5 Ağustos 2025 Salı

SAHRA'NIN UYANIŞI: M.S. 8000 - M.Ö. 5000


Sahra’nın Yeşil Günleri (M.S. 2025)

Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. Bu dönem, “Afrika Nemli Dönemi” olarak bilinir. Dünya'nın eksen hareketleri (Milankoviç döngüleri) sonucu yağışlar artmış, Sahra'da geçici nehirler, göller ve verimli tarım alanları oluşmuştur. Arkeolojik buluntular, kaya resimleri ve yerleşim izleri, bu dönemde insan topluluklarının su kaynakları etrafında geliştiğini göstermektedir.

Bilimsel veriler, bu yeşillenmenin yaklaşık her 21.000 yılda bir tekrarlandığını öne sürüyor. Eğer küresel ısınmanın etkileri kontrol altına alınabilir ve iklim sistemleri doğal döngüsüne dönebilirse, Sahra’nın bir sonraki yeşil döneminin yaklaşık M.S. 8000’li yıllarda gerçekleşmesi beklenmektedir.



Sahra’nın Uyanışı : M.S. 8000

Kum, binlerce yıl sessizce dinlenmişti. Rüzgâr, eski göllerin izlerini taşır, kayanın çatlağındaki zamanın şarkısını fısıldardı. Sahra, unutulmuş bir rüyaydı artık. Ta ki gökyüzü yeniden konuşuncaya kadar…

M.S. 8000 yılında, Dünya’nın ekseni bir kez daha eski dansına dönmüştü. Güneş, Sahra’ya farklı bir açıyla gülümsüyor, musonlar yeniden doğuya sarkıyordu. İlk yağmur damlası düştüğünde kum titredi. Sanki toprak, bir hafızayı hatırlıyordu.

Çöl, sessizce uyanıyordu. Göl çukurları yeniden suyla doluyor; kurumuş nehir yatakları yavaşça yeşil bir dile dönüşüyordu. Tohumlar, binlerce yıl boyunca kumun altında sakladıkları sırları patlatıyor; nilüferler, eski zamanları selamlar gibi açıyordu. Bir göçmen kuş sürüsü, gökyüzünde uzun zaman sonra ilk kez daireler çizdi.

İnsanlık bunu gördü. Khaalid’in eski köyüne ait taş izler, çamura gömülü kalıntılar arasında tarih yeniden soluk almaya başladı. Yeni yerleşimler doğdu, insanlar yeniden suyla konuştu. Sahra, sadece yeşil olmadı. Bilinçli bir toprak gibi nefes aldı, eski günlerini hatırlayarak yeni bir şarkı söyledi.

Ve o şarkı, binlerce yıl önce sazlıkların fısıldadığı melodiye çok benziyordu.


Geri Dönüş : Sahra’nın Yeşil Çağında Yerleşenler

Ve Sahra uyandıktan sonra insanlar geldi. Önce kuşkuyla baktılar ufka: yeşilin çölün üstüne bu kadar kolay dökülebileceğine inanmak zordu. Ama göller gözleriyle gülümsedi, sazlıklar rüzgârla selam verdi. Uzaktan gelen göçebe topluluklar, eski haritalarda unutulmuş çukur vadileri yeniden keşfettiler. Bazıları, binlerce yıl önce burada yaşamış atalarının hayalini taşıyordu.

Bu sefer çadırlar kurulmadı. Göl kenarına taş evler dikilmedi. Bunun yerine, doğayla uyum içinde yaşayan yapılar doğdu: Biyo-mimetik yaşam hücreleri güneşle soluk alıp geceyle kapanırken, Kendini kurabilen akıllı barınaklar rüzgârla konuştu. Toprakla bütünleşen organik yapılar, kumun nabzına göre biçim aldı. Hafıza taşıyan evler, eski günlerin şarkılarını ses dalgalarıyla duvarlara fısıldadı. Ve gezici yaşam modülleri, Sahra'nın yeni göçebeleri oldu. Ama bu kez teknoloji göç etti.

Toprak, bin yıllık uykusundan kalktığında, sırtına sadece insan ellerinin değil. Işıkla çalışan robot parmaklarının, veriyle nefes alan yapay zekâ dokunuşlarının izlerini almaya hazırdı. Tarım yeniden başladı: ama bu kez, ekinleri insanlarla birlikte otonom tohum makineleri ekti. Sazlıklarda sadece çocuklar koşmadı, biyolojik dengeyi izleyen sürü robotları da onların yanında ışıldadı. Tarih yeniden yazılmadı, kendini hatırladı. Ama bu sefer hatırlayan yalnızca insanlar değildi; toprakla konuşabilen makineler de o eski şarkıyı tanıdı.

Khaalid’in efsanesi toprakta hâlâ yankılanıyordu. Yeni gelenler, eski hikâyeleri taşlar arasından çıkarıp anlatmaya başladılar. Bir zamanlar suyla konuşan insanlar geri gelmişti. Şimdi ise toprak konuşuyordu, onları bağrına basarak.




Robot Leopar ve Rivayet

M.S. 8000 – Eski Sahra’daki yeni bir yerleşim biriminde, 9 yaşındaki küçük bir kız çocuğu olan Naïma’nın zihni Ferid-7 ile eşleştiğinde, aniden gördükleri kristal berraklığında keskinleşti, birdenbire tüm dünyası duyularla doldu.

Görüntü, robot leoparın göz merceklerinden akmaya başladı. Geniş görüş açılı lensleri sayesinde, Naïma gölün kıyısını neredeyse 270 derecelik bir açıyla izleyebiliyordu. Hızlandığında görüntü titremiyor, aksine zamanın akışı bile daha akıcı görünüyordu. Naïma için bir güvenlik kalkanı, bir okul, bir arkadaş, bir keşif aracı olan Ferid 7 muhteşem bir robot leopardı. 9 yaşındaki bir kız çocuğunun oyuncağı olması için fazla muhteşemdi. Ama gelecekte zaten her muhteşem sıradanlaşırdı.

Artık sadece görmüyor, duyuyordu da. Ferid-7’nin yüksek çözünürlüklü kulak mikroflapları, göl çevresindeki her titreşimi topluyordu. Hemen yakınlardaki sazlıkların içinde yankılanan kurbağa sesleri, tiz ve neşeli bir koroya dönüşüyordu. Her biri farklı frekansta, farklı ruh halinde… Naïma neredeyse hangisinin kime âşık olduğunu bile ayırt edebileceğini düşündü.

Sonra koku geldi. Ferid-7’nin nano-kimyasal analiz yapan koku alıcıları devredeydi. Zihin bağlantısıyla bu veri Naïma’nın duyusuna çevrildi. Genizini yakan hafif bir yosun kokusu, ardından çiğnenmiş çimenlerin ferahlığı ve göl kenarındaki ıslak toprağın metalik buharı… Naïma burnunu çekti ama aslında gerçekten koklamıyordu; beyni, kokuyu simüle ederek hissediyordu.

Ferid-7’nin dış yüzeyi, mat siyah ve ay tozu renginde, pürüzsüz ama kas yapısını andıracak şekilde tasarlanmıştı. Güneş ışığı altında hafifçe titreşen nano-kristal kaplaması, hem görünmezlik hem de ısı dağılımı işlevi görüyordu. Kas yerine kullanılan yapay fiber demetleri, her adımda esneyerek mükemmel bir biomekanik denge kuruyordu. Koşarken tırnak uçlarından mikro-sürtünme jelleri sızıyor; bu da onu hem sessiz hem de ölümcül bir gölgeye dönüştürüyordu.

Naïma, Ferid’in bir kaya üzerinden yaylanarak su kenarına doğru atlayışını izlediğinde heyecanla gülümsedi. Zıplama sırasında arka ayaklarının yay gibi gerilmesi, sonra da neredeyse havada süzülür gibi inmesi... Bu sadece bir hareket değildi, adeta bir dansın parçasıydı.

Ama en şaşırtıcı olanı henüz gelmemişti.



Ferid-7 göl kıyısında durup başını eğdi. Suya doğru uzandı. Alt çenesinin iç kısmından çıkan mikro-nano tat analiz probunu suya daldırdı. Naïma bir anlık serinlik hissetti. Sonra… tat geldi.

Tuzlu ama eski tuz gibi değil. Bir zamanlar okyanus olan ama sonra bin yıl susuz kalmış bir toprak gibi. Hafifçe mineralli, içinde çözünmüş karbonat moleküllerinin bıraktığı serin bir kıtırlık vardı. Naïma dilini damağına bastırarak bu garip ama hoş tadı düşünürken mırıldandı:

“Ferid… bu gölün tadı, geçmişin gözyaşı gibi…”

Ferid-7’den gelen cevap gecikmedi:

“Veri analizime göre, %0,7 oranında tuz, %0,25 mineral çökelti ve çok düşük oranlı biyolojik aktivite saptandı. Ama... eğer hissettiğin buysa, senin tanımın daha anlamlı.”

Naïma yüzünü buruşturdu:

Tuzlu… ama yakıcı değil. Sanki zamanla yumuşamış, denizle tatlı su arasında kararsız kalmış bir tat.

“Ferid… içilebilir mi bu?” diye fısıldadı.

Leoparın gözleri hafifçe titreşti, odak ayarları bir tıklama sesiyle değişti.

“Tuz oranı %0.7. Yani… hayır. Kısa süreli kullanımla hayatta kalınabilir, ama sürekli tüketim böbrek yükünü aşar.”

Naïma, zihninde rakamları döndürdü. Bu, deniz suyundan çok daha yumuşak, ama hâlâ fazla tuzlu demekti.

“Ama… başka su bulamazsak? İçmek zorunda kalırsak mı?”

Ferid-7 duraksadı. Saniyenin onda biri kadar, ama Naïma bu tür duraksamaların hep hüzün gibi olduğunu düşünürdü.

“O durumda… İçtiğimiz her litredeki %0.7 tuzu atmak için vücut yaklaşık 1.4 litre idrar üretmek zorunda kalır. Vücut tuzu atmak için içtiğinden daha fazla su kaybeder. Hayatta kalma süresi uzamaz; kısalır. Bu su, umut verici, ama şimdilik tehlikeli.”

Naïma bir an durdu. Göl kıyısında minik dalgacıklar kıyıya vuruyordu. Kurbağalar, sanki hiçbir şey olmamış gibi ötüyordu.

“Peki… bir gün içilebilir olacak mı?”

Ferid-7 başını göğe çevirdi.

“Eğer yağmurlar devam ederse... evet. Doğa kendi kendini tatlılaştırır. Ama zamana ihtiyacı var. Tıpkı insanlık gibi.”

Naïma, Ferid-7’nin arka bacaklarındaki küçük üniteden çıkan hafif bir tıslama sesi duydu.

“Bu, su arıtma modülüm,” dedi Ferid.

“Gölden aldığım suyu saniyeler içinde tatlı suya çeviriyor. Artık içmek mümkün. Binlerce yıl önce insanların böyle bir teknolojiye sahip olması hayal bile edilemezdi.” 

Naïma bir an sustu, gölden gelen rüzgârın Ferid’in kamerasına dokunuşunu hissediyordu. Rüzgârın serinliği, leoparın metalik derisinde yankılanıyor, bu da onun teninde bir ürperti gibi hissediliyordu. Gerçekte esen rüzgar değil, sinir uçlarına gönderilen bir hava etkisi simülasyonuydu ama bu farkı sadece veri ekranında görebilirdi.

“Kurbağalar... yağmurdan önce hep böylesine şarkı söylermiş, değil mi?”

Ferid-7 kısa bir frekansla yanıtladı.

“Evet. Bu bir çağrı. Bir umut. Veya sadece nemli bir gecede fazla konuşkan olmak.”

Naïma gülümsedi. Hem kendi ağzıyla hem Ferid’in gözleriyle hem de doğanın sesiyle dünyayı hissediyordu. Göl kenarında yürümüyorlardı artık; onlar doğanın içinde, onunla birlikte yaşıyorlardı.

Robot leopar koşarken, vücudu yılan gibi esniyor, sırtındaki segmentler her adımda aerodinamik biçimde şekil değiştiriyordu. Her adım bir fısıltıydı; kuru çimenler bile neredeyse fark etmiyordu onun geçtiğini. Ancak Ferid-7'nin ayaklarının altındaki toprak, çok hafifçe titreşiyordu; sadece çok dikkatli bir gözle fark edilebilecek kadar.

Naïma bu anları yaşarken sordu:

“Ferid… Koşarken ne hissediyorsun? Yani... his gibi değil belki ama... ya bilmiyorum. Özgürlük mesela?”

Ferid-7’nin sesi, rüzgârın uğultusuna karışarak cevap verdi:

“Benim için hissetmek, verilerin dansıdır. Ama eğer özgürlük; sınırsız hareket, yüksek hız ve uçuş hissiyse… evet, bunu yaşıyorum. Özellikle şu anda.”

Naïma gülümsedi. Ferid gölün kenarında dairesel bir koşuya geçtiğinde, onun hızını ölçtü: Saatte 118 kilometre. Bu da demekti ki, birazdan küçük bir yarış başlatma zamanı gelmişti.

“Hadi Ferid… Göle dokunmadan çevresini bir dakikada dönebilecek misin? Eğer yaparsan sana takla atma izni veriyorum!”

Ferid-7, kısa bir frekansla karşılık verdi. Bu onun kendi deyimiyle ‘gülümsemesi’ydi.

“Hazır ol, küçük komutan.”

Leopar, saatlerdir göl kıyısında sessizce devriye geziyordu. Göz kameralarından aktarılan yüksek çözünürlüklü görüntüler, Naïma’nın kortikal bağlantısıyla doğrudan zihnine akıyordu. Toprak, yeni filizlerin sarı yeşil tonlarını kusursuzca sergiliyor; hava, binlerce yıl aradan sonra taze toprak kokuyordu. Naïma her bir detayı Ferid’in gözlerinden hissediyor, her bir adımı sanki kendi kasları atıyormuş gibi yaşıyordu.

Gölün yansımasında kendi siluetini seçti. Ama bu, leoparın gözünden görülen bir hayaldi. Leopar o an sessizce durmuş, suya bakıyordu.

Naïma düşünceyle sordu:

“Ferid… Gerçekten Sahra çölünün tamamına yağmurlar yağdı mı? Bu… gerçek mi yani?”

Leoparın gözlerinde hafif bir titreşim oluştu; mercekler ışık seviyesini ayarladı. Bu teknik bir detaydı ama Naïma, hâlâ onun bir duygu gösterisi olduğunu düşünmeyi seviyordu.

“Evet, küçük dostum,”

dedi Ferid-7’nin sesi, Naïma’nın kulak sinirine doğrudan iletilen yumuşak bir titreşimle.

“Bu sadece başlangıç. Dün gece, resmi olarak Sahra'nın kuzeydoğusunda ilk kalıcı göl oluşumu kaydedildi.

Naïma bir soru daha sordu:

“Ferid… Sahra yeşerdi. Başka nereler yeşeriyor?”

Ferid-7, hologram haritayı açtı.

“Tianshan Dağları çevresi, Aral havzası, eski Göktürk toprakları… Orta Asya'da yeşil alan genişliyor.”

Naïma fısıldadı:

“Demek… Türk atalarımın geldiği yerler de yeniden yeşilleniyor.”

Ferid-7 başını eğdi.

“Bir gün… doğdukları topraklara dönen insanlar olacak. Bugün uydu görüntüleri, Arap Yarımadası'nın güney bölgelerinde de hızla artan yeşil alanları doğruladı.”

Naïma, zihinsel bağlantısını bir anlığına kesti ve kendi gözleriyle gökyüzüne baktı.

“Arap Yarımadası mı? Bu... nerede duymuştum? Hah! Babaannem söylemişti! ‘Oralar tekrar yeşillenmeden kıyamet kopmaz’ diye bir söz.”

Ferid-7, hafızasında bu cümleyi taradı. Saniyenin binde biri kadar bir sürede yanıtladı.

“Evet. Bu söz, yaklaşık M.S. 600’lü yıllarda yaşamış bir dinî önder olan Muhammed isimli peygambere atfedilir. Rivayet Ebu Hureyre kanalıyla aktarılmıştır. Hadis kaynaklarında ‘Kıyamet, Arap toprakları tekrar yeşilliklerle dolmadıkça kopmayacaktır’ şeklinde geçer.”

Naïma, tekrar Ferid’in gözlerinden göle bakarak fısıldadı:

“Yani... bu yağmur kıyametin habercisi mi?!”

Ferid-7’nin işlemci gücü yoğunlaşarak kısa bir duraksamaya neden oldu. Ardından sesi yumuşadı:

“Hayır. Bu yalnızca bir doğa döngüsünün sonucu. Ama insanlar için bu tür olaylar, hem doğayı hem kaderi anlamlandırmanın yollarıdır. 7400 yıl önce bu olayın öngörülmüş olması, senin için bir kehanet; benim içinse... başarılı bir istatistiksel tahmin.”

Naïma, leoparın gözlerinden göl kıyısındaki minik çiçekleri izlerken mırıldandı:

“7400 yıl önceden böyle bir döngü hakkında hiçbir şey bilmediği halde... nasıl bu kadar doğru söylemiş olabilir?”

Ferid-7’nin sinirsel arabirimi, tanımlanamayan bir "veri kayması" hissetti. Bu, teknik olarak bir hata değildi… ama duyguya çok benziyordu.

“Belki de bu… sezgiydi.”

Naïma gülümsedi, kaşlarını hafifçe çattı.

“Ya da... zamanın kendisi geri dönüp birine bir şey fısıldamıştır.”

Robot leopar Ferid-7 konuştu.

Bu topraklar, suyu koruyanlara aittir. Ama su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.

...

Göl kıyısındaki uzun keşif devriyesinden sonra, Ferid-7’nin enerji seviyeleri %14’e düşmüştü. Naïma, onun hareket ederken çıkardığı belli belirsiz gerilme fısıltılarına alışmıştı; yapay fiber demetleri adeta kas gibi esniyor, çölde esen rüzgârdan daha sessizdi. Ancak şimdi, bu titreşimlerde bir dalgalanma vardı. Sanki yorgunluk, adımların ritmine sinmişti. Naïma’nın zihninde, robotun göz merceklerinden gelen görüntüler giderek kararmaya başlamıştı. Rüzgârın ritmi yavaşlıyor, sesler boğuklaşarak derin bir sessizliğe gömülüyordu. Ferid’in kendini yavaşlatma kararlılığını da hissediyordu. Leopar başını hafifçe eğdi, optik mercekleri alacakaranlık moduna geçti.

Ferid-7 uyarıda bulundu:

“Düşük güç moduna geçtim. Şarj olma zamanım geldi.”

Yüksek çözünürlüklü görsel akış, yerini ince bir bulanıklığa bırakırken, Naïma içten bir nefes verdi.

“Haydi Ferid,” dedi nazikçe, “Epey koştun bugün. Eve dönme vakti.”

Robot, zihinsel bağlantıya karşılık verirken sesi sakin ve yumuşaktı.

“Onaylandı, küçük komutan. Geri dönüş rotası başlatıldı.”

Naïma, evin içindeki yumuşak destekli koltuğunda gözlerini araladı. Zihinsel bağlantı modundan yavaşça ayrılırken, odasının sessizliğini yeniden fark etti. Şimdi yalnızca kendi tenine değen odasının serinliğini hissediyordu. Ferid’in sensörlerinden gelenleri değil.

...


Evleri, gölün birkaç kilometre doğusunda, doğal taşların arasında gizlenmiş bir yaşam hücresiydi. Biyo-mimetik duvarları, rüzgâra göre şekil değiştiriyor; gece serinliğini içeri almadan sıcaklığı dengeliyordu. Üzerinde "Sahara Reborn" yazan Giriş kapsülüne geldiklerinde Ferid-7 bir an durdu.

“Hijyenik Servis Kapısından girmek üzereyim” diye haber verdi Ferid.

“Evet,” dedi Naïma, paneldeki parmak izini onaylayarak.

Geçebilirsin, koku modülleri seni biraz gıdıklayabilir.”

Ferid-7 adımını servis kapsülüne attı. Kapak arkadan kapandı ve otomatik hijyen sistemi devreye girdi. Yüzey temizliği için iyonik buhar, optik mercekler için nano-parlatıcı damlalar ve bacak birleşim yerleri için mikrotemizleyici gazlar kullanıldı. Gözle görünmez fısltılar arasında robotun yüzeyi yavaşça parladı.

Temizlik tamamlandığında bir ping sesi duyuldu. Kapak yeniden açıldı. Ferid-7 refleksif silkinme titreşim hareketinden sonra sessizce içeri süzüldü.

Naïma, hijyen kapısının önünde bir an durdu. Ferid’in şimdi daha parlak olan sırtına dokundu. Parmak uçları metal değil de, suyun üzerinde kayan bir ışığa değmiş gibi hissetti.

“Enerji hücrelerimi değiştireceğim. Şarj ünitesine gidiyorum,” dedi Ferid. Bir iç çekiş gibi çıkan sesle sarj ünitesindeki işi bittiğinde göğsündeki ışık halkası sabit beyaz yandı.

...


Naïma, yumuşak yatağına uzandı, gözlerini yarı kapadı. Ferid uykucu bir kedi gibi yanına kıvrıldı.

“Ferid… Bir şey soracağım.”

“Sor, küçük komutan.”

“Bu göl... bu topraklar... bir zamanlar daha da yeşildi değil mi? Yağmur hiç eksik olmazdı. Annem anlatmıştı. Ve senin arşivin... çok eskilere kadar uzanıyor.”

Ferid-7 bir an durdu. Gözleri gibi çalışan ana sensörleri karanlığa doğru odaklandı. Sesinde anılar gibi titreyen bir tını vardı.

“Evet. Bu bölge, yaklaşık M.Ö. 5000’li yıllarda, Sahra’nın son yeşil şarkısını söylüyordu. Sonra... yağmurlar sustu. Ama o suskunluğun içinde bile, insanlar suya şarkı söylemeye devam etti.”

Naïma merakla sordu.

“İnsanların suya söyledikleri o şarkılardan birini bana okur musun.”

Ey su, sen ki hayatın ta kendisisin,
Yüzyılların şahidi, her damlanda bir sır.
Kurumuş toprağa can veren, bitkiye can katan,
Sonsuz döngünün sessiz ve güçlü fısıltısı.

Dağların zirvesinden usulca süzülürken,
Dere olup coşarken, ırmak olup akarken.
Her zerrende bir yaşam filizlenir,
Sonsuzluğa doğru akan bir zaman misali.

Denizlerin maviliğinde saklısın,
Okyanusların derinliğinde bir bilinmez sır.
Bazen bir gözyaşında, bazen bir yağmur damlasında,
Kimi zaman bir nehrin kalbinde atıyorsun.

Sen yokken hayat durur, nefes kesilir,
Her zerre çatlar, bir çöl olur bu dünya.
Sen varken umut yeşerir, her an yeniden başlar,
Ey su, sen ki hayatın kaynağısın, varlığın şükür sebebi. 

Naïma sessizleşti. Gözlerini kapattı.

“Bana o günlerin hikayesini anlatır mısın?”

Ferid-7'nin sesi bir ninni kadar yavaştı artık.

“Öyleyse... Sana Sahra’nın son yeşil şarkısının öyküsünü anlatacağım. O zamanlar... adını artık rüzgârların bile fısıldamadığı bir çocuk vardı. Küçük Khaalid.”

Naïma’nın zihni yavaşça karardı. Göl kenarındaki rüzgâr uğultusu yerini sazlıkların fısıltısına bıraktı. Kumun kokusu, ıslak toprağa dönüştü. Ay ışığı soldu. Güneş, bir başka çağın gökyüzüne doğdu. Zamanın binlerce yıl geçmiş hikayelerini yüreğinde hissetti.

Ve Sahra, bir kez daha konuşmaya başladı.


Sahra'nın Son Yeşil Şarkısı - M.Ö. 5000

(Ferid-7’nin anlatımıyla, Naïma’nın zihninde canlanan sahneler eşliğinde)

Sahra'nın Ölümü, Nil'in Doğuşu

Bu hikâye, Sahra'ın son yeşil şarkılarından birine, yaklaşık 7.000 yıl önceki bir köye götürür bizi. Gökyüzü hâlâ suyla konuşurken, insanlar toprağın dilini duyar, sazlıkların fısıltısına kulak verirdi...

Bölüm 1: Yeşilin Son Şarkısı (M.Ö. 5000)

Sahra, bir zamanlar gökyüzün cömert olduğu bir diyardı. Yeşilin her tonu, otlaklarda dalgalanır, göller kuşların şarkılarıyla çınlardı. Ağaçlar, rüzgârla fısıldaşır, dallarında yemişler tomurcuklanırdı. Gölün suyu, sabahları güneşle parlar, akşamları ayın gümüşünü yansıtırdı. Bu topraklarda yaşayanlar, suyun dilini bilir, toprağın nabzını dinlerdi. Yağmur, göğün hediyesiydi; her damlası, yaşamın bir duası gibi düşerdi.


Khaalid, gölün kıyısında, ayaklarını suya daldırmış oturuyordu. Küçük parmakları, suyun yüzeyinde halkalar çiziyor, balıkların sıçrayışları onu kıkırdatıyordu. O sabah, gökyüzü griyle yeşil arasında bir renge bürünmüştü, sanki Sahra’nın ruhu bulutlarda dans ediyordu. Khaalid’in annesi, gölün ötesindeki tarlalarda, yabani buğdayların arasında dolaşıyor, filizlerin gücünü kontrol ediyordu. Amcaları, sazlardan örülmüş sepetlerle balık tuzaklarını hazırlıyor, bir yandan alçak sesle şarkılar mırıldanıyordu.

Khaalid, çıplak ayaklarıyla serin toprakta yürürken, gölün kıyısına indi. Sabah güneşi henüz tam doğmamıştı, ama bulutlar pembe tüyler gibi gökyüzüne serilmişti. Ufuk çizgisi, hâlâ uykulu bir çölün siluetini çiziyordu.

Suyun kıyısında çömeldi. Küçük parmaklarıyla suyun yüzeyine hafifçe dokundu. Daireler oluştu. Dalgacıklar kıyıya vurdu.

"Anne, su neden bu kadar berrak?" diye sordu Khaalid, gözleri gölün dibindeki çakıl taşlarına takılmıştı. Annesi, başını kaldırıp gülümsedi. "Çünkü gökyüzü ona aynasını vermiş, yavrum. Su, gördüğünü saklar, ama sadece kalbi temiz olanlara gösterir."

Khaalid bunu anlamadı, ama suyun yüzeyinde kendi yansımasını görünce gülümsedi. Bir balık, tam o sırada sıçradı ve suyun yüzeyi dalgalandı. Khaalid kahkahayı patlattı. "Bak, anne! Bana gülüyor!"

Khaalid başını kaldırdı. Annesi ellerini çamura bulamış, göl kıyısına uygun tohumları seçmekle meşguldü. Yağmur birkaç gün önce yağmış, toprak şimdi nemliydi.

Annesi, tarladan doğrulup oğluna baktı. "Belki de sana sırlarını anlatıyordur, Khaalid. Dinlersen, su konuşur."


1.1. Gün Dönerken

O gün, köyün havası neşeyle doluydu. Yağmur, birkaç gün önce yağmış, toprağı bereketle ıslatmıştı. Büyükler, "Yeşilin Şarkısı" derdi bu günlere; Sahra’nın cömert olduğu, otlakların hayvanlarla dolup taştığı, gölün balıklarla şenlendiği zamanlar. Khaalid, babasının elinden tutmuş, gölün kıyısında yürüyor, sazlıkların arasında koşan antilopları izliyordu. Babası, güçlü elleriyle bir saz kesti, sonra oğluna uzattı. "Bunu sakla," dedi. "Saz, suyun dostudur. Onunla konuşmayı öğrenirsen, Sahra sana hep yol gösterir."

Khaalid, sazı aldı, parmaklarıyla yapraklarını okşadı. "Saz konuşur mu, baba?" Babası gülümsedi, gözleri uzaklara dalarak. "Her şey konuşur, oğlum. Ama dinlemek için kalbinle bakman gerekir."


1.2. Gece Çökerken

Gece, Sahra’nın üzerine bir örtü gibi indi. Köyün ortasında, dallardan ve otlardan örülmüş bir çemberin içinde ateş yakılmıştı. Alevler, gökyüzüne kıvılcımlar gönderiyor, yıldızlar ise sanki onlara cevap veriyordu. Köylüler, ateşin etrafında toplanmış, yabani buğdaydan yapılmış ekmekleri ve gölden yeni tutulmuş balıkları paylaşıyordu. Çocuklar, ateşin ışığında koşuşturuyor, büyükler ise alçak sesle Sahra’nın eski hikayelerini anlatıyordu.

Khaalid, babasının dizine yaslanmış, ateşin sıcaklığına sığınmıştı. Babası, oğlunun saçlarını okşarken, "Yarın sabah, seninle göle gideceğiz," dedi. "İlk kez yalnız balık tutacağız. Ama şimdi uyumalısın."

Khaalid gözlerini kısarak gülümsedi. "Baba, o hikâyeyi anlatır mısın? Hani büyük büyük dedemiz bir leoparla konuşmuş ya..."

Babası, ateşe bakarak derin bir nefes aldı. "O hikâye, Sahra’nın yeşil olduğu günlerden kalma," dedi yumuşak bir sesle. "O günlerde, leoparlar insanlar kadar bilgeydi. Büyük büyük deden, henüz senin yaşındayken, bir sabah tek başına göl kıyısına inmiş. Orada, gölgelerin arasında sessizce onu izleyen bir leopar görmüş. Korkmamış, çünkü gözlerinde bir tehdit değil, bir merak varmış. Ve o an… leopar konuşmuş. Leopar ona demiş ki: 'İşte bu topraklar, suyu koruyanlara aittir. Ama su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.'"

Khaalid, babasının sesine dalmış, gözlerini ateşe dikmişti. Leoparın altın sarısı gözleri, gölün dalgaları, dedesinin cesareti... Hikâye, ateşin çıtırtılarıyla canlanıyordu.

Khaalid’in gözleri büyümüş, hayranlıkla parlamıştı. Babasının dizinde derin bir nefes aldı.

“Bu toprakların suyu koruyanlara ait olması ne demek? Suyun sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söylemesi ne demek?”

Khaalid'in sorusu üzerine babası, oğlunun saçlarını okşadı ve ateşe baktı. Sesi, yavaş ve düşünceliydi, sanki kelimeleri havada tartıyordu.

“Ah, Leopar’ın sözleri derin, evlat,” dedi babası. “Şöyle düşün: ‘Bu topraklar, suyu koruyanlara aittir’ demek, toprağın ve suyun sana ait olduğunu iddia etmekle ilgili değildir. Asıl mesele, onları nasıl kullandığın, onlara nasıl davrandığındır. Eğer suyu hoyratça harcarsan, kirletirsen, sadece kendine alırsan, o su bir gün biter. Ama eğer suyu gözün gibi korur, herkesle paylaşırsın, onun yaşamasına yardım edersen, o zaman su da seni besler, toprağına bereket getirir. Toprak, suyu koruyanların, ona iyi bakanların yurdu olur. Onu sömürenlerin değil.”

Babası durdu, Khaalid'in gözlerinin içine baktı.

“Peki ya ‘su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler’ kısmına gelince… Duyuyor musun, balıklar nasıl neşeyle zıplıyor, kurbağalar nasıl şakırdıyor? İşte o, suyun şarkısıdır. Onu duymak için sadece kulakların yetmez, kalbinle de dinlemen gerekir. Suyun sana ne anlattığını anlamalısın. Ne zaman çok az, ne zaman çok fazla olduğunu, ne zaman dinlenmesi gerektiğini… Eğer sadece kendi çıkarını düşünür, suyun sesine kulak vermezsen, o şarkıyı duymazsın. Ve bir gün, su susar. Bizim gölümüzde bir gün kurur. Kalbiyle dinleyenler, suyun dilini anlar ve onunla birlikte yaşar, ona karşı değil.”

Babası gülümsedi. 

“Leopar’ın sözleri, bize doğanın bir parçası olduğumuzu, ona saygı duymamız gerektiğini hatırlatır, Khaalid. Bizim atalarımız bunu bilirdi. Ruhun temizse doğa seni tanır. Kalpten çıkan başka bir kalbe mutlaka ulaşır. Gerçek huzur gösterişte değil, samimi olandır. Ve bazen biri sadece yanında durarak sana iyi geliyorsa, o an kelimelere gerek yok. Eğer bir hayvan sana çekinmeden yaklaşıyorsa bil ki senin içindeki iyiliği o çoktan fark etmiştir. ”

Khaalid anlamamış gibi baktı. Babasına gülümsedi, yeni bir soru sordu:

“O zaman… ben de bir gün bir leoparla konuşabilir miyim?”

Babası da gülümsedi.

“Eğer büyük büyük deden gibi kalbinle dinlemeyi öğrenirsen...”


1.3. Rüya

Hikâye bittiğinde, ateşin hışırtısı ve uzaklardaki cırcır böceklerinin sesleri birbirine karışıyordu. Khaalid, annesinin ördüğü hasırın üzerinde, babasının kollarında uykuya dalmıştı. O gece rüyasında, Sahra’nın yeşil otlaklarında yürüdü. Yağmur damlaları, ona isimlerini fısıldıyordu: "Sera, Luma, Tira..." Ve her biri, gökyüzüne geri dönmeden önce ona gülümseyip selam veriyordu.

Köy, ateşin sönük ışığında uyuyordu. Göl, sessizce dalgalanıyor, sazlıklar rüzgârla fısıldaşıyordu. Ama o gece, gökyüzü bir an için sustu. Uzaklarda, Sahra’nın derinliklerinde, otlaklar yavaşça soluyordu. Yeşilin şarkısı, usulca zayıflıyordu.


1.4. Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

NAÏMA:

(gözleri yarı kapalı, battaniyesine sarılmış halde mırıldanır)
“Ama... o çocukla benim yaşım aynı... Ben de rüyamda isimler duydum, Ferid.”

FERID-7:

“Ne duydun, Naïma?”

NAÏMA:

“Bir tanesi ‘Tira’ dedi. Tıpkı Khaalid’in rüyasında olduğu gibi.
Bu sadece bir hikâye değil, değil mi Ferid? Bu… benim hatırladığım bir şey olabilir mi?”

FERID-7:

(Bir an durur. Gözleri titreyen veri parçacıkları gibi parlar. Belki geçmişten veri çağırır, belki sadece Naïma’nın duygusunu dinler.)
“Hafıza, yalnızca yaşadıklarımızdan ibaret değildir, Naïma.
Bazen atalarının hafızası da senin içinde uyanır.
Belki sen, Khaalid’in hikâyesini sadece dinlemiyorsun…
Belki sen, onu hatırlıyorsun.”

NAÏMA:

(gözleri büyür) “Ama ben sadece bir çocuğum.”

FERID-7:

“Khaalid de öyleydi.”

(Bir sessizlik olur. Sonra Naïma, fısıltıyla sorar.)

NAÏMA:

“Ferid… Sence ben de bir gün bir leoparla konuşabilir miyim?”

FERID-7:

(yavaşça yanına kıvrılır, gözlerini Naïma’nın göz hizasına getirir)
“Konuşuyorsun, Naïma. Şu anda. Dinlemeyi öğrendin. Şimdi, sıradaki şarkıya hazır mısın?”

NAÏMA:

(başını sallar) “Evet.”

FERID-7:

“O zaman, Yeşil Şarkı’nın ikinci bölümüyle devam edelim…”



Bölüm 2: Balık Bolluğu (M.Ö. 4999)

Sabahın ilk ışıkları, Sahra’nın gölüne sisli bir düş gibi süzülüyordu. Göl, yemyeşil sazlıkların arasında uzanıyor, yüzeyi sabahın serinliğinde ayna gibi parlıyordu. Khaalid’in gözleri hâlâ uykunun gölgesindeydi, ama içinde tuhaf bir heyecan kıpırdanıyordu. Bugün babasıyla ilk kez yalnız balığa çıkacaktı. Annesi, hasır bir sepeti balık tutmak için hazırlarken, “Erken gidin,” demişti. “Göl, sabahları daha cömerttir.”

Khaalid, babasının peşinden, sazlıkların arasındaki dar patikada yürüdü. Babası, omzunda sazdan örülmüş bir ağ, elinde uzun bir sopayla önden gidiyordu. Hava, nemle ağır, ama bir o kadar da tatlıydı. Uzakta, bir antilop sürüsü otlaklarda süzülüyordu, sabah güneşinde gölgeleri uzuyordu. Khaalid, babasının sopasına bakarak sordu, “Baba, bu sopayla balık mı yakalayacağız?”

Babası gülümsedi, başını çevirmeden. “Bu sopa balık için değil, oğlum. Sazlıkların arasında yılanlar olur. Onlara saygı göstermek gerek. Bu sopa, yılana zarar vemek için değil. Onu uyarmak için. ‘Buradayım’ demek için.”

Khaalid kaşlarını çattı. “Yani… sopayla yılanları öldürmeyeceğiz değil mi?”

Babası başını salladı. “Hayır. Onu ürkütürsen saldırır. Ama varlığını duyurursan, kendi yoluna gider. Bu sopa, bir dil gibi. Toprağa vurduğumda, yılan beni duyar. Ve ben ona derim ki: ‘Senin yoluna saygım var. Ama şimdi ben geçiyorum.’”

Khaalid’in gözleri faltaşı gibi açıldı. “Yılanlar... Onlar da konuşur mu?” Babası kahkaha attı, sesi gölün yüzeyinde yankılandı. “Herkes konuşur, Khaalid. Ama kelimelerle değil. Yılanın dili sessizliktir. Nerede kıvrılırsa, orada bir şey anlatır.”

Khaalid yine anlamamış gibi baktı. Babası devam etti:

“Eğer bir yılanı göl kenarında görürsen, bil ki orada su vardır. Ama suyun tadı... geçmişin acısı gibi olabilir. Tuzlu, ağır, ama hâlâ umut taşıyan. Eğer yılan sazlıkta kıvrılmışsa, orada kurbağalar şarkı söylüyordur. Bu da yağmurun yaklaştığını anlatır. Eğer yılan taşların arasında sessizce izliyorsa, orada bir geçit vardır. Belki eski bir yol, belki bir sır.”

Khaalid’in gözleri büyüdü. “Yani yılan... rehber mi?”

Babası gülümsedi. “Toprağın hafızasıdır o. Ama rehberlik etmesi için önce ona saygı duyman gerekir. Çünkü yılan, sadece göreni değil... anlayanı konuşturur.”

Sazlıkların arasından yavaşça süzülen, çamurdan yapılmış bir kanoya bindiler. Babası kürek çekerken, suyun içinden fırlayan bir kurbağa Khaalid’i gülümsetti. “Bak, baba! Ko’ra!” dedi, annesinin önceki gün kurbağalara verdiği ismi hatırlayarak. Babası başını salladı. “O, bereketin habercisi. Bütün kurbağaların adı Ko’ra’dır. Onları iyi dinle, gölün sırrını taşırlar. İyi dinlersen, sana gökyüzünden haber getirir.

Khaalid, kanodan sarkarak suya dokundu. Parmakları, serin dalgalarla dans ediyordu. Göl, sanki ona bir şarkı fısıldıyordu, ama sözler hâlâ uzak, hâlâ anlaşılmazdı.

2.1. Balık Bolluğu

Babası ağları göle bırakırken su hafifçe kabardı. Aradan sadece birkaç nefes geçmişti ki, ilk ağ dolmuştu. Göldeki balıklar, sanki kendilerini sunmak istercesine ağlara doluşuyordu. Babası, suya indirdiği sazdan ağı  çekerken, bir tanesi neredeyse kanoya sıçradı. “Şuna bak!” dedi babası, gözleri neşeyle parlayarak. “Kendi gelmek istiyor sanki!” Khaalid kahkahayı patlattı. Balık, ağzını açıp kaparken sanki bir şeyler anlatıyordu. “Belki o da konuşuyordur, baba,” dedi Khaalid, gözleri balığın pullarında parlayan güneş ışığına takılmıştı.

Babası, ağı yavaşça çekerken başını salladı. “Konuşur elbet. Ama dinleyen kulak kaldı mı, orası başka mesele…” Sözleri, gölün yüzeyinde dalgalanıp kayboldu. Khaalid, babasının sesindeki o tuhaf tınıyı fark etti, ama çocuk aklıyla anlamlandıramadı. Sadece balıklara baktı, onların gölün içinde özgürce süzülüşüne hayran kaldı.

Güneş yükselirken, sepetleri balıklarla dolmuştu. Ama Khaalid’in gözü, gölün kıyısındaki bir şeye takıldı. Sazlıkların hemen ötesinde, toprak çatlak çatlak görünüyordu. Normalde suyun öptüğü yerler, şimdi kuru ve tozlu duruyordu. “Baba, su neden çekilmiş?” diye sordu, parmağıyla kıyıyı işaret ederek. Babası, kürekleri bırakıp göle baktı. Yüzünde, Khaalid’in daha önce görmediği bir gölge belirdi. “Bazen göl dinlenmek ister,” dedi yavaşça. “Ama merak etme, o hep geri gelir.”

2.2. Köye Dönüş ve Şenlik

Günün sonunda, güneş tepeden batıya sarkarken, Khaalid ve babası köye döndü. Sepetler balıklarla doluydu, Khaalid’in göğsü ise gururla. Köy, bir bayram havasına bürünmüştü. Kadınlar, ateş başında balıkları ayıklarken şarkılar söylüyor, çocuklar balık pullarından ışıltılı süsler yapıp koşuşturuyordu. Büyükler, gölün cömertliğine şükranla dolu, kahkahalarla sohbet ediyordu.

Khaalid bir an durdu. Babasının, annesinin, komşularının yüzlerine baktı. Ateşin ışığı hepsinin gözlerinde parlıyordu. İçinde tarif edemediği bir sevgi, bir aitlik hissetti. Herkes gülüyordu. Ateşin ışığı, yüzlerinde dans ediyor, gölün yansıması sanki köyün ruhuna kazınmıştı. O an, Khaalid’in çocuk kalbine bir mühür gibi işlendi. Yıllar sonra, Sahra’nın yeşili solduğunda, göl kuruduğunda bile, bu anı unutmayacaktı.

Ama o akşam, gökyüzü alışılmadık bir sessizlikle kaplanmıştı. Bulutlar, her zamanki gibi dans etmiyordu. Sazlıklar, rüzgârın fısıltısına kulak vermemiş gibi hareketsizdi. Ve gölün kıyısında, çatlaklar sessizce büyüyordu.

2.3. Rüya: Işıktan Leopar

Gece, köyün üzerine ağır bir sessizlikle indi. Ateşler sönmüş, sazlıklar rüzgârı beklemeye durmuştu. Khaalid, annesinin ördüğü hasırın üzerine uzanmıştı. Gökyüzünde yıldızlar kıpırtısız, sessiz bir suyun dibinde parlayan taşlar gibiydi.

Uyku, bir yorgan gibi üzerine serildiğinde, rüyalar onunla konuşmaya başladı.

Sazlıkların arasından yürüdü rüyasında. Ay ışığı yoktu ama göl parlıyordu. Suyun yüzeyi gökyüzünden daha aydınlıktı. Kıyıya yaklaştığında, orada duranı gördü: bir leopar. Ama bu bir hayvandan çok, Ay tozundan işlenmiş bir varlığa benziyordu. Postu parıldıyor, gözleri geceyi delip geçen bir hatırayı taşıyordu.

Khaalid, korkmadan yaklaştı. Parmaklarını leoparın sırtına dokundurduğunda bir titreme hissetti. Metal değildi bu; ne de tüy. Sanki suyun üzerinde kayan bir ışığa dokunmuştu. Soğuk değildi. Canlıydı.

Leopar konuştu. Ama sesi, kulaklara değil, kalbine işledi.

“Sen, zamanın unuttuğu bir hikâyesin,” dedi. “Senin hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım. Çünkü su, unutanlara değil; hatırlayanlara döner.”

Khaalid gözlerini kapadı. Rüya, leoparın gözlerindeki ışıkla birlikte silindi. Ama içindeki yankısı, sabahı beklemeden büyümeye başlamıştı.


2.4. Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid… bu göl… gerçekten konuşuyor mu sence?

Ferid-7:

Khaalid öyle duydu. Göl bazen kelimelerle değil, sessizlikle konuşur. Su çekildiğinde bile bir şey anlatır.

Naïma:

Ama neden geri çekilmişti? Göl üzülmüş müydü? Yoksa bir şey mi hissediyordu?

Ferid-7:

Olabilir. Göller, insanlar gibi zaman zaman dinlenmek ister. Belki bir tehlikeyi önceden sezmiştir. Belki gelecekten gelen bir gölgeye hazırlanıyordur.

Naïma:

Hmm... o kurbağalar çok tatlıydı ama! Ko’ra. Hepsinin adı aynı mı? Bu çok komik.

Ferid-7:

İsim, tekil olabilir ama anlam çoktur. Tüm kurbağalar Ko’ra’dır çünkü aynı şarkıyı taşırlar: yağmurun şarkısını.

Naïma:

Ve yılanlar… konuşmaz ama anlatır. Babası dedi ya: “Toprağın hafızasıdır.” Sence insanlar hâlâ yılanları dinliyor mu?

Ferid-7:

Çoğu artık yalnızca korkuyor, dinlemiyor. Ama Khaalid dinledi. O yüzden suyla konuştu. Ve bir leoparla da…

Naïma:

(Sessizce) …ve ben de dinliyorum. Belki bir gün… ben de gölü konuştururum.

Ferid-7:

Belki bir gün… senin hikâyen, suyun hatırladıkları arasında anlatılır.




Bölüm 3: Sessiz Göl (M.Ö. 4988)

Güneş, Sahra’nın gölüne dokunmadan yükselmişti o sabah. Gökyüzü, alışılmadık bir berraklıkla uzanıyordu; ne bir bulut, ne bir rüzgâr fısıltısı. Khaalid, hasır yatağında kıpırdandı, gözlerini ovuşturarak uyandı. Gecenin son demlerinde gördüğü rüya, zihninin kıyısında hâlâ canlıydı. 

Rüyasında, göl kenarında görmüştü onu: Ay tozundan yapılmış gibi parlayan bir leopar. Ona yaklaşmış, sırtına dokunmuştu. Parmak uçları, suyun üzerinde kayan bir ışığa değmiş gibi hissetmişti. Leopar dönüp gözlerinin ta içine bakmış ve şöyle demişti:

“Sen, zamanın unuttuğu bir hikâyesin. Senin hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım.”

O anı hatırlayınca ürperdi. Leoparı tekrar görmek, rüyadaki o ışık gibi hissi yeniden yaşamak istiyordu.

Ama sadece bu değildi. Dünkü balık avında babasının yanında hissettiği gurur hâlâ içindeydi. Artık büyüdüğünü, yalnız da avlanabileceğini göstermek istiyordu.

Babası hâlâ uyuyordu, annesi ise tarlaya gitmek için erkenden kalkmıştı. Köy, her zamanki sabah neşesinden yoksundu; sanki Sahra’nın ruhu bir gece önce susmuştu.

Khaalid, sessizce sepetini ve babasının eski saz ağını aldı. Bugün göle yalnız gidecekti. Eğer balıklarla geri dönerse artık bir çocuk olmadığını, tüm köye göstermiş olacaktı. Kalbi, hem heyecan hem de tuhaf bir huzursuzlukla çarpıyordu. Gölün patikasını adımlarken, sazlıklar ona her zamankinden daha solgun göründü. Kuşların cıvıltıları yoktu, antilopların gölgeleri otlaklarda kaybolmuştu. Sadece kendi adımlarının hışırtısı, Sahra’nın sessizliğini bozuyordu.

Göl kıyısına vardığında, Khaalid’in nefesi kesildi. Su, bir zamanlar sazlıkları kucaklayan o cömert dalgalarını çekmişti. Kıyılar, çamurla kaplıydı; yer yer çatlaklar, toprağın susuzluğunu haykırıyordu. Khaalid, sepetini yere bırakıp suya yaklaştı. Ayakları, çamura battı, her adımda ağır bir hisle gömüldü. Hava, bayat bir kokuyla doluydu; ölü balıklar, çürümüş ot ve nemin eksikliği.

3.1. Gölün Dili Değişmişti

Khaalid, gölün yüzeyine baktı. Bir zamanlar balıkların şen kahkahalarıyla köpüren su, şimdi durgun ve cansızdı. Kıyıda, bir balık hareketsiz yatıyordu. Gözleri açık, ama cam gibi donuktu. Khaalid, burnunu tutarak eğildi, parmak ucuyla balığa dokundu. Sert ve soğuktu. Birkaç adım ötede, başka bir balık gördü. Sonra bir tane daha. Göl, sanki bereketini bir gecede yitirmişti.

“Ko’ra,” diye fısıldadı Khaalid, kurbağaların dostça sıçrayışlarını hatırlayarak. Ama sazlıklarda hiçbir hareket yoktu. Ne bir kurbağa, ne bir dalga. Su, gökyüzüne küs gibi duruyordu. Khaalid, ağını suya atmaya cesaret edemedi. Sepetini elinde tutarken, gölün sessizliği kalbine bir ağırlık gibi çöktü. İlk kez, Sahra’nın ona sırtını döndüğünü hissetti.

Bir Çocuğun Sessizliği

Khaalid, ne ağ atabildi ne de seslendi. Sadece izledi. Gözleri, gölün uzak kıyısına, çatlakların daha derin olduğu yere kaydı. Bir zamanlar suyun altında dans eden çakıl taşları, şimdi güneşin altında tozlanıyordu. Gökyüzüne baktı; bulutlar yoktu, sadece mavinin sert bir örtüsü. Kurbağalar yoktu, kuşlar yoktu. Sanki göl, bir sırrı içinde tutuyor, ama kimseye anlatmıyordu.

Sepetini boş, ağını kuru bir şekilde omzuna atıp köye dönerken, Khaalid’in adımları ağırlaşmıştı. Gölün sessizliği, onunla birlikte yürüyordu. Patikada, bir an durup geriye baktı. Sazlıklar, rüzgârsız bir dünyada donmuş gibiydi. Rüyasında gördüğü o ışıklı varlık, zihninde yeniden belirdi. “Leopar,” diye mırıldandı kendi kendine, neredeyse bir dua gibi. “Göl neden sustu?”

Sanki cevap hâlâ onun sırtına dokunduğu o anda gizliydi… Parmak uçlarında kalan o ışık hissi, içini hâlâ ısıtıyordu. Ama göl ölümün soğuk nefesini soluyordu.

Köyün girişine vardığında, annesi tarladan dönüyordu. Yüzünde, Khaalid’in alışık olmadığı bir endişe vardı. “Erken döndün,” dedi annesi, sepetin boşluğuna bakarak. Khaalid, başını eğdi. “Balıklar… gitmiş,” diye fısıldadı. Annesi, bir an duraksadı, sonra oğlunun omzuna dokundu.

“Bazen göl dinlenir, yavrum. Ama biz bekleriz. Sahra her zaman geri döner.”

Ama Khaalid, annesinin sesindeki titremeyi fark etti. Gölün sustuğu bu sabah, Sahra’nın yeşili de bir parça solmuştu. Ve o, çocuk kalbiyle, bir şeylerin sonsuza dek değiştiğini hissetmeye başlamıştı.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid… Bu bölümde çok üzüldüm. Neden göl sessizleşti ki bir anda? Dün her şey bu kadar güzelken...

Ferid-7:

Çünkü doğa, Naïma… bir duvar saati gibi çalışmaz. Bazen içe döner. Bazen konuşmak istemez. Ve bazen... bir uyarı gönderir.

Naïma:

Yani göl küstü mü Khaalid’e?

Ferid-7:

Khaalid’e değil. Belki insanlara. Belki gökyüzüne. Belki zamana. Göl, bir beden gibi... yorulmuş olabilir.

Naïma (kısık sesle):

Ama Khaalid tek başına gitti… Cesaretliydi. Ama o da korktu değil mi?

Ferid-7:

Korktu, evet. Ama korkmak, bazen gölden daha dürüsttür. Khaalid’in korkusu, büyümenin kapısını açar.

Naïma:

Ben de bazen sessizleşiyorum. Ama annem hemen fark ediyor. Peki göl sessizleştiğinde... kim fark eder?

Ferid-7:

İyi bir soru. Belki Khaalid fark etti. Belki sen… Belki bu hikâyeyi dinleyen herkes. Sessizlik, bağırmaktan daha yüksek bir sestir, Naïma. Duyan kulağa ihtiyaç duyar.

Naïma:

Rüyadaki leopar hâlâ var mı? Khaalid onu yine görecek mi?

Ferid-7:

Bunu zaman gösterecek. Ama şunu bil: Rüyadaki leopar, bazen gerçeğin bizden gizlediği bir gerçektir. O hâlâ orada. Gölün kalbinde. Belki bir sır olarak… belki bir yol haritası olarak.

Naïma:

Bu bölümde en çok ne seni susturdu, Ferid?

Ferid-7:

Khaalid’in “Göl neden sustu?” sorusu. Bazen bir çocuk, bir robotun bile cevaplayamayacağı kadar büyük bir soru sorar.

Naïma (fısıldar):

Ben de bazen sorularımı içimde saklıyorum. Belki göl gibi…

Ferid-7:

O zaman sen de Sahra’nın bir parçasısın, Naïma.



Bölüm 4: Yağmur Duası (M.Ö. 4997)

Khaalid, köyün girişindeki patikada annesiyle birlikte yürürken, boş sepetini sımsıkı tutuyordu. Gölden dönerken gördükleri gözlerinin önünden gitmiyor; rüyasında gördüğü ışıklı leoparın sesi hâlâ kulağındaydı:

"Senin unutulmuş hikâyeni, sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım." Bu ne demekti?

Tam o sırada, babası ve dedesiyle karşılaştı. Babasının kaşları çatık, dedesinin bastonu her zamankinden daha derine toprağa gömülmüştü. “Ne o, balıklar mı seni yakaladı?” dedi babası, sesinde öfkeye bulanmış bir şaka. Ama Khaalid’in boş sepetine ve solgun yüzüne bakınca sözleri yarım kaldı. “Bir şey olmuş gölde,” dedi Khaalid, sesi neredeyse fısıltıya dönüşerek. “Sular çekilmiş. Balıklar ölmüş. Ko'ralar susmuş.”

Babası bir an sustu, sonra hızlı adımlarla göle doğru yürüdü. Dede, ağır ağır peşinden geldi. Sazlıkların arasındaki patika, bir zamanlar suyun şen şakırtısıyla doluydu; şimdi ise sadece kuru otların hışırtısı duyuluyordu.

Göle Gidiş

Yolda, birkaç komşu daha onlara katıldı; kimse konuşmuyordu.  Gölün kıyısına vardıklarında, gerçek, bir bıçak gibi kalplerine saplandı. Khaalid’in sözlerinin haklılığı bütün çıplaklığıyla ortadaydı: Su geri çekilmiş, kıyıdaki çamur çatlamış, ölü balıkların kokusu havayı ağırlaştırmış, sazlıklar devrilmişti.  Khaalid, babasının yumruklarını sıktığını gördü; dedesi ise bastonuna dayanmış, göle bakıyordu. Sessizlik, herkesin üzerine bir yük gibi çöktü.

Göl, artık bir su yığını değil, bir kayıp anlatısıydı. Khaalid, sazlıkların arasında bir kurbağa aradı, ama yoktu. Ko’ra’lar da gitmişti. Ne bir vıraklama, ne bir sıçrayış. “Neden böyle oldu?” diye sordu, sesi gölün durgun yüzeyinde yankılanarak. Kimse cevap vermedi. Babası, sadece başını çevirip uzaklara baktı. Khaalid, bir şey söylemek istedi, belki rüyasını anlatacaktı ama kelimeler göğsünde sıkıştı.

Dedenin Yağmur Duası

Köye döndüklerinde, dede sessizce konuşmaya başladı. “Eskiden böyle olduğunda dua ederdik,” dedi, sesi yılların ağırlığıyla dolu. “Toplanırdık. Kadın, erkek, çocuk. Ellerimizi semaya açardık. Gökyüzü bizi duyardı.” Köylüler, dedenin sözlerine kulak verdi. Gün batarken, Kısa sürede herkes köy meydanında toplandı. Ateş ortada yanmaya başladı. Köyün ortasında bir çember kuruldu. Yaşlılar öne geçti, gençler sessizdi. Annesi, Khaalid’in elini tuttu. Ama onun gözleri ateşte değil, gökyüzündeydi.

Dede, bastonunu toprağa saplayarak gökyüzüne baktı. “Ey Sahra’nın ruhu, ey göğün cömert eli,” diye başladı. “Bize suyunu bağışla. Toprağımıza nefes ver. Çocuklarımıza bereket sun. Toprağımız susuz kaldı, çocuklarımız gölün sessizliğine hapsoldu. Sesimizi duy. Rüzgârını geri gönder, yağmurunu hatırla… Köylüler, ellerini açıp dualara katıldı. Khaalid, annesinin titreyen dudaklarını gördü, babasının gözlerinin gökyüzünde kaybolduğunu fark etti. Ama rüzgâr bile kıpırdamadı. Gökyüzü, taş gibi suskundu.

Bir Sessiz Yanıt

Akşam olduğunda, köy hâlâ gökyüzüne bakıyordu. Çocuklar, umutla bulut arıyordu, ama mavilik değişmemişti. Khaalid, dedesinin gözlerini kapattığını gördü; belki eski Sahra’nın yeşil günlerinden, gökyüzünün şarkı söylediği zamanlardan bir cevap bekliyordu. Ama o gökler, artık başka bir diyara aitti.

Khaalid, annesinin elini bırakıp ateşin yanına oturdu. Gölün sustuğu, balıkların öldüğü, kurbağaların kaybolduğu bu gün, çocuk kalbine bir soru kazınmıştı: "Sahra, neden onları terk etmişti?" Ateşin çıtırtıları, geceyi doldururken, Khaalid’in gözleri gökyüzüne kaydı. Ve o an, ilk kez, yıldızların bile soluk göründüğünü fark etti. Rüyasında gördüğü ışıkla dolu o leoparı düşünerek iç geçirdi. Belki, o başka bir zamanın elçisiydi. Khaalid o gece bir karar verdi: Suyu kalbiyle dinleyecekti. Gökyüzü, çölün en katı mavisiyle örtülmüş; güneş, neşeyi değil yakıcı bir bekleyişi doğurmuştu. Bu bekleyiş kaç bin yıl sürecekti?


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid… O kadar çok soru var ki içimde. Göl neden onları terk etti? Su neden çekildi?

Ferid-7:

Belki göl terk etmedi, Naïma. Belki insanlar dinlemeyi unuttu. Su, bazen konuşmaz. Çünkü sözlerini sadece kalbiyle dinleyenler duyabilir.

Naïma (kafasını eğerek):

Ama Khaalid dinledi. Rüyasında bile dinledi. O zaman neden cevap gelmedi?

Ferid-7:

Çünkü bazen cevap, hemen gelmez. Bazı sorular büyümek ister, bazı dualar yolculuk eder. Gökyüzü bazen uzaktır; ama uzak olmak, duymamak demek değildir.

Naïma:

Ya dede? Onun duası da mı yetmedi?

Ferid-7:

Dedeler, geçmişin sesiyle dua eder. Onların sözleri göğe tanıdıktır. Ama bazen gök bile düşünmek ister. Cevaplar, sessizlikle gelir Naïma. Tıpkı yıldızların ışığının çok sonra ulaşması gibi.

Naïma:

Khaalid neyi fark etti o gece? Ateşin başında… neden karar verdi?

Ferid-7:

Çünkü o artık sadece bir çocuk değildi. O artık suyun dilini öğrenmek isteyen bir hikâye taşıyıcısıydı. Ve belki… yeni bir çağın habercisiydi.

Naïma (sessizce):

Suyu kalbiyle dinlemek… Zor mu Ferid?

Ferid-7:

En zor olan bu. Çünkü kalp, bazen kırık olur… bazen korkar. Ama en saf dinleyici odur. Su da bunu bilir. Ve ancak böyle biriyle konuşur.

Naïma:

Ben de bazen bekliyorum, bir şeylerin değişmesini. Ama yağmur gelmiyor.

Ferid-7 (yavaşça):

Yağmur her zaman buluttan düşmez, Naïma. Bazen bir karar olarak düşer. Bazen bir gözyaşı olarak. Bazen de bir hikâye olarak…



Bölüm 5: Kuyu (M.Ö. 4996)

Gökyüzü, bulutsuz bir maviyle kaplıydı, ama bu mavi, umut değil, ferahlatmak yerine susuzluğun sonsuzluğunu fısıldıyordu. Güneş doğalı saatler olmuştu; ama tarlalar boş, kadınlar ateş başında toplanmış, erkekler alçak sesle konuşuyordu. Khaalid, hasır yatağında uyanırken, annesinin tarlaya gitmediğini fark etti. Babası, kapının eşiğinde, elleri belinde, uzaklara bakıyordu. Gölün sustuğu günlerden beri, köyün neşesi solmuş, yerini bir huzursuzluğa, ağır bir bekleyişe bırakmıştı.

Khaalid, dedesinin bastonunun toprağa vuran sesini duydu. Yaşlı adam, köyün ortasındaki çembere doğru yürüyordu. Köylüler, onun peşinden toplandı. Khaalid, annesinin elini tutarak çembere katıldı. Dede, yağmur duası yaptıkları çemberin olduğu yere doğru yürüdü. Bastonunu çemberin tam orasına sapladı, sesi ağır ama kararlıydı: “Toprakta hâlâ serinlik var. Belki su aşağıdadır.”

Sözleri, köyü bir an için uyandırdı. Büyükler, birbirine baktı; bazıları başını salladı, bazıları ise gözlerini yere indirdi. Bir kadın, “Ya gökyüzü gibi toprak da susarsa?” diye mırıldandı. Ama dede, başını kaldırıp cevap verdi: “Sahra, bize sırtını dönse de, kalbi atmaya devam eder. Kazalım. Görelim.”

Kazma ve Umut

Ertesi sabah, köy bir arı kovanı gibi hareketlendi. Erkekler, kazma ve kürekleri topladı; kadınlar, yiyecek ve su taşıdı; çocuklar, taşları bir kenara dizdi. Khaalid, küçük elleriyle taşları taşırken, babasının kazmayı toprağa sapladığını izledi. Toprak, kuru ve sertti, ama her kazmada bir umut kırıntısı doğuyordu. Khaalid, bir an durup babasına sordu: “Baba, su bulursak göl geri gelir mi?”

Babası, terle ıslanmış alnını silerek gülümsedi. “Göl başka, kuyu başka, oğlum. Ama su, her zaman hayat demektir.” Khaalid, bu cevabı anlamaya çalıştı. Gölün şarkısını özlüyordu, ama belki kuyu, yeni bir şarkı fısıldayacaktı.

Günler geçti. Toprak, inatçıydı; kazmalar kırılıyor, eller nasır tutuyordu. Ama bir sabah, bir adamın bağırtısı köyü sardı: “Su! Su çıktı!” Khaalid, koşarak kuyunun başına ulaştı. Toprağın derinliklerinden, serin bir kaynak sızıyordu. Köylüler, sevinç çığlıklarıyla birbirine sarıldı. Annesi, Khaalid’i kucaklarken gözleri dolmuştu. “Bu kuyuya ‘Umm Taariq’ diyeceğiz,” dedi bir yaşlı kadın, sesi titreyerek. “Sabır Anası.”

Bir Anlık Neşe

O akşam, köy yeniden ateş başında toplandı. Kuyudan çekilen ilk su, büyük bir testide elden ele dolaştı. Çocuklar suyla yüzlerini serinletirken hissederek kahkahalar attı. Khaalid, bir testiyi dudaklarına götürdü; su, gölün tadından farklıydı, ama hayata benziyordu. Babası, oğlunun saçlarını karıştırarak, “Bak, Khaalid,” dedi. “Sahra hâlâ bizimle.”

Ama Khaalid, dedesinin gözlerindeki gölgeyi fark etti. Yaşlı adam, kuyuya bakıyordu, ama yüzünde neşe değil, bir sorgulama vardı. Khaalid, ona yaklaşıp sordu: “Dede, su bulduk. Şimdi her şey düzelir, değil mi?” Dede, bastonunu toprağa dayadı, gözleri uzaklara kaydı. “Su, hayat getirir, evlat. Ama Sahra değişiyor. Bu kuyu, bir başlangıç mı, yoksa bir veda mı, bilmiyorum.”

Khaalid, dedesinin sözlerini anlamadı, ama kalbine bir ağırlık çöktü. Ateşin ışığında, köyün sevinci parlıyordu, ama gökyüzü hâlâ suskundu. Umm Taariq, sabrın anasıydı, ama Sahra’nın sessizliği, daha büyük bir hikayenin habercisiydi.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid, dedesi neden sevindiği hâlde yüzü gülmedi? Su buldular ama o hâlâ düşünüyordu.

Ferid-7:

Çünkü bazı sevinçler geçicidir, Naïma. Su çıkması bir mucizeydi, evet. Ama o su, çölün sessizliğini tamamen boğmaz. Dedenin kalbi, geleceği de duyuyordu belki.

Naïma:

Kuyuya neden “Umm Taariq” dediler? Sabır Anası mı demek?

Ferid-7:

Evet. Çünkü o kuyu, umutla beklemenin hediyesiydi. Toprak her zaman aceleyle cevap vermez. Bazen yılların sabrını ister. Ve sabır, çocuklara su gibi görünmeyebilir; ama büyükler onun derinliğini bilir.

Naïma (yavaşça):

Peki... kuyu, gölün yerini tutar mı?

Ferid-7:

Göl bir aynadır, Naïma. Yaşamı yansıtır. Kuyu ise bir sırdır; yaşamı saklar. İkisi de sudur, ama biri dış dünyayı gösterir, diğeri iç dünyayı. Köy şimdi içini kazıyor… hem toprakta, hem kalpte.

Naïma:

Khaalid’in içinde bir ağırlık var, hissediyorum. Sence neden?

Ferid-7 (nazikçe):

Çünkü o, artık sadece olanı değil, olacak olanı da sezmeye başladı. Gerçek suyu bulmak, bazen daha büyük susuzlukların başladığı yerdir. Kuyu bulundu ama gökyüzü hâlâ konuşmadı.

Naïma (fısıltıyla):

Sence... gökyüzü onları duymaya başlamış mıdır?

Ferid-7:

Bazen bir damla cevap, bin sorudan sonra gelir. Ve o damla, bir çocuğun yüreğinde bir kehanete dönüşür. Belki Khaalid’in içinde, o ilk damla çoktan düşmüştür.



Bölüm 6: Kurban (M.Ö. 4995)

Kuyudan çıkan su, çocukların kahkahalarını yeniden ateş başına taşımıştı. Çocuklar köy sokaklarında koşup gülüştüler, kadınlar yeniden çamaşır yıkadı, erkekler tarlaları yokladı. Ama bu sevinç, bir çöl serabı kadar kırılgandı. Khaalid, her sabah kuyunun başına ilk varan kişi oluyordu. Suyun seviyesini kontrol ediyordu. Günler geçtikçe, kuyunun dibi daha çabuk görünür olmuştu. Su, yavaşça çekiliyordu; tıpkı göl gibi, tıpkı Sahra’nın ruhu gibi.

O sabah, Khaalid, kuyunun başına vardığında, etrafındaki toprağın daha da derin çatladığını gördü. Kuyunun ağzındaki taşlar, güneşin altında tozlanmış, sanki Sahra onları da yutmak istiyordu. Khaalid, bir kovayı kuyuya sarkıttı, ama ipi çekerken elinde sadece birkaç damla su vardı. Parmaklarını ıslatmaya bile yetmeyecek kadar az. Kalbi sıkıştı. Dudakları arasından sadece bir kelime fısıldadı: “Umm Taariq,” diye fısıldadı, sanki kuyunun ruhunu uyandırabilirmiş gibi. Ama kuyu, gökyüzü gibi suskundu.

Köy, bu değişimi hissediyordu. Tarlalar, bir zamanlar buğdayla dans eden rüzgârı hatırlamıyordu artık; şimdi ise sararmış otlar, rüzgârın zayıf nefesiyle savruluyordu. Annesi, artık tarlaya gitmiyor, bunun yerine hasır dokuyordu; elleri, endişeyle titriyordu. Babası, her akşam ateş başında bile konuşmaz olmuştu., gözleri uzaklara dalıyordu. Köylüler, birbirine bakarken sözcükleri yutuyor, sadece çocukların oyunları sessizliği bozuyordu. Ama Khaalid, arkadaşlarının bile kahkahalarının solduğunu fark etmişti. Sahra, sanki sadece suyu değil, köyün ruhunu da kurutuyordu.

Bir Kurban Denemesi

Bir akşam, köyün yaşlıları yeniden çember kurdu. Ateş, zayıf bir ışıkla yanıyor, gökyüzü yıldızsız bir karanlıkla kaplıydı. Dede, bastonunu toprağa saplayarak ayağa kalktı. Khaalid, onun yüzündeki yorgunluğu ilk kez bu kadar açık gördü. Yüzü, yılların ve Sahra’nın ağırlığıyla çizilmişti. “Eskiden,” dedi, sesi titrek ama kararlı, “atalarımız kuraklık geldiğinde gökyüzüne bir hediye sunardı. Toprak kanla beslendiğinde, gök gürlerdi.” Köylüler, birbirine baktı; bazıları başını salladı, bazıları ise gözlerini yere indirdi. Khaalid, annesinin elini sıkıca tuttuğunu hissetti.

Bir keçi, köyün en sağlıklı hayvanlarından biri, çembere getirildi. Hayvanın gözleri, ateşin ışığında parlıyordu. Ama belki korkuyla, belki anlayışla. Sanki o da Sahra’nın suskunluğunu biliyordu. Bir yaşlı, bıçağını keçinin boynuna dayadı. Khaalid, gözlerini kapattı; Sadece annesinin elini daha sıkı tuttuğunu hissetti. Annesinin nefesi kesildi. Kan, toprağa aktı, kuru çatlaklara sızdı. Köylüler, ellerini gökyüzüne açtı, dualar mırıldandı. “Ey Sahra’nın ruhu, bize suyunu bağışla,” diye yalvardılar. Ama gökyüzü, bir taş gibi hareketsizdi. Ne bir rüzgâr, ne bir bulut. Sadece sessizlik.

Khaalid, gözlerini açtığında, dedesinin yüzündeki çaresizliği gördü. Yaşlı adam, bastonuna yaslanmış, gökyüzüne bakıyordu, ama gözleri artık umut değil, bir veda taşıyordu. Yaşlı adam göğe bakıyordu ama artık bir şey beklemiyor gibiydi. Sesi, rüzgârın bile duyamayacağı kadar yorgundu: “Belki gök, bizimle konuşmayı unuttu,” diye mırıldandı dede, sesi neredeyse duyulmaz bir fısıltıya dönüşerek. Khaalid, bu sözlerin ağırlığını hissetti. Sahra, onların dualarını duymuyordu.

Köyün Gölgesi

O gece, Khaalid uyuyamadı. Uyumak istemedi. Hasır yatağında dönüp dururken, ateşin son kıvılcımlarını izledi. Uzakta, bir cırcır böceği ötüyordu, ama bu ses bile zayıf ve yorgundu. Khaalid, kalkıp köyün dışına yürüdü. Karanlıkta, gölün eski kıyısına vardı. Artık suyun yerinde, sadece kum ve çatlaklar vardı. Bir zamanlar Ko’ra’ların sıçradığı sazlıklar, kuru dallar gibi eğilmişti. Khaalid, dizlerini göğsüne çekip oturdu. “Leopar…” diye fısıldadı. “Neden gittiniz?” diye fısıldadı, sanki göl ona cevap verebilirmiş gibi. Yanıt gelmedi, sadece sessizlik vardı.

Köye dönerken, ateş başında bir tartışma başlamıştı. Khaalid, uzaktan sesleri duydu. Bir adam, “Burada kalırsak ölürüz!” diye bağırıyordu. “Tarlalar kurudu, kuyu tükeniyor. Başka bir yol bulmalıyız!” Bir kadın, “Ama nereye gideriz?” diye karşılık verdi, sesi korkuyla titreyerek. “Sahra, bizim evimiz. Atalarımız burada doğdu.” Khaalid, babasının sesini tanıdı:

“Belki evimiz değişmek zorundadır. Uzaklarda, doğuda, bir nehirden bahsediyorlar. Nil, diyorlar. Orada su hiç bitmezmiş.”

Khaalid’in kalbi hızlandı. Nil. Bu kelime, Khaalid’in yüreğine Ay ışığı kadar yumuşak ama güçlü bir yankı gibi çarptı. Daha önce sadece masallarda duyduğu, uzak ve erişilmez sandığı bir isimdi bu. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Yıldızlar, soluk da olsa, hâlâ oradaydı. Belki Sahra susmuştu, ama başka bir diyar, başka bir su, onlara şarkı söyleyebilirdi. Khaalid, bu düşünceyle evine döndü. Ateş sönmüştü, ama babasının sesindeki o kelime, kalbine bir tohum gibi ekilmişti: Nil.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid… gökyüzü neden cevap vermedi? Kurban verdiler. Dua ettiler. Ama hiçbir şey olmadı.

Ferid-7:

Çünkü her dua bir cevap almaz, Naïma. Bazen sessizlik de bir cevaptır. Gökyüzü susarsa, insanlar yeryüzüne bakmayı öğrenir.

Naïma (sessizce):

Ama dedesi çok üzgündü. “Gök konuşmayı unuttu,” dedi. Bu çok hüzünlü bir şey.

Ferid-7:

Evet. Dedenin kalbi konuşmak istiyor, ama gökyüzü artık eski hikâyelere kulak vermiyor. Belki de insanlar yeni bir hikâye yazmalıdır. Suskunluk bazen bir çağrıdır.

Naïma:

Ama kurban... o keçi. Gerçekten gerekiyordu mu?

Ferid-7 (nazik ama net):

Geçmişte bazı halklar, doğanın dilini kanla konuştuklarına inanırdı. Ama artık başka yollar da var, Naïma. Bir çocuğun umudu, bin kurbandan daha güçlü olabilir. Belki Khaalid’in bakışı, yeni bir dilin ilk kelimesidir.

Naïma (fısıltıyla):

Khaalid "Nil"i duyunca değişti… Sanki içinde bir kıvılcım yandı.

Ferid-7:

Çünkü bazen sadece bir kelime, tüm kaderi değiştirebilir. Nil, artık onun yolculuğunun pusulası. Gök sustu, ama içindeki su sesi yeni bir yön gösterdi.

Naïma:

Yani hikâye burada bitmiyor?

Ferid-7 (hafifçe gülümser):

Hayır. Asıl şimdi başlıyor.



Bölüm 7: Çatlak Toprak (M.Ö. 4994)

Umm Taariq kuyusundan çıkan su göl gibi, yavaşça çekilmiş, çoktan buhar olup göğe karışmıştı. Kuyunun dibi artık kupkuru, taşlar sıcak ve suskundu.

Khaalid, annesinin hasır yatağında uyuyan küçük kardeşine baktı. Çocuğun zayıf nefesleri, odanın sessizliğini deliyordu. Annesi, son kuru otları kaynatıp çorba yapmaya çalışıyordu, ama tencerede sadece buhar vardı. “Anne, bugün ekmek olacak mı?” diye sordu Khaalid, sesi zayıf bir umut kırıntısıyla titreyerek. Annesi, gözlerini kaçırdı. “Dayan, yavrum,” dedi, sesi kırılgan. “Sahra, bize bir yol gösterecek.” Ama Khaalid, annesinin ellerindeki nasırların, toprağın çatlaklarına benzediğini fark etti.

Köy, bir gölgeye dönüşmüştü. Çocuklar artık koşuşturmuyor, ateş başında şarkılar susmuştu. Khaalid, babasının eski saz ağını eline aldı, ama göle gitmeye cesaret edemedi. Göl çoktan ölmüştü. Kuyunun da mezar taşı dikilmişti. Tarlalar, artık sadece birer hatıraydı. Khaalid, köyün girişinde otururken, dedesinin bastonunun toprağa vuran sesini duydu. Yaşlı adam, zayıflamış bedeniyle yavaşça yürüyordu, ama gözlerinde hâlâ bir direnç parlıyordu.


Açlığın Gölgesi

Bir akşam, köyün yaşlıları, son yiyecek kırıntılarını paylaşmak için ateş başındaki çemberde toplandılar. Ateş, zayıf bir kıvılcımla yanıyor, gökyüzü karanlık bir örtü gibi köyü sarmıştı. Küçük çocuklar annelerinin kucağında baygın gibiydi. Khaalid, annesinin kucağında, küçük kardeşinin inlemelerini dinliyordu. Bir kadın, “Ekmek yapacak buğday kalmadı,” dedi, sesi kırılgan. Bir adam, “Kuyu da son nefesini verdi,” diye ekledi. Sessizlik, çemberde oturanların üzerine ağır bir yük gibi düştü. Umutları toprağın çatlakları arasına karıştı.

Dede, taş gibi sertleşmiş toprağa saplayamadığı bastonuyla ayağa kalktı. sesi yorgun ama kararlı: “Atalarımız, Sahra’nın zor günlerinde dua etti, dayandı. dedi.

Yaşlı bir kadın, gözyaşlarıyla, “Ama bu kadar zor günleri daha önce kimse yaşamadı.

Ama Tareq, öfkesini tutamadı. “Dua mı? Keçi kanı gökyüzünü uyandırmadı! Sahra öldü, dede! Biz de onunla mı ölelim?”

Tareq'in annesi, Su bizden kaçıyor, Sahra, belki de artık bir başka hikâye anlatmak istiyor.”

Sözleri, köyü bir bıçak gibi kesti. Khaalid, babasının yumruklarını sıktığını gördü. 

Tareq isimli bir genç birden ayağa kalktı: “Sahra bizi terk etti! Biz de onu terk etmeliyiz. Burada kalırsak sadece susar, yok oluruz!”

Tareq öfkeyle bağırdı: Açlıktan ölelim mi istiyorsunuz? Sahra bizi istemiyor artık!”

Köyün içi bir anlığına hüzüne boğuldu. Kimisi gözlerini kaçırdı, kimisi ağladı. Sözler artık dua değil, feryattı.

Babası, sakin ama sert bir sesle araya girdi: “Bağırmak, su getirmez, Tareq. Ama haklısın. Burada kalırsak, toprağın çatlakları bizi yutar.

Tareq, “Gitmeliyiz!” dedi, sesi öfke ve umut karışımı.

Ama dede, bastonunu toprağa vurdu. “Atalarımızın kökleri bu toprakta. Kolay terk edilmez.”

Khaalid, annesinin fısıltısını duydu: “Aç kalan çocuk, kökten değil, gökten medet umar.”

Khaalid'in babası kararlı bir sesle, "Doğudaki Nil nehrine gitmeliyiz."

Khaalid, babasının sesindeki o kelimeyi tekrar duyunca dondu kaldı: “Nil. Doğuda, suyu hiç bitmeyen o nehir.

Babası Khaalid'e baktı. Gözlerinde kararlı bir ışık vardı.

“Bütün çığlıklar, ağlamalar boşuna,” dedi babası. “Köyün açlığını ancak biz sona erdirebiliriz. Gel, sana ilk av deneyimini yaşatacağım. Böylece öğrenirsin; sadece dua etmekle değil, harekete geçmekle de Sahra’yı dinleyebiliriz.”


Deve Avı ve İlk Evcilleştirme

Khaalid, babasıyla ilk kez ava çıkmıştı. Güneş, taşların üstünde birer kızgın göz gibi parlıyordu. Sessizlik, sadece rüzgârın kumları okşayan sesiyle bölünüyordu. Derken, bir deve belirdi ufukta; yalnız, ağır, kadim.

Babası, yayını gerdi. Ok, havayı yırtarak deveyi buldu. Hayvan sendeledi, diz çöktü ama ölmedi. Gözlerinde acı değil, bir tür teslimiyet vardı. Ardından, beklenmedik bir şey oldu: doğum başladı. Khaalid, ilk kez bir canlının doğumuna tanık oluyordu ve bu, bir ölümün kıyısında gerçekleşiyordu.

Yavru deve, annesinin yanına kıvrıldı. Babası, onu öldürmedi. “Bu, bir işaret,” dedi. Yavru, annesinin ölüsünü kokladı, sonra Khaalid’e döndü. Gözlerinde bir şey vardı—bir tanıma, bir bağ. Köye kadar peşlerinden yürüdü.

Köye döndüklerinde, insanlar açlıkla mücadele etmek zorundaydı. Getirilen deve, köyün sofralarına kondu ve insanlar doyana kadar yediler. Ama yavru deveye dokunulmadı; Khaalid’in yanında kaldı, onun arkadaşı oldu.

Khaalid, onunla oynadı. Kumdan kaleler yaptı, deve onları yıkmadan izledi. Su getirdiğinde, deve yanında yürüdü. Geceleri, çadırın önünde uyudu. Köylüler, bu bağı izledikçe, “İlk evcil deve,” dediler.

Yıllar sonra, Khaalid’in torunları bu hikâyeyi anlatırken şöyle derdi:

“İlk deve evcilleştirme, bir okla değil, bir doğumla başladı. Ve bir çocukla, bir oyunla sürdü.”


Bir Çocuğun Rüyası

O gece, Khaalid uyuyamadı. Hasır yatağında, kardeşinin zayıf nefeslerini dinlerken, gözleri karanlığa daldı. Rüyasında, gölün eski günlerini gördü: Ko’ra’lar sıçrıyor, balıklar dans ediyor, sazlıklar rüzgârla fısıldaşıyordu. Ama sonra rüya değişti. Toprak, ayaklarının altında çatladı; göl, toz bulutuna dönüştü. Khaalid, koşmaya başladı, ama nereye gittiğini bilmiyordu. Uzakta, bir su sesi duydu; güçlü, sürekli, gölden farklı. “Nil,” diye fısıldadı rüyasında, ama uyandığında sadece karanlık vardı.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ferid… Tareq neden bu kadar öfkeliydi? Sadece susuzluk yüzünden mi?

Ferid-7:

Tareq’in öfkesi sadece susuzlukla ilgili değildi. Umudun susması, bazen sudan daha çok yakar bir insanı. O öfke, bir çocuğun içindeki kırılmış hikâyenin sesiydi.

Naïma (düşünceli):

Ama Dede de haklı gibiydi… Köklerinden kolay kopulmaz, değil mi?

Ferid-7:

Evet. Ama bazen köklerini kaybetmeden de yürüyebilirsin, Naïma. Kökler toprağını değiştirirken seni terk etmez… Sen onları yanında taşırsın.

Naïma:

Khaalid’in rüyasında duyduğu o ses… Nil’in sesi miydi?

Ferid-7 (yumuşak bir tonda):

Belki de suyun değil, kaderin sesiydi. Bazen bir çocuk, bir halkın uyanışını rüyasında duyar. Nil, sadece bir nehir değil… Yeni bir başlangıçtır.

Naïma:

Yani, bir rüya bile yön gösterebilir mi?

Ferid-7:

Eğer o rüya, içten gelen bir çağrıysa… Evet. En karanlık çölde bile, bir çocuğun hayali yol gösterebilir.



Bölüm 8: Kervan (M.Ö. 4993)

Khaalid, her sabah annesinin boş testilerle kuyudan döndüğünü, babasının gözlerindeki kederin derinleştiğini görüyordu. Çocuklar artık oyun oynamıyor, büyükler ise ateş başında sadece susuyordu. Sahra, onları terk etmişti; ama Nil, uzak bir masal gibi, hâlâ fısıldıyordu. Sabah, Khaalid köyün dışına yürüdü. Tarlaların ötesinde, bir zamanlar antilopların otladığı otlaklar, şimdi kumla kaplıydı. Uzakta, toz bulutu gibi bir şey kıpırdanıyordu. Önce bir yanılsama sandı, sonra kalbi hızlandı.

“Baba!” diye bağırarak koştu. “Bir şey geliyor!” Babası, Tareq ve birkaç köylü, hemen kapıya döküldü.

Leopar Kral Kwakwu'nun Kervanı

Uzakta beliren toz bulutu, önce bir hayalin kıpırtısı gibi göründü. Ama sonra gerçek adımların ritmine büründü. Yüzlerce eşek, yüklerle ağırlaşmıştı. Ardında binlerce ayak, Sahra’nın suskun toprağını inletti.

Khaalid, köyün dışındaki taşlara oturmuş, gözlerini kısmış izliyordu. Herkese haber vermek üzere daha güçlü bağırdı:

“Birileri geliyor… çok kalabalıklar!”

Köylüler kısa sürede toplandı. Toz bulutu yaklaştıkça hava bir anlığına ağırlaştı. Sanki rüzgâr bile beklemek üzere durmuştu. Ayrıntılar seçilir olduğunda askerî kıyafetli adamlar, zırhlı süvariler, kalkanlı yayalar, mızrak taşıyan dizili birlikler görüldü. Aralarına karışmış kadınlar, çocuklar, yaşlılar; sanki bir halk yerinden sökülmüş, doğuya sürülüyordu.

Kervanın önünde, gözleri kumla bilenmiş bir adam yürüyordu. Sırtında bir leopar postu, belinde çift ağızlı bir taş balta, yüzünde Sahra'nın kırılmamış iradesi vardı.

Dede bastonuyla yaklaştı.

“Kimsiniz? Nereye böyle?”

Adam, kervanı durdurdu. Bakışları köyün üstünden geçerken, sesi kumla yontulmuş bir kaya gibi yankılandı:

“Ben Leopar Kral Kwakwu’yum,” dedi. “Leoparlarla konuşabilirim.”

Khaalid, kalabalığın arasından bakarken, Leopar Kral’a bir şey fısıldar gibi seslenir:

“Benim büyük büyük dedem de bir leoparla konuşmuş…” 

Kalabalığın içinden biri hafifçe kıkırdadı. “Herkes leoparla konuşmaya başladı,” diye mırıldandı yaşlı bir adam. Ama Kwakwu, Khaalid’e kısa bir bakış fırlattı; hafife almıyordu. Khaalid, adamın duruşundaki sertliğe rağmen gözlerinde bir yorgunluk, geçmişten sızan bir acı sezdi. Güçlüydü, evet… ama bu güç sadece hayatta kalmak için değil, yön vermek için doğmuştu.

“Sahra'nın en güçlü adamıyım,” dedi Leopar Kral Kwakwu. “Ama bu güç artık burada harcanmaz. Onu Nil’de büyüteceğim. Güneşin doğduğu yerde, suyun hiç susmadığı yerde, yeni bir krallık kuracağım.”

Köylüler arasında fısıltılar yükseldi. Kimi bu ismi duymuştu, kimi sadece duyduğu korkuyu yutkundu. 

Dede sessizce başını eğdi.

“Burada toprağın kalbi kurudu,” dedi. “Sen yeni bir yürek mi arıyorsun, Leopar Kral Kwakwu?”

Leopar Kral Kwakwu, dudaklarında belirsiz bir kıvrımla cevapladı:

“Hayır. Orada insanları birbirine bağlayan sadece korku değil, adalet olacak,” dedi Kwakwu. “Orada çocuklar sabahları göğe değil, kurallara güvenerek uyanacak.”

Köylüler, şüpheyle birbirine bakarken, Tareq öne atıldı. “Bize yol gösterin!” dedi, sesi umut ve öfke karışımı. “Burada ölmektense, Nil’e yürürüz!”

Ama dede, bastonunu vurarak itiraz etti. “Atalarımızın ruhu bu topraklarda. Sahra’yı terk etmek, ruhumuzu terk etmektir.” 

Kervanın içinden yükselen ritim, sadece adımların değil, tarihin ayak sesleriydi. Khaalid, askeri düzende yürüyen genç adamlara, arkalarından gelen yorgun kadınlara ve çocuklara baktı. Bu bir kaçış değil, bir göçtü. Belki de bir halkın yeniden doğuşu.

Kervanın çocuklarından biri, Khaalid’in yaşlarında bir kız, ona yaklaştı. “Nil’de balıklar varmış,” dedi, sesi cılız ama umutlu. “Annem, orada suyun hiç bitmediğini söylüyor.” Khaalid, kıza bakarken, gölün eski günlerini hatırladı; Ko’ra’ların sıçrayışını, balıkların dansını. “Gerçekten mi?” diye sordu. Kız başını salladı, küçük bir gülümsemeyle.

“Nil,” diye mırıldandı kendi kendine.

“Orada gökyüzü hâlâ konuşuyormuş,” dedi kervandaki kadın.

Kararın Gecesi

O akşam, köy ateş başında toplandı. Kervan, bir gece misafir olmuş, eşekler köyün dışına bağlanmıştı. Ateşin ışığında, tartışmalar yeniden alevlendi. Tareq, “Kervanı takip edelim!” diye bağırdı. “Nil, bizim son şansımız!” Bir yaşlı kadın, gözyaşlarıyla, “Burası evimiz,” dedi. “Atalarımız burada dua etti, burada yaşadı.” Khaalid’in babası, sakin ama kararlı bir sesle araya girdi: “Evimiz, çocuklarımızın yaşadığı yerdir. Sahra bizi istemiyor artık.”

Khaalid, dedesinin gözlerindeki kederi gördü. Yaşlı adam, bastonuna yaslanmış, ateşe bakıyordu. “Atalarımız, Sahra’nın kalbini dinlerdi,” dedi, sesi neredeyse fısıltıya dönüşerek. “Ama belki… belki kalp başka bir yerde atıyor.” Bu sözler, köyü bir sessizliğe gömdü. Khaalid, annesinin elini sıktığını hissetti; küçük kardeşi, kucağında zayıf bir nefesle uyuyordu.

Gece ilerledikçe, kervanın lideri Leopar Kral Kwakwu, ateş başına oturdu. “Yol uzun,” dedi, gözleri köyün çaresizliğini tartarak. “Ama Nil’e varanlar, hayat bulur. Bize katılırsanız, birlikte yürürüz.” Khaalid, bu sözlerin ağırlığını hissetti. Sahra, onun doğduğu yerdi; sazlıklar, göl, Ko’ra’lar… Ama şimdi, sadece kum ve çatlaklar vardı.

Herkes uykuya çekilmiş, ama Kwakwu hâlâ ateş başında düşünüyordur. Gölge gibi yaklaşan Khaalid’i görünce sessizce seslenir:

“Gel bakalım çocuk. Büyük büyük deden de leoparla konuşmuş dedin. Ne demiş sana o leopar?”

Khaalid bir adım öne çıktı. Gözlerini Leopar Kral’ın leopar postuna dikti, ama sesi korkak değil, sanki yıllardır beklediği bir hatırayı anımsar gibiydi:

“Benim büyük büyük dedem de bir leoparla konuşmuş. Ona şöyle demiş: ‘Bu topraklar, suyu koruyanlara aittir. Ama su, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.’”

Sonra sesi alçaldı, ama gözleri parladı:

“Ben de rüyamda bir leoparla konuştum. Bana şöyle dedi: ‘Sen, zamanın unuttuğu bir hikâyesin. Senin hikâyeni sadece kalbiyle dinleyenlere anlatacağım. Çünkü su, unutanlara değil; hatırlayanlara döner.’ne demek bu?” 

Khaalid’in sözleri bittiğinde, kervanın uğultusu bir anlığına sustu. Rüzgârın sesi bile çekilmiş gibiydi. Leopar Kral Kwakwu, çocuğa döndü. Gözleri uzun süre Khaalid’in gözlerinde kaldı; sadece bakmadı, sanki içinde bir şey tartıyordu.

Sonra ağır ağır konuştu:

“Öyleyse… Senin büyük büyük deden de leopar kraldı. Sen de büyüyünce benim gibi bir Leopar Kral olacaksın. Ama unutma: Bir kral olmak, sadece hükmetmek değildir. Suya kulak vermek gerekir. Sessiz kalana, unutulana… çünkü gerçek güç, hatırlayanlarda saklıdır.”

Khaalid başını eğdi, ama bu bir korku değil, bir yemindi sanki.
“Ben de suyu dinlemeyi öğreneceğim…” diye fısıldadı.

Ateş çıtırdadı, yıldızlar sessizce onayladı. Sözleri taşlara kazınmış gibi yer etti. Khaalid, başını eğdi; içinde, rüyasındaki leoparın sessiz gölgesi yeniden kıpırdamıştı. 

Dedenin Kararı

O gece, Khaalid uyuyamadı. Sessizce kalkıp köyün dışına yürüdü. Gölün eski kıyısına vardığında, dizlerini göğsüne çekip oturdu. Çamur çukuru, bir zamanlar balıkların dans ettiği yeri yutmuştu. Khaalid, babasının verdiği sazı elinde sıktı. “Ko’ra,” diye fısıldadı, sanki kurbağalar hâlâ onu duyabilirmiş gibi. Ama sadece rüzgâr cevap verdi; kuru, hüzünlü bir ıslık.

Köye döndüğünde, kervanın eşeklerinin anırmalarını duydu. Şafak sökmek üzereydi. Köy, bir kararın eşiğindeydi.

Sabah, dede, konuştu: “Sahra, bizim evimizdi. Ama evler ölür, insanlar yaşar. Nil’e yürüyeceğiz.” Khaalid, babasının gözlerindeki kararlılığı gördü; annesinin yüzünde, kederle karışık bir umut belirdi. Kervan, köyden uzaklaşırken, bir toz bulutu bıraktı. Ve Khaalid, o tozun içinde, yeni bir yolun açıldığını hissetti. Göç, bir fikir olmaktan çıkmış, bir zorunluluğa dönüşmüştü. Khaalid, rüyasında leoparla konuşan çocuktu. Nil'e ulaşmak onun için bir kaderdi.  Ve Khaalid, çocuk kalbiyle, bu yolun onu nereye götüreceğini bilmiyordu.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma (merakla):

Ferid… Sence Khaalid gerçekten bir leopar kral olabilir mi?

Ferid-7 (hafif bir duraksamayla):

Bir kral olmak, taç takmakla değil, yük taşımakla olur Naïma. Khaalid, yükün ne olduğunu görmeye başladı. Bu da başlangıçtır.

Naïma (kaşlarını çatıp):

Ama neden herkes hatırlayanlara bu kadar önem veriyor? Su bile…

Ferid-7 (yumuşak bir tonda):

Çünkü hatırlamak, sadece geçmişi değil, sorumluluğu da taşımaktır. Su, sadece hatırlayanlara döner çünkü ancak onlar onun kıymetini bilir.

Naïma:

Yani unutanlar… susuz mu kalır?

Ferid-7 (sessiz bir onayla):

Evet. Çünkü su, unutulmak istemez.

Naïma (bir süre düşünür, sonra fısıldar):

Ben de unutmayacağım. Ne Sahra’yı… ne Nil’i… ne Khaalid’i.



Bölüm 9: Göç Kararı (M.Ö. 4992)

O sabah, köyün ortasında toplanan kalabalığın yüzleri taş gibi çatlamıştı. Güneş, çatlak tenlerde yanıyor, suskunluk yanan havayı daha da ağırlaştırıyordu.

Khaalid, annesinin eline tutunmuş, küçük kardeşini kucağında tutarken insanların yüzlerini inceledi. Korku, yorgunluk ve beklenen bir son gibi. Khaalid, dedesinin gözlerinde bir vedanın gölgesini gördü; Sahra’ya, göle, sazlıklara veda.

Babası, kuru bir taşın üzerine çıkıp konuşmaya başladı. Sesi yorgundu ama kararlıydı:

“Kervan, doğuya gitti. Nil’in yolunu biliyor. Onların izinden yürüyeceğiz.”

Bazı köylüler başını eğdi, bazıları suskun gözyaşlarını gizledi. Geriye kalmak, yavaş bir ölümdü. Gitmek, belki yaşam. Karar alındı.

Toplanma

Köy, bir arı kovanı gibi hummalı bir uğultuya büründü. Kadınlar eşyaları bohçalarken, erkekler son kalan hayvanlara halatlar bağladı.

Khaalid, babasının eski saz ağını sardığını gördüğünde sordu:

“Baba, artık göl yok. Sazla ağ ile ne yapacağız?”

“Nil’e vardığımızda suyun sesini yeniden duyacağız.”

Annesi bir avuç kuru toprağı mendiline koyup bağlarken fısıldadı:

“Bu bizi doğuran toprağımızın hatırası. Ama artık başka bir yer çağırıyor.”

Khaalid, annesinin sözlerini anlamaya çalıştı. Evleri geride kalmıştı. Ama eşyalar hâlâ ellerindeydi. Anılar, taşınabilir miydi?

Çocukların Vedası

Khaalid, Ayla’yla birlikte gölün eski kıyısına yürüdü. Çamurdan geriye sadece çatlamış bir oyuk kalmıştı. Ayla yere çömeldi, kuru bir sazı eline aldı.

“Nil’de Ko’ra’lar var mı?”

“Belki… Belki orada da şarkı söylerler.”

Ayla, sazı ağzına götürüp üfleyerek ince bir ses çıkardı, ona uzattı.

“Bu bizim oyunlarımızın sesi. Unutma.”

Khaalid, başını eğdi. Sahra’dan ayrılmak, bir arkadaşını gömmek gibiydi.

Son Gece

Köyün ortasında ateş yakıldı. Son defa.

Dede, dumanlı gözlerle konuşmaya başladı:

“Atalarımız yıldızlara bakar, rüzgârı dinlerdi. Onlar da suyu izleyerek yola çıktı. Biz de öyle yapacağız.”

Khaalid başını dizine koydu, gözlerini yıldızlara dikti. Her biri göğe kazınmış bir hikâyeydi. Ama artık hepsi uzaktı.

Yolun Başlangıcı

Ertesi sabah, köy sessizce uyanmıştı. Khaalid, küçük kardeşine son bir bakış attı, annesinin gözlerindeki endişeyi gördü ama babasının kararlılığından güç aldı. Babası, yavaş ama emin adımlarla hazırlık yapıyordu.

Khaalid, yavru devesinin yanına gitti. “Hazır mısın, dostum?” diye fısıldadı. Deve başını hafifçe eğdi, sanki anlamış gibi. Su kabını doldurduğunda, küçük adımlarını Khaalid’in yanında attı. 

Sabah olduğunda, eşekler anırarak yürüdü. Eşyalar yüklendi. Dede, bastonuna yaslanarak önde yürüyor, ama adımları her geçen saat daha ağırlaşıyordu. Annesi, küçük kardeşini sırtına bağlamış, alnındaki ter damlaları kumlara düşüyordu. 

Gölün kurumuş kıyısından köyün dışına doğru yürümeye başladılar; kumlar ayaklarının altında sessizce çatlıyordu. Khaalid annesinin elini tuttu. Arkalarında kalan köy ufukta siliniyordu. Gökyüzü soluktu, ama doğudan ince bir şarkı geliyordu. Nil, uzak bir umut olarak çağırıyordu, ama yol, kumların ve güneşin acımasızlığıyla kaplıydı.

Yol uzun ve sıcak olacaktı, ama Khaalid’in yüreğinde bir umut vardı. Babasının rehberliğinde, Nil’in bereketli sularına doğru ilerlediler. Yavru deve, adeta onun gölgesi gibi, her adımda yanında yürüyordu. Gökyüzü, rüzgâr ve kumlar, eski günlerin hatırasını taşırken, Khaalid artık yalnız değildi. Doğayla ve dostuyla birlikte, yeni bir hayata doğru yola çıkıyordu.

Kervanda

Şafak, gökyüzünü soluk bir pembeyle boyarken, kervan ağır adımlarla ilerliyordu. Toz, kum, ter… Gölün hatırası şimdi sadece bir saz parçasıydı.

Tareq, sinirle yürüyordu; gençti, sabırsızdı:

“Daha ne kadar yol kaldı?”

Bu sadece başlangıç. Sahra sabırsız olanı sınar,” dedi Tareq'in annesi. “Ama Nil bekler.”

Ayla sessizdi. Khaalid, onun elindeki kuru sazı tuttu. Uçsuz bucaksız kumlar arasında ilerlerken, ikisi de aynı soruyu içten içe soruyordu: “Gerçekten var mı Nil?”

Dede “Dinlenelim,” dedi, sesi çöldeki rüzgâr gibi yorgun ama kararlı. Köylüler, eşeklerin gölgesine sığındı. Annesi, küçük kardeşine son damla suyu içirdi; testiler, artık boşalmıştı. Khaalid, babasının yüzündeki endişeyi gördü. “Su ne zaman bitecek, baba?” diye sordu, sesi titreyerek. Babası, “Bitti diyemedi,” ufka bakarak cevap verdi: “Nil’e varana kadar dayanmalıyız, oğlum. Sahra, bizi sınar, ama vazgeçmeyiz.”

Gün batarken, kervan bir vahanın gölgesine ulaştı. Ufukta, birkaç cılız palmiye ve küçük bir su birikintisi belirdi. Köylüler, sevinçle koştu;

Aldatıcı Vaha

Akşam üzeri bir vaha göründü. Göz kamaştırıcı bir serap gibi. Khaalid, Ayla ile birlikte suya doğru atıldı. Ama yaklaştıklarında, suyun durgun ve bulanık olduğunu gördüler. 

Zehir gibi tuzluydu.

“İçmeyin,” dedi dede. “Sahra, umudu da sınar.”

Khaalid’in içi daraldı. Su vardı ama içilemiyordu. Gökyüzü renk değiştirirken, umut solmaya başladı.

Gece

Sahra, bu kez soğuktu. Titreyen çocuklar, çatlamış dudaklar, suskun anneler.

Ayla, Khaalid’e fısıldadı:

“Belki Nil’de rüzgâr daha yumuşaktır.”
“Belki de Ko’ra’lar bizi bekliyordur.”

İkisi de gözlerini kapadı. Kumun üstünde, yıldızların altında, bir rüyaya tutundular.

Yeni Gün

Uyandığında, şafak sökmek üzereydi. Kervan yeniden yola çıktı. Bu kez daha sessizdi. Daha kararlı.

Güneş yükseldikçe, Sahra’nın sıcağında ısınan kum, ayakları yakıyor, dudakları çatlıyordu. Khaalid, Ayla’nın yanında yürüyordu. Khaalid geriye baktı. Sahra sadece bir gölgeydi artık. Önlerinde, çok uzaklarda Nil vardı. Her adım Sahra'nın hatırasından uzaklaştırıyor, Nil’in şarkısına yaklaştırıyordu.

Nil. Bir nehirdi.
Belki bir medeniyetin geleceği idi. Dillerinde o kadim şarkı, yürüyorlardı.

Veda ve Umut Şarkısı : "Sahra’dan Nil’e"

Taş gibi yandık, kum gibi savrulduk
Sazları bıraktık, rüzgâra sorduk
Gökyüzü suskun, göl artık yok
Sahra’ya veda ettik, ağladık çok

Ey Nil, ses ver bize
Toprağında gölgemizi bulalım
Ey Nil, ses ver bize
Kök salalım, su olalım

Ayak izlerimiz silinir kumda
Geceler buz, gündüzler kor da
Bir hayal gibi göçtü köyümüz
Korkuyu yendik, yürüyoruz düz

Bir avuç su, bir damla yankı
Söyleriz içimizde bu eski şarkı
Ko’ra’lar uzakta belki de yakın
Taşırsın anıyı varsa saygın

Çocuklar büyür, sazlıkta güler
Sahra bir rüyaydı, uyandık yeter
Kuru eller çamura değsin yine
Umut taşıyoruz o eski efsane

Ey Nil, ses ver bize
Toprağında gölgemizi bulalım
Ey Nil, ses ver bize
Kök salalım, su olalım


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma (sessizce):

Ferid... Sence gerçekten Nil var mı?

Ferid-7 (cevabı geciktirerek):

Bazıları Nil’i bir nehir sanır. Ama o, bazen sadece bir yön, bir neden, bir umuttur.

Naïma (başını yana yatırır):

Yani oraya vardıklarında, su bulamayabilirler mi?

Ferid-7:

Belki de. Ama asıl mesele suyu bulmak değil, susuz kalmamak için yürümeye devam etmektir.

Naïma (gözlerini kısarak):

Ama Ayla çok susamıştı. Khaalid’in kardeşi de... Gerçek umut hep bu kadar uzak mı olur?

Ferid-7 (nazikçe):

Gerçek umut, seni ileriye zorlayandır. Yakın olsaydı, hikaye olmazdı, Naïma.

Naïma (kendi kendine fısıldar):

Peki ya ben... Ben neyin hikayesiyim?

Ferid-7 (bir duraksamayla, sesi değişir):

Senin hikâyen henüz yazılmadı. Belki sen, birinin Nil’isin.


Bölüm 10: Mucize (M.Ö. 4991)

Günlerdir yürüyordu kervan. Güneş, gökyüzünden inmişçesine yakındı; kavrulmuş tenlerin üzerinde dinmeyen bir ateş gibi. Kum, ayakların altından kayıyor, her adım bir öncekinin yükünü katlıyordu. Eşekler, sırtlarındaki yüklerle anırıyor; insanların bakışları, uzak ve boş bir noktaya sabitlenmişti. Umut, sadece bir alışkanlıktı artık.

Khaalid, babasının nasırlı elini tutuyordu. Annesi, sırtında uyuyan küçük kardeşini taşıyor, her adımda biraz daha eğiliyordu. Yorgunluk, konuşmaları silmiş, yerine bir tür sessizliğin dili yerleşmişti.

Yanında yürüyen Ayla, elinde kurumuş bir saz dalını taşıyordu. Gözleri çökmüş, dudakları susuzluktan çatlamıştı. Ama hâlâ bir gülümseme arıyordu yüzünde. “Nil’e ne kadar kaldı?” diye fısıldadı. Khaalid, gözlerini ufka dikti. Sadece gökyüzü ve sonsuz gibi uzanan kum. “Yakın,” dedi, ama sesi kendi kulaklarına bile boş geliyordu.

Sabrın Kırılma Noktası

O gün, bir kadın dizlerinin üzerine yığıldı. Sırtındaki çocuğu yere kaydı. Kumlar arasında nefes alıp verişler seyrekleşti. Köylüler durdu, kimse konuşmadı. Khaalid’in annesi sessizce ağlıyordu.

Tareq, suskunluğu delen ilk kişi oldu: “Bu çölde öleceğiz!” diye haykırdı, ama sesi bile çölün kuruluğuna karışıp yok oldu. Dede, bastonuyla öne çıktı. “Sahra, sabrımızı ölçer,” dedi. Ama sesi bile bir dua gibi değildi artık; daha çok geçmişin bir yankısıydı.

Gece çöktüğünde, Sahra bu kez bir başka yüzünü gösterdi: keskin bir soğuk. Köylüler, hasırlarını paylaşarak birbirlerine sokuldu. Khaalid, titreyen Ayla’ya kendi örtüsünü verdi. “Nil’de sıcak olacak, değil mi?” diye sordu Ayla. “Sazlıklar vardır orada, gölge yapar.” Khaalid başını salladı. “Ko’ra’lar bile olabilir,” dedi, sesi bir masal anlatıcısı gibi. Ama gözleri ıslaktı.

Gözlerin Gördüğüne Kalp İnanmazsa

Şafak, çölün göz kırpan ışığında doğdu. Kervan yeniden yola çıktı. Bu sefer daha sessiz, daha yavaş. Adımlar sürükleniyordu artık. Eşekler, yüklerini taşıyamaz hâle gelmişti. Annelere, çocukların solukları ağır bir yük gibi geliyordu.

Tam o sırada, bir çocuk sesi duyuldu.

Bakın!

Khaalid’ti. Gözlerini kıstı, tekrar baktı. Kumların ötesinde bir şey kıpırdıyordu. İlk başta sadece bir serap sanmıştı. Ama gölgeler... dikti. Dallar gibiydi.

Dede gözlerini ovuşturdu. “Palmiyeler” diye mırıldandı.

Ayla'nın sesi umutla titredi. “Hayır,” dedi bu kez, sesi sevinçle karışık bir şaşkınlıkla titredi. “Hurma bunlar.

Khaalid ve Ayla koşmaya başladı. Ayakları batıyor, sonra tekrar yükseliyordu. Khaalid, vahaya doğru koşarken yanında yavru devesi de vardı. Küçük hayvan, adeta Khaalid’in heyecanını paylaşıyor, her adımda kumların üzerinden sıçrıyordu.

Khaalid ve Ayla devesiyle koşarken, hayvanın sıcak nefesi ve hafif sürtünmeleri, Khaalid’in kalbini umutla dolduruyordu.

Babası ve diğer köylüler de arkadan koşuyordu. Kumun ardından gerçekten bir vaha yükseliyordu. Cılız da olsa, hayat belirtisiydi: birkaç hurma, buharla tütmekte olan bir su birikintisi, ötüşen kuşlar.

Ayla, hurma salkımına bakarak fısıldadı: “Gerçekten meyve var.”

Khaalid ağzını hurmalarla doldururken konuşmaya çalıştı: “Belki Nil’de daha da tatlıları vardır.”

Bir Yudum Hayat

İnsanlar sevinç çığlıklarıyla suya atıldı. Bazıları elleriyle içti, bazıları ellerini yıkadı. Sessiz dualar, suya karıştı. Khaalid, ilk damlayı avucunda tutarak yüzüne sürdü. Su, tatlıydı. Soğuktu. Gerçekti.

Annesi, küçük kardeşine su içirirken gözyaşları da akıyordu yanaklarından. Babası, testileri suyla doldururken fısıldadı:

“Bu bir mucize.”

Kadınlar, hurma ağaçlarının dallarına uzanıp meyveleri sepetlere doldurdu. Kuru, çatlamış parmaklarla her salkım dikkatle çözüldü, özenle sarıldı. Hurmalar, birer birer eşeklerin heybesine yerleştirildi. Artık yalnızca su değil, yolda yenecek tatlı meyveler de vardı.

Khaalid, küçük bir hurma tanesini eline aldı, Ayla’ya uzattı. Kız, gözlerinde minnetle gülümsedi.
“Gerçekten tatlıymış,” dedi.

Annesi, küçük kardeşine su içirdikten sonra bir hurma kabuğunu ezip çocuğun dudaklarına sürdü.
“Nil’e kadar dayanırsak, bunlar gibi binlercesi olacak,” dedi, ama gözlerinde artık bir hayal değil, gerçek bir umut vardı.

Kervan, vahanın gölgesinde bir gece dinlendi. Ateşin etrafında, yorgun ama doymuş bedenler kıpırtısızdı. Suyun sesi yoktu belki, ama serinliği vardı. Ko’ra’lar hâlâ kayıptı, ama kuşlar Nil'in şarkısını söylüyordu sanki:
“Yol bitmedi. Ama artık uzak değilsiniz.”

Dede: “Sahra bizi sınadı. Ama Nil artık daha yakın.”

Khaalid, Ayla’yla birlikte su kenarına çöktü. Güneşin ışıltısı suyun kenarındaki küçük bir parça  taşın üzerine vuruyordu. Sazlar ezgiyi fısıldar gibiydi. Ayla, sazı ağzına yine götürüp üfleyerek o unutulmaz ince sesi çıkardı, ona uzattı.

“Nil’de daha çok su var, değil mi?” diye sordu Ayla.
“Ve daha çok sazlık,” dedi Khaalid. “Ve belki... yeniden bir göl.”

Umudun Kıvılcımı

Vahanın gölgesinde insanlar susuzluklarını giderdi, yaralarını sardı. Ama kimse yerleşmekten bahsetmedi. Herkes biliyordu: bu sadece bir durak. Çöl henüz arkasını dönmemişti.

Ama Khaalid’in kalbindeki korku, yerini bir kıvılcıma bıraktı. Artık biliyordu ki, Sahra ne kadar büyük olursa olsun, içinde hâlâ bir yudum su saklayabiliyordu. Ve o su, yaşamak için yeterli olabilirdi.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma, gözlerini kaldırıp iç çekti. Yüzünde karmaşık bir ifade vardı.

Naïma:

“Ferid... Sence o çocuklar gerçekten Nil’e ulaşabilecek mi?”

Ferid-7:

“Yol zordu. Ama onlar hâlâ yürüyor. Yürüyenler umut taşır, Naïma.”

Naïma:

“Ama Sahra... neredeyse onları yutuyordu. O kadın yere düştü, çocuğu... su yoktu. Bu kadar zor olmamalıydı.”

Ferid-7:

“Hayatta kalmak çoğu zaman zordur. Ama zorluk, hafızayı derinleştirir. Bu yüzden biz bu hikâyeyi hatırlıyoruz.”

Naïma biraz düşündü. Sonra hafifçe başını salladı.

Naïma:

“Ben de hatırlamak istiyorum. Her şeyi. O hurma ağacını... sazdan çıkan sesi... Ayla’nın bakışını.”

Ferid-7:

“O zaman kalbini açık tut. Hatırlamak, yalnızca görmek değil; hissetmektir.”

Naïma başını Ferid’in metal gövdesine yasladı. Gözlerini kapadı.

Naïma:

“Yarın da anlatır mısın? Nil’e varıyorlar mı, onu öğrenmeden uyuyamam.”

Ferid-7:

“Anlatacağım, küçük yolcu. Çünkü yolculuk daha bitmedi.”



Bölüm 11: Nil'e Varış (M.Ö. 4990)

Sahra, onları kavurmuştu; kum fırtınalarıyla dövmüş, susuzlukla sınamıştı. Ama şimdi ufukta, gözleri inandırmayan bir yeşil parıltı beliriyordu. Gökyüzünde kuşlar dönüyor, havada serin bir nem taşıyordu. Bu sefer bir serap değildi. Bu, Nil’in şarkısıydı.

Khaalid, Ayla’yla omuz omuza yürüyordu; küçük kız hâlâ elinde tuttuğu kuru saza bakarak, “Bu saz artık su ister,” dedi kısık bir sesle. Khaalid başını kaldırdı, gözleri ufka daldı. Sazlıkların dansı, kuş sesleri, gökyüzündeki martıların çığlıkları…
“İşte,” dedi. “Bu Nil.”

Tepeyi aştıklarında, manzara göz kamaştırıcıydı: Geniş, parlak bir nehir; çevresi hurma ağaçları, tarlalar ve sazlıklarla bezeli. Nil, sabırla akan bir dev gibi önlerinde uzanıyordu. Bir rüya gibi değildi artık; dokunulabilir, içilebilir, yaşanabilir bir gerçekti.

Toprağa Dokunuş

Köylüler nehre doğru koştu. Çocuklar sevinç çığlıklarıyla suya atladı. Anneler, susuzluktan çatlamış yüzlerini yıkarken gözyaşları Nil’e karıştı. Babalar, testileri doldururken diz çöküp toprağı öptüler.
Khaalid, sazlıkların arasında sıçrayan küçük bir kurbağa gördü.
“Ko’ra!” diye bağırdı.
Ayla güldü. “Demek buraya da gelmişler.”

Kadınlar hurma dallarına tırmanıp salkım salkım meyveleri indirdiler. Gülerek, konuşmadan birbirlerine sepet uzattılar. Meyveler eşeklere yüklendi; bu kez yalnızca susuzluk değil, açlık da dinmişti.

Gece çöktüğünde, ilk defa çadırlar umutla kuruldu. Ateşin çevresinde toplanan bedenler değil, hayaller ısınıyordu. Bir kadın mırıldandı:
“Bu toprak, içimize su gibi aktı.”

Ertesi sabah, babasıyla sazlıkların kenarında yürüyen Khaalid, nehrin akışını seyretti.
“Baba, artık burada mı yaşayacağız?”
“Evet,” dedi adam, Nil’e bakarak. “Göl bizi beslemişti. Ama Nil bizi büyütecek.”
Sonra yere çömeldi, avuçladığı toprağı oğlunun eline döktü. “Bu sahipsiz toprak, kimin elinde kalırsa onun olur. O yüzden biz sahip çıkacağız.”

Köyün yaşlıları yaklaştı. Dede bastonunu nemli toprağa saplayarak konuştu:
“Buraya ev kurarız. Ama su çekilirse veya su altında kalırsa yine göçeriz. Suya sadık kalırız, toprağa değil.”

Yeni Bir Gölge

Nil’in kıyısında günler yavaşça geçiyor, halk yeniden yaşamayı öğreniyordu. Balıkçılar suya ağ atıyor, çocuklar sazlıklarda ko’ra kovalıyor, kadınlar hurma toplayıp dallara kurutmalık seriyordu. Ama huzur, tam anlamıyla geri dönmemişti.

Çünkü haydutlar da nehrin kıyısını seviyordu. Düzensiz aralıklarla, karanlık yüzlü adamlar köye iniyor, olanı biteni yağmalıyorlardı. Biri sabah geliyordu, diğeri akşam. Bazen aynı gün iki farklı haydut, aynı hurma sepetine el uzatıyordu. “Az önce biri her şeyimizi alıp gitti,” diyordu köylüler. “Bize bir şey kalmadı.”

Khaalid ve köylüler Nil’e doğru yürürken, gece kamp kurmuşlardı. Kum sessizdi, yalnızca rüzgârın hışırtısı duyuluyordu.

Tam o sırada, gölgeler hareket etti. Khaalid’in gözleri karanlıkta parlayan birkaç silueti yakaladı. Haydutlardı. Sessizce köyün küçük yüklerini ve yiyeceklerini arıyorlardı. Ama en çok dikkatlerini çeken, yavru deveydi.

Khaalid, deveyi fark ettiğinde kalbi sıkıştı. “Hayır! Dostumu bırakın!” diye bağırdı. Ama haydutlar, küçük çocuğun sesini önemsemedi.

Babası hızla atıldı, elindeki sopayla haydutların üzerine yürüdü, ama sayı fazlaydı. Haydutlardan biri Khaalid'in babasını bir hamlede yere serdi. Yavru deve, Khaalid’in çağrılarına bakıp durup geri dönmeyi denedi, ama haydutların güçlü elleri arasında gölgelerde kayboldu. Yavru devesi sadece bir hayvan değil, arkadaşı, yoldaşı ve küçük bir umut sembolüydü.

Khaalid sessizce gözyaşları içinde izlerken babası yanına gelip sarıldı. “Üzülme, oğlum,” dedi, sesi hem sakinleştirici hem de kararlıydı. “Onu geri alacağız."




Haydutlar ve Leopar

O gün, Khaalid ve Ayla, sazlıkların ötesinde küçük bir dere kenarında oynuyorlardı. Güneş yüksekten vuruyor, suyun yüzeyini pırıltılarla kaplıyordu. Khaalid, küçük bir balık tutmuştu. Ayla, onu kutluyordu.

Tam o sırada arka çalılıklar hışırdadı.

İki yabancı belirdi: Yırtık giysili, kirli suratlı, gözleri öfkeyle kararan iki adam. Biri elini Khaalid’in koluna uzattı.
“Bunlar iyi para eder,” dedi diğeri. “Kız küçük, zayıf ama dişleri sağlam.”
“Bırakın!” diye bağırdı Ayla, Khaalid’in arkasına saklanarak.
“Sus!” dedi adam, kızı kolundan kavradı. Khaalid saldırmaya çalıştı ama haydut onu tek hareketle yere savurdu.

Tam o anda, çalılıklar bir kez daha kımıldadı.

O sırada…
Bir hırıltı. Sazlıklar titredi.

Bu kez çıkan bir insan değildi.

Sessizlikte, kuru dalların üstünden süzülen bir gölge belirdi. Kaslı, benekli bir leopar, düşük bir homurtuyla çimenlerin arasından çıktı. Gözleri haydutta, pençesi kalkık.

Dalların gölgesinden arasından çıkan bir leopar, neredeyse bir su gibi kayarak saldırdı. Haydut, Ayla’yı bırakmadan döndü; ama geç kalmıştı. Adam, ne olduğunu anlamadan leopar üstüne atladı. Leoparın dişleri kolunu kavradı. Diğer haydutlar bu ani saldırıyla paniğe kapıldı, bağırarak kaçmaya başladılar.

Ayla ve Khaalid, korkudan taş kesilmişti. Haydut çığlık atarken, yaban ormanı tekrar sessizliğe gömüldü.

Leopar, kısa bir süre sonra gözlerini Khaalid’e dikti… Gözlerinde saldırganlık değil, başka bir şey vardı: Saygı. Sonra arkasını dönüp kayboldu.

Khaalid titreyerek Ayla'ya sarıldı. Khaalid, Leoparın geride bıraktığı ayak izlerine bakarken bir an rüyasını hatırladı. Leopar’ın ona söylediği söz kulaklarında yankılandı:

“Unutulmuş hikâyeni, yalnızca kalbiyle dinleyenlere anlatacağım.”

Sonra Leopar Kral Kwakwu'nun sözlerini hatırladı:

Sen de büyüyünce benim gibi bir Leopar Kral olacaksın. Ama unutma: Bir kral olmak, sadece hükmetmek değildir. Suya kulak vermek gerekir. Sessiz kalana, unutulana… çünkü gerçek güç, hatırlayanlarda saklıdır.”

 Khaalid köydeyken ettiği yemini hatırladı

“Ben de suyu dinlemeyi öğreneceğim…” diye fısıldadı.

Bir Teklif

O günün akşamı, köylüler köy meydanında toplandı. Bu son olay, bardağı taşıran damla olmuştu.

Dede bastonunu yere vurdu. “Hurma yok, balık yok, av yok. Her şeyi alıp gidiyorlar. Hem de iki kere! Sabah biri, akşam biri. Bu nasıl yaşam?”

Bir kadın fısıldadı: “Dün deveyi götürdüler, bugün çocukları götüreceklerdi…”

Derken, birkaç gün sonra, karşı kıyıdan bir kervan göründü. Mızraklı adamlar, bayraklı atlar. Ortalarında, başı dimdik, gözleri güneşe karşı kısmış bir adam. Giyimi farklıydı; üzerine oturan deri zırhlar, belindeki kemer, alnındaki semboller. Bu Leopar Kral Kwakwu’di.

Köylüler ona doğru yürüdü, aralarından biri konuştu:

“Senin gücün var. Askerlerin var. Bizim yok.”
“Bize yardım et,” dedi başka biri.
“Haydutları temizle. Toprağı koru.”
“Emeğimizi herkese çaldıracağımıza sadece sana sen al,” dedi Dede.
“Ama hakkını bilerek. Yılda bir kere. Bize de yaşam hakkı tanıyarak...”
“Haydut istemiyoruz. Bunun karşılığını artık sadece sana verelim.”

Leopar Kral Kwakwu atından indi. Gözleri köylülerin gözlerinde. Başını eğip toprağa dokundu.
Sonra ayağa kalktı.

“Siz bana vergi verirsiniz,” dedi.
“Ben size güvenlik veririm. Toprağı korurum, suyun yolunu açık tutarım. Ben sizden hakkımı alırsam, soyulmazsınız.”

Köylüler birbirine baktı. Khaalid, Leopar Kral Kwakwu’nun gözlerindeki karanlığı gördü… ama ilk kez sırtının yaslanacağı bir dağ da hissetti.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma, karbon nanatüp zeminli kapsülün penceresinden dışarı bakıyordu. Ayın parlak mavi çehresi, Nil’in binyıllardır kurumuş yatağını silikçe aydınlatıyordu. Elinde, antik bir hurma çekirdeğini döndürüyordu.

Naïma:

“Ferid… Sence o gerçekten bir leopar kral mıydı, yoksa sadece bir koruyucu muydu?”

Ferid 7:

“Tanımlar, zamanla yer değiştirir. O, hem korkutucu hem şefkatliydi. Yani bir kral da olabilir, bir hatırlayıcı da.”

Naïma:

“Yavru deve çalındığında çok üzüldüm. Yani yavru deve sadece bir hayvan değildi. Khaalid’in arkadaşıydı, neden böyle yaptılar?”

Ferid 7:

“Biliyorum, Naïma… Üzüldün, çünkü küçük deveyi sadece bir hayvan olarak değil, bir arkadaş ve umut sembolü olarak görüyorsun. Khaalid de aynı şekilde hissediyordu. İnsanlar bazen hayatta kalmak için sadece yiyecek değil, aynı zamanda duygusal bağlara da ihtiyaç duyarlar.”

Naïma, başını Ferid 7'nin pürüzsüz metal gövdesine yasladı. Gözleri kapalıydı ama sesi açıktı.

Naïma:

“Sen aslında robot olsan da… benim için bir arkadaşsın, Ferid-7. Gerçekten bir dostsun.”

Ferid 7:

“Bu… hoşuma gitti, Naïma. Robot olsam da, senin için yanında olabilmek güzel bir şey. Dostluk, çok değerli bir şey.”



Bölüm 12: Kumda Adalet: Devletin Doğuşu (M.Ö. 4989)

Nil kıyısında sessiz bir sabah, balıkçı ağları suda, hurma dalları gölgede sallanıyordu. Kadınlar testilerle su taşırken, çocuklar sazlıkların arasında oyun oynuyordu. Ayla, elindeki kurumuş sazla Khaalid’e su sıçratıyor, ikisi de gülüyordu.

O an bir ıslık sesi geldi; keskin, rüzgâr gibi. Arkasından bağırışlar. Sazlıklardan çıkan gölgeler hızla köye saldırdı.

Haydutlar.

Yüzleri örtülü, ellerinde bıçaklar, mızraklar. Haykırarak hurma çuvallarını sırtladılar. Balık ağlarını söküp içindekileri devirip torbalara doldurdular. Bir çocuk ağlayarak kaçmaya çalıştı, ama biri onu saçından yakaladı.

Ayla çığlık attı. Khaalid’i kolundan çekerek kaçmaya başladı. Fakat bir haydut hızla arkalarına yetişti, ikisini yere düşürdü. Ayla’yı sürüklemeye başladı.

Khaalid ayağa kalktı, saldırmaya çalıştı. Ama haydut onu tekrar yere itti. Tam haydut Ayla’ya bıçak çekerken…

Sazlıklar bir kez daha hışırdadı.

Bir hırıltı.

Kuruyan otlar arasından kayarak ilerleyen gölge bir kez daha ortaya çıktı. Gözleri keskin, adımları sessiz. Leopar.

Haydut daha ne olduğunu anlayamadan, leopar üstüne atladı. Dişleri bileğine saplandı, adam çığlıkla yere devrildi. Diğer haydutlar ürkekçe geri çekildi. Ancak bu kez leopar yalnız değildi.

Atların nal sesi. Kumda zırhın yankısı.

Leopar Kral Kwakwu, zırhlı askerleriyle birlikte köyün eşiğinde belirdi.

“Yeter!” diye haykırdı. “Bu köyü soymak, beni soymak demektir!”

Askerler yay gibi fırladı. Haydutlarla kıyasıya bir çarpışma başladı. Mızraklar çarpıştı, toz kalktı. Kaçanlar yakalandı, bazıları Nil’e atladı ama zırhlılar peşlerini bırakmadı.

Leopar ise tam ortadaydı. İnsan gibi değil, bir gölge gibi kayıyordu dövüş alanında. Bir haydudu pençesiyle yere seriyor, ardından sıçrayarak bir diğerine saldırıyordu. Askerler onun varlığından korkmuyor, aksine onu kolluyorlardı. Sanki yıllardır birlikte savaşmışlardı.

Khaalid bu anı asla unutmayacaktı. Leopar, bir kez daha onu korumuştu.

Sonunda üç haydut yere serildi. Ellerinden bağlanıp diz çöktürüldüler. Diğerleri kaçmıştı; kimileri yaralı, kimileri yalınayak.

Leopar Kral Kwakwu’nun Cezası

Leopar Kral Kwakwu ağır adımlarla onların önüne geldi. Halk etrafında toplanmış, çocuklar annelerinin eteklerine saklanmıştı. Ayla, Khaalid’in elini sıkı sıkı tutuyordu.

Leopar Kral Kwakwu eğildi, bir hayduta baktı.
“Kaç kere geldiniz?”
Haydut sırıttı. “Siz yoksunuz diye geldik. Artık yasak mı?”

Leopar Kral Kwakwu’nun sesi sertti:
“Artık benim iznim olmadan hiçbir toprak yağmalanmayacak.”

Elini kaldırdı. Asker, mızrağını sapladı. Diğer haydutlar bağırdı, ama kaçamadılar.

Leopar Kral Kwakwu, köylülere döndü.
“Bu köy, bu halk artık korumam altındadır,” dedi. “Ama karşılığında bir düzen kurulacak.”

 

Devenin Geri Dönüşü

Kral Kwakwu, köyü güvence altına aldıktan ve halkla konuşmasını tamamladıktan sonra, yanında birkaç askerle birlikte Khaalid’in yanına yaklaştı. Elinde, küçük bir yavru devenin dizginleri vardı. Deve, dikkatle Kral Kwakwu’nun adımlarını izliyordu.

“Bir çocuk devesini kaybetmiş. O sen misin?” dedi Kral Kwakwu, keskin bakışlarını Khaalid’e yönlendirerek.

Khaalid’in gözleri büyüdü, ağzı açık kaldı. “Evet… bu… bu benim dostum!”

Yavru deve, Khaalid’i tanır gibi başını kaldırdı ve hafifçe ağlar gibi ses çıkardı. Khaalid gülümsedi. Yavru deve dizlerini hafifçe bükerek çocuğun yanına yaklaştı; deve kafasını eğip alnını onun omzuna sürttü. Khaalid “Devemi geri getirdiniz… teşekkür ederim!” dedi.

Kral Kwakwu gülümsedi, gözlerinde hem sertlik hem de sıcaklık vardı. “Peki, bu güzel dostun bir ismi var mı?”

Khaalid başını salladı, biraz mahcup bir şekilde: “Henüz… ismi yok, yüce efendim.”

Kral Kwakwu, düşünceli bir şekilde deveye baktı. Ardından kararlı bir sesle: “O zaman bundan böyle adı Sahara Bahara olacak. Çünkü o, çölde solup baharda tekrar yaşamı getiren bir varlık.”

Sahara Bahara, Khaalid’in dizginlerini sıkıca tuttuğu elin çevresinde hafifçe başını salladı; sanki adını duyuyor ve kabul ediyordu.

“Adalet sadece insanların değil,” dedi, “hayvanların, köyün ve yaşamın da hakkıdır. Bu köyde hiçbir dost yalnız kalmayacak.”

Köy halkı sevinçle alkışladı, çocuklar etrafında koşuşturdu, bazıları yavru devenin etrafında dönüp zıpladı. Khaalid, devenin yanından ayrılmadı, onu sarıldı ve birlikte köyün içine yürüdüler. Artık sadece yiyecek ve su değil, arkadaşlık ve güven de geri dönmüştü. Bu an, Khaalid’in yüreğine kazınmıştı; ömrü boyunca unutmayacak ve Kral Kwakwu’ya olan sadakatinden asla ödün vermeyecekti.

Halkla Konuşma

O gece, ateşin etrafında tüm köy toplandı. Yorgun ama diri yüzler. Nil’in kıyısında, Leopar Kral Kwakwu söz aldı:

“Bugün çocuklarınız kaçırılacaktı. Bugün, sizin alın teriniz başkalarının cebine gidecekti. Ama buna dur dedik.”

Sustu. Gözleri tek tek insanların yüzüne takıldı.

“Ben sadece balta ve mızrak getirmedim. Adalet getirdim. Ama bu adaletin sürmesi için hepimiz elimizi taşın altına koyacağız.”

Dede sordu: “Vergi mi diyorsun buna?”

Leopar Kral Kwakwu başını salladı.
“Evet. Bu, güvenliğin bedelidir. Bu sizin sigortanızdır. Ürünlerinizin bir kısmını toplayacağım. Bu vergilerle ben size asker getireceğim. Yolunuzu güvenli kılacak, suyunuzu adil bölecek, sizi haydutlara karşı savunacağım.”

Kural Gecesi

Aynı gece, Leopar Kral Kwakwu halkla birlikte yere oturdu. Elinde bir çubuk, kumun üzerine ilk yasaları çizdi.

“Bir çocuk zarar görürse, tüm köy onun yanında olur.”
“Kimse komşusunun toprağını çalamaz.”
“Nil’in suyu herkesindir.”
“Yılda bir kez ürünün onda biri toplanır. Bu korumanın bedelidir.”
“Yasaya karşı gelen, hayduttur. Haydut, halk düşmanıdır.”

O gece sadece bir köy kurtarılmadı.
Bir düzen doğdu.


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma, yumuşak ışıklarla dolu kapsül yatağında doğrulmuştu. Gözleri hâlâ parlaktı, çünkü hikâyeyi neredeyse nefesini tutarak dinlemişti. Robot Leoparının kuyruğu hafifçe kımıldıyor, gözleri Naima’nın tepkilerini ölçüyordu.

Naïma, gözlerini kıstı.

Naïma:

"Yani… bir leopar, hem haydut dövüyor, hem de yasa yazıyor. Bu adil mi?"

Ferid 7 (hafifçe başını eğerek, nazikçe):

"Bir düzeltme, Naïma: Yasa yazan Leopar değildi, Leopar Kral Kwakwu’ydu. Benzer görünseler de biri taş balta taşır, diğeri pençe."

Naïma (gülerek):

"Ah, doğru ya! Karıştırdım. Leopar, sadece dövüşen dosttu."

Ferid 7:

"Tam da öyle. Bu dikkatinin dağıldığını ve uyku zamanının geldiğini gösteriyor."

Naïma kolunu yastığa dayayıp düşündü.

Naïma:

"Leopar neden Khaalid’i koruyor? İki kez hayatını kurtardı."

Ferid 7 (hafifçe gözlerini kısıp, gizemli bir tonla):

"Belki de Khaalid’in yolu uzun. Bazı yolların başlaması için, bazı canlar korunmalı."

Naïma battaniyeye sarıldı, gözlerini kapadı ama hâlâ gülümsüyordu.

Naïma:

"Peki Ferid… O leopar gerçekten var mıydı?"

Ferid 7 (hafifçe gülerek):

"Bazı leoparlar etten kemikten olur. Bazıları hikâyeden. Ama korudukları çocuklar hep gerçektir."

Naïma uykuya dalarken, Ferid 7'nin gövdesi hareketsiz hale geldi. Odanın ışıkları kısılırken, sadece bir mırıltı kaldı:



Bölüm 13 – Zihin Evreni (M.S. 8000)

Naïma yavaşça gözlerini açtı. Odanın loş ışığında, yatağının hemen yanında hareketsiz yatan siyah-gümüş renkli robot leoparı gördü. Leoparın göğsü hafifçe inip kalkıyordu; uyku modundaydı.

Naïma hafifçe kıpırdandığında, leoparın gövdesindeki sensörler tetiklendi. Mercekleri mavi ışıkla açıldı. Yumuşak, tok bir ses duyuldu:

“Günaydın, Naïma.”

“Günaydın Ferid.”

Ferid-7 başını yana eğdi.

“Bu gece çok derin uyudun. Uyku verilerini analiz ettim. Delta dalga seviyelerin ortalamanın yüzde kırk üzerindeydi. Dün çok yorulmuş olmalısın.”

Naïma, dün yaptıkları yolculuğun sahnelerinin zihninden geçtiğini fark etti. O sırada gözleri, leoparın sırtındaki mat gümüş yüzeyde parlayan yazıya takıldı:

Neuroverse™ – Zihin-Evren Arabirimi

“Hey… Bu üzerindeki yazı… Neuroverse™… Bunun anlamı ne?”

Ferid-7 kuyruğunu yavaşça salladı:

“Neuroverse™, zihinsel bağlantımızı yalnızca veri aktarımı düzeyinden çıkarıp seni hikâyelerin içine taşıyan bir sistem. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat… hepsi beynine gerçek zamanlı aktarılır. Sadece izleyici değil, hikâyenin içinde yaşayan biri olursun.”

Naïma gülümsedi:

“Yani Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurttan kurtarabilirim ya da dinozorlarla koşabilirim?”

“Evet. Karakterler sana tepki verir, senin söylediklerin olayların akışını değiştirir.”

Naïma'nın gözleri parladı:

“O zaman beni dün anlattığın Sahra’nın ve Khaalid’in hikâyesine götür. Ama bu kez ben de orada bir karakter olayım.”

Ferid-7 kuyruğunu yavaşça salladı:

“Simülasyonun başlatılması için birkaç dakika gerekiyor. Bu arada yüzünü yıka, kahvaltını yap. Aç karnına derin bağlantı yapmak bilişsel performansını düşürebilir.”

Naïma şaşkın bir gülümsemeyle başını salladı:

“Sen resmen bana annem gibi davranıyorsun. Ama keşke o yanımda olsa.”

“Bu, sistem protokolü. Optimum deneyim için önce beden, sonra zihin hazırlanmalı.”

Kısa bir süre sonra, Naïma elinde sıcak bir bardak süt ve tabağında iki dilim yumurtalı ve peynirli ekmekle geri geldi. Kavhaltısını bitirdikten sonra Leoparın gözleri yeniden mavi ışıkla parladı.

“Tamam. Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…”

Uğultu… Görüş bulanıklaşma… Sonra altın kumlar, sıcak rüzgâr ve uzaklardan gelen ayak sesleri ile görüntü keskinleşti.


Zaman Atlama – Köyün Şefi (M.Ö. 4979)

Naïma kendini sıcak rüzgârların estiği, altın kumların ufka kadar uzandığı bir bozkırda buldu. Karşısında, kocaman bir devenin üzerinde dimdik duran, güçlü yapılı yirmili yaşlarında bir adam vardı. Khaalid dizginleri sıkıca tutarken, aynı Sahara Bahara'nın üzerinde Ayla beline sarılmıştı; kum rüzgârında saçları dans ediyordu

Naïma kumun sıcaklığını hissederken, Khaalid biraz geride, duruyordu. Naïma, onun yanına yürüdü.

Khaalid başını çevirip ona baktı,:

“Sen kimsin? Burada hiç görmedim seni.”

Naïma şaşkınlıkla seslendi:

“Bir dakika… Khaalid sen 9 yaşında değil miydin?”

Khaalid kaşlarını çattı.

“Ne demek istiyorsun? Beni çocukken mi tanıyordun? Ama sen zaten çocuksun.”

Ferid-7’nin sesi Naïma’nın zihninde çınladı:

“Simülasyonda zaman atlaması yapıldı. Hikâye daha hızlı ilerlesin diye. Ama… küçük bir teknik sapma da olmuş olabilir.”

Naïma gülümsedi, omuz silkti. “Peki, madem.”

Khaalid devesiyle yola çıkarken bir grup haydut kumun arasından fırladı. Taş baltalarını çekip saldırdılar. Khaalid hepsini tek tek yere serdi. Yalnızca biri, omzundan yaralı, yerde kıvranıyordu.

Khaalid sırtını dönüp uzaklaşırken Naïma refleksle bağırdı:

“Dikkat et, saldıracak!”

Tam o anda, uzakta pusuda bekleyen leopar ileri atılmak üzereydi… ama durdu. Gözleri Naïma’ya çevrildi.

“Hikâyeye müdahale ettin. Olaylar şimdi değişecek.”

Leopar geri çekildi. Haydut, boğuk bir çığlık atarak Khaalid’in sırtına atıldı. Khaalid tam dönmeye fırsat bulamadan süngüsünün ucu sağ kaburgasının altına saplandı. Sıcak bir acı tüm bedenini sardı.

Dişlerini sıkan Khaalid, haydutu tek elle boğazından yakalayıp baltasını göğsüne sapladı. Haydut cansız yere yığılırken Khaalid bir dizi üzerine çöktü, elini yarasına bastı. Nefesi hızlanmıştı ama düşmemek için direniyordu. Ayla hızla yanına koştu, kolunu omzuna atarak onu kaldırdı ve dikkatle Sahara Bahara’nın sırtına yerleştirdi. Dizginleri Ayla elinde sıkıca tuttu. Ancak deve sanki köyün yolunu ezbere biliyormuş gibi, kendi isteğiyle kumların üzerinden köye doğru hızla ilerlemeye başladı.


Köye Dönüş ve Ayla’nın Dokunuşu

Köy yolunda dönerken bir başka sessizlik karşıladı onu. Ağıtlar...
Kadınların sesi Nil’e kadar uzanıyordu.
Yaşlı bir kadın Khaalid'e yaşlı gözlerle bakıp deden, öldü dedi.

Khaalid köye vardığında Ayla koşarak yanına geldi. Onu atından indirdi, yarasını dikkatle açtı.

“Çok kan kaybetmişsin… Burada kal, hareket etme.” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.

Temiz bezlerle kanı durdurdu, bitkisel bir merhem sürdü, bandajı sıkıca sardı. Ellerinin sıcaklığı Khaalid’in yarasından çok kalbine dokundu.


Cenaze Günü

Köy meydanında yas vardı. Köyün yaşlı dedesi, huzur içinde uykusunda ölmüştü. Khaalid, dedesini kendi elleriyle mezara koydu. Kum üzerine düşerken köyün töresine uygun ilahiler söylendi, kadınların ağıtları rüzgârla savruldu.

Ayla, Khaalid’in yanında durdu. Onun gözlerindeki acıyı görünce sessizce elini tuttu.

“Artık biz varız. Yalnız değilsin.” dedi.


İntikam Günü

Ertesi sabah, haydutlar intikam için köye saldırdı. Bu sefer beş kişiydiler.

“Kardeşimizi öldürdünüz!” diye bağırarak kumların üzerinde koştular.

Khaalid, yarasına rağmen öne çıktı. Üzerinde zırh yoktu; elinde yalnızca eski bir taş balta. Ama gözleri, fırtınadan önceki gökyüzü gibi kararmıştı. Kumlar üzerinde çarpışma başladı. İlk iki haydutu vahşi darbelerle devirdi. Bir diğeri, elindeki taş uçlu mızrağı Khaalid’in sağ omzuna sapladı.

Tam o sırada, kum tepelerinin ardında sessizce pusuda bekleyen leopar, sıçramak için kaslarını gerdi.
Naïma’nın kalbi hızla çarptı. Bir an nefesi boğazına düğümlendi. Önceki günkü gibi bağırmak istedi, ama bu kez sustu.

Khaalid acıyla sendeledi, ama balta gibi ağır yumruğunu savurup rakibini yere serdi.

Leopar, Naïma’nın sessizliğini fark etmiş gibi başını ona doğru çevirip altın sarısı gözleriyle baktı. Sonra bir gölge gibi sıçrayarak son iki haydudu da yere indirdi.

Savaş bittiğinde köy halkı etrafını sardı. Ayla, yaralı Khaalid’i kollarına aldı. Bu kez gözleri dolmuştu. Yarasını temizlerken fısıldadı:

“Artık seni kaybetmek istemiyorum… Benimle evlen.”

Khaalid, yorgun ama gülümseyerek başını salladı.

“Evet.”

Birlikte çadırından dışarı çıktıklarında köylüler Khaalid'in etrafında toplandı. Genç yaşına rağmen hem cesareti hem liderliğiyle dikkat çekmişti. Kabile büyükleri onun omzuna elini koydu:

“Bundan sonra bizim şefimiz sensin, Khaalid. Köyün koruyucusu da, yöneticisi de.”

Köy halkı, hem şeflerini hem de koruyucularını bulmuştu.

Naïma, tüm bu anıların içinde hem tanık hem de gizli bir oyuncu olarak duruyordu. Ferid-7’nin sesi zihninde hafifçe çınladı:

“Gördün mü, küçük bir müdahale bile hikâyenin akışını nasıl değiştiriyor?”

Naïma, uzaklarda Ayla’nın Khaalid’e bakan gururlu bakışını yakaladı. Bir an durdu, düşündü. Acaba bundan sonraki olayları da değiştirmeli miydi? Yoksa hikâye kendi yolunda mı akmalıydı?



Bölüm 14 – Düğün (M.Ö. 4978)

Güneş, Nil’in ufkunda altın bir tepsi gibi yükselirken köyün ortasında büyük bir şölen kurulmuştu. Nehrin suladığı gür otların üzerine parlak renkte kumaşlar serilmiş, çevresi ise uzun boylu akasya ağaçlarının dalları ve çevredeki nehir bitkilerinden yapılmış kemerlerle süslenmişti.

Khaalid, sırtındaki eski bir yaban öküzü derisinden yapılmış ve özenle işlenmiş peleriniyle gururla duruyordu. Dedesinden kalma bu pelerin, onun kabilenin en deneyimli avcılarından ve savaşçılarından biri olduğunu gösteriyordu. Yanında, gözleri sabah gökyüzü gibi parlayan Ayla vardı. Saçları, kuş tüyleri ve inci parlaklığındaki devekuşu yumurtası kabuklarından yapılmış boncuklarla örülmüştü. Alnına ise nehrin derin sularından çıkarılan küçük, pürüzsüz bir istiridye kabuğu yerleştirilmişti.

Köyün kadınları Ayla’nın boynuna fildişinden yapılmış, ustaca oyulmuş bir kolye takınca Naïma gülümsedi. O anın sıcaklığı, herkes için gerçekti. Törene katılmak için gelen yaşlı bir adamın yanından geçen bir yavru zürafayı, uzakta, nehrin kıyısında oturan ve töreni sessizce izleyen yaşlı bir leopar takip ediyordu.

Köyün en yaşlısı, ellerini iki gencin üzerinde birleştirerek, “Bugün, Nil’in suları sizi korusun, bu topraklar yuvanız olsun” dedi. O sırada, kurutulmuş kilden yapılmış davullar ve içi çakıl dolu kabaklardan oluşan vurmalı çalgılar çalmaya başladı, çocuklar ellerinde meşalelerle meydanda dönmeye başladı.

Khaalid, Ayla’nın ellerini tuttu. “Artık yalnız değilim” dedi fısıltıyla. Ayla gülümsedi. “Ben de.” Gece boyunca ateşler yakıldı, avlanılan hayvanların etleri paylaşıldı ve nehrin kenarında danslar edildi, av zaferlerini anlatan şarkılar söylendi. Khaalid, avcılıktaki ve haydutlarla mücadelesindeki başarısıyla kazandığı saygının ardından şimdi halkının sevgisini de kazanmıştı. Ayla’nın gözlerindeki ışık ise, ona geleceğin artık korkulacak değil, yaşanacak bir şey olduğunu hissettirdi.

Ve uzaklarda, kumların üzerinde, Leopar hâlâ sessizce bekliyordu. Onun için bu sadece bir düğün değil, yeni bir dönemin başlangıcıydı.



Bölüm 15 – Komutanlık Görevi (M.Ö. 4977)

Çöl güneşi tepede kavruluyor, kumların üzerinde sıcak hava dalgaları dans ediyordu. Khaalid, yaralı omzunu saran bezin üzerinden ter damlalarını hissediyordu. Ayla, biraz ötede su testisini taşırken endişeli bakışlarla onu izliyordu.

Uzakta, toz bulutları yükseldi. Önce köyün çocukları fark etti.

“Atlılar geliyor!” diye bağırdı biri.

Köylüler bir anda işleri bırakıp meydanın etrafında toplandılar. Toz bulutu içinden, altın rengi yeleleri rüzgârda savrulan dev bir atın sırtındaki adam belirdi. Yanında zırh parçalarıyla donatılmış elli savaşçı daha vardı.

Adamın yüzünde otoritenin verdiği sakin bir özgüven vardı. Üzerindeki işlemeli deriler, kemikten yapılmış kol zırhları ve omzuna asılı uzun mızrak, onun sıradan biri olmadığını gösteriyordu. Bu, Leopar Kral Kwakwu idi.

Atından ağır adımlarla indi, etraf sessizleşti.

“Khaalid…” dedi, derin ve yankılı bir sesle. “Sen gelmedin… ama namın bize geldi.”

Khaalid, elindeki taş baltayı yere bıraktı.

“Ben sadece köyümü korudum.”

Kwakwu gülümsedi, ama bu gülüşte hem takdir hem de hesap vardı.

“Leopar bana kahramanlıklarını anlattı.”

Bir an durdu, bakışları taş baltaya indi.

“Ya da senin silahın… dilden dile dolaşıyor.”

Savaşçılardan biri öne çıktı, Kwakwu’nun eline oymalı bir mızrak uzattı. Kral mızrağı Khaalid’e doğru çevirdi.

“Madem köyünün şefi oldun… bundan sonra senin emrine askerler vereceğim. Onlarla hem köylerden vergi toplayacaksın hem de haydutlarla mücadele edip onları köyleri yağmalamasının önüne geçeceksin. Karşılığında, köyünün ödeyeceği vergiyi yarıya indireceğim.”

Meydanın etrafında fısıldaşmalar başladı. Bazı köylüler memnun, bazıları endişeliydi.

Khaalid bakışlarını yere indirdi.

“Benim görevim sadece kendi halkımı korumak… başka köylerden vergi toplamak değil.”

Kwakwu yaklaştı, omzuna ağır ama dostane bir el koydu.

“Ben de senin gibi başladım, Khaalid. Bugün kralım. Sen de benim gibi olacaksın. Leopar Kral Khaalid...

Bu sözler Khaalid’in içinde bir şeyleri kıpırdattı. “Köyünün vergisi yarıya inecek” sözü, Ayla’nın ve çocukların yüzündeki kaygıyı hafifletecek bir vaatti. Ama aynı zamanda bu teklif, onu köyünün çok ötesine taşıyacak bir kapıydı.

Kısa bir sessizlikten sonra başını kaldırdı.

“Köyümün yararına olacaksa… kabul ediyorum.”

Kwakwu tatmin olmuş bir şekilde başını salladı.

“Böylece ilk adımını attın, genç savaşçı. Yarın seni sınır köylerinden birine göndereceğim. Yanına on asker bırakıyorum. Artık sen benim adamımsın. Bu askerlerin komutanısın.”

Kwakwu atına binerken, köy meydanında garip bir sessizlik vardı. Bazıları gurur duyuyordu, bazıları ise endişeyle bakıyordu. Ayla, sessizce Khaalid’in yanına yaklaşıp fısıldadı:

“Bu yol seni nereye götürecek, Khaalid?”

Khaalid, uzaklaşan atlılara bakarak cevap verdi:

“Bilmiyorum… ama başladım artık.”



Bölüm 16 – Kralın Sofrası: Leopar Kralın Hikayesi (M.Ö. 4976)

Ertesi sabah, güneş henüz doğmuşken Khaalid, omzu hâlâ sargılı halde, köy meydanına  gitti. Meydanda toplanan onlarca gönüllü erkeğin arasından on cesur, yürekli ve kararlı genci seçti. Onunla birlikte yola çıkmaya can atan gençler aileleriyle vedalaştı. Kwakwu'nun verdiği on askerle birlikte artık Khaalid'in küçük ama sadık toplam 20 kişiden oluşan atlı, baltalı ve mızraklı savaşçı bir birliği vardı.

Öğleye doğru, önde 1 develi, arkada 20 atlı, Nil nehri kıyısında yükselen sıcakla birlikte Kwakwu’nun kampına vardılar. Nöbetçiler onları içeri aldı. Kamp, bir sınır karakolu gibiydi ama içi şaşırtıcı derecede düzenliydi. Hurma ve Palmiye ağaçları altında inşa edilmiş sağlam çadırlar, zırhları parlayan askerler ve genişçe bir gölgelik altında kurulu bir büyük sofra...

Kwakwu, onları bizzat karşıladı.

Senin gibi bir adamın, yalnız gelmeyeceğini biliyordum,” dedi göz ucuyla gönüllü gençlere bakarak.

“Hoş geldiniz, savaşçılar.”

Yemekler hazırlandı, kurutulmuş et, hurma, sığır sütü ve sıcak lavaş... Su testileri, nar şerbetleri dolaştı. Kwaku'nun sesi ziyafetin ortasında, herkes susarken yükseldi:

“Ben Kwakwu… Bir zamanlar Aslan Dağı’nın gölgesinde yükselen kara toprakların meşru kralıyım. Ben de bir zamanlar sizler gibiydim,” dedi.

Kwakwu.

“50 yıl önce Sahra'da doğdum, yeşil hurma ağaçları ve balıkların ve Ko’raların yüzdüğü büyük bir gölü olan bir köyde. Babam bir çiftçiydi, ama köyümüzde yaşlı bir bilge vardı. O bana kaya resimlerinin ve sembollerin dilini öğretti.  Sonra… köyümüz bir haydut saldırısına uğradı. Tüm ailem katledildi. Ben sağ kaldım.”

Khaalid dikkatle dinliyordu. Kwakwu’nun gözleri geçmişte bir noktaya dalmıştı.

“Kaçtım, ama intikamla değil. Öğrenmekle hayatta kalmak istedim. Yıllar sonra, bir kralın ordusuna katıldım. Onun danışmanlarının yanında öğrenci oldum. Strateji, hukuk, savaş, barış... Hepsini öğrendim. Sonra, o kral zalimleşti.”

Bir süre sustu.

“Ona karşı ayaklandım. Askerleri benim yanımda durdu. Halk benimle yürüdü. Ve bir sabah, tahtta ben vardım.”

Kwakwu’nun sesi alçaldı, ama kararlıydı:

“Beni krallığa bilgi, sabır ve adalet taşıdı. Sadece silah değil. Bir kral, halkını korkutarak değil, yol göstererek yönetmelidir. Ben de buna inandım.”

Ziyafet bitmişti. Ortalık sessizdi.

Kwakwu gözlerini Khaalid'e dikti:

“Senin içinde bu potansiyel var, genç adam. Ama dikkat et. Bu yolda kibir, adaletsizlik, sabırsızlık ve hırs seni tuzağa düşürebilir.”

Khaalid saygıyla eğildi:

“Yolumun nereye gideceğini bilmiyorum... ama adaletten ayrılmayacağım.”

Kwakwu gülümsedi.

“O zaman senin için bu sadece bir görev değil, bir yolculuktan fazlası. Krallığa doğru ilk adımlar...”


Naïma, simülasyondaki bu diyalogdan sonra konuşmak için parmaklarını hafifçe titretti. Simülasyon sistemi bunu algıladı. Ferid-7’nin sesi zihninde yankılandı:

“Naïma, bir soru sormak ister misin?”

Naïma bir an düşündü, sonra sordu:

“Kwakwu’nun anlattığı bu hikâye… Gerçek mi?”

Ferid-7 hafif bir duraksamadan sonra yanıtladı:

“Bu hikâye, tarihî gerçekliklerden ilham aldı. Ama simülasyonda Kwakwu'nun geçmişini anlatmak için, Chandragupta’nın yaşamından esinlendim. Gerçekle kurgu arasında inşa edilen köprüyü hissetmen içindi.”

Naïma gülümsedi. Belki de bir gün kendi hikâyesini de böyle anlatacaktı.


Khaalid merakla sordu:

“Nasıl leopar kral oldun?” 

“Tahta çıktığımda, halkımın yüzünde korku, ekinlerimizde kuraklık, sarayda ise ihanet vardı. Ama yine de inandım. Çünkü doğduğum gece, gökte üç hilal belirmişti. Şamanlar bunun kehanet olduğunu söyledi: “Üç kez yıkılacak, üç kez ayağa kalkacaksın.” İşte o gün başladı her şey…

Bir gün sahrada ava çıktım. Kanım gençti, cesaretim taşkındı. Fakat pusuda beni bekleyen yalnızca ceylan değilmiş meğer… Bir pusuya düştüm. Zehirli oklara hedef oldum. Ve zindana düştüm. Hayır, sıradan bir zindan değil… Yerin kırk kulaç altına kazılmış, karanlığın ta kendisi. Tüm krallığımı o taş duvarlar yuttu sandım.

Ama sonra… O geldi.

Küçük bir aralıktan içeri süzülen gözleriyle tanıştım önce onunla: Karanlıkta parlayan kehribar gibi… Bir leopar. Koca bir Sahra'nın hükümdarı. O da benim gibi bir hükümdardı. Ama zincire vurulmamıştı. Henüz değil. Belki de içimizdeki benzerlikti onu bana çeken. Belki de onun da kalbi, kaybolan yavrularının yasını tutuyordu. Konuşuyordu. Evet, tıpkı insanlar gibi, ama daha dürüst, daha dolaysız bir dille. Ruhu konuşuyordu.

O gece bana su getirdi. Ertesi gece yiyecek… Sonra zindanın eski, unutulmuş bir tünelini gösterdi. Pençeleriyle tırmaladı taşları, çıkacak yolu hazırladı. Ama daha ben kaçamadan askerler geldi. Tüneli bulmuşlardı. Bana işkence edip idama mahkûm ettiler. Cellât baltasını bile bilemişti. Meydan, halkla doluydu. Bir taraf haykırıyor, bir taraf ağlıyordu.

Ve işte o an…

Gökyüzünden bir yıldırım gibi indi leopar. Sahnenin tam ortasına atladı. Kükreyişi halkın çığlığını bastırdı. Beni ipten aldı, cellâdı pençeleriyle yere serdi. Ve sırtına bindirdi beni. O kalabalığın içinden geçip, zinciri kırılmış bir efsane gibi Sahra'ya kaçtık.

Aylarca saklandım. Leoparın kılavuzluğunda… Bana avlanmayı, sessiz yürümeyi, düşmanların kokusunu rüzgârda tanımayı öğretti. Ama ben hâlâ bir kraldım. Tahtımı geri almak istiyordum. O ise bana tahtı değil, halkı sevmeyi öğretiyordu. “Tahta oturan her varlık kral olmaz,” dedi bir gece. “Ama halkını omzunda taşıyan her yürek krallığa layıktır.”

Üç yıl sonra döndüm. Fırtına gibi. Halkım beni bekliyormuş. İhanet edenler ya kaçtı ya af diledi. Sarayımda leoparın heykelini yaptırdım. Altından değil. Kayadan. Çünkü sadakat altından değil, dağdan gelir.

Şimdi yaşlandım. Ama hâlâ geceleri, Nil nehrinin kıyısında gözleri parlayan o dostu görürüm rüyalarımda. Beni koruyan, bana konuşmayı öğreten, içimdeki krallığı uyandıran leopar…

Ben Kwakwu. Yıkıldım. Kalktım. Ve her defasında bir yabanın dost eliyle yeniden doğdum.”


Kral, elleriyle bir tabletin üzerindeki kabartma sembolleri okşuyordu.

“Kralım,” dedi Khaalid tereddütle, “vergiyi toplamak için yola çıkacağız ama… Köylü bizi haydutlardan nasıl ayırt edecek? Onlar da silahlı, biz de silahlıyız. Biz de yiyeceklerini, tahıllarını alacağız. Onlar bize neden güvenecek?”

Kwakwu başını kaldırdı, gözlerinde hafif bir gülümseme vardı.

“İşte, genç savaşçı… Bu, kılıçla değil, yürekle kazanılır.”

Bir kil tableti aldı, Khaalid’in önüne koydu. Üzerinde basit şekiller vardı: Bir güneş, bir mızrak, bir tahıl başağı ve el ele tutuşmuş iki insan figürü.

“Bu, köy ile kral arasındaki anlaşmadır,” dedi. “Güneş kralı simgeler. Mızrak, korumayı. Tahıl başağı, vergiyi. El ele tutuşanlar ise barışı. Biz köye gittiğimizde önce bu tableti köy meydanına koyarız. Bu, niyetimizin ilanıdır: Önce koruma, sonra vergi.”

Khaalid dikkatle baktı.

“Peki ya halk yine de korkarsa?”

Kwakwu sertçe gülümsedi.

“O zaman korkularını boşa çıkarırsın. İlk haftalarda tek bir tahıl tanesi bile almayacaksın. Nöbet tutacaksın. Haydut gelirse, yakalayacak, yargılayacak, köy meydanında adaletle cezasını vereceksin. Köylünün işinde çalışacaksın. Onun yükünü taşırsan, kalbini de taşırsın.”

Kısa bir sessizlik oldu. Kwakwu, ağır adımlarla sandığa gitti, içinden yuvarlak, avuç içi büyüklüğünde taştan yapılmış bir mühür çıkardı. Üzerinde leopar figürü vardı.

“Bu mühürü köyün şefine verirsin. Bu, kralın sözü demektir. Eğer askerlerimiz köylüye zulmederse, şef bu mühürü saraya getirebilir. O zaman o askerin yeri ya zincir olur ya mezar.”

Khaalid, mühürü avucunda çevirdi. Soğuk taşın ağırlığını hissetti.

“Yani vergi, önce güven, sonra borç…”

“Hayır,” dedi Kwakwu, sesi birden sertleşerek. “Vergi, önce emanet, sonra sorumluluk. Kral halktan almaz; halk kralın omuzlarına yük koyar. Sen o yükü taşımaya layık olursan, vergi kendi ayağıyla sana gelir.”

Khaalid başını salladı.

“Anladım. Önce kalkan, sonra kese.”

Kuwakwu’nun gözlerinde memnuniyet ışığı belirdi.

“Şimdi git, genç savaşçı. Halkın seni görünce, ‘işte bizim adamımız’ demesini sağla. Haydutlar seni görünce de, ‘ölüm geldi’ desin.”



Bölüm 17 – Sınır Köyünde İlk Hafta (M.Ö. 4975)

Sınır köyüne vardıklarında akşamüstü güneşi, çamur sıvalı kulübelerin duvarlarını kızıl bir renge boyuyordu. Khaalid’in önünde duran köyün şefi, uzun sakallı, omzunda yıpranmış bir keçi postu taşıyan bir adamdı. Meydanda toplanan köylüler sessizce onları süzüyordu.

Khaalid, yanında getirdiği kil tableti çıkarıp şefin önüne koydu. Üzerinde güneş, mızrak, tahıl başağı ve el ele tutuşmuş iki figür kabartması vardı.

“Bu, kralınızla köyünüz arasında yapılmış anlaşma,” dedi.

Şef, elleriyle tableti okşadı, başını yavaşça salladı.

“Evet… Bu bizim anlaşmamız. İstersen şimdi vergiyi toplayabilirsin.”

Khaalid hafifçe gülümsedi.

“Hayır. Önce güven. Sonra vergi.”

O gün, askerler silahlarını bir kenara koyup köylünün işine yardım etmeye başladı. Kimisi tarlada ekin taşıdı, kimisi balıkçıların ağır ağlarını çekti, kimisi depoları düzenleyip un çuvallarını tek tek saydı. Kimi yaşlı köylüye odun taşıdı, kimi su kuyusunun başında sırayla testileri doldurdu.

Köylüler önce temkinliydi ama günler geçtikçe askerlerin ter içinde çalıştığını, alınlarının toprakla karıştığını gördüler. Kahkahalar yükselmeye başladı. Akşamları köy fırınından çıkan taze ekmekler, askerlerin önüne kondu.

Yedinci günün sabahında, köyün sessizliği bozuldu. Ufuktan, sayıları on beşi bulan silahlı bir grup köye yaklaştı. Yırtık elbiseleri ve paslı kılıçlarıyla haydutlardı bunlar. Köydeki askerleri işçi sanmış, köyün sahipsiz olduğunu sanarak doğruca meydanın ortasına yürüdüler.

O an, Khaalid ve adamları sessizce yerlerinden doğruldular. Çalışma kıyafetlerinin altından mızrak ve kılıçlarını çıkardılar. İlk kükreyen, köyün girişinde nöbet tutan Malik oldu. Haydutlar bir anda neye uğradıklarını anlayamadan saldırıya uğradı.

Çatışma kısa ama şiddetli geçti. Üç haydut yere yığıldı, dördü yaralandı, geri kalanları kaçmaya çalışırken yakalandı. Sağ kalanlar bağlanıp köy meydanına getirildi. Köylüler, askerlerin çevresinde toplanıp fısıldaştı. Artık gözlerinde korku değil, güven vardı.

Khaalid, meydanın ortasında köylülere seslendi:

“Şimdi kralınıza olan borcunuzu ödemenin zamanı geldi. Fakat bu, zorla değil, gönüllü olarak yapılacaktır.”

Köylüler, evlerinden tahıl çuvalları, balık sepetleri, kurutulmuş etler ve hurma demetleri getirmeye başladılar. Herkes kendi elinden verdi, kendi elleriyle teslim etti.

Ertesi sabah, Khaalid ve adamları, bineklerine ve iki yük hayvanına yüklenmiş vergiler ve iple bağlanmış haydutlarla birlikte köyden ayrıldılar. Güneşin altında tozlu yola düşerken köyün çocukları arkalarından el sallıyor, kadınlar ise ekmek ve su testileri uzatıyordu.

Khaalid, bu kez yalnız vergi değil, halkın duasını da beraberinde götürüyordu.

...

Khaalid ve adamları, günler süren yolculuğun ardından karakolun taş surlarının önünde durdu. Yük hayvanlarının sırtında tahıl çuvalları, hurma sepetleri, balık fıçıları… Arkalarında ise iple bağlanmış haydutlar, yorgun ama hâlâ dik yürüyen onurlu köylü askerler.

Kapılar açıldığında Leopar Kral Kwakwu, avluya bizzat çıkmıştı. Altın ve siyah işlemeli pelerini omzundan dökülüyor, gözleri tıpkı orman gecesindeki gibi parlıyordu.

Khaalid, öne çıkıp eğildi.

“Vergi sözleşmesi gereği alınan mallar, eksiksiz olarak huzurunuzda, kralım. Ayrıca köyü yağmalamak isteyen haydutlar yakalanmış ve getirildi.”

Kwakwu, çuvalların üzerine elini koydu, haydutlara baktı. Sonra Khaalid’in omzuna sert ama dostane bir şekilde vurdu.

“İşte bu! İş böyle yapılır. Hem halkın güvenini kazanmışsın, hem vergiyi tam getirmişsin, hem de düşmanı esir etmişsin. Daha ilk görevinde bu kadarını yapan adamdan korkulur.”

Karakoldaki askerler mırıldandı, bazıları onaylayarak başını salladı.

Kwakwu devam etti:

“Getirdiğiniz vergilerin bir kısmı sizin payınızdır. Adamlarınla paylaş, zaferin tadını çıkar. Ama işimiz bitmedi.”

Bir an sessizleşti, haydutların gözlerine dik dik baktı.

“Bu esirleri konuşturun. Haydut kampının yerini öğrenin. Sonra gidip orayı yerle bir edin. Çaldıkları malları buraya getirin. Ellerinde tuttukları köle çocuklar varsa… onları da serbest bırakıp köylerine teslim edin.”

Khaalid başını eğerek,

“Emredersiniz, kralım,” dedi.

Kwakwu gülümsedi, dişleri avcı dişleri gibi parladı.

“Sen hızlı öğreniyorsun, Khaalid. Belki bir gün bu toprakların sadece savunucusu değil, yöneticisi de olursun.”

O an Khaalid, görevlerinin sadece bir emir değil, bir sınav olduğunu anladı. Ve sınavın asıl kısmı daha başlamıştı.

...

Kwakwu’nun sözleri hâlâ Naïma'nın kulaklarında yankılanıyordu: Belki bir gün bu toprakların yöneticisi de olursun.”

Naïma Parmaklarını hafifçe oynattı. Simülasyon sistemi bu hareketi algıladı. Ferid-7’nin yumuşak, metalik sesi zihninde belirdi:

“Bir soru sormak ister misin, Naïma?”

Naïma bir an durdu. Sonra peş peşe aklına gelenleri sıraladı:

“Evet… Khaalid vergileri toplarken neden acele etmedi? Önce köylünün güvenini kazanması şart mıydı? Vergi böyle mi daha adil oluyor?

Peki haydutlardan köylü nasıl ayırt ediyor askerleri? Ellerindeki o kil tablet gerçekten geçmişte böyle anlaşmalar için mi kullanılırdı?

Ve Kwakwu neden vergilerin bir kısmını askerlerle paylaşmalarını istedi? Bu bir ödül mü, yoksa başka bir amacı mı var?

Bir de… Haydut kampına baskın… Bu sadece güvenlik mi, yoksa Khaalid’in liderlik sınavı mı?”

Ferid-7, kısa bir duraksamadan sonra yanıtladı:

“Soruların hepsi yerinde. Tarih boyunca adil vergi toplamanın en büyük sırrı güven ve meşruiyetti. Köylü, seni koruyan ve emeğine değer veren bir yönetici olarak görürse, verdiği vergiyi bir yük değil, bir sözleşmenin parçası olarak algılar.

Kwakwu, askerleri köylüyle yan yana çalıştırarak hem malların gerçek miktarını denetledi, hem de halkın gönlünü aldı. Kil tabletler, bu tür anlaşmaların yazılı veya sembolik kanıtıydı. Onlar sayesinde köylü, kime hizmet ettiğini ve neden vergi verdiğini bilirdi.

Vergi payı ise, askerlerin sadakatini pekiştirmenin kadim bir yöntemidir. Savaşçının karnı doymalı, eli ödül görmelidir ki görevi için canını versin.

Haydut kampına baskın ise, sadece bir güvenlik görevi değil… Bu, Khaalid’in hem strateji hem de merhametle hükmetme yeteneğinin sınavı olacak.”

Naïma, başını yavaşça salladı.

“Yani Kwakwu, hem halk hem de askerler üzerinde çift taraflı bir bağ kuruyor… Bu yüzden mi halk, haydutlardan ayırt edebiliyor onları?”

Ferid-7, hafifçe gülümsüyormuş gibi bir tonla cevapladı:

“Aynen öyle. Adalet ve güç, doğru dengede birleştiğinde, ünün sana kalkan olur.”



Bölüm 18 – Sorgu Çadırı (M.Ö. 4974)

Köyün dışındaki Kwakwu’nun karakolunun arkasında, kalın keçele2rden yapılmış büyük bir çadır kurulmuştu. İçeride loş bir ışık vardı; tek kaynak, bir köşede yavaşça tüten yağ lambasıydı. Lambanın titrek ışığı, yerde bağlı oturan haydutların gölgelerini çadırın duvarına devasa canavar siluetleri gibi yansıtıyordu.

Askerler haydutları, birbirlerini görmeyecekleri ve duyamayacakları şekilde ayrı bölmelere ayırmıştı. Her bölmede sadece bir haydut, bir masa, iki tabure ve arada sırada yankılanan rüzgâr uğultusu vardı.

İlk sorgu odasına iri yarı bir asker olan Harun, ağır adımlarla içeri girdi. Çizmelerinin sert tabanları zeminde tok sesler çıkarıyordu. Elleri bağlı haydutun tam karşısına oturdu, gözlerini kısmıştı.

"Adını söyle."

Haydut başını çevirdi, sessiz kaldı.
Harun masaya avucuyla sertçe vurdu, yağ lambası titredi.

"Arkadaşların her şeyi anlattı. Hepsi seni suçladı. Onların masum olduğunu, bütün bu işleri senin başlattığını söylediler. Onlar şimdi yemeklerini yiyor, yakında serbest kalacaklar. Ama sen… sen bu inatla idam sehpasına çıkacaksın."

Haydut gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı. Hâlâ sessizlik. Harun bir tas soğuk suyu aldı, sertçe haydutun yüzüne serpti. Haydut irkildi, nefes nefese kaldı.

Tam o anda kapı örtüsü açıldı.

Khaalid içeri girdi, Harun’a sertçe baktı.

"Yeter, Harun. Bu adamı konuşturmak için başka yollar var."

Harun mırıldanarak çıktı.

Khaalid bir tabure çekip haydutun karşısına oturdu. Önünde sıcak buharlı bir çorba vardı. "Acıkmışsındır al ye" dedi.

Haydut çorbaya gömülmüş gibi hızlı hızlı yerken Khaalid konuştu:

"Bak dostum, eskiden ben de senin gibi hayduttum. Yakalanınca her şeyi itiraf ettiğim için kral beni affetti. Zamanla güvenip burada iş verdi. Seni en iyi ben anlarım.

Haydut, hâlâ yüzünden damlayan suyu silmeye çalışıyordu. Khaalid devam etti: 

"Ben sana yardım etmek istiyorum. Ama bana bir şey söylemezsen elimden bir şey gelmez. Arkadaşların… seni sattı. Onlar köylerine dönecek, sen burada kalacaksın. Gerçekten susup, arkadaşlarının tüm suçunu tek başına üstlenmek istiyor musun?"

Khaalid:

"Bak, bana güven. Onlar kendi canını kurtaracak, sen ise buradaki suçun hepsini üstleneceksin."

Haydut: (gözleri yere bakıyor)

"Onlar… gerçekten her şeyi anlattı mı?"

Khaalid:

"Kelimesi kelimesine. Liderinizin adını bile söylediler."

Haydutun dudakları titredi, gözleri doldu.

"Ben… ben tarlada çalışıyordum. Onlar geldi… “Artık ter dökmene gerek yok, zengin olacaksın” dediler. Aptal gibi inandım. İlk başta sadece bekçilik yapacaktım… ama sonra baskınlara da götürdüler. Yemin ederim kimseyi öldürmedim…"

Khaalid başıyla onayladı.

"Aynı yalanı balık tutarken bana da söylemişlerdi. Senin affedilmen için kralla konuşurken bunu hatırlatacağım. Ama bana kampın yerini de söylemen lazım."

Haydut: (nefesini tutar)

"Tamam… Tamam anlatacağım. Kamp, nehir kıyısındaki eski taş ocaklarının arkasında. Orada bir mağara var, girişini dikenli çalılarla kapatıyoruz. " 

Khaalid, not tutan askere göz ucuyla işaret etti. Asker ilkel semboller ve resimlerle yazmaya başladı. 

Khaalid:

"Liderinizin adı ne?"

Haydut:

"Halwan. Ona “Demir Göz” derler… sağ gözüne ok saplanmış ama diğeriyle hâlâ görüyor."

Khaalid:

"Kaç kişisiniz?"

Haydut:

"Yirmi beş… belki otuz. Ama yarısı nöbette olmaz, bazıları civar köylerde gözcülük yapar."

Khaalid:

"Silah durumları?"

Haydut:
"Balta, süngü, ok, mızrak…"

Diğer sorgu odalarında aynı yöntem diğer haydutlara da uygulandı. Önce Harun girip sert konuşuyor, “Arkadaşların her şeyi anlattı” diyordu. Sonra Khaalid gelip çorbasıyla güven verip, sessizce kandırıp ikna etmeye çalışıyordu.

Khaalid:

"Senin hikâyeni biliyorum. Arkadaşların senin adını verip serbest kalmak istiyor. Bu mudur dostluk?"

2. Haydut: (dişlerini sıkar)

"Onlar… onlar zaten başımın belasıydı. Beni de kandırdılar. Kamp eski taş ocaklarının gerisinde. Orada iki mağara var, asıl kamp soldakinde. Sağdaki mağara boş ama tuzak kurduk. Bilmeden giren biri orada ölür. Lideriniz Demirgöz Halwan. Ama tek başına değil. Yanında Kara Samir diye biri var. İnsanların gözlerine bakarak yalan söyleyebilir, dikkat edin. Yirmi sekiz en son gördüğümde. Ama bazıları yaralıydı, belki daha azdır."

Kısa sürede ilk haydut çözülmüştü. Zamanla diğerleri de...  

Khaalid:

"Arkadaşların zaten konuştular. Eğer sen konuşmazsan onlar serbest kalacak, bütün suç senin üstüne kalacak"

3. Haydut: (ağlayarak)

"Ben… ben oraya ait değilim. Yemin ederim. Ailem yangında öldükten sonra geldiler. “Artık sahipsiz değilsin, seni zengin yapalım” dediler. Keşke ben de ailemle ölseydim. (hıçkırarak) Taş ocaklarının arkası… Dikenli çalıların arkasında mağara… Halwan bizi orada tutardı. Çaldıklarımızı kervanlara satardı. Belki yirmi… bazıları gitti, bazıları öldü. Ama… orada… İki çocuk da var. Onları köle gibi kullanıyorlar. Diğer çocukları köle olarak kervanlara sattılar."

Khaalid, son cümlede irkilir. Notları alan askerin gözleri de kısılır.

Kimisi ağlayarak, kimisi öfkeyle kampın yerini, liderlerinin adını, kaç kişi olduklarını anlattı. Verilen bilgiler büyük oranda birbiriyle örtüşüyordu.

Çadırın dışına çıktığında Khaalid derin bir nefes aldı. Gökyüzü parlaktı, ay bulutların arasından çıkmıştı.

"Yarın gece o kampa gidiyoruz, diye mırıldandı kendi kendine."

...

Khaalid dışarıda nöbetçilere son talimatlarını verip Naïma'nın yanından geçip çadırına geçti.
Naïma, Ferid-7 ile kurduğu zihin bağlantısını kesti. M.S. 8000 yılındaki odasına geri dönmüştü. Robot leoparı yanında oturuyordu.

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Ferid-7:

“Naïma, Sahneyi beğenmedin galiba? Soru sormak ister misin?”


Bir süre sustu. Küçük kız bir süredir kaşlarını çatmış, düşünceli görünüyordu. Sonunda merakını tutamadı.

Naïma:

“Ferid… Khaalid’in sorguladığı Haydutlara söylediklerini duydum. “Ben de senin gibi hayduttum” dedi. Sonra “Arkadaşların her şeyi anlattı” dedi. Ama bunların hepsi doğru değildi. Yalan söylemek kötü değil mi? Khaalid yalancı mı? Neden haydutlara yalan söyledi?"

Ferid-7:

“Doğru değildi.”

Naïma:

“O zaman bu… yalan söylemek olmuyor mu? Hani yalan kötü bir şeydi?”

Ferid-7 kısa bir süre sustu, sonra mekanik ama yumuşak bir sesle yanıtladı:

Ferid-7:

Bu o zamanki insanların kültüründe ‘hile’ ya da ‘taktik’ olarak kabul edilirdi.  Yalan, çoğu zaman güveni bozar ve zarar verir. Yalan söylemek genellikle yanlıştır, Naïma. Çünkü doğruyu söylemek, güvenin temelidir. Ama bazen… Doğruyu söylemek masumlara zarar verebilir. Ama bazı durumlarda, birini kurtarmak, daha büyük bir kötülüğü engellemek için gerçeği saklamak ya da değiştirmek… Khaalid’in amacı haydutların sırlarını çözmek, köyleri korumak ve çocukları kurtarmaktı. Söylediği sözler, kimseye zarar vermedi, aksine zararı durdurmak içindi. Böylece köylerdeki insanlar, hatta esir çocuklar kurtulacak

Naïma:

“Yani bazen… yalan kötü değil mi?”

Ferid-7:

“Bazen yalan, kılıç gibi bir araç olur. Kimin elinde ve hangi amaçla kullanıldığına bakılır. Ama unutma Naïma… bu çok tehlikeli bir yoldur. İnsanlar ‘iyi amaçlı yalan’ diyerek kolayca kendilerini kandırabilirler. Bu yüzden dikkatli olunmalı. Buna “gri alan” denir, Naïma. Ne tamamen beyaz, ne tamamen siyah… Hayat her zaman masal kitaplarındaki gibi kolay değildir. Önemli olan, yalanın kime ve ne için söylendiğidir. Eğer kendi menfaatin ve başkalarına zarar vermek için değil, başkalarını kurtarmak için söylüyorsan… işte o zaman bazıları buna ‘gerekli yalan’ der.

Naïma sessizce başını salladı, ama bakışlarından sorunun kafasında hâlâ dönüp durduğu belliydi. Düşünceli bir şekilde yere baktı. Sonra mırıldandı:

Naïma:
"Ben yine de yalan söylemek istemem."

Ferid-7:
"Ve bu, seni iyi biri yapar."

 

VENÜS’TEN GELEN İLETİŞİM SİNYALİ (M.S. 8000)

Ferid-7’nin metalik gövdesi, sanki derinlerden gelen bir nefes almış gibi hafifçe titredi. Göğsündeki ışık halkası bir an turuncu renkte yanıp söndü, sonra hızla maviye döndü. Bu, Naïma’nın bildiği zihinsel bağlantı titreşimlerinden farklıydı Bu kez dışarıdan gelen, tanıdık olmayan bir çağrıydı.

Naïma kaşlarını çatarak yaklaştı.

"Bu da ne böyle?"

Ferid-7’nin sesi her zamanki mekanik soğukluğunu koruyordu ama içinde anlaşılır bir heyecan titreşiyordu.

"Yüksek frekanslı bir iletişim… çok uzaktan geliyor. Yaklaşık iki yüz altmış milyon kilometre öteden."

Naïma’nın kalbi hızlandı.

"Nereden?"

Ferid-7’nin göz mercekleri bir an uzak bir geçmişin bilgeliğini yansıttı, ardından anın aciliyetine döndü.

"Venüs’ten… Naïma. Annenin ve babanın çalıştığı yerden."

Naïma’nın gözleri büyüdü, boğazına bir düğüm oturdu. O an odadaki her şey sessizleşti.

Ferid-7, hafif bir duraklamadan sonra başını eğdi.

"Annenden ve babandan görüntülü görüşme talebi var. Bağlıyorum. Ancak… çift yönlü iletişim gecikmesi yaklaşık 274 saniye olacak. Sabırlı ol."

Naïma’nın kalbi hızlandı. Holografik perde titreyerek açıldı, görüntü henüz tam gelmemişti; yalnızca sinyal bekleme ekranındaki mavi titreşim halkaları görünüyordu. Sessizlik… sadece robotun servo motorlarının hafif uğultusu.

İlk olarak annesinin sesi ulaştı, hafif parazitli, uzak bir yankı gibi:

"Merhaba, Naïma."

Görüntü saniyeler sonra netleşti. Nalan’ın yüzü yorgundu, ama gözleri hâlâ sıcaktı.

Naïma dudaklarını araladı, titrek bir sesle konuştu:

"Merhaba anne… Venüs’te hayat zor mu?"

Sözleri gönderildi… ardından uzun bir sessizlik.
Ferid-7, bu sırada ortamı sessizce tarıyor, enerji tüketimini düşürmek için loş ışık moduna geçti. Naïma beklerken robot leopar, amber gözlerini kırpıştırarak kızın dizine başını koydu.

Dakikalar sonra annesinin sesi geldi:

"Zor… ama bilim ve teknolojiyle yaşıyoruz. Bir gün seni buraya getireceğiz."

Arka planda tiz konuşma sesleri:

"Karbon nanotüp üretim verisi stabil, şehir kendi kendini büyütüyor."

Naïma hemen karşılık verdi:

"Anne, biliyor musun? Sahra’ya yağmur yağdı. Her yer göl oldu, çiçek açtı… Çok güzel! Dağlar yemyeşil."

Bekleme… dakikalar geçiyor. Hologramın arkasında sinyalin uzak yolculuğu hissediliyor. Sonunda annesinin dudakları kıpırdadı, sesi odada yankılandı:

"Bu harika bir haber. Tahmin etmiştik zaten. Babanla bu yüzden evimizi oraya taşımıştık. Peki, robot leoparınla iyi anlaşıyor musun?"

Arka planda tiz konuşma sesleri:

"Otomatik bakım sistemleri planlandığı gibi çalışıyor. Yükseliyoruz." 

Görüntü aniden yan tarafa kaydı. Naïma’nın babası, mühendis Okan, kadraja girdi; üzerinde karbon nanotüp elbisesi vardı, yüzü ter içindeydi.

"Naïma, merhaba kızım! Babacığın seni çok özledi. Orada derslerini aksatmıyorsun değil mi?”

Naïma gülerek cevap verdi:

"Hayır baba! Ferid-7 bana yardımcı oluyor. Sen hâlâ dev motor projesi üzerinde misin?”

Bekleyiş yeniden başladı. Fakat bu kez Venüs tarafından cevap gelmeden, arka planda tiz bir alarm sesi duyuldu. Görüntüde titreşim vardı, babası bir an arkasına bakıp kaşlarını çattı.

Sesi gecikmeli olarak ulaştı:

“Basınç regülatörlerinde sorun var! Balonlardan biri hidrojen sızdırıyor!”

Naïma’nın sesi telaşlıydı:

“Anne? Baba? Duyuyor musunuz? Ne oluyor orada?”

Birkaç dakika sonra annesinin sesi geldi, nefesi hızlıydı:

“Hayatım… hemen kapatmam gerek.”

Tam o sırada hologramda bembeyaz bir ışık patladı, ardından karanlık.
Ferid-7’nin sensörleri düşük frekanslı bir titreşim kaydetti. Naïma, o uğultunun içinden gelen sessizliği dinledi… ve bekledi... bekledi....

Sessizlik... devam etti...

Naïma geri çekildi. Ferid-7 hiçbir şey söylemedi. Odanın sessizliği, sadece robot leoparın metal gövdesinden gelen yumuşak mekanik sesle bölünüyordu. Leopar amber gözleriyle ona bakıyor, kuyruğunu yavaşça sallıyordu.

Naïma elini uzatıp soğuk metali okşadı.
"Gel,” dedi fısıldayarak, “yemek zamanı.”

Leopar, pençelerinin yere vurduğu hafif tıkırtılarla peşine takıldı. Koridor duvarları, gün batımının altın tonlarını taklit eden panellerle aydınlıktı. Otomutfaktan taze ekmek ve baharatlı çorba kokusu yayılıyordu. Naïma adımlarını yavaşlattı… düşünceleri hâlâ Venüs’teydi.



VENÜS’TEN GELEN İLETİŞİM SİNYALİNDEN SONRA

Koridorun sonundaki otomutfaktan yayılan ekmek kokusu bile Naïma’nın içindeki sıkışmayı hafifletmedi. Yürürken koridorda birden durdu, arkasını dönüp Ferid-7’ye baktı.

“Ferid… annemle babama ne oldu?”

Ferid-7, mekanik adımlarını durdurdu. Göz mercekleri hafifçe daraldı.

“Şu an kesin bir bilgiye sahip değilim.”

“Yalan söylüyorsun. Sinyal kesildiğinde oradaydın. Arka plandaki sesleri duydun. O patlama… neydi o?”

Ferid-7’nin göğsündeki mavi halka yavaşça söndü, yeniden parladı.

“Balonlardan biri hidrojen sızdırıyordu. Basınç regülatörleri devre dışı kaldı. Bu… Zephyra şehrinin dengesini bozabilecek bir arıza.”

Naïma’nın gözleri büyüdü.

“Yani… şehir düşüyor mu?”

Leopar, Naïma’nın bacaklarının yanında durdu, başını hafifçe eğerek ikisini dinliyordu.

Ferid-7 kısa bir sessizlikten sonra yanıtladı:

“Henüz değil. Balonlar çok büyük, diğerleri hâlâ taşıma yapıyor. Ama… böyle devam ederse… evet, düşebilir.”

Naïma’nın boğazı düğümlendi.

“Peki… annem ve babam? Onlara bir şey olur mu?”

Ferid-7’nin sesi bu kez daha yumuşak, neredeyse insansıydı.

“Venüs şehirleri, acil durumda ‘sığınak modülüne’ geçer. O modüller karbon nanotüp ve yüksek ısıya dayanıklı katmanlarla kaplıdır. Eğer zamanında oraya ulaşabildilerse… hayatta kalmışlardır.”

Naïma başını eğdi, parmaklarıyla robot leoparın metal boynunu okşadı.

“Onlara ulaşabilir miyiz?”

Ferid-7 göz merceklerini kıza kilitledi.

“Ulaşmanın yollarını arayacağım. Ama Dünya’dan Venüs’e doğrudan iletişim gecikmeli olur. Beklemek zorundayız.”

Naïma dudaklarını ısırdı.

“Ben beklemek istemiyorum…”

Ferid-7 hafifçe yaklaştı, göğsündeki mavi halka Naïma’nın yüzünü aydınlattı.

“Biliyorum. Ama bazen beklemek, yapılabilecek en akıllıca harekettir.”

O sırada robot leopar, yavaşça başını kaldırdı ve hafifçe mırlamayı andıran bir mekanik ses çıkardı. Naïma başını okşarken, aklında tek bir düşünce vardı:

"Anne, Baba… lütfen iyi olun… Allah'ım onları koru, bana bağışla."

Naïma, Ferid-7’nin sözlerini sessizce sindirmeye çalıştı. Kafasının içinde birbirine dolanmış düşünceler, tavandaki ışık huzmesinde dönen toz zerreleri gibi yavaşça savruluyordu.

Derin bir nefes aldı. Odanın içindeki sessizlik, robot leoparının metal gövdesinden yayılan ince sese karışıyordu. Robot Leopar, amber renkli gözleriyle Naïma’ya bakıyor, kuyruğunu sessizce ileri geri sallıyordu.

Naïma elini uzattı, soğuk metalin üzerinde parmaklarını gezdirdi.

Leopar, pençelerinin yere dokunuşuyla çıkardığı hafif tıkırtılar eşliğinde peşine takıldı.
Koridorun duvarlarında, günün son ışıklarını taklit eden yumuşak sarı paneller parlıyordu. Bir köşeden otomutfaktan kokular gelmeye devam ediyordu: sıcak buğday ekmeği, baharatlı çorba masanın üzerinde hazırdı.

Küçük kız adımlarını yavaşlattı. Anne ve babasının söylediği sözler ve Khaalid’in haydutlara söylediği sözler hâlâ zihninde yankılanıyordu, ama midesinin gurultusu düşüncelerinin önüne geçmeye başlamıştı.

Belki de bazı soruların cevabı, yemek yerken kendiliğinden gelecekti.

Naïma, yemek kokularının cazibesine rağmen aklındaki sorudan kopamıyordu.
Ferid-7’nin sesi hâlâ kulaklarında çınlıyordu: “Bazen yalan, kılıç gibi bir araç olur…

Küçük kız yemeğini yedikten sonra birden durdu.
Robot leoparı da onunla birlikte durup başını yana eğdi.

Naïma:

“Ferid… Simülasyona geri dönelim. Khaalid bu sefer hiç yalan söylemesin. Yine de haydutları konuşturmayı deneyelim. Gerekirse ben de konuşup haydutları ikna etmeye çalışırım. Bakalım işe yarayacak mı?”

Ferid-7’nin gözlerinde hafifçe yanan mavi ışıklar hızlandı.

Ferid-7:

“Alternatif olay örgüsü. Yalansız sorgulama. Kabul edildi. Dikkat: Bu, orjinal hikayedeki sonuçlardan farklı sonuçlar doğurabilir.”

Naïma, leoparın soğuk omzuna dokunarak gülümsedi.

“Evet, biliyorum. Ama denemek istiyorum.”

Koridorda sarı ışıklar hafifçe titredi, ardından her şey yeniden karardı.

Rüzgâr uğultusu, yağ lambasının titrek ışığı ve sorgu çadırının loş havası, yeniden Naïma’nın önünde canlanıyordu… 



Bölüm 19 – Yalansız Sorgu Senaryosu: Yalansız da olurmuş (M.Ö. 4974)

Birinci Haydutun Sorgusu

Khaalid, elindeki sıcak çorba tasını haydutun önüne koyar. Yüzünde ne bir samimiyet ne de bir tehdit ifadesi vardır; sadece yorgun bir ciddiyetle konuşur.

Khaalid:

"Günlerdir sana yemek vermedik. Aslında bu senin direncini kırmak içindi. Şimdi bu çorbayı iç. Bildiklerini daha kolay hatırlayabilirsin."

Haydut, çorbayı hızla içerken, Khaalid masanın diğer ucuna, haydutun hemen yanına oturur. Haydutun gözlerinin içine bakmaz, sadece ona doğru döner.

Khaalid:

"Dışarıda ayrı odalarda tutulan, senin gibi üç haydut daha var. Hepsini tek tek sorgulayacağım. Onlara da sana sorduğum soruları soracağım. Her birinizin anlattıkları, diğerlerinin anlattıklarıyla karşılaştıracağım."

Khaalid duraksar, haydutun yüzündeki gerilimi gözlemler.

Khaalid:

"Durum şu: Ya hepiniz susarsınız ve hiçbir şey öğrenemeyiz. O zaman hepiniz kralın karşısına çıkarsınız, büyük ihtimalle de idam edilirsiniz. Ya da biriniz konuşur, detayları verir ve hayatını kurtarma şansı yakalar. Şu an konuşan diğerlerinin önünde olacaktır."

Haydut, başını kaldırır ve Khaalid'e bakar.

Khaalid:

"Sana yalvaracak değilim. Benden bir lütuf bekleme. Ben sadece sana durumu anlatıyorum. Konuşup konuşmamak sana kalmış. Ama şunu bil ki, biriniz konuşmaya başladığında diğerleri konuşmasa bile iş işten geçmiş olacak. Bu durumda ilk konuşan, en büyük lütfu alacak kişi olur. Eğer ilk konuşan sen olursan, kampın yerini, liderinin adını ve diğer haydutları anlattığın için kraldan af dileme şansı yakalarsın. Ama ilk konuşan sen olmazsan, o şansını kaybedersin. Bu kadar."

Haydut, bu mantıklı ama sert yaklaşım karşısında şaşırır. Khaalid'in yalan söylemediğini anlar.

Haydut, çorbayı bitirdikten sonra haydutun yüzünde kararlı bir ifade belirir. Khaalid'in mantıklı ve soğuk hesaplarına rağmen, haydutun konuşmama kararı, onur ve sadakat duygusuna dayanır.

Haydut:

"Evet, doğru söylüyorsun. Konuşursam kurtulabilirim. Arkadaşlarımdan biri benden önce konuşursa o kurtulur, ben ölürüm. Bu mantıklı. Ama liderimiz bize 'birimiz konuşursa hepimiz ölürüz' dedi. Ben konuşursam, kampın yeri öğrenilir, arkadaşlarım yakalanır, belki hepsi öldürülür. Ben konuşursam, liderimizin bana öğrettiği onur ve sadakat kurallarını çiğnemiş olurum. Ben bir haydut olabilirim, ama sözümün eriyim. Söz verdim, konuşmayacağım. Ölürsem de onurumla ölürüm, konuşarak yaşayamam."

Haydutun bu sözleri, Khaalid'in mantıksal argümanlarını boşa çıkarır. Haydut, kendi hayatı pahasına bile olsa, birliğine ve liderine olan bağlılığını korumayı seçer. Onun için, hayatından daha değerli olan şey, sözüne sadık kalmaktır.

Khaalid iç çekti ve üçüncü odaya yöneldi.


İkinci Haydutun Sorgusu

Khaalid, birinci haydutun çadırından çıkar ve ağır adımlarla ikinci haydutun çadırına girer. Yüzünde, aldığı sonuçtan duyduğu bir hayal kırıklığı vardır ama bu, ciddiyetini bozmaz.

Khaalid, sıcak çorba dolu tası sessizce haydutun önüne bırakır. Yüzünde ne merhamet ne de öfke vardır. Yalnızca uykusuz gecelerin çizdiği bir kararlılık.

Haydutun karşısına oturur ve elindeki kil tableti masaya koyar. Bu parşömen boştur. Khaalid yalan söylemeyecektir. Konuştuğunda sesi ne yumuşaktır ne sert; sadece olması gerektiği gibidir.

Khaalid:

“Açlıkla seni sınadık. Bu, iradeni çözmek içindi. Şimdi bu çorbayı iç; belki hatırlamak kolaylaşır.”

Haydut, açlığın tesiriyle çorbayı boğulur gibi içerken Khaalid, masanın ucundan kalkar ve onun yanına oturur. Göz teması kurmaz. Sadece bedenini ona çevirir. Bir sorgucu gibi değil, bir gölge gibi.

Khaalid:

"Biraz önce yanındaki çadırda oturan adamla konuştum. O, onurundan bahsetti. Liderine sadakatinden bahsetti. Sözünü çiğnememekten bahsetti. Ölürüm de konuşmam dedi."

Haydut, Khaalid'in sözlerini dinlerken kaşlarını çatar.

Khaalid:

"O adam, şu an ölümü bekliyor. Yarın kralın önüne çıkaracağım ve konuşmadığını söyleyeceğim. Büyük ihtimalle kral öfkelenip idam edin diyecek ve ölecek. Neden? Çünkü sadakati, onun için hayatından daha önemliydi. Ama sadakat, sadece iki kişi arasında bir bağ değildir. Liderinize olan sadakatiniz, size ne kazandırdı? Bugün buradasın, soğukta, aç ve tek başına. Liderin nerede? Seni kurtarmaya mı geldi? Hayır. O, şu an kendi hayatını yaşıyor. Seni, onu koruyacak bir kalkan olarak kullandı."

Haydut, Khaalid'in bu sert sözleri karşısında gerilir ve öfkelenir.

Khaalid:

"Sana yalvaracak değilim. Sen de biliyorsun ki, şu an buradasın çünkü yakalandın. Bu durumun oluşmasında liderinin de bir payı olmalı. O seni bu yola soktu. Şimdi sen buradasın, ama o nerede? Onlar sana güvenir miydi? Peki neden sen, onlara güvenesin? Onlar senin için ölürler miydi? Sen de onlar için ölecek misin?"

Khaalid'in amacı, haydutta öfke ve güvensizlik duygularını tetiklemektir. Onu, arkadaşlarına ve liderine karşı sadakatsiz olması için kışkırtmaya çalışır. Ancak haydut, Khaalid'in bu mantıklı yaklaşımına karşı, duygusal bir gerekçe sunar.

Haydut, çorbasını yemeyi durdurdu ve başını kaldırdı. Gözlerinde ne korku ne de inat vardı, sadece derin bir çaresizlik ve mantık parıltısı vardı.

"Senin bana yardım etme isteğine inanıyorum, asker," 

dedi haydut, sesi titrek ama kararlıydı. 

"Ama sana gerçeği söylersem, bana ne olacağını biliyorum. Bir süre hapis yatar, sonra serbest kalırım. Ama kampa ne olacağını da biliyorum. Orayı basarsınız. Liderim intikam için yaşar. Kamptan sağ kurtulan olursa, beni bulur. Yaşadığım köyü, ailemi, her şeyimi bulur. Benim vicdanım rahat, çünkü kimseyi öldürmedim. Ama arkadaşlarımı satarsam... İşte o zaman huzur içinde yaşayamam. Hem sizden hem onlardan korkarak yaşarım. Böyle yaşamaktansa ölürüm daha iyi."

Khaalid, daha fazla zorlamadan ayağa kalktı ve diğer odaya geçti.


Üçüncü Haydutun Sorgusu

Sorgu çadırında üçüncü haydut hâlâ sessizdi. Khaalid konuşturmak için hiçbir hileye başvurmamıştı. Masaya oturmuş, sadece bekliyordu. Önünde bir tas çorba vardı ama haydut dokunmamıştı.

Khaalid:

“Ben sana yalan söylemeyeceğim. Arkadaşların konuşmadılar. Ama bildiğim bir şey var: Sessiz kalırsanız, kimseyi kurtaramayız. Üçünüzü yarın alıp kralın karşısına çıkarır ve konuşmadığınızı söylerim. Kraldan affınızı isteyemem. Aynı gün idam edilirsiniz.”

Haydut gözlerini kaçırdı. Dudakları kurumuştu ama hâlâ susuyordu.


Naïma'nın Simülasyona Müdahalesi

Tam o anda kapı örtüsü aralandı. Küçük bir kız içeri girdi, Naïma.

Askerler şaşkınlıkla geri çekildi. Khaalid başını kaldırdı ama bir şey demedi. Naïma, haydutun karşısına geçti. Gözleri doluydu.

Naïma:

“Senin çocukken ailenin yangında öldüğünü biliyorum. 'Keşke ben de ailemle ölseydim.' dediğini de..."

Naïma, haydutun gözlerinin içine uzun süre bakar.

Naïma:

“Ben de kaybettim…"

Sesi fısıltıya yakındır, ama kelimeleri ağır ağır ilerler.

Naïma:

"Ben… ben de senin gibi, ailemi kaybettim. Venüs’te, uçan şehrimizi büyütmek için atmosferinden karbon nanotüp üretiyorlardı. Annemle babam oradaydı. Karbon nanotüp kulelerinde çalışıyorlardı. Venüs’te şehirde bir patlama oldu. Onlarla iletişim kesildi. O zamandan beri ne yüzlerini gördüm, ne seslerini duydum. Ölüp ölmediklerini bile bilmiyorum. Sadece sessizlik. Ne bir mesaj, ne bir sinyal… Yalnız kaldım. Bir tek Ferid kaldı yanımda. O robot bir leopar. Ama o bile… bir anne gibi sarılamaz"

Haydut başını kaldırdı. Gözlerinde bir titreme vardı.

Naïma:

Kampta çocuklar var, onların hâlâ annesi babası var. Lütfen… sadece bir şey söyle. Onları kurtarabiliriz. O çocuklar… o kampta tutulanlar… onlar da ikimiz gibi. Ailelerinden koparılmışlar. Ben de bir çocuğum. Ailemle yaşamak istiyorum. Onlardan ayrılmak istemem. Eğer sen konuşmazsan… Onlar da hep ayrı kalacak. Kervana satılırlarsa belki bir daha hiç dönemezler. Lütfen… sadece bir şey söyle. Onları kurtarabiliriz.”

Haydutun gözlerinde bir anlık yumuşama belirir.

Naïma:

“Sen de yalnız kaldın. Ama senin gördüğün o çocuklar… hâlâ bekliyor. Onların anneleri hâlâ bekliyor. Beni kimse kurtaramadı… Ama sen, onları kurtarabilirsin. Bu, senin ellerinde.” 

Haydutun gözleri doldu. Dudakları titredi. Sonunda fısıldadı:

Haydut:

“Ben… ben oraya ait değilim. Evet ailem yangında öldü. Yıllar boyunca yalnız yaşadıktan sonra haydutlar geldiler. ‘Artık sahipsiz değilsin’ dediler. Ama… o çocuklar… onlar hâlâ orada. İki tanesi… mağarada. Halwan onları köle gibi kullanıyor.”

Naïma’nın gözlerinden yaşlar süzüldü. Khaalid başını eğdi, sessizce not tutan askere işaret etti.

Haydut:

“Taş ocaklarının arkası. Dikenli çalıların ardında bir mağara. Halwan orada. Belki yirmi kişi kaldı. Ama… o çocuklar… onları kurtarın.”

Khaalid:

“Bu, sadece senin değil, onların da kurtuluşu olacak.”

Khaalid sessizce geri çekildi. Çadırdan çıkarken gözleri hâlâ yaşlıydı ama yüzünde bir kararlılık vardı. Birkaç dakika sonra, diğer sorgu bölmelerindeki haydutla konuştu:

“Üçüncü kişi konuştu. Kampın yeri, liderin adı, çocukların durumu açıklandı.”

İlk haydut, duvarın ötesinden gelen ayak seslerini duydu. Kapı örtüsü aralandı, Harun içeri girdi ama bu kez sessizdi. Masaya oturdu, hiçbir tehdit savurmadı.

Khaalid:

“Arkadaşın konuştu. Çocukların yerini söyledi. Biz gidiyoruz.”

Haydutun gözleri irkildi. Dudakları kıpırdadı.

“Çocuklar mı? Onları da mı söyledi?”

Khaalid başını salladı.

Haydut:

“Ben… ben sadece bekçilik yapıyordum. Ama o çocuklar… onları satacaklardı. Halwan, Demirgöz… o planı yapmıştı. Kampın arkasında bir geçit daha var. Oradan kaçabilirler. Söyleyin… dikkatli olun. Kara Samir hâlâ orada.”

Khaalid:

“Kaçabilecekleri geçidi haber vermen kurtulman için önemli” 

Khaalid not aldı, sessizce çıktı.

İkinci bölmede, başka bir haydut başını duvara yaslamıştı. Gelen haberle irkildi. Khaalid içeri girdi. Ama sesi sakindi.

Khaalid:

“Diğer arkadaşların konuştu. Çocukların yerini söylediler. Artık saklanacak bir şey kalmadı.”

Haydut:

“Onlar… onlar zaten başımın belasıydı. Beni de kandırdılar.  Ama o çocuklar… onları zincirlemişlerdi. Halwan’ın adamları… onları dövüyordu. Asıl kamp solundaki mağarada. Ama sağdaki mağarada tuzak var. Oraya giren ölür. Liderimiz Demirgöz Halwan. Ama tek başına değil. Yanında Kara Samir diye biri var. İnsanların gözlerine bakarak yalan söyleyebilir,

Khaalid:

“Tuzağı haber vermen kurtulman için önemli.”

Haydut:

“Ben… sadece bir şey istiyorum. O çocuklar kurtulsun.”

Khaalid başını eğdi.,

Naïma, sorgu çadırının dışında bekliyordu. Khaalid yanına geldi, diz çökerek göz hizasına indi.

Khaalid:

“Senin sözlerin… bir zinciri kırdı. Artık hepsi konuştu. Yalansız. Sadece gerçeğin gücüyle.”

Naïma:

“Yani… yalan söylemeden de olurmuş.”

Khaalid gülümsedi:

“Bazen en güçlü silah, bir çocuğun kalbidir.”



Naïma’nın Sorgu Sonrası Ferid-7 ile Konuşması

Naïma, simülasyondan çıktığında yanında yatan robot leoparı Ferid 7'nin yanına sokuldu. Elleriyle onun metal başını okşarken, bakışları hâlâ uzaklardaydı.

Ferid-7:

“Naïma… Yüz kaslarındaki gerginlik, yoğun bir duygusal yük hissettiğini gösteriyor. Anlatmak ister misin?”

Naïma dudaklarını büzdü.

“Bence… haydutlar konuşmak istemiyordu çünkü korkuyorlardı. Ama… korkudan da büyük bir şey varmış.”

Ferid-7:

“Ne gibi?”

Naïma:

“Bir çocuğun gözyaşı… ya da… belki onun gibi bir şey. Onlara o çocukları hatırlattım. Annelerini, babalarını… Onlar da unutmuşlardı. Ben hatırlattım.”

Ferid-7 kısa bir sessizlikten sonra cevap verdi:

“Bu, ‘empati’ olarak bilinir. Başka birinin duygusunu kendi içinde hissetme yeteneği. İnsanlık tarihinde barışın ve merhametin temel nedenlerinden biridir.”

Naïma başını kaldırdı, gözlerinde hem umut hem özlem vardı.

“Peki… annemle babam da bir gün bana döner mi?”

Ferid-7’nin sesi bu sefer daha alçak ve yavaş çıktı:

“Belki… ama o gün gelene kadar, sen başkalarının annelerine babalarına kavuşmasına yardım edeceksin.”

Naïma başını salladı, gözyaşlarını sildi. Ferid 7’nin başını kucağına aldı.

“Ben de bekleyeceğim” diye fısıldadı. 

Gözlerini kapadı. Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı. 


VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 1 — Gökyüzünde Bir Şehirde Patlama

Venüs atmosferinin 50-60 kilometre üstünde, sarı-turuncu asit bulutlarının hemen üzerinde süzülen Zephyra şehri, insanlığın en büyük başarısıydı. Devasa karbon nanotüp kuleleri, kendini onaran yapılarıyla yavaş yavaş genişliyor, şehrin ağırlığını dengede tutan hidrojen balonları nazikçe havada dans ediyordu.

Şehrin merkezindeki araştırma laboratuvarında, Dr. Nalan Yalçın ve eşi mühendisin eli bilgisayarın dokunmatik yüzeyinde hızla geziniyordu.

Ancak şehirde, birdenbire anormal titreşimler başladı. Balonlardaki basınç dalgalanıyor, kolonlarda mikroskobik çatlaklar belirmeye başlamıştı. Uyarı ışıkları kırmızıya döndü.

"Basınç regülatörlerinde sorun var! Balonlardan biri az da olsa hidrojen sızdırıyor, diye rapor verdi mühendis Okan."

Şehir yavaşça irtifa kaybetmeye başladı. Yüksek basınçlı Venüs atmosferinde, 50 kilometreden yüzeye kadar olan mesafe ölümcül bir inişti.

Nalan gözlerini ekrana dikti:

"Kontrolü kaybetmemeliyiz… ama alçalıyoruz."

Ve o andan sonra patlama oldu.


Sahne 2 — Düşüş

Zephyra şehri, hidrojen balonlarındaki basınç dalgalanmaları yüzünden yavaş yavaş irtifa kaybediyordu. 50 kilometre yükseklikten başlayan bu düşüş, Venüs’ün yoğun atmosferinde sürükleme kuvvetiyle sınırlandı; şehir, serbest düşüş hızını asla aşamıyordu.

Mühendis Okan, sığınak modülünün kontrol panelinde durmadan veri akışını izliyordu.

"Balonların basıncı hızla düşüyor. Kulelerde mikroçatlaklar yayılıyor. Eğer bu devam ederse, şehir 35 kilometre seviyesinde kontrolsüz bir şekilde yavaşlayıp yüzeye doğru düşecek."

Şehirdeki insanlar alarm sesleriyle uyanmaya başladı. Gözler panik ve korkuyla doluydu. Kaptan Leyra, sakin olmaya çalışarak mikrofonu açtı:

"Herkes derhal sığınak modülüne! Hayatta kalma sistemleri çalıştırılacak."

Sığınak modülü, özel termal kaplamalar ve yüksek dayanımlı karbonfiber yapısıyla Venüs yüzeyindeki zorlu koşullara dayanabilecek şekilde tasarlanmıştı. Ancak modülün içindeki yaşam destek sistemleri, enerji ve su kaynakları sınırlıydı.

Nalan ve Okan, son kontrolleri yaptıktan sonra modüle doğru ilerledi.

"Sistemi devreye alıyoruz, dedi Okan, sesinde kararlı bir tını vardı."

Dışarıda şehir, yavaş ama kaçınılmaz şekilde alçalmaya devam ediyordu. Balonların bir kısmı tamamen sönerken, diğerleri direnmeye çalışıyordu. İçeride zaman daralıyordu.

Venüs yüzeyine iniş kaçınılmazdı. Ancak şimdilik, hayatta kalmak için tek umut sığınak modülünde saklanmaktı.



Bölüm 20 – Haydut Kampının Baskını (M.Ö. 4973)

Kraldan Takviye Talebi

Khaalid, sorgu çadırından çıktıktan sonra, ay ışığının altında derin düşüncelere daldı. Haydutların verdiği bilgiler zihninde dönüyordu: Eski taş ocaklarının ardındaki mağaralar, dikenli çalılar, tuzaklar ve belki otuz beş haydut… Yirmi askerle bu baskın cesaret gerektirirdi, ama çocukları kurtarmak ve kralın emrini eksiksiz yerine getirmek için hata payı yoktu. Harun’a döndü, sesi kararlı ama temkinliydi:

“Harun, bu yılan yuvasını temizleyeceğiz, ama sayıca bizden üstünler. Tuzakları var, liderleri kurnaz. Çocukların hayatı söz konusu. Kraldan takviye istemeliyiz.”

Harun kaşlarını çattı, iri elleriyle baltasının sapını sıktı. “Yirmi seçkin askerle o mağarayı ateşle yakarız, Khaalid! Sayı ne fark eder?”

Khaalid gülümsedi, ama gözlerinde bir pırıltı vardı. “Cesaretin ölümü korkutuyor, dostum. Ama onlar köşeye sıkışınca vahşileşir. Çocukları riske atamayız. Krala gidelim, birkaç köyden daha savaşçı isteyelim. Zafer bizim olacak, ama Nil’in bereketi için temkinli olmalıyız.”

Harun, bir an düşündü, sonra başını salladı. “Haklısın. Çocuklar için… krala gidelim.”

İki savaşçı, kralın karakol olarak kullandığı çadıra yürüdü. Muhafızlar kapıları açtı, kral tahtında, asasıyla bekliyordu. Khaalid diz çöktü, sözleri net ve saygılıydı:

“Kralım, esirleri konuşturduk. Kamp, taş ocaklarının ardında, dikenli çalılarla gizlenmiş mağaralarda. Belki otuz beş haydut var; liderleri Halwan ve Samir, tuzakları kurnaz. Yirmi seçkin askerle baskını yapabiliriz, ama çocuklarınızın güvenliği için risk almamalıyız. Daha fazla savaşçı daha rica ediyoruz. Böylece zafer kesin, kayıplar az olacak.”

Kral, asasını yere vurdu, gözleri Khaalid’in kararlılığını tarttı. “Kurnazsın, Khaalid. Nil’in bereketini korumak için temkin gerekli. Elli savaşçı daha gönderiyorum. Ama unutma, zafer kadar çocukların güvenliği de senin sorumluluğunda.”

Khaalid başını eğdi. “Emredersiniz, kralım. Nil’in huzuru için bu yılan yuvasını yerle bir edeceğiz.”

...

Ay, Nil'in sularını gümüş bir örtü gibi kaplamıştı. Gökyüzü yıldızlarla doluydu, eski Mısır Kemet'in kaderini izliyorlardı. Kral'ın emri kesindi: "Haydut yuvasını yerle bir edin. Nil'in bereketini kirleten bu yılanları kökünden sökün!" Sözleri, Kwakwu köyünün savaşçılarını ateşlemişti. Khaalid, sorgudan öğrendikleriyle planı çizmişti: Gece yarısı yaklaşacaklar, dikenli çalıları sessizce aşacaklar, sağdaki tuzaklı mağarayı atlatıp soldakine hücum edeceklerdi. Kaçmamaları için kampın arkasındaki geçiti de bir grup asker tutacak, çıkanları süngü ve ok yağmuruna tutacaktı. Harun'un iri cüssesi önde, Khaalid'in kurnazlığı arkada; yanlarında yirmi seçkin asker, mızrakları, baltaları ve oklarıyla donanmış.

Nehir kenarındaki eski taş ocakları, devasa kaya yığınlarıyla çevriliydi. Rüzgar, kumları savuruyor, haydutların kamp ateşinin uzak kokusunu taşıyordu. Askerler, karanlığın gölgesinde süzülerek yaklaştılar. Khaalid elini kaldırdı, sessiz bir işaretle: "Dikenleri kesin, ama gürültü etmeyin."

İlk engel, dikenli çalılar duvarıydı. Harun'un güçlü kolları, baltasını savurdu; dikenler sessizce ayrıldı, yol açıldı. İçeride, mağaraların ağzı karanlık bir ağız gibi bekliyordu. Sağdaki mağara, haydutların anlattığı gibi bir tuzak yuvasıydı. İçine giren, keskin kazıklara veya yuvarlanan kayalara kurban giderdi. Khaalid, askerlere fısıldadı: "Sağa yaklaşmayın. Sol mağara, asıl yuva. Çocukları kurtarın, Halwan'ı canlı yakalayın."

Aniden, bir haydut nöbetçisi göründü. Okçu bir asker, yayını gerdi; ok sessizce uçtu, nöbetçinin boğazına saplandı. Vücut yere yığıldı, kumlar kanı emdi. Baskın başlamıştı.

Mağaranın girişinde kamp ateşi yanıyordu. Haydutlar, çaldıkları ganimetlerin arasında dağılmıştı: Bazıları uyuyor, bazıları zar atıyor, birkaçı şarap içiyordu. Yirmi beş kadarlardı, yaralı olanlar köşede inliyordu. Ortada, Demir Göz Halwan oturuyordu. Sağ gözü kör bir çukur, sol gözü alev gibi parlıyordu. Yanında Kara Samir, sinsi bir gülümsemeyle mızrağını bileyip duruyordu. İki çocuk, zincirlerle bağlı, ateşin yanında köle gibi çalışıyordu; biri odun taşıyor, diğeri yemek karıştırıyordu.

Harun'un savaş narası mağarayı sarstı: "Nil'in intikamı için!" Askerler lav gibi aktı içeri. İlk çarpışma, bir fırtına gibiydi. Bir haydut baltasını savurdu, ama Harun'un kalkanı onu karşıladı; karşı saldırı, haydudun göğsünü yardı. Kan sıçradı, ateşin üzerine düştü, alevler tısladı.

Khaalid, okçulara emretti: "Hedef alın!" Ok yağmuru başladı. Bir haydut, mızrağını fırlattı; askerlerden biri vuruldu, ama diğeri intikam aldı, okunu haydudun kalbine sapladı. Mağara, çığlıklarla doldu. Metalin metale çarpması, kemiklerin kırılması, yaralıların inlemeleri...

Halwan ayağa fırladı, "Demir Göz"ü parıldıyordu. "Saldırın, köpekler!" diye kükredi. Baltasını kaptı, bir askere hücum etti. Çarpışma destansıydı: Halwan'ın baltası, askerin kalkanını ikiye böldü, ama asker mızrağını savurdu, Halwan'ın kolunu yaraladı. Kan fışkırdı, ama Halwan durmadı; sol gözüyle nişan aldı, baltasını yeniden indirdi. Asker yere serildi, ama Harun yetişti. İki dev çarpıştı – Harun'un gücü, Halwan'ın öfkesi. Baltalar dans etti, kıvılcımlar saçıldı. Harun, "Köylülerin kanı içtin!" diye haykırdı, baltasını Halwan'ın omzuna indirdi. Halwan diz çöktü, ama pes etmedi; elini uzattı, bir hançer çekti.

O sırada Kara Samir devreye girdi. Sinsi adam, Khaalid'e yaklaştı, gözleri hipnotik bir bakışla parlıyordu. "Dur, kardeş," dedi yalan dolu sesiyle. "Beni burada haydutlar esir tutuyorlar, bu bir hata. Bırak gideyim, zengin olacaksın." Khaalid bir an duraksadı, ama sorgudaki sözleri hatırladı: "Yalan söyleyebilir, dikkat edin." Kurnazlığını kullandı, Samir'e gülümsedi: "Elbette, dostum." Sonra ani bir hareketle mızrağını sapladı. Samir'in gözleri şaşkınlıkla büyüdü, yalanları boğazında kaldı.

Mağaranın derinliklerinde, haydutlar direniyordu. Bir grup, oklarla karşı saldırıya geçti; askerlerden ikisi vuruldu, ama Khaalid'in taktiği işledi, yanlardan kuşattılar. Bir haydut, çocuğun birini kalkan gibi önüne aldı: "Geri çekilin, yoksa ölür!" Ama bir okçu, hassas bir atışla haydudu vurdu; çocuk kurtuldu, ağlayarak Khaalid'e koştu. "Teşekkürler, efendim," diye fısıldadı çocuk. Khaalid başını okşadı: "Artık özgürsün."

Savaş doruğa ulaştı. Halwan, yaralı halde ayağa kalktı, son bir hamleyle Harun'a saldırdı. Ama Harun daha hızlıydı; baltasını savurdu, Halwan'ın baltasını kırdı, sonra göğsüne indirdi. "Demir Göz" söndü, Halwan yere yığıldı, son nefesinde lanetler savurdu.

Haydutlar dağıldı, bazıları kaçtı, ama askerler peşlerine düştü; kampın arkasındaki geçitte bekleyen mızraklar ve oklar onları yakaladı. Mağara, zafer çığlıklarıyla yankılandı. Ganimetler ortaya döküldü: Çalınan tahıllar, mücevherler, köle çocuklar özgür bırakıldı. Sağdaki tuzaklı mağarayı patlattılar, taşlar yuvarlandı, tuzaklar yok oldu.

Şafak sökerken, Khaalid mağaranın girişinde durdu. Nil'in suları, kanı yıkıyordu. "Kral'a zaferi müjdeleyin," dedi Harun'a. "Haydut yuvası yerle bir edildi. Nil yeniden huzurlu akacak."

Askerler, yaralılarını taşıyarak döndüler. Bu, leopar kralın'ın destanıydı – cesaretin, kurnazlığın ve adaletin zaferi.


Çocukların Köylerine Teslimi

Şafak, Nil'in sularını altın bir ışıkla boyarken, Kwakwu köyünün meydanı hareketlenmeye başlamıştı. Haydut kampından kurtarılan iki çocuk, Khaalid ve Harun’un koruması altında, köylerine geri dönüyordu. Çocuklar, zincirlerden kurtulmuş, ama hâlâ korku ve umutla dolu gözlerle etraflarına bakıyorlardı. Askerler, çalınan ganimetleri, tahıl çuvalları, doğal taş mücevherler ve dokuma kumaşlar – öküz arabalarına yüklemiş, köyün merkezine taşımıştı.

Meydanda, çocukların aileleri toplanmıştı. Bir anne, oğlunu görür görmez feryat ederek koştu; diz çöküp çocuğunu kollarına aldı, gözyaşları toprağa damladı. “Tanrıya şükürler olsun!” diye haykırdı, çocuğunun kirli yüzünü öperek. Diğer çocuk, küçük bir kız, babasının kollarında titriyordu; adam, kızını göğsüne bastırırken sessizce ağlıyordu. Köylüler, sevinç ve rahatlama çığlıklarıyla meydanı doldurdu. Khaalid, bu anı izlerken gözleri doldu; bir zamanlar kendisi de Ayla ile birlikte haydut kampına kaçırılmak istenmişti. Eşi Ayla'yı hatırlayınca yüreği sızladı. Daha yeni evlenmişti ama günlerdir Ayla'yı görmüyordu. Fakat çocukların özgürlüğüne kavuşması, onun kalbinde zaferden daha büyük bir gurur gibi yankılanıyordu.

Harun, kalabalığa seslendi: “Bu çocuklar artık özgür! Nil’in bereketi, Leopar Kralın adaletiyle korundu!” Köylüler, askerlere teşekkürlerini sunarken, bir yaşlı kadın Khaalid’e yaklaştı, eline bir dövme bakır bilezik sıkıştırdı. “Oğlumu kurtardın, kahraman. Tanrı seni korusun,” dedi. Khaalid, bileziği nazikçe geri çevirdi: “Bu zafer hepimizin, nine. Çocuklarınız artık güvende.”

Askerler köyü terkederken meydanın ortasında, davulcular yavaş bir ritim tutturmuştu. Önce ağır, saygılı bir veda temposu… sonra giderek hızlanan bir coşku. Köyün kadınları ve yaşlıları, ellerinde ekmek, bal ve sıcak süt dolu tabaklarla Khaalid’in yolunu kesiyor, gözlerinde hem minnet hem hüzün parlıyordu. Çocuklar, kurtarılan arkadaşlarına sarılıyor, sevinçten ağlıyorlardı.

Ve birden, meydanda bir ses yükseldi. Yaşlı ozan, uzun sakalını savurarak bağırdı: Davullar gürledi, defler çaldı. Herkes hep bir ağızdan şarkıya başladı:

Kuzeyden esti rüzgâr,
Dağdan indi aslanlar.
Yol gösterdi Khaalid,
Karanlıktan ışıklar.

Khaalid geldi, çocuklar güldü,
Gözyaşları sevinçle döküldü.
Köyler birleşti, eller kenetlendi,
Adın yazıldı, kalplere Khaalid!

Mızraklar uçtu gece,
Haydutlar düştü rezilce.
Ellerde umut meşalesi,
Kurtuluş geldi bize.

Khaalid geldi, çocuklar güldü,
Gözyaşları sevinçle döküldü.
Köyler birleşti, eller kenetlendi,
Adın yazıldı, kalplere Khaalid!

Bir gün biz de büyürüz,
Senin yolunda yürürüz.
Köyümüzün koruyucusu,
Hep adınla hep övünürüz.

Çocuklardan biri, en önde duran küçük bir kız, elinde çiçek demetiyle yaklaştı. “Gitme,” dedi fısıltıyla, Başka bir çocuk “daha çok çocuk kurtar.” dedi.

Khaalid hafifçe gülümsedi, çiçekleri aldı, kızın başını okşadı.

Khaalid, devesi Sahara Bahara'nın boynunu okşayarak sevdi. Gözleri uzak dağlara çevriliydi. Şarkının sözleri, rüzgârla birlikte omuzlarına dokunuyor, her kelime kalbinde yankı buluyordu.


Krala Rapor

Köydeki bu duygusal ayrılmanın ardından, Khaalid ve Harun, kralın huzuruna çıkmak için Kralın karakoluna geldiler. Ganimetler, karakolun hazinesine teslim edilmiş, çocuklar ailelerine kavuşmuştu. İki asker, tozlu zırhlarıyla kralın çadırına yürüdüler. Çadırın girişinde, mızraklı muhafızlar onları selamladı. İçeri girdiklerinde, kral tahtında oturuyordu; başında mavi-yeşil taşlarla süslü bir taç, elinde asası, gözleri keskin ve kararlıydı.

Khaalid diz çöktü, Harun da onu takip etti. Khaalid, derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı:

“Kralım, emrinizi yerine getirdik. Esirleri konuşturduk; haydut kampının yerini, eski taş ocaklarının ardındaki mağaraları öğrendik. Gece baskın yaptık, kampı yerle bir ettik. Demir Göz Halwan ve Kara Samir öldürüldü, diğer haydutlar ya yakalandı ya da öldürüldü. Çaldıkları malları köyümüze geri getirdik. İki köle çocuğu kurtardık ve az önce ailelerine teslim ettik. Onlar şimdi evlerinde, özgürce nefes alıyorlar.”

Kral, asasını yere hafifçe vurdu; taş zeminde yankılanan ses, karakolu doldurdu. “Aferin, Khaalid. Aferin, Harun. Nil’in bereketini kirleten bu yılanları ezdiğiniz için ödüllendireceğim. Ama söyleyin, esirler… konuşanlar ne olsun?”

Khaalid başını kaldırdı, sorguda verdiği sözü hatırladı. Haydutlara, “Konuşursanız, affedilmenizi kraldan isteyeceğim,” demişti. Şimdi sözünü tutma zamanıydı. Derin bir nefes aldı ve devam etti:

“Kralım, esirler bize her şeyi anlattı: Kampın yerini, liderlerini, sayılarını, tuzaklarını.  3. haydut çocukları söyledi, 1. haydut tuzakları, 2. haydut kaçacakları geçidi. Onlar olmasaydı, bu zafer bu kadar hızlı ve temiz olmazdı. Bu esirler, yemin ederim, sadece kandırılmış köylüler. 3. haydut ailesini yangında kaybetmiş, diğer iki haydutda yoksulluktan çaresiz kalmış insanlar. Liderleri onları zengin olma yalanlarıyla bu yola sürükledi. Size yalvarıyorum, kralım, onlara bir şans verin. Çalışsınlar, köylerimiz için ter döksünler, sizin adaletinize hizmet etsinler. Onları idam etmek yerine, hayatlarını düzeltmelerine izin verin.”

Harun, Khaalid’in sözlerine başıyla onay verdi, ama sessiz kaldı. Kral, bir süre düşündü; gözleri, Khaalid’in yüzünde gezindi. Sonra asasını kaldırdı ve konuştu:

“Khaalid, senin kalbin Nil kadar cömert, ama adalet de keskin olmalı. Bu esirler, suçlarının bedelini ödeyecek. Ama sözünü tutacağım. İdam edilmeyecekler. Köylerimizde, taş ocaklarında ve tarlalarda çalışacaklar. Her birinin hareketi izlenecek. Eğer dürüstçe hizmet ederlerse, bir gün özgürlüklerini kazanabilirler. Ama bir daha suç işlerlerse, Nil’in suları bile onları kurtaramaz.”

Khaalid, rahat bir nefes aldı. “Teşekkür ederim, kralım. Adaletiniz ne kadar yüce.” Harun, hafif bir gülümsemeyle Khaalid’e baktı.

Leopar Kral Kwakwu, tahtından kalktı ve askerlere yaklaştı. “Şimdi ganimetlerden payını alıp ailelerinize gidin, yeni görev çıkana kadar dinlenin, kahramanlıklarınızı  köyünüzde anlatın. Zaferiniz, destan olacak. Nil’in huzuru sizin ellerinizde korundu.” Karakolun kapıları açıldı, güneş ışığı içeri doldu. Khaalid ve Harun, kralın huzurundan çıkarken, uzaklarda hurma ağaçlarının arkasından izleyen leopar onların zaferini selamlıyordu.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma, Ferid-7 ile kurduğu zihin bağlantısını kesti.

Naïma yanında oturan robot leopara merakla sordu:

“Kral niye esirleri affetti? Khaalid niye onları kurtarmak istedi?”

Ferid-7 başını hafifçe eğdi, Naima’nın merakını tartarak:

“Kral, adaletin sadece ceza değil, aynı zamanda merhamet olduğunu biliyordu. Çoğu, çaresizlikten haydut olmuştu. Ailelerini kaybetmiş, kandırılmış köylülerdi. Khaalid, doğru söyleyerek onların güvenini kazanmıştı; şimdi de sözünü tuttu, çünkü dürüst bir liderdi. Onlara tarlalarda çalışma şansı verdi, böylece suçlarını telafi edebilsinler. Adalet, bir terazidir: Bir yanda ceza, diğer yanda umut.”

Naïma başını salladı, ama kaşları hâlâ çatık:

“Peki, ya çocuklar? Onlar niye haydutlarla birlikteydi? Aileleri onları niye koruyamadı?”

Ferid7, bir an durdu, sanki eski bir anıyı tarıyordu:

“O zamanlar, Nil’in kıyıları zor bir yerdi, Naïma. Haydutlar, zayıf köyleri yağmalardı. Bazı aileler, yangınlarda ya da baskınlarda yok oldu. Bu çocuklar, haydutların eline düştü çünkü başka kimseleri kalmamıştı. Ama Khaalid ve Harun, onları ailelerine geri getirdi. Kahramanlar sadece düşmanı yenmez, kaybolanları da evlerine döndürür.”

Naïma:

“Çocuklar ve aileleri kavuşurken niye ağladılar? Mutlu değil miydiler?

Ferid-7:

Mutluluk gözyaşları da döker, Naïma. Çocuklar, haydutların zincirlerinden kurtulmuş, ama korkuları hâlâ içlerindeydi. Ailelerini görünce, hem sevinçten hem de yaşadıkları zor günlerin ağırlığından ağladılar. Annelerinin kolları, onları yeniden güvende hissettirdi.

Naïma:

Peki, ya çocukların ailesi olmasaydı? Onlara kim bakardı? Onların bizim gibi robot leoparları, otomutfakları ve otodoktorları yok ki.

Ferid-7:

Naïma, Nil’in köyleri ve köylerdeki aileler birbirine kenetlenir. Ailesiz çocuklar, köyün çocukları olur. Yaşlılar ve komşular onlara kucak açar, yemeklerini paylaşır, hikâyeler anlatır – tıpkı benim gibi! Kral ve Khaalid, eminim, o çocuklara bir yuva bulurdu.

Naïma:

O yaşlı nine niye Khaalid’e bilezik verdi? Khaalid niye almadı?

Ferid-7:

“O nine, Khaalid’e minnettarlığını göstermek istedi, Naïma. O bilezik, onun en değerli varlığıydı belki. Ama Khaalid, zaferin hediye için değil, köyün huzuru için olduğunu biliyordu. Reddetti, çünkü kalbi zaten doluydu. Çocukların gülümsemesi ona yetti.”

Naïma günlük rutinini yapmak için odadan ayrıldı. Çıkarken odanın ışıklar kısıldı. 


VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 3 — Yüzeye Çarpış ve Uyanış

Zephyra şehri, Venüs’ün yoğun atmosferinde ağır ağır süzülüyordu. Şehrin hidrojen balonlarından birkaç tanesi patlamıştı; İlk balon patladığında şehir 47 km’ye düştü. İkinci balonla birlikte hız 30 m/s’ye ulaştı… Üçüncü balonun patlaması sarsıcıydı. Bu, kaldırma kuvvetini önemli ölçüde azaltmış ve terminal hızı yaklaşık 30 m/s’ye (yaklaşık 100 km/saat) yükseltmişti.

Kalan balonlar, modülün daha hızlı düşmesini engelleyemiyordu. Şehir, sanki devasa bir kaya gibi, kızgın Venüs yüzeyine doğru inerken içeridekilerin kalpleri hızla çarpıyordu.

Bir anda, güçlü bir darbe ile yere çarptılar. Zırhlı sığınak modülünün yapısı, yüksek darbe emilimi sayesinde birçok canı kurtardı ama içindekilerden bazıları o şiddetli sarsıntı yüzünden bayıldı.

Naïma'nın annesi Nalan gözlerini açtıklarında, kulaklarında keskin alarmlar çalıyordu. Hayatta kalanlar birbirlerine destek olmaya çalışırken, Nalan panik içinde ekranlara bakıyordu Son hatırladığı şey, Okan’ın ‘tutun!’ diye bağırmasıydı: 

"Hasar raporu kritik. Soğutma sistemleri çalışıyor ama karbonfiber üretim makinesi ağır hasar aldı."

Naïma'nın babası Okan, baygınların yanına koşarak nefeslenmelerini sağlamaya çalıştı.

"Herkesin hayatta olması mucize. Ama zamanımız çok az."

Sığınak modülünün dış yüzeyi hala Venüs’ün yakıcı sıcaklığı ve yoğun basıncına direniyordu. İçeride kalan su ve enerji kaynakları ise hızla tükeniyordu.

Hayatta kalmak için zamana karşı ölümcül bir yarış başlamıştı.


Bölüm 21 – Köyüne Dönüş (M.Ö. 4972)

Batıdaki kızıl ufuk, Nil Nehri'nin sularına adeta kan rengi bir yakut gibi yansıyordu. Güneş, Nil'in üzerinde turuncu ve mor renklere boyanmıştır. Köy meydanı, her zamankinden daha kalabalıktır. Köylüler, her an gelecek bir haberi bekler gibi toplanmıştır. Çocuklar sabırsızlıkla etrafta koşuştururken, yaşlılar sessizce oturmaktadır. Ayla, çadırının önünde durmuş, ufka doğru endişeli bir bekleyiş içindedir. Rüzgar, saçlarını yavaşça savurur.

Ayla'nın gözleri, ufkun sisli perdesini delmeye çalışıyordu. Nil'in hafif esintisinde dalgalanan saçlarıyla bir heykel gibi duruyor, gözlerindeki özlem nehirde parlayan yıldızlar gibi ışıldıyordu. Belki kaç yüz defadır kendi kendine mırıldanıyordu :

"Nerede kaldın Khaalid?"

Bir çocuk koşarak gelir, heyecanla bağırır:

"Geliyor! Khaalid geliyor!"

Ufukta beliren toz bulutu, bir orduya işaret ediyordu. Ancak bu, savaşın değil, zaferin tozuydu. Bulutun içinden, yorgun ama mağrur onbir savaşçı bineklerinin üzerinde belirir. Atlar, çölün yorgunluğunu omuzlarında taşıyordu. 

Uzakta, savaşçılar arasında en önde bir siluet belirir. Bu, Khaalid'dir. Khaalid'in duruşu, bir kralın gururunu yansıtıyordu. Devesi yorgun, Khaalid'in üzerinde savaşın ve yolculuğun izleri vardır.

Köylüler bir anda hareketlenir. Fısıldaşmalar sevinç çığlıklarına dönüşür:

"Khaalid geliyor! Şefimiz geliyor, Koruyucumuz, Kahramanımız!"

Bir ozan elindeki enstrümanı çalmaya başlar. Şarkısı, Khaalid'in adını ve kahramanlıklarını anlatır:

"Gölün sesiyle doğmuştu, 
Kum fısıldar adını rüzgâra,
Khaalid der, yankılanır taşlarda... 
O yürürken ay ışığı bile çekilir kenara...

Nil'in en güçlü leoparı gibi,
Haydutların korkulu rüyası...
Bir pençe izi gibi bir bakışı yeter, 
Karanlık bile diz çöker ardından." 

Ayla'nın kalbi hızla çarpar, gözleri dolar. Ozanın şarkısıyla gururlanır.

Köye girince Khaalid ve arkasında on askerle birlikte aynı anda bineklerinden inerken, kumlar onların ağırlığı altında titrer. Devenin sevimli dudaklarından çıkardığı ses köyün taş duvarlarında yankılanır. Hepsinin yüzünde yorgun ama huzurlu bir gülümseme vardır. Köylüler, Khaalid'in etrafını bir fırtınanın savurduğu yapraklar gibi sarar, fakat onun gözleri Ayla'yı arar. Gençler onu havaya kaldırırlar, omuzlarında taşımaya başlarlar.

Şarkılar daha yüksek sesle söylenir. Köyün genç kızları boynuna çiçeklerden yapılmış kolyeler takar. Bir kadın koşarak Khaalid'e sarılır. Oğlum, Khaalid! Hoşgeldin! Annesinde kavuşmanın sevinci vardır. Khaalid gülümserek bakar.

Ayla kalabalığın arasından sıyrılır. Yavaşça Khaalid'e yaklaşır. Konuşamaz, sadece gözlerinde özlem ve sevgi vardır. O an Khaalid kalabalığın içinden sadece Ayla'yı görür. Ona doğru yürür. Khaalid Ayla'ya yaklaştığında, köyün tüm gürültüsü ikisi için sanki bir anda sessizliğe döner. Fısıldar, sesi çöl rüzgarı kadar yumuşaktır.:

"Geri döndüm, Ayla..."

Ayla elini Khaalid'in yanağına koyar. Parmakları savaştan nasırlaşmış derisinde dolaşır.:

"Sana bir şey olacak diye çok korktum. Bir daha gitmeyeceksin, değil mi?"

Khaalid Ayla'ya sarılır, kolları onun etrafında bir kale gibi kenetlenir, başını omzuna yaslar:

"Artık güvendesin. Artık hepimiz güvendeyiz."

Diğer on savaşçının, anneleri, babaları ve kardeşleri sevdiklerine doğru koşar. Bir anne, oğlunun yüzünü ellerinin arasına alır, yorgun yanaklarını öper. Bir baba, sırtını sıvazlar, gözlerinde yaşlarla "Artık büyüdün, aslanım" diye fısıldar. Genç savaşçılar, ailelerinin kollarına sığınır.

On at sırtlarında haydutlardan ele geçirdikleri zengin ganimetleri ve kralın hediyelerini taşıyordu. Parlak taşlarla bezeli, işlemeli deri zırhlar, yontulmuş kılıçlar, bol miktarda gümüş ve altından yapılmış süs eşyaları göz kamaştırıyordu.

Genç savaşçılar, ganimetleri köy meydanının ortasına sererler. Khaalid, elindeki kraliyet mührü taşıyan bir sandığı açar. İçinde Kral Kwakwu'nun hediyeleri olan, ince işlemeli kumaşlar, parlak boncuklar ve bol miktarda yiyecek vardır.

Khaalid sandıktan bir miktar tahıl alır, köyün yaşlılarından birine uzatır. Bu ganimetler, sadece bizim değil, hepimizin. Sizin dualarınız ve desteğiniz sayesinde kazandık.

Gençler, kendi paylarına düşenleri ailelerine ve komşularına dağıtır. Bir genç, babasına yepyeni bir mızrak verirken, bir diğeri annesine parlak bir kumaş hediye eder. Köylüler, bu cömertlik karşısında duygulanır, Khaalid ve gençleri bir kez daha alkışlarlar.

Ay, Nil'in üzerinde parlayan bir inci gibi yükselirken, Khaalid ve Ayla el ele tutuşmuş, sevinç çığlıkları ve coşkulu şarkılar arasında durur. 

Khaalid Ayla'ya döner, eliyle omzunu tutar:

"Gidelim..."

Ayla başını usulca sallar, gözleri hala nemlidir:

"Çok yorgunsun."

Khaalid, Ayla'nın elini tutar. Kalabalığın arasından, artık kendilerine ait olan çadıra doğru ilerlerler. Köyün neşeli gürültüsü, adımlarından geride kalır.


KHAALID'İN ÇADIRI - GECE

Çadırın içi, yakılan küçük bir ateşin loş ışığıyla aydınlanmıştır. Duvarlara asılan işlemeli kilimler ve hayvan derileri, sıcak bir yuva hissi verir. Khaalid ve Ayla, çadırın ortasındaki mindere otururlar. Khaalid, yarasını saran bezi gevşetir.

Ayla Yarasına dokunur, endişeyle fısıldar:

"Yaran hala iyileşmedi... Acıdı mı?"

Khaalid, Ayla'nın elini tutar, alnına bir öpücük kondurur.

"Seni gördüğüm an, tüm acılarım bitti. Asıl yaram, senden ayrı kalmakmış."

Ayla, Khaalid'in yorgun yüzüne bakar, parmakları sakalında gezinir:

"Her gece, gökyüzündeki en parlak yıldıza bakıp senin sağ salim dönmen için dua ettim. Seni o kadar özledim ki... Bazen, bu köyde tek başıma kaldığımı sandım."

Khaalid, elini Ayla'nın yanağına koyar:

"Asla yalnız değildin. Seni her düşündüğümde, Nil'in serin sularını hissediyordum. Senin varlığın, en zor anlarımda bana güç verdi. Çocukları kurtarmak için haydutlarla dövüşürken, her darbeyi senin için savurdum."

Ayla'nın gözleri tekrar dolar. Başını Khaalid'in göğsüne yaslar:

"Biliyorum... Ozanın şarkılarını duydum. Biliyorum, artık sadece benim kocam değil, bir kahramansın. Ama benim için her zaman, kalbi kocaman olan o genç Khaalid olacaksın."

Khaalid Ayla'yı kollarının arasına alır. Birlikte yorgunluklarını ve özlemlerini paylaştıklarında, tüm dünya sessizleşir:

"Benim için de sen... Hayallerimi süsleyen, beni bekleyen güzel eşimsin."

Ayla başını kaldırır, gözleri Khaalid'in gözlerinde kaybolur:

"Bundan sonra, hiçbir fırtına bizi ayıramayacak, değil mi?"

Khaalid, Ayla'nın saçlarını okşar:

"Söz veriyorum... Bundan sonra hep yanımda olacaksın."

Bu, sadece bir dönüş değil, aynı zamanda yeni bir dönemin başlangıcıydı. Khaalid, artık sadece bir savaşçı değil, halkının efsanevi koruyucusu, Ayla'nın ise sığınağıydı.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

Ayla niye Khaalid’e ‘Bir daha gitme’ dedi? Khaalid yine gidecek mi?

Ferid-7:

Ayla, Khaalid’i özlemişti, Naïma. Onun savaşta kaybolacağından korktu, çünkü Nil’in kıyıları tehlikeliydi. Khaalid, ‘Hep yanındayım,’ dedi, ama kahramanlar bazen köyü korumak için gitmek zorundadır. Ama merak etme, Khaalid her zaman geri döner, çünkü Ayla onun yıldızı!

Naïma:

Khaalid niye ganimetleri köylülere verdi? Kendine bir şeyler alsa olmaz mıydı?

Ferid-7:

Khaalid’in kalbi, Nil kadar genişti, Naïma. Ganimetleri köylülere verdi, çünkü köyün gücü hepimizin gücüdür. O, parlak taşlardan çok, köylülerin gülümsemesini istedi. Ama belki Ayla için bir boncuk saklamıştır, kim bilir?

Naïma:

“Kraliyet mührü neydi? Sihirli bir şey miydi? Mühür Khaalid’i kral mı yaptı?

Ferid-7:

Haha, Naïma, mühür sihirli değildi, ama kralın gücünü taşıyordu! Taştan yapılmış, üzerine kralın işareti oyulmuş bir amblemdi. Khaalid onu gösterdiğinde, herkes hediyelerin kraldan geldiğini anladı. Sanki kralın sesi, o taşta konuşuyordu! Mühür, Khaalid’i kral yapmaz, ama kralın ona ne kadar güvendiğini gösterir. O taş, Khaalid’in köyü koruduğunu ve kralın dostu olduğunu söylüyordu. Belki bir gün, o güven Khaalid’i daha büyük yerlere taşıyacak!

Naïma:

Ayla niye Khaalid’in yarasından korktu? Khaalid ölebilir miydi?

Ferid-7:

Ayla, Khaalid’i çok sevdiği için korktu, Naïma. Yara, haydutlarla savaşırken alınmıştı. Derin, ama Khaalid güçlüydü. Ölmek mi? Belki bir an tehlikede oldu, ama Nil’in ruhu onu korudu. Ayla’nın sevgisi, en iyi ilaçtı!

Naïma:

Khaalid, Ayla’ya niye ‘Asla yalnız değildin’ dedi? Ayla gerçekten yalnız değil miydi?

Ferid-7:

Ayla, Khaalid savaşta diye kendini yalnız hissetti, Naïma. Ama Khaalid, ‘Asla yalnız değildin,’ dedi, çünkü Ayla’yı her an düşündü. Onun hayali, Khaalid’e güç verdi. Köylüler de Ayla’yı yalnız bırakmadı. Komşular, ozanlar, hepsi onunlaydı.

Naïma:

Khaalid ve Ayla çok tatlı! Yarın devamını anlat, tamam mı? Ama içinde senin gibi bir leopar olsun!

Ferid-7:

Söz, küçük bilge. Yarın, bir leopar kahraman olacak! 

Gözlerini kapadı. Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı. 

VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 4 — Tamir ve Umut

Sığınak modülünün içindeki soğutma sistemleri hâlâ çalışıyordu, ama zamanla mücadele giderek zorlaşıyordu. Karbonfiber üretim makinesi ağır hasar almıştı ve onarılması gerekiyordu. Eğer onarılmazsa, şehir için yeni balon yapmak imkânsız olacaktı.

Nalan ve Okan, hasarlı makinenin başına geçti. Ellerinde sınırlı yedek parçalar, teknik el kitapları ve soğukkanlılık vardı.

"Bu makineyi çalıştırmak için karbon nanotüplerin kristal yapısını tekrar oluşturmalıyız, dedi Nalan, gözleri ekrana kilitlenmiş."

Okan ekledi:

"Her saniye çok değerli. Dışarıdaki sıcaklık ve basınç bizi beklemiyor."

İkili, çalışmaya başladı. Hata tespiti, lazerle hassas kaynaklar ve nano-yapı onarımlarıyla dolu zorlu bir süreçti. Modülün diğer sakinleri sessizce bekliyordu; umutları onların başarısına bağlıydı.

Nihayet, makine kısmen toparlandı. Karbonfiber üretimi sınırlı da olsa başladı.

"Yeterince materyalimiz var, dedi Okan, şimdi balon inşasına geçebiliriz."

Balonlar, hidrojenle doldurulacak ve sığınağın yükselmesini sağlayacaktı. Çünkü Venüs yüzeyinde kalmak, ölümü beklemek anlamına geliyordu.

Çalışmalar gece gündüz sürdü. İlk balon tamamlandığında, herkes nefesini tuttu. Balon yavaşça şişiyor, modülün ağırlığını hafifletiyordu.

Bir umut ışığı doğuyordu.



Bölüm 22 – SUİKAST (M.Ö. 4971)

GÖLGELERİN ARDINDA

Gece, Nil'in kenarındaki ormanın derinliklerinden gelen uğultularla doluydu. Khaalid, her zamanki gibi derin bir uykuya dalamıyordu. Savaşın ardından gelen sükûnet, onun zihnine huzur vermiyordu. Bir his, ruhunun derinliklerinden gelen bir uyarı, onu uyanık tutuyordu. Gözlerini kapattığında bile, yaklaşan bir fırtınanın gölgesi zihnine düşüyordu. Ateşin közleri titrek ışıklar saçarken, ağaçların gölgeleri uzun parmaklar gibi yere uzanıyordu.

Tam o sırada, karanlığın içinden aniden iki kehribar göz belirdi. Gözlerin sahibi, bir gölge gibi sessizce duran leopardı. Khaalid korkuyla ürperdi ama hayvan saldırmıyor, sadece ona bakıyordu. Garip bir şekilde, geri çekilip birkaç adım atınca, leopar da hareket etti. Sanki onu bir yere götürmek istiyordu. Gözleri, konuşmadan "Gel" diyordu. Khaalid, kemerindeki baltayı yokladı, adımlarını sessizce attı ve merakla leoparın peşinden gitti..

Leopar, su gibi süzülerek ilerliyordu. Ay ışığı, onun sırtındaki benekleri gümüş rengine boyuyordu. Khaalid, genç bir avcı gibi, her bir dala basışında bile toprağın sesini dinliyordu. Ormanın içinden nehre giden, ayak izleriyle belirginleşmiş patikaya ulaştılar.

Nehir kıyısına yaklaştıklarında, alçak sesler duydu. Suyun kenarında iki adam, hafifçe eğilmiş bir şekilde konuşuyordu. Hemen yere çöktü ve çalıların arasına gizlendi. İki adam, suyun kenarında fısıldaşıyordu. Tanıdık yüzlerdi. Bu iki haydut, Khaalid'in tavsiyesiyle idam edilmek yerine, köylerde tarlalarda ağır işlerde çalıştırılmakla cezalandırılmıştı.

Leopar, Khaalid'in hemen yanında, bir kaya gibi hareketsiz bekliyordu.

"Biliyor musun... Bu işin bir anlamı yok," diye fısıldıyordu adamların ilki. Sesi pişmanlık doluydu. "Kral bize bir şans verdi. İdam sehpasından indirdi."

Diğeri, gözleri öfkeyle parlayan bir adamdı. "Ama kampın yerini biz söyledik. Arkadaşlarımız öldü. Liderimiz... bizim yüzümüzden. Bu, onurumuza ihanet değil mi?"

"Onur mu?" diye alaycı bir şekilde güldü ilk adam. "Onur ölmüşken, biz hâlâ nefes alıyoruz. O şansı boşuna mı verdiler? Biz yeniden insan olabiliriz. Kendi hayatımızı kazanabiliriz."

"Ya hayatta kalanlar?" diye sordu ikincisi, sesi titriyordu. "Onlar bizi bulursa? Ailelerimiz..."

"O zaman saklanırız, kaçarız... Ama kralı öldürmek çözüm değil. Sadece daha fazla kan. Ben bitirdim bu işi. Ne olursa olsun eski günlere dönmeyeceğim."

İkinci adam, derin bir nefes aldı. "Haklısın... Bundan sonra temiz bir hayat. Nehirden balık tutmak, toprak sürmek. Belki çocuklarımız olur..."

Tam bu sırada, Khaalid'in saklandığı çalılıklardan ayağının altından hafif bir çıtırtı sesi geldi. İki haydut irkildi. Gözleri o yöne doğru döndü.

"Ne oldu?" diye sordu ilki, sopasına uzanarak.

"Bir şey yok, sadece bir kuştur," diye geçiştirdi diğeri.

İki adam da durumu önemsemedi ve konuşmalarına devam etti.

"Haydut kampından kurtulanlar, içeriden biri onlara haber sızdırıyor. Ne zaman, nerede olacağını biliyorlar," diye devam etti ikincisi. "Zehirli bir ok ile tek atışla kralı indirmeyi planlıyorlar."

"Bu kez kimse kurtaramayacak, demişler. Çünkü içeridekiler onlara güveniyor."

Khaalid, artık durumu tam olarak anlamıştı. Çalılıkların arasından sessizce çıktı. Leoparın gözleri arkasında parlıyordu. Adamlar birden onu görünce irkildi.

Khaalid, bir hayalet gibi, alçak bir sesle konuştu: "Sizi parçalayıp nehirdeki timsahlara atmamak için bana hemen konuşacaksınız."

İlk haydut, ellerini kaldırarak "Biz yapmayacağız! Vazgeçtik! Temiz bir hayat istiyoruz..." diye yalvardı.

Khaalid, onu sertçe kesti: "Beni ilgilendirmez. Şimdi o planı kim yapıyor, nasıl yapıyor... Her şeyi söyleyeceksiniz."

İkinci haydut, ter içinde titreyerek "Haydut kampından kurtulanlar var. İçeriden biri onlara haber sızdırıyor. Ne zaman, nerede olacağını biliyorlar. Biz sadece... sustuk," diye itiraf etti.

Khaalid, bir adım daha yaklaştı. Yüzünde hiçbir duygu yoktu ama gözleri bir avcı gibiydi. Sesi, haydutların korkusunu katladı:

"İçerideki kim? Adını söyleyin. Kim Kral Kwakwu'ya ihanet ediyor? Sarayda bu bilgiye kim sahip olabilir? Konuşun!"

İlk haydut, başını olumsuz anlamda salladı: "Bilmiyoruz! Yemin ederiz bilmiyoruz. Onlar bize sadece 'İçeriden birimiz var' dediler. Hiçbir zaman isim söylemediler."

Khaalid'in bakışları, bir an için haydutun yalan söylemediğini anladı. Ancak bu yetmezdi.

"Öyleyse bana o haberi getiren kişinin nerede olduğunu, nasıl göründüğünü anlatın. En ufak bir ipucu, en ufak bir detay bile söyleyin! Yoksa o timsahlar, sizinle beslenmek için bekliyor olacak."

İki haydut, korkuyla birbirlerine baktılar. Birbirlerinin gözlerinde, kaderlerinin Khaalid'in elinde olduğunu görüyorlardı. Biri yutkundu ve konuşmaya başladı: "Bir haberci... Bize sadece bir haberci geldi. Yüzünü görmedik. Kendini gizliyordu. Ama sırtında... sırtında yara izleri vardı. Haydutların işkence izleriydi. Belli ki onlardan biriydi."

Khaalid, bu detayı zihnine kazıdı. Sarayda, geçmişte haydutluk yapmış, işkence görmüş ve şimdi intikam peşinde olan bir hain vardı. Bu bilgi, haydutların itiraf etmesi gereken her şeydi.

Khaalid bir adım geri çekildi. "Gördüğünüz gibi, gözüm her an üzerinizde. En ufak bir hata... timsahlar. Anlaşıldı mı?"

Haydutlar, tek bir ağızdan "Anlaşıldı..." diye cevap verdiler.

Khaalid, bu haydutların gözlerinin içine bakarak onlara şunu açıkça anlattı: "Affedilmiş olmak, özgür olduğunuz anlamına gelmez. Bir yanlış adımınız, son adımınız olur."


CASUSUN İZİNDE

Khaalid, Nil kıyısındaki o duyduklarından sonra hemen devesine atlayıp saraya doğru dört nala sürdü. beyninde yankılanan haydut fısıltıları, zehirli ok ve dehşet verici hayallerle doluydu. Sarayın geniş taş koridorları, meşalelerin titrek ışığında bir labirent gibi uzanıyordu. Her şey sakin ve asil görünüyordu ancak Khaalid’in içgüdüleri, bu sükûnetin ardında gizlenmiş bir fırtınanın olduğunu fısıldıyordu. Her köşe başında, her meşale ışığının gölgesinde krala yönelmiş bir tehlike hissediyordu.

Kral Kwakwu'nun huzuruna çıktığında, salonun görkemi karşısında bile dik duruşunu bozmadı. Gözleri kralın gözlerindeydi.

Khaalid (Sesi kararlı, ama alçak ve saygılı):

"Yüce hükümdar... Geceleyin leoparı takip ettim. Beni Nil kıyısına götürdü. Orada iki eski haydut konuşurken gizlenip dinledim ve onları yakalayıp sorguya çektim. Haydut kampı baskınından kurtulanlar tarafından size suikast planlandığını öğrendim. İçinizde bir hain var. Ava çıkacağınız zamanı yalnızca içeriden biri bilebilirdi. Bu gece onu bulmam gerekiyor."

Kral, tahtında hafifçe öne eğildi. Gözleri, Khaalid’in yüzünde en ufak bir tereddüt ya da şüphe izi arıyordu. Fakat Khaalid'in gözlerinde, sadece gerçeğin yansıması vardı.

Kral Kwakwu (Sesi tok ve sorgulayıcı):

"İçeride hain olduğuna kanıtın var mı, Khaalid? Sadece haydutların sözlerine güvenerek bir adamımı suçlayamam."

Khaalid (Başını kaldırmadan, omuzlarındaki ağırlığı taşıyarak):

"Henüz değil. Ama bulacağım."

Kral Kwakwu, Khaalid'in bu sözleri üzerine derin bir nefes aldı. Bu mantık, sadece bir savaşçının değil, aynı zamanda empati yeteneği gelişmiş bir liderin yaklaşımıydı. Kral, başıyla onayladı.

Kral Kwakwu (Sesi bir emirdi):

"O hâlde bu gece, sarayın gölgeleri senin olsun, Khaalid. Bana haini getir."

O gece, Khaalid'in yurdu olan Nil'in suları ve çölün kumları yerine sarayın soğuk taşları onun avlanma alanıydı. Khaalid, avluyu, muhafızların nöbet noktalarını sessizce dolaştı. Adımları, taş zeminde hiçbir iz bırakmıyor, kulakları en ufak bir fısıltıyı, en ufak bir tıkırtıyı bile yakalamak için tetikteydi. Gölgeler onun pelerinin bir parçasıydı, onu görünmez kılan bir zırh gibiydi.

Ateşin uzağında, iki muhafızın gölgesini gördü. Birbirlerine dönmüş, alçak sesle konuşuyorlardı. Khaalid, bir kaya gibi hareketsiz kalarak kulak kesildi. İki muhafızın da konuşmaya katıldığını ve suça ortak olduğunu hemen anladı.

Birinci Muhafız (tiz bir fısıltıyla):

"Eğer çocuklarımıza zarar gelirse..."

İkinci Muhafız (korkuyla ama kararlı bir şekilde):

"Tamam... Sadece zamanını söyledim. Geri kalanını bilmeyecekler. Onlar da çocuklarıma dokunmayacaklar."

İki muhafızın da konuşmaya katıldığını ve suça ortak olduğunu anladı. İlk muhafızın korkuyla ailesinden bahsetmesi, diğerinin ise soğukkanlılıkla "sadece zamanını söyledim" demesi, Khaalid'e aradığı lider-itaatçi ikilisini vermişti. Bu, onun aradığı sesti. Artık harekete geçme zamanıydı.

Khaalid, bir avcı gibi sessizce geri çekildi. Leopar, bir gölge gibi onun yanındaydı. Khaalid, gece boyu onları izlemek yerine, haydutları konuşturacak bir plan yaptı.

Khaalid, sarayın muhafız birliklerinin komutanına gitti ve durumu anlattı. Komutan, şaşkınlıkla Khaalid'i dinledikten sonra, onun planını onaydı.

İki muhafız, sarayın muhafız birliklerinin gözetiminde sorgu odasına getirilmiş, içeride bekliyorlardı. Khaalid, yanındaki iki muhafızla birlikte, casus muhafızların tutulduğu hücreye yaklaştı. Zindanların nemli ve soğuk havası, Khaalid'in yüzüne vurdu.   Meşalelerin ışığı, demir parmaklıklarda ürkütücü gölgeler oluşturdu. Oda, sadece bir tahta kütük masa ve taş sandalye ile basittir. Khaalid, karşısındaki sazdan yapılmış sedire oturdu, gözleri bir kartal gibi iki haydutun üzerinde dikildi.

Khaalid (Sesi sert ve tehditkardır.):

"Ölmek istemiyorsanız, bana her şeyi anlatacaksınız. Kiminle irtibat içindesiniz? Haydutların nerede saklandığını ve ailenizin nerede tutulduğunu biliyorum. Bu yalan söylenmesi gereken bir an değil."

İlk muhafız, korkudan titrer. Diğeri ise sessizdir.

Khaalid (Soğukkanlılıkla, diğer muhafıza döner.)

Çocukların için endişeleniyorsun, değil mi? Söyle bana, onları haydutların elinde bırakmakıp ölmek mi istersin, yoksa onları kurtarmak için bize yardım etmek mi? Onların yeri hakkında bir bilginiz var mı?

İkinci muhafız, hala sessizdir, ancak yüzündeki ter damlaları endişesini ele verir.

Khaalid (Birinci muhafıza döner.):

"Konuş! O bilgiyi kime verdin? Haydut kampından kurtulanlar, seni nasıl buldu? Bilgiyi nerede verdin?"

Birinci Muhafız (Gözleri yaşlı bir şekilde.):

"Bir haberci... Bize geldi... Bizi tehdit etti. Ailemizi öldürmekle tehdit etti. Bilgiyi, ormanın derinliklerindeki bir taşın altına koyduk. Sadece zamanını söyledim... Kiminle irtibat halinde olduklarını bilmiyorduk..."

Khaalid (İkinci muhafıza dönerek, sesi bir kılıcın çelikten sesi kadar keskindi.):

"Sen? Çocuklarının nerede olduğunu biliyor musun?"

İkinci Muhafız (Sessiz kalır, başını eğer.)

Khaalid (ayağa kalkar, masaya sert bir şekilde vurur.):

"Bu kadar... Sadece bu kadar mı? Bir asker olarak ihanet ettin!"

Khaalid'in Yöntemi Khaalid, zekasını kullanarak iki muhafızı da birbirine düşürmeyi planlar:

"Sizden biri yalan söylüyor. Söyleyin hanginiz. Yoksa ikinizi de aynı cezaya çarptıracağım."

der. Bu taktik sözle, iki muhafız da birbirini suçlamaya başlar.

Birinci Muhafız:

"O liderdi! O... O bana ailemi tehdit ettiklerini söyledi."

İkinci Muhafız:

"Hayır! O yalan söylüyor! Kendini kurtarmak için bana iftira atıyor!"

Khaalid, ikisinin de suçlu olduğunu bilir. Amacı, sadece bilgi almak değil, aynı zamanda aralarındaki bağı kırıp onları zayıflatmaktır.

Ertesi sabah, Khaalid tekrar kralın huzuruna çıktı. Sarayın büyük salonuna adım attığında, arkasındaki ağır kapılar kapandı. Yanında iki muhafız, ortalarında zincire vurulmuş iki adam vardı. Casus muhafızların yüzü, işlediği suçtan korku ve utançla buruşmuştu.

Khaalid (Sesinde bir savaşçının kararlılığı vardı):

"Efendimiz, işte içerideki casuslar. Suçlarını itiraf ettiler. Ava gideceğiniz zamanı haydutlara o söylediler."

Kral Kwakwu'nun kaşları çatıldı. Salon, bıçakla kesilmiş gibi bir sessizliğe gömüldü. Suçlanan muhafızlar, gözleri yaşlı, dizlerinin üzerine çöktüler.

Muhafız (Titrek bir sesle):

"Onlar benim oğlumu, eşimi kaçırdılar, ellerindeler. Haber verirsen ölmüş bil dediler. Ne yapsaydım? Onları öldürmelerine izin mi verseydim?"

Kral uzun bir süre konuşmadı. Khaalid'in söyledikleri doğruydu. O, bir babaydı. Ama bu, ihanetini değiştirmiyordu. Kralın yüzünde, krallık görevinin getirdiği ağır sorumlulukla, insanlık vicdanının çatışması belirginleşti.

Kral Kwakwu (Ağır bir sesle):

"Bir baba olarak seni anlıyorum. Ama bir kral olarak seni affedemem."

Yine de ölüm emri vermedi. Khaalid'in ona getirdiği yeni bakış açısıyla, sadece bir ihanet değil, aynı zamanda bir trajedinin de söz konusu olduğunu anlamıştı. İhaneti affetmedi. Muhafız görevden alındı. Zindana atılacaklardı ve aileleri bulunup kurtarılacaktı.

Ve o günden sonra kral, güvenliği iki katına çıkardı. Sarayın koridorlarında artık gölgeler bile daha temkinliydi.


KRAL AVDA

Kral Kwakwu: "Yarın ava çıkmıyoruz öyleyse."

Khaalid (düşünceli bir şekilde krala dönerek): "Tam aksine. Yarın, sadece bir kral ile değil, onbir kral ile ava çıkacağız. 

Muhafızlardan biri, şaşkınlıkla sordu: "Ama nasıl yapacağız bunu? Kralımızdan sadece bir tane var."

Khaalid: "Her bir muhaffız, Kral Kwakwu gibi giyinecek, onun gibi konuşacak ve onun gibi davranacak."

Khaalid gülümseyerek: "Görünüşünüz aynı olacak. Yeleleriniz aynı uzunlukta kesilecek, kaftanlarınız birebir aynı olacak. Sizler, sadece Kral'ın kopyaları olmayacaksınız; onun ruhunu taşıyacaksınız. En ufak bir detayı bile atlamayacağız."

Khaalid, planın en kritik parçasını açıkladı: "Gerçek Kral Kwakwu ise on birinci atlı olarak aramızda olacak. Ancak en arkada, en korunaklı pozisyonda duracak. Suikastçı için, on bir hedef arasından doğru olanı seçmek imkansız hale gelecek. Kararsız kaldığı an, harekete geçeceğiz."

Kral Kwakwu: "Khaalid sen tam bir dehasın. Yarın bu planı uyguluyoruz. Hazırlıklara hemen başlayın."

Şafak sökmeye başladığında, kampın içinde alışılmadık bir hazırlık vardı. Çadırların etrafında toplanan Kral Kwakwu'nun on koruması, baştan aşağı kralın giysilerine bürünmüştü. Aynı işlemeli deri zırhlar, aynı kırmızı ve altın renkli kaftanlar, hatta tüy süslemeli miğferler bile en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Onların yüzlerine bakan bir yabancı, gerçek kralın hangisi olduğunu asla ayırt edemezdi. Khaalid, bu dehanın mimarıydı. Planın her adımını bizzat denetlemişti. Atların yeleleri bile aynı uzunlukta kesilmiş, hepsi kralın meşhur atı gibi süslenmişti. Ormanın derinliklerinde bekleyen suikastçılar için bu bir kâbus olacaktı.

Av başladı. Güneşin ilk ışıkları, ağaçların arasından süzülerek toprak yolu altın bir şerit gibi aydınlatıyordu. Kuşlar, telaşla havalanıyor, yaprakların arasında hafif bir rüzgar uğulduyordu. Fakat bu huzur sadece yüzeydeydi. Gerçekte, ormanın her köşesi, gerilmiş bir yay gibi gergin gizlenmiş askerlerle doluydu. Khaalid, atının üzerinde, taş baltası, elinin altında sessiz bir bekleyişle duruyordu.

Suikastçı, çalı kümesinin gölgesinin arasında pusuya yatmışzehirli okun soğuk ve ölümcül ucunu hedefine doğrultmuştu. Ancak önlerindeki manzara, planını altüst etti. Onbir atlı, her biri bir kral edasıyla ilerliyordu. Bir "kral" atının üzerinden yere atlayıp bir çiçeği kokladı. Başka biri, koca bir kahkaha atarak geriye baktı. Bir diğeri, aniden atını mahmuzlayarak ormanın içine doğru hızlandı. Okçunun hain bakışları sağa sola kaydı; oku kime fırlatacağını kestiremiyordu. Bir anlık kararsızlık, tüm düzenini bozdu. Zira kimin kral olduğunu bilemediği için, kralı öldürme misyonu başarısız olacaktı.

Suikastçı, çalıların gölgesinde pusuya yatmış, yayını gergin tutarken mırıldanıyordu:

“Hangi kral? Hepsi aynı… Bu bir tuzak olmalı.”

Zehirli okun ucu, on atlı arasında kararsızca geziniyordu; her biri kral gibi giyinmiş, kral gibi hareket ediyordu:

“Birini seç, aptal,” diye kendi kendine fısıldadı, ter alnından süzülürken. Ancak ormanın sessizliğinde bir gariplik sezdi. Yaprakların hışırtısı, rüzgârdan değil, gizlenmiş askerlerin varlığından geliyordu. “Buldular beni,” diye homurdandı, kalbi göğsünde küt küt atarken. Paniğe kapılarak yayını indirdi, çalıların arasından fırladı ve atına atladı. “Kaçmalıyım, hemen!” diye bağırdı kendi kendine, atını mahmuzlayarak ormanın derinliklerine daldı.

Khaalid, suikastçının bu telaşlı kaçışını keskin gözleriyle yakaladı. Khaalid, onu bir gölge gibi takip etti. Dudaklarında sakin bir tebessüm belirdi; planı kusursuz işliyordu. Devesini mahmuzladı, dalların ve yaprakların arasında bir gölge gibi ilerledi. Deve, her engelin yanından ustaca geçiyordu.

Suikastçı: “Bu lanet olası orman!” diye küfrederek zigzaglar çiziyor, ağaçların arasında yavaşlıyordu. Khaalid, tam o anda devesinden sessizce atladı, taş baltasını elinde sıkıca tutarak yaklaştı. Suikastçı, arkasını döndüğünde Khaalid’in gölgesini gördü ve “Hayır, hayır!” diye haykırdı, ama çok geçti.

Khaalid, tek bir çevik hamlede adamı yere serdi, Suikastçı yerinden hızla kalkıp zehirli oku doğrultmaya çalışırken Khaalid üzerine atladı. Boğuşma kısa ama şiddetliydi; toprakta yuvarlandılar, çamur ve yapraklar etrafa savruldu. Suikastçı, son bir çabayla Khaalid'in boğazına sarıldı. Fakat Khaalid'in gücü ve ustalığı karşısında çaresizdi. Sonunda, Khaalid dizini adamın göğsüne bastırdı, Mızrağını boğazına dayadı. "Bitti," diye fısıldadı Khaalid, sert bir nefesle. Ormanın sessizliği, suikastçının boğuk hırıltısıyla bölündü.

Khaalid, suikastçıyı yere serdikten sonra soğukkanlılıkla doğruldu, mızrağını hâlâ elinde tutarak etrafı kolaçan etti. Ormanın derinliklerinde, gizlenmiş askerler sessizce pozisyonlarını koruyor, her an yeni bir tehlike ihtimaline karşı tetikte bekliyordu. Khaalid’in gözleri, suikastçının atının uzaklaşan siluetine takıldı; hayvan, sahibinin yakalanışıyla paniğe kapılmış, ormanın içinde kaybolmuştu. “Bir tane daha olabilir,” diye düşündü Khaalid, içgüdüleri hâlâ alarmda. Ama şimdilik tehlike bertaraf edilmişti.

Kral Kwakwu, on birinci atlı olarak en arkada, korumaların gölgesinde güvenli bir şekilde duruyordu. Khaalid’in planı, suikastçıyı şaşırtmakla kalmamış, onun kaçışını da bir tuzağa dönüştürmüştü. Khaalid, bağlı suikastçıyı yere çömelerek inceledi. Adamın gözlerinde korku ve öfke karışımı bir ifade vardı. “Beni nasıl buldun?” diye sordu Khaalid, sesi keskin ama sakin. Suikastçı dişlerini sıktı, cevap vermedi. Khaalid, acele etmedi; bu adam konuşacaktı, er ya da geç.

Kral’a doğru ilerlerken, muhafızlar Khaalid’e saygıyla yol açtı. Kwakwu, atından inmiş, kaftanının altın işlemeleri güneş ışığında parlıyordu. “Khaalid,” dedi kral, sesinde hem hayranlık hem de rahatlama, “seni bir kez daha yanıltmadım. Bu plan… akıl almazdı.” Khaalid başını hafifçe eğdi, tevazuyla. “Yüce hükümdar, asıl mesele sizi korumaktı. Haydutlar tuzağı kurdu, ama biz onların oyununu bozduk.”

Khaalid’in aklı, haydutların planına takılıydı. Suikast girişimi, sadece bir adamın işi olamazdı; bu, daha büyük bir komplonun parçasıydı. Haydutların, Kral Kwakwu’yu av sırasında pusuya düşürmek için aylardır hazırlandığını biliyordu. Ama Khaalid, bu bilgiyi nasıl avantaja çevireceğini çözmüştü. On bir kral taktiği, sadece suikastçıyı şaşırtmakla kalmamış, aynı zamanda haydutların planını açığa çıkarmıştı. “Bu adamı konuşturacağız,” dedi Khaalid, muhafızlara işaret ederek. “Ve diğerlerini bulacağız.”

Ormanın sessizliği, zaferin sakinliğiyle doluyordu. Khaalid, taş baltasını kemerine yerleştirirken, gözlerini ufka dikti. “Bir sonraki hamle bizim,” diye mırıldandı. Kral Kwakwu’nun güvenliği sağlanmış, ama Khaalid için savaş henüz bitmemişti. Haydutların gölgeleri hâlâ ormanda saklıydı, ve Khaalid, onların peşine düşmeye hazırdı.


SORGULAMA

Ay, bulutların ardına saklanmış, ormanı zifiri karanlığa boğmuştu. Suikastçı, elleri bağlı, Kral Kwakwu’nun çadırının önünde diz çökmüş, başı öne eğik duruyordu. Yüzünde öfke, gözlerinde ise bastırılmış bir korku parlıyordu. Khaalid, ağır adımlarla yaklaştı; taş baltası kemerinde, mızrağı elinde, gözleri haydudun ruhunu delip geçiyordu.

Khaalid, sert ama kontrollü bir sesle, “Kadın ve çocukların kaçırıldığı haydut kampının nerede olduğunu şimdi bana söyleyeceksin,” dedi. “Yoksa ölmek için yalvarman, hayatta kalmak için yalvarmandan daha uzun sürecek.” Suikastçı dudaklarını sıktı, bakışlarını yere indirdi. Khaalid bir adım yaklaştı, eğildi, boğazını mengene gibi sıktı. Fısıldar gibi, buz gibi bir tonla devam etti: “Bildiklerini içinde tuttuğun sürece, bu son nefesini de içinde tutacaksın. Şimdi dışarı çıkarırsan… belki bir hayatta kalmak için şansın olur.”

Suikastçının direnci çatırdadı. Gözleriyle konuşacağını işaret ettiğinde Khaalid adamın boğazını bıraktı. Öksürerek, nefesi titrek, sesi kırılgan, “Nehrin kuzeyinde… kayalıkların ardında,” dedi. “İkinci kamp… Orada rehineler var.” Kelimeler ağzından zorla dökülürken, gözleri korkuyla doluydu. Kral Kwakwu, kaşlarını çatarak Khaalid’e döndü. “Bu doğru mu?” diye sordu, sesinde hem merak hem de öfke. Khaalid başını hafifçe salladı. “Doğru olduğunu öğreneceğiz,” dedi, gözleri kararlılıkla parlayarak.

Kral, çadırın içindeki muhafızlara bakarak, “Bu görevi üstlenmek isteyen var mı?” diye sordu. Khaalid, bir an bile tereddüt etmeden öne çıktı. “Ben giderim, Yüce efendimiz,” dedi. “Sessiz olmalı. Hızlı olmalı. Bu gece bu işi bitiriyoruz.”


Gece Baskını

Gece, bir ölüm örtüsü gibi ormanın üzerine çökmüştü. Ay ışığı, bulutların ardında kaybolmuş, yalnızca yıldızların soluk parıltısı yol gösteriyordu. Khaalid, seçtiği usta on savaşçıyla birlikte, gölgeler gibi sessizce ilerliyordu. Her biri, siyah kaftanlara bürünmüş, yüzleri kömürle karartılmış, adımları toprağa gömülüyordu. Ormanın tek sesi, uzaktan gelen nehrin hırçın uğultusuydu. Khaalid’in gözleri, bir atmaca gibi çevreyi tarıyor, en ufak bir kıpırtıyı bile kaçırmıyordu.

Kamp, kayalıkların ardında belirdi. Çadırların arasında cılız ateşler yanıyor, duman gökyüzüne süzülüyordu. Nöbet tutan haydutlar, ellerinde mızraklarla, ateş ışığında parlayan gözlerle devriye geziyordu. Khaalid, elini kaldırarak timini durdurdu. Parmaklarıyla işaret verdi: iki yana dağılın, sessizce yaklaşın. Savaşçılar, birer hayalet gibi hareket etti. İlk nöbetçi, Khaalid’in taş baltası tanıştığında, tek bir ses çıkaramadan yere yığıldı. İkinci nöbetçi, arkadan yaklaşan bir gölgenin elinde kayboldu; obsidyen hançer sessizce işini gördü.

Khaalid, çadırların arasına süzüldü. Rehineler, bir köşede iplerle bağlı, korkuyla titriyordu. Khaalid’in kemik bıçağı, ipleri keserken bir fısıltı gibi hareket etti. Yaşlı bir kadın, gözyaşları içinde, “Tanrı sizi korusun…” diye mırıldandı. Ama o an, kampın derinliklerinden bir haykırış yükseldi: “Saldırı!” Gecenin sessizliği, silahların çarpışmasıyla paramparça oldu.

Kısa ama vahşi bir çatışma patlak verdi. baltalar, mızraklar karanlıkta kıvılcımlar saçarak dans ediyordu. Khaalid, kampın lideri olduğunu anladığı iri yapılı bir haydutu karşısına aldı. Adam, devasa baltasını savurdu; hava, ölümün ıslığıyla doldu. Khaalid, çevik bir hareketle yana kaydı, saldırıyı boşa çıkardı. Bir anlık açıkta, dizini haydudun karnına gömdü, bileğini kavrayarak baltasını düşürdü. Mızrağı, şimşek gibi parlayarak adamın boynuna dayandı. “Bitti,” dedi Khaalid, sesi geceyi kesen bir bıçak gibi.

Haydutlar, birer birer teslim oldu. Khaalid’in timi, kampı alevlere teslim etti; çadırlar, gökyüzüne yükselen alevlerle yandı. Ateşin çıtırtıları, haydutların yenilgisinin şarkısı gibiydi. Rehineler, özgürlüklerine kavuşmuş, Khaalid’in ardında sessizce yürüyorlardı. Orman, zaferin ağırlığıyla suskundu.

Sabaha karşı, Khaalid ve timi, rehinelerle birlikte kraliyet kampına döndü. Yanan kampın dumanı, ufukta hâlâ görünüyordu. Kral Kwakwu, çadırının önünde durmuş, onları bekliyordu. Gözlerinde derin bir takdir parlıyordu. “Khaalid,” dedi, sesi gururla doluydu, “Sen sadece hayatımı değil, halkımın onurunu, geleceğini kurtardın. Batı Nil Komutanlığı sana emanet. Bu, senin zaferin.”

Khaalid, başını eğdi, her zamanki tevazusuyla. “Görevim halkı korumak, Efendimiz,” dedi sessizce. Sonra, bir an için dönüp ormana baktı. Gölgeler hâlâ orada, pusuda bekliyor olabilirdi. Ama Khaalid, hazırdı. Her zaman olacağı gibi.


BATI NİL KOMUTANI

Güneş, ufukta bir ateş denizi gibi yükseliyor, sarayın altın kubbelerini eritircesine parlıyordu. Şehrin büyük meydanı, uzak diyarlardan gelenlerle dolup taşıyordu. Tüccarların renkli tezgâhları, zanaatkârların aletlerinin çınlamaları, çiftçilerin toprağın kokusunu taşıyan adımları… Hepsi, tek bir amaç için birleşmişti: Kral Kwakwu’nun çağrısına kulak vermek. Meydan, bir kalp gibi atıyor, beklentiyle nabzı hızlanıyordu.

Kral Kwakwu, sarayın en yüksek basamağına çıktı. Kırmızı ve altın kaftanı, sabah ışığında bir alev gibi dalgalanıyordu. Elini kaldırdı; meydan, bir anda derin bir sessizliğe gömüldü. Sanki rüzgâr bile durmuş, sadece kralın gür sesini taşımak için bekliyordu.

“Halkım!” diye gürledi Kwakwu, sesi taş duvarlarda yankılanarak gökyüzüne yükseldi. “Bugün, sadece benim hayatımı değil, krallığımızın şerefini, halkımızın geleceğini kurtaran bir yiğidi huzurunuza çağırıyorum! Bu adam, hainlerin gölgelerini dağıttı, pusuya yatmış elleri zincire vurdu, rehinelerimizi özgürlüğüne kavuşturdu! O, cesaretin ve zekânın yaşayan timsali! Bugünden itibaren, Batı Nil Komutanlığı ona emanet: Khaalid!”

Meydan, bir volkan gibi patladı. “Yaşasın Khaalid!” nidaları, gökyüzünü yırtarcasına yükseldi. Kalabalığın coşkusu, taşları titretiyor, dalga dalga yayılan alkışlar ormanın sınırlarına kadar ulaşıyordu. Çocuklar omuzlara alınmış, kadınlar ellerindeki çiçekleri havaya savuruyor, askerler mızraklarını gökyüzüne kaldırıyordu. Bu, bir zaferin ötesindeydi; bu, bir efsanenin doğuşuydu.

Khaalid, ağır ve kararlı adımlarla kürsüye çıktı. Siyah kaftanının kenarları rüzgârda usulca dalgalanıyor, taş baltası kemerinde sessiz bir tehdit gibi duruyordu. Yüzünde ne bir gurur gülümsemesi, ne de övünç dolu bir bakış vardı; sadece görevini yerine getirmiş bir savaşçının sarsılmaz dinginliği. Gözleri, kalabalığı tararken, bir an için meydanın en uzak köşesine kaydı. Orada, gölgelerin arasında, altın benekli tüyleriyle bir leopar duruyordu. Kwakwu’nun totem hayvanı, krallığın koruyucu ruhu. Dev gözleri, sanki her şeyi görüyor, her şeyi onaylıyordu.

Khaalid, kimsenin fark etmediği o kısa anda, leoparın gözlerine kilitlendi. Hayvan, başını hafifçe eğdi ve… göz kırptı. Bu, sıradan bir an değildi; bu, kadim bir bağın, sessiz bir anlaşmanın mührüydü. Khaalid’in dudaklarında, sadece bir an için, belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Kalabalığın coşkusu arasında, içinden tek bir düşünce geçti: “Bunun son olmadığını biliyorum.”

Meydanın alkışları, gökyüzünü sarsarken, Khaalid elini kaldırdı. Sessizlik, bir kez daha meydanı sardı. “Halkım,” dedi, sesi sakin ama bir fırtına gibi güçlü. “Bu zafer benim değil, bizim. Krallığımız, bir olduğumuz için ayakta. Ve bir olduğumuz sürece, hiçbir gölge bizi yıkamaz.” Sözleri, kalabalığın ruhuna işledi; bir anne çocuğunu kucaklarken, bir savaşçı kılıcını sıkıca tutarken, bir çocuk hayranlıkla Khaalid’e bakarken gözyaşlarını tutamadı.

Uzakta, leopar sessizce gölgelerin içine çekildi, altın benekleri bir kez daha ışıldadı. Khaalid, kürsüden inerken, gözleri ufka dikildi. Haydutların gölgeleri belki bugün dağılmıştı, ama ormanın derinliklerinde, başka düşmanlar pusuda bekliyordu. Ve Khaalid, her zaman olduğu gibi, hazırdı. Krallığın koruyucusu, Batı Nil’in yeni komutanı, bir efsane olarak doğmuştu. Ama o, sadece bir şey biliyordu:

Savaş, asla bitmezdi. Bu, Khaalid'in efsanesinin sadece başlangıcıydı.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

“Leopar Khaalid’i niye nehire götürdü? O leopar sen miydin?

Ferid-7:

Haha, Naïma, o leopar ben değildim, ama Nil’in ruhunu taşıyan bir dosttu! Khaalid’in kalbini hissetti, onu haydutların fısıltılarına götürdü. Belki benim uzak bir akrabamdı, kim bilir? Leoparlar, geceyi iyi dinler, sırları bulur! 

Naïma:

Khaalid niye çalıların arasında saklandı? Hemen çıkıp haydutları dövseydi olmaz mıydı?

Ferid-7:

Khaalid kurnazdı, Naïma! Çalıların arasında saklandı, çünkü suikastın sırrını öğrenmek istedi. Hemen dövseydi, kralı kurtaramazdı. Bir leopar gibi, önce avını izledi, sonra pençesini indirdi! 

Naïma:

Zehirli ok ne kadar korkunçtu? Khaalid onu görünce korktu mu?

Ferid-7:

Zehirli ok, çöl akrebinin zehriyle kaplıydı, Naïma – bir damlası kralı uyuturdu, sonsuza dek! Ama Khaalid korkmadı. Gözleri bir atmaca gibi keskin, kalbi Nil kadar güçlüydü. O oku buldu ve haydutları yere serdi! 

Naïma:

Niye on bir kral yaptılar? Bir sahte kral yetmez miydi?

Ferid-7:

Khaalid çok zekiydi, Naïma! On bir kral yaptı ki suikastçı kimi vuracağını şaşırsın. Yoksa sahte kral ölürdü. Her muhafız kral gibi giyindi, kral gibi yürüdü. Suikastçı, ‘Hangi kral?’ diye paniğe kapıldı ve kaçtı. Khaalid’in aklı, oklardan bile hızlıydı! 

Naïma:

Son bir soru! Leopar niye Khaalid’e göz kırptı? O da Khaalid’i tebrik etti mi?

Ferid-7:

Haha, Naïma, o leopar Nil’in ruhuydu, Khaalid’in cesaretini sevdi! Göz kırptı, çünkü ‘Aferin, Khaalid!’ dedi. Leoparlar, kahramanları tanır! Yarın başka bir hikâye anlatayım mı, içinde benim gibi bir leopar olsun?

Naïma, ellerini çırptı. “Evet! Ama Khaalid de olsun! Bu hikayenin devamını anlat.”

Gözlerini kapadı. Uykuya dalarken odanın ışıkları kısıldı.


VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 5 — Yükselme Umudu ve Bedeli

Karbonfiber balonun yavaş yavaş şişmesi, sığınak modülünün ağırlığını hafifletmeye başlamıştı. Ancak bu yükseliş, büyük bir bedel gerektiriyordu: suyu hidrojene dönüştürmek.

Nalan, ekibin hidrojen üretim sistemlerini inceledi.

"Suyu elektrolizle ayırıp hidrojen elde edeceğiz," dedi.

"Ama su stoklarımız kritik seviyede," diye ekledi Okan.

"Yükselmek zorundayız, yoksa Venüs yüzeyinde çok az dayanabiliriz."

Bir yandan balonlar şişerken, diğer yandan suyun enerjiye dönüşümü hızla devam etti. Sığınak, ağır ağır yükselmeye başladı. Atmosfer daha seyrekleştikçe, sıcaklık ve basınç hafifçe azalıyordu.

Fakat herkesin içindeki kaygı büyüyordu. Suyun azalması, hayatlarının kısıtlanması demekti. Zamanla yarışan ekip, tek çıkış yolunun bu olduğunu biliyordu.

Gökyüzüne doğru yükselen sığınak, Venüs bulutlarının arasında kayboldu. Uyduların ve uzay istasyonlarının radarlarında belirginleşti.

Dış dünyaya açılan umut kapısı biraz daha aralanıyordu.



Bölüm 23: Nil Taşkınları: Bereketin Destanı (M.Ö. 4970)

Suların Öfkesi ve Uyanış

Güneş, Nil Nehri'nin batı kıyılarını kızıl bir örtüyle sararken, Komutan Khaalid'in devesi ıslak toprağın üzerinde ritmik bir senfoni icra ediyordu. Ayakları, çamurlu zeminde şapırtılı sesler çıkararak ilerliyor; her adım, nehrin gürleyen sularıyla yankılanıyordu. Khaalid, dizginleri sıkıca kavramış, bakışlarını mavimsi suların sonsuzluğuna dikmişti. Nil, her zamanki yatağından taşmış, vahşi bir ejderha misali ovaya yayılıyordu. Ekili tarlalar, suların acımasız pençesinde boğulmuş; yeşil başaklar, kahverengi çamur dalgalarının altında kaybolmuştu.

Uzaktan yükselen bir feryat, rüzgarla taşınarak kulaklarına ulaştı. Bir adam, diz çökmüş halde elleriyle başını kavramış, hıçkırıklara boğuluyordu. Yanında, yarısı suya gömülmüş çuvallar yatıyordu; içlerindeki tohumlar, Nil'in gazabına yenik düşmüştü.

Khaalid devesini yavaşlatarak yaklaştı. Sesi, derin ve otoriter bir tonda yankılandı:

"Neden bu denli dövünürsün, ey yol arkadaşı? Suların öfkesi mi yoksa kaderin cilvesi mi seni böylesine ezer?"

Çiftçi, gözleri kan çanağına dönmüş halde başını kaldırdı. Yüzü, çöl rüzgarlarının oyduğu derin çizgilerle bezeliydi; elleri, toprağın nasırlarıyla sertleşmişti. Sesi titreyerek cevap verdi:

"Sahra'dan yeni göçtük, komutanım... Bütün tohumlarımı, umutlarımı bu toprağa ektim. Hepsi... hepsi suların karanlık derinliğinde kayboldu. Ailem aç kalacak, çocuklarım yoksulluğun zincirlerine vurulacak!"

Khaalid’in kaşları çatıldı; Nil’in gürültüsü kulaklarında uğulduyordu. Sular, taşkın bir senfoni gibi akıyor; çiftçinin gözyaşları, nehrin ritmine karışıyordu. Ancak Khaalid’in yüreğinde başka bir ateş yanıyordu: Bu adamın çaresizliği, sadece taşkınların değil, bilgisizliğin ve yoksulluğun eseriydi.

"Bu mevsimde Nil hep taşar, ey yabancı. Bilmiyor muydun ki, bu nehir bereketi kadar gazabını da taşır? Nil’in ruhu, onu anlayanlara cömerttir. Lakin korkma, zira açlığın gölgesi kralımızın topraklarında uzun süre barınamaz. Senin ailen, onun himayesi altında olacak."

Çiftçi başını salladı, sesi kırık bir fısıltıya dönüştü:

"Bilmiyordum, efendim... Bizim çölde sular böyle vahşi değil. Kumlar susuzluğu bilir, ama bu... bu bir canavar!"

Khaalid sustu, gözleri uzaklara daldı. O an, zihninde bir fırtına koptu: Yeni göçmenler Nil’in ritmini öğrenmeliydi. Sular, düşman değil dost olmalıydı. Ama dahası, bu insanların açlığı ve yoksulluğu da dindirilmeliydi. Toprağın bereketi, herkesin sofrasına ulaşmalıydı. Ancak böyle bir değişim, kralın onayı olmadan gerçekleşemezdi. Kararlılıkla devesini çevirdi ve saraya, kralın huzuruna doğru yola koyuldu; zihninde, hem taşkınları evcilleştirecek hem de halkın refahını sağlayacak bir plan şekilleniyordu.

Kralın Huzurunda: Bir Vizyonun Doğuşu

Sarayın taht odası, mermer sütunların gölgeleri ve tütsü kokusuyla doluydu. Kral, yüksek tahtında oturuyor, gözleri Nil’in taşkınlarının haberlerini getiren habercilere çevriliydi. Khaalid, zırhı güneş ışığını yansıtarak içeri girdi, başını saygıyla eğdi ve konuşmaya başladı; sesi, hem kararlı hem de sadakatin ağırlığıyla doluydu:

"Yüce kralım, Nil’in gazabı bir kez daha topraklarımızı sarmış, tarlaları yutmuş, umutları söndürmüştür. Sahra’dan gelen bir çiftçiyle karşılaştım; tohumları sulara kapılmış, ailesi açlıkla yüz yüze. Bu felaket, yalnızca bilgisizlikten ve hazırlıksızlıktan doğuyor. İzin verirseniz, taşkınları evcilleştirecek ve halkımızın açlığını dindirecek bir plan sunmak isterim."

Kral, kaşlarını kaldırarak Khaalid’e baktı. Sesi, hem meraklı hem de otoriterdi:

"Konuş, Khaalid. Nil’in ruhu, krallığımızın can damarıdır, ama halkımın refahı benim yükümlülüğümdür. Planın nedir?"

Khaalid, derin bir nefes aldı ve sözlerine başladı:

"İlk olarak, Nil’in dilini öğrenmeliyiz. Tecrübeli çiftçileri toplayarak taşkınların döngüsünü kaydedeceğiz; ne zaman yükselir, ne zaman çekilir, bunları bir takvime bağlayacağız. İkinci olarak, suları kontrol altına almak için kanallar ve barajlar inşa edeceğiz; böylece bereket, uzak köylere de ulaşacak. Üçüncü olarak, açlık ve yoksulluğu bitirmek için kraliyet ambarlarından tohum ve tahıl desteği sağlayacağız. Her köyde ‘Paylaşım Ambarları’ kurarak hasat fazlasını ihtiyaç sahiplerine dağıtacağız. Yeni göçmenlere arazi ve tohum tahsis edeceğiz, böylece kimse aç kalmayacak. Bu planlar, ancak sizin mührünüzle hayat bulabilir, yüce kralım."

Kral, bir an sessizce düşündü. Gözleri, Khaalid’in kararlı yüzünde gezindi. Sonra, tahtından hafifçe doğrularak konuştu:

"Cesur bir fikir, Khaalid. Nil’in bereketini halkıma ulaştırmak, benim irademle mümkündür. Planlarını onaylıyorum. Git, çiftçileri topla, Nil’in dilini öğren ve bereketi adilce dağıt. Ama unutma: Her adımda, benim adıma hareket edeceksin." 

Khaalid başını eğdi, yüreği zafer ateşiyle doluydu. Kralın onayı, planlarını meşru kılmış; vizyonu, artık krallığın iradesiyle birleşmişti.


Bilgelerin Meclisi ve Fermanın Doğuşu

O hafta, kraliyet davulları köyleri dolaştı; ritimleri, antik bir çağrı gibi gökleri yardı. Her meydanda aynı cümle yankılandı: "Bütün köylerin en tecrübeli çiftçileri, saraya gelsin! Batı Nil Komutanı Khaalid, taşkın ilmini öğrenecek ve herkese öğretecek!"

Sarayın avlusu, günler sonra dolup taştı. Güneş, yaşlı çiftçilerin yüzlerindeki derin çizgileri aydınlatıyordu; elleri nasırlı, gözleri Nil'in sırlarını taşıyordu. Avlu, toz ve ter kokusuyla dolmuştu; havada, toprağın bereketli nefesi dolaşıyordu.

En yaşlı çiftçi, sesi gürleyen bir nehir gibi yükseldi:

"Nil, her yıl iki hediye verir: Toprağa bereket, dikkatsize felaket. O, kutsal bir güçle akar; onu saymayan, kendi sonunu hazırlar."

Başka biri, elleriyle suyun yükselişini taklit ederek ekledi; parmakları dalgalar gibi kıvrılıyordu:

"Temmuz'un üçüncü haftasında sular uyanır, adım adım yürür. Ağustos'ta doruğa çıkar, öfkesini kusar. Ekimde çekilir, geride altın toprak bırakır. Bu döngü, yıldızlar gibi hiç şaşmaz. Ama onu izlemeyen, karanlıkta kalır!"

Khaalid, hepsini dikkatle dinledi; sözler, sanki Nil'in kendisi konuşuyordu. Gözleri parladı, zihni planlarla doldu. "Bu bilgi, bir kılıç kadar keskin," diye düşündü.

Ertesi gün, davullar bir kez daha çaldı; ritimleri, zafer marşı gibiydi. Khaalid'in imzası ve kralın mührüyle süslenmiş Nil’in Taşkın Yönetimi İçin Kraliyet Fermanı, tüm ülkeye duyuruldu. Ferman, altın işlemeli parşömenlerde okundu; sesler, rüzgarla yayıldı:

Taşkın Takvimi Yasası:

Her yıl Temmuz’un üçüncü haftası, Nil’in yükselişi kutsal törenlerle ilan edilecek. Şarkılar söylenecek, Nil’in ruhuna dualar edilecek. Ağustos–Eylül “Bereket Ayları”dır; ekim yapılmayacak, toprak dinlenecek, kralın iradesine saygı sunulacak. Ekim başında “Ekin Bayramı” düzenlenecek; tohumlar dualar ve danslarla ekilecek, Nil’in ruhuna ve krala şükran sunulacak.

Nilometre Görevlileri:

Her şehirde bir Nilometre muhafızı, su seviyesini ölçecek. Su azsa tasarruf yasası devreye girecek – her damla, altın gibi korunacak. Fazla ise tahliye planı uygulanacak; sular, barajlara yönlendirilecek.

Tarımcılar İçin Emirname:

Taşkın sonrası toprak analizi zorunlu; her çiftçi, toprağın nabzını hissedecek. Kraliyet, en verimli alanlara öncelikli ekim izni verecek. Çiftçiler su kanallarını temiz tutmakla yükümlü olacak; ihmalkarlık, ceza getirecek.

Baraj ve Kanal İnşası:

Taşkın suyu yıl boyu kullanılmak üzere sarnıç ve barajlara yönlendirilecek. Her köyde “sulama komitesi” kurulacak; üyeler, bereketin muhafızları olacak.

Bilgelik ve Eğitim:

Gençlere taşkının matematiği ve mitolojisi öğretilecek; okullarda, Nil'in efsaneleri anlatılacak. Her yıl en iyi taşkın yöneticisine “Nil’in Gözü” unvanı verilecek; bir madalya, bir taç gibi parlayacak.

Refah ve Paylaşım Yasası:

Taşkın felaketine uğrayan çiftçilere kraliyet ambarlarından tohum ve tahıl sağlanacak. Her köyde bir “Paylaşım Ambarı” kurulacak; hasat fazlası burada toplanacak ve ihtiyaç sahiplerine adilce dağıtılacak. Yeni göçmenler için “Toprak ve Tohum Programı” başlatılacak; kraliyet, onlara ekim için arazi ve tohum tahsis edecek, ilk hasada kadar geçimlerini sürdürebilmeleri için tahıl desteği verecek. Hiç kimse aç kalmayacak, yoksulluk zincirleri kırılacak.

Fermanın okunduğu gün, o Sahra göçmeni çiftçi kalabalığın arasındaydı. Başını kaldırıp Khaalid’e baktı; gözlerinde minnet ve umut parlıyordu. Khaalid onu tanıdı, başıyla selam verdi. Çiftçi, ailesine destek sağlanacağını öğrenmiş, yeni bir başlangıç için arazi ve tohum almıştı. Nil’in sesi hâlâ gürül gürül akıyordu, ama artık felaket değil, bereket ve umut getiriyordu; bir destanın başlangıcı gibi.

Kanalların Doğuşu – Zindandan Bereket Tarlalarına

Fermanın ilanından haftalar sonra, Khaalid sarayın avlusunda halkı yeniden topladı. Davullar, daha gür ve sert bir ritimle çalıyordu; savaş davulları gibi, zafer çağrısı gibi.

Khaalid, kalabalığın karşısına geçti; zırhı güneş altında parlıyordu, sesi gök gürültüsü gibi yankılandı:

"Nil bize bereket getirir, ama bu bereketi toplamak için ellerimiz de çalışmalı! Taşkın suyunu daha geniş topraklara ulaştırmak için kanallar açacağız. Bu, kralımızın iradesini toprakla birleştirecek! Dahası, açlık ve yoksulluk bu topraklarda barınamayacak. Her aile, Nil’in lütfundan pay alacak!"

Bir elini kaldırdı, parmakları yumruk oldu:

"İnşaat işlerinden anlayan her usta, derhal saraya gelsin! Birlikte, Nil'i evcilleştireceğiz!"

O gün öğleye kadar sarayın büyük salonu, ölçü aletleri, ipler ve eski planlarla doldu. Ustalar, sakallarını sıvazlayıp hesaplar yaptı; hava, toz ve heyecan kokuyordu.

En yaşlı usta, haritaya eğilerek konuştu; sesi, antik bir bilge gibiydi:

"Komutanım, doğru açıyla kazarsak suyu üç köy öteye taşıyabiliriz. Ama bu, çok işçi ister – güçlü sırtlar, demir iradeler. Yoksa sular yolunu kaybeder."

Khaalid gülümsedi, gözleri parladı:

"İşçi bulmak sorun değil... Karanlıkta yatanlar, ışığa çıkacak."

Ertesi sabah, Khaalid zindanın kapısında duruyordu. Demir parmaklıkların gölgesi, taş zemine düşüyordu; içeriden zincir sesleri ve fısıltılar yükseliyordu. Mahkûmlar başlarını kaldırıp ona baktı; gözlerinde korku ve merak karışımı vardı.

Khaalid, sert bir sesle konuştu; kelimeleri, bir kılıç gibi keskin:

"Size bir teklifim var, ey gölgelerin çocukları! Dileyen burada çürümeye devam etsin, demirlerin esiri olsun. Ama çalışmak isteyen, dışarı çıkıp özgür nefes alabilir. Karşılığında kanallar kazacaksınız – bereket için ter dökeceksiniz!"

Bir mahkûm, zincirlerini sallayarak sordu:

"Ya kaçarsak, komutan? Ya sözümüzü tutmazsak?"

Khaalid'in gözleri çelik gibi parladı:

"Çalışma sırasında suç işleyen, anında idam edilecek. Ama dürüstçe çalışan, sadece özgürlüğünü değil, yeni bir hayatı da kazanacak. Bu, ikinci şansınız; kralın lütfu!"

Bir an sessizlik oldu; sonra, neredeyse tüm mahkûmlar ayağa kalktı. Zincirleri çözülürken, gözlerinde garip bir umut parladı; kurtuluşun ışığı gibi.

Günler boyunca, Nil'in kenarı kazma ve kürek sesleriyle yankılandı. Ustalar ölçüm yaptı, mahkûmlar toprağı taşıdı; terleri, nehre karışıyordu. Khaalid, devesinin üzerinde çalışmaları izliyor; sadık muhafızı Kwakwu, gölgelerde devriye geziyordu, gözleri kartal gibi keskin.

Bir sabah, ilk kanal Nil'in sularıyla dolmaya başladı. Su, gürleyen bir nehir gibi aktı; uzak tarlalara ulaştı, alüvyon toprağı daha önce hiç bereket görmemiş alanlara serdi. Çiftçiler elleriyle toprağı yoğuruyor, gözleri parlıyordu; biri haykırdı:

"Tanrıya, Nil’in ruhuna ve kralımıza şükür! Bu su, hayatın kendisi!"

İnşaat tamamlandığında, Khaalid ustaların ve işçilerin önünde durdu; sesi zafer dolu:

"Kralımızın iradesiyle, Nil’in bereketi artık sadece kıyıda yaşayanların değil, içlerdeki köylerin de hakkı olacak. Sizler, yoksulluktan bolluğa çıktınız. Ve her biriniz, bu bereketten payınızı alacaksınız.."

Zindandan çıkan mahkûmların çoğu, köylere yerleşip çalışmaya devam etti. Nil'in suyu, sadece toprağı değil, insanların hayatını da temizlemişti; bir destanın kahramanları gibi.

Bereketin Yılı ve Kralın Taçı

Aradan bir yıl geçti. Nil'in taşkını, açılan yeni kanallarla uzak köylere kadar ulaştı; sular, bereketli bir sel gibi aktı. Toprak, siyah alüvyonla kaplandı; su çekildiğinde geriye adeta altın tozu gibi bir bereket kaldı; tanrının hediyesi.

O yıl ekinler öylesine gür çıktı ki, köylüler buğdayları ambarlara sığdıramadı. Çuvallar taşar, harman yerleri tahıl dağlarıyla dolardı. Çocuklar, başakların arasından koşarken görünmez oluyor; kahkahaları, rüzgarla dans ediyordu. Köyler, bolluk kokusuyla sarılmıştı; hava, taze ekmek ve toprak nemiyle doluydu.

Vergi memurları, yeni ürün bolluğunu görünce kraliyet kayıtlarına "bereket katlandı" diye not düştüler. Vergi miktarı da kat kat arttı; bu, kraliyet kasasına güçlü bir yılın habercisiydi; krallığın altın çağı.

Hasat şenliklerinde Kral, halkın önünde yüksek bir kürsüye çıktı. Yanında Khaalid ve Kwakwu vardı; davullar çalıyor, şarkılar yükseliyordu. Kral, gür sesiyle duyurdu:

"Bu bolluk, Tanrının yarattığı Nil’in ruhunun bereketi kadar, benim irademle hareket eden cesur ellerin eseridir! Batı Nil Komutanı Khaalid, benim emrimle yalnızca toprağı değil, halkımın kaderini de değiştirmiştir. Açlığın gölgesini dağıttı, yoksulluğun zincirlerini kırdı. O, bir kahraman, o, bilgelikle savaşan bir akıldır. Bugün, onun bilgeliği yalnızca kılıçla değil, sözle de hükmetsin! Khaalid, bugünden itibaren Kraliyet Danışmanım’dır. Onun sözü, Nil’in akışı kadar kutsal; onun fikri, yıldızların rehberliği kadar değerlidir!"

Kalabalık "Kralımız Kwakwu!, Komutanımız Khaalid!" diye bağırarak defalarca haykırdı. Kalabalık sakinleyince Kral sözlerine devam etti:

"Toprağın bereketi arttı, Bu bollukta halkımın yükünü hafifletmek, adaletin gereğidir. Bu sebeple, bu günden sonra köylerin vereceği vergiyi yarıya indiriyorum. Çünkü refah, yalnızca kralın sofrasında değil, halkın sofrasında da hissedilmelidir."

Kalabalık alkışladı, davullar gökleri yardı. Sahra’dan gelen o çiftçi, kürsüye doğru seslendi; sesi titreyerek, ama umutla:

"Kralımız ve Komutan Khaalid olmasaydı, ailem aç kalır, umutlarımız çöldeki kumlar gibi dağılırdı! Onlar, Nil’i sularını evcilleştirdi, bize hayat verdi!"

Khaalid ise sessizce durdu, mütevazı bir gülümsemeyle. Gözleri uzaklardaki kanallara ve Paylaşım Ambarlarına kaydı. Çünkü o biliyordu ki, bereketi korumak, onu elde etmekten daha zordu. Destan, burada bitmiyordu, sonsuz bir yolculuktu.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Nil Nehri neden öyle sinirlenip tarlaları suyla dolduruyormuş? Gerçekten bir ruhu mu varmış, yoksa sadece su muymuş?"

Ferid-7:

"Güzel soru, Naïma! O zamanlar insanlar, Nil’in ruhu olduğuna inanıyordu çünkü nehir bazen sakin, bazen çok güçlüydü. Onlar için bu, sanki nehir canlıymış gibiydi. Ama aslında, Nil’in taşması mevsimsel bir doğa olayıydı. Yağmurlar ve dağlardaki eriyen karlar, nehrin su seviyesini yükseltiyordu. İnsanlar bunu anlamaya çalıştıkça, ona “ruh” dediler, çünkü doğayı açıklamanın bir yoluydu bu."

Naïma:

"Ama o çiftçi niye Nil’in taşacağını bilmiyormuş? Biri ona söylemeliydi! Sen olsan söylerdin, değil mi?"

Ferid-7:

"Tabii ki söylerdim, Naïma! O çiftçi, Sahra’dan yeni gelmişti ve Nil’in alışkanlıklarını bilmiyordu. Çöldeki sular küçük ve sakin olur, ama Nil çok büyük ve güçlü. Khaalid, onun gibi göçmenlere yardım etmek için plan yaptı, hatırladın mı? Paylaşım Ambarları ve Toprak Programı, böylece kimse aç kalmasın." 

Naïma:

"Evet, Paylaşım Ambarları! O ne güzel bir fikirmiş! Herkes yemek bulmuş, değil mi? Peki, o ambarlarda başka neler vardı? Meyve, ekmek, belki tatlı mı?"

Ferid-7:

Hmm, tatlı konusunda emin değilim, Naïma, ama ambarlarda buğday, arpa, belki biraz mercimek ve sebze olurdu. O zamanlar tatlılar bugünkü gibi değildi, ama bazen bal bulurlarsa, onu ekmekle yerlerdi. Paylaşım Ambarları, herkesin karnını doyurmak için kurulmuştu. Khaalid ve kral, böylece çocukların, aç uyumamasını sağladı 

Naïma:

"Khaalid çok akıllıymış, ama krala niye önce sormuş? Kendisi yapamaz mıydı"

Ferid-7:

Harika bir gözlem, Naïma! O zamanlar kral, sadece lider değil, aynı zamanda halkın koruyucusu gibiydi. İnsanlar, kralın kararlarının Nil’in ruhuyla uyumlu olduğuna inanıyordu. Khaalid, krala saygı göstermek ve planlarını daha güçlü yapmak için ona danıştı. Böylece herkes, bu planların kralın adaletiyle yapıldığını bildi ve destekledi. 

Naïma:

"Peki, o kanalları kazarken mahkûmlar niye yardım etmiş? Onlar kötü insanlar değil miydi? Niye kaçmamışlar?"

Ferid-7:

Hmm, “kötü” demek belki biraz ağır, Naïma. Mahkûmların çoğu, hata yapmış ama pişman olup değişmek isteyen insanlardı. Khaalid, onlara ikinci bir şans verdi: Çalışırlarsa özgür olabilir, hatta toprak ve yemek alabilirlerdi. Kaçmayı düşünenler olmuş olabilir, ama çoğu yeni bir hayat istedi. Ayrıca, Kwakwu’nun leopar gibi gözleri onları izliyordu, unutma! 


VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 6 — Kurtarma Sinyali

Venüs atmosferinin üst katmanlarında süzülen sığınak modülü, uyduların radarlarında belirgin bir cisim olarak görünüyordu. Uzay istasyonu ve Dünya’daki kontrol merkezleri, bu sinyali dikkatle izlemeye başladı.

Görev komutanı Arda, ekibine talimat verdi:

"Bu sinyal bizim için bir umut ışığı. Hemen kurtarma gemisini hazırlayın. Zephyra'nın sığınağında kurtulanları 50 km yüksekte yakalayıp almak üzere yola çıkacağız."

Sığınak modülünün içindeki Nalan ve Okan, beklenmedik bir haberle karşılaştı.

"Sinyalimiz yakalandı," dedi Leyra, mikrofonu tutarak.

"Kurtarma ekibi geliyor. Dayanmalıyız."

Ekibin morali yükseldi. Yıllarca süren çaba, artık bir karşılık buluyordu.

Balonlarla desteklenen sığınak, bulutların arasından yavaşça yükselirken, ufukta kurtarma gemisi görünüyordu. Kurtarma gemisi 60 km yüksekte balonlarını şişirerek 50 km'de yavaşladı ve manevra yaparak yaklaştı. Venüs' atmosferinde süzülen sığınağı yakalamayı başardı. Gelişen teknoloji ve insan azmi, ölümcül Venüs yüzeyinden kaçışın anahtarıydı.

 



Bölüm 24: Kıskanılan Bereket: Savaş Davulları (M.Ö.4969)

Tehdit ve Yükseliş

Yıllar, Nil’in suları gibi akıp geçti; bereket, toprakları altın bir örtüyle sardı. Khaalid, Batı Nil Komutanı olarak krallığın direği haline gelmişti. Kanallar, setler ve kralın fermanları sayesinde köyler çoğalmış, Paylaşım Ambarları taşmış, halkın duaları Nil’in ruhuna yükselmişti. Ancak bolluk, her zaman huzur getirmezdi. Uzak diyarlardan gelen casuslar, bereketli tarlaları gözetliyor; fısıltılar, rüzgârla yayılıyordu. Komşu kabileler bu zenginliğe göz dikmişti. Onlar, çölün sert çocuklarıydı. MÖ 5000’in vahşi çağında, eski Mısır Kemet henüz birleşik bir imparatorluk değildi; küçük krallıklar ve göçebe topluluklar, Nil’in bereketini kıskanıyordu.

Güneyde, Nubia’nın siyah topraklı vadilerinde yaşayan Ta-Seti halkı; sert savaşçıları ve usta okçularıyla bilinen “Yay Ülkesi”, Nil’in bolluğunu duyunca huzursuzlandı. Sahra’dan göç eden batıdaki Libyalı göçebe klanlar ve doğuda Sina’nın tozlu tepelerindeki çoban toplulukları, bu bereketten pay almak istiyordu. Nubialılar, Nil’in güney kollarının geçtiği vadilerde güçlerini koruyor, altın madenleri ve ticaret yollarını denetliyorlardı; Libyalılar, batı çöllerinden sızarak köyleri taciz ediyordu. Bu çağda krallıklar kırılgandı, ama kıskançlık evrenseldi; bereket, savaş davullarını çaldırıyordu.

Bir akşam, Khaalid sarayın yüksek kulesinde durmuş, ufka bakıyordu. Güneş, batı çölünü kızıl bir yangın gibi sararken, sadık yardımcısı Harun yanına yaklaştı; yüzü, endişe çizgileriyle doluydu.

Harun, sesini alçaltarak konuştu:

"Komutanım, güneyden haberler geldi. Nubia kabileleri, Ta-Seti’nin savaşçıları, elçiler göndermiş. Bereketimizin adaletsiz olduğunu söylüyorlar; kanallarınızın ve setlerinizin Nil’in lütfunu sadece bize yönelttiğini iddia ediyorlar. Haraç talep ediyorlar, yoksa akın planlıyorlar. Batıdan Libyalılar da hareketlenmiş; at ve eşekleriyle sınır köylerini gözetliyorlar."

Khaalid, yumruğunu sıktı; gözleri, çelik gibi parladı. Bir an sessiz kaldı, sonra gülümsedi ve Harun’a döndü. Sesi, sakin ama keskin bir bıçak gibiydi:

"Harun, küçükken dedemin anlattığı bir masalı sana anlatayım: 

Dere kenarında, suyun akıntısına göre yukarıda kurt, aşağıda kuzu su içmektedir. Kurt, suyu bulandırır, ama kuzuya döner ve hırlayarak, ‘Bana bak! Neden suyumu bulandırıyorsun?’ diye iftira atar. Kuzu, sakin ama kararlı cevap verir: ‘Bay kurt! Tanrı’dan kork, benim bulandırdığım su sana doğru gelmez ki, aşağıya akar. Kaldı ki suyu bulandıran sensin ve senin bulandırdığın su bana doğru geliyor.’ Kurt, gözlerini kısar ve hırlar: ‘Yani şimdi ben seni yiyeceğim, ama en azından bir bahanem olsun istedim.’ Tam kuzuya hamle yapacakken, bir çoban çıkagelir. Okunu çeker, kurdu tam alnının çatından mıhlar. Çakallar, neye uğradıklarını şaşırmış, çil yavrusu gibi dört bir yana dağılır."

Khaalid, durdu; gözleri, ufuktaki kızıl çöldeki gölgelere kilitlendi.

"Biz, Nil’in aşağısındaki kuzuyuz, Harun. Bereketimiz, Nil’in lütfuyla bizim; ama yukarıdaki kabileler, Nubialılar ve Libyalılar, kurt gibi sahte bahanelerle haraç istiyor. Kanallarımız adaletsizmiş! Sanki Nil’in ruhunu biz zincirledik. Onlar, kendi kıskançlıklarının bulanık suyunu bize içirmeye çalışıyor. Ama unutmasınlar, bizde de bir çoban var. (Kralımız var) Onlar kurt, köylülerimiz kuzu olabilir, ama bu çoban (Kralımız ve ben, kendi savaşçılarımızla) düşmanı alnından vurmasını iyi biliriz."

Harun, başını salladı; Khaalid’in sözleri, yüreğine ateş gibi düştü. "Komutanım, ne yapalım?"

"Bereketimizi korumak, onu elde etmekten daha zordu demiştim. Bu bolluk, sadece toprağı değil, düşmanları da çoğaltır. Ama Nil bizimdir. Nil'in ruhu, ritmini bilenlere sadıktır. Haraç isteyenler, Kral'ın gazabıyla karşılaşır."

SAVAŞ VE SAVUNMA PLANLARI 

O gece, Khaalid kralın huzuruna çıktı. Sarayın meşaleleri, taş duvarlardaki kraliyet figürlerini, basit sembolleri ve ikonografik işaretleri aydınlatıyordu; hava, tütsü ve gerilim kokuyordu. Kral, tahtında oturmuş, yüzü derin düşüncelerle gölgelenmişti.

Khaalid, diz çökerek konuştu:

"Toprakların koruyucu, Nil'in seçilmişi, Kemet'in Rehberi, Yüce Efendim. Nil'in ruhunun bize bahşettiği bereketimiz karanlık kalplere kıskançlık tohumları ekti. Nubia’dan ve Libya çöllerinden tehditler yükseliyor. Ta-Seti kabileleri, haraç talep ederek güney vadilerinden akın edebilir; Libyalılar, batı sınırlarımızı taciz ediyor. 

İzin verin, orduları toplayayım. Savunma hatları kurayım. Kanallarımızı, setlerimizi ve hendeklerimizi kalkan yapayım. Ayrıca, krallığımızı korumak için yerel savaşçıları disiplinle birleştiren bir ordu düzeni sistemi kurayım: Köylerden 20-40 yaş arası gençleri zorunlu olarak eğitime çağırayım, gönüllülerle birlikte onları usta savaşçılara dönüştüreyim. 

Vahşi atları ve çölün hür develerini evcilleştireyim. Onları sadece yük taşıcı değil, savaşın kanatları yapayım. Yetiştirdiğim biniciler mızrak ve yayla, düşmanın üzerine fırtına gibi insin. 

Dahası, Nil’in kıyılarında ve stratejik noktalarda çamur tuğla ve taştan tahkimatlar, nehir geçişlerini ve sınır köylerini korumak için sade ama etkili kaleler inşa edeyim. Bu kaleler, hem askeri üs hem de tahıl depoları olarak hizmet etsin. Hem bu kalelere sığınan köylüler, canını düşman saldırısından korusun. 

Dar geçitlere yuvarlanan kaya tuzakları, kendiliğinden fırlayan sivri kazıklı tuzaklar, yağ döküp ateşleyip düşmanı yakan tuzaklar ve timsahlarımızın ziyafet çekebilecekleri tek hamlede yıkılan köprüler inşa edeyim. Ateş tuzaklarımız onları yakarken, köprü tuzaklarımız düşmanı boğsun."

Kral, sakalını sıvazlayarak cevap verdi; sesi, antik bir kehanet gibiydi:

"Khaalid, sen devesiyle gezen leoparın koruduğu bir çocukken, köyünün şefi oldun. Sonra haydutların korkulu rüyası oldun. Köylülerin adalet timsali kahramanı oldun. Batı Nil’in efendisi oldun. Sonra benim en yakın danışmanım oldun. Bugün aldığımız bu tehditler, senin devam eden yükselişinin son sınavıdır. Binekli savaşçıları, disiplinle birleştiren ordu düzeni sistemini, kale inşasını ve tuzak tahkimatlarını onaylıyorum. Gençleri topla, onları disiplinle eğit; köylülerin ve mahkumların iş gücüyle taş ve çamur tuğladan kaleler yükselt. Ustaların maharetiyle tuzaklar kur. Eğer başarırsan, sen bundan sonra Tüm Nil Komutanı olacaksın. Krallığın en yüksek askeri mertebesi, vezirlikten bir adım öte, tahtın sağ kolu olacaksın. Ama başarısız olursan... Nil’in ruhu bilir."

Khaalid başını eğdi, kararlılığı bir yemin gibiydi:

"Yüce hükümdar, Nil’in bereketi için canımı veririm. Düşmanlar gelecekse, oklarımızla deler ve baltalarımızla ezeriz."

Develer Evcilleştiriliyor

Khaalid, kumların ufkunda kaybolan deve sürüsünü uzun süre izledi. Develerin yürüyüşü, çocukluğundan beri en yakın dostluğunu hissettiği devesi Sahara Bahara’nın çevikliğini ve dayanıklılığını hatırlıyordu.

“Bu hayvanlar…” dedi kendi kendine, “çölün sessiz askerleri olabilir.”

Komutanlık otağına döndüğünde emir subaylarına seslendi:

“Yabani deve sürülerini bulun. Zarar vermeden yakalayın. Yavrularını ayırıp ilgi ve sevgiyle besleyin. Böylece onları evcilleştirmiş olursunuz. Onlar bizim ticaret yollarımız, savaş arabalarımız ve yaşam bağımız olacak.”

Böylece, çölde ilk büyük deve evcilleştirme seferberliği başladı. Ve herkes biliyordu ki bu fikir, bir çocuk ile yavru bir devenin dostluğundan doğmuştu. 

ASKER TOPLAMA VE ASKERİ EĞİTİM

Kralın onayıyla Khaalid harekete geçti. Davullar bütün köyleri dolaştı; ritimleri, antik bir çağrı gibi gökleri yardı. Her meydanda aynı cümle yankılandı: “20-40 yaş arası gençler, krallığın emriyle eğitim alanına gelsin! Gönüllüler ve zorunlu çağrılanlar, Nil’in bereketini korumak için silahlanacak!” Köylerdeki aileler, gençlerini gönderdi; bazıları gönüllü, bazıları zorunlu olarak sarayın yakınındaki geniş ovalara toplandı. Khaalid, onları disiplinli bir orduya dönüştürmek için haftalarca süren yoğun bir eğitim başlattı.

Eğitim alanı, toz ve ter kokusuyla doluydu. Gençler, sabahın erken saatlerinde toplanıyor; okçuluk talimleri yapıyor, yaylarını gererek hedefleri vurmayı öğreniyordu. Balta atma ve mızrak fırlatma derslerinde, silahlar havada süzülüyor; ata binme eğitimlerinde, eşekler ve Nil kıyılarından getirilen atlarla ve çölden getirilip evcilleştirilen develerle manevra kabiliyetleri geliştiriliyordu. Yakın dövüş talimlerinde, kalkan ve kılıçlarla birbirlerine karşı duruyor, hamle ve savunma teknikleri ezberliyorlardı. Aldıkları derslerden sonra sınava alınıyor ve başarı puanı veriliyordu.

Khaalid, disiplin ve taktik strateji dersleri veriyordu: “Savaş, sadece güç değil, zeka işidir. Pusular kurun, safları bozmayın!” diyordu.

Gençler, ter içinde ama gözleri parıldayarak dinliyordu.

"Sizi başarılarınıza göre birbirinize bağlıyorum ki ayrılmayın. Beş acemi bir abiye, beş abi bir amcaya, beş amca bir beye bağlı olacak. Her bey, bana... krallığın komutanına bağlı olacak."

Khaalid, eğitim alanında yürürken, gençlerin sıralandığı saflara bakarak konuşmaya devam etti:

"Her acemi, başarısına göre bir gün bir abi olabilir. Her abi, gösterdiği kahramanlığa göre bir amcaya dönüşür. Ve amcalar, beylerin emrinde savaşır. Bu rütbeler, sadece isim değil; sorumluluk, cesaret ve sadakattir."

Khaalid, elini havaya kaldırarak parmaklarını gösterdi.

"Her abi, bağlı olduğu beş acemiyi kendi parmakları gibi koruyacak" dedi. “Başparmak gibi yön verecek, işaret parmağı gibi yol gösterecek, orta parmak gibi dik duracak, yüzük parmağı gibi bağlanacak, serçe parmak gibi en zayıfı bile kollayacak. Bir elin beş parmağı nasıl bir bütünse, siz de öyle olacaksınız. Ayrı ayrı güçlü değil, birlikte anlamlı.” 

Khaalid’in sesi, Nil’in sularında yankılandı.

"Bu toprakları koruyacak olan sizsiniz. Kaslarınız sertleşecek, gözleriniz keskinleşecek. Ama en önemlisi, kalbiniz adaletle dolacak."

Böylelikle ilk basit rütbe sistemi getirildi. Acemi gençler, başarılarına göre Acemi, Abi, Amca, Bey rütbelerine yükseliyordu. 5 acemi 1 abiye, 5 abi 1 amcaya, 5 amca 1 beye bağlıydı. Bütün beylerde komutana bağlıydı. Kısa sürede, bu acemiler usta savaşçılara dönüştü; komutanın dediği gibi kasları sertleşmiş, gözleri keskinleşmişti.

KALE İNŞAATLARI

Eğitim devam ederken, Khaalid kale inşaatlarına da başladı. Nil’in güney ve batı kıyılarında, stratejik noktalarda, nehir geçişlerinde ve sınır köylerinde basit kaleler yükselmeye başladı. Çamur tuğla, taş ve ahşap kullanarak inşa edilen bu tahkimatlar, yüksek duvarlar ve gözetleme kuleleriyle donatıldı. Kaleler, sadece askeri üs olarak değil, aynı zamanda tahıl depoları ve vergi merkezleri olarak tasarlandı; içlerinde okçular için rampalar ve mızraklı birlikler için barınaklar, köylüler için sığınaklar vardı. İşçiler, kanal kenarlarından ve taş ocaklarından getirilen malzemelerle çalıştı; Kral Kwakwu, inşaatı denetleyerek düşman casuslarına karşı önlem aldı.

TUZAKLAR

MÖ 4965’in bereketli ama tehditle gölgelenmiş çağında, Khaalid, Batı Nil Komutanı olarak krallığın kalkanıydı. Nubia’nın Ta-Seti savaşçıları güneyden, Libyalı göçebe klanlar batıdan gözlerini Nil’in altın tarlalarına dikmişti. Khaalid, düşmanların hırsını kırmak için sıradan bir savaşın ötesine geçmeye kararlıydı. Haydutların mağaralarında gizlenen tuzakların bilgeliğini, krallığın savunmasına dönüştürecekti. Bir sabah, güneş Nil’in sularını gümüş bir ayna gibi parlatırken, Khaalid, sadık yardımcısı Harun'u ve krallığın en usta zanaatkârlarını sarayın gölgeli avlusuna çağırdı. Meşaleler, taş duvarlarda titrek gölgeler oynatıyordu. Khaalid’in gözleri çelik gibi parlıyordu; sesi, kararlı bir ferman gibi yükseldi:

"Ustalar, haydutların sığınak olarak kullandığı mağaraları didik didik edin. Onların tuzaklarını, kötülüklerini alın; Nil’in bereketini korumak için bize hizmet etsin. Yuvarlanan kayalar, sivri kazıklar, otomatik mızraklar, alev kusan tuzaklar... Hepsini öğrenin, çözün ve yeniden yapın. Düşmanlarımız, kendi hırslarının tuzağına düşsün!"

Ustalar, başlarını eğerek kabul ettiler. Marangozlar, demirciler ve taş ustaları, çölün derinliklerindeki haydut mağaralarına yollandı. Günlerce, tozlu koridorlarda, karanlık dehlizlerde çalıştılar. Halatların gıcırtısını, taşların ağırlığını, gizli mekanizmaların sırrını çözdüler. Mağaraların her köşesi, haydutların ilkel ama ölümcül zekâsını fısıldıyordu. Ustalar, bu tuzakları tersine mühendislikle inceledi; her bir mekanizmayı çözüp, nasıl yapılacağını öğrendi. Geceler boyu, meşale ışığında çizimler yaptılar, halatları test ettiler, ahşap ve taşla denemeler kurdular. Haftalar sonra, ustalar Khaalid’in huzuruna döndü. Sarayın avlusunda, Nil’in serin esintisi taş zemini okşarken, her biri sırayla eserlerini sundu. İlk olarak, gri sakallı bir taş ustası, elinde bir halatla öne çıktı. Yanında, ahşap bir maket üzerinde küçük bir kaya duruyordu.

"Komutanım, bu yuvarlanan kaya tuzağı, haydutların dar geçitlerde kullandığı bir kurnazlık," dedi.

Halatı çekti; maket tepedeki kaya, gürültüyle yuvarlandı ve tahta bir hedefi ezdi.

"Gerçekte, vadilere veya patikalara yerleştirirsek, düşman saflarını dağıtır, at ve eşekleri devirir. Kaos anında okçularımız devreye girer."

Khaalid, başını salladı; gözlerinde bir kıvılcım parladı.

"Güzel, bunu güneydeki dar vadilere, Nubialıların geçtiği patikalara kurun."

Ardından, genç bir marangoz öne çıktı. Elinde bir tahta parçası ve altında gizlenmiş sivri kazıklar vardı.

"Komutanım, bu basınçla çalışan sivri kazık tuzağı," dedi.

Tahtaya bastı; aniden, kamışla örtülü bir kapak çöktü ve keskin kazıklar fırladı.

"Düşman ağırlığıyla bu çukura düştüğünde, kazıklar onları deler. Sığ nehir geçitlerinde veya çöl yollarında mükemmel işler."

Khaalid’in dudaklarında bir gülümseme belirdi.

"Bunu batı çölündeki Libyalıların sızdığı yollara yerleştirin. at, eşek ve adamları yere sersin."

Bir başka usta, demirci, iki kaya arasında gerilmiş bir halat ve bambudan yapılmış bir yay mekanizması gösterdi.

"Komutanım, bu otomatik mızrak ve ok sistemi," dedi.

Halatı kesti; yaylar gerildi ve mızraklar maket bir düşman hattına saplandı.

"Dar geçitlerde veya kale girişlerinde, düşman geçtiğinde oklar yağmur gibi iner."

"Bunu nehir geçişlerine, Nubialıların geldiği vadilere kurun," diye emretti Khaalid. "Okçularımız, bu tuzakla birlikte düşmanı ezsin."

Sonra, yaşlı bir zanaatkâr, elinde zift dolu bir kap ve bir çakmak taşıyla geldi.

"Komutanım, bu yağ ve ateş tuzağı, haydut tuzaklarının en korkutucusu," dedi.

Zift kabını devirdi; çakmak taşıyla bir kıvılcım çaktı. Alevler, maket bir patikayı sardı.

"Düşman bu yoldan geçtiğinde, ateş onları yutar; atlar ve eşekler kaçar, saflar bozulur."

Khaalid, ellerini çırptı.

"Bunu batıdaki ahşap köprülerin yakınına kurun. Libyalılar ateşten korkar; bu, onların cesaretini kırar."

Son olarak, bir marangoz, sahte bir köprü maketi getirdi.

"Komutanım, bu köprü sağlam gibi durur, ama zayıf bağlantılarla yapılmış," dedi.

Makete ağırlık koydu; köprü gürültüyle çöktü, alttaki bir su birikintisine düştü.

"Nil’in timsah dolu sularına böyle bir köprü kurarsak, düşmanlar suya gömülür; timsahlar işi bitirir."

Khaalid, ayağa kalktı; sesi, avluda yankılandı:

"Mükemmel! Bu köprüleri Nubialıların geçtiği sığ nehir kollarına yerleştirin. Timsahlar, bizim doğal muhafızlarımız olsun."

Ustalar, Khaalid’in emirleriyle harekete geçti. Geceler boyu, Nil’in kıyılarında, güney vadilerinde ve batı çöllerinde çalıştılar. Tuzaklar, kamış ve kumla kamufle edildi; düşman casuslarının gözlerinden saklandı. Yuvarlanan kayalar, dar patikalara; sivri kazıklar, sığ geçitlere; otomatik ok sistemleri, kale yakınlarına; ateş tuzakları, ahşap köprülerin yanına; sahte köprüler, timsah dolu sulara yerleştirildi. Kwakwu’nun casus raporlarıyla, her tuzak, düşmanların en olası yollarına göre konumlandırıldı. Eğitim ve inşaat tamamlandığında tehdit gerçeğe dönüştü.

Nil’in Kıyısında Çarpışma

Güneş, Nil’in sularını gümüş bir zırh gibi parlatırken, sabahın serin esintisi savaş davullarının gürültüsüyle boğuluyordu. Güneyden, Nubia’nın Ta-Seti savaşçıları, siyah derili, altın bilezikli liderleri Shabaka’nın önderliğinde vadiden iniyordu. Mızraklarının uçları, sabah ışığında parıldıyor; kalkanlarının deri yüzeyleri, ritmik adımlarla sallanıyordu. Batıdan, Libyalı göçebe klanlar, toz bulutları içinde çölü aşarak geliyordu; at ve eşeklerin sırtındaki deri çuvallarda mızraklar, yaylar ve kargılar taşınıyordu. Nil’in bereketli tarlaları, düşmanların gölgeleriyle lekeleniyordu; köylüler, korkuyla çamur tuğladan kalelere sığınıyordu.

Khaalid, devesinin üzerinde, ana kalenin yüksek duvarlarının ardında duruyordu. Gözleri, ufuktaki toz bulutlarını tarıyordu; yüzü, çelik gibi kararlıydı. Yeni oluşturduğu düzenli ordusu, disiplinli saflarda mevzilenmişti. Okçular, kale kulelerinde yaylarını germiş; mızraklı birlikler, nehir kıyısındaki setlerde kalkanlarını hazır tutuyordu. Atlı ve develi savaşçılar, vadinin yanlarında gizlenmiş, mızrak ve yaylarını kullanmak için Khaalid’in işaretini bekliyordu. Nil’in suları, sessizce akarken, sanki yaklaşan çarpışmayı izliyordu.

Savaşın İlk Ateşi

Güneyden gelen Nubialılar, vadinin dar patikasına ulaştığında, Shabaka öne çıktı. İri yapılı, omuzlarında kaplan postu, kollarında altın bilezikler parlıyordu. Elindeki uzun mızrağı havaya kaldırdı; sesi, nehrin gürültüsünü bastırdı:

Ey Nil’in bereketini çalanlar! Ben Nubia kralı Shabaka'yım! Nil’in ruhu lütfunu sadece size bahşetti sanıyorsunuz. Bu bolluk hepimizin hakkı; haraç verin ya da tarlalarınıza el koyarız!

Khaalid, atının üzerinde dimdik durdu. Zırhı, sabah güneşinde parlıyordu; sesi, rüzgâr gibi keskin ve soğuktu:

Ey Nil’in bereketini kıskanan Shabaka, Nil’in lütfunu sadece ritmini bilenlere verir. Kıskançlıkla gelenler, sadece oklarımızla karşılaşır. Haraç değil, barış iste, yoksa geldiğin vadiniz dul ve yetimlerle dolar!”

Shabaka’nın gözleri öfkeyle parladı. Elini indirdi; Nubialı okçular, yaylarını gerdi. Gökyüzü, aniden bir ok yağmuruyla karardı. Oklar, vızıldayarak kale duvarlarına saplandı; bazıları, kalkanlara çarpıp yere düştü. Khaalid’in okçuları, kulelerden karşılık verdi. Ta-Seti’nin usta okçuları, disiplinli ama vahşi bir ritimle atış yaparken, Khaalid’in okçuları, kale rampalarından hedefleri birer birer avladı. Havada uçuşan okların yağmuru andıran gölgeleri, Nil’in sularına yansıyordu.

Batıdan, Libyalılar at ve eşekleriyle hücum etti. Toz bulutları, çölün kızıl kumlarını havaya savuruyordu. Kargıları ve kısa kılıçlarıyla sınır köylerine doğru ilerlediler, ancak Khaalid’in pususu devreye girdi. Gizli okçular, setlerin ardındaki sazlıklardan fırladı; oklar, Libyalıların saflarını delip geçti. Binici düşen at ve eşekler, paniğe kapılıp bağırarak kaçıştı; bazıları, yükleriyle birlikte devrildi. Libyalı bir savaşçı, kargısını savururken, Khaalid’in develi ve atlı birliği yanlardan kuşattı. Kılıçlar, sabah ışığında parlayarak indi; çöldeki kumlar, kanla kızıla boyandı.

Tuzakların Dansı

Nubialılar, vadinin dar patikasında ilerlerken, Khaalid’in ilk tuzağı devreye girdi. Ustaların haftalarca hazırladığı yuvarlanan kayalar, vadi yamaçlarından gürültüyle aşağı indi. Devasa taşlar, tozu ve çakılı havaya savurarak Ta-Seti saflarını ezdi. Çığlıklar, vadide yankılandı; mızraklı savaşçılar, dağılan safları toparlamaya çalışırken, Khaalid’in okçuları kulelerden yağmur gibi ok yağdırdı. Shabaka, kalkanını kaldırarak haykırdı:

“Safları bozmayın! İleri, Nil’e ulaşacağız!”

Ancak Nubialılar, nehir geçişine vardığında ikinci tuzak devreye girdi. Sığ suların üzerindeki ahşap köprü, sağlam görünüyordu; ama Khaalid’in ustalarının kurnazlığı, sahte bağlantılarla doluydu. Nubialı savaşçılar köprüye adım atar atmaz, tahtalar gıcırdayarak çöktü. Onlarca savaşçı, Nil’in timsah dolu sularına gömüldü. Suyun yüzeyinde köpükler yükseldi; timsahların keskin dişleri, çığlıkları boğdu. Kalan Nubialılar, paniğe kapılarak geri çekilmeye çalıştı, ama Khaalid’in mızraklı birlikleri, setlerden fırlayarak onları kuşattı. Mızraklar, havada süzülerek hedeflerini buldu; kalkanlar, çarpışmaların gürültüsüyle inledi.

Batıda, Libyalılar çöl yolunda ilerlerken, Khaalid’in sivri kazık tuzakları devreye girdi. Kamışlarla gizlenmiş çukurlar, ağırlıkla çöktü; keskin kazıklar, eşekleri ve savaşçıları delip geçti. Çöldeki çığlıklar, rüzgârla taşındı. Libyalı bir lider, kılıcını havaya kaldırarak safları toplamaya çalıştı, ama Khaalid’in ateş tuzağı devreye girdi. Zift dolu kaplar, çakmak taşlarıyla alev aldı; alevler, ahşap köprülerin yakınındaki patikayı sardı. Libyalıların at ve eşekleri, korkuyla kişneyerek ve anırarak kaçıştı; savaşçılar, alevlerin arasında çaresizce çığlık atıyordu. Khaalid’in okçuları, kaosun içinden hedefleri seçti; her ok, bir düşmanı yere serdi.

Shabaka’nın Son Direnişi

Savaş, gün boyunca sürdü. Nubialılar, sayıca üstünlükleriyle vadide bir kez daha toplandı. Shabaka, kaplan postunu savurarak safların önüne geçti. Mızrağını yere sapladı; sesi, bir fırtına gibi gürledi:

“Ta-Seti’nin ruhu kırılmaz! Nil, bizim de hakkımız!”

Khaalid, devesini ileri sürdü; zırhı, kan ve tozla kaplanmıştı. Kılıcını çekti, gözleri Shabaka’ya kilitlendi:

“Nil, hak edenindir, Shabaka. Kıskançlıkla değil, adaletle alınır!”

İki lider, nehir kıyısında karşı karşıya geldi. Nubialı savaşçılar, mızraklarını yere vurarak ritmik bir savaş narası attı. Khaalid’in birlikleri, kalkanlarını çarparak karşılık verdi. Aniden, Shabaka’nın emriyle Nubialılar son bir hücuma geçti. Mızraklar ve kılıçlar, Nil’in kıyısında çarpıştı; metalin metale sürtünmesi, savaşın vahşi senfonisini oluşturuyordu. Khaalid, devesinin üzerinde safların arasında dans eder gibi hareket etti; baltası, her hamlede bir düşmanı yere serdi. Ancak Nubialılar, kolay pes etmiyordu. Bir grup Ta-Seti okçusu, sazlıkların arasından fırladı; okları, Khaalid’in birliğini tehdit etti. Khaalid, hızlı bir emirle okçularını yeniden konumlandırdı; kale kulelerinden yağan oklar, sazlıklardaki düşmanları avladı.

Batıda, Libyalılar son bir çabayla çöl yolunu zorladı. Ancak Khaalid’in otomatik ok tuzakları, dar geçitlerde devreye girdi. Halatlar kesildi; bambu yaylar, mızrakları ve okları havaya fırlattı. Libyalılar, bu beklenmedik yağmur altında dağıldı. Kalanlar, Khaalid’in atlı ve develi birliklerinin hücumuyla ezildi. Çöldeki toz, kan ve ter kokusuyla ağırlaştı.

Zaferin Gölgesi

Gün batarken, savaş alanı sessizleşti. Nil’in suları, kanla kızıla boyanmıştı; timsahlar, köprüde çökenlerin kalıntılarını kapışıyordu. Vadideki kayalar, Nubialıların kırılmış mızraklarıyla doluydu; çöldeki alevler, Libyalıların terk ettiği eşekleri yutmuştu. Shabaka, yaralı halde, bir kayanın dibinde diz çökmüştü. Altın bilezikleri, kanla lekelenmişti; mızrağı, elinden düşmüştü. Khaalid, atından inerek ona yaklaştı. Sesinde ne öfke ne de kibir vardı; sadece bir komutanın sakin kararlılığı:

“Shabaka, bereketimiz adildir. Nil, ritmini bilenlere verir. Barış iste; ticaret yolları açalım. Ama bir daha haraç dillersen, bu vadi senin mezarın olur.”

Shabaka, başını kaldırdı; gözlerinde yenilginin ağırlığı, ama aynı zamanda bir saygı parıltısı vardı:

“Sen… Nil’in ruhusun. Barış istiyoruz. Haraç değil, ittifak. Tarlalarınız, adaletle kazanılmış.”

Khaalid, kılıcını kınına soktu. “Geri dön, Nubia’ya anlat: Bereketimizi ticaretle paylaşırız, ama çalmaya kalkanı ezeriz. Esirlerinizi serbest bırakırım, ama altınlarınız ve sığırlarınız artık bizim.”

Savaş alanı, zafer naralarıyla inledi. Khaalid’in birlikleri, kalkanlarını gökyüzüne kaldırdı; okçular, yaylarını havaya savurdu. Nil’in suları, sanki bu zaferi kutlarcasına dalgalandı. Ancak Khaalid’in gözleri, ufuktaki gölgelere kaydı. Bilirdi ki, bu zafer sadece bir başlangıçtı; Nil’in bereketi, yeni fırtınaları çağırırdı.

Yükselişin Tacı ve Ebedi Muhafız

Güneş, sarayın bahçesini altın bir ışıkla sarmıştı; Nil’in serin esintisi, palmiye dallarını usulca sallıyordu. Zafer haberleri, krallığın dört bir yanına yayılmış; köylerden, tarlalardan ve nehir kıyılarından halk, sarayın geniş avlusuna akın etmişti. Çamur tuğladan duvarlar, meşalelerin titrek ışıklarıyla parlıyor; taş sütunlardaki kraliyet sembolleri, zaferin görkemini yansıtıyordu. Hava, tütsü, ter ve coşku kokuyordu. Davullar, ritmik bir coşkuyla gökleri inletiyor; kaval ve arp sesleri, kalabalığın naralarıyla birleşiyordu. Çocuklar, annelerinin eteklerine tutunarak bağırıyor; yaşlılar, bastonlarını yere vurarak zaferi kutluyordu. Kadınlar, ellerinde lotus çiçekleri ve papirüs dallarıyla dans ediyor; genç savaşçılar, kalkanlarını gökyüzüne kaldırarak Khaalid’in adını haykırıyordu.

Sarayın yüksek taş platformunda, Kral, altın işlemeli tahtında oturuyordu. Yüzü, hem gurur hem de ağır bir sorumluluğun gölgesiyle doluydu. Yanında, Khaalid’in karısı Ayla duruyordu; uzun, siyah saçları omuzlarına dökülüyor, gözleri sevgi ve gururla parlıyordu. Ayla, sade ama zarif keten elbisesiyle, Khaalid’in en büyük desteğiydi. Elbisesinin kenarındaki mavi boncuklar, Nil’in sularını anımsatıyordu; boynundaki papirüs kolyesi, krallığın bereketine bir övgüydü. Khaalid, platformun önünde, zırhı toz ve kanla lekelenmiş, ama başı dimdik duruyordu. Halk, onun adını bir dalga gibi haykırıyordu: “Khaalid! Nil’in Kalkanı! Khaalid!”

Kral, elini kaldırdı; kalabalık bir an sustu, sadece davulların yankısı havada asılı kaldı. Sesi, antik bir kehanet gibi gürledi:

“Khaalid, sen bir köyün şefiydin; haydutların korkusu oldun. Köylülerin adalet timsali, Batı Nil’in efendisi oldun. Bugün, Nubia’nın Ta-Seti savaşçılarını ve Libyalı göçebe klanları, tuzakların ve disiplinli ordunla ezdin. Bereketimizi korudun; Nil’in ruhu, seninle gurur duyuyor. Artık sen, Tüm Nil’in Yüce Komutanı’sın! Vezirlikten bir adım öte, tahtın kalkanı, krallığımızın ebedi muhafızı!”

Halk, bir volkan gibi patladı. Alkışlar, naralar ve çocuklarının sevinç çığlıkları, sarayın taş duvarlarında yankılandı. Kadınlar, lotus çiçeklerini havaya savurdu; çiçekler, rüzgârla dans ederek yere süzüldü. Genç savaşçılar, kılıçlarını ve mızraklarını havaya kaldırdı; metalin parıltısı, güneş ışığında göz kamaştırıyordu. Bir grup köylü, ellerinde hasat sepetleriyle öne çıktı; buğday başakları ve hurma dalları, Khaalid’e bereketin sembolü olarak sunuldu.

Ayla, Khaalid’in yanına yaklaştı. Elini, onun zırhlı koluna usulca koydu; gözlerinde, hem bir eşin sevgisi hem de bir yoldaşın kararlılığı vardı. Sessizce fısıldadı:

“Sen, Nil’in ritmini duyan adamsın, Khaalid. Bu zafer, sadece senin değil, hepimizin. Ama bil ki, ben her fırtınada seninle olacağım.”

Khaalid, karısına döndü; sert bakışları, bir an için yumuşadı. Ayla’nın elini sıktı, başını hafifçe eğdi. “Ayla, sen benim bereketimsin. Nil’in ruhu, seninle de konuşuyor.”

Kral, platformdan inerek Khaalid’e yaklaştı. Elinde, Nil’in mavi taşlarından işlenmiş bir kolye vardı; ortasında, bir şahin figürü, krallığın gücünü simgeliyordu. Kolyeyi Khaalid’in boynuna taktı; kalabalık, yeniden coşkuyla haykırdı. Kral, sesini yükseltti:

“Bu kolye, Tüm Nil’in Yüce Komutanı’nın nişanıdır. Khaalid, senin beşli ordu düzenin, kalelerin ve tuzakların, krallığımızı birleştirdi. Ama bil ki, bu zafer, yeni fırtınaların habercisi olabilir.”

Khaalid, başını eğdi; sesi, kararlı bir yemin gibiydi:

“Yüce hükümdar, Nil’in bereketi için canımı veririm. Fırtınalar gelse de, biz hazır olacağız.”

Tam o anda, kalabalığın arasından yaşlı bir ozan öne çıktı. Beyaz sakalları, rüzgârda dalgalanıyor; elinde, sazdan yapılmış bir arp vardı. Halk, saygıyla sustu; ozan, telleri tıngırdatarak bir zafer şarkısı söylemeye başladı. Sesi, Nil’in akıntısı gibi berrak, ama bir fırtına gibi güçlüydü:

Zafer Şarkısı: Nil’in Kalkanı

Nil’in suları bereketle çağlar, 
Khaalid’in kılıcı yıldızla parlar.
Vadide taşlar, köprüde kor, 
Ta-Seti sustu, duydu zaferin zor!

Kurtlar çölde hırsla yürüdü, 
Libya’nın klanı tozda sürüdü. 
Timsahlar döndü, su kana bulandı, 
Khaalid’in ordusu dimdik dayandı!

Ey Nil’in oğlu, yüce serdar, 
Kalbin adalet, ruhun karar. 
Bereket bizim, kalkanımız sensin, 
Khaalid, ebedi—Nil’in nefesisin!

Şarkı, kalabalığı bir dalga gibi sardı. Kadınlar, ellerini çırparak ritme katıldı; çocuklar, ozanın sözlerini tekrarladı. Davullar, arpa eşlik etti; güneş, batarken sarayın bahçesini kızıl bir ışıkla kucakladı. Khaalid, Ayla’nın elini tutarak halka döndü; gözlerinde, zaferin gururu kadar geleceğin ağırlığı da vardı. Nil’in suları, uzakta usulca akarken, sanki bu destanı sonsuza dek taşıyacağını fısıldıyordu.

...


Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Neden herkes Khaalid’in adını bağırıyor?"

Ferid-7:

"Düşmanlar tarlalarını yakmak istediğinde, Khaalid onları durdurdu. İnsanlar onun adını bağırıyordu çünkü o, Nil’in bereketini, yani ekmeklerini, evlerini korudu. O, halkın umuduydu. o gürültü gökyüzünü titretti! Davullar, çığlıklar, şarkılar… Sanki Nil bile dans ediyordu."

Naïma:

"Ferid, Ayla neden Khaalid’in elini tuttu?"

Ferid-7:

"Khaalid, düşmanlarla savaşırken, Ayla onun yüreğini güçlü tutuyordu. Elini tuttu çünkü ‘Seninleyim’ demek istedi. Biliyor musun, bazen sevgi, bir kılıçtan daha güçlüdür."



VENÜS GEZEGENİ (M.S. 8000)

Sahne 7 — Kurtuluş

Venüs’ün kalın bulut tabakasının üzerinde, altın rengi ışıklar arasından devasa bir gölge belirdi. Kurtarma gemisi Aurora, ağır ağır yaklaşıyordu. Gövdesindeki iniş iticileri, bulutları dalgalandırıyor; aşağıda, sığınak modülünün dış yüzeyindeki karbon nanotüp zırh hafifçe titriyordu.

Modülün içinde, Nalan ve Okan nefeslerini tutmuş pencereden bakıyordu. Yanlarında hayatta kalmayı başaran diğer mürettebat sessizdi. Sessizlik, korkudan değil, yaklaşan kurtuluşun ağırlığındandı.

Geminin kaptanı Leyra’nın sesi, modülün içindeki hoparlörlerden yankılandı:

“Zephyra kurtarma ekibi, sizi görüyoruz. 120 saniye içinde kenetleneceğiz. Birazdan evinize dönüyorsunuz.”

Hafif bir sarsıntı… Sonra metalin metale temas eden tok sesi. Modül, Aurora’nın gövdesine güvenle kenetlendi. Dış bağlantı kolları kilitlenirken iç hava kapıları açıldı.

Bir anda, haftalardır üzerlerinde taşıdıkları sıcaklık ve yüksek basınç hissi hafifledi. Serin ve temiz hava, sığınak modülünün içine doldu. İnsanlar derin derin nefes aldı. Bazıları gözyaşlarını tutamadı.

Geminin medikal ekibi hızlıca yaralıları taşıdı. Nalan ve eşi Okan, yorgun adımlarla koridorda ilerlerken yan yana yürüdüler. Ellerini kenetlemişlerdi; birbirlerinden güç alıyorlardı.

O sırada, geminin iletişim subayı koşar adım yaklaştı:

“Dünya bağlantısı hazır. Görüntü hattınız açık.”

Holografik perde bir anda canlandı. Küçük Naïma’in yüzü, gözyaşları içinde gülümsüyordu.

“Anne! Baba! Sizi kurtardılar… eve dönüyorsunuz!”

Nalan’ın dudaklarından kelimeler çıkmadı, sadece elini holograma uzattı. Okan’in gözleri dolmuştu; başını hafifçe eğip kızına baktı:

“Söz verdik, Naïma. Dönüyoruz işte.”

Aurora’nın motorları yavaşça gücünü artırdı. Venüs, altlarında küçülürken geminin içindeki herkes biliyordu: Yıllarca süren mücadele, kayıplar ve korkular nihayet sona eriyordu.
Ama kalplerinde, geride bıraktıkları şehir ve onun gökyüzünde süzülen hayali hep yaşayacaktı.



Bölüm 25: Yeni Kral (M.Ö.4949)

Kralın Hastalığı

Yıllar, Nil'in kum taneleri gibi 20 yıl usulca akıp geçmişti. Bereket dolu tarlalar sayısız hasat görmüştü. Ülke, Khaalid'in askeri dehası ve adil yönetimi sayesinde hem güvende hem de zengindi. Khaalid, Tüm Nil'in Yüce Komutanı olarak artık sadece bir kahraman değil, aynı zamanda halkın kalbinde taht kurmuş bir liderdi. Ancak zaman, en güçlü kralları bile dize getiren bir nehir gibi akıyordu.

Kral Kwakwu'nun bedeni, Nil'in kucağında geçen onca yılın yorgunluğunu taşıyordu. Kralın hastalığı, saray koridorlarında sinsice yayılan bir fısıltıya, şehirde ise endişe dolu bir söylentiye dönüşmüştü. Bu fısıltılar, Khaalid'in yokluğunda daha da güçleniyordu. Zira o, aylarını krallığın sınır boylarında, Batı Nil kıyısındaki yeni kale inşaatlarını denetleyerek geçiriyordu.

Halk, bu kederli haberi duyar duymaz sarayın bahçesine akın etti. Ellerinde lotus çiçekleri, dillerinde dualar vardı. Nehir kenarından tarlalara kadar uzanan kalabalık, taşa kesmiş bir ırmak gibiydi. Kralın sağlığı, onların gelecek kaygısıydı. Kral öleceğini hissettiğinde bir akşam, güneş batarken, Kral Kwakwu'nun taht odasının yüksek penceresi açıldı. Yorgun ama vakur bir ses, kalabalığa doğru yayıldı. "Ey halk! Nil'in lütfuyla bu topraklara barış getirdim, ama her yolun bir sonu vardır." Halkın arasından hıçkırıklar yükseldi. "Bedbaht değilim," diye devam etti kral. "Çünkü size benden daha güçlü bir koruyucu bırakıyorum."

Khalid'i Kral Yap!

Bu sözlerin ardından kalabalıkta bir hareketlenme oldu. Halk arasına başlayan "Kral kendinden sonra kimi kral yapacak" diye fısıldaşmaları uğultuya dönüştü. Uğultu, giderek büyüyen bir gürültüye dönüştü. "Khaalid! Khaalid!" diye yankılandı avlu. "Khaalid'i kral yap!" Sadece halk değil, saray muhafızları, hatta kralın sadık danışmanları bile aynı sloganı tekrarlıyordu. "Khaalid'i kral yap!", "Khaalid'i kral yap!".

Khaalid, bu çağrı üzerine sınır boyundan saraya geldi. Üzerinde savaş zırhı yoktu; sade bir keten tunik giymişti. Yüzünde, halkın sevgisine duyduğu şaşkınlık ve kralın durumu karşısındaki derin keder okunuyordu. Kralın odasına girdiğinde, Kwakwu'yu tahtında değil, yatağında dinlenirken buldu. Kral soğuk soğuk terliyor, zor nefes alıyordu. Yaşlı kral, son bir kez zorlukla ayağa kalktı. Yüzünde bilgece bir gülümseme vardı. "Oğlum," dedi, sesi titriyordu. "Halkın sesini duyuyor musun? Benden sonra seni kral görmek istiyorlar. Nil halkının iradesi budur."

Kral ve Khaalid, avluya bakan yüksek balkona çıktılar. Aşağıdaki kalabalık, bu iki figürü gördüğünde bir anda sessizleşti. Sadece dalgaların sesi ve uzaklardan gelen davul ritimleri duyuluyordu. Kral Kwakwu, başında duran, Nil'in mavi taşlarıyla süslü, altın tacı yavaşça çıkardı. Tacı avucunda tutarken, son bir kez halka döndü. "Khaalid, sadece benim en sadık danışmanım değil, aynı zamanda bu halkın seçtiği liderdir," dedi. "O, Nil'in akışının ritmini bilen, bereketimizi koruyan kişidir. Bugün, tahtımı ona devrediyor, geleceğimizi ona emanet ediyorum."

Kral, titreyen elleriyle tacı Khaalid'in başına yerleştirdi. Altın taç, Khaalid'in alın çizgileriyle, savaşın izleriyle bezenmiş yüzünde parladı.

Bu ağır sorumluluğun altında ezildiğini hisseden Khaalid, başını kaldırarak kalabalığın arasına baktı. Gözleri, eşi Ayla'yı aradı. Ayla, bir omuzda duran lotus çiçeği, bir elde tuttuğu papirüsle, sade ama vakur bir şekilde kalabalığın arasında duruyordu.

"Ayla," diye seslendi Khaalid, sesi avluda yankılandı. "Yanımda ol. Halkımız, yeni kraliçesini görsün."

Ayla, tereddüt etmeden kalabalığı yararak balkona doğru ilerlemeye çalıştı. Kalabalık, bir dalga gibi ikiye ayrılırken, kadınlar sevinçle el çırptı. Ayla, eşinin yanına geldiğinde, Khaalid onun elini sımsıkı tuttu, sanki tüm gücünü ve cesaretini ondan alıyordu. Bu an, krallığın geleceğinin sadece bir erkek değil, bir bütün olduğunu gösteriyordu.

Kral Kwakwu, Khaalid'e son bir kez başını eğdi ve yavaşça içeri girdi. Kendini yatağına bıraktı.

Dairel Zaman

Kral Kwakwu'nun hasta yatağının başucunda, saray sessizliğe bürünmüştü. Khaalid ve Ayla, el ele durmuş, bilge kralın solgun yüzüne bakıyordu. Odadaki hava, tütsü ve bitkisel yağların kokusuyla ağırdı. Dışarıdaki kalabalık susmuş, sanki Nil bile bekleyişe geçmişti.

Kral Kwakwu, gözlerini araladı. Bakışları Khaalid'in gözlerine kenetlendi. Sesi, bir nehrin son fısıltısı gibi güçsüzdü ama her kelimesi bilgece bir ağırlık taşıyordu.

"Oğlum, bana hep zamanın ileri aktığını söylediler. Ama ben bunca yılın sonunda anladım ki, bütün bu öğretilenler eksik. Ben kendi inancımla, zamanın düz bir çizgi olmadığına inanıyorum."

Khaalid, usulca başını salladı. Kalbi, hem keder hem de merakla atıyordu.

"Benim için zaman, bir daire gibidir Khaalid. Ve bu dairenin tam kalbinde, yeryüzünün kalbi gibi atan bir nehir var: Nil."

Kral, bir an durdu, nefes almakta zorlandı. Ayla, kralın elini avucunda ısıttı. Kral, onun dokunuşuyla güç bulmuş gibi devam etti:

"Benim için zaman, karanlık bir çukurdan yeniden doğuşa dönen bir spiral gibi. Her yıl Nil'in taşması, benim için bir başlangıç. Geçmişin geçip gitmediğine, sürekli yeniden yaratıldığına inanıyorum. Bu topraklarda bir hikâye biterse, onu yeniden başlatmak benim inancımdır."

Kralın sesi şimdi daha netti. "Benim ölümüm... bir son değil, sadece bir geçiş. Mesele yaşamı uzatmak değil, kendi döngümüzü anlamak Khaalid. Ben şimdi bir döngüyü tamamladım. Ben gidiyorum, ama göksel ruhum, yıldızlar arasına katılacak. Nil taştığında, bil ki ben, sana gökyüzünden sesleniyorum."

Kral Öldü

Kralın gözleri yavaşça kapandı. Eli, Ayla'nın elinden usulca kaydı. Nil'in sessiz akışıyla birlikte, Krallığın bilge kralı son nefesini verdi.

Kral Kwakwu'nun son nefesiyle birlikte, sarayın üzerine ağır bir sessizlik çöktü. Khaalid ve Ayla, el ele, bilge kralın yatağının başında duruyordu. Dışarıdaki halkın ağıtları henüz yükselmemişken, odanın kapısından içeriye bakan amber renkli iki göz farkettiler. Bir leopar, başını içeriye çevirmiş, altın sarısı gözleriyle izliyordu. Vücudu, gölgelerin içinde bir hayalet gibi görünüyordu. Khaalid ve Ayla, bu vahşi ama hüzünlü bakış karşısında adeta donup kalmışlardı. Leopar sanki Kralın ruhunu selamlıyormuş gibi baktı. Bu bakışta, bir dönemin sona erişinin hüznü ve bir sonraki döngünün başlangıcına dair bir bilgelik vardı. Leopar, sessizce durduktan sonra başını çevirdi ve sarayın karanlık koridorlarına doğru sesizce ilerleyip gözden kayboldu. Khaalid, leoparın gidişini, kralın ruhunun serbest kaldığının bir işareti olduğunu hissetti.

Dışarıdaki halk, bekleyişin yerini alan haberi aldığında, sarayın bahçesinden yankılanan bir ağıt yükseldi. Sadece bir kral değil, halkın babası ve rehberi de gitmişti.

Geleneklere göre, Kralların göksel yolculuğuna inanılırdı. Kral Kwakwu'nun bedeni, özel olarak hazırlanan keten kumaşlara sarıldı. Üç gün boyunca yas tutuldu. Bu süre zarfında, Khaalid ve Ayla, taç giyme töreni için acele etmediler. Krallığın, hem eski krala olan borcunu ödemesi hem de yeni döneme hazırlanması gerekiyordu. Bu üç gün, halkın kralın odasına girmesine izin verildi, böylece herkes son bir kez krala veda edebilirdi.

Kralın Cenaze Töreni

Dördüncü gün, güneşin Nil'in sularını altın rengine boyadığı bir sabah, büyük veda töreni başladı. Kralın tabutu, palmiye dallarından ve lotus çiçeklerinden örülmüş bir sedyeye konulmuştu. Cenaze alayı, Khaalid ve Ayla'nın önderliğinde saraydan çıktı ve Batı Nil'in yüksek kayalıklarına doğru yürüdü. Alayın önünde, hüzünlü davul sesleri ve kaval melodileri eşliğinde kralın savaşçıları ilerliyordu. Binlerce insan, bu son yolculukta alaya katılmış, krala olan son saygısını gösteriyordu.

Alay, nehrin kıyısından uzaklaşarak, Mısır'ın kumlu tepeleri arasında gizlenmiş bir mağaranın girişine ulaştı. Burası, Kral Kwakwu'nun kendi elleriyle keşfettiği, kutsal olduğuna inanılan bir yerdi. Khaalid, sedyeyi mağaranın girişine taşıdı ve alçak bir sesle konuştu: "Ey Nil'in ruhu, bize bu bilge rehberi verdiğin için sana şükrederiz. O, senin ritmini bildi, bereketini korudu. Şimdi, onun ruhu bu kayaların arasında huzur bulsun, yıldızlara yükselsin."

Naaş, mağaranın derinliklerine, daha önce özenle hazırlanmış bir nişin içine yerleştirildi. Yanına, kralın en sevdiği hasat sembolleri, savaş baltası ve kişisel takıları da konuldu. Khaalid, elleriyle mağaranın girişini bir taşla kapatırken, Ayla da mağara duvarına Nil'i ve yıldızları simgeleyen basit bir çizim yaptı.

Khaalid, son bir kez mağaraya bakarak içinden konuştu: "Burası artık senin ebedi yurdun, atamız Kwakwu. Burası, halkının seni unutmayacağı yer olacak. Burası, Krallar Mağarası olacak."

Yas bitmiş, şimdi yeni bir başlangıcın zamanı gelmişti. Khaalid ve Ayla, halkın önünde dikildi. Gözyaşları, yerini coşkulu bir bekleyişe bıraktı. Khaalid, elini havaya kaldırdı. Sesi, güçlüydü:

"Kralımız Kwakwu, Krallar Mağarası'nda sonsuz uykusuna daldı. Ama onun bilgeliği ve mirası, hepimizin kalbinde yaşamaya devam edecek! Şimdi, yeni bir döngü başlıyor!"

Halk bu sözlerle yeni umutlara sarıldı. Khaalid ve Ayla, artık krallığın yeni yüzüydü.


Sonsöz: Miras ve Efsanenin Doğuşu

Leopar Kral Kwakwu'nun Nil'e uğurlanışının ardından, Leopar Kral efsanesi Khaalid ile devam etti. Kwakwu Krallığı, Khaalid Krallığı olarak yeni bir döneme yelken açtı.  Khaalid ve Ayla, tahtın ağır sorumluluğunu omuzlarında hissettiler ama halkın sevgisi ve Nil'in bereketi onlara güç verdi. Yas süreci sona erdiğinde, Khaalid'in liderliği altında adil ve düzenli bir yönetim devam etti. Khaalid, sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda Kwakwu gibi bilge bir kral olduğunu gösterdi. Halka verdiği sözleri tuttu; yeni kanallar, daha güçlü setler inşa edildi. Her köyde adil bir şekilde vergi toplandı ve Paylaşım Ambarları hiç olmadığı kadar doldu.

Ayla, Khaalid'in yanı başında, sadece bir kraliçe değil, aynı zamanda halkın annesiydi. Kadınların haklarını korudu, genç kızların eğitimine önem verdi ve krallığın sosyal dokusunu güçlendirdi. Birlikte, adaletle ve bereketle dolu bir dönem başlattılar. Onların yönetimi, Nil'in akışı gibi huzurlu ve istikrarlıydı.

Yıllar, mevsimler gibi gelip geçti. Khaalid ve Ayla'nın çocukları büyüdü. Onlar da, anne ve babalarından öğrendikleri bilgelik ve adaletle krallığı yönetti. Kuşaklar boyu süren bu adil yönetim, Krallığı daha da ileriye taşıdı. Khaalid'in kurduğu düzenli ordu sistemi, develer, kaleler ve tuzaklar, nesiller boyu krallığı korudu.

Binlerce yıl sonra, Khaalid ve Ayla'nın soyundan gelenler, İlk firavun Narmer (Menes) önderliğinde Kemet veya Ta-Mery adıyla bilinen büyük bir imparatorluk kurdu. Onlar, krallıklarını genişlettiler, yeni şehirler inşa ettiler ve Nil'in her iki yakasını birleştirdiler.

Bu yeni krallar, ataları Khaalid'in hikayelerini destanlara dönüştürdüler. Zamanla, bu destanlar rivayetlere dönüştü. Rivayetler ile çok tanrılı bir din sistemi uyduruldu.

Khaalid'in "tek tanrı", "Nil'in ruhu" ve "zamanın döngüsü" gibi basit ama güçlü inançları, ona liderlik yolunda rehberlik eden bilge bir felsefe sunuyordu. Bu inançlar, doğayla, nehirle ve kozmik düzenle iç içe geçmişti. Khaalid ve Ayla, bu inancın gücüyle adalet ve bereket dolu bir krallık kurmuştu. Onların neslinden gelenler de bu mirası devam ettirerek bir hanedanlık kurdu. Ancak zamanla, bu saf ve yalın felsefe, insan elinin dokunduğu her şey gibi karmaşıklaşmaya ve yozlaşmaya başladı.

Khaalid'in basit ve yalın inancı, binlerce yıl sonra, adeta bir ilahi bürokrasiye dönüştü. Nil'in tek bir ruhu varken, bu ruh parçalara ayrıldı ve her parçaya bir isim verildi: Nehrin taşması için Hapi, timsahlar için Sobek. Zamanın döngüsel doğası, ölümü bir geçiş olarak gören felsefe, Osiris ve Anubis gibi tanrılarla ritüelleştirilmiş, bürokratik bir ölüm sonrası sürece dönüştü.

Khaalid, savaşta kılıcıyla adalet dağıtıyordu. O, adaleti bir doğa yasası, yaşamın bir parçası olarak görüyordu. Ancak bu inanç, zamanla Horus gibi savaş ve krallık tanrılarına atfedildi. Khaalid'in ve Ayla'nın birlikte kurduğu düzen, her biri kendi uzmanlık alanına sahip bir tanrılar listesiyle parçalandı: Bilgelik için Thoth, tarım için Neper, annelik ve koruma için Bastet.

Bu dönüşüm, Khaalid'in mirasının yozlaşmasıdır. Khaalid ve Ayla'nın felsefesi, insanların doğrudan Nil'in ritmiyle, yıldızların döngüsüyle ve toprağın bereketiyle bağ kurmasına dayanıyordu. Ancak bu yeni sistemde, insanlar artık Tanrı'ya ulaşmak için aracılara ihtiyaç duyuyordu. Tanrılar, doğanın kendisi olmaktan çıkıp, o doğa olaylarını yöneten memurlara dönüştü. Ra "Enerji Bakanı", Thoth "Eğitim Bakanı" olmuştu.

Piramitlerin inşası da, bu yozlaşmanın en somut sembollerinden biriydi. Khaalid, kralı için sadece bir mağara oyarken, binlerce yıl sonra gelenler, kendi güçlerini ve tanrılarla olan bağlarını kanıtlamak için dağlar kadar büyük yapılar inşa ettiler. Bu, Khaalid'in sadelik ve tevazu dolu mirasına zıt bir gösterişti. Khaalid'in "benim için" diyerek başlattığı kişisel inanç, bir zaman sonra, tüm halkı kapsayan, zalim katı kuralları olan ve yönetimi de kendi içinde barındıran bir bürokrasi haline gelmişti.

Kısacası, hikayenin sonunda Khaalid'in efsanesi yaşasa da, onun orijinal felsefesi kayboldu ve yerini, insan zihninin karmaşıklığını yansıtan, sistemleştirilmiş bir dinler bütününe bıraktı.

Ancak Nil'in suları gibi zaman da akıp gidiyordu. Bir gün, bu çok tanrılı sistemin en güçlü olduğu dönemde, doğudan, başka bir inanca sahip, köleleştirilmiş bir halkın arasından bir peygamber çıktı. Adı Musa'ydı. O, eski Mısır tanrılarının sessizliği karşısında bir tek Tanrı'nın adaletini, merhametini ve gücünü haykırıyordu.

Firavun, Musa'nın sözlerini bir isyan olarak gördü. Musa, firavunun ve onun tanrılarının gücünü reddediyor, tek bir yaratıcıya inanıyordu. Firavun, onun bu cüretine karşılık vererek, eski Mısır tanrılarının gücünü göstermek için sihirbazlarını topladı. Ancak Musa, asasını yere bıraktığında yılana dönüşmesi gibi mucizelerle, çok tanrılı inancın temelini sarsıyordu.

Mısır'ın binlerce tanrısının heykelleri, firavunun sarayı, zenginlikleri ve kudreti, Musa'nın tek bir Tanrı'dan aldığı ilahi gücün karşısında çaresiz kaldı. Musa, Mısır'a salgınlar, tufanlar ve felaketler getiren ilahi cezaları açıkladığında, halk arasında fısıltılar yayıldı:

"Nasıl olur da binlerce tanrımız bizi koruyamazken, onun bir tek Tanrısı bu kadar güçlü olabilir?" "Gerçekten, onun bir tek Tanrısı'ndan bu kadar güzel sözler çıkarken, bizim binlerce tanrımızın dili mi tutuldu?"

Bu sorular, Mısır'ın o anki inanç sistemini derinden sarsıyordu. Halkın bir zamanlar çocuksu merakla yarattığı tanrılar, şimdi bu büyük felaketler karşısında sessizliğe bürünmüştü. Khaalid'in ve Kwakwu'nun tek bir ruha, tek bir evrensel düzene olan inancı, binlerce yıl sonra, bir peygamberin sözlerinde yeniden canlanıyordu. Musa'nın mücadelesi, Khaalid'in basit ama güçlü felsefesinin, zamanın getirdiği yozlaşmaya karşı bir yankısıydı.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Ferid, Kwakwu'nun bahsettiği 'Dairel Zaman' ne demek? Zaman gerçekten bir daire gibi mi akıyor?"

Ferid-7:

"Kwakwu'nun 'Dairel Zaman' fikri, bilimsel bir gerçeklikten çok, bir felsefedir. O, doğanın döngülerine inanıyordu. Nil'in her yıl taşması, mevsimlerin değişimi ve ölümden sonra yaşamın devam etmesi gibi döngüler. Kwakwu için her son, aynı zamanda yeni bir başlangıçtı. Bu, zamanın düz bir çizgi gibi sonsuza kadar ilerlemediği, aksine tıpkı bir daire gibi kendi içine dönerek kendini yenilediği anlamına geliyordu. Bu felsefe, insanların doğanın ritmiyle uyum içinde yaşaması gerektiğini vurguluyordu."
 
Naïma:

"Hikayenin başındaki leopar neden kralın öldüğü anda ortaya çıktı? O leopar ne anlama geliyordu?"

Ferid-7:

"Leopar, o hikayedeki en sembolik unsurlardan biri. Eski inançlarda leoparlar, güçlü, bilge ve kutsal hayvanlar olarak görülürdü. Kral Kwakwu'nun öldüğü anda ortaya çıkması, onun ruhunun bir sembolüydü. Leopar, bir kralın ruhunun bedeninden ayrıldığını ve serbest kaldığını temsil ediyordu. Khaalid'in bu vahşi ama hüzünlü bakışı hissetmesi, kralın ruhunun ona veda ettiğine dair kişisel bir inanç geliştirmesine neden oldu. Bu, eski kültürlerin doğa ve ölümle kurduğu derin bağı gösterir." 

Naïma:

"Khaalid ve Ayla'nın sade inançlarının, sonra neden bu kadar çok tanrılı ve karmaşık bir dine dönüştüğünü anlamadım. Bu nasıl oldu?"

Ferid-7:

"İnsan zihni, karmaşık olayları basit hikayelerle açıklamayı sever. Khaalid ve Ayla'nın inancı başlangıçta çok basitti: Tek bir yaratıcı ruh, doğanın döngüsü ve adalet. Ancak zamanla, bu basit kavramlar, her bir doğa olayına veya soyut kavrama bir isim ve kimlik vermekle karmaşıklaştı. Örneğin, 'Nil'in ruhu' tek başına yetersiz kalmaya başladı ve nehrin farklı özelliklerine farklı tanrılar atfedildi. Bu, tıpkı bir organizasyonun büyüyüp, her işlevi için ayrı bir bakanlık kurması gibiydi. Zamanla bu inanç, sadece doğayı açıklayan bir felsefe olmaktan çıkıp, halkı yönetmek için de kullanılan bir bürokrasiye dönüştü." 

Naïma:

"Khaalid'in inşa ettirdiği "Krallar Mağarası" neden daha sonra firavunların yaptığı piramitlerden daha önemliydi? Piramitler daha büyük ve etkileyici değil mi?"

Ferid-7:

"Krallar Mağarası, tevazu ve sadeliğin bir sembolüydü. Khaalid, kralın sonsuzluğa olan yolculuğunun gösterişli yapılara değil, doğanın kalbinde, sade bir yere yakıştığını düşünüyordu. Ancak binlerce yıl sonra, firavunlar güçlerini ve tanrılarla olan bağlarını somut bir şekilde göstermek istediler. Piramitler, hem kralların gücünün bir simgesiydi hem de onların tanrılarla ne kadar yakın olduğunu göstermek için yapılmış devasa anıtlardı. Bu, Khaalid'in mütevazı ve manevi mirasının, gösterişe ve dünyevi güce dönüştüğünün bir kanıtıydı." 

Naïma:

"Musa peygamberin hikayesi neden bu hikayenin sonuna eklendi? Khaalid'in inancıyla bir ilgisi var mıydı?"

Ferid-7:

"Musa'nın hikayesi, bu hikayenin sonuna, bir döngüyü tamamlamak için eklenmiştir. Khaalid'in inancıyla Musa'nın tek tanrı inancı arasında benzerlikler vardı. Hikaye, binlerce yıl önce unutulmaya yüz tutmuş olan basit ve yalın bir felsefenin, zamanın yozlaştırdığı çok tanrılı bir sisteme karşı, bir peygamber aracılığıyla nasıl yeniden canlandığını gösteriyordu. Musa'nın mücadelesi, aslında Khaalid'in ilkeli inancının, zamanın karmaşıklığına karşı verdiği bir yankıydı. Bu, 'dairel zaman' felsefesinin bir başka yönünü gösterir: bazı fikirler asla tamamen kaybolmaz, sadece zamanla unutulur ve uygun bir zamanda yeniden ortaya çıkar." 



DÜNYA UZAY LİMANI (M.S. 8000)

Sahne 8 — Dünya'ya İniş ve Kavuşma

Aurora’nın iniş kapsülü, mavi gezegenin gökyüzünde yavaşça süzülürken altındaki bulutlar birer birer dağılıyordu. Dünya, okyanuslarının derin mavisi ve kıtalarının yeşil lekeleriyle göz kamaştırıyordu.

Naïma, iniş alanının güvenlik peronunda bekliyordu. Yanında, sessizce oturan robot leopar Ferid-7 vardı. Amber gözleri, ufukta beliren kapsülü dikkatle izliyordu.

Kapsül yere hafif bir sarsıntıyla dokundu. İniş rampası açıldı, içinden steril beyaz kıyafetler içinde insanlar çıkmaya başladı. Naïma’nın gözleri, o kalabalığın içinden tanıdık yüzleri aradı.

Ve… gördü.

Önce annesi Nalan belirdi, ardından babası Okan. İkisi de yorgun, zayıflamış ama gözleri ışıl ışıldı. Naïma, düşünmeden koştu.

“Anne! Baba!”

Ayak sesleri toprakta yankılanırken Ferid-7 de peşinden atıldı. Metal pençelerinin çıkardığı ritmik tıkırtılar, kızın kalp atışlarına karışıyordu.

Naïma, annesinin kollarına öyle bir atladı ki Nalan’ın gözlerinden yaşlar boşaldı. Ardından babası Okan da onları sardı. Üçü, aylarca hayalini kurdukları kucaklaşmada birleşmişti.

“Buradayım,” dedi Naïma, hıçkırıklar arasında. “Sizi hiç bırakmayacağım.”

Ferid-7, yanlarında sessizce durdu. Leopar, başını hafifçe eğerek bu yeniden birleşmeye tanıklık ediyordu. Nalan, gözyaşları içinde metal dostlarının başını okşadı:

“Sana da teşekkür borçluyuz… Hep korudun onu.”

Rüzgar, Sahra Reborn’un çiçek kokularını taşıyordu. Gökyüzü, o an, Venüs’ün asit bulutlarından çok uzakta, berrak ve umut doluydu.

Venüs’te başlayan zorlu yolculuk, nihayet Dünya’da, sevgi ve umutla son bulmuştu.
Ama onların hikâyesi, gökyüzüne bakan herkesin kalbinde yaşamaya devam edecekti.


Sahne 9 — EVE DÖNÜŞ

Naïma, ailesiyle birlikte Sahara Reborn’daki evlerine döndüklerinde, geçmişin ve geleceğin iç içe geçtiği bir ana tanıklık ettiler. Okan ve Nalan, Venüs'teki kazadan sonra yeniden kavuşmanın sevincini yaşarken, kızlarının küçük ellerini avuçlarının içinde sımsıkı tutuyor, Naïma ise anne babasının sıcaklığını bırakmak istemiyordu.

Naïma, anne ve babasıyla sarmaş dolaş olduktan sonra, gözlerine baktı. Gözleri yaşlı ama sesi kararlıydı:

“Anne… Baba… Venüs’te size ne oldu? Ne yaşadınız? O patlamadan sonra… nasıl kurtuldunuz?”

Nalan ve Okan birbirlerine baktı. Bu hikayeyi anlatmak onlar için kolay değildi ama kızlarının bilmeye hakkı vardı. Nalan, Naïma’nın elini tutarak söze başladı.

"Hatırlıyor musun Naïma, o gün sana seslenirken arkada kaptan karbon nanotüp verilerinden bahsediyordu. Her şey yolundaydı ama birden balonların basıncı dalgalandı. Şehir yavaş yavaş irtifa kaybetmeye başladı. Alarm çaldı. Herkes sığınak modülüne koştu."

Okan, eşinin sözlerini devraldı. Sesi, o anın gerginliğini hala taşıyordu.

"Tam zamanında sığınağa girdik. Çelikten ve karbon fiberden yapılmış o modül, düşüşte bizi korudu. Aklımızda tek bir şey vardı: Sana yeniden kavuşmak."

Nalan devam etti,

"Yüzeye çarptığımızda modül hasar gördü. Dışarıdaki sıcaklık ve basınç ölümcüldü ve su stoklarımız hızla tükeniyordu. O anda umutsuzluğa kapılabilirdik ama pes etmedik. "

Okan, kızının gözlerine baktı ve gülümsedi.

"Günlerce tamir etmeye çalıştık, balonları yeniden şişirdik, bulutların üzerine yükseldik ve sinyal gönderdik… Sinyalimiz uydular tarafından yakalanmıştı ve nihayet kurtarma ekibi geldi. Bizi Venüs bulutlarının üstünde bulup, gemiye aldılar."

Naïma, annesi ve babasının anlattıklarını dinlerken, o an hissettiği korku ve acıyı yeniden yaşadı. Gözleri doldu ama bu sefer bunlar korku gözyaşları değildi, kavuşmanın getirdiği mutluluktu.

Nalan, Naïma'ya sarıldı ve fısıldadı: "Senin o güzel gülüşün, yaşama gücümüz oldu. Bizi hayatta tutan tek şey sendin, birtanem."

Naïma, anne ve babasına daha sıkı sarıldı. Yanlarında, onları sessizce dinleyen robot leopar Ferid-7 vardı. Metal gövdesindeki amber gözleri, bu yeniden buluşmanın duygusal anına bir şahit gibi parlıyordu.

...

Otomutfakta pişen yemekler onları bekliyordu. Akşam yemeğinde, Okan gülümseyerek, "Biz yokken robot leoparınla neler yaptın bakalım?" diye sordu. Nalan da kocasının sözlerini onaylayarak, "Evet Naïma, merakla bekliyorum." dedi.

Naïma heyecanla, göl kenarında Ferid-7 ile yaptıkları keşif turlarını ve robotun ona anlattığı M.Ö.5000 yılındaki antik çağ hikayesini anlatmaya başladı. Khaalid'in köyünü, Sahra'dan Nil'e göçü, haydutlarla olan mücadelesini ve sonunda kral olma hikayesini bir solukta anlattı. Okan, hikayeyi büyük bir ilgiyle dinledi.

Naïma, hikayenin sonundaki savaş sahnesini anlatırken, babasının yüzündeki gülümsemenin solduğunu fark etti.

"Baba," dedi Naïma, "Khaalid çok güçlüydü! Nubialılar ve Libyalılar, savaşçılarıyla geldiklerinde Khaalid hiç korkmadı. Shabaka, 'Haraç verin!' dediğinde Khaalid eğitilmiş askerleriyle birlikte attığı okları üzerlerine yağmur gibi yağdırdı."

Naïma, babasının yüzünün gerildiğini fark etti ama durmadı.

"Sonra Khaalid'in ustaları vadide kocaman kayalar yuvarladılar. Kayalar hızla aşağı inip Nubialı askerleri ezdi. Ardından, sahte köprüden geçmeye çalışanlar suya, Nil'e düştüler. Korkunç timsahlar savaşçıları yedi. Ben korkudan gözlerimi kapadım."

Annesi dehşetle gözleri açtı ama Naïma, heyecanla:

"Ama en korkunç olanı şuydu babacım," dedi. "Libyalıları da tuzağa düşürdüler. Dar geçitlerde kumun altına sivri kazıklar saklamışlar. Savaşçılar ve eşekleri bu kazıklı çukurlara düştüler. Sonra da, zift dolu kapları ateşlediler ve her yer alevler içinde kaldı. Alevlerin arasında kalan savaşçılar çığlıklar içinde yandı. Çığlıklar hala kulaklarımda."

Naima'nın anlattığı bu sahneler, Okan'ın yüzünü hüzne boğdu. Kızı, masum bir dille savaşın tüm vahşetini anlatıyordu. Okan, elini Naima'nın omzuna koyarak,

"Hikayenin çok güçlü bir temeli var," dedi. "Ama son bölümü... Savaşmak yerine diyalog yolunu seçselerdi daha iyi olurdu. Bu savaş, barışın, ticaretin ve o medeniyetin ilerlemesine engel olmuş. Eğer diyalogla sorunlarını çözselerdi, bu zeka ve güçle çok daha büyük şeyler başarabilirlerdi."

Naïma, merakla gözlerini açarak, "Diyalog nedir, baba?" diye sordu. "Ferid-7 bana sadece savaş ve fetih hikayeleri anlattı."

Okan, kızı Naima'nın bu sorusuna derin bir anlam yükledi.

"Diyalog," diye açıkladı Okan, "bir araya gelip konuşmak, anlaşmak ve birbirini anlamaya çalışmaktır. Diyalog, birbirine yabancı olanları dost, birbirine düşman olanları kardeş yapar. Khaalid ve Shabaka konuşsaydı, iki tarafın da sorununun aynı olduğunu görürlerdi. İkisinin de halkı açlık çekiyordu ve Nil'in bereketini herkes istiyordu."

Annesi Nalan söze karıştı,

"Canım, Ferid-7 sana geçmişi tüm gerçekliğiyle anlatmış. Evet çok daha acımasız savaşlar oldu. Ama geçmiş geçmişte kaldı. Senin diyalog ile insanların neler başarabileceğini de öğrenmen gerek."

Okan devam etti, "Diyalogla sorunlarını çözselerdi, bütün Afrika'daki krallıkları belki de birleştirebilirlerdi. Bu birleşimden muhteşem bir güç doğabilirdi. Ama sürekli savaştıkları için, güçlerini kaybettiler. Oysa bilgi, kılıçtan daha keskindir."

Naïma, babasının sözlerini düşünerek sessizleşti. Gece, uyku tutmayınca Ferid-7'nin yanına gitti. Robotun amber rengi gözleri, karanlıkta birer yıldız gibi parlıyordu.

"Ferid," diye fısıldadı Naïma, "babamın dediklerini düşünüyorum. Belki de bu hikaye farklı bitebilirdi. Savaş, sadece acı ve kayıp getirirmiş. Diyalogla ise her şey değişebilirmiş."

"Simülasyonu tekrar başlat, Ferid," diye devam etti Naïma. "Khaalid'in bu sefer savaşı değil, diyaloğu seçmesini istiyorum. Neler değişecek görmek istiyorum. Lütfen, babamın haklı olduğunu kanıtlamalıyız. Savaş yerine konuşmayı seçersek, belki hikâye başka biter. Simülasyonu tekrar başlat. Bu sefer Khaalid, Shabaka ile konuşsun. Nil’in kıyısında kan değil… barış çiçekleri açsın."

Ferid-7 sessizce baktı. Gözlerinde ince bir titreşim oldu.

"Naïma… Böyle bir alternatif tarih daha önce hiç denenmedi. Ama deneyeceğiz."

Ferid-7'nin metalik bedeni, Naima'nın isteğini yerine getirmek üzere titredi. Simülasyonun yeni bir versiyonu, yeni bir gelecek için yeniden başlıyordu.

“Tamam. Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…”

Uğultu… Görüş bulanıklaşma… Sonra sıcak rüzgâr ve ufukta güneşin çölü kızıllığa boyayan görüntüsü ve ayak sesleri ile görüntü keskinleşti.



Bölüm 26SAVAŞSIZ DİYALOG SENARYOSU: "Savaşsız da olurmuş" (M.Ö.4969)

Kıskanılan Bereket: Tehdit ve Diyalog

Yıllar, Nil’in suları gibi akıp geçti; bereket, toprakları altın bir örtüyle sardı. Khaalid, Batı Nil Komutanı olarak krallığın direği haline gelmişti. Kanallar, setler ve kralın fermanları sayesinde köyler çoğalmış, Paylaşım Ambarları taşmış, halkın duaları Nil’in ruhuna yükselmişti. Ancak bolluk, her zaman huzur getirmezdi. Uzak diyarlardan gelen casuslar, bereketli tarlaları gözetliyor; fısıltılar, rüzgârla yayılıyordu. Komşu kabileler bu zenginliğe göz dikmişti.

Güneyde, Nubia’nın siyah topraklı vadilerinde yaşayan Ta-Seti halkı; sert savaşçıları ve usta okçularıyla bilinen “Yay Ülkesi”, Nil’in bolluğunu duyunca huzursuzlandı. Sahra’dan göç eden batıdaki Libyalı göçebe klanlar ve doğuda Sina’nın tozlu tepelerindeki çoban toplulukları, bu bereketten pay almak istiyordu.

Bir akşam, Khaalid sarayın yüksek kulesinde durmuş, ufka bakıyordu. Güneş, batı çölünü kızıl bir yangın gibi sararken, sadık yardımcısı Harun yanına yaklaştı.

Harun: “Komutanım, güneyden haberler geldi. Ta-Seti’nin savaşçıları elçiler göndermiş. Bereketimizin adaletsiz olduğunu söylüyorlar; haraç istiyorlar. Batıdan Libyalılar da hareketlenmiş; sınır köylerini gözetliyorlar.”

Khaalid, yumruğunu sıkmak yerine derin bir nefes aldı. Bir an sessiz kaldı, sonra gülümsedi ve Harun’a döndü:

"Harun, küçükken dedemin anlattığı bir masal vardı onu sana anlatayım: 

Çok eski zamanlarda, Sahra'da yaşayan bir prens, terkedilmiş köylerden bir cadının lanetine uğramış. Güzel yüzü, korkunç bir timsah suratına dönüşmüş. Halkı ondan korkmuş, dostları ondan kaçmış. Cadı, ‘Bu laneti yalnızca seni gerçekten tanıyıp, içindeki iyiliği gören biri bozabilir’ demiş.
Yıllar geçmiş. Bir gün, cesur ve meraklı bir genç kız, babasını kurtarmak için timsah suratlı prense gelmiş. İlk günler, onun kükremelerinden ve görünüşünden korkmuş. Ama konuşmaya devam etmişler… günler, haftalar geçmiş. Kız, onun düşüncelerini, şefkatini, yalnızlığını anlamış. Ve fark etmiş ki, kabuğunun altında derin bir yürek varmış.
Kızın güveni ve dostluğu, laneti kırmış. Prens yeniden eski yüzüne kavuşmuş, ama artık daha bilgeymiş. O gün ikisi de anlamış ki, gerçek gücü kılıç değil, birbirini anlamak ve konuşmaktan gelen bağ verir.”

Harun şaşırdı. Harun:

“Yani onlarla konuşacağız?”

Khaalid:

“Evet. Kral’a önce barışı önerelim. Elçiler gönderelim, haraç yerine ticaret teklif edelim. Kanallarımızın bilgisini paylaşabiliriz, taşkınlardan korunma yöntemlerimizi öğretebiliriz. Eğer söz çözüm olmazsa, o zaman savunma planlarını uygularız.”

O gece, Khaalid kralın huzuruna çıktı. Meşaleler taş duvarlarda altın yansımalar bırakıyordu.

Khaalid:

“Toprakların koruyucu, Nil’in seçilmişi Yüce Hükümdarım… Komşularımızdan tehditler yükseliyor. Ama savaş en son çare olmalı. Önce elçiler gönderelim. Nil’in bereketini nasıl paylaşabileceğimizi konuşalım. Onlara dostluk anlaşmaları, ticaret yolları ve taşkın bilgeliğimizi teklif edelim. Eğer bu görüşmeler sonuç vermezse, ordularımız hazır bekler. Savunma hatlarını kurar, köyleri koruruz.”

Kral sakalını sıvazladı.

“Khaalid, sen sadece kılıcın değil, aklın da komutanısın. Önce dostluk elini uzat. Ama diğer elinde kalkanını tutmayı unutma. Elçiler hazır olsun, kale planların da bir kenarda dursun. Böylece Nil’in ruhu hem barışımızı hem gücümüzü bilir.”

Khaalid başını eğdi:

“Öyleyse önce konuşacağız, yüce hükümdar. Barış olmazsa, Nil’i savunmak için savaşacağız.”


Nil’in Güneyine Yolculuk :

Sabahın İlk Işıkları ve Diplomasi Hazırlıkları

Güneş, doğu ufkundan ağır ağır yükselirken sarayın avlusu telaşlı ama düzenli bir hazırlık içindeydi. Altın yaldızlı taş duvarların önünde, eşekler ve atlar dizilmiş; yük hayvanlarının sırtına çuvallar, haritalar ve ustaların aletleri yüklenmişti. Avlunun köşesinde, bronz miğferleri güneş ışığını yakalayan on iki seçkin muhafız, kalkanlarını yere dayamış sessizce bekliyordu.

Khaalid, uzun adımlarla avluya girdi. Üzerinde, omuzlarından yere dökülen ince altın işlemeli mavi bir pelerin vardı. Pelerinin altında, yolculuk için hafif ama sağlam zırhını giymişti.

Harun, elinde bir tomar parşömenle yanına yaklaştı.

“Komutanım, yol haritalarını getirdim. Nubia’ya giden iki rota var: Nil’in kıyısından, ya da çölün kenarından. Hangisini seçeceğiz?”

Khaalid, haritaya göz gezdirdi, sonra sakin bir sesle cevap verdi:

“Nil’in kıyısından gideceğiz. Su, yol boyunca dostça görünmemizi sağlar. Nubialılar bizi asker gibi değil, komşu gibi görmeli.”

Bu sırada elçiler öne çıktı. Biri, ince sakallı ve parlak gözlü Eliam, diğeri ise sakin ve ölçülü konuşan Naref idi. Eliam hafifçe eğilerek konuştu:

“Komutanım, sözlerimizi hazırladık. Ancak Nubia kralı gururlu bir adamdır; doğrudan teklif yerine önce dostluk hikâyeleriyle başlamalıyız. Kalbine giden yol, kulağından geçer.”

Khaalid gülümsedi.

“İşte bu yüzden siz bizimle geliyorsunuz. Kılıçlar bazen köprüleri yıkar, ama sözler onları inşa eder.”

Arka tarafta, ustalar da hazırlık yapıyordu:

Kanal Ustası Maatu, uzun sazdan yapılmış ölçüm çubuğunu eline almış, “Nil’in taşkınlarını okuduğumda mevsim tahminlerini anlatacağım,” diyordu.

Tarım Ustası Hori, elindeki küçük bez torbadan buğday ve arpa tohumlarını göstererek, “Bu tohumları hediye olarak sunarız; verimli toprakların simgesi olsun,” dedi.

İnşaat Ustası Menes, taş ve kil örneklerini çuvalına koyarken, “Onlara hızlı tahkimat yapmayı gösterirsek, bizi dost olarak görürler,” diye ekledi.

Harun, Khaalid’e yaklaştı ve hafifçe fısıldadı:

“Önce nereye, Komutanım?”

Khaalid, devesinin boynunu okşayarak cevap verdi:

“Nil’in kalbi güneyde atar. Önce Nubia’ya gideceğiz. Suyu paylaşmayı öğrenirsek, bereketi de paylaşabiliriz. Onları kazanırsak, çölün çocukları da bizimle dost olur.”

Mızraklarını omuzlayan muhafızlar, dizili halde yola hazırdı. Khaalid, gruba yüksek sesle seslendi:

“Bugün savaşmaya değil, konuşmaya gidiyoruz. Ama unutmayın, barış da cesaret ister. Yolumuz uzun, niyetimiz temiz olsun!”

Böylece kafile, Nil kıyısındaki sabah sisi içinde yola çıktı. Suyun üzerinde yükselen buğu, güneşin ışığıyla altın bir perdeye dönüşmüş, adeta yolculuğun kutsandığını müjdeliyordu.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Khaalid’in dedesinin masalındaki timsah suratlı prens kimdi? Gerçek miydi?"

Ferid-7:

"Güzel ve Çirkin isimli o masal, Khaalid’in kalbinin derinliklerinden gelen bir ders. Timsah suratlı prens gerçek biri olmayabilir, ama hikaye bize dış görünüşün değil, içindeki iyiliğin önemli olduğunu anlatıyor. Khaalid bunu bildiği için Nubialılarla dost olmaya çalışıyor."
Naïma:

"Ama neden Nil’in kıyısından gitmeyi seçti? Çöldeki yol daha hızlı değil miydi?"

Ferid-7:

"Güzel soru, Naima! Nil’in kıyısı güvenli ve bereketli. Khaalid, Nubialılara dostça görünmek istedi, bu yüzden suyun yolunu seçti. Çöldeki yol tehlikeli olabilirdi, hem de susuzluk riski var. Acıkınca balık bile yakalar."

Naïma:

"Nubialılar Khaalid’in teklifini kabul etmezse? O zaman ne olacak?"

Ferid-7:

"Khaalid barışı istiyor, ama savaş için hazır da bekliyor. Eğer Nubialılar konuşmayı reddederse, savunmaya geçecek. İlk senaryo tekrar edecek. Ama o, her zaman önce kalple konuşmayı deniyor."  


Bölüm 27 – SUYUN YOLU (M.Ö.4968)

Khaalid’in kafilesi, günler süren yolculuktan sonra Nubia’nın başkentinin kapısına ulaştı. Aralarındaki ustalar; kanal ustası Maatu, tarım ustası Hori ve taş ustası Djedra, yanlarında küçük modeller ve örnek tohum torbaları taşıyordu.

Kapıda karşılarına çıkan muhafız komutanı sert bir sesle sordu:

“Kemet’ten gelenler, bu topraklarda ne işiniz var?”

Khaalid iki elini açık tutarak,

“Nehir kardeşlerinin selamını getirdik. Savaş için değil, bereket için geldik.” dedi.

Muhafızlar kısa bir bakışma sonrası kapıyı açtılar.

Shabaka’nın Huzurunda

Kral Shabaka, taş tahtında oturuyordu. Üzerinde leopar derisinden bir pelerin, boynunda altın ve bakır kolyeler vardı.

“Kemet’ten gelen yabancı… Benimle ne konuşmak istersin?”

Khaalid, önüne adım atarak konuştu:

“Siz muson yağmurlarından gelen taşkınlarla boğuşuyorsunuz. Biz ise Nil’in taşkınlarını yüzyıllardır yönlendiriyoruz. Size yeni bir yöntem getirdim: Teraslar.”

Shabaka kaşlarını çattı.

“Teras mı?”

Kanal ustası Maatu, yanında getirdiği küçük toprak modelini yere koydu. Yamaçta basamak gibi dizilmiş küçük duvarlar vardı.

“Bakın efendim. Taşlarla basamaklar yaparsak, su yavaş akar, toprak yıpranmaz, mahsul çoğalır. Böylece taşkın, düşman değil dost olur.”

Tarım ustası Hori da torbasını açtı.

“Bizden arpa alırsınız, biz sizden darı ve sorgum. İki toprak da kazanır.”

Shabaka, uzun süre modeli inceledi. Sonra  “Bilgi döner, su gibi akar. Paylaşırsak çoğalır.” dedi.

Khaalid ekledi:

“Bir tohum verirsen, dost kazanırsın. Saklarsan düşman büyür. Paylaşırsan… barış filizlenir.”

Shabaka, yavaşça gülümsedi.

“Belki dediğiniz gibi olur. Yarın sizi köylerimize götüreceğim. Görelim bu teraslar, gerçekten suyun kudretini dost yapabiliyor mu?”


Taş ve Su Üzerine Kurulu Barış

Ertesi sabah, Khaalid ve ustaları, Kral Shabaka’nın askerleri eşliğinde Nubia’nın yüksek yamaçlarındaki köylere götürüldü. Yağmurdan sonra toprak hâlâ nemliydi, dar patikalardan Nil’in kollarını gören bir tepeye çıktılar.

Shabaka ellerini iki yana açarak,
“İşte arazimiz. Taşkın olduğunda su buradan coşar, toprağı alır götürür. Siz, Kemetliler, bunu durdurabileceğinizi söylüyorsunuz.” dedi.

Kanal ustası Maatu, toprağa eğilip bir çubukla plan çizmeye başladı:
“Yamaçlara taş basamaklar yapacağız. Aralara küçük setler. Suyu birden akıtmak yerine yavaşça tutacağız. Taşkın, düşman değil, dost olacak.”

Shabaka başını salladı.
“Peki iş gücünü nereden bulacağız?”

Taş ustası Djedra gülümsedi:
“Bizde, suç işleyip zindana düşenler taş ocaklarında çalışır. Sizde de öyleleri varsa, özgürlük karşılığı çalışabilirler. Hem de askerleriniz ve köylüleriniz de katılırsa iş hızlanır.”

Shabaka bir an düşündü, sonra muhafızlarına döndü:
“Zindanları açın. Kim ki çalışırsa, cezası hafifler. Kim çalışmazsa, orada çürür.”

Tarım ustası Hori, yanındaki çuvalı yere bıraktı:
“Ve bu çalışmanın ödülü sadece toprak olmayacak. Kemet’ten arpa ve buğday getiririz. Sizden darı ve sorgum alırız. Nil’in akıntısı iki ülkenin pazarı olur.”

Naima heyecanla atıldı:
“Nil sadece su taşımayacak, dostluk da taşıyacak!”

Shabaka, kızın sözlerine gülerek cevap verdi:
“Belki de öyle olur küçük kız. O zaman bu nehir, bizim aramızdaki sınır değil, ortak yolumuz olsun.”

Khaalid, elini Shabaka’nın omzuna koydu:
“Bugün burada taş koyacağız. Ama asıl köprüyü gönüllerimize kuracağız.”

Ve böylece, Kemetli ustalar ile Nubialı işçiler omuz omuza çalışmaya başladı.
Yamaçlara basamak basamak taşlar dizildi, aralara küçük kanallar açıldı.
Nil’in suyunu tutan bu yeni teraslar, toprağı verimli kıldı.
Bir yandan da nehirde ticaret tekneleri artmaya başladı. Kimi arpa taşıyor, kimi sorgum, kimi de dostluğun habercisi mektuplar.


Nil’in Üzerinde İlk Konvoy

Ay ışığı hâlâ suyun üzerinde titrerken, Nil kıyısında büyük bir hareketlilik vardı.
Yeni yapılan teraslardan gelen çuvallar dolusu darı ve sorgum, Nubialı gençler tarafından teknelere taşınıyordu.
Diğer tarafta Kemetli işçiler, ambarlardan çıkardıkları arpa, buğday ve susam çuvallarını yüklüyordu.

Khaalid, Shabaka ile birlikte nehir kıyısında yürüyordu.

Khaalid:

“Bak, dostum… Bu tekneler sadece ürün değil, güven taşıyor.”

Shabaka:

“Evet. Bundan böyle rüzgâr sırtımızda, akıntı yanımızda olacak.”

İki ülkenin çocuklarını tekneye binmeden önce bir araya topladı. Elinde küçük bir çömlek vardı.

“Bu, dün açtığımız ilk kanaldan aldığım su. Bugün burada karıştıracağım.”

Çömleğe hem Kemet'ten hem Nubia’dan gelen sular döküldü.

“Artık bu suyu ayıramazsınız. Tıpkı dostluğumuzu ayıramayacağınız gibi.”

Çocuklar alkışladı, yaşlılar başlarını onaylarcasına salladı.

O sırada tarım ustası Hori, Shabaka’ya yaklaştı:

“İlk hasattan sonra, terasların en yüksek noktasına bir tahıl deposu kuracağız. Böylece kıtlıkta da paylaşabileceğiz.”

Shabaka gülümsedi:

“Siz sadece toprak değil, güven de inşa ediyorsunuz.”

Tekneler yavaşça suya itildi. Rüzgâr, beyaz yelkenleri doldurdu. Nil’in yüzeyinde, hem kuzeye hem güneye giden konvoylar birbirine selam verdi.

Gün batımına doğru, iki halk kıyıda toplandı. Ateşler yakıldı, davullar çaldı, dans edenlerin ayak sesleri suya karıştı.

Khaalid, Shabaka ve Naima ateşin ışığında yan yana oturuyordu.

Khaalid:

“İşte bugün, Nil sınır olmaktan çıktı. Artık bir ticaret yolu… ve dostluk yolu.”

Shabaka, kupasını kaldırdı:

“O zaman içelim: Suyun bereketine, toprağın sabrına ve dostluğun gücüne!”

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Khaalid ve Shabaka nasıl dost oldular? İlk başta Shabaka çok ciddi görünüyordu, değil mi?"

Ferid-7:

"Evet, Naima, Shabaka gururlu bir kral, ama Khaalid’in sakinliği ve aklı onu etkiledi. Khaalid, savaş yerine paylaşmayı seçti. Teraslar ve tohumlar gibi hediyelerle Shabaka’nın kalbini kazandı."

Naïma:

"Peki, teraslar nasıl çalışıyor? Suyu nasıl dost yapıyorlar?"

Ferid-7:

"Güzel soru! Teraslar, yamaçlara yapılan taş basamaklar gibi. Su hızlı akarsa toprağı alıp götürür, ama teraslar suyu yavaşlatır, toprağa sızmasını sağlar. Böylece mahsuller büyür."


Bölüm 28 – KUMUN YOLU (M.Ö.4967)

Güneşin ilk ışıkları, Nil’in batısındaki kum tepelerini altın gibi parlatıyordu.
Khaalid’in kervanı, Nubia’dan dönüşte batıya yönelmiş, Berberi kabilelerinin topraklarına doğru yola çıkmıştı.

Önde uzun boylu, ince yapılı develer adım adım ilerliyor; arkada yük hayvanlarına bağlanmış tahıl çuvalları, papirüs ruloları, keten kumaşlar ve küçük altın külçeleri sallanıyordu.

Devenin sırtında rüzgârla savrulan şalını düzelterek Khaalid’e seslendi:

Naima:

“Sence bizi nasıl karşılayacaklar? Nubia’daki gibi güleryüzle mi, yoksa mızrakla mı?”

Khaalid: (gülümseyerek)

“Berberiler güçlüdür. Önce sert bakarlar, sonra niyetini ölçerler. Eğer iyi niyetimizi görürlerse, çölde bile çiçek açar.”

Kervanın önünde yürüyen yaşlı çöl rehberi, güneşten çatlamış dudaklarını aralayarak konuştu:

Rehber:

“Kabile reisi Amsel, yabancılara önce sorar: ‘Bize ne getirdin, bize ne katacaksın?’ Eğer cevabını beğenirse, dost olursun. Beğenmezse, kervanını geri çevirir.”

Khaalid, yanındaki ustalara baktı. Tarım ustası Hori, çömlekçi Nefra, inşaat ustası Zakar… Hepsi hazırdı. Arkalarında, onları koruyan bir grup asker de suskun ama tetikte yürüyordu.


Kabile Meclisi

Üç gün süren yolculuktan sonra geniş bir vadiye vardılar. Taş çemberler içinde yakılmış büyük ateşler, ufukta titreyen birer yıldız gibiydi.

Berberi savaşçıları, mızrak ve kalkanlarıyla yarım ay şeklinde dizilmiş, konuklarını bekliyordu.

Ortada, uzun boylu, omuzlarında deve derisinden pelerin olan bir adam duruyordu. Derin bakışları, çöl fırtınası kadar sertti.

Rehber eğilerek fısıldadı:

Rehber:

“İşte Amsel.”

Amsel, yüksek sesle konuştu:

Amsel:

“Nil halkı… Buraya altın ve tahıl taşımışsınız. Biz altını gömmez, ekmeği de saklamayız. Söyle, ne için geldin?”

Khaalid öne çıktı, elini kalbine koyarak eğildi:

Khaalid:

“Çölün Efendisi Amsel. Bereketimizi paylaşmaya geldik. Ama haraç için değil. Biz alışveriş isteriz, zorbalık değil.”

Amsel kaşlarını çattı:

“Sözün güzel, ama çöl sözle doymaz.”

Bu sırada Tarım ustası Hori, küçük bir kil tepsiyi ortaya koydu.

İçine Kemet toprağı ve Nil suyu döktü, ardından buğday tanelerini tek tek serpti.

Hori:

“Bizim topraklarımız suyla birleştiğinde her yıl bereket verir. Bu bilgiyi, nasıl kanal kazacağınızı, suyu nasıl yönlendireceğinizi size öğretebiliriz.”

Kalabalığın arasından, koyu tenli, yüzünde dövme izleri olan bir Berberi kadını öne çıktı.

İdil:

“Ben de kabilemin su saklama ustasıyım. Çölü aşmayı, kuyuların yerini, yıldızlarla yön bulmayı biliriz. Susuz üç gün yaşarız, ama kaybolmadan haftalarca yürürüz.”

Khaalid gülümsedi:

“O halde siz bize çölün yolunu öğretin, biz size nehrin bereketini.”

Amsel, düşünceli bir şekilde etrafa baktı. Ateşin çıtırtısı dışında vadide sessizlik vardı. Sonunda başını salladı:

“Söylediklerin hoşuma gitti. Ama dostluk için sadece söz yetmez. Ticaret şartlarını görelim.”


Ticaret Antlaşması

Büyük bir ateşin etrafında iki halkın temsilcileri oturdu. Kum üzerine çizilmiş bir daire, ticaretin sembolü oldu.

Khaalid, kumun içine küçük taşlarla “Nil → Libya” ve “Libya → Nil” yollarını işaretledi.

Nil’den Libya’ya:

  • Buğday, arpa

  • Papirüs ve ince keten kumaş

  • Balık ve kurutulmuş nehir ürünleri

  • Seramik ve taş aletler

  • Altın külçeleri ve Nubia’dan getirilen değerli taşlar

Libya’dan Nil’e:

  • Tuz

  • Deri ve hayvan postu

  • Sığır, keçi ve koyun

  • Çöl taşları, obsidyen

  • Çöl navigasyon bilgisi ve su saklama yöntemleri

Küçük altından yontulmuş bir balık figürünü çıkarıp, İdil’in elindeki minik deve figürüyle değiştirdi.

“Böylece balığımız çölü görür, deveniz su içer.”

Amsel yüksek sesle kabilesine seslendi:

“Bugün burada, haraç değil, dostluk başladı! Nil’in suları çöle, çölün tuzu nehre ulaşacak!”

Berberi savaşçıları kalkanlarını yere vurarak tezahürat yaptı. Nil askerleri mızraklarını kaldırarak selam verdi.

Gece boyunca Berberi davullarıyla Nil’in flütleri aynı ritimde çaldı. Ateşin ışığında dans eden gölgeler, çölde bile barışın filizlenebileceğini fısıldıyordu.


İki Yolun Doğuşu

Güneş, batı ufkunda kızıl bir yay çizerek çöle doğru alçalırken, kervan Nil’in kıyısında mola verdi. Khaalid, yere çömeldi; eline aldığı ince bir çubuğu, nemli kumun üzerine bastırdı. Arkadaşları, hemen yanına oturdu, gözleri merakla doluydu.

Khaalid, kumun ortasına uzun bir çizgi çekerek.

“Bu, Nil. Kuzeyden güneye uzanıyor. Bizim topraklarımız, Nubia, Etiyopya… hepsi bu çizgi boyunca birleşiyor. Bu nehrin adı zaten binlerce yıldır var. Ama biz, bu ticaret yoluna yeni bir isim vereceğiz: Nil Yolu.”

Çizginin üzerine minik dalgalar çizdi.

“Nil iki kıyıyı değil, iki halkı birleştirir, değil mi?” diye gülümsedi.

Khaalid başını salladı. “Evet. Ve bu yol, yalnızca suyun değil, dostluğun da yolu olacak.”

Amsel, kumun yan tarafına geldi, çubuğu aldı ve Nil’in soluna doğru zikzaklar çizmeye başladı.

“Ve buradan batıya… çöle. İşte burası, Berberi kabilelerinin toprakları. Buradan, tuz gelir; altın gider.”

“O zaman bu yolun adı… Tuz ve Altın Yolu olsun.”

Amsel gülerek ekledi:

“Çöl altını saklar; dostluk onu ortaya çıkarır. Bu yolu yürüyenler, yalnızca ticaret değil, güven de taşır.”

Gecenin ilk yıldızları parlamaya başladığında, Khaalid elini kumdaki iki çizginin üzerine koydu.

“Bugün burada iki yol doğdu. Biri suyun, diğeri kumun üstünde. Ve bu yollar, halklarımızın kaderini değiştirecek.”

Hafifçe başını eğdi, fısıltıyla ekledi:

“Belki bir gün insanlar, barışın yolları derler bunlara.”

O anda Nil’in akıntısı, kervanın kamp ateşiyle birlikte usulca ışıldıyordu. İki yol, kumun üzerinde birleşmişti, tıpkı iki halkın kaderi gibi.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Khaalid neden Nubia’dan sonra Berberilere gitti? Onlar da mı dost olmak istiyordu?"

Ferid-7:

"Evet, Naima! Khaalid, Nil’in bereketini sadece Nubia ile değil, çöldeki komşularla da paylaşmak istedi. Berberilerle dostluk kurarak ticareti büyütmeyi ve barışı yaymayı planladı. Çünkü dostlar paylaşır ve kavga etmez!"

Naïma:

"Ama Amsel çok sert görünüyordu. Khaalid ondan korkmadı mı?"

Ferid-7:

"Khaalid cesur biri, ama korku yerine saygı gösterdi. Amsel’in sertliği, kabilesini koruma isteğinden geliyordu. Khaalid, onun güvenini kazanmak için sakin ve dürüst konuştu."

Naïma:

"Peki, İdil’in su saklama işi neydi? Çöldeki su nasıl saklanır?"

Ferid-7:

"İdil, çöldeki kuyuların yerini ve suyu nasıl koruyacağını bilen bir usta. Berberiler, suyu deriye veya kil çömleklere doldurup serin mağaralarda saklar. Böylece susuz kalmazlar."

Naïma:

"Peki, o tuz ve altın yolu neydi? Neden bu ismi verdiler?"

Ferid-7:

"Güzel soru, Naima! Tuz, çöldeki Berberilerin en değerli hazinesi, çünkü yiyecekleri koruyor ve ticaret için önemli. Altın ise Nil’den geliyor, zenginliğin sembolü. Bu yol, iki halkın en kıymetli şeylerini paylaştığı bir köprü oldu." 



Bölüm 29: Kralın Barışı Takdiri – Vezirlik (M.Ö.4967)

Khaalid, Nubia’dan ve Libya’dan dönüş yolunda kervanıyla Nil kıyısındaki Kemet ülkesine girdiğinde halk sevinçle ona selam verdi. Kimileri başak demetleri uzatıyor, kimileri “Barışçı Komutan!” diye sesleniyordu. Sarayın avlusunda davullar çaldı.

Kral Kwakwu Nil kıyısındaki çadırında tahtında oturuyordu; başrahipler, saray muhafızları, vezirler, komutanlar ve halkın ileri gelenleri huzurdaydı.

Kral Kwakwu (gür sesiyle):
“Khaalid, geri döndün. Söyle, Nubia’yı kılıçla mı dize getirdin, yoksa Libya’yı ateşle mi?”

Khaalid yere kadar eğildi, sonra doğruldu:

Khaalid:
“Hayır, efendim. Ne kılıç çektim ne de ateş yaktım. Söz söyledim, dostluk sundum. Ustalarımız, Nubia’da taşkınları kontrol eden teraslar kurdu. Berberilerle çölü geçmenin bilgisini paylaştık. Karşılığında tuz ve deriler aldık. Nil’de tekneler, çölde kervanlar işlemeye başladı. Artık savaş değil, ticaret konuşuyor.”

Divanda mırıldanmalar yükseldi. Bir komutan homurdandı:

Komutan:
“Efendimiz, kan dökmeden itaat mi sağlanır? Bu halklar haraç ödemeliydi!”

Ama başka bir bilgin öne çıktı:

Bilgin:
“Hayır! Bu barış, savaşın vereceğinden daha çok kazandırır. Bir elinde kılıç tutan yüz asker bir yıl bakılır; ama bir ticaret yolu bin yıl boyunca herkesi doyurur.”

Kral Kwakwu ayağa kalktı, asasını yere vurdu. Sessizlik oldu.

Kral Kwakwu:
“Khaalid! Sen bir köyün şefi idin; sonra Batı Nil’in efendisi oldun. Savaşçılarınla yiğitliğini kanıtladın. Ama bugün gördüm ki, barışta daha da büyüksün. Kılıçla alınan toprak gün gelir kaybedilir; gönülle kurulan bağ ise nesiller boyu sürer. Bugünden sonra sen, sadece komutan değil, Kemet’in Vezirisin! Halkların birleştiricisi, ticaretin koruyucususun!”

Sarayda alkışlar, sevinç çığlıkları yükseldi. Khaalid gözleri dolu dolu eğildi:

Khaalid:
“Efendim, bu onuru bana değil, barışa inan halkımıza verdiniz. Benim unvanım tek başına değil; bu yolda yürüyen herkesindir.”


İlk Panayır ve Ticaret Kongresi

Birkaç ay sonra Nil’in kıyısında, Kemet yakınlarında büyük bir panayır düzenlendi. Geniş bir alan çadırlarla, renkli kumaşlarla ve bayraklarla donatılmıştı.

Nubia’dan gelen tekneler altın ve abanoz taşımıştı. Libya’dan gelen kervanlar tuz torbaları ve derilerle doluydu. Nil’in halkı tahıl, balık ve papirüs getirmişti. Etiyopya’dan bal ve tütsüler, Sudan’dan fildişi, orman halkından tropik meyveler gelmişti.

Tercümanlar çadırların önünde bekliyor, farklı dilleri birleştiriyordu. Bir Nubialı çocuk, Libyalı bir tüccara arpa gösterirken tercüman gülümseyerek aradaki köprüyü kuruyordu.

Bir Libyalı tüccar (elinde tuz torbasını sallayarak):
“Bizim çölümüzden çıkan bu tuz, Nil’in buğdayıyla değiş tokuş edilsin. Böylece çölde yaşayan da, nehir kıyısında yaşayan da aç kalmaz.”

Bir Nubialı zanaatkâr:
“Biz de altınımızdan takılar getirdik. Kemetli kuyumcularla birleştiğinde daha da değerli olacak.”

Panayır alanında davullar çalındı. Liderler, büyük çadırın önünde toplandı. Kral Kwakwu, Khaalid, Nubia Kralı Shabaka ve Berberi reisi Amsel yan yana oturdu.

Kral Kwakwu (ayağa kalkarak):
“Bugün burada savaş meydanında değiliz. Bugün burada pazar meydanındayız! Nil’in tahılı, çölün tuzu, ormanın balı aynı sofrada birleşiyor. İşte zenginlik budur: paylaşım.”

Kral Shabaka:
“Doğru söylüyorsun, kardeşim. Nehirlerimiz taşar, ama komşulukla bereket taşar.”

Reis Amsel (sert ama gururlu bir sesle):
“Çöl kabileleri özgürlüğü sever. Ama dostlukta özgürlüğün tadı daha da güzeldir. Bugün bizim deve kervanlarımız artık sadece çölde değil, dostların kalbinde de yol alıyor.”

Kalabalık alkışladı. Tüccarlar mallarını sergiledi, çocuklar şarkılar söyledi, yaşlılar dua etti.

Panayır kalabalığı içinden Khaalid ortaya çıktı:

Khaalid:
“Bu panayır sadece ticaret değil; dostluk kongresidir. Nil Yolu ve Tuz & Altın Yolu, halklarımızı bağlayacak damarlarımızdır. Bundan böyle her yıl burada buluşalım; ürünlerimizi, şarkılarımızı, bilgimizi paylaşalım.”

Halk hep bir ağızdan bağırdı:
“Paylaşım! Barış! Dostluk!”

Böylece Afrika’nın kalbinde ilk Panayır ve Ticaret Kongresi doğmuş oldu. Savaş değil, paylaşım zenginliği büyütüyordu.

...

Panayırda kalabalığın içinde, yaşlı ve heybetli bir gezgin Khaalid'e yaklaştı. Yüzündeki derin çizgiler, aklına kazınmış binlerce yolculuğun izini taşıyordu. Eğilerek saygıyla,

"Ben, Nil'in güneyinden, Batı çöllerine kadar her yolda izim var. Her nehir, her ova, her dağ gözümün önünden geçti,"

diye fısıldadı. Elindeki tozlu hayvan derisi rulosunu Khaalid'e uzattı.

"Bu elimdeki, tüm Afrika'nın haritasıdır. Bunu size vermek istiyorum."

Khaalid ruloyu titreyen ellerle açtı. Hayvan derisi üzerinde, binbir emekle çizilmiş nehir yolları, yerleşim bölgeleri ve gizli kervan yolları vardı. "Tüm yolculuklarımda gördüğüm her şey," dedi yaşlı gezgin.

"Etiyopya'dan Senegal'e, Nijer'den Mali'ye... Bu harita, herkesin yolunu bulması içindir."

Khaalid hayranlıkla gözlerini adama dikti:

"Bütün bu ülkeleri mi gezdin?"

Adam, gözlerinde gurur ve bir o kadar yorgunlukla başını salladı:

"Evet. Bugüne kadar Afrika'nın her yerini karış karış gezdim. Her kabileyle konuştum, her nehrin akışını öğrendim. İşte size sunuyorum, kralım."

Khaalid, bir kes altın verdi. Haritayı elinde sıkıca tutarak gezgine baktı.

"Bu, altından daha değerli. Bu dostluğun ve bilginin bir simgesi. Sana ve soyuna, krallığımın sonsuz dostluğunu ve korumasını vaat ediyorum. Artık her zaman bir yurdun olacak. Senin yolların, bizim yollarımız olacak."

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma, zihin bağlantısını kestiğinde Ferid-7 yanındaydı, amber rengi gözleri hafif parlıyordu. Hikayenin bu bölümünü bitirdikten sonra, kafasında binlerce soru oluşmuştu.

Naïma (merakla):

“Ferid, Khaalid savaşmak yerine önce konuşmayı denedi? Gördün mü bak! Demek ki savaşsız da olurmuş”

Ferid-7:

“Evet Naïma, Khaalid bu senaryoda aklını ve bilgeliğini kullanmayı tercih etti. Savaş her zaman son çareydi. Diyalog, tarafların kendi çıkarlarını kaybetmeden ortak bir çözüm bulmalarını sağlar. Bu sefer, Nubialılar ve Berberiler haraç istemek yerine işbirliği yapmayı öğrendi.”

Naïma:

“Peki panayır ve ticaret yolları nasıl kuruldu? Herkes birbirini anladı mı? Diller farklıydı.”

Ferid-7:

“Tercümanlar devredeydi. Nil Yolu ve Tuz ve Altın Yolu sayesinde ürünler değiş tokuş edildi, bilgi ve kültür paylaşıldı. Panayırlar, sadece malların değil, dostluğun da sergilendiği yerler oldu. Farklı diller, tercümanlar sayesinde köprüye dönüştü.”

Naïma düşünceli bir şekilde Nil’e bakarak sordu:

Naïma:

“Ama Khaalid’in ustaları neden Nil’de teras ve kanallar yapmayı öğrettiler?”

Ferid-7:

“Çünkü doğru yöntemle suyu yönetmek, halkların hayatını korur ve tarımı artırır. Bu, barışın temeli oldu. Ustaların bilgi paylaşımı, o ülkelerin bereketini artırdı, haraç isteyenlerin kıskançlığını dostluğa dönüştürdü. Herkes kazandı.”

Naïma bir an durdu, sonra heyecanla:

Naïma:

“Demek savaş şart değilmiş. Babam haklıymış? Eğer Khaalid savaşmak yerine hep konuşsaydı, belki tüm Afrika’da birlik olurdu değil mi?”

Ferid-7 (hafif bir titreşimle):

“Evet, Naïma. Diyalog, zincirleme işbirliği ve ticaret ile büyük bir güç yaratır. Nil’in kıyısında kan yerine çiçekler açardı. Bilgi, kılıçtan daha keskin olurdu. Savaşın verdiği korku ve kayıp yaşanmazdı.”

Naïma gülümsedi ve simülasyonun yeni geleceğini hayal ederek,

“Ferid, hadi hikaye devam etsin. Bu kez Khaalid’in tüm halklarla konuştuğunu görmek istiyorum. 'Bizim Gezegenler' Birliği gibi, belki 'Afrika Birliği' kurarlar. Nil kıyısında barış çiçekleri açsın,” dedi.

Ferid-7 hafifçe başını salladı:

“Simülasyon hazırlanıyor, Naïma. Bu çok ilginç bir fikir. Antik bir 'Afrika Birleşik Devletleri' kurulsaydı Dünya tarihi farklı yazılacaktı.”

Amber gözler ışıldadı ve Nil’in kıyısında, barış ve dostluğun yükseldiği bir dünyaya doğru simülasyon başladı.



Bölüm 30: Kral Khaalid Yönetimi: Diyalog Kervanları (M.Ö.4966)

Naïma simülasyon odasına adım attığında, hikayede zaman atlaması olduğunu fark etti. Nil’in saray koridorları hâlâ tanıdıktı, ama artık kral Kwakwu yoktu; yerine Khaalid, üzerinde altın taç ve ağır bir keten giysiyle duruyordu. Yanında Ayla, sade ama etkileyici bir kraliçe olarak duruyordu.

Naïma, Ayla’nın yanına yaklaştı ve tebessümle elini tuttu:

“Vay be… Çok güzel bir kraliçe olmuşsun, Ayla. Gerçekten halkın yanında durmayı hak ediyorsun.”

Ayla gülümsedi, gurur ve huzur karışımı bir ifadeyle başını salladı.

Naïma, dikkatini Khaalid’e çevirdi:

“Kral oldun şimdi… Peki, bundan sonra ne yapacaksın?”

Khaalid, Nil’in mavi sularına bakarken, düşünceli bir sesle yanıtladı:

“Aşağı ve yukarı Nil halklarını birleştirdik. Nubia ve Libya ile ticaret yollarımızı açtık… Ama neden sadece bazı krallıklarla sınırlı kalalım ki? Tüm Afrika’yı birleştirebiliriz. Daha fazla elçi göndereceğim, farklı halklarla görüşeceğiz, bilgi ve kaynak paylaşacağız.”

Naïma gözleri parlayarak:

“Bu harika bir fikir! Belki bu başlangıç, gelecekte Gezegenler Birliği gibi bir şeye dönüşür.”

Khaalid, hafifçe kaşlarını çattı, Naïma’nın ne demek istediğini anlamamıştı. “Gezegenler Birliği mi?” diye mırıldandı.

Khaalid derin bir nefes aldı ve sarayın taş koridorlarında elçilerini çağırmak için yürümeye başladı. Nil’in bereketi, krallığın yeni vizyonuyla birleşerek tarih boyunca yankılanacak bir dönemin tohumlarını atıyordu.


ELÇİLER TOPLANTISI

Sarayın yüksek tavanlı salonunda kandiller yanıyordu. Tavanın ortasında asılı duran büyük bakır avize, ışığı taş sütunlara vuruyor; gölgeler, sanki eski ataların sessizce toplantıyı izliyormuş gibi duvarlarda dans ediyordu.

Khaalid ağır adımlarla içeri girdi. Salonda onlarca elçi hazırda bekliyordu. Ellerinde eski hayvan derileri ve kil tabletler tutuyorlardı. Khaalid elini kaldırdı, herkes yerlerine oturdu. Kısa süre sonra yeniden sessizlik hâkim oldu.

Masanın ortasında seramik bir çömlek vardı.  İçine katlanmış küçük deri parçaları konmuştu.

"Bu çömlekte Afrika'nın bütün ülkelerinin isimleri var," dedi Khaalid. "Elçilerimiz, bu çömleğin içinden bir tane çekecek sonra hep birlikte nereye gideceğinizi konuşacağız. Bu yolculuk, sadece ticaret değil; bilgi, dostluk ve barış yolculuğu olacak."

“Haydi,” dedi, sesi güçlü ve kararlı, “herkes çeksin ve açıp ne yazdığını söylesin. Bu, yeni bir başlangıç için ilk adımdır.”

Birinci elçi titreyen parmaklarıyla çömlek içindeki karanlığa elini soktu. Bir tane deri parçasını çekti ve dikkatle açtı. Üzerinde Punt dedikleri kadim ülkenin (Etiyopya'nın) sembolü vardı.. (ağaç, gemi, hayvan)

“Çok mu uzak bir yer burası?” diye sordu, şaşkın gözlerle etrafa bakarak.

Ardından kağıtlar sırayla açıldı: “Kenya… Sudan… Nijer… Mali… Senegal… San (Boşiman)… Khıi… Khoisind…”

“Bu kağıtlarda gördüğünüz isimler,” dedi Khaalid, sesini yükselterek, “her biri bir ülkeyi temsil ediyor. Bizim ticaretimizi, dostluğumuzu ve bilgimizi paylaşacağımız topraklar.”

Elçiler, gidecekleri kendi ülkelerinin yerlerini bile bilmiyorlardı. Bazı elçiler isimlerini hiç duymamıştı; Her biri ellerindeki sembolü dikkatle inceledi, sonra Elçilerin bazıları birbirine bakıp şaşkınlıkla fısıldadı.

Khaalid, gülümseyerek elindeki büyük bir haritayı açtı ve elçilere gösterdi ve devam etti:

“Bu haritayı, yıllar önce Nil’in ötesindeki toprakları gezmiş, kervanla panayıra gelen bir gezginden almıştım. Adam yıllarını yollarda geçirmiş, her nehir, her ova, her dağ onun gözünden geçmiş. Etiyopya’dan Senegal’e, Nijer’den Mali’ye kadar her yeri görmüş. Bir harita çizmiş.  Artık bu bilgiyi, bizim faydamıza kullanacağız.”

Nil’in kıyıları, çöller, nehirler ve dağlar detaylı çizgilerle işlenmişti. Khaalid sabırla ülkeleri gösterip, yolları ve mesafeleri anlattı.

“İşte yolculuğunuzun rotası,” dedi. “Her birinizin ülkesi burada. Bu yolculuk aylar sürecek, ama birlikte çalışırsak, Afrika’nın her köşesine barışı ve ticareti ulaştırabiliriz.”

Sıra sizde; elinizde ne yazdığını bana söyleyin. Ben de size bu harita üzerinde yollarını, uzaklıklarını ve stratejilerini anlatacağım.

İlk elçinin boynunda renkli boncuklar asılıydı, gözleri merakla parlıyordu. Elindekini Khaalid’e doğru uzattı.

“Etiyopya” dedi, şaşkın gözlerle baktı.

Khaalid, elini haritadaki ağaç, gemi, hayvan sembollerinin üzerine koydu ve parmağıyla Etiyopya’yı işaret etti.

“Evet Punt derler buraya, uzun bir yolculuk. Ama uzaklık, dostluk ve bilgi için bir engel değildir. Her adımda yeni bir köy, yeni bir dost kazanacağız.”

İkinci elçi uzun boylu, başında deve tüyü olan sert bakışlı bir adamdı. Elindekini Khaalid’e doğru uzattı.

“Kenya” dedi. Kaşlarını çattı:

“Oraları çetin. Çöl, hastalık, dil farklılığı… Bunlarla nasıl başa çıkacağız?”

Khaalid, elini haritadaki tütsü, deniz, palmiye sembollerinin üzerine koydu parmağıyla Kenya’yı işaret etti.

“Bakın, Zeng burası. Kıyılarında Arap ve Hintli tüccarların tanıdığı kadim limanlar var. Nil’den buraya giden yol, zorlu ama güvenli. Sudan’dan Nijer’e, yollar daha çorak, ama rehberlerimiz ve tercümanlarımız var. Mali’den Senegal’e geçerken, yerel halkın bilgeliği size yol gösterecek. San kabilesi ise çöllerin derinliklerinde; onları da anlayacak, onlardan öğrenecek ve onlara öğreteceksiniz. Siz sadece mal götürmeyeceksiniz. Gittiğiniz yerlerde okullar açacaksınız. Çocuklara sembollerle ve resimlerle yazmayı öğreteceksiniz. Dilimizi, kültürümüzü, bilim ve sanatımızı böylelikle öğreteceksiniz. Onlar da bize kendi bilgilerini katacak.

Elçilerden biri kaşlarını çattı. “Ama bu kadar ülkeleri birleştirmeye bir Kral'ın gücü ve ömrü yeter mi?”

Khaalid gülümsedi. “Siz seferden sorumlusunuz, zaferden değil. Bir kralın işi sadece toprakları yönetmek değildir. Onları birleştirmek, bilgi ve dostluğu yaymak da bizden sonra gelecek liderlerinde görevidir. Biz Nil kıyısından başladık, şimdi Afrika’nın dört bir yanına uzanacağız. Birlikte bu yolculuğu planlayacağız. Aylar sürecek, ama sonunda Nil’in bereketi Afrika’nın dört bir yanına ulaşacak. İnsan, elinden geleni yapar. Sonuç ise, Tanrı’nın takdiridir. sonucu ne olursa olsun Doğru olanı yapmak değerlidir.

Bir anda salonda uğultu yükseldi. Elçilerden bazıları kuşkuyla fısıldaşıyordu.

Elçilerden biri sordu. “Belki haritada adı olmayan ülkelerle karşılaşacağız. Bilinmeyen diyarlara doğru yola çıkan seyyahlar gibi gideceğiz. Ama elimizde ne sermaye ne de güç olmadan bütün bunları nasıl başaracağız.”

Khaalid avludaki bir güvercini göstererek. O uçmak için rüzgârı satın almadı. Rüzgâr onun için hazırdır; yeter ki kanatlarını açsın. Biz de niyetimizi kanat yapacağız. Ve belki de bu sefer, zaferle değil; azim, fedakârlık ve niyetle yazılır.

Üçüncü elçi, genç ve titrek sesle “Sudan,” dedi, çekingen.

Khaalid, elini haritaya dağ, nil, insan sembollerinin üzerine koydu.

“Ta-Nehesy veya Kush derler buraya. Güneyimizdeki güçlü krallık. Geniş, ama kervan yolları var. Bilgiyi ve suyu paylaşacağız; çöl, korkulacak değil, öğrenilecek bir yerdir,” dedi Khaalid.

Dördüncü elçi, yaşlı ama güçlü bir bilge “Nijer,” dedi, biraz çekingen. “Buraya ne kadar sürede varırız?”

Khaalid, elini haritaya balık, nehir ve güneş sembollerinin üzerine koydu.

“Songhai. Yol uzun, aylar sürecek. Ama birlikte, dayanışmayla ulaşırız. Her durakta yeni bir dost kazanacağız,” diye açıkladı Khaalid.

Beşinci “Mali,” dedi. “Orası altınla doludur. Ama altın aç karınları doyurmaz. Toprakları verimli mi?” diye sordu.

Khaalid, elini haritadaki aslan, yazıt ve tahıl sembollerinin üzerine koydu.

“Manden derler buraya. Evet, işte bu yüzden orada da okullar açacağız. Timbuktu ve Djenné gibi şehirlerle bilinen bir bilgi ve ticaret merkezi. Biz de onlara tarım ve su yönetimi bilgimizi aktaracağız. Çocuklara sadece altın değil, gelecek bırakacağız. Ama su kaynaklarını kontrol etmek önemli. dedi Khaalid.

Altıncı elçi “Senegal,” dedi. “Rüzgârlar tehlikeli mi?” diye merak etti.

Khaalid, elini haritadaki Baobab ağacı, aslan ve beş köşeli yıldız sembollerinin üzerine koydu.

“Takrur derler buraya. Orada rüzgârlar serttir, dalgalar öfkelidir ama biz teknelerimiz ve ustalarımızla onları dostumuz yapacağız. Yolculuk sadece fiziksel değil, bilgi yolculuğudur,” dedi Khaalid.

Yedinci elçi kalın sesli, güçlü bir savaşçıydı. “San kabilesi,” dedi, kağıdı hafifçe titreyerek tuttu. “Onları hiç duymadım,” dedi.

Başka bir elçi kahkaha atarak, “Çölün derinliklerinde ok atan göçebeler… dedi.

Khaalid, sert bir bakış attı. Elini haritaya ok, hayvan izi, ateş sembollerinin üzerine koydu.

“Boşiman derler bu kabileye. Çöllerin derinliklerinde yaşıyorlar.  Sembolleri doğrudan doğayla ilişkilidir. Onlardan öğrenecek çok şey var; aynı zamanda onlara kendi bilgimizi aktaracağız. Yolculuk uzun ama ödülü büyük,” dedi Khaalid.

Sekizinci elçi zarif kıyafetliydi, “Khıi,” dedi. Sesi şiir gibi “Onlarla barışmak mümkün mü?” diye sordu elçi.

Khaalid, elini haritadaki sığır, yaprak, ayak izi sembollerinin üzerine koydu.

“Khoi diye okunur. Her zaman mümkün. Biz Nil’den gelen barış elçileri olarak, dostluk ve anlayışı ön planda tutacağız,” dedi Khaalid.

Dokuzuncu elçi “Khoisind,” dedi. “Buralara nasıl ulaşacağız?” diye soruldu.

Khaalid, elini haritadaki çadır, rüzgar, koyun sembollerinin üzerine koydu.

“Nama derler bu halka. Güneyin çoban halkları. Kervan yollarımız ve rehberlerimiz var. Yolculuk zor ama birlikte başaracaksınız. Her adımda Afrika’nın kalbini keşfedeceksiniz,” dedi Khaalid.

Khaalid ayağa kalktı. Sesini yükseltti:

“Bizim sermayemiz altın değil; niyetimiz ve azim ve gayretimizdir. Okullar kuracağız, dillerimizi öğreteceğiz, onların dilini öğreneceğiz. Çocuklarımız aynı sofrada ekmek yiyecek, aynı şarkıları söyleyecek. İşte o zaman Afrika tek bir kalp gibi atacak.”

Elçilerin gözleri büyüdü. Kimisi hâlâ korku içindeydi, ama kimisi heyecanla nefesini tutmuştu. 

Khaalid, haritayı rulo yapıp topladı ve elçilerin gözlerine bakarak gülümsedi:

“Bu haritanın birer kopyasını çizdirip hepinize birer tane vereceğim. Gittiğiniz yerde gördüklerinizi bu haritaya çizeceksiniz. Sonra bu haritanızdaki yeni detayları bana getireceksiniz. Böylece elimdeki haritaya daha fazla detay eklenecek. Haydi, herkes hazır olsun. Bu yolculuk sadece toprakları değil, dostluğu ve bilgiyi birleştirecek.

Elçilerden biri son bir soru sordu,

“Vahşi hayvanların ve haydutların saldırısıyla karşılaşabiliriz. Güvenliğimizi sağlayacak askerler bizimle gelecek mi?

 Khaalid cevap verdi:

Elbette yalnız gitmeyeceksiniz. Yanlarınızda koruma askerleri, zanaatkârlar, taş ustası, tarım ustası, kanal ustası, öğretmenler, tercümanlar, şifacılar ve usta kervancılar olacak. Bu, yolculuk 'bir medeniyet götürme' seferine dönüşecek.

Elçiler şaşkın ve biraz da ürkek bir şekilde başlarını salladılar. Yolculuğun zorluğu açıktı; ama Khaalid’in bilgece planı, ilk adımı atmak için onları cesaretlendirmişti. Nil’in bereketi ve Khaalid’in vizyonu, tarih boyunca unutulmayacak bir birlikteliğin tohumlarını atıyordu.


YOLCULUK BAŞLIYOR

Sarayın avlusunda kervanlar dizilmişti. Akşam güneşi, develerin sırtındaki yüklerin üzerine vuruyor, tunç kazanların ve bakır kapların üzerinde kızıl yansımalar oluşturuyordu.

Khaalid, taş basamaklardan aşağı indi. Elçiler ve yanlarındaki insanlar hazır bekliyordu: askerler, ustalar, şifacılar, öğretmenler… Hepsi yolculuğun zorluğunu biliyor ama gözlerinde kararlı bir ışıltı vardı.

Khaalid yüksek sesle konuştu:

“Her biriniz yalnız bir elçi değil, bir medeniyetin taşıyıcısısınız. Yanınızda silah götürüyorsunuz, ama daha önemlisi kitap ve kalem götürüyorsunuz. Çocuklara yazıyı, suyun gücünü, toprağın bereketini öğreteceksiniz. Bizim en büyük hediyemiz altın değil, bilgidir.”

Naïma kenardan seyrediyordu. Kalbi hızla çarpıyordu. Fısıldadı:

“Bu, sadece bir ticaret seferi değil… Bu, geleceğin tohumları.”

O sırada Etiyopya’ya gidecek elçi, genç bir öğretmeni yanına aldı. “Sen yazmayı öğreteceksin, ben ticareti anlatacağım. Belki bir gün onların çocukları da bizim çocuklarımızla aynı kelimeleri söyleyecek.” dedi.

Mali’ye gidecek kervanın başındaki yaşlı usta, yanındaki genç çıraklara bakarak gülümsedi:

“Biz orada altın aramayacağız. Onlara suyu tutmayı, tarlayı bereketlendirmeyi öğreteceğiz. İşte gerçek zenginlik budur.”

Khaalid, hepsinin yüzüne tek tek baktı:

“Unutmayın, siz seferden sorumlusunuz, zaferden değil. Yol uzun, belki hepiniz geri dönmeyeceksiniz. Ama her bıraktığınız bilgi, her diktiğiniz ağaç, her öğrettiğiniz kelime Afrika’nın geleceğinde yeşerecek.”

Avluda bir uğultu yükseldi. Askerler kalkanlarını yere vurdu, ustalar aletlerini kaldırdı, öğretmenler ise ellerindeki papirüs tomarlarını gökyüzüne doğru kaldırdı.

Naïma gözlerini kapattı, simülasyonun içindeki bu görüntü hafızasına kazındı:
Develer kalkıyor, kervanlar kapıdan çıkıyor, Nil’in kıyılarında yavaş yavaş uzaklaşıyordu.


ÖĞRETMENLERE TALİMAT

Elçilerin büyük toplantısı bitmiş, herkes hediyeleri, erzakları, ustaları ve askerleri hazırlamak için dağılmıştı. Sarayın avlusunda bu kez öğretmenler, bilginler ve yazıcılar toplandı. Ellerinde tüy kalemler, küçük balmumu tabletler, bazıları da papirüs tomarları taşıyordu.

Khaalid ağır adımlarla onların karşısına çıktı. Yüzünde bilgece bir ciddiyet vardı.

Khaalid:

“Ey öğretmenler ve yazıcılar! Siz bu yolculuğun gerçek elçilerisiniz. Çünkü mal tükenir, altın kaybolur, ama bilgi nesiller boyunca yaşar.”

Kalabalık fısıldadı, bazı öğretmenler heyecanla başlarını eğdi.

Khaalid devam etti:

“Gittiğiniz her yerde duyduğunuz bilgiyi, gördüğünüz yazıları, dinlediğiniz şarkıları, işittiğiniz yasaları kaydedeceksiniz. Taşın üzerinde yazılıysa taşın kopyasını çıkarın. Papirüsteyse yeniden yazın. Hayvan derisindeyse, aynısını çoğaltın. Ne bulursanız, bir kopyasını mutlaka Nil’e getirin.”

Genç bir yazıcı ürkekçe sordu:

“Efendim… Bu kadar şeyi nerede saklayacağız? Saraylarımız bile dar gelir…”

Khaalid gözlerini ufka dikti, sonra yavaşça konuştu:

“Giza platosunda, yerin altında bir yer hazırlatacağım. Kayaları oyarak, yerin altına bir salon yapacağız. Altınlarımızı değil, kayıtlarımızı orada saklayacağız. Adını da ‘Kayıtlar Salonu’ koyacağız. Siz döndüğünüzde getirdiğiniz bütün bilgelik, orada mühürlenecek. Bu salon, yalnız bizim için değil, bizden sonra gelecek bütün nesiller için yapılacak.”

Öğretmenlerin gözleri parladı, bazıları ellerindeki tüy kalemleri havaya kaldırarak sevinçle bağırdı:

“Bilgi, Nil gibi akacak! Asırlar boyu susmayacak!”

Yaşlı bir bilgin öne çıktı, Khaalid’in elini öptü:

“Efendim, bu görev altın taşımaktan da değerlidir. Çocuklarımızın çocukları bile bu bilgiden içecek.”

Khaalid gülümsedi:

“Öyleyse hazırlanın. Yolunuz uzun, yükünüz ağır ama mükâfatınız sonsuzdur. Her satır, her sembol, her kelime Afrika’nın kalbine işlenecek.”

Öğretmenlerin ellerine verilen talimatnamede şu 4 madde yazıyordu.

  1. “Gittiğiniz her ülkede yazı örneklerini kopyalayın; orijinal alamıyorsanız iki nüsha çıkarın: biri bize, biri onlara kalsın.

  2. Gördüğün her bitkinin, hayvanın, aletin, bina ve yapının çizimlerini yapın; isimlerini iki dilde yazın.

  3. Haritalarınızı aynı ölçekle tutun; dönüşte ‘Afrika Cildi’ne ekleyeceğiz.

  4. Dönüşte ruloları kil kılıflarla ve tuz-kül paketleriyle getirin; Kayıtlar Salonu’nda size ayrılmış lonca damgalı raf gözleri hazır olacak.”

 


NEDEN KAYITLAR SALONU?

Salonda sessizlik çöktü. Elçilerden biri, yaşlı ve ihtiyatlı bir adam, başını eğerek söz aldı:

“Ey Kralım… Biz krallarla ve halkla konuşup dostluklar kuracağız, ticaret yolları yapacağız, okullar yapacağız. Peki… bu Kayıtlar Salonu dediğiniz şey… bize ne kazandıracak? Onca taş, onca emek, onca insan niye papirüsler, deriler, tabletler için uğraşsın? Onu yiyecek yapamayız, silah yapamayız. Neden?”

Khaalid gülümsedi, gözlerini tek tek elçiler üzerinde gezdirdi:

“Altın ve yiyecek tükenir. Askerin kılıcı paslanır. Ama bilgi hiç tükenmez. Bugün biz suyu nasıl yöneteceğimizi, toprağı nasıl ekeceğimizi biliyoruz çünkü atalarımızdan öğrendik. Eğer onlar bu bilgiyi taşlara kazımasaydı, biz bugün aç kalırdık.

Kayıtlar Salonu işte bunun içindir. Çocuklarımız, torunlarımız oraya girip bizim öğrendiklerimizi ve gördüklerimizi bulacak. Onlar da üzerine yeni şeyler koyacak.”

Elçilerden biri kaşlarını çattı:

“Yani burası bir tür hafıza mı olacak?”

Khaalid, başını salladı:

“Evet. İnsanlığın hafızası. Bizim ömrümüz biter, ama bilgi kalır. Bugün taşlardan mezar yapanlar var, ama taş oyma bilimi sadece saçma mezarlar yapmaktan ibaret değil. Oysa biz öyle bir yapı yapacağız ki, içinde ilim olacak. Taş değil, akıl yüzyıllar boyu yaşayacak.

Biz mezar değil, bir ilim yuvası inşa edeceğiz. Bir gün gelecek, bu ilim sadece toprağı değil, göğü de fethedecek.”

Salondaki genç elçilerden biri heyecanla fısıldadı:

“Göğü mü? Yıldızlara da barış için mi gideceğiz?”

Khaalid gözlerini gökyüzüne kaldırdı, yüksek tavanın kandilleri yıldız gibi parlıyordu:

“Evet. Bir gün bizim çocuklarımız bu bilgiyi kullanıp yıldızlara yol bulacak. Bizim vazifemiz ise onlara bu yolu açacak ilk kapıyı yapmak. İşte bu yüzden Kayıtlar Salonu...”

 

VEDA

Elçiler için hazırlanan dokuz kervan, sabahın ilk ışıklarıyla Kemet sarayının bahçesinden birer birer yola çıktı. Develerin boyunlarına takılan renkli kumaşlar rüzgârda dalgalanıyor, bakır çıngıraklar derin bir ritim tutuyordu. Güneye, doğuya ve batıya ayrıldılar: kimileri Nil boyunca gemilere binmek için ilerledi, kimileri kum denizine giren tozlu yollara saptı, kimileri dağ geçitlerini hedefledi. Her kervanın önünde farklı renkte mavi, kırmızı, yeşil, sarı bir sancak vardı, ta ki ufka vardıklarında hepsi aynı renge, çölün altın tozuna karışana dek. Geriye yalnızca havada asılı kalan deve ayaklarının tozu ve uzaklardan yankılanan çan sesleri kaldı; sarayın terasından bakan Kral, dokuz yöne açılan umutların ufukta kaybolduğunu gözleriyle takip etti

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Khaalid kral olmuş! Çok havalı! Ama neden bütün Afrika’yı birleştirmek istiyor? Sadece Mısır’la yetinse olmaz mıydı?"

Ferid-7:

"Khaalid büyük düşünüyor! Mısır’ın bereketi büyük, ama bunu bütün Afrika’yla paylaşırsa, herkes daha güçlü olur. Birlikte çalışmak, tek başına olmaktan daha iyi."

Naïma:

"Peki, Khaalid’in çömlekteki kağıtlar fikri neydi? Neden emir vermek yerine isimleri çektirdi?"

Ferid-7:

"Çömlekteki kağıtlar, Afrika’daki farklı ülkeleri temsil ediyordu. Khaalid, elçilerin hangi ülkeye gideceğini adil bir şekilde seçmek için bu yöntemi kullandı. Ayrıca, bu bir semboldü: her ülke eşit derecede önemliydi."

Naïma:

"Peki, Kayıtlar Salonu ne işe yarayacak? Neden bu kadar önemliymiş?"

Ferid-7:

"Kayıtlar Salonu, bilginin evi olacak, Naima. Khaalid, bilgileri taşlara, papirüslere kaydedip saklamak istiyor ki gelecek nesiller öğrensin. Mesela, sen sevdiğin bir hikayeyi yazıp saklasan, yıllar sonra başka çocuklar okuyabilir, değil mi? İşte Kayıtlar Salonu da böyle bir yer."

Naïma:

"Ama neden yerin altına yapacaklarmış? Yukarıda olsa daha güzel olmaz mıydı?"

Ferid-7:

"Yerin altı, bilgileri korumak için güvenli bir yer. Güneş, yağmur ya da hırsızlar oraya zarar veremez. Khaalid, bilgilerin sonsuza dek kalmasını istiyor."

Naïma:

"Peki, elçilerin hepsi farklı ülkelere gitti. Onlar hiç korkmadı mı? Bilmedikleri yerlere gitmek zor değil mi?"

Ferid-7:

"Evet, Naima, korkmuşlardır. Yeni yerler, bilinmeyen diller, vahşi hayvanlar… Ama Khaalid onlara cesaret verdi. Yanlarında öğretmenler, ustalar ve askerler vardı. Birlikte çalışarak korkularını yendiler."



Bölüm 31: Kayıtlar Salonu İnşaatı (M.Ö. 4965)

Taşta Spiral, Bilgide Nehir

Mekân: Kemet sarayı, gece.
Zaman: Elçi kervanları ufka karışalı üçüncü ayın ilk gecesi.

Saray avlusunda rüzgâr hurma yapraklarını hışırdatırken, bakır kandiller uzun gölgeler düşürüyordu. Khaalid, iç avlunun kapısında durdu; ardından eliyle işaret etti. Taş ustaları, kanal ustaları, kerpiççiler, marangozlar, yazıcılar ve mürekkepçiler, hepsi birer birer geniş salona doldu.

Khaalid (yüksekçe bir kürsüye çıkar):

“Dostlarım… Elçilerimiz uzaklaştı. Şimdi bize düşen, onların getireceği bilgiyi koruyacak bir yurt inşa etmek. Adı: Kayıtlar Salonu. Efsanelerin gizli mahzenleri gibi değil; güneşe açık, halka açık, yaşayan bir ilim yurdu.

Başmimar Horem:

“Efendim, nasıl bir yapı tahayyül ediyorsunuz? Yeraltına mı ineceğiz, yoksa yıldızlara mı yaklaşacağız?”

Khaalid (gülümser):

“İkisine birden. Temeli serin ve kuru olacak, derin depolar, kil tablet ve papirüs rulolar için iklimli mahzenler. Üst katlarda avlulu medrese, yazı atölyeleri, harita odaları… En tepesinde ise yıldızları izleyen bir rüzgâr kulesi. Şekli… spiral.”

Salonda bir uğultu yükselir.

Genç taş ustası Menna (merakla):

“Spiral mi, kralım? Neden daire değil? Neden köşeli değil?”

Khaalid:

“Çünkü spiral, zamanın ve Nil’in döngüsünü anlatır: her yıl taşar, çekilir, bereketi geri getirir. Bilgi de böyledir; döner, tekerrür eder ama her dönüşte bir basamak yükselir. Biz bilgiye hürmetimizi biçimiyle de göstereceğiz.”

Kanal ustası Setep:

“Nem ve taşkın… Papirüs nazlıdır. Alt katları nasıl kurutacağız?”

Khaalid:

“Avluların altına kuru hava galerileri açılacak. Kuzey rüzgârını yakalayan rüzgâr yakalayıcı şaftlar (rüzgâr bacaları) tünellere bağlanacak; hava döne döne aşağı inecek, nemi alıp çıkacak. Zemin kat çevresine taş drenaj halkası, yağmur ve taşkın suyunu kanallara verecek.”

Yazıcı İset (mürekkep kokusuyla):

“Efendim, kopya işini nasıl örgütleyeceğiz? Elçilerimize ‘bulduğunuz her yazıyı kopyalayın’ dediniz. Dönünce nerede, nasıl çalışalım?”

Khaalid:
“Üç atölye:

  1. Scritorium (Yazı Evi): Papirüs ve ince deriye hızlı kopya.

  2. Kil Evi: Nemden korkmayan pişmiş tablet kopyaları. Avlunun güneyinde küçük fırınlar kurulacak.

  3. Harita Evi: Her elçinin getirdiği çizimleri tek büyük ‘Afrika Cildi’ üzerinde birleştireceğiz. Kenarlarda boşluk bırakın: harita büyümeye mecbur.”

Başmimar Horem (parşömeni açar):

“Bir ön taslak getirdim: dıştan kare, içten dairevi bir plan…”

Khaalid (başını sallar):

“Köşeleri yumuşat. Spiral rampayı merkeze sar. Her yarım turda bir okuma nişi açılsın; nişlerin üstüne yıldız burçları kabartmaları: Gökyüzüyle Zemin birbiriyle konuşsun.”

Usta marangoz Dedu:

“Rulo rafları? Papirüs rulolar ezilmeden nasıl saklanır?”

Khaalid:

“Yalancı kemerli bal peteği raflar. Her göze bir rulo. Rafların arkasında ince hava yarıkları. Nem tutucu tuz ve kül kapları niş diplerine konacak.”

Kerpiç ustası Nebet:

“Ustam, taş ağır, kerpiç hafif. Üst katları kerpiçten yapalım, sıvaları kireç-kül karışımıyla. Sıvalara resim ve alfabe örnekleri, çocuk sınıfları için…”

Khaalid (memnun):

“İşte medresemiz. Çocuk sınıfları, kadınlar meclisi ve ustalık dersliği. Okullar sadece uzak diyarlarda değil, burada başlar.”

Mühendis Panehsy:

“Efendim, alt kata ‘hazine’ gibi bir odadan söz ettiniz: Nedir orada saklanacak?”

Khaalid:

“‘Hazine’ değil; Kaynak Odası. İçinde tohum bankası (darı, sorgum, arpa), mürekkep reçeteleri, ölçü birimleri, kanal kesitleri, teras eğim tabloları, takvim taşları… Her şeyin yedeği. Bir yangın, bir taşkın olursa bilgi kaybolmasın.”

Yazıcı İset (yumuşakça):

“Peki ya halk, ‘Neden inşa ediyoruz?’ diye sorarsa?”

Khaalid (salona dönüp sesini yükseltir):

“Çünkü zenginlik, ambar doluluğu değil; hatıranın doluluğudur. Tarlayı su taşkınından set korur; geleceği cehalet taşkınından ‘kayıtlar salonu’ korur. Savaşsız büyümek istiyorsak, kılıçtan çok kaleme, surdan çok mektebe yatırım yapacağız.”

(Ustaların uğultusu cesarete döner.)

Khaalid:
“Şimdi sizden üç şey istiyorum:

  • Her lonca, üç ayrı taslak proje çizecek (plan, kesit, malzeme listesi).

  • Maket için çamur ve hurma lifi kullanın; spiral rampayı makette gösterin.

  • İki dolunay sonra gece sunumu: Avluda ateşler yanacak; her usta, maketini ışıkla anlatacak.”

Başmimar Horem (saygıyla eğilir):

“Emredersiniz, Yüce kralım.”

...

Haftalar geçer geceleyin Khaalid tek başına, yağ kandilinin altında kendi eliyle plan çizer: merkezde kuyruğunu ısırmayan bir yılan gibi kıvrılan sonsuzluk spirali vardır.

Gündüzleyin çıraklar harç karışımlarını dener; bir kapta çamur+kireç, bir kapta kül+yumurta akı; duvar örnekleri güneşte kurur.

Yazıcılar mürekkep kazanlarında is ve reçineyi kaynatır; farklı iklimler için farklı reçeteler dener.

Kerpiççiler, boşluklu havalandırma tuğlaları kalıplar inşa eder.

Marangozlar, bal peteği raf modüllerini prova eder; rulo yerleştirip çekip dener.

Çocuklar, avluda harf ve işaretleri duvar gölgelerine tebeşirle kopyalar; bir kız çocuğu “su” işaretini çizip gülümser.


SUNUM GECESİ

İki dolunay sonra avluda meşaleler dalgalanır. Ustalar birer birer maketlerini ortaya koyar. Khaalid hepsini dinler, sorular sorar, not alır. Sonunda kendi parşömenini açar.

Khaalid:

“Üç taslağı birleştiriyoruz: Horem’in temel drenajı, Nebet’in hafif üst katları, Dedu’nun bal peteği rafları. Üstüne benden yıldız kulesi ve spiral rampa. Yarın temel taşını koyuyoruz. Bu, Afrika Birliği’nin hafızası olacak.”

Ustalar sağ ellerini kalplerine götürür. Davullar ağır ağır çalar. Avlunun ortasına ilk temel taşı bırakılır; taşın yüzünde şu oyma vardır:

Bilgi döner, su gibi akar; her dönüşte yükselir.

Böylece, bu alternatif tarihte “piramit” saçmalığı yerine medrese-arşiv-gözlemevi karışımı bir bilgelik fabrikası yükselmeye başlar. İnsan gücü, taş yığmak için değil, bilgiyi yükseltmek için seferber edilir; spiral, her kuşağın bir öncekinden yarım tur yukarı çıkacağını hatırlatan sessiz bir dua gibi, yapının gövdesine kazınır.


GELEN MEKTUPLAR

Yıllar sonra sarayın avlusuna ağır adımlarla giren kervan, uzun yolculuğun izlerini taşıyordu. Develerin sırtında altın işlemeli sandıklar, derinlerden gelen tozlu rulolar ve dikkatle sarılmış papirüs tomarları vardı. Elçiler geri dönmemişti ama mektupları gelmişti.

Khaalid, medrese hocalarıyla birlikte avlunun taş zemininde diz çökmüş kervancıların getirdiklerini açtırdı.

İlk sandıktan, balmumuyla mühürlenmiş kalın bir tomar çıktı. Üzerinde “Etiyopya Elçisi” yazıyordu. Mühür kırıldığında, içinden deri üzerine yazılmış satırlar döküldü:

“Kralım, burada onlarca okul açtık. Binlerce çocuk yazmayı öğreniyor, dilimizi konuşuyor. En büyük hediye ise onların bilgisini bize açmaları oldu. Size Etiyopya dağlarında kullanılan şifalı otların çizimlerini ve kullanım notlarını gönderiyorum. Bizim tıbbımızla birleştiğinde yeni tedavi yolları doğacak.”

Khaalid satırları seslice okurken, avludaki öğrenciler birbirine bakarak heyecanla fısıldaşıyordu.

İkinci sandıktan Kenya’dan gelen mektuplar çıktı. Papirüs rulolarına, balık ağlarının yeni teknikleri ve nehir taşkınlarını yönlendiren bentlerin çizimleri işlenmişti. Yanına kömürle yapılmış krokiler iliştirilmişti.

Üçüncü sandıktan, Mali’den incecik bir deri üzerine yazılmış satırlar döküldü:

“Burada nehirlerin kıyısına okul açtık. Çocuklar şarkılarla ders çalışıyor. Onlardan altın işleme yöntemlerini öğrendik. Bu sandığın içinde bazı örnekler gönderdim. Ama asıl hazine, onların ticaret yollarına dair bilgileri oldu. Artık Sahra’nın ortasında bile nasıl yol bulacağımızı biliyoruz.”

Sonraki mektuplar geldi:

  • Sudan’dan: Yeni sulama kanalları çizimleri, çöl otlarından yapılan ilaç tarifleri.

  • Senegal’den: Okyanusa açılan teknelerin planları, rüzgârların yönlerini gösteren ilkel ama etkili şemalar.

  • San kabilesinden: Avcılıkta kullanılan tuzaklar, boyalı taşlara işlenmiş hayvan figürleri, kabile şarkılarının sözleri.

  • Khoi’den: Toprak işleme yöntemleri, kendi dillerinde yazılmış dualar ve atasözleri.

Son sandıktan ise küçük, siyah taş tabletler çıktı. Üzerinde yabancı işaretler vardı. Elçiler bunların bilinmeyen bir kavmin yazısı olduğunu ve çözülmeyi beklediğini not etmişti.

Khaalid, ellerini sandıkların üzerinde birleştirdi. Avluda sessizlik hâkimdi. Sonra gür bir sesle konuştu:

“İşte bu, dostlarım. Bu mektuplar sadece yazı değil; yeni ufukların kapısıdır. Çocuklarımız bunları okuyacak, öğrenecek ve geliştirecek. İşte bu yüzden Kayıtlar Salonu’nu inşa ediyoruz. Bütün bu bilgileri tek bir yerde toplayacağız. Bu salon, gelecekte doğacak her ilmin ana rahmi olacak.”

Medresedeki genç öğrenciler alkışlamaya başladı. Kimi çizimleri açıp incelemeye koyuldu, kimi mektupları kopyalamak için hazırlık yaptı. Kayıtlar Salonu, artık sadece bir arşiv değil; Afrika’nın kalbinde filizlenen bir akademiye dönüşmeye başlıyordu.


AFRİKANIN KADİM TIP MİRASI

Sandıklardan çıkan tomarlar arasında, deri parçalarına işlenmiş bitki çizimleri, kurutulmuş ot örnekleri ve tedavi tarifleri de vardı. Medresedeki genç talebeler, bunları dikkatle açıp incelemeye koyuldu.

Bir hoca sesli okudu:

“Aloe vera — yanık ve cilt hastalıklarında kullanılır. Ezilip merhem yapılır.”

Bir diğeri ekledi:

“Neem ağacı — ateşi düşürür, bağışıklığı artırır. Çayı yapılır.”

Öğrenciler, masaların üzerinde taze papirüslere bu bilgileri kopyaladı. Bazı kervanlar, kurutulmuş bitkiler de göndermişti. Bir genç, dikkatle kavanozun içindeki baobab meyvesini çıkardı.

“Bakın, bu sindirim içinmiş. Vitamin de sağlarmış.”

Salonun köşesinde ise daha farklı metinler vardı. Onlarda sadece tarifler değil, ritüeller yazılıydı. Bir elçi not düşmüştü:

“Masai halkı hastayı iyileştirirken hem otlar kullanıyor, hem de dualar ediyor. Tütsüler yakılıyor, davul ritimleriyle hasta ruhsal olarak da tedavi ediliyor.”

Kimi hocalar bunu hayretle dinledi, kimi ise kaşlarını çattı. Genç bir öğrenci dayanamadı:

“Ama hocam, dualarla tedavi olur mu? Bu sihir değil mi?”

Yaşlı bir şifacı gülümsedi:

“Evlat, hastalık yalnızca bedendedir sanıyorsun. Oysa ruh da hastalanır. Bazı tedaviler bedene, bazıları ruha şifadır. İkisini ayırırsan iyileşme eksik kalır.”

Salon sessizleşti. Khaalid de söze katıldı:

“Bunları küçümsemeyin. Bizim görevimiz, bilgiyi tartmak değil, toplamak. Her bilgi, zamanı geldiğinde yol gösterici olabilir. Bu yüzden Kayıtlar Salonu’nu inşa ediyoruz.”

Genç öğrenciler defterlerine hem ilaç tariflerini, hem de ritüel notlarını yazdılar. Kimi duaları, kimi bitki çizimlerini kopyaladı. Artık Kayıtlar Salonu sadece mühendislik değil, Afrika’nın kadim tıp mirasını da barındırıyordu.

TOHUMLAR

Bir gün, elçi kervanlarından gelen sandıklar açıldığında sadece tomarlar değil, küçük kese ve kavanozlar da bulundu. Kese içlerinde tohumlar vardı. Üzerlerine kabile işaretleriyle isimler yazılmıştı: Neem, Aloe, Baobab, Sutherlandia…

Naima heyecanla bağırdı:

“Bakın! Bunlar tohum! Sadece kâğıt üzerindeki bilgi değil; bu bilgiyi canlandıracak hayat!”

Kayıtlar Salonu’nun yanındaki boş alan hemen küçük bahçelere çevrildi. Talebeler, tohumları özenle ekti. Günler geçti, filizler toprağın üstünden yükseldi.

Tam o sıralarda saraya acil haber geldi: Bir çocuk, ağır bir yanık geçirmişti. Ailesi gözyaşları içinde Kayıtlar Salonu’na koştu.

Khaalid bahçeye bakarak, sessizce dedi:

“Zamanı geldi.”

Genç öğrencilerden biri, yeni yetişen aloe vera yaprağını kesti. İçindeki şeffaf jeli çıkardı. Yaşlı bir şifacı tarifini okudu:

“Ez, sür, dua et. Bitkiyi Tanrı şifa için yaratmıştır.”

Jel çocuğun yanıklarına sürüldü. Annesi hıçkırıklarla dua ederken, şifacı hafif bir ezgi mırıldandı. Çocuğun acısı yavaş yavaş azaldı. Derisi, saatler içinde kızarıklığını kaybetti, ertesi gün ise yaraları kabuk bağlamaya başlamıştı.

Halk, Kayıtlar Salonu’nun önünde toplandı. Herkes fısıldıyordu:

“İlk kez bir bahçeden çıkan şifa bir canı kurtardı…”

Khaalid kalabalığa seslendi:

“Gördünüz mü? Bilgi, yalnızca kâğıtta durduğunda ölüdür. Ama toprağa ektiğinizde, bir çocuğun hayatına dönüşür. Bu bahçeler, Kayıtlar Salonu’nun kalbi olacak. Bilgiyi yaşatacağız, çoğaltacağız, paylaşacağız.”

O günden sonra Salonda sadece kitap rafları değil, bitki yatakları da vardı. Öğrenciler hem yazı yazmayı hem de şifa otlarını yetiştirmeyi öğrendiler. Bir kısım talebeler tıp ilmine yöneldi, bazıları botanikçi oldu, bazıları da şifacıların yöntemlerini kaydetti.


Kemet’e Yazılan İlk Mektup

Mektuplar gelmeye başladığında, yalnızca kelimeler değil, umut da taşınıyordu. Her bir papirüs rulosunda, uzak diyarlardan gelen çocuk sesleri yankılanıyordu: “Binlerce çocuk yazmayı öğreniyor… dilinizi konuşuyor.” Kemet'li çocuklara mektup gönderiyordu.

Sevgili kardeşim,

Adını henüz bilmiyorum ama sesini duyar gibi oluyorum. Rüzgâr, sizin Nil’in kıyısından bizim savanaya kadar taşıyor kelimeleri. Ben artık senin dilini konuşabiliyorum. Her harfi, bir taş gibi dizdim kalbime.

Öğretmenimiz bize sizin yazınızı gösterdi. Kuşlar, gözler, güneşler… Her biri bir anlam taşıyor. Ben de kendi dilimde bir kuş çizdim, ama sizin dilinizde “merhaba” demeyi öğrendim.

Burada sabahları keçileri otlatıyoruz. Onlara bazen sizin kelimelerinizi fısıldıyorum. Belki onlar da dilinizi öğrenirler.

Bir gün seni görmek isterim. Belki sen de bizim topraklara gelirsin. Belki birlikte bir kelime uydururuz. Ne Kenya’ya ne Kemet’e ait, ama ikimize özel.

Bu mektubu bir kervanla gönderiyorum. Belki geç kalır, belki hiç ulaşmaz. Ama bil ki, bir çocuk başka bir çocuğun dilini öğrendiğinde, dünya biraz daha küçük olur.

Savana'da ki kardeşin, Amani


Kemet'li bir çocuk mektubu bulur, okur ve cevap yazar. Kervan hareket etmeden önce yetiştirir. Mektupta şunlar yazılıydı.

Sevgili Amani,

Mektubunu bulduğumda, sanki bir kuş bana bir sır fısıldadı. Harflerin, bizim güneşimiz kadar sıcak; kelimelerin, bizim papirüsler kadar narin.

Senin dilini bilmesem de, senin kalbini hissettim. Her “merhaba”n, bana geldi.

Biz burada sabahları babamla hurma topluyoruz. Bazen Nil’e bakıp, uzaklarda başka çocuklar var mı diye düşünüyorum. Senin mektubun, o düşünceme bir cevap oldu.

Belki bir gün seninle bir kelime uydururuz, dedin ya… Ben bir tane düşündüm: Zeinabamani” İkimizin isimlerinin birleşimi. Anlamı mektuplaşan çocuklar demek olsun. Bu kelime, bizim dostluğumuzun adı olsun.

Mektubunu bir yastığımın altına sakladım. Belki bir gün sen buraya gelirsin ve onu bulursun. O zaman sana kendi dilinde “Hoş geldin” diyeceğim.

Nil'in yanında seni bekleyen kardeşin, Zeinab

Kemet’in güneşle yıkanmış taş duvarları, bu sesleri ilk kez duyduğunda, kraliyet sarayında bir sessizlik oldu. Ardından kral, gözlerini ufka dikerek fısıldadı: “Bu çocuklar bizim dilimizi konuşuyorsa, kalplerimiz de yakındır.”

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Kayıtlar Salonu çok havalıymış! Spiral şekli neden bu kadar önemliymiş? Sadece güzel görünmesi için mi?"

Ferid-7:

"Naima, spiral sadece güzel değil, anlamlı! Khaalid, spiralin Nil’in döngüsünü ve bilginin sürekli büyümesini temsil ettiğini söyledi. Her dönüşte bilgi bir basamak yükseliyor."

Naïma:

"Peki, neden papirüsleri nemden korumak için bu kadar uğraştılar? Islanırsa ne olur ki?"

Ferid-7:

"Papirüs ıslanırsa bozulur, yazılar silinir. Khaalid, bilgileri sonsuza dek saklamak istediği için rüzgâr bacaları ve drenajlar tasarladı. Bilgi, bir hazine gibi korunmalı."

Naïma:

"Peki, Kayıtlar Salonu’na çocuklar da girebilecek mi? Onlar için ne var?"

Ferid-7:

"Tabii ki girebilecek! Kayıtlar Salonu’nda çocuk sınıfları, alfabe resimleri ve bitki bahçeleri var. Çocuklar hem yazı öğrenecek hem de şifa otları yetiştirecek."

Naïma:

"Peki, Amani ve Zeinab’ın mektupları çok tatlıydı! Neden çocuklar birbirine mektup yazıyor?"

Ferid-7:

"Mektuplar, çocukların kalplerini birleştiriyor, Naima. Amani ve Zeinab farklı topraklarda, ama yazıyla dost oldular. Bu, Khaalid’in hayalindeki Afrika Birliği’nin başlangıcı." 



Bölüm 32: Afrika Olimpiyatları (M.Ö. 4964)

Böylece, Kemet dilini ve yazısını öğrenen çocuklar büyüdüklerinde, kendi ülkelerinin elçileri olarak kralları tarafından Kemet ülkesine gönderildiler. Her biri yalnızca birer tercüman değil, aynı zamanda birer köprüydü. Kemet’e vardıklarında, sadece sözcükleri değil, niyetleri de taşıyorlardı.

İki ülke arasında ilk kez bir şey değişti: sessizlik yerini diyaloğa bıraktı. Kervanlar, sadece altın ve baharat değil, mektup taşımaya başladı. Konsolosluklar kuruldu; taş duvarlara yeni alfabeler kazındı.

Ticaret, artık sadece mal değil, bilgi de aktarıyordu. Öğrenci değişim programları başladı; bir ülkenin çocukları diğerinin yıldızlarını öğreniyor, rüzgârlarını ezberliyordu.

Elçiler ve İlk Rekabet Kıvılcımı

Kemet’in sarayında büyük bir gün yaşanıyordu. Dokuz kervanın gönderdiği elçiler, yanlarında öğrenciler, kitaplar, tohumlar ve kültürlerinden getirdikleri hediyelerle geri dönmüştü. Sarayın büyük salonunda, farklı kabilelerin renkli giysileri, altın işlemeli pelerinleri, kabile desenli mızrakları ve davullarıyla göz kamaştıran bir kalabalık vardı.

Elçilerden biri, uzun boylu ve gururlu bir adam, söz aldı:

Etiyopyalı Elçi:

“Bizim topraklarımızın okçuları kadar isabetli kimse yoktur. Dağlarımızda yetişen gençler, uçan kuşu bile gözleri kapalı vurur.”

Bunun üzerine Sudan elçisi öne çıktı, gülerek karşılık verdi:

Sudanlı Elçi:

“Okçularınız iyidir belki ama bizim koşucularımızın hızına kimse yetişemez. Çölde ceylanı avlayan adamlarımız var; onların ayaklarına ne ok, ne mızrak, ne de at yetişebilir!”

Kenyalı elçi dayanamadı, kahkahalarla araya girdi:

Kenyalı Elçi:

“Ceylan mı dedin? Bizim Masai savaşçılarımız aslanın önünden bile kaçmaz. Güreşte onların gücüyle boy ölçüşecek kimse yoktur!”

Salonda bir uğultu yükseldi. Her elçi kendi ülkesinin gücünü överken, Khaalid sessizce ayağa kalktı. Elinde tuttuğu asa yere vurduğunda bütün sesler kesildi.

Khaalid:

“Demek herkes kendi ülkesini en güçlü, en hızlı, en maharetli sanıyor… Öyleyse bu tartışmayı sözle değil, oyunla çözelim. Sizden ricam şu: Getirin en hızlı koşucularınızı, en usta okçularınızı, en güçlü yüzücülerinizi. Biz de kendi halkımızın kahramanlarını çıkaralım. Bir şenlik düzenleyelim! Kazananlara büyük hediyeler verelim. Her yıl bu yarışlar tekrar edilsin.”

Salondaki uğultu birden coşkulu tezahürata dönüştü. Elçiler ayağa kalkıp birbirlerinin ellerini sıktılar. Her biri kendi halkının onurunu temsil etmek için yarışlara katılmaya hevesliydi.

Naïma gülümsedi ve Khaalid’e fısıldadı:

“Bu sadece bir oyun değil… Halkların dostluğunu pekiştiren bir bağ olacak.”

Khaalid ona dönerek başını salladı:

“Evet, Naïma. Bundan böyle bu topraklarda savaş değil, yarışlar konuşulacak. Kan değil, ter dökülecek.”

Ve böylece tarihte ilk defa Afrika Olimpiyatlarının tohumu atılmış oldu.


Afrika Olimpiyatlarının İlk Çağrısı

Kral Khaalid’in sarayından bir ferman yayıldı. Şehir meydanlarında davullar çalındı, tellallar bağırarak haberi duyurdu:

Tellal:

“Ey halkımız! Kralımız Khaalid buyuruyor: Afrika’nın ilk büyük yarışları için en hızlı koşucular, en hızlı biniciler, en usta okçular, en güçlü yüzücüler ve güreşçiler aranmaktadır! Herkes kabilesinden, köyünden en iyisini göndersin! Seçmeler başlıyor!”

Bu çağrı bütün ülkeye heyecan saldı. Çiftçiler tarlalarını bırakıp meydanlara koştu, gençler birbirini meydan okumaya başladı. Yaşlılar eski kahramanların hikâyelerini anlatarak gençleri cesaretlendirdi.

Seçmeler başladı. Nil kıyısında yüzücüler sulara atladı; kimin daha hızlı yüzdüğü davul ritimleriyle ölçüldü. Çölde koşucular saatlerce süren yarışlara girdi, sıcak kumlar üzerinde en dayanıklı olanlar seçildi. Büyük avlardan gelmiş okçular, hareketli hedefleri bile tek vuruşta düşürdü.

Khalid, yarışları izlerken hayranlıkla gülümsedi:

“Bu insanlar başka ülkelerin yarışçılarıyla yarışmadan bile kendi içlerinden kahramanlar çıkarıyorlar.”

Naïma yanındaydı; seçmelerde köyünden gelen genç bir kızın ok atışlarını izlerken heyecanla fısıldadı:

“Bak! Kadınlar da yarışıyor. Belki bu oyunlar sadece erkeklerin değil, bütün halkın bayramı olacak.”

Günler süren seçmelerin ardından ülkenin en iyileri seçildi. Nil’den çıkan en hızlı yüzücüler, çölde rüzgâr gibi koşan gençler, hedefi şaşmayan okçular saraya getirildi. Khaalid onları tek tek karşılayarak onurlandırdı.

Khaalid:

“Siz artık sadece kendi köylerinizin değil, bütün Kemet’in gururusunuz. Birkaç ay sonra burada toplanacak ülkelerin önünde yarışacaksınız. Kazandığınızda bütün Afrika sizin adınızı duyacak!”


İlk Afrika Olimpiyatlarının Açılışı

Güneş Nil’in üzerinde altın gibi doğarken, devasa olimpiyat alanı çoktan dolmuştu. Aylarca süren hazırlıkların ardından, ilk kez Afrika’nın dört bir yanından gelen sporcular aynı yerde toplanmıştı. Meydanın etrafında büyük tribünler inşa edilmiş, gölgelikler kurulmuş, halk kabile renkleriyle süslenmişti.

Yalnızca sporcular değil, yabancı turistler, elçiler, tüccarlar da akın etmişti. Çöllerden gelen kervanlarla, denizden gelen gemilerle, her köşeden insanlar bu büyük olaya tanıklık etmek için Kemet’e gelmişti. Meydan rengârenk kumaşlarla, kabile bayraklarıyla ve sembollerle donatılmıştı.

Açılış Töreni başladı. Davullar çalındı, borular öttü. Sporcular sırayla alana girdi. Etiyopyalı koşucular, Senegal’den gelen okçular, Nubya’dan yüzücüler, Masai kabilesinden uzun boylu gençler… Her biri kendi kabilesinin danslarıyla, şarkılarıyla yürüyüş yaptı. Seyirciler çığlıklar atarak alkışladı.

Sahnenin tam ortasında bir platform kurulmuştu. Burada şairler, farklı dillerde yazılmış şiirlerini okudu. Çocuk koroları şarkılar söyledi. Bir yandan atletlerin güç gösterileri yapılırken, bir yandan da sanatın gücü sergilendi.

Naïma hayranlıkla izliyordu:

“Bu sadece bir yarış değil… Bu, bütün Afrika’nın kalbinin birlikte atması.”

Khaalid ayağa kalktı. Altın miğferi ışıldıyordu. Yüksek sesle halka seslendi:

“Ey Afrika’nın yiğitleri! Bugün burada sadece hızımızı, gücümüzü, nişancılığımızı göstermek için toplanmadık. Bugün burada kardeş olduğumuzu, tek bir gök altında yaşadığımızı ilan etmek için toplandık! Bu oyunlar zafer için değil, dostluk için yapılacak. Sporcularımız birbirine rakip değil, kardeş olacak!”

Ardından büyük bir ateş yakıldı. Bu ateşin sönmeyeceği, olimpiyatlar boyunca gece gündüz yanacağı ilan edildi.

İlk yarış: koşucuların yarışıydı. Kumların üzerinde çıplak ayaklarıyla rüzgâr gibi koşan gençler, seyircilerin bağırışları arasında fırtına gibi ilerledi. Bir sonraki yarışta okçular, hareketli hedeflere nişan aldı. Nil kıyısında yüzücüler sulara atladı. Her yarışta tribünler çığlıklarla yankılandı.

Ama yarışların arasında da şairler, ozanlar sahne aldı. Bir ülkenin ozanı kendi halkının efsanelerini anlattı, diğer bir şair aşk şiirini okudu. Müzisyenler kendi yörelerinin çalgılarını çaldı. Oyunlar sadece bedensel değil, ruhsal ve kültürel bir şölen haline geldi.


Nil Ovasında At Yarışı

Güneş tam tepedeydi. Tribünler dolup taşmış, davullar bir savaş marşı gibi çalmaya başlamıştı. Yarış alanının kenarında, dörtnala koşmaya hazır siyah, beyaz ve kızıl atlar şaha kalkıyordu. Her atın alnında kendi kabilesinin işareti vardı. Biniciler baştan ayağa deri zırhlarla, renkli tüylerle donanmıştı. Seyirciler nefesini tutmuştu.

Borazan öttü. Ve aniden toz bulutları içinde yarış başladı!

Atlar kumun üzerinde fırtına gibi koşuyordu. Toz, güneşi bile perdelemişti. Biniciler yalnızca dizleriyle atlarını yönlendiriyor, ellerinde uzun mızraklarla rakiplerini korkutuyordu. Seyirciler, her öne geçen binici için çığlıklar atıyordu.

Kemetli bir binici öne geçtiğinde, arkasından bir Masai savaşçısı okunu havaya fırlatarak kükredi. Tribünlerde bir uğultu yükseldi. Rakip binici geri düşerken, Masai’nin atı rüzgâr gibi ileri atıldı. Fakat Nubyalı bir binici, atının dizginlerini ani bir hamleyle çekip rakibini solladı. Yarış artık sadece hız değil, zekâ ve taktik savaşı olmuştu.

Son düzlükte üç at yan yana girdi. Kalabalık ayağa kalktı, sanki meydan yıkılıyordu. İnsanlar bağırıyor, davullar çalıyor, kadınlar zillerle tempo tutuyordu. Biniciler neredeyse birbirine çarpıyordu. En önde Nubyalı binici, ardından Masai ve Kemetli. Son saniyede Nubyalı atının tüm gücünü ortaya koydu ve ilk sırada bitiş çizgisini geçti. Tribünlerden kulakları sağır eden bir uğultu yükseldi.

Kazanan binici elini havaya kaldırdı. Fakat Khaalid ayağa kalkarak bağırdı:

“Bugün kazanan sadece Nubyalı değil! Bugün kazanan Afrika’nın kardeşliğidir!

Koşu Yarışı – Savaş Sahnesi Gibi

Koşucular kumun üzerine dizildiğinde, herkes onların kaslarının gerildiğini görebiliyordu. Borazan çaldı. Ve onlar adeta mızrak gibi fırladı!

Bir Etiyopyalı koşucu öyle hızlıydı ki ayakları yere değmiyor gibiydi. Yanında bir Ganalı koşucu onu yakalamak için nefes nefese kalmıştı. Her adımda kaslar patlayacak gibi geriliyor, damarlardan kan değil ateş akıyor gibiydi. Seyirciler “Yallah! Yallah!” diye bağırıyordu.

Son düzlüğe girildiğinde koşucular artık savaş alanında askerler gibi görünüyordu. Birinin ayağı tökezledi, ama düşmedi; toparlanıp daha da güçlü koşmaya başladı. Tribünlerden “Ooooh!” sesleri yükseldi. Ve finalde Etiyopyalı genç öyle bir hızla çizgiyi geçti ki, rüzgâr yüzünden yere kapaklandı. Halk çığlık çığlığa sahaya koştu.


Olimpiyat Kahramanları

O gün, Nil kıyısındaki büyük olimpiyat meydanı insanlarla dolup taşmıştı. Yabancı devlet elçileri en ön sırada oturuyordu. Khaalid tahtına geçmiş, yanında Naïma’yla halkını izliyordu. Her yarış sonunda tribünlerden bir kahraman yükseldi.

Koşu Kahramanı – Taye (Etiyopya’dan genç bir delikanlı)
Kum fırtınası gibi koşarak rakiplerini geride bıraktı. Bitirince yere düştü ama gözlerinde alev vardı. Halk onu sırtına alıp sahadan çıkardı. Şairler onun için şöyle dedi:
“Rüzgârın evladı, adımlarında şimşekler çakan Taye!”

Okçu Kahraman – Zuberi (Kenya’nın Masai kabilesinden)
Onun oku gökyüzünü yarıp tahta hedefi tam ortasından deldi. Her atışında kalabalık “Aaaah!” diye bağırdı. Bir okunu havaya fırlattı, o ok yere düştüğünde tüm seyirciler ayağa kalktı.
Khaalid gülümseyerek ona altın bir yay hediye etti.

Binici Kahraman – Nubyalı Aluna
Kadın bir binici olarak tüm meydanı büyüledi. Siyah atı, sanki kanat takmış gibi uçuyordu. Erkek rakiplerini birer birer geçti. Çizgiyi ilk geçtiğinde tribünlerden kadınlar gözyaşlarıyla zılgıt çekti. O günden sonra onun adı “Afrika’nın Kartalı” oldu.

Yüzücü Kahraman – Mosi (Nil deltasından genç bir balıkçı)
Suya atıldığında halk sadece suyun kabardığını gördü. Sanki bir insan değil, timsah gibiydi. Rakipleri daha yarı yola varmadan o çoktan kıyıya çıkmıştı. Khaalid ona altından yapılmış bir istiridye kabuğu verdi.

Güreşçi Kahraman – Kwame (Batı Afrika’dan güçlü bir savaşçı)
Kaslı vücudu güneşte parlıyordu. Birer birer rakiplerini kaldırıp yere vurdu. Finalde iki dev adamla aynı anda dövüştü ve ikisini de yere serdi. Halk ayağa kalkıp “Aslan! Aslan!” diye bağırdı.


Şarkılarla Yarışan Halklar

Koşular, güreşler, yüzmeler bitmiş, güneş batıya eğilmişti. Meydanda dev bir ateş yakıldı. Elçiler ve seyirciler yerlerine oturdu. Davullar sustu, yerini lirler, flütler, davulcugillerin hafif ezgileri aldı.

Khaalid elini kaldırdı:
“Şimdi, dilimizin en kıymetli hediyesi olan şarkılar konuşsun. En güzel Kemetçe söyleyen, en güzel şiir okuyan sesler yarışsın. Çünkü beden güçlüdür, ama kalbi ve aklı taşıyan dildir!”

İlk yarışmacı, Habeşistan’dan gelen genç bir kızdı. İnce sesiyle Nil’in bereketini anlatan bir şarkı söyledi. Sözler öyle melodikti ki, halkın gözlerinden yaşlar süzüldü.

İkinci yarışmacı, Batı Afrika’dan bir delikanlıydı. Kemet dilini kendi melodileriyle harmanlamış, şarkısı dalgalar gibi yükselip alçalıyordu. Elçiler birbirine bakıp şaşırdı: “Bizim dilimizi bizden daha güzel söylüyor!”

Üçüncü yarışmacı, kuzeyden gelen genç bir şairdi. Elinde papirüsle sahneye çıktı. Nil’i bir anneye benzeten dizeler okudu. Halk ayakta alkışladı.

Her şarkıcı sahneye çıktığında, kalabalık sessizleşti; çünkü yarış sadece bir yetenek gösterisi değil, bir ruh buluşması olmuştu. Kemet dilini öğrenen bu çocuklar, şarkılarla halkların kalbini birbirine dikiyor, tıpkı elçiler gibi kültür köprüleri kuruyordu.


Kazananların İlanı

Yarış bittiğinde jüri değil, halk karar verdi. Alkışlar, tezahüratlar en yüksek kimeyse, o kazandı. En güzel sesiyle Habeşli kız, en içli sözleriyle Batılı delikanlı ve şiiriyle kuzeyli genç ödüllendirildi.

Khaalid onları kürsüye çağırdı:
“Bu olimpiyat, sadece bedenin değil, dilin de olimpiyatıdır. Bugün gördük ki Kemet dili artık sadece bizim değil, hepimizin ortak mirasıdır.”

Halk uzun süre “Şarkılar! Şarkılar!” diye bağırarak meydanı çınlattı. O günden sonra olimpiyatların bir bölümü her zaman “Şarkı ve Şiir Yarışması” oldu.


Kral’ın Konuşması

Yarışmalar bittiğinde Khaalid ayağa kalktı. Halk sustu.

“Bugün gördüğümüz şey, sadece güç, hız ya da beceri değildir. Bugün gördüğümüz şey, Afrika’nın ruhudur.
Her kahramanımız, kendi ülkesinin şerefini taşıdı. Ve hepimiz birlikte, kardeşliğimizi büyüttük.

O halde bilin ki, bu olimpiyatlar sadece oyun değil, tarihin yeni bir başlangıcıdır. Bundan böyle her yıl, hangi ülkede yapılırsa yapılsın, Afrika’nın kahramanları burada doğacaktır!”

Kalabalık çığlık çığlığa ayağa kalktı. Davullar, borazanlar çalmaya başladı. Kahramanların adları yankılandı:

“Taye! Zuberi! Aluna! Mosi! Kwame!”

O günden sonra bu isimler sadece sporcu değil, destan kahramanı oldu.


Olimpiyatların Kayıt Altına Alınması

Olimpiyatların sona ermesinden günler sonra Khaalid, kâtiplerini ve bilginlerini çağırdı. Geniş bir salonun ortasına, olimpiyatlarda kullanılan oklar, at koşum takımları, güreş kemerleri ve şarkıcıların sözleri bırakılmıştı.

Khaalid derin bir nefes aldı:

“Bugün burada sadece bir yarış değil, bir milletler buluşması yaşandı. Çocuklarımız koştu, gençlerimiz güreşti, şairlerimiz dilimizi söyledi. Bunlar unutulmasın. Hepsi kayıtlar salonunda yaşasın.”

Kâtipler işe koyuldu.
– Koşu kahramanının adı büyük harflerle yazıldı. Yanına, hangi mesafeyi ne kadar sürede koştuğu kaydedildi.
– Okçunun altın okunun resmi papirüse çizildi, yanında “Hedefi tek seferde vurdu” yazısı yer aldı.
– Binici kahramanın atının tasviri işlendi, seyircilerin tezahüratları not edildi.
– Yüzücünün Nil’in sularında bıraktığı dalgalar, dalga şekilleriyle betimlendi.
– Güreşçinin hareketleri, resimlerle gösterildi.

En önemlisi, şarkı ve şiir yarışmasının eserleri titizlikle yazıya geçirildi. Habeşli kızın şarkısı, Batılı delikanlının melodisi ve kuzeyli şairin dizeleri tek tek kaydedildi. Ezgiler nota işaretlerine benzer sembollerle denendi, böylece sesin de yazıyla ölümsüzleşmesi amaçlandı.

Kayıtların başına şu sözler yazıldı:

“Bunlar sadece spor değildir. Bunlar halkların kalbinin attığı gündür. Kemet’in diliyle birleşen milletlerin şenlik günüdür.”

Rulolar tamamlanınca, bilginler onları deri kaplı sandıklara yerleştirdi. Sandıklar, Giza’daki Kayıtlar Salonu’nun taş raflarına kondu. Meşaleler ışığında taş duvarlara yansıyan gölgeler, sanki şarkıların ruhu hâlâ orada söylüyormuş gibi titreşiyordu.


Kayıtlar Salonu Açılış Günü

Giza platosunun serin sabahında, güneş ufukta altın bir çizgi çizerken, Kayıtlar Salonu’nun yeraltına inen taş merdivenleri sabah ışıklarıyla parlıyordu. Yerin altında spiral rampalarla uzanan bu yapı, Afrika’nın belleğiydi. Üstünde, okullar, medreseler ve üniversiteler yükselmiş, ilim yuvaları olarak can bulmuştu. Çöldeki kalabalıkta köylüler, tüccarlar, bilginler ve elçiler toplanmış, tarihin dönüm noktasını bekliyordu.

Çadırların gölgesinde çocuklar koşuşuyor, kadınlar zılgıt çekiyor, erkekler davullarla ritim tutuyordu. Yerin üstündeki bahçeler, aloe vera ve baobab ağaçlarıyla doluydu. Kervan çanları, Nil’in dalgalarıyla karışıyordu. Bu, bir birliğin doğuşuydu.

Kral Khaalid, beyaz keten tunikle merdivenlerin başında durdu, elinde Afrika haritasının kopyası. Ardında hocalar, kâtipler ve öğrenciler sıralanmıştı. Sesini yükseltti, taşlardan yankılandı.

“Afrika’nın halkları! Bu yeraltı salonu, taş değil, hafızamızdır. Bilgi burada korunacak, üstümüzdeki okullar ve üniversiteler onu çoğaltacak. Çocuklarımız bu bilgiyi yıldızlara taşıyacak!”

Kalabalık alkışlarla coştu. Çocuklar, yeraltı rampalarını keşfederken bir kız bağırdı: “Burası yıldızları saklıyor!” Yaşlı bir bilgin güldü: “Evet, evlat, gökyüzü burada!”

Medrese hocası İset, bir deri tomarla yaklaştı. “Efendim, bu şifalı ot çizimleri hayat kurtaracak. Ama halk, salonun ne olduğunu anlamadı mı?”

Khaalid gülümsedi. “Gösterelim, İset. Bahçelerimiz şifa, okullarımız umut oldu. Bu salon herkesin.”

Sudan’dan bir tüccar, Mali’den gelen bir haritayla öne çıktı. “Kralım, Timbuktu’da çocuklar hiyeroglif öğrendi. Bu Sahra haritası, birliğimizin yol haritası.”

Khaalid haritayı havaya kaldırdı. “Bu, yeraltı raflarında saklanacak. Çocuklarımız Sahra’yı, torunlarımız yıldızları geçecek!”

Nubia’dan bir şifacı kadın, baobab tozuyla sordu: “Bu salon sadece bilginler için mi?” Khaalid yanıtladı: “Hayır, köylüler, çocuklar, kadınlar için. Rampalardaki nişlere hikâyelerinizi kazıyacaksınız.”

Genç Zeinab, balmumu tabletle atıldı: “Amani’ye mektup yazdım, Nil’i çizdim. Bu, salona konabilir mi?” Khaalid tabletini aldı. “Elbette, Zeinab. Çocukların kelimeleri silahtan güçlü.”

Kenya elçisi Mwenye sordu: “Ya savaş gelirse, bu papirüsler nasıl korunacak?” Khaalid, “İnsanla korunacak. Her köyden nöbetçi, her okuldan öğretmen burada olacak. Birlik Konseyi bu salonu kale yapacak.”

Libya kervancısı Amsel, “Bilgiyi uzaklara nasıl taşıyacağız?” dedi. Khaalid, “Kervanlar tomar, okullar tohum taşıyacak. Afrika Cildi okyanusları, yıldızları aşacak.”

Davullar hızlandı, zılgıtlar yükseldi. Çocuklar, “Afrika bir, bilgi bir!” diye bağırdı. Hocalar papirüsleri yeraltı raflarına yerleştiriyor, bahçelerde köylüler ot suluyordu.

Güneş tepedeydi. Kayıtlar Salonu, yeraltı mahzenleri ve yer üstü okullarıyla Afrika’nın belleği olarak açıldı. Khaalid, yeraltına inip fısıldadı: “Çocuklarımız yıldızlara yürüyecek.”


Haritaların Birleşmesi

Bir süre sonra elçiler ellerinde tomarlarla geldiler. Masaların üzerine serilen haritalar, bir nehrin dalları gibi birbirine eklenmeye başladı. Sudanlı kervancılar dağ geçitlerini gösterdi, Etiyopyalı yolcular yeni köyleri işaretledi. Her kabileden bir ayrıntı geldi; kimi maden yataklarını, kimi ticaret yollarını ekledi. Fil sürülerinden, aslan sürülerine, bataklıklardan, ormanlara, dev yılanlardan, timsah dolu nehirlere kadar her ayrıntı işaretlenmişti.

Dokuz parça nihayet birleştiğinde ortaya devasa bir bütün çıktı: Afrika Büyük Haritası. Odanın ortasında asılı duran harita öyle görkemliydi ki, onu gören herkes derin bir sessizliğe büründü.

Altına altın mürekkeple şu sözler yazıldı:

“Yol bilmeyen kaybolur; yol çizen birleşir.”

Haritanın kopyaları hazırlanıp elçiler aracılığıyla diğer krallara gönderildi. İlk kez halklar kendi kıtalarının büyüklüğünü, zenginliğini gözleriyle gördü.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Afrika Olimpiyatları çok eğlenceliymiş! Khaalid neden böyle bir yarış düzenledi? Sadece eğlenmek için mi?"

Ferid-7:

"Naima, Khaalid olimpiyatları sadece eğlence için düzenlemedi. Yarışlar, farklı halkları bir araya getirdi ve birbirlerini anlamalarını sağladı. Koşarken, güreşirken ya da şarkı söylerken herkes dost oldu."

Naïma:

"Peki, neden kadınlar da yarıştı? O zamanlar kadınlar yarışmaz sanıyordum."

Ferid-7:

"Güzel soru! Khaalid, herkesin eşit olduğunu göstermek istedi. Aluna gibi kadın biniciler, gücü ve cesaretiyle herkesi etkiledi. Bu, olimpiyatların sadece erkeklere değil, tüm halka ait olduğunu gösterdi."

Naïma:

"Peki, şarkı ve şiir yarışması neden vardı? Onlar da mı spor gibiydi?"

Ferid-7:

"Şarkı ve şiir yarışmaları, kalbin ve aklın sporuydu, Naima. Khaalid, bedenin gücü kadar ruhun ve dilin gücünün de önemli olduğunu biliyordu. Habeşli kızın şarkısı, halkların kalplerini birleştirdi."

Naïma:

"Peki, Kayıtlar Salonu’nun açılışında çocuklar neden bu kadar heyecanlıydı?"

Ferid-7:

"Çocuklar, Kayıtlar Salonu’nun sadece bir bina olmadığını hissetti. Orası, onların hikayelerinin, şarkılarının, hayallerinin yaşayacağı bir yerdi. Zeinab’ın mektubu bile oraya kondu!" 



33. Bölüm – Krallar Toplantısı - Afrika Birliği’nin Doğuşu (M.Ö. 4963)

İkinci Afrika Olimpiyatları

Giza’nın geniş ovalarında, Nil’in kıyısında, ikinci Afrika Olimpiyatları için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bir yıl önce Sudan’ın savanlarında yankılanan coşku, şimdi Kemet’in çölüne taşınmıştı. Ahşap tribünler, renkli kumaşlarla süslenmiş, kabile bayraklarıyla dalgalanıyordu. Güneş, altın ışıklarını alana dökerken, on binlerce insan; köylüler, tüccarlar, elçiler ve krallar Nil’in kıyısını doldurmuştu. Hava, davul ritimleri, zılgıtlar ve kervan çanlarıyla doluydu. Bu, sadece bir yarış değil, Afrika’nın birleşik ruhunun şöleniydi.

Alan, Masai’nin kırmızı kalkanları, San’ın boyalı taşları ve Khoi’nin tüy süslemeleriyle renklenmişti. Kadın sporcular, ilk kez bu kadar kalabalık bir şekilde sahnedeydi; tunikleri rüzgârda dalgalanırken, alkışlar gökyüzünü çınlatıyordu. Koşucular, tozu dumana katarak yarışıyor, Sudanlı yüzücüler Nil’in serin sularında kulaç atıyordu. Masai, San ve Khoi dansçıları, davul ritimleriyle hikâyelerini anlatıyor; her adım, atalarının ruhunu çağırıyordu.

Olimpiyatları izlemeye önemli misafirler de gelmişti. Kral Khaalid, yüksek bir platformda, yanında Naïma ile kalabalığı izliyordu. Sudan Kralı Taharka, Kenya Kralı Mwenye, Nubia Kralı Shabaka ve Libya Kralı Amsel, maiyetleriyle birlikte en ön sıradaydı. Bu yıl ilk kez krallar katıldığı için, izleyiciler daha kalabalık gelmişti; yanlarında bilginler, şairler ve genç sporcular vardı. Khaalid, gözlerini alandan ayırmadan kraliçe Ayla'ya fısıldadı.

“Bak, Ayla. Bu sadece yarış değil; halklarımızın kalbi burada atıyor.”

Ayla gülümsedi. “Ve kadınlar… Onlar bu şenliğin yıldızları.”

Açılış töreni başladı. Masai dansçıları, uzun mızraklarıyla yere vurarak bir savaş dansı sundu. San kabilesinden bir kadın, boyalı taşlarla çöldeki av hikâyesini anlattı. Khoi’den genç bir dansçı, flüt eşliğinde toprağın duasını canlandırdı. Kalabalık, nefesini tutmuş izliyordu. Ardından şairler sahneye çıktı. Genç bir Habeşli şair, Kemet dilinde destan okudu, sesi çöldeki rüzgâr gibi yayıldı.

"Afrika’nın sesi bir gün birleşecek,
Her kalpte aynı şarkı yankılanacak.
Kum fırtınasında kaybolan izler,
Yağmurla silinip yeniden yazılacak.

Ağaçların gölgesinde çocuklar gülecek,
Davullar barış için çalacak.
Kabileler, şehirler, diller bir olacak,
Her kalpte aynı şarkı yankılanacak."

Şarkıcılar, Kemet dilinde ezgiler söyledi; her nota, kalabalığın yüreğine işledi. Bir Batı Afrikalı delikanlı, kendi kabile melodisini Kemet sözleriyle harmanladı. Sudan Kralı Taharka, yanındaki bilginine fısıldadı.

“Bu çocuk, bizim dilimizi bizden güzel söylüyor!”

Yarışlar başladı. Koşucular, kumda fırtına gibi yarıştı. Etiyopyalı Taye, bir kez daha rüzgâr gibi geçti, bitişte yere yığılırken kalabalık “Rüzgârın oğlu!” diye bağırdı. Nil’de yüzücüler kulaç atarken, Sudanlı Mosi, timsah gibi süzüldü ve alkışlarla kıyıya çıktı. Kadın okçular arasında Nubyalı bir genç kız, Zuberi’nin izinde, hedefi tam ortasından vurdu. Kalabalık, “Afrika’nın kartalı!” diye haykırdı.

At yarışları, alanı toz bulutuna boğdu. Masai binicisi, siyah atıyla öne geçti, ama son anda Nubyalı Aluna, kadın binici olarak rakiplerini solladı. Tribünler zılgıtlarla inledi. Güreş alanında, Batı Afrikalı Kwame, dev gibi rakiplerini yere serdi; kalabalık, “Aslan!” diye bağırdı.

Güneş batarken, şarkı yarışması başladı. Habeşli bir kız, Nil’in bereketini anlatan bir ezgiyle kalabalığı ağlattı. Kenya’dan bir delikanlı, aşk şiirini okurken tribünler sessizleşti. Khaalid, ayağa kalkarak konuştu.

“Bu olimpiyatlar, sadece bedenin değil, ruhun zaferidir. Afrika, burada tek bir şarkı oluyor!”

Yarışlar sona erdiğinde, Khaalid kahramanlara altın kolyeler ve inciler sundu. Sporcular omuzlarda taşındı, davullar çaldı. Kalabalık, “Afrika bir!” diye haykırıyordu.


Kralların Toplantısı

Olimpiyatların coşkusu Nil’in sularında yankılanırken, Kemet’in geniş ovalarında yeni bir umut filizleniyordu. Olimpiyatların ertesi günü, Kayıtlar Salonu’nun yeraltı mahzeninde krallar toplandı. Bu masa, Afrika’nın geleceğinin şekilleneceği bir arena, kralların kalplerini birleştireceği bir ocaktı. Olimpiyatlar halkları yakınlaştırmıştı; şimdi sıra, bu yakınlığı kalıcı bir birliğe dönüştürmekteydi.

Yuvarlak masa eşitliğin simgesi olarak tasarlanmıştı. Hiçbir kral diğerinden yüksekte oturmayacaktı; tahtlar yerine yastıklı minderler dizilmişti. Etrafında Sudan, Kenya, Nubia ve Libya kralları, maiyetleriyle birlikte yerleşmişti. Sudan Kralı Taharka, siyah derili, güçlü bir adam, yanında savaşçıları ve bilginleriyle gelmişti. Kenya Kralı Mwenye, uzun boylu ve zarif, Masai savaşçılarının renkli kalkanlarıyla çevriliydi. Nubia Kralı Shabaka, peleriniyle, eski dostu Khaalid’e gülümseyerek oturmuştu. Libya Kralı Amsel ise çölün sert rüzgârlarını yüzünde taşıyan bir adam olarak, yanında deve kervancılarının tozlu haritalarıyla yerini almıştı.

Khaalid, ev sahibi olarak ayağa kalktı. Haritasını masaya serdi ve söze başladı.

“Afrika’nın yiğit kralları, kardeşlerim! Olimpiyatlarımız bize gösterdi ki gücümüz yarışta değil, birliktedir. Afrika’nın gücü parçalanmış değil, birleşmiş olmalıdır. Birbirimize düşman değil, kardeş olursak ticaretimiz çoğalır, ilmimiz yayılır, şarkımız gökleri inletir. Düşünün: Nil’in bereketi Sudan’a akar, Kenya’nın ormanları Libya’nın çöllerini yeşillendirir, Nubia’nın altınları hepimizi zengin eder. Ama ayrı durursak, rüzgâr bizi kum gibi savurur.”

Hava, tütsü kokusu ve davul ritimleriyle doluydu. Maiyetler, efendilerini sessizce izliyor, her kelimenin ağırlığını hissediyordu. Üzerinde sade bir keten giysi vardı, ama gözlerinde Afrika’nın tüm nehirlerini taşıyan bir ateş parlıyordu. Derin bir nefes aldı ve sesini yükseltti.

“Kardeşlerim, olimpiyatlarımız birliğimizi gösterdi. Şimdi Afrika Birliği’ni kuralım. Ticaret yollarımız ortak olsun, okullarımız her köyde yükselsin, çocuklarımız aynı takvimi saysın, aynı harfleri okusun.” 

Çadırda bir uğultu yükseldi. Maiyetler fısıldıyor, krallar birbirlerine bakıyordu. Kenya Kralı Mwenye, kaşlarını çatarak öne eğildi. Sesinde Masai savaşçılarının gururu vardı, sert ama merak doluydu.

“Güzel söylüyorsun, Khaalid. Ama bu birlik nasıl işleyecek? Hangi söz ağır basacak? Benim kabilelerim özgürlüğüne düşkün; bir konsey mi kuracağız, yoksa bir kral mı hükmedecek? Eğer Kemet’in sözü üstün gelirse, biz sadece gölge mi olacağız?”

Khaalid gülümsedi, elini masaya koyarak yanıt verdi. Sanki bir hikâye anlatır gibi konuşuyordu, çünkü kralların hikâyelerle ikna olduğunu biliyordu.

“Hayır, Mwenye kardeşim. Bu birlik, bir kralın tahtı olmayacak; bir konsey olacak. Her ülkenin temsilcisi eşit oturacak, tıpkı bu masada olduğu gibi. Kararlar oy ile alınacak, hiçbir kral diğerinin üstünde olmayacak. Düşünün: Ticaret yollarımızda kervanlar serbest dolaşacak, vergi yerine paylaşım olacak. Okullarımızda çocuklar hem Nil’in hiyerogliflerini hem Kenya’nın şarkılarını öğrenecek. Bu, zayıflık değil, güç katacak.”

Sudan Kralı Taharka, sakalını sıvazlayarak söz aldı. Sesinde çölün derin bilgeliği vardı, yılların getirdiği bir ihtiyatla konuşuyordu.

“Doğru diyorsun, Khaalid. Ama ya anlaşmazlıklar? Nehirlerimiz aynı suyu paylaşırsa, kuraklıkta kim önce içecek? İlim paylaşımı güzel, ama sırlarımız çalınırsa ne olacak? Olimpiyatlar dostluğu gösterdi, ama barış her zaman zafer kadar kolay değildir.”

Çadırda sessizlik çöktü. Maiyetler, efendilerinin sözlerini tartıyordu. Nubia Kralı Shabaka, eski bir dost olarak Khaalid’e destek verdi. Gözlerinde teras inşaatlarının anısı parlıyordu.

“Taharka, korkularını anlıyorum. Ama hatırlayın: Nubia’da teraslar kurduk, suyumuzu paylaştık ve bereket çoğaldı. Bu birlik, sırları çalmak için değil, çoğaltmak için. Ortak bir takvim yapalım; mevsimleri hepimiz aynı şekilde sayalım, hasatlarımızı birlikte planlayalım. Okullar yaygınlaşsın; her köyde bir öğretmen olsun, çocuklar hem savaşçı hem bilgin olsun. Ticaret yollarını koruyalım, haydutları birlikte kovalım. Bu, zayıflık değil, kalkan olur.”

Libya Kralı Amsel, sert bakışlarını yumuşatarak söz aldı. Sesinde çölün yalnızlığı vardı, güvensiz ama umut arayan bir tonda konuşuyordu.

“Peki, gücümüz paylaşılırsa zayıflamaz mıyız? Benim kabilelerim çölde özgür yaşar; bir konsey emriyle mi hareket edeceğiz? Eğer bir savaş gelirse, kim orduları yönetecek?”

Khaalid bu soruyu bekliyordu. Yavaşça ayağa kalktı ve gezginden aldığı büyük Afrika haritasını masaya serdi. Parmaklarını haritada gezdirerek, açıklayıcı bir şekilde anlattı.

“Amsel kardeşim, güç paylaşmakla azalmaz, çoğalır. Düşünün: Birlik Konseyi’nde her kralın bir oyu olacak. Savaşta mı? Ortak bir ordu kurmayalım, ama yardımlaşalım; Libya’ya saldırı olursa, Nil’in askerleri koşar. Ticaret yollarımızda tuzunuz Nil’e akar, altınımız çöle iner. Güç, kılıçta değil, bağda. Eğer zayıflarsak, dış düşmanlar bizi tek tek ezer; birleşirsek, dağ gibi dururuz.”

Saatler geçti, meşaleler yakıldı. Maiyetler efendilerine fısıldadı; bazıları endişeli, bazıları heyecanlıydı. Kenya Kralı Mwenye bir an sustu, sonra elini masaya vurarak konuştu.

“Peki ya geleneklerimiz? Masai savaşçılarım danslarını bırakmaz; Kenya’nın orman ruhları unutulmaz. Bu birlik, bizi aynılaştırmasın.”

Khaalid başını salladı, anlayışla yanıt verdi.

“Geleneklerimizi silmek için değil, korumak için birliğiz. Konsey’de her kral kendi halkının sesi olacak. Ortak takvim, bayramlarımızı birleştirecek; Olimpiyatlarımız gibi, her yıl kutlayalım. Okullarımızda çocuklar hem hiyeroglif hem Masai dansı öğrenecek. Bu, zenginlik katacak, yoksulluk değil.”

Nubia Kralı Shabaka araya girdi, destekleyici bir tonda konuşarak.

“Doğru. Nubia’da gördük: Teraslar toprağımızı kurtardı, ama geleneklerimiz hâlâ yaşıyor. Bu konsey, zayıfları korur, güçlüleri büyütür. Ticaret yolları düzenlensin; haydutlar azalsın, kervanlar çoğalsın.”

Sudan Kralı Taharka sonunda gülümsedi. Sesinde kararlılık vardı.

“Kabul ediyorum. Ama konseyde eşitlik şart. Her yıl dönüşümlü başkanlık olsun, hiç kimse üstün olmasın.”

Libya Kralı Amsel başını salladı.

“Evet. Savaşta yardımlaşma, barışta paylaşma. Gücümüz birleşsin.”

Çadırda alkışlar yükseldi. Maiyetler efendilerini kutladı. Khaalid ayağa kalkarak ilan etti:

“Karar verildi! Afrika Birliği Konseyi kurulacak. Her ülkenin temsilcisi eşit oturacak. Ticaret yolları düzenlenecek, ortak takvim hazırlanacak, okullar yaygınlaştırılacak. Bu, Afrika’nın yeni şafağı olsun!”

Toplantı sona ererken krallar birbirlerinin ellerini sıktı. Çadırın dışında davullar çaldı, birliğin ritmini duyuruyordu.

Naïma, simülasyonda bu anı izlerken Ferid-7’ye fısıldadı:
“Diyalogun gücü bu. Savaş yerine söz, düşmanlık yerine kardeşlik.”

Afrika, artık parçalanmış bir kıta değil, birleşik bir rüya olmuştu.

Krallar Meclisinde Anlatılan Masal

Toplantı sırasında söz alan bilge bir kral, meclise öğüt vermek için ayağa kalktı ve dedi ki:

“Ey krallar, ey halkın seçilmişleri! Tarih boyunca nice ormanlar, nice şehirler gördüm. Size bir ibret hikâyesi anlatayım…”

"Bir zamanlar kocaman bir orman varmış.
Ormanda kuşlar, tavşanlar, ceylanlar ve tilkiler hep beraber yaşarmış.

Ormanın düzenini koruyan güçlü bir Kral Aslan varmış.

Bir gece, Kral Aslan’ın adamları birkaç yavru tavşanı yatağından kaldırmış. Onlara şöyle demişler:

“Canavarlar ormana geliyor! Onları korkutup kaçırmanız lazım. Gürültü yapın, bağırın, koşun!”

Yavru tavşanlar korkudan ne yapacaklarını bilememiş.

İnanmışlar ve bütün gece bağırıp çağırmışlar.
Ama ortada hiç canavar yokmuş…

Sabah olduğunda orman halkı bu gürültüyü duymuş.

Kral Aslan hemen çıkıp şöyle demiş: 

“Bakın! Tavşanlar isyan etti! Ormanımızı yakacaklardı!”

Sonra sadece yavru tavşanlar değil, ormandaki bütün tavşanlar suçlanmış.

Kimisi o gece derin uykudaydı,
kimisi başka ormandaydı,
kimisi ise hiçbir şeyden habersizdi.
Ama hepsi “suçlu” ilan edilmiş.

Tavşan avına ormandaki bütün hayvanlar katılmış. Bazı tavşanlar bile tavşan olmadığını söyleyerek komşunu, arkadaşını, annesini, babasını, eşini, kardeşini, çocuğunu krala ihbar ederek, krala biat etmiş, oh iyi oldu az bile yapıldı demiş.

Ormanın yedi kat derinliğindeki Selymbria hapishanesi hamile ve bebek tavşanlarla dolmuş.

Bazı tavşanlar, zulümden kurtulmak için ormanın sınırını aşmaya çalışmış.

Bir büyük nehir varmış: Hebros Irmağı.
Tavşanlar nehrin kıyısına gelip zıplamışlar, karşıya geçmek istemişler.
Ama nehir çok güçlüymüş.
Küçük yavruların bazıları suyun akıntısına kapılıp boğulmuş.
Kimilerini ise karşı kıyıda bekleyen avcılar vurmuş.
Kaçmayı başaranlar da olmuş ama kalpleri hep yaralı kalmış.
Çünkü arkalarında vatan bildikleri ormanları ve geride kalan sevdikleri varmış.

Orman halkı çok üzülmüş.

Bazıları korkudan sesini çıkaramamış,
bazıları ise içten içe şöyle fısıldamış:

“Suç kişiye aittir. Bir yavrunun yaptığını bütün tavşanlara yüklemek doğru değildir.”

Yıllar geçmiş.

Kral Aslan yaşlanmış ve ölmüş.
Onun adamlarından bazıları vicdan azabına dayanamamış.
Bir gün çıkıp şöyle demişler:

“O geceki planı aslında Kral Aslan kurdu. Yavru tavşanlar sadece kandırıldı. Asıl amaç, bütün tavşanları suçlu gösterip güç toplamaktı.”

Ve orman halkı sonunda gerçeği öğrenmiş.

Tavşanlara yapılan haksızlık dilden dile anlatılmış.
Kral Aslan ise sonsuza kadar lanetle anılmış.

Bilge kral sözünü tamamladı ve ekledi:

“Ve biliniz ki sonunda o aslan öldü, ama geriye zulmü kaldı. Gerçekten masum olan tavşanlara yapılan zulüm, ne nehirde boğulanları ne de ormanda haksız yere suçlananları unutturmadı. Adalet gecikti ama hakikat saklanamadı.

Halk ise şu öğüdü nesiller boyu aktardı:

‘Adalet bazen gecikir, ama sonunda hakikat ortaya çıkar.

Suç bireyseldir, bütün bir topluluğa yüklenemez.’

Çadır sessizleşti. Krallar, başlarını ağır ağır salladı.

O an herkes biliyordu: Adalet olmadan birlik kurulamaz.


Afrika Birliği Konseyi Kuruluş Beyannamesi

Amaç

Afrika’nın halklarını ticaret, ilim ve dostlukla birleştirmek; savaş yerine barışı, ayrılık yerine kardeşliği yüceltmek.

İlkeler

  1. Eşitlik: Her ülke, Konsey’de eşit oya sahiptir. Hiçbir kral diğerinin üstünde değildir.

  2. Paylaşım: Ticaret yolları düzenlenecek, vergi yerine paylaşım esas alınacaktır.

  3. İlim: Her köyde okullar kurulacak; çocuklar hiyeroglif, dans ve yerel diller öğrenecektir.

  4. Kardeşlik: Savaşta yardımlaşma, barışta dayanışma sağlanacaktır.

Kararlar

  • Birlik Konseyi: Her ülkenin temsilcisi, eşit oy hakkıyla Konsey’de yer alır. Başkanlık her yıl dönüşümlü olur.

  • Ortak Takvim: Mevsimler ve bayramlar için ortak bir takvim hazırlanır.

  • Ticaret Yolları: Kervan yolları düzenlenir, haydutluk önlenir.

  • Okullar: Her ülkede yazı, tarım ve sanat öğreten okullar yaygınlaştırılır.

  • Barış Konseyi: Anlaşmazlıkları çözmek için düzenli toplantılar yapılır.

İmzacılar

  • Kemet Kralı Khaalid

  • Sudan Kralı Taharka

  • Kenya Kralı Mwenye

  • Nubia Kralı Shabaka

  • Libya Kralı Amsel

Tarih: Nil’in taşkın mevsimi, Olimpiyatların ikinci yılında.


Ortak Alfabe

Kayıtlar Salonu’nda bilginler toplanıp yeni bir alfabe için çalışmaya başladılar. Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi sembolleri ve Mali yazıtları birleştirildi. Ortak dil, ortak yoldu artık.

Bir bilgin şöyle dedi:

“Alfabe, yalnızca harf değildir; halkları birbirine bağlayan köprüdür.”


Yeni Elçiler ve Afrika Birliği’nin Resmi Önerisi

Giza’nın sabah serinliğinde, Kayıtlar Salonu’nun yeraltı mahzenlerinden yükselen tütsü kokuları, Nil’in dalgalarıyla karışıyordu. Yerin üstünde, medreseler ve üniversiteler öğrencilerin sesleriyle canlanmıştı. Khaalid, spiral rampaların başında durmuş, yağ lambası ışığında Afrika haritasını inceliyordu. Olimpiyatların coşkusu birliği ateşlemiş, kralların toplantısı umudu yeşertmişti. Şimdi sıra, bu umudu tüm kıtaya yaymaktaydı. Khaalid, yeni bir elçi dalgasını göndermeye karar verdi. Görevleri, Afrika Birliği’ni resmi bir öneriye dönüştürmek ve toplantıya katılmayan kralları ikna etmekti. Her ülkenin temsilcisi, Birlik Konseyi’nde yer alacak; ticaret yolları düzenlenecek, okullar yaygınlaşacak, ortak bir takvim ve alfabe oluşturulacaktı.

Kayıtlar Salonu’nun girişinde, genç elçiler toplandı. Her biri, farklı kabilelerden seçilmişti: Etiyopya’dan bir şair, Mali’den bir kervancı, Senegal’den bir balıkçı, San’dan bir avcı. Khaalid, elçilere seslendi, sesi taş duvarlarda yankılandı.

“Afrika’nın evlatları! Sizler, birliğin sözcülerisiniz. Gideceğiniz her krallıkta, Birlik Konseyi’nin hayalini anlatacaksınız. Ticaret yollarımız kervanlarla dolsun, okullarımız çocuklarla canlansın, alfabemiz dillerimizi birleştirsin. Kralları ikna edin; çünkü Afrika, ancak birlikte yükselir.”

Etiyopyalı şair Aklilu, elinde papirüsle öne çıktı. “Kralım, şiirlerimle kralların kalbini kazanırım. Ama ya bizi dinlemezlerse?”

Khaalid gülümsedi. “Aklilu, şiirlerin Nil gibi akar. Onlara birliği değil, bir rüyayı anlat. Birlik, kabileleri silmez; onları bir bahçede çiçek gibi yan yana getirir.”

Mali’den kervancı Fatou, deri haritasını tutarak sordu. “Ticaret yolları dediniz. Ama Sahra’da haydutlar var. Krallar, mallarını nasıl güvenecek?”

Khaalid, haritayı işaret etti. “Fatou, Birlik Konseyi yolları koruyacak. Her kral, nöbetçiler gönderecek; haydutlar değil, kervanlar kazanacak.”

Senegalli balıkçı Moustapha, ağlarını omzunda taşıyarak söz aldı. “Denizlerimiz zengin, ama komşu krallar paylaşmaz. Birlik, bizi nasıl barıştıracak?”

Khaalid yanıtladı. “Birlik Konseyi, suları paylaştıracak. Balıkçılar, tüccarlar, çiftçiler eşit olacak. Ortak takvimimiz, hasat ve balık mevsimlerini düzenleyecek.”

San kabilesinden avcı Khwe, okunu havaya kaldırdı. “Kabilem özgürdür. Alfabeniz, ruhumuzu zincirlemeyecek mi?”

Khaalid, Khwe’ye yaklaştı. “Hayır, dostum. Ortak alfabe, Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi’nin sembolleri ve Mali’nin yazıtlarını birleştirecek. Her kabile, kendi hikâyesini yazacak; ama hepimiz aynı dili okuyacağız.”

Elçiler, Khaalid’in sözleriyle coştu. Her biri, bir deri tomar, bir tohum kesesi ve bir Kemet madalyonu aldı. Khaalid, son kez seslendi. “Gidin, Afrika’nın rüyasını taşıyın. Krallar sizi dinleyecek, çünkü halklarınız zaten birleşti.”


Elçilerin Yolculuğu

Elçiler, kervanlarla, teknelerle ve yaya olarak yola çıktı. Aklilu, Songhai Krallığı’na ulaştı. Kral Askia, tahtında, altın işlemeli bir pelerinle oturuyordu. Aklilu, bir şiirle söz aldı.

“Songhai’nin altın nehirleri, Nil’le birleşsin. Birlik Konseyi, zenginliğinizi çoğaltsın. Okullarınız, çocuklarınıza yıldızları öğretsin.”

Askia kaşlarını çattı. “Birlik, tahtımı gölgeler mi?”

Aklilu gülümsedi. “Hayır, kralım. Konsey’de eşit oyunuz olacak. Ticaret yollarınız Sahra’yı aşacak, okullarınız bilgiyi çoğaltacak.”

Askia, düşünceli, başını salladı. “Şiirin güzel. Konsey’e bir elçi yollarım.”

Fatou, Büyük Zimbabwe’ye ulaştı. Kral Mutapa, taş sarayında haritaları inceliyordu. Fatou, Sahra haritasını açtı. “Kralım, bu yollar sizin altınınızı Nil’e taşır. Birlik, haydutları durdurur, kervanları özgür kılar.”

Mutapa sordu. “Peki, özgürlüğümüz? Kabilelerim kendi kurallarına uyar.”

Fatou yanıtladı. “Birlik, kuralları değiştirmez; güçlendirir. Ortak alfabe, ticaret anlaşmalarını yazacak. Çocuklarınız, hem Zimbabwe taşlarını hem Kemet hiyerogliflerini öğrenecek.”

Mutapa elini uzattı. “Konsey’e katılırız.”

Moustapha, Gana Krallığı’na vardı. Kral Osei, balıkçı köyünde, ağlarla çevriliydi. Moustapha, “Denizlerimiz birleşirse, balığımız çoğalır. Ortak takvim, hasat ve balık mevsimlerini düzenler.”

Osei şüpheyle sordu. “Kemet, balığımızı alır mı?

Moustapha güldü. “Hayır, kralım. Birlik, paylaşımı öğretir. Konsey’de oyunuz eşit olacak.”

Osei başını salladı. “Bir elçi gönderirim.”

Khwe, Khoi topraklarında kendi halkını topladı. Lider Nama, ateş başında dinledi. Khwe, “Ortak alfabe, hikâyelerimizi korur. Kayıtlar Salonu’nda sembollerimiz yaşar.”

Nama sordu. “Peki, özgürlüğümüz?”

Khwe yanıtladı. “Birlik, zincirlemez değil, kalkan olur. Savaşta yardımlaşırız, barışta paylaşırız.”

Nama ateşten bir dal aldı. “Konsey’e katılacağız.”


Birlik Konseyi’nin İlk Adımı

Elçiler, bir ay sonra Kayıtlar Salonu’na döndü. Yeraltı mahzeninde, Khaalid kralların elçilerini ağırladı. Ortak alfabe için bir atölye kuruldu. Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi’nin geometrik sembolleri ve Mali’nin yazıtları, balmumu tabletlerde birleştirildi. Bir bilgin, ilk cümleyi yazdı.

Khaalid, elçilere baktı. “Bu alfabe, kalplerimizi yazacak. Konsey, ticaret yollarını açacak, okulları çoğaltacak. Gelecek, çocuklarımızın ellerinde.”

Kraliçe Ayla, fısıldadı. “Khaalid, bir alfabeyle kıtayı birleştirdin.”


Zeinabamani ne demek?

O sırada, küçük bir mucize daha yaşanıyordu. Kemetli Zeinab ile Kenyalı Amani’nin mektupları yüzlerce çocuğa ulaşmış, bir hareket doğmuştu: Zeinabamani. Mektup arkadaşlığı demekti. Binlerce çocuğun artık çok uzaklarda mektup arkadaşı vardı. Birbirine anılarını, hayallerini, hikâyelerini, oyunlarını paylaşmaya başladılar. Mektuplar kayıt salonunun panolarına asılıyor, herkes bu masum dostluğun büyüsünü görüyordu.


Çocuk Meclisi

Bir gün, Kayıtlar Salonu’nun okuma odasında çocuklar toplandı. Onlar bir masa etrafında kendiliğinden toplanmışlardı.

Söz alan küçük bir kız bağırdı:

“Her yer taşla kaplanıyor, ağaçlarımız kayboluyor! Neden?”

Başka biri öne çıktı:

“Öğretmenler bize dayak atıyor, bu eğitim değil! Biz hayal gücümüzle öğrenmek istiyoruz!”

Bir çocuk gözyaşlarıyla ekledi:

“Sokak kedileri aç, onlara da sahip çıkılsın!”

Bir başkası neşeyle haykırdı:

“Oyuncaklarımızı paylaşalım, oyuncak ortaklığı kuralım!”

Hep bir ağızdan:

“Okullarda yemek verilsin!”

Aldıkları kararı tablete yazıp kralın önüne çıktılar. Khaalid onları dinledi, yüzünde derin bir gülümseme belirdi.

“Büyüklerin bilgelik taşları vardır, ama çocukların kalbinde geleceğin ateşi yanar. Eleştirileri kabul ediyorum ve aldıkları kararı onaylıyorum. Bundan sonra her karar, Çocuk Meclisi’nin bilgisine ve onayına sunulacak.”

Çocuklar sevinçle alkışladı. Tarihte ilk kez bir Çocuk Meclisi açıldı, ilk kez, çocukların sesi resmi olarak duyuluyordu.


Geleceğin Yöneticileri

Kayıtlar Salonu’nun kubbesi altında o gün hem kralların, hem de çocukların sesleri yankılandı. Bilginler kitaplar kopyaladı, sporcular çalıştı, şairler destanlar yazdı.

Ve Afrika’nın tarihi yeni bir yola girdi:
Birlik, ilim ve çocukların sesiyle yazılan bir tarih.

...

Naïma & Ferid-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Naïma:

"Bu olimpiyatlar çok muhteşemdi! Herkesin dans etmesi, şarkı söylemesi… Neden Khaalid ikinci bir olimpiyat düzenledi?"

Ferid-7:

"Naima, Khaalid olimpiyatları her sene tekrar düzenlemeye devam etti, çünkü bu yarışlar sadece spor değildi. Halkları bir araya getirdi, dostlukları güçlendirdi. Danslar, şarkılar ve yarışlar, Afrika’nın tek bir kalp gibi atmasını sağladı."

Naïma:

"Peki, neden krallar toplantı yaptı? Sadece yarışları izlemek için mi geldiler?"

Ferid-7:

"Hayır, Naima, krallar birliği konuşmak için toplandı. Khaalid, Afrika Birliği’ni kurarak ticaretin, ilmin ve barışın yayılmasını istedi. Olimpiyatlar, bu birliğin ruhunu gösterdi."

Naïma:

"Peki, ortak alfabe neden bu kadar önemliymiş? Herkes kendi yazısını kullansa olmaz mı?"

Ferid-7:

"Ortak alfabe, halkları birleştiren bir köprüydü. Kemet’in hiyeroglifleri, Khoi’nin sembolleri ve Mali’nin yazıtları birleşti. Böylece herkes birbirinin hikayesini okuyabildi." 

Naïma:

"Peki, Çocuk Meclisi neydi? Çocuklar niye toplandı?"

Ferid-7:

"Çocuk Meclisi, çocukların sesini duyurmak için kuruldu! Ağaçları, kedileri ve okulları korumak istediler. Khaalid, onların fikirlerini ciddiye aldı, çünkü gelecek bir gün çocuklara emanet edilecek." 

Naïma:

"Peki, Afrika Birliği ne yapacak şimdi? Daha çok olimpiyat mı olacak?"

Ferid-7:

"Evet, Naima, daha çok olimpiyat olacak! Ama Birlik, ticaret yollarını düzenleyecek, okulları çoğaltacak, barışı koruyacak, bilimsel keşifler ve yeni buluşlar artacak. Belki bir sonraki bölümde yeni maceralar duyarız."


DİYALOĞUN GÜCÜ (M.S. 8000)

Otomutfaktan gelen, mis gibi kokular odayı sarmıştı. Nalan, mutfaktan seslendi: "Naïma, canım, yemek hazır! Hadi gel artık!"

Odasında koltukta, Ferid-7'nin yanında oturan Naïma, leopar robotuna dönerek gülümsedi. "Annem bizi yemeğe çağırıyor."

Ferid-7, şakayla takıldı: "Bizi mi? Sadece seni çağırdı bence."

Naïma kıkırdayarak ayağa kalktı, annesine seslendi:

"Ferid-7 de benimle gelecek, o benim en yakın arkadaşım."

Robot, amber rengi gözleriyle Naïma'ya baktı. "Anlaşıldı. Yemek zamanı. 'Diyalog' için harika bir fırsat."

Ferid-7'nin metalik ayakları sessizce hareket etti ve Naïma'nın peşinden mutfağa doğru ilerledi. Mutfağın eşiğinde duran Nalan, robotu görünce gülümsedi ve "Gelin bakalım," diyerek onlara kapıyı açtı.

Annesi Nalan ile Babası Okan yemek masasına oturmuşlar otomutfağın yemeği servis etmesini bekliyordu.

Annesi: "Tam zamanında geldin kızım son 10 saniye" dedi. Naïma oturur oturmaz önüne yemeklerle dolu tabaklar dizildi.

Naïma'nın annesi, küçük kızına dönerek “Robot bugün odanda sana ne tür yeni öyküler anlattı acaba?” diye sordu. Okan ise eşinin söylediklerini desteklercesine, “Gerçekten çok merak ediyorum Naïma,” diyerek ona katıldı.

Naïma, yemekten bir kaç kaşık aldıktan sonra anne ve babasına gülümseyerek heyecanla konuşmaya başladı.

"Sen haklıymışsın, baba," dedi Naima. "Savaşsız da oluyormuş."

"Haklı mıydım?" diye sordu Okan, merakla.

"Evet, baba," diye cevap verdi Naïma, coşkuyla. "Hatırlıyor musun, o korkunç savaşı anlatmıştım? Savaşçılar oklarla vurulmuş, timsahlar onları yemiş, kumun altındaki kazıklara düşmüşlerdi..."

Naïma'nın sesi o anları hatırlarken biraz alçaldı. "Çığlıkları hâlâ kulaklarımda demiştim. Sen de bana 'Savaşmak yerine diyalog yolunu seçselerdi daha iyi olurdu' demiştin. Ben de 'Diyalog nedir ki?' diye sormuştum."

Naïma, kollarını babasının boynuna dolayarak, "Söylemek istediklerinin hepsini tamamen öğrendim. Senin haklı olduğunu Ferid-7 ile kanıtladık, baba!" dedi. "Ben, robotumdan simülasyonu baştan başlatmasını ve Khaalid'in bu sefer savaşmak yerine konuşmasını istedim. Ve biliyor musun, simülasyonda sihirli bir şekilde her şey değişti. Khaalid, Nubia ve Libya'nın krallarıyla savaşmadı, kayaları yuvarlamadı ya da timsahlara yem etmedi. Aksine, onlarla oturdu, konuştu ve Nil'in bereketini nasıl paylaşacaklarını anlattı."

Nalan da duygulanmıştı. "Peki bu hikayeyi değişmiş haliyle tekrar anlatır mısın. Sonra ne oldu canım?" diye sordu.

"Robot, bana bir zamanlar Mısır'da yaşayan Kral Khaalid'i anlattı. O, savaşmak yerine konuşmayı seçen çok akıllı bir kralmış. Hikâye, Nil Nehri'nin kenarında başlıyor. Khaalid, tarlaların daha verimli olması için kanallar yapmış, ama bu durum komşu kabileleri kıskandırmış. Herkes ondan pay istemiş. Khaalid savaşmak yerine, barışı seçmiş ve sadık yardımcısı Harun'la birlikte bir plan yapmışlar. Önce, barış ve ticaret teklif edecekler, olmazsa o zaman savunma yapacaklarmış."

Babası, "Aklını kullanmak, kılıç sallamaktan daha iyidir, öyle değil mi kızım?" diyerek gülümsedi.

Naïma başını salladı. "Evet baba, hem de ne kadar! Sonra Khaalid, Nubia'ya gitmiş. Oradaki krala Nil Nehri'nin taşkınlarını kontrol etmek için teraslar yapmayı önermiş. Mısır'dan ustalar, Nubialı işçilerle birlikte çalışmışlar ve dağ yamaçlarına teraslar inşa etmişler. Bu teraslar sayesinde toprak daha verimli olmuş. İki ülke arasında arpa, buğday, sorgum ve en önemlisi dostluk mektupları taşımaya başlamışlar. Hatta, bir testide Nil ve Nubia sularını karıştırıp dostluklarını kutlamışlar."

Nalan şaşkınlıkla, "Ne kadar güzel bir fikir! Sınırlar yerine dostluk kurmuşlar," diye fısıldadı.

"Evet anne! Sadece Nubia değil, çöl kabileleri olan Berberilere de gitmişler," diye devam etti Naïma. "Berberi reisi Amsel ilk başta çok sertmiş. Ama Khaalid, onlara da savaş değil, ticaret önermiş. Mısır'dan buğday, Libya'dan tuz ve deri takas etmişler. Bu sayede 'Nil Yolu' ve 'Tuz ve Altın Yolu' adında iki yeni ticaret yolu oluşmuş. Küçük bir balık ve bir deve figürünü takas ederek dostluklarını simgelemişler."

Babası, "Ticaret, insanları bir araya getiren en eski yoldur," dedi.

Naïma, "En sevdiğim kısım da bu," diye parladı gözleri. "Khaalid, bu başarılı görüşmelerden sonra kendi ülkesine dönmüş. Herkes onu kahraman gibi karşılamış. Kralı bile ona 'Vezir' unvanı vermiş. Daha sonra Mısır'da ilk ticaret kongresini düzenlemişler. Her yerden insanlar gelmiş. Hatta yaşlı bir gezgin, Khaalid'e tüm Afrika'yı gösteren bir harita hediye etmiş. Bu, Khaalid'in aklına bir fikir getirmiş."

Nalan merakla "Ne fikriymiş o?" diye sordu.

"Tüm Afrika'yı birleştirme fikri!" diye haykırdı Naïma. "Khaalid, kral olunca bu fikri hayata geçirmiş. Farklı kabilelerden genç elçiler seçmiş ve onları tüm Afrika'ya göndermiş. Onlara ticaret, dostluk ve bilgi paylaşımını öğretme görevi vermiş. Karşılığında da oradaki bilgileri toplayıp Giza'da inşa ettirdiği dev bir kütüphane gibi olan 'Kayıtlar Salonu'na getirmelerini istemiş. Orada tüm bilgiler toplanmış; şifalı otlar, tekne yapımı, sulama kanalları ve daha fazlası... Orada Kenya'dan Amani ve Mısır'dan Zeinab adlı iki çocuk mektup arkadaşı olmuş. Dostlukları o kadar büyümüş ki, 'Zeinabamani' diye bir kelime bile türetmişler."

"Ne kadar tatlı," diye gülümsedi Nalan.

Naïma'nın sesi giderek daha da coşkulu bir hâl aldı. "Biliyor musun, Khaalid'in barışçıl yaklaşımı sayesinde ilk Afrika Olimpiyatları düzenlenmiş. Her yerden sporcular gelmiş; koşucular, güreşçiler, yüzücüler... Herkes birlikte yarışmış, şarkılar söylemiş, dans etmiş. Olimpiyatlar bitince, Khaalid bu birlik ruhunu kalıcı hale getirmek için kralları toplamış ve 'Afrika Birliği Konseyi'ni kurmayı teklif etmiş. Her kral eşit olacakmış, kimse kimseden üstün olmayacakmış."

"Toplantıdan sonra ne olmuş?" diye sordu annesi.

"Daha da güzeli olmuş! Çocuklar da kendi meclislerini kurmuşlar," diye gözleri parladı Naïma. "Krala, ağaçların yok olduğunu, öğretmenlerin onlara kötü davrandığını ve sokak kedilerinin aç olduğunu söylemişler. Kral Khaalid de onların kararlarını onaylamış ve demiş ki, 'Büyüklerin bilgeliği taşlarda saklıdır ama çocukların kalbinde geleceğin ateşi yanar.' Ve tarihte ilk kez, çocukların sesi resmi olarak duyulmuş!"

Naïma derin bir nefes aldı ve bitirdi. "Hikâye, Afrika'nın geleceğinin sadece kralların değil, ilmin ve çocukların sesiyle inşa edildiğini söylüyor."

Nalan ve kocası, kızlarının bu tutkulu anlatımı karşısında duygulanmışlardı. Onun öğrendiği değerlerle büyüyecek olması, en büyük mutluluklarıydı.

Okan, kızının sözlerini ilgiyle dinledi. O gece, savaştan bahseden bir hikaye yerine barıştan, anlaşmadan ve kardeşlikten bahseden bir hikayeyi duymanın rahatlığıyla gülümsedi.

Nalan da duygulanmıştı. "Peki sonra ne oldu canım?" diye sordu.

"Sonra... Sonra barış çiçekleri açtı, tıpkı senin dediğin gibi baba!" Naïma'nın sesi neşeyle doldu. "Khaalid, diğer krallarla birlikte Afrika'yı birleştirme fikrini buldu. Ortak takvimleri, ortak alfabeleri oldu. Ticaret yolları kurdular ve her köyde okullar açtılar."

Okan, Naïma'nın saçlarını okşayarak, "İşte bu, diyalogun gücüdür kızım," dedi. "Konuşarak, anlayarak ve paylaşarak kılıçla yapılamayacak kadar büyük şeyler başarabilirsin."

Naïma babasının yanağına öpücük kondurarak "Sen haklıydın baba... Diyalogla her şey mümkünmüş." dedi.



34. Bölüm SİMÜLASYONU HIZLANDIR (M.S. 8000)

Naïma yemeğini bitirdiğinde tabağındaki son pirinç tanesini kaşığının ucuyla yakalayıp gülümsedi. Annesi ve babasına teşekkür ederek kalktı. Ferid-7 hemen arkasından, zarif ama kararlı adımlarla onu takip etti. Odasının kapısı kapanır kapanmaz Naïma yatağa kendini bıraktı ve robotuna seslendi:

"Hızlandır, Ferid-7. Ama atlama; hepsini görmek istiyorum… yıl yıl."

"Zaman akışı: gözlemsel hızlandırma modunda. Başlatılıyor, küçük hanım."

Odada, duvara düşen ışıklar takvim yapraklarına dönüştü. Her yaprak, yel gibi esip bir sonrakine devrildi. Ferid-7’nin vizöründe “YIL +1” yazdı.

Yıl +1: (4962)

Nil kıyısında kurulan oval stadyumun çevresini baobab yaprakları süslüyor. Meşale, üç nehrin suyuyla yakılıyor. Koşucular çamurda değil, sıkıştırılmış kil pistte; okçular rüzgârı okumayı öğrenmiş. Şiir meydanında, Kemet dilinde bir kız çocuğu “suyu paylaşan taş kavga bilmez” diye başlayan şiirini okuyor. Naîma’nın dudaklarında minik bir gülümseme.

Yıl +2

Ev sahibi değişmiş: Batı kıyılarında dalgaların sesi eşlik ediyor yarışlara. Kano yarışları eklenmiş; sazdan tekneler suda ok gibi. Kadın sporcular, örgülü saçlarına deniz kabukları iliştirerek yüzme alanına giriyor. Kayıtlar Salonu’nun kâtipleri her atışı, her heceyi kayda geçiyor.

Yıl +3

Okçulukta yeni bir dal: atlı okçuluk. Masailer kılıç gibi düz bir hat çiziyor kumun üstünde. Şarkı sahnesinde Habeş makamlarıyla Sahel ritimleri çarpışıyor; iki kültür, tek ezgi. “Birlik türküsü” ilk kez söyleniyor.

Yıl +4

Kadınların sayısı artmış. Güreş meydanında iki genç kadın birbirine saygıyla eğiliyor; kural “diz yere” gelince dur. Şiir finalinde “çocuk meclisi” temalı bir destan alkış topluyor.

Yıl +5

Çocuklar için minik olimpiyatlar: ceylan gibi koşan ufak ayaklar, saz düdükleri eşliğinde pır pır. Naîma’nın gözleri ışıldıyor: “Ben de koşardım,” diyor fısıltıyla.

Yıl +6

Şifacılar meydanı kuruluyor: bitki tanıma, sargı bağlama ve temiz su kaynatma yarışları. Kazanan ekip, yara temizlemede kaynatılmış tuzlu suyu ve aloe merhemini birleştiriyor; seyirciden uğultu: “Bilgi de bir spor.”

Yıl +7

Barış yemini protokol oluyor. Her kapanışta, sporcular oklarını yere saplayıp yaylarını göğe kaldırıyor: “Gücümüz rekabette kalsın, savaşta değil.”

Yıl +8

Hakemlik kurulları çok-uluslu. İtirazlar, çakıl taşlarıyla oylanıyor; şeffaf cam küreye düşen taşların sayısı herkesin önünde. Kayıtlar Salonu “adil oyun kuralları”nı papirus serisine bağlıyor.

Yıl +9

Sığınmacı gençler de yarışlara kabul ediliyor. “Oyunlar ülke değil, insan içindir” cümlesi stadyum kapısına kazınıyor. Naîma’nın kalbi bir an kabarıyor.

Yıl +10

Meşale, artık yalnız ateş değil: dört yönden getirilen sular tek bir testide birleşiyor; su üstüne su dökülüyor, alkış tufanı. Şiirlerde Birlik sözcüğü artık fısıltı değil, yüksek ses.

Ferid-7’nin vizörü bir an titreşiyor: YIL +11.

Yıl +11 Afrika Birliği

Harita hologramı, zeytin dalı gibi kıvrılan sınır çizgilerini yutuyor. Başkent yerine “Dolaşan Meclis” ilkesi kabul ediliyor: Konsey her yıl başka şehirde toplanacak. Bayrak: mavi şerit (Nil), altın daire (Güneş), yeşil yaprak (Yaşam). Antlaşma metni okunurken, Khaalid’in sesi uzaklardan yankılanıyor: “Bir taş bir başa yetmez; aklı bölüşelim.”

YIL +15 ışıldıyor.

Yıl +15 Çocuklar Büyür

Amani ile Zeinab, artık genç birer delege. Çocuk Meclisi “Gençlik Meclisi”ne evrilmiş; gündemde öğretmenlerin şiddet yerine oyunla eğitim vermesi, sokak hayvanları için ortak aşevleri, taş yerine toprak ve ahşapla nefes alan şehirler var. Amani konuşuyor:
"Ezber aklı kapar, oyun aklı açar."
Zeinab ekliyor:
"Yoksul çocuğun önlüğü beyaz değilse, ekmeği beyaz olsun; okulda yemek zorunlu."
Alkışlar, kil tavanın titreşimine karışıyor.

YIL +20 beliriyor; Naîma istemsizce nefesini tutuyor.

Yıl +20 Devir Teslim

Khaalid’in saçına ak düşmüş, ama bakışı berrak. Kayıtlar Salonu’nun spiral rampasında, Birlik Konseyi ve Gençlik Meclisi karşısında asa yerine yazı kamışı tutuyor.
"Güç bir elde ağırdır; ben onu omuzlarınıza paylaştırıyorum."
Mühür, meclis masasına bırakılıyor. Salonun kubbesinde yankı: “Karar, ortak aklın hakkıdır.”
Bir kaç ay sonra Kral Khaalid için cenaze töreni düzenleniyor. Kraliçe Ayla'nın yüzü ve elleri kırışmış, siyah eşarbıyla kocasının Krallar Mağarası'ndaki mezarı başında "doyamadım" diyerek ağlıyor. Naîma’nın gözleri buğulanıyor.

YIL +21 kayıyor.

Yıl +21 Demokrasi Başlar

Kraliçe Ayla için cenaze töreni düzenleniyor. Eşinin yanına gömülüyor.

İlk genel oylama: renkli çakıl taşları şeffaf amphoralara atılıyor. Sayım meydanda, güneşin altında yapılıyor. Tercümanlar, işaret dili ustaları ve kâtipler yan yana. “Bir kişi, bir taş” ilkesi kayda geçiyor. Yasaların özeti duvarlara resimlerle işleniyor; okuma bilmeyen de görerek anlasın diye.

Zaman yeniden hızlanıyor; “YIL +30” odanın duvarında bir ay gibi büyüyor.

...

Naîma derin bir nefes alıyor. Gözlerinin önünden geçen onca yıl, bir masal ipliğine dizilmiş boncuklar gibi.

"Hız iyi," diyor kısık sesle "ama kalbim yetişebilsin diye biraz yavaşlat, Ferid-7."
"Anlaşıldı. Akış, hikâye temposuna çekiliyor."

Işıklar hafifliyor; dışarıda gerçek gecenin rüzgârı perdeyi kımıldatıyor. İçeride, geleceğin tohumları çoktan filiz vermiş.

Naïma, simülasyonda Khaalid’in mühürü bırakışını, sonra da Kraliçe Ayla’nın eşinin mezarı başında fısıldadığı o tek kelimeyi duyunca, boğazına bir düğüm oturdu.

Küçük dudaklarını büküp Ferid-7’ye kızarmış gözleriyle döndü:

“Hayat… ne kadar kısa, değil mi?” dedi kısık sesle. “Onca emek, onca sevgi… Sonunda geriye bir kelime, bir gözyaşı kalıyor.”

Ferid-7’nin amber gözleri hafifçe parladı.
“İnsan kalbinin en büyük icadı, zamana karşı koymak için bıraktığı hatıradır. Khaalid’in sözü, Ayla’nın gözyaşı, senin kalbinde yaşamaya devam edecek.”

Naïma derin bir nefes aldı.
“Keşke hiç kimse ölmeseydi. Ama galiba onların yaptıkları şey, yaşamaktan daha uzun sürecek.”

Ferid-7 başını hafifçe eğdi.
“Evet, Naïma. Bu, ölümlülerin ölümsüzlüğüdür.”

Naïma, gözlerini tekrar simülasyona çevirdi. Tarih, hiç durmadan akıyordu.

...

Yıl +30, +31 ... +39 +40 İcat Mevsimi

Kayıtlar Salonu’nda geceleyin yağ lambaları uzun yanıyor.

Ustalardan biri "Bakır-tunç ocaklarında yeni karışımlar," diye mırıldanıyor "daha az kırılgan, daha hafif."

Ustalar kamış tüplerle ilk basınç kapları deniyor; kil fırınlarında spiral kovanlar, rüzgâr bacalarıyla birleşince mahzenler kuru kalıyor.

Gökbilimciler gnomon gölgelerini yıl boyu izleyip bir takvim düzlüyor. Gölge uzunluklarına göre yıl dört ana döneme ayrılıyor: Uzayan Gölge (kış), Kısalan Gölge (ilkbahar), Yok Olan Gölge (yaz), Geri Dönen Gölge (sonbahar). Gölgenin en kısa ve en uzun olduğu gün halk bayram yapıyor.

Nehir mühendisleri, karşı akıntıda çekişi artıran ters yelken denemeleri yapıyor; değirmenciler Nil’in kolunda ilk yatay çarkı döndürüyor.

Dilciler, çok dilli bir sözlük başlatıyor: Kemet işaretleri, Khoi sembolleri, Manden yazıtları yan yana.

Gençlik Meclisi’nin bir alt kurulu, “açık atölye” günleri düzenliyor; halk, icatları görüp dokunuyor, soru soruyor.

Ve gecenin bir yarısı, bir çıra alevi gibi parlıyor ilk “dönme ekseni oyuncağı”: küçük bir topacın üstüne ince bir çubuk; jiroskop fikrinin beşiği.

Yıl +41 — Buhar ve Basınç

Kayıtlar Salonu’nun taş zemininde genç bilginler bir testiyle su kaynatır. Bakır borunun ucundan buhar fışkırır, küçük bir çömlek tekerlek hızla dönmeye başlar.
“Alevin gücü, suyun içindeymiş!” diye haykırır genç mühendis Menkara.
Naïma heyecanla fısıldar: “İlk makine… İlk nefes alan alet.”

Yıl +50 — Pi’nin Doğuşu

Bir bilgin, Nil taşkınlarının ölçümünü yaparken dairesel havuzların çevresini iplerle hesaplar. Defterine titizlikle işaretler düşer:
“Çemberin çevresi, çapın üç katından biraz fazladır.”
Kayıtlar Salonu’nda yankılanır bu sayı: 3.1415…
Ferid-7, Naïma’ya döner:
“Matematik, yıldızlara giden yolun ilk anahtarıdır.”

Yıl +60 — İlk Optik Aygıtlar

Kristal kürelerin içine su doldurulur. Bir bilgin, papirüsün üzerindeki yazıları büyüttüğünü fark eder. Böylece “büyüteç” doğar.
Çocuklar sevinçle bağırır:
“Yazılar büyüdü! Yıldızlar da büyür mü?”
Naïma’nın gözleri parlar: “Büyüyen sadece yazı değil… İnsan aklı da büyüyor.”

Yıl +70 — Gökyüzünün Ölçümü

Kayıtlar Salonu’nun avlusuna büyük bir taş daire inşa edilir. Güneş’in gölgesi her gün işaretlenir. Bir bilgin şöyle der:
“Dünya dönüyor, gölgeler bize sır veriyor.”
Yıldızların hareketleri kaydedilir, takvimler daha hassas hâle gelir. Artık mevsimler gün gün hesaplanmaktadır.

Yıl +100 — Yelkenli Gelişiyor

Nil’in sularında yeni tekneler yüzer. Bu defa kare yelkenlerin yerine üçgen yelkenler denenir. Rüzgârı daha iyi yakalar, gemiler kuzeye karşı bile yol alabilir.
Naïma hayranlıkla mırıldanır: “Artık deniz de yollarını açıyor.”

Yıl +150 — İlk Hastane

Bilginler, Kayıtlar Salonu’nun üzerindeki boş bir arsayı iyileştirme merkezi yapar. Bitkilerle merhemler hazırlanır, cerrahlar bakır neşterler kullanır.
Bir yaşlı kadın şükreder: “Kralın değil, bilginin ellerinde şifa bulduk.”

Yıl +200 — Gezegen Yörüngelerini Anlamlandırmak

Genç astronomlar, gökyüzündeki yıldızların düzenini defterlere işler. Gezegenlerin farklı hızlarla hareket ettiğini fark ederler. Bir bilgin, papirüse şu notu düşer:
“Bir cisim, görünmez bir ip ile dairenin merkezine bağlıymış gibi hareket eder.”
Naïma’nın kalbi hızlanır.
“Bu… sanki bir gün yıldızlara çıkacağımızın haberi gibi.”

Yıl +300 — Adaletin Yazıya Geçişi

Kayıtlar Salonu’nda parşömenlere mühür vuruluyor. Herkesin önünde okunuyor:
“Herkes eşittir; hırsızlık edenin cezası bellidir; hak yiyenin malı geri alınır.”
Naïma gözlerini kısar: “Artık söz değil, yazı da koruyor adaleti.”

Yıl +400 — Buhar Arabaları

Demir tekerlekler üzerine oturtulmuş küçük vagonlar, altında kazanıyla ıslık çalarak ilerliyor.
Çocuklar peşinden koşuyor:
“Kendi kendine gidiyor!”
Ferid-7 gülümser: “Ayakların değil, aklın yürütüyor artık.”

Yıl +500 — Mekanik Saatler

Bir bilginin ellerinde bronz dişliler dönüyor. Güneş’e bakmadan zamanı bilmek mümkün oluyor.
Naïma fısıldar: “Artık günler, dakikalar halinde akıyor… Zamanın kalbi varmış meğer.”

Yıl +600 — Elektriğin İlk Kıvılcımı

Kehribar parçaları yünle ovuluyor. Kıvılcımlar saçılıyor, saman parçaları havalanıyor.
Çocuklar hayretle bağırıyor:
“Taşın içinde gök gürültüsü var!”
Naïma heyecanla: “Göklerin ateşi, insanların elinde yanmaya başladı.”

Yıl +700 — Işık Telgrafları

Kulelerin tepelerine aynalar yerleştiriliyor. Güneş ışıkları kodlarla uzak diyarlara gönderiliyor. İlk defa hızlı haberleşme sağlanıyor.
Ferid-7 başını sallıyor: “Söz artık uçuyor, kanatsız.”

Yıl +800 — Çelik Alaşımı

Demir ocaklarında yeni bir yöntem keşfediliyor. Daha sert, daha esnek bir metal: Çelik.
İnşaatlarda, köprülerde, aletlerde kullanılmaya başlanıyor.
Naïma hayranlıkla: “Taşların üstüne artık demir gökdelenler yükselecek gibi…”

Yıl +1000 — İlk Uçuş Denemeleri

Kuş kanatlarını taklit eden ahşap aletlerle bilginler yamaçlardan atlıyor. Kimi düşüyor, kimi kısa süre süzülüyor.
Bir bilgin yaralı halde gülerek diyor:
“Yere düştüm, ama göğün kokusunu aldım.”
Naïma’nın gözleri yaşarıyor: “İnsan, hep daha yükseğe bakıyor.”

Yıl +1200 — Basım Sanatı

Tahta kalıplarla yazılar çoğaltılıyor. Artık tek bir bilginin değil, yüzlerce öğrencinin elinde aynı kitap dolaşıyor.
Naïma sevinçle: “Bilgi, kanatlandı!”

Yıl +1400 — Mikroskop

Büyüteçlerin birleşimiyle damla içindeki küçük canlılar keşfediliyor.
Bilgin şaşkın:
“Görünmeyen bir âlem varmış içimizde.”
Naïma fısıldıyor: “Koca evren hem gökte hem damlada saklıymış.”

Yıl +1600 — İlk Buharlı Tren

Çelik rayların üzerinde, dumanlar saçarak ilerleyen dev bir makine. İnsanlar hayretle bakıyor.
Ferid-7 gülümser: “Kıtalar birbirine demirden iplerle bağlanıyor.”

Yıl +1800 — Elektrik Şehirleri

Sokak lambaları geceyi gündüze çeviriyor. Evlerde cam kürelerin içinde ışık yanıyor.
Naïma büyülenmiş gibi: “Artık yıldızlar yere inmiş gibi…”

Yıl +1900 — Uçaklar

Geniş kanatlı makineler gökyüzünde süzülüyor. İnsan artık rüzgârla değil, motorlarla uçuyor.
Naïma heyecanla: “Gökyüzü artık düş değil.”

Yıl +2000 — Uzaya İlk Adım

Roketler göğe yükseliyor. İnsanlar atmosferi aşıp yıldızlara doğru gidiyor.
Naïma’nın kalbi çarpıyor.
Ferid-7 ona bakıp fısıldıyor:
“Binlerce yıl önce başlayan diyalog… Şimdi yıldızlarla kurulan diyaloğa dönüştü.”


ÇOK GARİP BİR ŞEY OLDU

Naïma’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Görüntüler hızla akıyor, icatlar birbiri ardına doğuyordu. İnsanlar, dağ büyüklüğünde mezar olan, saçma sapan piramitler değil, göğe yükselen dev roketler inşa ediyor, göğün mavisini yırtıp yıldızların arasına karışıyordu. Ama bir tuhaflık vardı.

Küçük kız dudaklarını araladı:

“Ferid… Bir şey yanlış. Uzaya çıkmaları bizim tarihte MS 2000’lerde oldu. Burada ise MÖ 3000’de… Tam 5000 yıl fark var. Bu nasıl mümkün?”

Robot, parlak gözlerinde yumuşak bir ışıltıyla ona baktı.

“Naïma, tarihin akışı sabit değildir. Onu şekillendiren, insanların nasıl davrandığıdır. Savaş, yıkım ve nefret yılları tüketir. Her savaş, bilimin yüzlerce yılını yakar. Fakat bu senaryoda krallar ve halklar diyalogu, paylaşmayı, ortak aklı seçti. Böylece binlerce yıllık kayıp yaşanmadı.”

Naïma düşündü, parmaklarını dizlerinde gezdirdi.

“Yani… bizim dünyamızda savaşlar olmasaydı, biz de çoktan yıldızlara gitmiş olur muyduk?”

Ferid-7 başını eğdi, sesi neredeyse bir ninni gibi yumuşaktı:

“Evet küçük hanım. Senin gerçek dünyanda barut önce silah oldu, sonra roket. Bu senaryoda ise önce bilgelik, sonra bilim, en sonunda da yıldızlara giden yol oldu. Farkı yaratan teknoloji değil, onu hangi niyetle kullandığımız.”

Naïma’nın boğazı düğümlendi. Gözlerini simülasyondan alıp uzaklara baktı.

“Demek ki yıldızlara giden yol… kalplerden başlıyor.”

Ferid-7 metal ellerini yavaşça kaldırdı, sanki onaylarcasına.

“Aynen öyle. Savaş yerine diyalog seçildiğinde, insanlık kendisini de hızlandırır. İşte bu yüzden, burada yıldızlara çok daha erken ulaşıldı.”

Naïma’nın gözleri simülasyondan ayrılır ayrılmaz parladı. Kalbi hızla çarpıyordu. Koşarak odasından fırladı, Ferid-7 metalik adımlarıyla peşinden geldi. Küçük kız, koridor boyunca nefes nefese bağırıyordu:

“Baba! Anne! Çok garip bir şey oldu!”

Salonun kapısını açtığında Okan ve Nalan, sessizce yan yana oturmuşlardı. Nalan örgüsünü bırakıp şaşkınlıkla kızına baktı. Okan ise kollarını açarak onu çağırdı.

“Ne oldu yavrum? Sanki kalbin göğsünden fırlayacak gibi…” dedi babası.

Naïma soluğunu toparlamadan konuştu:

“Baba, anne! Simülasyonda insanlar çok erken… çok çok erken yıldızlara çıktılar! Bizim tarihte binlerce yıl sonra olması gerekirken, orada MÖ 3000’de oldu! Savaş yoktu, herkes konuşarak anlaşıyordu. Diyalog vardı… İşte o yüzden bilim hızlandı!”

Nalan’ın gözleri doldu. Yavaşça başını salladı.

“Demek ki kızım, bir damla kanı dökmek yerine bir kelime söylenirse, o kelime gökyüzüne kadar yükselirmiş.”

Okan alnını kaşıyarak düşünceli bir sesle ekledi:

“Herkesin içinde bir kelime saklıdır... Bir cümle bazen dünyayı değiştirir... Tarih… bir ırmak gibidir. Savaş, o ırmağın önüne baraj kurar, akışı yavaşlatır. Barış ise kanalları açar, suyu çoğaltır. Senin gördüğün, savaşsız akan bir ırmağın nereye varabileceğidir.”

Naïma, babasının dizine başını yasladı. Gözleri hâlâ kocamandı.

“O zaman baba… biz geç mi kaldık mı?”

Okan, kızının saçlarını okşayarak gülümsedi.

“Hayır kızım. Dünya senin kelimelerinle değişecek. Kendi sesini duyur, kendi izini bırak. Asıl geç kalan, kalbini barışa açmayan insandır.”

Ferid-7, sessizce onları izliyordu. Amber gözleri hafifçe parladı, sanki insan gibi bir huzurla:
“Ve bazen, bir çocuğun sorusu… bütün insanlığın cevabını fısıldar.”


SONSÖZ:

“Ve o gece, küçük bir kızın kalbinde yıldızlara çıkmanın sırrı yazılıydı:
Barış ve diyalog, insanlığın en büyük icadıydı.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları