuklarla canlansın, alfabemiz dillerimizi birleştirsin. Kralları
ikna edin; çünkü Afrika, ancak birlikte yükselir.”
Etiyopyalı
şair Aklilu, elinde papirüsle öne çıktı. “Kralım, şiirlerimle kralların
kalbini kazanırım. Ama ya bizi dinlemezlerse?”
Khaalid
gülümsedi. “Aklilu, şiirlerin Nil gibi akar. Onlara birliği değil, bir
rüyayı anlat. Birlik, kabileleri silmez; onları bir bahçede çiçek gibi yan yana
getirir.”
Mali’den
kervancı Fatou, deri haritasını tutarak sordu. “Ticaret yolları dediniz.
Ama Sahra’da haydutlar var. Krallar, mallarını nasıl güvenecek?”
Khaalid,
haritayı işaret etti. “Fatou, Birlik Konseyi yolları koruyacak. Her kral,
nöbetçiler gönderecek; haydutlar değil, kervanlar kazanacak.”
Senegalli
balıkçı Moustapha, ağlarını omzunda taşıyarak söz aldı. “Denizlerimiz
zengin, ama komşu krallar paylaşmaz. Birlik, bizi nasıl barıştıracak?”
Khaalid
yanıtladı. “Birlik Konseyi, suları paylaştıracak. Balıkçılar, tüccarlar,
çiftçiler eşit olacak. Ortak takvimimiz, hasat ve balık mevsimlerini
düzenleyecek.”
San
kabilesinden avcı Khwe, okunu havaya kaldırdı. “Kabilem özgürdür.
Alfabeniz, ruhumuzu zincirlemeyecek mi?”
Khaalid,
Khwe’ye yaklaştı. “Hayır, dostum. Ortak alfabe, Kemet’in hiyeroglifleri,
Khoi’nin sembolleri ve Mali’nin yazıtlarını birleştirecek. Her kabile, kendi
hikâyesini yazacak; ama hepimiz aynı dili okuyacağız.”
Elçiler,
Khaalid’in sözleriyle coştu. Her biri, bir deri tomar, bir tohum kesesi ve bir
Kemet madalyonu aldı. Khaalid, son kez seslendi. “Gidin, Afrika’nın
rüyasını taşıyın. Krallar sizi dinleyecek, çünkü halklarınız zaten birleşti.”
Elçiler,
kervanlarla, teknelerle ve yaya olarak yola çıktı. Aklilu, Songhai Krallığı’na
ulaştı. Kral Askia, tahtında, altın işlemeli bir pelerinle oturuyordu. Aklilu,
bir şiirle söz aldı.
“Songhai’nin
altın nehirleri, Nil’le birleşsin. Birlik Konseyi, zenginliğinizi çoğaltsın.
Okullarınız, çocuklarınıza yıldızları öğretsin.”
Askia
kaşlarını çattı. “Birlik, tahtımı gölgeler mi?”
Aklilu
gülümsedi. “Hayır, kralım. Konsey’de eşit oyunuz olacak. Ticaret
yollarınız Sahra’yı aşacak, okullarınız bilgiyi çoğaltacak.”
Askia,
düşünceli, başını salladı. “Şiirin güzel. Konsey’e bir elçi yollarım.”
Fatou,
Büyük Zimbabwe’ye ulaştı. Kral Mutapa, taş sarayında haritaları inceliyordu.
Fatou, Sahra haritasını açtı. “Kralım, bu yollar sizin altınınızı Nil’e taşır.
Birlik, haydutları durdurur, kervanları özgür kılar.”
Mutapa
sordu. “Peki, özgürlüğümüz? Kabilelerim kendi kurallarına uyar.”
Fatou
yanıtladı. “Birlik, kuralları değiştirmez; güçlendirir. Ortak alfabe,
ticaret anlaşmalarını yazacak. Çocuklarınız, hem Zimbabwe taşlarını hem Kemet
hiyerogliflerini öğrenecek.”
Mutapa
elini uzattı. “Konsey’e katılırız.”
Moustapha,
Gana Krallığı’na vardı. Kral Osei, balıkçı köyünde, ağlarla çevriliydi.
Moustapha, “Denizlerimiz birleşirse, balığımız çoğalır. Ortak takvim,
hasat ve balık mevsimlerini düzenler.”
Osei
şüpheyle sordu. “Kemet, balığımızı alır mı?”
Moustapha
güldü. “Hayır, kralım. Birlik, paylaşımı öğretir. Konsey’de oyunuz eşit
olacak.”
Osei
başını salladı. “Bir elçi gönderirim.”
Khwe,
Khoi topraklarında kendi halkını topladı. Lider Nama, ateş başında dinledi.
Khwe, “Ortak alfabe, hikâyelerimizi korur. Kayıtlar Salonu’nda
sembollerimiz yaşar.”
Nama
sordu. “Peki, özgürlüğümüz?”
Khwe
yanıtladı. “Birlik, zincirlemez değil, kalkan olur. Savaşta
yardımlaşırız, barışta paylaşırız.”
Nama
ateşten bir dal aldı. “Konsey’e katılacağız.”
33.8. Birlik Konseyi’nin İlk Adımı
Elçiler,
bir ay sonra Kayıtlar Salonu’na döndü. Yeraltı mahzeninde, Khaalid kralların
elçilerini ağırladı. Ortak alfabe için bir atölye kuruldu. Kemet’in
hiyeroglifleri, Khoi’nin geometrik sembolleri ve Mali’nin yazıtları, balmumu
tabletlerde birleştirildi. Bir bilgin, ilk cümleyi yazdı.
Khaalid,
elçilere baktı. “Bu alfabe, kalplerimizi yazacak. Konsey, ticaret
yollarını açacak, okulları çoğaltacak. Gelecek, çocuklarımızın ellerinde.”
Kraliçe
Ayla, fısıldadı. “Khaalid, bir alfabeyle kıtayı birleştirdin.”
O
sırada, küçük bir mucize daha yaşanıyordu. Kemetli Zeinab ile Kenyalı Amani’nin
mektupları yüzlerce çocuğa ulaşmış, bir hareket doğmuştu: Zeinabamani.
Mektup arkadaşlığı demekti. Binlerce çocuğun artık çok uzaklarda mektup
arkadaşı vardı. Birbirine anılarını, hayallerini, hikâyelerini, oyunlarını
paylaşmaya başladılar. Mektuplar kayıt salonunun panolarına asılıyor, herkes bu
masum dostluğun büyüsünü görüyordu.
Bir
gün, Kayıtlar Salonu’nun okuma odasında çocuklar toplandı. Onlar bir masa
etrafında kendiliğinden toplanmışlardı.
Söz
alan küçük bir kız bağırdı:
“Her
yer taşla kaplanıyor, ağaçlarımız kayboluyor! Neden?”
Başka
biri öne çıktı:
“Öğretmenler
bize dayak atıyor, bu eğitim değil! Biz hayal gücümüzle öğrenmek istiyoruz!”
Bir
çocuk gözyaşlarıyla ekledi:
“Sokak
kedileri aç, onlara da sahip çıkılsın!”
Bir
başkası neşeyle haykırdı:
“Oyuncaklarımızı
paylaşalım, oyuncak ortaklığı kuralım!”
Hep
bir ağızdan:
“Okullarda
yemek verilsin!”
Aldıkları
kararı tablete yazıp kralın önüne çıktılar. Khaalid onları dinledi, yüzünde
derin bir gülümseme belirdi.
“Büyüklerin
bilgelik taşları vardır, ama çocukların kalbinde geleceğin ateşi yanar.
Eleştirileri kabul ediyorum ve aldıkları kararı onaylıyorum. Bundan sonra her
karar, Çocuk Meclisi’nin bilgisine ve onayına sunulacak.”
Çocuklar
sevinçle alkışladı. Tarihte ilk kez bir Çocuk Meclisi açıldı,
ilk kez, çocukların sesi resmi olarak duyuluyordu.
Kayıtlar
Salonu’nun kubbesi altında o gün hem kralların, hem de çocukların sesleri
yankılandı. Bilginler kitaplar kopyaladı, sporcular çalıştı, şairler destanlar
yazdı.
Ve
Afrika’nın tarihi yeni bir yola girdi:
Birlik,
ilim ve çocukların sesiyle yazılan bir tarih.
...
33.12. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Bu olimpiyatlar çok muhteşemdi! Herkesin dans etmesi, şarkı söylemesi… Neden Khaalid ikinci bir olimpiyat düzenledi?"
Nil-7:
"Sahara,
Khaalid olimpiyatları her sene tekrar düzenlemeye devam etti, çünkü bu yarışlar
sadece spor değildi. Halkları bir araya getirdi, dostlukları güçlendirdi.
Danslar, şarkılar ve yarışlar, Afrika’nın tek bir kalp gibi atmasını
sağladı."
Sahara:
"Peki, neden krallar toplantı yaptı? Sadece yarışları izlemek için mi geldiler?"
Nil-7:
"Hayır,
Sahara, krallar birliği konuşmak için toplandı. Khaalid, Afrika Birliği’ni
kurarak ticaretin, ilmin ve barışın yayılmasını istedi. Olimpiyatlar, bu
birliğin ruhunu gösterdi."
Sahara:
"Peki, ortak alfabe neden bu kadar önemliymiş? Herkes kendi yazısını kullansa olmaz mı?"
Nil-7:
"Ortak
alfabe, halkları birleştiren bir köprüydü. Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi’nin
sembolleri ve Mali’nin yazıtları birleşti. Böylece herkes birbirinin hikayesini
okuyabildi."
Sahara:
"Peki, Çocuk Meclisi neydi? Çocuklar niye toplandı?"
Nil-7:
"Çocuk
Meclisi, çocukların sesini duyurmak için kuruldu! Ağaçları, kedileri ve
okulları korumak istediler. Khaalid, onların fikirlerini ciddiye aldı, çünkü
gelecek bir gün çocuklara emanet edilecek."
Sahara:
"Peki, Afrika Birliği ne yapacak şimdi? Daha çok olimpiyat mı olacak?"
Nil-7:
"Evet,
Sahara, daha çok olimpiyat olacak! Ama Birlik, ticaret yollarını düzenleyecek,
okulları çoğaltacak, barışı koruyacak, bilimsel keşifler ve yeni buluşlar
artacak. Belki bir sonraki bölümde yeni maceralar duyarız."
33.13. DİYALOĞUN GÜCÜ (M.S. 8000)
Otomutfaktan
gelen, mis gibi kokular odayı sarmıştı. Nalan, mutfaktan seslendi: "Sahara,
canım, yemek hazır! Hadi gel artık!"
Odasında
koltukta, Nil-7'nin yanında oturan Sahara, leopar robotuna dönerek
gülümsedi. "Annem bizi yemeğe çağırıyor."
Nil-7,
şakayla takıldı: "Bizi mi? Sadece seni çağırdı bence."
Sahara
kıkırdayarak ayağa kalktı, annesine seslendi:
"Nil-7
de benimle gelecek, o benim en yakın arkadaşım."
Robot,
amber rengi gözleriyle Sahara'ya baktı. "Anlaşıldı. Yemek
zamanı. 'Diyalog' için harika bir fırsat."
Nil-7'nin
metalik ayakları sessizce hareket etti ve Sahara'nın peşinden mutfağa doğru
ilerledi. Mutfağın eşiğinde duran Nalan, robotu görünce gülümsedi ve "Gelin
bakalım," diyerek onlara kapıyı açtı.
Annesi
Nalan ile Babası Okan yemek masasına oturmuşlar otomutfağın yemeği servis
etmesini bekliyordu.
Annesi: "Tam
zamanında geldin kızım son 10 saniye" dedi. Sahara oturur
oturmaz önüne yemeklerle dolu tabaklar dizildi.
Sahara'nın
annesi, küçük kızına dönerek ”Robot bugün odanda sana ne tür yeni
öyküler anlattı acaba?” diye sordu. Okan ise eşinin söylediklerini
desteklercesine, ”Gerçekten çok merak ediyorum Sahara,” diyerek
ona katıldı.
Sahara,
yemekten bir kaç kaşık aldıktan sonra anne ve babasına gülümseyerek heyecanla
konuşmaya başladı.
"Sen
haklıymışsın, baba," dedi Sahara. "Savaşsız
da oluyormuş."
"Haklı
mıydım?" diye sordu Okan, merakla.
"Evet,
baba," diye cevap verdi Sahara, coşkuyla. "Hatırlıyor
musun, o korkunç savaşı anlatmıştım? Savaşçılar oklarla vurulmuş, timsahlar
onları yemiş, kumun altındaki kazıklara düşmüşlerdi..."
Sahara'nın
sesi o anları hatırlarken biraz alçaldı. "Çığlıkları hâlâ
kulaklarımda demiştim. Sen de bana 'Savaşmak yerine diyalog yolunu seçselerdi
daha iyi olurdu' demiştin. Ben de 'Diyalog nedir ki?' diye sormuştum."
Sahara,
kollarını babasının boynuna dolayarak, "Söylemek istediklerinin
hepsini tamamen öğrendim. Senin haklı olduğunu Nil-7 ile kanıtladık,
baba!" dedi. "Ben, robotumdan simülasyonu
baştan başlatmasını ve Khaalid'in bu sefer savaşmak yerine konuşmasını istedim.
Ve biliyor musun, simülasyonda sihirli bir şekilde her şey değişti. Khaalid,
Nubia ve Libya'nın krallarıyla savaşmadı, kayaları yuvarlamadı ya da timsahlara
yem etmedi. Aksine, onlarla oturdu, konuştu ve Nil'in bereketini nasıl
paylaşacaklarını anlattı."
Nalan
da duygulanmıştı. "Peki bu hikayeyi değişmiş haliyle tekrar
anlatır mısın. Sonra ne oldu canım?" diye sordu.
"Robot,
bana bir zamanlar Mısır'da yaşayan Kral Khaalid'i anlattı. O, savaşmak yerine
konuşmayı seçen çok akıllı bir kralmış. Hikâye, Nil Nehri'nin kenarında
başlıyor. Khaalid, tarlaların daha verimli olması için kanallar yapmış, ama bu
durum komşu kabileleri kıskandırmış. Herkes ondan pay istemiş. Khaalid savaşmak
yerine, barışı seçmiş ve sadık yardımcısı Harun'la birlikte bir plan yapmışlar.
Önce, barış ve ticaret teklif edecekler, olmazsa o zaman savunma
yapacaklarmış."
Babası, "Aklını
kullanmak, kılıç sallamaktan daha iyidir, öyle değil mi kızım?" diyerek
gülümsedi.
Sahara
başını salladı. "Evet baba, hem de ne kadar! Sonra Khaalid,
Nubia'ya gitmiş. Oradaki krala Nil Nehri'nin taşkınlarını kontrol etmek için
teraslar yapmayı önermiş. Mısır'dan ustalar, Nubialı işçilerle birlikte
çalışmışlar ve dağ yamaçlarına teraslar inşa etmişler. Bu teraslar sayesinde
toprak daha verimli olmuş. İki ülke arasında arpa, buğday, sorgum ve en
önemlisi dostluk mektupları taşımaya başlamışlar. Hatta, bir testide Nil ve
Nubia sularını karıştırıp dostluklarını kutlamışlar."
Nalan
şaşkınlıkla, "Ne kadar güzel bir fikir! Sınırlar yerine dostluk
kurmuşlar," diye fısıldadı.
"Evet
anne! Sadece Nubia değil, çöl kabileleri olan Berberilere de gitmişler," diye
devam etti Sahara. "Berberi reisi Amsel ilk başta çok sertmiş.
Ama Khaalid, onlara da savaş değil, ticaret önermiş. Mısır'dan buğday,
Libya'dan tuz ve deri takas etmişler. Bu sayede 'Nil Yolu' ve 'Tuz ve Altın
Yolu' adında iki yeni ticaret yolu oluşmuş. Küçük bir balık ve bir deve
figürünü takas ederek dostluklarını simgelemişler."
Babası, "Ticaret,
insanları bir araya getiren en eski yoldur," dedi.
Sahara, "En
sevdiğim kısım da bu," diye parladı gözleri. "Khaalid,
bu başarılı görüşmelerden sonra kendi ülkesine dönmüş. Herkes onu kahraman gibi
karşılamış. Kralı bile ona 'Vezir' unvanı vermiş. Daha sonra Mısır'da ilk
ticaret kongresini düzenlemişler. Her yerden insanlar gelmiş. Hatta yaşlı bir
gezgin, Khaalid'e tüm Afrika'yı gösteren bir harita hediye etmiş. Bu,
Khaalid'in aklına bir fikir getirmiş."
Nalan
merakla "Ne fikriymiş o?" diye sordu.
"Tüm
Afrika'yı birleştirme fikri!" diye haykırdı Sahara. "Khaalid,
kral olunca bu fikri hayata geçirmiş. Farklı kabilelerden genç elçiler seçmiş
ve onları tüm Afrika'ya göndermiş. Onlara ticaret, dostluk ve bilgi paylaşımını
öğretme görevi vermiş. Karşılığında da oradaki bilgileri toplayıp Giza'da inşa
ettirdiği dev bir kütüphane gibi olan 'Kayıtlar Salonu'na getirmelerini
istemiş. Orada tüm bilgiler toplanmış; şifalı otlar, tekne yapımı, sulama
kanalları ve daha fazlası... Orada Kenya'dan Amani ve Mısır'dan Zeinab adlı iki
çocuk mektup arkadaşı olmuş. Dostlukları o kadar büyümüş ki, 'Zeinabamani' diye
bir kelime bile türetmişler."
"Ne
kadar tatlı," diye gülümsedi Nalan.
Sahara'nın
sesi giderek daha da coşkulu bir hâl aldı. "Biliyor musun,
Khaalid'in barışçıl yaklaşımı sayesinde ilk Afrika Olimpiyatları düzenlenmiş.
Her yerden sporcular gelmiş; koşucular, güreşçiler, yüzücüler... Herkes
birlikte yarışmış, şarkılar söylemiş, dans etmiş. Olimpiyatlar bitince, Khaalid
bu birlik ruhunu kalıcı hale getirmek için kralları toplamış ve 'Afrika Birliği
Konseyi'ni kurmayı teklif etmiş. Her kral eşit olacakmış, kimse kimseden üstün
olmayacakmış."
"Toplantıdan
sonra ne olmuş?" diye sordu annesi.
"Daha
da güzeli olmuş! Çocuklar da kendi meclislerini kurmuşlar," diye
gözleri parladı Sahara. "Krala, ağaçların yok olduğunu,
öğretmenlerin onlara kötü davrandığını ve sokak kedilerinin aç olduğunu
söylemişler. Kral Khaalid de onların kararlarını onaylamış ve demiş ki,
'Büyüklerin bilgeliği taşlarda saklıdır ama çocukların kalbinde geleceğin ateşi
yanar.' Ve tarihte ilk kez, çocukların sesi resmi olarak duyulmuş!"
Sahara
derin bir nefes aldı ve bitirdi. "Hikâye, Afrika'nın
geleceğinin sadece kralların değil, ilmin ve çocukların sesiyle inşa edildiğini
söylüyor."
Nalan
ve kocası, kızlarının bu tutkulu anlatımı karşısında duygulanmışlardı. Onun
öğrendiği değerlerle büyüyecek olması, en büyük mutluluklarıydı.
Okan,
kızının sözlerini ilgiyle dinledi. O gece, savaştan bahseden bir hikaye yerine
barıştan, anlaşmadan ve kardeşlikten bahseden bir hikayeyi duymanın
rahatlığıyla gülümsedi.
Nalan
da duygulanmıştı. "Peki sonra ne oldu canım?" diye
sordu.
"Sonra...
Sonra barış çiçekleri açtı, tıpkı senin dediğin gibi baba!" Sahara'nın
sesi neşeyle doldu. "Khaalid, diğer krallarla birlikte
Afrika'yı birleştirme fikrini buldu. Ortak takvimleri, ortak alfabeleri oldu.
Ticaret yolları kurdular ve her köyde okullar açtılar."
Okan,
Sahara'nın saçlarını okşayarak, "İşte bu, diyalogun gücüdür
kızım," dedi. "Konuşarak, anlayarak ve
paylaşarak kılıçla yapılamayacak kadar büyük şeyler başarabilirsin."
Sahara
babasının yanağına öpücük kondurarak "Sen haklıydın baba...
Diyalogla her şey mümkünmüş." dedi.
34. Bölüm
SİMÜLASYONU HIZLANDIR (M.S. 8000)
Sahara
yemeğini bitirdiğinde tabağındaki son pirinç tanesini kaşığının ucuyla
yakalayıp gülümsedi. Annesi ve babasına teşekkür ederek kalktı. Nil-7 hemen
arkasından, zarif ama kararlı adımlarla onu takip etti. Odasının kapısı kapanır
kapanmaz Sahara yatağa kendini bıraktı ve robotuna seslendi:
"Hızlandır, Nil-7.
Ama atlama; hepsini görmek istiyorum… yıl yıl."
"Zaman
akışı: gözlemsel hızlandırma modunda. Başlatılıyor, küçük
hanım."
Odada,
duvara düşen ışıklar takvim yapraklarına dönüştü. Her yaprak, yel gibi esip bir
sonrakine devrildi. Nil-7’nin vizöründe “YIL +1” yazdı.
Nil kıyısında kurulan oval stadyumun çevresini baobab yaprakları süslüyor. Meşale, üç nehrin suyuyla yakılıyor. Koşucular çamurda değil, sıkıştırılmış kil pistte; okçular rüzgârı okumayı öğrenmiş. Şiir meydanında, Kemet dilinde bir kız çocuğu ”suyu paylaşan taş kavga bilmez” diye başlayan şiirini okuyor. Sahara’nın dudaklarında minik bir gülümseme.
Ev
sahibi değişmiş: Batı kıyılarında dalgaların sesi eşlik ediyor yarışlara. Kano
yarışları eklenmiş; sazdan tekneler suda ok gibi. Kadın sporcular, örgülü
saçlarına deniz kabukları iliştirerek yüzme alanına giriyor. Kayıtlar
Salonu’nun kâtipleri her atışı, her heceyi kayda geçiyor.
Okçulukta
yeni bir dal: atlı okçuluk. Masailer kılıç gibi düz bir hat çiziyor kumun
üstünde. Şarkı sahnesinde Habeş makamlarıyla Sahel ritimleri çarpışıyor; iki
kültür, tek ezgi. ”Birlik türküsü” ilk kez söyleniyor.
Kadınların
sayısı artmış. Güreş meydanında iki genç kadın birbirine saygıyla eğiliyor;
kural ”diz yere” gelince dur. Şiir finalinde ”çocuk
meclisi” temalı bir destan alkış topluyor.
Çocuklar
için minik olimpiyatlar: ceylan gibi koşan ufak ayaklar, saz düdükleri
eşliğinde pır pır. Sahara’nın gözleri ışıldıyor: ”Ben de koşardım,” diyor
fısıltıyla.
Şifacılar
meydanı kuruluyor: bitki tanıma, sargı bağlama ve temiz su kaynatma yarışları.
Kazanan ekip, yara temizlemede kaynatılmış tuzlu suyu ve aloe merhemini
birleştiriyor; seyirciden uğultu: ”Bilgi de bir spor.”
Barış
yemini protokol oluyor. Her kapanışta, sporcular oklarını yere saplayıp
yaylarını göğe kaldırıyor: ”Gücümüz rekabette kalsın, savaşta değil.”
Hakemlik
kurulları çok-uluslu. İtirazlar, çakıl taşlarıyla oylanıyor; şeffaf cam küreye
düşen taşların sayısı herkesin önünde. Kayıtlar Salonu ”adil oyun
kuralları”nı papirus serisine bağlıyor.
Sığınmacı
gençler de yarışlara kabul ediliyor. ”Oyunlar ülke değil, insan
içindir” cümlesi stadyum kapısına kazınıyor. Sahara’nın kalbi bir
an kabarıyor.
Meşale,
artık yalnız ateş değil: dört yönden getirilen sular tek bir testide
birleşiyor; su üstüne su dökülüyor, alkış tufanı. Şiirlerde Birlik sözcüğü
artık fısıltı değil, yüksek ses.
Nil-7’nin
vizörü bir an titreşiyor: YIL +11.
Harita
hologramı, zeytin dalı gibi kıvrılan sınır çizgilerini yutuyor. Başkent
yerine ”Dolaşan Meclis” ilkesi kabul ediliyor: Konsey
her yıl başka şehirde toplanacak. Bayrak: mavi şerit (Nil), altın daire
(Güneş), yeşil yaprak (Yaşam). Antlaşma metni okunurken, Khaalid’in sesi
uzaklardan yankılanıyor: “Bir taş bir başa yetmez; aklı bölüşelim.”
Amani ile Zeinab,
artık genç birer delege. Çocuk Meclisi ”Gençlik Meclisi”ne
evrilmiş; gündemde öğretmenlerin şiddet yerine oyunla eğitim vermesi, sokak
hayvanları için ortak aşevleri, taş yerine toprak ve ahşapla nefes alan
şehirler var. Amani konuşuyor:
"Ezber aklı
kapar, oyun aklı açar."
Zeinab ekliyor:
"Yoksul çocuğun
önlüğü beyaz değilse, ekmeği beyaz olsun; okulda yemek zorunlu."
Alkışlar, kil tavanın
titreşimine karışıyor.
YIL
M.Ö. 4940 beliriyor; Sahara istemsizce nefesini tutuyor.
Khaalid’in saçına ak
düşmüş, ama bakışı berrak. Kayıtlar Salonu’nun spiral rampasında, Birlik
Konseyi ve Gençlik Meclisi karşısında asa yerine yazı kamışı tutuyor.
"Güç bir elde
ağırdır; ben onu omuzlarınıza paylaştırıyorum."
Mühür, meclis
masasına bırakılıyor. Salonun kubbesinde yankı: ”Karar, ortak aklın
hakkıdır.”
Bir kaç ay sonra Kral
Khaalid için cenaze töreni düzenleniyor. Kraliçe Ayla'nın yüzü ve elleri
kırışmış, siyah eşarbıyla kocasının Krallar Mağarası'ndaki mezarı başında "doyamadım"
diyerek ağlıyor. Sahara’nın gözleri buğulanıyor.
YIL
M.Ö. 4939 kayıyor.
Yıl M.Ö. 4932 Demokrasi Başlar
Kraliçe
Ayla için cenaze töreni düzenleniyor. Eşinin yanına gömülüyor.
İlk
genel oylama: renkli çakıl taşları şeffaf amphoralara atılıyor. Sayım meydanda,
güneşin altında yapılıyor. Tercümanlar, işaret dili ustaları ve kâtipler yan
yana. ”Bir kişi, bir taş” ilkesi kayda geçiyor.
Yasaların özeti duvarlara resimlerle işleniyor; okuma bilmeyen de görerek
anlasın diye.
Zaman
yeniden hızlanıyor; “YIL +30” odanın duvarında bir ay gibi büyüyor.
...
Sahara derin bir nefes alıyor. Gözlerinin önünden geçen onca yıl, bir masal ipliğine
dizilmiş boncuklar gibi.
"Hız iyi," diyor
kısık sesle "ama kalbim yetişebilsin diye biraz yavaşlat, Nil-7."
"Anlaşıldı.
Akış, hikâye temposuna çekiliyor."
Işıklar
hafifliyor; dışarıda gerçek gecenin rüzgârı perdeyi kımıldatıyor. İçeride,
geleceğin tohumları çoktan filiz vermiş.
Sahara,
simülasyonda Khaalid’in mühürü bırakışını, sonra da Kraliçe Ayla’nın eşinin
mezarı başında fısıldadığı o tek kelimeyi duyunca, boğazına bir düğüm oturdu.
Küçük
dudaklarını büküp Nil-7’ye kızarmış gözleriyle döndü:
“Hayat…
ne kadar kısa, değil mi?” dedi kısık
sesle. ”Onca emek, onca sevgi… Sonunda geriye bir kelime, bir
gözyaşı kalıyor.”
Nil-7’nin amber
gözleri hafifçe parladı.
“İnsan kalbinin en
büyük icadı, zamana karşı koymak için bıraktığı hatıradır. Khaalid’in sözü,
Ayla’nın gözyaşı, senin kalbinde yaşamaya devam edecek.”
Sahara derin bir
nefes aldı.
“Keşke hiç kimse
ölmeseydi. Ama galiba onların yaptıkları şey, yaşamaktan daha uzun sürecek.”
Nil-7 başını hafifçe
eğdi.
“Evet, Sahara. Bu,
ölümlülerin ölümsüzlüğüdür.”
Sahara, gözlerini tekrar simülasyona çevirdi. Tarih, hiç durmadan akıyordu.
...
Yıl +30, +31 ... +39 +40 İcat
Mevsimi
Kayıtlar
Salonu’nda geceleyin yağ lambaları uzun yanıyor.
Kayıtlar
Salonu’na binlerce belge eklendi. Ateşin nasıl yakıldığı, çekiç, ilk örs ve
bıçağın nasıl üretildiği, kil kapların yapımı, ok ve yayın yapılışı, tekerleğin
kullanımı, taşların kesilmesi, yontulması ve taşınması, gölgeyle zaman
ölçülmesi, çiftçiliğin yöntemleri, gemi yapımı, yelken kullanımı, duvar
örülmesi, ev inşası, müzik aletlerinin yapımı, sayıların sayılması,
tapınaklarda nasıl dua edileceği, kılıç ve saban gibi aletlerin üretimi,
harflerin ve resimlerin yapılışı, camın üretimi, su kanalların yapılışı,
devenin evcilleştirilmesi…
Her belge, binlerce yıl sonra bile insanın ilk adımlarını anlatan sessiz tanık
oldu.
Gökbilimciler
gnomon gölgelerini yıl boyu izleyip bir takvim düzlüyor. Gölge
uzunluklarına göre yıl dört ana döneme ayrılıyor: Uzayan Gölge (kış), Kısalan
Gölge (ilkbahar), Yok Olan Gölge (yaz), Geri Dönen Gölge
(sonbahar). Gölgenin en kısa ve en uzun olduğu gün halk bayram yapıyor.
Nehir
mühendisleri, karşı akıntıda çekişi artıran ters yelken denemeleri
yapıyor; değirmenciler Nil’in kolunda ilk yatay çarkı
döndürüyor.
Dilciler,
çok dilli bir sözlük başlatıyor: Kemet işaretleri, Khoi
sembolleri, Manden yazıtları yan yana.
Gençlik
Meclisi’nin bir alt kurulu, ”açık atölye” günleri düzenliyor;
halk, icatları görüp dokunuyor, soru soruyor.
Ve
gecenin bir yarısı, bir çıra alevi gibi parlıyor ilk ”dönme ekseni
oyuncağı”: küçük bir topacın üstüne ince bir çubuk; jiroskop fikrinin
beşiği.
Yıl M.Ö. 4920 - Taş ve Tuğla Okulu
Bir bilgin, taş ve kil karışımıyla duvar örmeyi
gösterdi.
Öğrenciler şaşkın: “Toprak nasıl duvar oldu?”
Sahara fısıldar: “Her taş, bir bilginin ellerinde ders aldı.”
Yıl M.Ö. 4910 - Uzun Ömürlü Su Kanalları
Kuyulardan su taşınmaya başlandı.
Kil borular döşendi, tarlalar sulandı.
Nil-7 der ki: “Su, artık doğa değil, insanın öğretmeni.”
Yıl M.Ö. 4900 — Tekerleğin Evrimi
Basit kütükler yerini oyulmuş tekerleklere bıraktı.
Avcılar ve çiftçiler, yük taşımak için ilk arabaları kullandı.
Sahara gülümser: “Taşlar artık yalnız yürümüyor, yük de taşınıyor.”
Yıl M.Ö. 4890 — Okçuluk Sanatı Mektebi
Yaylar geliştirildi, oklar dengelendi.
Avcılar hedefi ıskalamıyor, savaşçılar güvenle duruyordu.
“Güç ve zekâ birleştiğinde ölüm de beslenir, yaşam da,” dedi bir bilgin.
Yıl M.Ö. 4880 - Yelkenli Gelişiyor
Nil’in sularında yeni
tekneler yüzer. Bu defa kare yelkenlerin yerine üçgen yelkenler denenir.
Rüzgârı daha iyi yakalar, gemiler kuzeye karşı bile yol alabilir.
Sahara hayranlıkla
mırıldanır: ”Artık deniz de yollarını açıyor.”
Bilginler, Kayıtlar
Salonu’nun üzerindeki boş bir arsayı şifa merkezi yapar. Bitkilerle merhemler
hazırlanır, cerrahlar bakır neşterler kullanır.
Bir yaşlı kadın
şükreder: ”Kralın değil, bilginin ellerinde şifa bulduk.”
Yıl M.Ö. 4770 - Ateşle Metalin Dansı
Bakır, tunç ve demir… ateşten çıkan üç güç.
Kılıçlar keskinleşti, sabanlar toprağı deldi.
Kayıtlar Salonu’ndaki belgeler her darbeyi kaydetti.
Yıl M.Ö. 4660 - Adaletin Yazıya Geçişi
Kayıtlar Salonu’nda
parşömenlere mühür vuruluyor. Herkesin önünde okunuyor:
“Herkes eşittir;
hırsızlık edenin cezası bellidir; hak yiyenin malı geri alınır.”
Sahara gözlerini
kısar: ”Artık söz değil, yazı da koruyor adaleti.”
Yıl M.Ö. 4550 - İlk Takvimler ve Gölge
Saatleri
Dikili taşların gölgeleriyle yıl ölçüldü.
Kabileler artık günün hangi saatinde hangi iş yapılacağını biliyordu.
Sahara parmaklarını gölgenin ucuna değdirdi:
“Zaman artık bizimle konuşuyor.”
Yıl M.Ö. 4550 - Su ve Kum Saatleri
Bir bilginin ellerinde kaplar şekilleniyor. Güneş’e
bakmadan zamanı bilmek mümkün oluyor.
Yıl M.Ö. 4350 - Müzik ve Ritim
Tahta, kemik ve hayvan derisinden ilk davullar
çalındı.
Rüzgâr flütleri, taş çanlar…
Halk dans etti, ritim öğrenildi.
Nil-7 fısıldadı: “İlk sesler, ilk toplum oldu.”
Yıl M.Ö. 4250 - İlk Kayıtlı Haritalar
Taş tabletlerde nehirler, dağlar ve köyler çizildi.
Gezginler artık yolu kaybetmiyor, keşif güvenle ilerliyordu.
Sahara: “Toprağın yüzü de anlaşılır oldu.”
Yıl M.Ö. 4150 — İlk Cam Denemeleri
Kum ateşle birleşti, saydam taşlar doğdu.
Bir bilgin ışığı odakladı, gölge oyunları başladı.
“Güneşin sırlarını şimdi görebiliyoruz,” dedi.
Yıl M.Ö. 3950— Taş Ustalarının Bilgisi
Tepenin taşları kesildi, yontuldu ve taşınması
belgelenmişti.
Kayıtlar Salonu’ndaki taş levhalar, işçilerin her hareketini kaydediyordu.
Sahara mırıldandı: “Taş da insan gibi öğreniyor.”
Yıl M.Ö. 3750 - Gemi ve Yelken Atölyeleri
Ahşap gövdeler suya indirildi.
Keçi derisinden yelkenler rüzgârla doldu.
Kayıtlar Salonu belgelerle doldu: “İlk deniz yolculukları, ilk cesaret
hikâyeleri.”
Yıl M.Ö. 3550 - İlk Tapınaklar ve Dua Yöntemleri
Taşların üst üste dizilişiyle kutsal alanlar kuruldu.
Belgelere yazıldı: dua nasıl edilir, hangi günler özel sayılır, ritüeller nasıl
yapılır.
Sahara sessizce baktı: “İlk tanrıya söz değil, düzen konmuş.”
Yıl M.Ö. 3350 - Matematik ve Pi’nin Doğuşu
Bir bilgin, Nil
taşkınlarının ölçümünü yaparken dairesel havuzların çevresini iplerle hesaplar.
Defterine titizlikle işaretler düşer: “Çemberin çevresi, çapın üç katından
biraz fazladır.” Kayıtlar Salonu’nda yankılanır bu sayı: 3.1415… Nil-7, Sahara’ya
döner: “Matematik, yıldızlara giden yolun ilk anahtarıdır.”
Yıl M.Ö. 3150 - Gezegen Yörüngelerini Anlamlandırmak
Genç astronomlar ve
astrologlar, gökyüzündeki yıldızların düzenini defterlere işler. Gezegenlerin
farklı hızlarla hareket ettiğini fark ederler. Bir bilgin, papirüse şu notu
düşer: “Bir cisim, görünmez bir ip ile dairenin merkezine bağlıymış gibi
hareket eder.” Sahara’nın kalbi hızlanır. “Bu… sanki bir gün yıldızlara
çıkacağımızın haberi gibi.”
Yıl M.Ö. 3100 — Paganizm Başlar Başlamaz Bitti
Heket’in kurbağa
kafası, Babi’nin babun heykeli, Khepri’nin bokböceği maskesi… Hepsi tek tek
kaldırıldı, altın kaplamalar söküldü, tahta oymalar yere yığıldı. Tapınak, bir
zamanlar ilahi figürlerle dolu olan o görkemli haliyle değil, şimdi bomboş ve
sessizdi. Böylece Antik Mısır mitolojisi ve Paganizm başlar başlamaz bitti.
Yıl M.Ö. 3078 — Uzaya İlk Adım
Roketler
göğe yükseliyor. İnsanlar atmosferi aşıyor.
Yıl M.Ö. 3000 — Krallar Uzayda
Sahara’nın kalbi
çarpıyor.
Nil-7 ona bakıp
fısıldıyor:
“Binlerce yıl önce
başlayan diyalog… Şimdi yıldızlarla kurulan diyaloğa dönüştü.”
Sahara’nın
gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Görüntüler hızla akıyor, icatlar birbiri
ardına doğuyordu. İnsanlar, dağ büyüklüğünde mezar olan, saçma sapan piramitler
değil, göğe yükselen dev roketler inşa ediyor, göğün mavisini yırtıp
yıldızların arasına karışıyordu. Ama bir tuhaflık vardı.
Küçük kız dudaklarını
araladı:
“Nil-7… Bir şey
yanlış. Uzaya çıkmaları bizim tarihte MS 2000’lerde oldu. Burada ise MÖ
3000’de… Tam 5000 yıl fark var. Bu nasıl mümkün?”
Robot, parlak
gözlerinde yumuşak bir ışıltıyla ona baktı.
“Sahara, tarihin
akışı sabit değildir. Onu şekillendiren, insanların nasıl davrandığıdır. Savaş,
yıkım ve nefret yılları tüketir. Her savaş, bilimin yüzlerce yılını yakar.
Fakat bu senaryoda krallar ve halklar diyalogu, paylaşmayı, ortak aklı seçti.
Böylece binlerce yıllık kayıp yaşanmadı.”
Sahara düşündü,
parmaklarını dizlerinde gezdirdi.
“Yani… bizim
dünyamızda savaşlar olmasaydı, biz de çoktan yıldızlara gitmiş olur muyduk?”
Nil-7 başını eğdi,
sesi neredeyse bir ninni gibi yumuşaktı:
“Evet küçük hanım. Senin
gerçek dünyanda barut önce silah oldu, sonra roket. Bu senaryoda ise önce
bilgelik, sonra bilim, en sonunda da yıldızlara giden yol oldu. Farkı yaratan
teknoloji değil, onu hangi niyetle kullandığımız.”
Sahara’nın boğazı
düğümlendi. Gözlerini simülasyondan alıp uzaklara baktı.
“Demek ki yıldızlara
giden yol… kalplerden başlıyor.”
Nil-7
metal ellerini yavaşça kaldırdı, sanki onaylarcasına.
“Aynen öyle. Savaş
yerine diyalog seçildiğinde, insanlık kendisini de hızlandırır. İşte bu yüzden,
burada yıldızlara çok daha erken ulaşıldı.”
Sahara’nın
gözleri simülasyondan ayrılır ayrılmaz parladı. Kalbi hızla çarpıyordu. Koşarak
odasından fırladı, Nil-7 metalik adımlarıyla peşinden geldi. Küçük kız, koridor
boyunca nefes nefese bağırıyordu:
“Baba!
Anne! Çok garip bir şey oldu!”
Salonun
kapısını açtığında Okan ve Nalan, sessizce yan yana oturmuşlardı. Nalan
örgüsünü bırakıp şaşkınlıkla kızına baktı. Okan ise kollarını açarak onu
çağırdı.
“Ne
oldu yavrum? Sanki kalbin göğsünden fırlayacak gibi…” dedi
babası.
Sahara
soluğunu toparlamadan konuştu:
“Baba, anne!
Simülasyonda insanlar çok erken… çok çok erken yıldızlara çıktılar! Bizim
tarihte binlerce yıl sonra olması gerekirken, orada MÖ 3000’de oldu! Savaş
yoktu, herkes konuşarak anlaşıyordu. Diyalog vardı… İşte o yüzden bilim
hızlandı!”
Nalan’ın
gözleri doldu. Yavaşça başını salladı.
“Demek ki kızım, bir
damla kanı dökmek yerine bir kelime söylenirse, o kelime gökyüzüne kadar
yükselirmiş.”
Okan
alnını kaşıyarak düşünceli bir sesle ekledi:
“Herkesin içinde bir
kelime saklıdır... Bir cümle bazen dünyayı değiştirir... Tarih… bir ırmak
gibidir. Savaş, o ırmağın önüne baraj kurar, akışı yavaşlatır. Barış ise
kanalları açar, suyu çoğaltır. Senin gördüğün, savaşsız akan bir ırmağın nereye
varabileceğidir.”
Sahara,
babasının dizine başını yasladı. Gözleri hâlâ kocamandı.
“O zaman baba… biz
geç mi kaldık mı?”
Okan,
kızının saçlarını okşayarak gülümsedi.
“Hayır
kızım. Dünya senin kelimelerinle değişecek. Kendi sesini duyur, kendi
izini bırak. Asıl geç kalan, kalbini barışa açmayan insandır.”
Nil-7, sessizce
onları izliyordu. Amber gözleri hafifçe parladı, sanki insan gibi bir huzurla:
“Ve bazen, bir
çocuğun sorusu… bütün insanlığın cevabını fısıldar.”
“Ve o gece, küçük bir
kızın kalbinde yıldızlara çıkmanın sırrı yazılıydı:
Barış ve diyalog, insanlığın en büyük icadıydı.”


















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!