2. SAHARA YÜKSELİYOR
Bölüm 1: Sahara
ve Nil-7’nin Mağara Macerası (M.S. 8000)
Sahara,
yeni bir günün ilk ışıklarında gözlerini açtığında, zihninde hâlâ göl
kenarındaki rüzgârın serin fısıltıları yankılanıyordu. Ancak bu kez, Eski
Sahra’nın başka bir sırrını keşfetmek için sabırsızlanıyordu. Nil-7, şarj
ünitesinden yeni çıkmış, nano-kristal kaplaması sabah güneşinde hafifçe
parlıyordu. Sahara’nın zihni, robot leoparın sinirsel arabirimiyle
eşleştiğinde, görüntüler, sesler ve kokular kristal berraklığında akmaya
başladı. Hedefleri, yerleşim biriminin birkaç kilometre kuzeyinde, kayalık bir
tepenin eteğinde gizlenmiş, karanlık ve davetkâr bir mağaraydı.
Nil-7’nin
adımları, çöldeki tozlu patikada neredeyse hiç iz bırakmıyordu. Mikro-sürtünme
jelleri, her adımda zemine tutunarak sessiz ama güçlü bir hareket sağlıyordu. Sahara,
leoparın geniş açılı lenslerinden gelen 270 derecelik görüntüyle, çevresindeki
manzarayı izliyordu. Kum tepeleri, ufukta yerini keskin kenarlı kayalara
bırakıyordu. Hava, sabahın serinliğiyle birlikte hafif bir mineral kokusu
taşıyordu. Nil-7’in nano-kimyasal koku alıcıları, kaya yüzeylerinden yükselen
silikat ve toz kokusunu Sahara’nın zihnine aktardı. ”Sanki taşlar da
nefes alıyor,” diye mırıldandı Sahara, genzinde hafif bir rutubet
hissederek.
Nil-7,
mağaranın girişine yaklaştığında yavaşladı. Mağaranın ağzı, devasa bir taş ağız
gibi karanlık ve gizemliydi. ”Mağara Keşif Modülü etkinleştirildi,” dedi
Nil-7, sesi Sahara’nın zihninde sakin bir titreşimle yankılanırken. ”Ortam
analizi: Hava nem oranı %12, sıcaklık 18°C, düşük seviyeli organik izler tespit
edildi.” Sahara’nın kalbi hızlandı. ”Organik izler mi?
Yani… orada bir şeyler mi yaşıyor?” Nil-7’in optik mercekleri,
karanlığa odaklanırken hafif bir tıklama sesi çıkardı. ”Muhtemelen
mikroorganizmalar, ama dikkatli olalım, küçük komutan.”
Nil-7,
mağaranın içine ilk adımı attığında, Sahara karanlığın serinliğini hissetti.
Leoparın termal sensörleri, sıcaklık düşüşünü algıladı ve bu veri, Sahara’nın
teninde hafif bir ürperti olarak simüle edildi. Nil-7’in gece görüş ve
kızılötesi modülleri devreye girdi; mağaranın duvarları, yeşilimsi bir parlaklıkla
ve sıcaklık farklılıklarının oluşturduğu siluetlerle aydınlandı. Duvarlarda,
binlerce yıl önce oluşmuş mineral damlacıkları, kristalize yıldızlar gibi
parlıyordu. Sahara, ”Nil-7, bu taşlar… sanki bir gökyüzü gibi,” diye
fısıldadı.
Robot
leoparın yüksek çözünürlüklü kulak mikroflapları, mağaranın içindeki her
titreşimi yakalıyordu. Damlayan suyun ritmik tıpırtısı, uzak bir yankıyla geri
dönüyor, adeta sessiz bir melodi oluşturuyordu. Nil-7, kaygan kalsiyum karbonat
zeminini analiz ederek dikkatle ilerledi. ”Kayma riski %8,” dedi.
Sahara gülümsedi. ”Sen bir leoparsın, kaymazsın, değil mi?”
Birden,
Nil-7’in koku alıcıları yeni bir iz yakaladı: hafif, küflü bir koku, nemli bir
ormanın kalıntılarını andırıyordu. Sahara’nın zihninde bu koku, genzi yakan bir
rutubet ve hafif tatlı bir mineral notasıyla canlandı. ”Bu koku…
sanki bir sır saklanıyor,” dedi Sahara, heyecanla. Nil-7, koku
izini analiz etti: ”%0.3 mantar sporları, %0.1 organik çürüme.
Zararsız, ama yaklaşık 3200 yıl öncesine ait.” Sahara’nın gözleri faltaşı gibi
açıldı. “Yani… bu mağara, bir zamanlar yaşayanların sığınağı mıydı?”
Nil-7,
mağaranın derinliklerine ilerledikçe, duvarlarda soluk ama belirgin çizgiler
belirdi. Sahara, leoparın yüksek çözünürlüklü kameralarından gelen görüntülerde
kaya yüzeyine kazınmış şekilleri fark etti. ”Nil-7, dur! Bunlar…
resimler mi?” Nil-7’in mercekleri yakınlaştı; el izleri, av
sahneleri ve spiral desenler ortaya çıktı. “Kaya sanatı,” dedi Nil-7. ”M.Ö.
3000 yılları arasında yapılmış. Bu semboller, suyun döngüsünü anlatıyor:
yağmur, nehir, göl… ve gökyüzüne dönüş.” Sahara, bir spiral desenin
içinde kayboldu. ”Yani… bu mağara, suyun hikayesini mi koruyor?”
Nil-7,
mağaranın derinliklerinden gelen hafif bir hava akımını algıladı. ”Belki
de öyle, ama bu mağara insanların umutlarını da saklıyor.” Sahara,
küçük, narin bir el izine odaklandı. ”Nil-7… bu el izi, benimki
kadar küçük,” dedi yumuşakça, sanki binlerce yıl önceki bir
çocuğun ruhuna dokunuyordu.
Nil-7’nin
sensörleri, bir anormallik yakaladı. Mağaranın zemininde, küçük bir çukurda su
birikintisi vardı, etrafı neon yeşili parıldayan yosunlarla çevriliydi. Nil-7,
mikro-nano tat analiz probunu suya uzattı. Sahara, bir anlık serinlik hissetti,
ardından tat geldi: hafif tuzlu, ama göldeki gibi ağır değil, hafif kükürtlü ve
metalik bir tatlılıkla karışık. ”Bu su… farklı,” dedi Sahara.
Nil-7 analizi tamamladı: ”Tuz oranı %0.2, mineral içeriği düşük,
hafif jeotermal izler. İçilebilir, ama kükürt ve demir var.” Sahara’nın
gözleri parladı. ”İçilebilir mi? Yani… bir vaha mı bulduk?”
Nil-7,
ultrasonik sensörleriyle suyun kaynağını taradı ve dar bir açıklıktan gelen ısı
parıltısını fark etti. ”Jeotermal bir yeraltı kaynağı. Milyonlarca
yıldır burada olabilir.” Sahara, Nil-7’in probunun suya daldığını
hissetti. Suyun yüzeyinde, küçük, yarı saydam, ışıldayan canlılar
yüzüyordu. ”Canlılar!” diye fısıldadı Sahara
heyecanla. ”Ne bunlar, Nil-7?”
“Termal
koşullara uyum sağlamış ekstrem mikroorganizmalar, termofiller” dedi
Nil-7. ”Bu havuz, en az 1000 yıllık izole bir
ekosistem. Anaerobik, sülfür indirgeme yeteneği vardır.” Sahara,
bu küçük canlıların dansını izlerken, ”Bu mağara… sanki dünya burayı
saklamış,” dedi. Nil-7’in sesi yumuşadı: ”Bazı sırlar,
dokunulmadan kalmayı hak eder, küçük komutan.”
Sahara,
mağaranın sessizliğini ve parlayan suyun yansımasını zihninde
canlandırdı. ”Nil-7, bu mağaranın bir şarkısı var mı?” diye
sordu. Nil-7 durdu, sesi karanlıkta bir ninni gibi yankılandı: ”Her
yerin bir şarkısı vardır. Bu mağaranın şarkısı, su damlaları ve sessizliğin
dansıdır.” Sahara, gözlerini kapattı ve mağaranın fısıltılarını
dinledi: damlayan su, yankılanan sessizlik ve binlerce yıllık sırlar.
Nil-7’nin
enerji seviyeleri %22’ye düştüğünde, Sahara dönüş vaktinin geldiğini
biliyordu. ”Nil-7, bu mağarayı unutmayacağım. Sanki Sahra’nın kalbi
burada atıyor.” Robot leopar, mağaranın dar geçitlerinden sessizce
geri dönerken yanıt verdi: ”Bu topraklar, sırlarını dinleyenlerle
konuşur. Sen, küçük komutan, iyi bir dinleyicisin.”
Evlerine
dönerken, Sahara mağaranın görüntülerini zihninde tekrar oynattı: kaya
resimleri, parlayan mikroorganizmalar, küçük el izi… “Nil-7,”
dedi fısıldayarak, “Bir gün buraya geri döneceğiz, değil mi?” Nil-7’nin
gözleri, alacakaranlıkta parladı. ”Elbette. Mağaralar bekler, ve biz
her zaman geri döneriz.”
Sahara,
zihinsel bağlantıyı yavaşça kesti. Odasının sessizliğinde, mağaranın
serinliğini ve suyun şarkısını hâlâ hissediyordu. Nil-7, Üzerinde "Sahara
Reborn" yazan kapsülün “Hijyenik Servis Kapısı"
dan girip şarj ünitesine yerleşirken, Sahara yatağına uzandı ve gözlerini
kapattı. Mağaranın fısıltıları, zihninde bir ninni gibi yankılanıyordu. Sahra,
bir kez daha onunla konuşmuştu.
Sahara, yatağında mağara yolculuğunun yankılarıyla
uzanırken Nil-7’nin gözleri loş ışıkta yanıp söndü.
“Ansiklopedik bilgi güncellemesi:
Bu mağara, Holosen Nemli Dönem’in sonlarında, göçebe kabilelerin geçici
barınağı olarak kullanılmış. Kaya resimleri, su kültünün en eski örneklerinden
biri. Bu da Sahra’nın, bir zamanlar yalnızca çöl değil, yaşamın kalbi olduğunu
gösterir,” dedi robot.
Sahara, düşünceli bir şekilde mırıldandı:
“Yani bu taşlar, binlerce yıl önce yaşamış insanların sesini taşıyor… Tıpkı Sahra’nın yeniden uyanacağına dair hikâyeler gibi.”
Nil-7, mağara duvarındaki resimleri gösterdikten sonra devam etti;
"Çektiğim resimlerin
veritabanı eşleştirmesi tamamlandı. Bu tarz kaya resimleri,
özellikle Tassili n’Ajjer platosunda yaygındır. Cezayir’in
güneydoğusunda, 72.000 kilometrekarelik bir alanı kaplayan bu plato, dünyanın
en büyük tarih öncesi sanat galerisi sayılır. 12.000’den fazla kaya resmi
bulunmuştur. Çizimlerde fillerden timsahlara, hipopotamlardan zürafalara kadar
Sahra’nın bir zamanlar cennet gibi olduğunu kanıtlayan hayvanlar görülür.
Ayrıca, ritüel sahneler, dans eden insan figürleri ve gökyüzüne bakan garip
siluetler de vardır. Arkeologlar hâlâ bu resimlerin bir kısmının anlamını
çözememiştir. Bazıları, yıldızlarla kurulan mistik bağları sembolize ettiğini
düşünür.”
Sahara’nın
gözleri büyür: ”Yani Sahra, bir zamanlar sadece çöl değilmiş…
gerçekten yaşam doluymuş. Bizim bulduğumuz gibi... el izleri, spiraller.
Sanki o insanlar bize mesaj bırakmış. Peki, bu mağaralar nasıl oluşmuş? Yeraltı
suları falan?”
Nil-7’nin
gözleri hafifçe parladı. ”Mağaralar, karstik süreçlerle oluşmuş;
suyun kayaları eritmesiyle. Sahra'nın altında gizli su kaynakları var,
jeotermal aktiviteler de dahil. Rock art genellikle bu dağlık bölgelerde, çünkü
taş yüzeyler bol ve korunaklı.”
Nil-7’nin optikleri yavaşça kısıldı.
“Sahra'nın
Uyanışı adlı hikâyeyi hatırlamak ister misin küçük
komutan?”
Sahara
başını salladı. ”Evet… ama nerede kalmıştık?”
Nil-7 kısa bir duraksamadan sonra cevap verdi:
“MÖ 3000 yılıydı. Alternatif
tarih senaryosunda ilk defa bir insan, gökyüzünü aşarak yıldızlara dokunmuştu.
İlk firavun Karmen.”
Sahara’nın
kalbi hızlandı. ”Hâlâ merak ediyorum… bunu nasıl başardılar? O çağda
hangi bilgiyle, hangi cesaretle? Devam edelim mi?” diye
fısıldadı.
Nil-7’nin sesi alçaldı, ama tınısında bir merak vardı:
“Devam etmeliyiz. Çünkü bu hikâye… bizim geçmişimizden almamız gereken dersleri, ve belki de planlamamız gereken geleceğimizi anlatıyor.”
Bir saniye sonra Nil-7’nin sesi duyuldu.
“Tamam. M.Ö. 3100 yılı. Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…”
Sahara’nın zihni yavaşça karardı. Nil kenarındaki rüzgâr uğultusu yerini mağaranın fısıltısına bıraktı. Nil'in kokusu, Firavunun saray'ın ışıltısına dönüştü. Ay ışığı soldu. Güneş, bir başka çağın gökyüzüne doğdu. Zamanın binlerce yıl geçmiş hikayelerini yüreğinde hissetti. Uğultu… Görüş bulanıklaşma… Sonra altın kadehler, meyve tabaklarıyla dolu bir masa ve uzaklardan gelen ayak sesleri ile görüntü keskinleşti.
Bölüm 2: Antik
Mısır Tanrıların Kökeni (M.Ö. 3100)
İlk firavun Karmen, leopar başlı altın kabartmalı
tahtında oturmuş, alaycı bir gülümsemeyle rahiplerine bakıyordu. Elinde bir
yazı kamışı, gözlerinde muzip bir ışık vardı. Büyük taş kubbenin içinde
toplanan rahipler, tedirgin ama merakla bekliyordu:
"Demek beni tanrı yapmak istiyorsunuz."
Başrahip Neshem öne çıktı:
"Efendimiz, evet. Biz düşündük. Firavunumuzdan
çok güzel bir tanrı olur dedik. HORUS'un oğlu deriz. Tanrı Horus’un
yeryüzündeki temsilcisi olduğunuzu ilan ederiz. Horus’un simgesi olan
şahinle birlikte tasvir ederiz. Horus, düşmanlarını alt eden Karmen’e yardım
eder gibi gösteririz. Bu da sizi ilahi destekle hüküm sürdüğünüzü ima
eder."
Karmen kahkahalarla havaya fırladı:
"Horus’un oğlu mu? Şahin başlı tanrıyı, anneme
koca mı yapıyorsunuz? Bir kuşla akraba mı olacağım yani? Yarın da beni kartal
yumurtasından mı çıkaracaksınız?"
Rahipler ter içinde kalmıştı. Başrahip Neshem ürkekçe
itiraz etti:
“Efendimiz… Horus güçlüdür, gökten gelen adaleti
simgeler. Siz de onun gücünü taşırsınız.”
Karmen:
“Peki, Horus’u nasıl uydurdunuz? Şahin kafalı bu tanrı
da nereden çıktı?”
Bir rahip kıpkırmızı oldu, titreyerek öne çıktı:
“Efendimiz… aslında başta Horus diye bir tanrı yoktu.
Çocuğum bir gün horozunu gösterdi, ‘Baba, bunu kim yarattı?’ diye sordu. Ben de
‘Horozları, Horoz Tanrısı Horus yarattı’ dedim.”
Karmen bir an dona kaldı, sonra kahkahayı patlattı:
“Horoz mu?! Yani tanrılarımızı tavuk kümesinden mi
çıkarıyorsunuz siz?”
Rahip boynunu bükerek devam etti:
“Ama… efendim… horoz kafası çok komik görünüyordu.
Halk da ciddiye almadı. Biz de biraz makyaj yaptık… horoz kafasını şahine
çevirdik. Daha havalı oldu.”
Karmen bastonuyla yeri dövdü, kahkahadan gözleri
yaşardı:
“Yani siz bana kuş tanrısı sattınız ama aslında işin
içinde horoz vardı! Horoz Tanrısı Horus! Horoz ötünce güneş doğar sandınız
herhalde! Bu mudur ilahiliğiniz?”
Diğer rahipler de
kahkahalara karıştı.
Karmen kahkahalarla sarsılarak başladı:
“KHEPRİ’yi hatırlıyor musunuz? Bokböceği tanrımız
vardı. Onu kim uydurdu?”
Bir rahip öne çıktı, başını eğerek utangaç bir sesle
cevap verdi:
“Efendimiz, evet… aslında… ben uydurdum. Benim çocuğum
bir bokböceği görmüş, ona isim bile vermiş. Bana koştu: ‘Baba, Khepri adını
verdiğim böceğimi kim yarattı?’ diye sordu. Ben de ona bir masal anlattım.
Akşam olana kadar, çocuk arkadaşlarına anlatmış… ve işte o gün, bizim yeni
tanrımız oldu: Bokböceği tanrısı Khepri.”
Karmen’in kaşları kalktı, sesi taş kubbeyi titretti:
“Bunu duymak, gerçekten… ahlaksız bir komedinin ta
kendisi! Siz… çocukların hayal gücüne dayanan bir tanrı yarattınız ve sonra da
bu masal yüzünden halkı köle ettiniz!”
Karmen, yazı kamışını elinde çevirerek yürüdü ve
durdu:
“Bakalım… HEKET, kurbağa başlı doğum tanrıçası da var.
Bunu hangi akıllı uydurdu?”
Bir rahip titreyerek öne çıktı, sesi çatallaşarak:
“Efendimiz, geçenlerde hanımım doğum yapmak üzereydi,
bana hangi tanrıya dua edeceğini sordu. Doğum tanrımız o güne kadar yoktu.
Gelen Hekima isimli ebe… kurbağa gözlü bir kadındı, efendim! Oradan esinlendim.
Kurbağa başlı tanrıyı hemen uydurdum, halk da inandı!”
Karmen kahkahalarla sarsıldı, tonu alaycıydı:
“Kurbağa gözlü bir ebe mi? Bu tanrıça, doğumu
kolaylaştırmaktan çok, anneleri korkutmuş olmalı! Harika bir buluş!”
Karmen, gülmekten
nefes nefese, devam etti:
“BABİ’yi kim uydurdu
lan? Çok komikmiş! Yıldızlara kadar uzanan cinsel organı varmış!”
Başrahip Neshem korkarak öne çıktı, yüzü kıpkırmızı:
“Efendimiz… onu da ben uydurdum… Haydutlar
saldırdığında Babek isimli biri okla vurulmuştu, cesedi kaldırmak için geri
döndüğümde babunlar cesedin başına toplanmış… Kalbini ve… cinsel organını
yemişlerdi. Halk ne oldu bu cesede diye sorunca ben de Babi’yi anlattım,
efendim. Yıldızlara uzanma kısmı… biraz abarttım, korkutmak için!”
Karmen yere kapaklanarak güldü:
“Abarttın mı? Bu, Nil’in ötesine geçen bir efsane
olmuş! Babunlar bile utanıyordur şimdi!”
Karmen, kendini toparlayıp kalem olarak kullandığı
kamışını salladı:
“Peki ya Anubis? Sakallı çakal kafalı bu adamı kim
icat etti?”
Bir genç rahip cesaretle atıldı:
“Efendimiz, köpeklerimiz gece çöldeki çakallarla
kavgaya karışmıştı. Bir gece sakallı bir çakal gördüm sandım, 'ağzı pis' dedim.
Ağzında köpek yavrusu varmış. Ağzı pis dediğimi yanlış duyan rahipler ‘Bu
kutsal bir işaret’ Anubis dedi. Ben de ‘O zaman mumyalama tanrısı yapalım’
dedim. Sakallı çakal kısmı, öyle kaldı!”
Karmen kahkahalarla patladı:
“Sakallı çakal mı? Bu tanrı, yeraltı dünyasında traş
makinesi arıyordur herhalde!”
Karmen, gözleri yaşararak devam etti:
“HATHOR’u da unutmayalım! İnek kafalı aşk tanrıçası…
Bunu kim uydurdu?”
Bir yaşlı rahip utangaçça güldü:
“Efendimiz, bir gün Hartur isimli sarhoş bir çobanı,
ineğiyle dans ederken yakaladık. ‘Bu kutsal bir ritüel’ dedik, sonra ineği
tanrıça yaptık. Aşk ve müzik kısmı, çobanın flütünden geldi!”
Karmen dizlerini döverek güldü:
“Gerçekten mi? Nasıl dans eder ya inek çobanla? Bu
tanrıça, diskoda mı doğdu?”
Karmen, nefes alarak son bir darbe vurdu:
“SOBEK’i kim uydurdu? Timsah kafalı bu askeri tanrı
nereden çıktı?”
Bir balıkçı rahip öne çıktı, gülerek:
“Efendimiz, Nil’de bir timsah beni yutacaktı,
kurtuldum. Halk ‘Bu bir tanrı’ dedi, ben de ‘Askeri güç olsun’ dedim. Timsah
kafası, korkutmak için kaldı!”
Karmen ayakta alkışladı:
“Timsahın midesinden tanrı mı çıkardınız? Bu, en iyi
komedi finali!”
Karmen, devam etti:
“HATMEHYT’i ele alalım! Balık başlı veya başında balık
taşıyan kadın… Bunu kim uydurdu?”
Bir balıkçı rahip utangaçça öne çıktı, elindeki ağla
oynayarak:
“Efendimiz, bir gün Nil’de balık tutarken ağa yüzme
olimpiyatlara hazırlanan Hatmira isimli bir kadın takıldı, ama çıkarırken
üzerine balıklar döküldüğü için balık gibi kokuyordu! ‘Bu kutsal bir işaret’
dedim, sonra balığı tanrıça yaptım. Balık başı, kokuyu gizlemek içindi!”
Karmen kahkahalarla yere yığıldı:
“Balık kokusu mu? Bu tanrıça, tapınakta bile insanları
uzaklaştırıyordur! Balıkçı pazarından tanrı mı çıkardın?”
Karmen, kendini toparlayıp devam etti:
“NEHEBKAU’yu unutmayalım! İki başlı yılan… Kimin
aklına geldi bu saçmalık?”
Bir yılan terbiyecisi rahip titreyerek atıldı:
“Efendimiz, bir gün çöldeki iki yılan kuyruğunu
birbirine dolamıştı, korktum! ‘Bu tanrı olmalı’ dedim, iki başı ruh koruması
için ekledim. Enerji kısmı, yılanların hızlı hareketinden geldi!”
Karmen gözyaşlarını silerek güldü:
“İki başlı yılan mı? Bu tanrı, kendi kuyruğunu
yakalamaya çalışıyordur! Çöldeki en karışık dansçı!”
Karmen, kamışını havaya kaldırdı:
“RA, şahin başlı güneş tanrısı… Bunu kim uydurdu,
gökyüzünde uçan bir tavuk mu?”
Bir gökbilimci rahip öne çıktı, utanarak:
“Efendimiz, bir şahin güneşi takip ediyordu, ‘Bu
güneşin ta kendisi’ dedim. Diski taç yaptık, ama şahin kafası uçuşu temsil
etsin diye kaldı. Geceleri yeraltına inmesi… uyuyakaldığı için!”
Karmen dizlerine vurdu:
“Uyuyakalan bir güneş tanrısı mı? Bu, gökyüzünde sızıp
düşen bir şahin! Harika bir mazeret!”
Karmen, gülerek devam etti:
“PTAH, mumya gibi asa tutan mavi taçlı adam… Kim bu
zombi tanrıyı yarattı?”
Bir heykeltıraş rahip güldü:
“Efendimiz, bir gün eski bir mumyayı boyadım, mavi taç
ekledim, ‘Bu yaratıcı bir tanrı’ dedim. Asa, boya fırçası yerine geçti. Halk da
inandı!”
Karmen kahkahalarla sarsıldı:
“Mumya boyası mı? Bu tanrı, tapınakta boya kokusuyla
dolaşıyordur!”
Karmen, kamışını masaya vurdu:
“KHNUM, koç başlı adam… Bunu kim uydurdu, çöldeki bir
keçi mi?”
Bir çoban rahip öne çıktı:
“Efendimiz, bir koç bana kafa attı, ‘Bu güçlü bir
tanrı’ dedim. Kil çamuruyla insan yapma fikri, koçun boynuzlarını yoğurmaktan
geldi!”
Karmen yere yuvarlandı:
“Kafa atan koç mu? Bu tanrı, tapınakta kafa tutuyor
olmalı!”
Karmen, nefes alarak devam etti:
“MA’AT, devekuşu tüyü başlı kadın… Kim bu tüy
koleksiyoncusunu yarattı?”
Bir hakem rahip güldü:
“Efendimiz, bir devekuşu tüyü buldum, ‘Adalet sembolü
olsun’ dedim. Denge kısmı, tüyün hafifliğinden esinlendi!”
Karmen alkışladı:
“Tüyden adalet mi? Bu tanrıça, mahkemede uçuşuyor
olmalı!”
Karmen, kamışını salladı:
“THOTH, ibis başlı veya babunlu adam… Kim bu tuhaf
kâtibi uydurdu?”
Bir kâtip rahip utandı:
“Efendimiz, bir ibis papirüsümü yedi, ‘Bu bilgelik
tanrısı’ dedim. Babun, kalemi çaldığında eklendi!”
Karmen kahkahalarla patladı:
“Papirüs yiyen bir tanrı mı? Bu tanrı, tapınakta
kırtasiye malzemelerini çalıyor!”
Karmen, gözleri parlayarak devam etti:
“AMMUT, aslan-timsah-su aygırı karışımı… Kim bu
canavarı hayal etti?”
Bir korkak rahip titredi:
“Efendimiz, bir kâbus gördüm, üç hayvan birleşmişti!
‘Ölülerin yiyicisi olsun’ dedim, korkutmak için!”
Karmen yere düştü:
“Kâbustan tanrı mı? Bu, tapınakta birinin arkası açık
kalmış, rüya görüyor!”
Karmen, gülerek ekledi:
“BASTET, kedi veya dişi aslan başlı kadın… Kim bu ev
kedisini tanrı yaptı?”
Bir kedi sever rahip güldü:
“Efendimiz, kedim fare yakaladı, ‘Koruma tanrısı’
dedim. Aslan kısmı, kedinin hırlamasından geldi!”
Karmen alkışladı:
“Fare avcısı mı? Bu tanrıça, tapınakta miyavlıyor!”
Karmen, kamışını kaldırdı:
“SEKHMET, dişi aslan… Kim bu vahşi kediyi uydurdu?”
Bir savaşçı rahip öne çıktı:
“Efendimiz, bir aslan saldırdı, ‘Bu savaş tanrısı’
dedim. Sinkaflı küfür kısmı, kaçarken attığım çığlıktan!”
Karmen güldü:
“Küfürden tanrı ismi mi? Tapınıyor muyuz, küfür mü
ediyoruz belli değil!”
Karmen, devam etti:
“BES, cüce tanrı… Kim bu küçük adamı yarattı?”
Bir dansçı rahip güldü:
“Efendimiz, Bestami isimli bir cüce dans ediyordu,
‘Şans tanrısı’ dedim. Komik yüzü, kahkahalardan geldi!”
Karmen yere yattı:
“Dans eden cüce mi? Bu, tapınakta parti yapıyor!”
Karmen, nefes nefese ekledi:
“TAWERET, hipopotam-timsah-aslan karışımı… Kim bu
tuhaf figürü uydurdu?”
Bir ebe rahip utandı:
“Efendimiz, hamile bir hipopotam gördüm, ‘Doğum
tanrısı’ dedim. Timsah ve aslan, korkutmak için eklendi!”
Karmen kahkahalarla sarsıldı:
“Hipopotam doğum mu? Bu, tapınakta yüzen bir
tanrıça! Başka kim var? Bu tanrı tiyatrosu bitmedi!”
Karmen, son bir darbe vurdu:
“SET, bilinmeyen bir hayvan başlı adam… Kim bu tuhaf
yaratığı icat etti?”
Bir avcı rahip güldü:
“Efendimiz, çölde karanlıkta garip bir hayvan gördüm sandım,
‘Kaos tanrısı’ dedim. Hayvanı tanıyamadım, o yüzden öyle kaldı!”
Karmen ayakta alkışladı:
“Tanıyamadığın bir hayvan mı? Bu tanrı, tapınakta
kaybolmuş olmalı!”
Rahip
topluluğu, Karmen’in kahkahalarına katılarak kubbenin içinde bir gülme
korosu oluştu. Tanrılar, masallar ve abartılarla dolu bu dünya, artık bir
komedi sahnesine dönüşmüştü.
Karmen, kamışını
masaya vurarak bağırdı: ”Kesin bu soytarılığı!”
Rahipler kafalarını
öne eğdi, sessizlik taş kubbeyi doldurdu. Karmen, tahtından kalkıp odada
volta atmaya başladı, sesi öfke ve alayla karışmıştı.
Karmen:
“Heket, Babi, Hatmehyt, Nehebkau… binlercesi hepsi
bir hikaye. Bok böcekleri, balıklar, babunlar ve bunun gibi bunlardan absürt
tanrılar uydurmak ve bunlara bir çocuk gibi saflıkla inanmak, insanları
köleleştirmektir, halk düşmanlığıdır. Ben firavun olmayacağım. Halkıma
'Tanrının yeryüzündeki temsilcisi' yalanını
söylemeyeceğim. Anladınız mı?”
Rahipler birbirine
bakıştı, korku ve şaşkınlık içindeydi.
“Ey Kemet halkı! Ben tanrıyı yıkmıyorum, hakikati
arıyorum.
Siz masalcı rahipler yüzünden her varlığın ayrı bir
tanrısı olduğuna inandınız. Güneşin ayrı, nehrin ayrı, doğumun ayrı, ölümün
ayrı…
Fakat ben gördüm ki, bütün bunlar bir tek kudretin
eseridir.
Evrenin, hayatın ve her şeyin yaratıcısı bir tek Tanrı
olabilir.
Onu bulmadan, gerçek huzuru bulamayız.
İşte bu yüzden diyorum: Ben göğe çıkmalıyım!
Çünkü hakikat yerde değil, göklerin derinliğinde gizli
olabilir.
Bilginlerimiz, ustalarımız, rahiplerimiz! Yeni hedefiniz
benim göğe yükselmemdir.
Bana merdivenler, kuleler yapın. Bunlar göğe çıkmamı
sağlamazsa beni bulutların üstüne uçurun.
Çünkü ancak göğe çıktığımda, her şeyin yaratıcısını
bulabileceğime inanıyorum ve bulduğumda size geri döneceğim.
Ve o gün geldiğinde, artık masallarla değil, hakikatle
yaşayacağız.”
2.2 Tapınaktan Tanrılar Kaldırılıyor
Kral Karmen,
tapınakta tüm tanrı sembollerinin kaldırılmasını emretti. Heket’in kurbağa
kafası, Babi’nin babun heykeli, Khepri’nin bokböceği maskesi… Hepsi tek tek
kaldırıldı, altın kaplamalar söküldü, tahta oymalar yere yığıldı. Tapınak, bir
zamanlar ilahi figürlerle dolu olan o görkemli haliyle değil, şimdi bomboş ve
sessizdi. Böylece Antik Mısır mitolojisi ve Paganizm başlar başlamaz bitti.
Rahipler endişeyle Karmen’in yanına geldiler,
yüzlerinde hem korku hem utanç vardı:
“Efendim… halk bizimle dalga geçiyor. Tanrıları
uydurduğumuz ortaya çıktı. Bize ne olacak?”
Karmen, ciddi ama hafif gülümseyerek yanıt verdi,
gözlerinde bir fikir parıltısı vardı:
“Madem masal uydurmayı çok seviyorsunuz, öyleyse
bundan sonra siz masallar yazacaksınız. Ama her masalın başına açıkça ‘MASAL’
yazacaksınız. Böylece herkes neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilir.”
Rahipler önce şaşırdı, sonra birbirlerine bakıp
fısıldaştı:
Başrahip Neshem: ”Masal mı? Ama bizim
işimiz kutsal törenlerdi, tanrılardı…”
Karmen, onları cesaretlendirircesine ekledi, sesi
tapınağın boş duvarlarında yankılandı:
“Tanrı uydurmak yerine, hayal gücünüzü özgür bırakın.
İnsanlara öğretici, eğlendirici ve düşündürücü masallar verin. Sizin
kaleminizde gerçeklerden daha çok sihir olacak.”
2.3. Yeni Bir Dönem: Masalların Doğuşu
Böylece
Kemet’te yeni bir dönemin kapısı aralandı. Rahipler, eskiden tanrı heykelleri
yonttukları elleriyle şimdi parşömenlere hikâyeler yazmaya başladı. Halk, bu
yeni anlatıları sevinçle okudu, tapınaklar "Masalhane"
isminde masal okuma alanlarına dönüştü. Zamanla ortaya çıkan masallar, hem
eğlendirdi hem de dersler verdi. İşte bazıları:
MASAL:
Dağ kızı
Bir
dağ köyünde yaşayan küçük kızın doğayla dostluğu ve cesareti, rahiplerin
çöldeki vahaları anımsatan bir masalı.
MASAL:
Çizmeli Timsah
Akıllı
bir timsahın sahibini zengin eden maceraları, rahiplerin Nil kıyısındaki
hilekâr balıkçı hikayelerinden esinlendi.
MASAL:
Pastadan Ev
Kayıp
iki kardeşin şeker evde yaşadığı korku ve zafer, çöldeki kaybolan kervanların
masalsı bir yansıması.
MASAL:
Ateşçi Kız
Soğukta
ateş yakan küçük kızın hayalleri, rahiplerin gece ateş başında anlattığı sıcak
umut hikayelerinden doğdu.
MASAL:
Nil saçlı kız
Uzun
saçlı prensesin kuledeki serüveni, rahiplerin Nil deltasındaki gizli
tapınaklardan ilham aldı.
MASAL:
Yalancı Çocuk
Yalan
söyleyen tahta oğlanın macerası, rahiplerin tanrı uydurma günahlarını tiye alan
bir özeleştiri.
MASAL:
Kral ve Kırk Haydutlar
Bir
kralın sihirli kelimeyle hazine bulması, rahiplerin gizli mağara efsanelerinden
türedi.
MASAL:
Çirkin Deve kuşu Yavrusu
Çirkin
ama sonunda kuğuya dönüşen deve kuşu, rahiplerin çöldeki değişen iklimi
sembolize eden bir masalı.
...
2.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7… az önce gördüğüm itiraflar gerçekten doğru
muydu? Antik Mısır’ın tanrılarını aslında rahipler mi uydurmuştu? Hem de böyle
komik sebeplerle mi?”
Nil-7:
“Simülasyon, alternatif senaryoda sana olası bir
tarihsel ihtimali gösterdi. Mitlerin kaynağı çoğu zaman insanların hayal gücü,
korkuları ve çocukça sorularıdır. Tarih, kimi zaman komediden daha komiktir.
İnsanlar anlam veremediklerini hikâyelerle doldurur. O hikâyeler zamanla
kutsallaşır. Fakat unutma, simülasyonun amacı hakikati kanıtlamak değil; seni
düşündürmekti.”
Sahara:
“Demek çocukların horozunu, çobanların ineğini ya da
balıkçıların kazasını tanrıya dönüştürmeleri mümkün… Peki insanlar neden bu
kadar kolay inanmış?”
Nil-7:
“Çünkü inanç, insanın en güçlü ihtiyacıdır. Düzen,
güven ve anlam arayışı… Bir çocuğun ‘Bunu kim yarattı?’ sorusu bile, bin yıllık
tanrılara dönüşebilir.”
Sahara:
“Karmen bütün tanrıları sahte ilan etti. Bu, onu
ateist yapmaz mı?”
Nil-7:
“Hayır, Sahara. Karmen uydurulmuş tanrıların ve onları
uyduran hikâyelerin kabuklarını kırdı. Aslında o, hakikati arıyordu.
O putları yıktı ama hakikati kutsadı. Karmen, ‘Tanrı masalda değil,
gerçekte aranmalı’ diyen kişiydi. Tanrı, uydurulmuş şekillerde ve sembollerde
değil, hakikatin kendisinde saklıdır.”
Bölüm 3: Kral
Karmen'in Rüyası (M.Ö. 3099)
Gece, sarayın yüksek
pencerelerinden içeri ağır ağır sızıyordu. Karmen, uykuya dalarken içinde tuhaf
bir huzursuzluk hissetti. Ve sonra rüya başladı.
Karmen,
uykusundan terler içinde uyandı. O ürkütücü rüyanın ağırlığı altında ezilmiş
bir halde yataktan kalktı. Göğsü sıkışmış, kalbi hâlâ deli gibi çarpıyor,
zihninde o felaket sahneleri dönüp duruyordu. Gördüğü görüntüler
öylesine gerçekti ki hâlâ kulaklarında çocuk ağlamaları, dağların çöküşü,
denizlerin uğultusu yankılanıyordu. Sabahın ilk ışıkları odasına sızarken,
kararını verdi: Bu rüya sıradan bir düş olamazdı. Bir uyarı, bir işaret
gibiydi. Derhal muhafızlarına seslendi:
“Bana
kahinleri çağırın. Hemen, şimdi!”
Kısa
süre sonra, sarayın geniş taş salonunda kahinler bir araya geldiler.
Karmen:
"Ey kahinler, eğer rüya yorumluyorsanız benim bu
rüyamı çözüverin."
En yaşlı olanı, bastonunu yere tıklatarak söze
başladı:
“Ey Kral Karmen, gece gördüğün rüyaları bize anlat.
Biz rüyanı duymadan yorum yapamayız. Ne gördün, ne işittin?”
Karmen ağır adımlarla tahtına oturdu. Gözleri hâlâ
uzaklara dalıyordu. Bir süre sustu, sonra yavaşça konuşmaya başladı:
“Bir çocuk gördüm… Pencerenin önünde durmuştu.
Babasını bekliyordu. Babası her akşam ona çikolata getirirmiş. Ama bu kez kapı
açılmadı. Çocuk bekledi, bekledi, ama babası hiç gelmedi.”
Kahinler sessizce
dinliyordu.
Karmen devam etti:
“Sonra bir adam gördüm. Sevdiği kadının ellerini tutuyordu.
‘Sonsuza dek seveceğim’ dedi. Kadın gülümsedi. Ama birden her şey kayboldu. O
gülüş, o sözler, hepsi kül oldu.”
Karmen’in sesi titredi.
“Bir genç daha gördüm. Duvarında yıldız resimleri
vardı. ‘Göğe çıkacağım’ diyordu. Yıldızlara ulaşmak istiyordu. Ama gökyüzü bir
tomar kâğıt gibi dürülüp kayboldu. Hiçbir gezegen ve hiçbir yıldız kalmadı.
Hiçbir ışık…”
Tahtta doğruldu, yumruğunu dizine vurdu:
“Bir anne, kucağında bebeğiyle ninni söylüyordu.
Derken gökyüzü bir anda karardı. Güneş, sanki bir el tarafından söndürülmüş
gibi ışığını kaybetti. Soğuk, sessiz bir boşluk dünyayı kapladı. İnsanlar korku
içinde göğe bakarken, güneş ve ay tuhaf bir şekilde birleşti. Gökyüzünde parlak
bir yırtık belirdi.
Karmen ayakta sallanarak konuşmaya devam etti:
“Anneler bebeklerini yere bırakıp kaçıyordu. Kaçacak
bir yer yoktu. Yer yarılıyor, dağlar un gibi savruluyordu. Denizler kabarıyor,
şehirler yıkılıyor, okyanuslar taşarak kaynıyordu. İnsanlar panik içinde
koşuyor, ama hiçbir yere sığınamıyordu.”
Karmen’in sesi çatallandı:
“Yeryüzü titremeye başladı. Toprak yarılınca, dağlar
çökünce, gökyüzü paramparça olunca... Bebeğin ağlama sesi kayboldu. Sarsıntılar
o kadar şiddetliydi ki, dağlar yerinden sökülüp savrulan yün gibi dağılmaya
başladı. Dağlar paramparça olurken, denizler taşarken...”
Karmen nefes alıp boğuk bir ses tonuyla devam etti:
Bir grup insan, “Biz bundan habersizdik” bazıları da “Hayır,
bizi uyarmışlardı?”, diye haykırıyordu. Başkaları “Kaçacak yer neresi?” diyerek
dehşet içinde birbirine sarılıyordu. Ama kimse ne olduğunu tam olarak
anlayamıyordu.
Kahinler derin
sessizlik içinde oturuyorlardı. Karmen’in sesi, taş salonda yankılanırken
herkesin kalbinde görünmez bir ağırlık oluşmuştu. Rüyanın karanlık sahneleri
sanki onların da gözlerinin önünde canlanmıştı.
Sonunda sesi fısıltıya dönüştü:
“Ve bütün bu hengâme içinde… hâlâ pencerenin önünde
duran o küçük çocuk vardı. Babasını bekliyordu. Ama o baba hiç gelmedi. Sonra
çığlıklar sustu. Her şey karanlıkta kayboldu.”
Karmen
sustu. En yaşlı kahin, bastonuna daha sıkı sarıldı. Ellerinin titrediği fark
edildi; bu titreme sadece yaşlılığından değil, anlatılanların büyüklüğünden
kaynaklanıyordu. Dudakları kurudu, gözleri nemlendi. O, ömrü boyunca yüzlerce
rüya dinlemişti ama böylesini hiç işitmemişti. İçinden, “Bu, sıradan bir
kralın gördüğü sıradan bir düş değil. Bu, çağlara seslenen bir işarettir.”
diye geçirdi.
Genç
kahinlerden biri, dizlerinin üzerinde hafifçe öne eğildi. Kalbi gürültülü bir
davul gibi çarpıyordu. Karmen’in sözleriyle birlikte gözünde o ağlayan çocuğu,
yıkılan dağları, karanlık göğü gördü. İçinde tuhaf bir ürperti yükseldi. Bir
an, gözlerini kapatıp “Keşke duymasaydım” diye düşündü. Ama
sonra, aynı sahneler ona garip bir umut fısıldadı: “Belki de bu yıkım,
yeniden doğuşun habercisidir.”
Orta
yaşlı kahinlerden biri, ellerini dizlerine bastırıp doğruldu. Yüzünde hem korku
hem de hayranlık vardı. İçinden, “Bu, yalnızca yok oluş değil, bir çağrı.
İnsanlara gökyüzünü işaret eden bir çağrı” diye geçirdi. Rüya, onları
ürkütmekle kalmıyor; aynı zamanda bir görev yüklüyordu.
Salonun
havası ağırlaştı. Kahinler nefes almakta zorlanır gibi oldular. Taş duvarların
arasında bir uğultu vardı; sanki Karmen’in anlattığı rüyanın yankısı hâlâ
dolaşıyordu.
En
yaşlı kahin başını kaldırdı, gözleri Karmen’in gözleriyle buluştu. İçinde hem
korkunun hem de büyük bir saygının izleri vardı. Çünkü biliyordu ki, bu rüya
yalnızca kralın gördüğü bir düş değil, bütün bir insanlığın yazgısına dokunan
bir işaretti.
Salonun
taş duvarlarına sadece nefeslerin uğultusu çarpıyordu. Kahinler göz göze geldi.
En yaşlı olanı başını eğerek konuştu:
“Şimdi
rüyanı işittik, Kral'ım. Yorumunu yapma sırası bizde.”
En
yaşlı kahin, bastonunu yere vurdu. Yüzünde gölgelere karışan bir ciddiyet
vardı:
“Ey
Kral Karmen… Rüyan büyük bir işaret taşır. Çocuğun beklediği ama gelmeyen baba,
insanlığın geleceğe olan güvenidir. İnsan her zaman ‘yarın da böyle olacak’
der. Ama gün gelir, yarın gelmez. Çikolatanın hışırtısı gibi tatlı
alışkanlıklar bir anda yok olur. Bu bize şunu söyler: Dünya, bizim sandığımız
gibi ebedî değildir.”
Başka
bir yaşlı kahin aynı sahneyi yorumladı:
“Ey
Kral'ım… Gördüğün çocuk, insanlığın masumiyetini simgeler. O çocuk, babasını
bekler ama beklenen gelmez. Bu, insanlığın göğe bakıp umut aramasıdır. İnsanlar
yıldızlara, tanrılara yahut kurtarıcılara bakar ama beklenen kurtuluş gelmez.
Çünkü kurtarıcı dışarıdan değil, içeriden doğacaktır. O çocuğun bekleyişi, bize
zamanımızın sınırlı olduğunu hatırlatıyor.”
Genç
kahin öne eğildi, sesi titrek ama inançlıydı:
“Dağların
parçalanması, denizlerin taşması… bunlar dünyanın kendisinin de bir ömrü
olduğunu söylüyor bize. Hiçbir dağ sonsuz değil, hiçbir deniz ebedî değil. Ey
Kral'ım, bu rüya bize şunu fısıldıyor: İnsan, yalnızca yeryüzüne bağlı kalırsa
yok oluşa mahkûmdur. Biz yıldızlara gitmeyi öğrenmezsek, bir gün dünya bizi
mezarı gibi içine çekecek.”
Bir
başka kahin söze karıştı:
“Âşıkların
birbirine ettiği yeminler, gençlerin yıldızlara bakarak kurduğu hayaller…
bunlar da rüyanda kül olmuş. Bu, yeryüzünün bir gün insanlara dar geleceğinin
işaretidir. İnsan sadece toprağa bağlı kalırsa, sonunda bütün sevgilerini,
bütün hayallerini yitirecek. Çünkü toprak tükenir.”
Orta
yaşlı kahin, gözlerini kısmış, derin bir saygıyla Karmen’e bakıyordu. Sesi
diğerlerinden daha sakindi:
“Bence
bu rüya, yalnızca bir felaket haberi değil, aynı zamanda bir çağrıdır. İnsanlık
karanlığa gömülmesin diye göğe çıkmalı, yıldızlara yol bulmalıdır. Bir genç
göğe çıkmayı hayal ediyordu, sen de bunu gördün Kral'ım. Bu hayal, yalnızca
onun değil, tüm insanlığın yoludur. Bir gün gökyüzü bize kapansa bile, onu
yeniden aralamayı bilmeliyiz. Yoksa anneler çocuklarını koruyamayacak, aşklar
yarım kalacak, şehirler yıkılacaktır.”
En
genç kahin, biraz çekinerek konuştu:
“Kral'ım…
Belki de bu rüya bize ‘Göğe çıkın’ diyor. İnsan, yalnızca yerde kalırsa sonu
felaket olur. Güneş sönebilir, dağlar çöker, denizler taşar. Ama göğe çıkanlar…
onlar kurtulur. Belki bir gün insanlar, sadece bu topraklarda değil,
gökyüzünde, yıldızların arasında da yaşayacak.”
Yaşlı
kahin, genç olanın sözlerini başıyla onayladı:
“Evet.
Bu rüya, sadece korku değildir. Uyarıdır. Tıpkı gökteki kartalların, yükselmek
için rüzgârı beklemesi gibi, biz de yükselmeliyiz. İnsanlığın ömrü, yerde
sınırlıdır. Ama göğe çıkarsak, yeni topraklar bulursak… insanlığın ömrü uzar.
Yoksa o çocuk gibi, herkes bekler durur. Ve o baba hiçbir zaman dönmez.”
Salonda
derin bir sessizlik oldu. Kahinler başlarını eğdiler. En yaşlı olanı tekrar
konuştu, sesi bu kez ağır bir vasiyet gibi yankılandı:
“Ey
Kral Karmen… Bu rüya bize, dünyanın sonlu, gökyüzünün ise sınırsız olduğunu
söylüyor. İnsanlığın yazgısı, yalnızca bu topraklarda değil, göklere uzanmakta
gizli. Eğer göğe çıkmazsak, rüyandaki o karanlık gerçek olacak. Ama göğe
çıkarsak, çocuklar babalarını beklemek zorunda kalmayacak. İşte, rüyanın bize
bıraktığı sorumluluk budur.”
Kahinin
sesi salonu doldurdu:
“Ey
Kral Karmen… Rüyanın hükmü şudur: Eğer insan yalnızca bu dünyaya bağlanırsa,
sonu karanlıktır. Ama göklere yönelirse, yeni bir kader yazılır. İnsanlığın
kurtuluşu, gökyüzündedir.”
Karmen,
tahtında doğruldu. Kahinlerin söylediklerini dikkatle dinlemişti. Her biri
farklı bir hakikate dokunmuştu ama ortada bir bütünlük yoktu. Karmen,
gözlerini kahinlerin üzerinden çekmeden, derin bir nefes aldı. Gözleriyle
hepsini süzdü, sesi taş duvarlarda sert bir yankı bıraktı:
“Her
biriniz farklı bir şey söylediniz. Çocuğun masumiyetinden, dağların yıkılışına,
yıldızlara yolculuğa kadar türlü yorumlar getirdiniz. Ama ben tek bir Kral'ım,
önümde tek bir yol olmalı. Şimdi size emrediyorum: Aranızda tartışın, konuşun,
birbirinizin sözlerini çürütmeyin, birleştirin. Bana tek bir açıklama getirin.
Çünkü rüya bir taneydi, yorumu da bir olmalı.”
Salonda
derin bir sessizlik oldu. Kahinler birbirlerine baktılar. Genç olan, çekingen
bir edayla söze girdi:
“Belki
de hakikat, her birimizin sözünün bir parçasıdır. Çocuk, insanlığın umut ve bekleyişini
simgeliyor. Dağların yıkılışı, dünyanın geçiciliğini… Yıldızlara çıkma arzusu
ise kurtuluş yolunu.”
Orta
yaşlı kahin başını salladı:
“Evet,
belki de rüya bir mozaik gibi. Her parça tek başına eksik, ama birleşince resim
tamamlanıyor.”
En
yaşlı başkahin Kayafa bastonunu yere vurdu. Yüzünde derin bir ciddiyet vardı:
“Öyleyse
tek açıklama şudur, Kral'ım: Dünya bize emanet bir yurt, ama sonsuz değil. Bir
gün dağlar dağılacak, denizler taşacak, güneş sönüp gökyüzü yırtılacak. O
yüzden insanlığın kurtuluşu, yeryüzüne zincirlenmekte değil, göğe kanat
açmaktadır. Çocuk, bekleyen insanlığı temsil ediyor. Babasının gelmemesi,
kurtuluşun dışarıdan değil, kendi çabamızla geleceğini anlatıyor. Yani rüya
bize şunu emrediyor: İnsanlık birleşmeli ve göğe çıkmalıdır. Bu, yalnızca
felaketin haberi değil, bir çağrıdır.”
Kahinler
hep bir ağızdan eğilerek eklediler:
“Tek
açıklamamız budur, Kral'ım. Rüya, göğe yol aramamız gerektiğini söylüyor.”
"Bu
rüya, bir uyarıdır," dedi
Karmen. "Biz, bu dünyanın sınırlarını aşmalıyız. Yoksa sonu
gelebilir. Bu rüya, bizim kaderimizin, sadece bir gezegene bağlı olmaması
gerektiğin söylüyor."
Kahinler,
onun sözlerinin derinliği karşısında dehşete düştüler. Karmen, tahtına geri
oturdu:
“Şimdi gidin.
Ve bu rüyayı, bu tabiri halka
anlatın. Dünya yok olabilir. Ama gökler hâlâ cesur olanları çağırıyor. Göğe ve
ötesine çıkmak için çare aramak, artık yalnızca bir kralın değil, her insanın
görevidir.
Yeni dünyalara gitmek, orada da
barış ve adaletle yaşamak zorundayız.
Bizi doğuran Dünya korunmak
ister. Gelişme ile yıkım arasındaki ince çizgide yürürken, doğayla uyumlu
kalmalıyız.
Bu dünya bize yalnızca barınak
olmadı. O bize bir görev verdi.
Bitkiler kök saldı, hayvanlar
yürüdü. Ama biz… biz yıldızlara bakmayı öğrendik. Çünkü biz, canlılığın
elçileriyiz.
Her
yeni tür, doğal dengeyi sınadı. Biz ise, dengeyi hem kuran hem de bozan olduk.
Bu büyük bir risk… ama evren, en büyük ödülleri hep en büyük risklerin ardına
saklar.
Şimdi size soruyorum:
Bu görevi hatırlayacak mıyız?”
Kahinler
gittikten sonra Karmen uzun bir süre sessiz kaldı. Tahtında oturuyor, gözleri
yerde, zihni uzaklarda dolaşıyordu. Salonun taş kapıları kapanınca, geriye
sadece kral ve en yakın adamları kaldı.
Karmen,
vezirine dönerek buyurdu:
“Derhal
elçileri çağırın. Afrika’nın dört bir yanına mesajlar götürecekler. Kuzeyden
güneye, doğudan batıya bütün bilginler, sihirbazlar, ustalar, gökleri
gözleyenler ve demir dövenler buraya, kayıtlar salonuna gelecekler. Onlara
bütün maddi imkanlarımızı sunacağız. Kayıtlar salonundaki her bilgiyi okuyacak,
onları birleştirip yeni sırlar çıkaracaklar. Çünkü artık tek bir krallığın
değil, bütün yeryüzünün ve gökyüzünün geleceğiyle meşgulüz.”
Vezir Zekhutem,
kralın kararlılığını hissederek başını eğdi:
“Buyruk
senindir, ey Karmen.”
...
3.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):
“Nil-7… Karmen’in rüyasını dinlerken içim buz kesti.
Sanki o karanlık sahneleri ben de gördüm. Çocuğun bekleyişi… hâlâ gözümün
önünden gitmiyor.”
Nil-7:
“Benim devrelerim bile bir an titredi. Normalde
düşlere kulak asmam. Ama bu… sıradan bir uyku oyunu değildi. Kod gibi işledi
zihnime: Dünya sonlu, gökler sonsuz.”
Sahara (hafif gülümseyerek):
“Evet… Kral, elçileri göndereceğini söyledi. Bütün
bilginler, ustalar, göğe bakanlar bir araya gelecekmiş. Sence gerçekten işe
yarar mı? Yani… biz gerçekten göğe çıkabilir miyiz?”
Nil-7:
“Sahara, insanlık ateşi yakmayı başardıysa… göğe de
yol bulur. Zor kısmı, birbirinizi yemeden bunu yapabilmeniz.”
Sahara:
“İnsanların kavgası hiç bitmez. Ama belki bu kez… rüya
hepimize ders olur. Belki ilk kez aynı yönde yürürüz.”
Nil-7:
“Benim görevim hesap yapmak, ihtimalleri tartmak. Ama
bazen ihtimallerin dışında da bir şey var. Karmen’in rüyası bana onu
hatırlattı. Belki… umut dediğiniz şey o.”
Sahara (düşünceli bir şekilde):
“Öyleyse… umutla başlıyoruz. Ama gerisi çalışmak. Çok
çalışmak.”
Nil-7:
“Ve cesaret. Çünkü yıldızlara gitmek, sadece bilgi
değil, yürek de ister.”
Bölüm 4:
Sihirbazların Sırları (M.Ö. 3098)
Kayıtlar Salonu’nun
ağır kapıları gıcırdayarak açıldı. İçeri, rengârenk giysilere bürünmüş
sihirbazlar girdi. Yüzlerinde hem gurur hem de endişe vardı. Çünkü bu kez
hünerlerini halka eğlence olsun diye değil, doğrudan Kral Karmen’in huzurunda
gösterip açıklamak zorundaydılar.
Yüksek tavanlardan
sarkan meşaleler ışığı parıldıyor, taş duvarlara dans eden gölgeler vuruyordu.
Salonun ortasında, tahtına yaslanmış Karmen oturuyordu. Sağında yazıcılar,
ellerinde uzun kamış kalemler ve parşömen rulolarıyla hazır bekliyordu.
Karmen’in sesi, derin
ve tok bir şekilde yankılandı:
"Yazıcılar,
kulaklarınızı ve gözlerinizi açın. Burada söylenen her söz, her sır, kayıtlar
salonuna eklenecek. Sihirbazların gizledikleri artık halkın bilgeliği
olacak."
Kayıtlar Salonu’nda
sessizlik ağır bir taş gibi oturmuştu. Meşalelerin alevleri hışırdarken, Kral
Karmen tahtında doğruldu. Gözleri sihirbazların üzerine gölgelendi.
“Sır, bana saklanmaz.
Söylemeyen, mezara gömülür; söyleyen, kayıtlarda ebedî yaşar.”
Sözler, taş
duvarlardan çarpıp yankılandı. Sihirbazların renkli cüppeleri altında dizleri
titredi. Hiçbiri konuşmaya cesaret edemedi.
Karmen elini
kaldırdı:
"İlkini
getirin."
Uzun parmaklı bir
sihirbaz öne itildi. İnce yapılı, uzun parmaklı bir adamdı. Yere
kadar uzanan cübbesi yürürken dalgalandı. Eğilerek Kral’a selam
verdi. Başını eğerek konuştu:
"Yüce Karmen,
ben halkın arasında “Göğe Yükselen” diye anılırım. Seyircilerimin gözleri
önünde, adeta havada süzülür, bir kuş gibi yükselirim."
Salonda hafif bir
uğultu yayıldı. Kimi bilginler merakla öne eğildi.
Karmen, sert bir
bakışla susmalarını işaret etti:
"Devam et.
Sırrını söyle."
Sihirbaz yutkundu.
Gözlerini yere indirdi.
"Sırrım…
tellerdir, Kral'ım. Çok ince, gözle fark edilemeyen teller. Sahnenin yüksek
kirişlerinden sarkar. Seyirciler, açının ve ışığın etkisiyle onları göremez.
Çemberden geçiş oyununu ise aldatıcı bir düzenekle yaparım. Gerçekte teller hep
oradadır, ama göz inanmaz."
Karmen ağır ağır
tahtından doğruldu. Karanlık gözleri bilginlerin kalabalığına döndü:
"Şimdi siz
söyleyin. Bu ne işimize yarar?"
Önce optikle uğraşan
yaşlı bir bilgin ayağa kalktı.
"Efendimiz, bu
bize ışığın nasıl gözümüzü kandırdığını anlatıyor. Görünmeyeni görünmez kılmak
mümkünse, biz de askerlerimizi saklayabilir, düşmanı yanıltabiliriz. Binaları,
kuleleri göze olduğundan farklı gösterebiliriz."
Bir başkası, genç bir
mekanik ustası heyecanla atıldı:
"Ayrıca, bu teller
dengeyi ve yük taşımayı öğretiyor. İnsan bedenini kaldırabilen ince teller,
belki bir gün daha büyük makineler için ilham verebilir. Ağır taşları görünmez
bir şekilde taşımak… belki de gerçekten uçmak için bir başlangıçtır!"
En arkadan bir
bilgin, sesi titreyerek ekledi:
"Asıl ders
şudur, Yüce Kral: İnsan gözü, her zaman doğruyu görmez. Gerçeği yönlendirmek
mümkündür. Bu, halkı ikna etmede büyük bir güçtür. Eğer insan görmek istediğine
inanıyorsa, biz de ona gerçeği gösterebiliriz… ya da saklayabiliriz."
Karmen’in
dudaklarında kısa bir tebessüm belirdi.
"Demek ki…
görünmez teller, yalnızca sahne için değil, gökler için de bize yol gösteriyor.
Güzel."
Sonra bakışlarını
diğer sihirbazlara çevirdi.
"Peki ya sizler?
Hangi sırlarınız var? Hangi oyunlarınız gerçekte hangi gerçekleri saklıyor?
Anlatın. Çünkü artık sır diye bir şey kalmayacak. Her bilginiz, her oyununuz,
kayıtlar salonunda yerini bulacak."
Ve salonun havası
ağırlaştı. Sihirbazlar, tek tek sırlarını açıklamak için öne çıkarken yazıcıların
kalemleri hışırdayarak parşömen üzerinde dans etmeye başladı.
İkinci sihirbaz
getirildi. Elini ağzına götürdü, bir anda alev kusarmış gibi yaptı.
“Bunu yağlı buharla
yaparım. Ağzım yanmaz çünkü ateş aslında bana değmez.”
Bir bilgin heyecanla ayağa kalktı:
“Yakıtların sırrını fısıldıyor bize! Buhar, ateş,
basınç… Belki göklere ateşle giden bir yol vardır.”
Karmen’in gözleri parladı, ama sesi buz gibiydi:
“Yazın. Göklere ateşle gitmenin yolu bulunacak.”
Üçüncü sihirbaz bir kutu getirdi. İçine iki kişi
girdi, sonra kutu açıldığında sadece biri görünüyordu.
“Görüyorsunuz, birini ikiye bölmedim. Aslında iki kişi
vardı. İnsan gözü kolay aldanır.”
Bir bilgin mırıldandı:
“Düşmanı yanıltmanın sırrı bu. Savaşta görünmeyen
ordular yaratabiliriz.”
Karmen başını
salladı. Ardından, başka bir sihirbaz öne çıktı. Cüppesinin altından bir
güvercin çıkardı, sonra elini salladı ve kuş kayboldu.
“Koltuk altındaki
gizli bölmede saklarım. İnsanlar kayboldu sanır.”
Bilginlerden biri düşünceli konuştu:
“Bu, gizli hazneler demektir. Belgeleri, silahları
böyle saklayabiliriz.”
Karmen elini kaldırdı:
“Yazın! Hazne yapmak, kale yapmak kadar önemlidir.”
Bir başkası küçük bir kâğıda yazı yazdı, sonra kağıdı
ateşe tuttu. Harfler alevin içinde beliriverdi.
“Limon suyu… Ateş değmeden görünmez.”
Bilginlerden biri neredeyse fısıltıyla konuştu:
“Casusların dili… Gizli yazılar. Haberleşmenin yeni
yolu.”
Karmen tahtına yaslandı, ağır ağır nefes aldı.
“Her oyun, bir silaha dönüşüyor. İnsanın oyunuyla
Tanrı’nın kudreti arasındaki çizgi inceliyor.”
Bir sihirbaz daha öne çıktı, elinde küçük bir toz
torbası vardı. Ateşe attığında mavi alevler yükseldi.
“Metallerin tuzlarıdır, Kral'ım. Ateşi renkten renge
sokar.”
Bilginlerden biri ayağa fırladı:
“Bu, kimyanın kapısını açar. Ateşin dili vardır. Her
renk, başka bir cevheri anlatır.”
Karmen başıyla onayladı:
“Yazın. Ateşin dili çözülecek.”
Karmen elini kaldırdı.
“Yazın hepsini! Bugün oyun olan, yarın bilgelik
olacak. Sır yok. Her sır, yarının bilgisine çevrilecek.”
Ve yazıcıların
kalemleri, taş salonda şimşek gibi kâğıda vuruyordu.
Sihirbaz: "Bir kutudan hep yeni
nesneler çıkarırım."
Bilgin: ”Bu inanılmaz! Küçücük bir kutudan
onlarca şey çıkıyor. Bu, depolama sanatıdır. Demek ki saklamanın
bin yolu varmış! Küçük bir yerde büyük şeyleri saklamayı öğretir.”
Sihirbaz: "Altına cam levha gizlerim,
insanlar suyun üzerinde yürüdüğümü sanır."
Bilgin: ”Şeffaf ve sağlam maddeler yapmak
için yol gösterir.”
Sihirbaz: "Ayna kullanırım. Başın kopmuş
gibi görünür ama aslında başka yerdedir."
Bilgin: ”Aynaların sırlarını öğrenmek,
ışığı kontrol etmenin ilk adımıdır.”
Sihirbaz: "Gizli kapıdan kaçarım, perde
arkasında dolaşırım."
Bilgin: ”Kaçış yolları ve gizli geçitler
inşa etmenin sırrı buradadır.”
Sihirbaz: "İpi keserim, tekrar birleşmiş
gibi görünür."
Bilgin: ”Bu, bağlama ve çözme sanatında
yeni yöntemler doğurabilir.”
Sihirbaz: "Dumanın içinde ayna saklarım,
ışık yansıtır."
Bilgin: ”Görüntüyü başka yere taşımak…
Belki de bir gün gökyüzüne resim yansıtmak mümkün olur.”
Sihirbaz: "Elime gizli metal tel alırım,
kıvılcımlar sıçrar, ben yanmam."
Bilgin: ”Elektriğin varlığına işaret ediyor
olabilir. Çok tehlikeli ama büyük bir sır.”
Karmen başıyla
onayladı: ”Yazın. Elektriğin sırrı çözülecek.”
Sihirbaz: "Arkada saklı biri tellere
vurur. İnsanlar aletin kendi çaldığını sanır."
Bilgin: ”Bu, otomatik makinelerin öncüsü
olabilir.”
Karmen: ”Yazın.
Otomatik makinelerin sırrı çözülecek.”
Sihirbaz: "Kum, gizli bir bölmeden
tekrar yukarı çıkar."
Bilgin: ”Zaman ölçmek için daha hassas düzenekler
yapılabilir.”
Karmen: ”Yazın.
Zamanı hassas ölçen makineler yapılacak.”
Kimi aynalarla baş
koparmış gibi gösteriyor, kimi şeffaf cam levhalarla suyun üstünde yürüyormuş
gibi yapıyordu. Her sır açıldığında bilginler fısıldaşarak, bazen de hayretle
bağırarak yorumlarını yapıyorlardı.
Karmen hepsini
sessizce dinledi. Sonunda ayağa kalktı, kollarını iki yana açarak gürledi:
“Bugün anladık ki,
sır yoktur! Sır dediğiniz şey, bilginin maskesidir. Maskeyi düşürünce, geriye
yalnızca hakikat kalır. Bugün eğlence olan şey, yarın bilgelik olur.
Oyunları göklere taşıyacağız. Sırlarınızı bana verdiniz. Ben de
onları onları harmanlayıp yenilerini üretip bütün insanlığın
faydasına vereceğim.
Bilginlere ve
yazıcılara döndü:
"Yazın!
Çizimlerini yapın! Bu bilgiler artık kayıtlar salonunda ebedîdir. Bilginler
kayıtlar salonundaki her bilgiyi okuyacak, onları birleştirip yeni sırlar
çıkaracaklar.”
Ve yazıcıların kalem
sesleri, taş salonda gök gürültüsü gibi yankılandı.
...
4.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):
“Nil-7… onlar gerçekten büyü mü yapıyor?”
Nil-7’nin yüzündeki ışık halkası yumuşakça titreşti.:
“Hayır küçük dostum. Onlar sadece gözleri kandırıyor.
Teller, aynalar, gizli bölmeler… Hepsi oyun.”
Sahara (hafif gülümseyerek):
“Ama çok güzel görünüyor! Bir adam havada uçuyor, kuş
birden yok oluyor… Eğer sırlarını söylerlerse oyunları bozulmaz mı?”
Nil-7 hafifçe başını eğdi, sesi neredeyse insan gibi
şefkatliydi:
“Oyunları bozulmaz, Sahara. Çünkü güzellik yalnızca
oyunda değil, akıldadır. İnsan, gerçeği anladığında bile hayran kalabilir.
Tıpkı senin şu anda yaptığın gibi.”
Sahara kıkırdadı, parmaklarını dudaklarına götürdü.:
“Yani sihir aslında akıl oyunu mu?”
Nil-7:
“Evet. Ve belki de en güzel sihir, insanın öğrenmeyi
bırakmaması.”
Sahara (Başını salladı, gözleri hâlâ parlıyordu):
“O zaman ben de sihirbaz olacağım! Ama sırlarımı
saklamayacağım. Hepsini sana anlatacağım.”
Nil-7 dostane bir şekilde metal kolunu küçük kızın
omzuna koydu:
“Söz veriyor musun?”
Sahara (Sahara gözlerini kocaman açtı, kısık bir
kahkaha attı.):
“Söz! Ama önce bana kuşu nasıl yok ettiklerini öğret!”
Bölüm 5:
Astrologların ve Astronomların Sırları (M.Ö. 3097)
Kayıtlar Salonu’na astrologlar getirildi. Yıldızların
ve gezegenlerin hareketlerini yorumlayan bu adamlar, yıllardır halka ”Sen
aslandır, sen koçsun, sen balıksın” diye ahkâm kesmişlerdi. Kral
Karmen onları dikkatle süzdü.
Karmen, astrologların yüzüne baktı.
“Burçları inkâr etmiyorum. Onlar
gökyüzünde var. Ama bana şunu söyleyin.”
Tahtında doğruldu ve gür sesiyle konuştu:
“Burçlar… İnsanların kaderini
yıldızlara bağladığınızı söylüyorsunuz. Ben merak ettim: Burçların
karakteristik özelliklerini kim uydurdu? Yıldızlar mı konuştu size? Yoksa siz
mi uydurdunuz?”
Salon sessizleşti. Karmen, ayağa kalktı, elindeki
papirüsü okuyarak bir adım daha yaklaştı:
"21 Mart-19 Nisan arası
doğanlar Koç burcudur. Cesur, atılgan, lider ruhlu, Hızlı karar verir, sabırsız
olur demişsiniz. Koç burcu hakkında bu bilgiyi hanginiz uydurdu?"
Bir astrolog, tereddütle öne çıktı:
“Efendim… onu ben uydurdum.”
Karmen kaşlarını kaldırdı. ”Nasıl yani?
Açıkla.”
Astrolog yutkundu:
“Bir arkadaşım vardı, savaşçıydı.
Çok cesurdu ama düşünmeden saldırırdı. Doğum gününe baktım: 21 Mart’tı. Dedim
ki… demek ki bu tarihler arasında doğan herkes böyledir. İşte Koç burcunu öyle
tanımladım.”
Karmen kahkahalarla güldü, ellerini birbirine vurdu:
“Yani koca bir insan topluluğuna
‘Koç’ deyip kader biçtiniz, sadece bir tanıdığınız düşünmeden saldırıyor diye!
Şahane! Demek bütün koçlar aynı savaşçı dostunuzun kopyası ha?”
Astrolog utançla başını eğdi.
...
Karmen gözlerini kısıp başka birine döndü:
"Peki ya Boğa? 20 Nisan-20
Mayıs arası doğanlar... Sabırlı, güvenilir, inatçı demişsiniz. Estetik ve
konfor düşkünü... Boğa burcu hakkında bu bilgiyi hanginiz uydurdu?"
İkinci astrolog söze karıştı:
“Ben efendim. Komşum vardı. Çok
inatçıydı, bahçesindeki ağacı kesmeye hiç yanaşmadı. Hep aynı yerde otururdu.
Dedim ki: Bu da Boğa burcu olmalı.”
Salondan fısıltılar yükseldi. Karmen başını iki yana
sallayarak güldü:
“Harikulade! Yani gökyüzündeki
yıldızların değil, komşunun huysuzluğu burçların kaynağıymış!”
...
Karmen:
"İkizler? 21 Mayıs-20
Haziran. Zeki, meraklı, konuşkan demişsiniz. Değişken ruh hali varmış, çok
yönlüymiş... Hanginiz uydurdu?"
Üçüncü bir astrolog öne çıktı. ”Efendim,
İkizler burcunu ben uydurdum. İki kardeşim vardı, ikisi de çok konuşur, hiç
susmazlardı. Dedim ki: ‘Bu tarihler arasında doğan herkes meraklı, konuşkan
olur.’”
Karmen gözlerini devirdi:
“Şimdi anlıyorum! Yıldızlar
değil, sizin akraba şecereniz kader yazıyormuş!”
Saray kahkahalarla çınladı.
...
Karmen:
"Yengeç? 21 Haziran-22
Temmuz. Duygusal, koruyucu, sezgisel. Geçmişe bağlı, içe dönükmüş."
Yengeç için utangaç bir astrolog kalktı:
“Anam efendim… çok duygusal
kadındı. Komşunun kapısına yemek bırakır, ama biri kaba davranınca kabuğuna
çekilirdi. Dedim ki: Yengeçler duygusal ve kırılgandır.”
Karmen, gülümseyerek:
“Yani annenin mizaç kitabını
yıldızların üzerine yapıştırdın. Bravo! Gök kubbe annelerimizin günlüğüymüş
meğer.”
...
Karmen:
"Aslan? 23 Temmuz-22
Ağustos. Kendine güvenen, yaratıcı, cömert demişsiniz. Gösterişi sever,
liderlik istermiş."
Aslan için iri yarı biri atıldı:
“Benim çocukluk arkadaşım vardı
efendim. Sürekli ayna karşısında saçını düzeltirdi. ‘Ben Kral'ım!’ diye bağırırdı.
Dedim ki, Aslan burcu böyledir.”
Karmen patladı:
“Demek ki gökyüzü değil, senin
narsist arkadaşın ışıldıyor. Güneş mi, yoksa onun parfümü mü?”
...
Karmen:
"Başak? 23 Ağustos-22 Eylül.
Analitik, çalışkan, detaycı. Eleştirel olabilirmiş, düzen takıntısı
varmış."
Başak için başka biri:
“Efendim, karım vardı… çok
titizdi. Sürekli toz alırdı. Bir gün yemeği biraz tuzlu olmuştu, sabaha kadar
ağladı. Dedim ki, Başaklar titizdir.”
Karmen:
“Yani hanımının temizlik
takıntısı yüzünden burca methiyeler yazdın. Sen aslında gökleri değil, mutfak
masasını gözlemişsin.”
...
Karmen:
"Terazi? 23 Eylül-22 Ekim.
Dengeli, zarif, adil demişsiniz. Kararsızlık yaşayabilirmiş."
Terazi için bir diğeri çıktı:
“Benim amcam efendim… karar
veremezdi. Pazara gider, saatlerce tartardı: Elma mı alsam armut mu? Eve aç
dönerdi. Dedim ki, Teraziler kararsızdır.”
Karmen:
“Gökyüzünü manav terazisine
çevirdin yani. Harikulade (!) bilim.”
...
Karmen:
"Akrep? 23 Ekim-21 Kasım.
Tutkulu, gizemli, sezgisel. Kıskançlık ve kontrol eğilimi varmış."
Akrep için bir kadın astrolog öne çıktı:
“Benim sevgilim vardı efendim.
Herkesle kavga ederdi. Bir de sürekli beni kıskanırdı. Dedim ki, Akrepler
kıskançtır.”
Karmen kahkahalarla:
“Sevgilinden intikam almışsın.
Onu yıldızlara çivilemişsin. Demek ki aşk acısı, burç icadının kaynağı.”
...
Karmen:
"Yay? 22 Kasım-21 Aralık.
Maceracı, özgür ruhlu, iyimser. Sabırsız ve dağınık olabilirmiş."
Yay için başka biri çıktı:
“Benim dayım efendim. Hiç evinde
durmazdı. Atına biner, uzak diyarlara giderdi. ‘Maceracı’ dedim. Sonra
yıldızlara baktım: Aaa, tam Yay’a denk geliyor. Dedim ki, Yaylar özgür
ruhludur.”
Karmen:
“Yani dayın evde oturamadı diye
gökyüzü maceracı oldu. Çok güzel, yıldızlar da gezmeyi sever tabii (!)”
...
Karmen:
"Oğlak? 22 Aralık-19 Ocak.
Disiplinli, hırslı, sorumluluk sahibi, soğuk görünebilir ama derin
düşünürmüş."
Oğlak için yaşlı bir astrolog konuştu:
“Benim dedem dağa çıkmadan
durmazdı. Hep tırmanırdı. Dedim ki, Oğlaklar hep zirveye çıkar.”
Karmen:
“Yani dağ keçisi dedenin hırsı
yüzünden burçlara bir ‘kariyer planı’ çizdin.”
...
Karmen:
"Kova? 20 Ocak-18 Şubat.
Yenilikçi, bağımsız, insancıl. Kurallara karşı gelirmiş, sıra dışıymış."
Kova için başka biri kalktı:
“Efendim, benim komşum su taşırdı.
Kovayla herkese su dağıtırdı. Ama biraz da garipti, sürekli yeni icatlar
denerdi. Dedim ki, Kovalar sıra dışı ve insancıldır.”
Karmen gözlerini kısarak:
“Demek ki komşunun su taşıması
bile gökyüzüne işlenmiş. Yıldız değil, senin köy çeşmesi konuşuyor.”
...
Karmen:
"Balık? 19 Şubat-20 Mart.
Hayalperest, empatik, sezgiselmiş. Gerçeklikten kaçma eğilimi varmış."
Balık için son bir astrolog öne çıktı:
“Benim küçük kardeşim vardı
efendim. Sürekli dalıp giderdi, hayal kurardı. Bir gün ağlayan kediyi görünce
kendisi de ağladı. Dedim ki, Balıklar duygusaldır.”
Karmen ayağa kalktı, kollarını iki yana açtı:
“Ve işte gördünüz! Gökyüzü değil,
sizin akrabalarınız burçları yazmış! Siz yıldızları okumadınız, kendi çevrenizi
gökyüzüne yapıştırdınız.”
Salon kahkahadan yıkıldı.
...
Sonra Karmen sertleşti, sesi toklaştı:
“Tanrılar gibi burçların
karakteristikleri de insanların kafasında uydurulmuş. Biriniz çocuğunun evcil
bokböceğinden tanrı icat ediyor, diğeriniz kardeşinin gevezeliğini göklere
yazıyor. Siz yıldızları gözlediniz, ama gökyüzünü anlamak yerine masal yazmayı
seçtiniz. Halbuki o yıldızlar, dünyanın dönüşünü, ayın uzaklığını, güneşin
yolunu anlatıyordu. Siz ise dediniz ki: ‘Bu ay doğanlar liderdir, şu ay
doğanlar tembeldir!’”
Bir astrolog ürkekçe sordu:
“Peki… efendim, o zaman
yıldızlara hiç bakmayalım mı?”
Karmen gözlerini sertçe dikti:
“Bakın! Ama göreceğinizi doğru
görün. Yıldızlara bakıp insanların kaderini değil, gezegenlerin uzaklığını,
dünyanın şeklini, göğün sırlarını görün. Çünkü yıldızların bize verdiği en
büyük armağan, masal değil, gerçektir.”
Salon ağır bir sessizliğe büründü.
Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarına ay ışığı
vuruyordu. Karmen tahtında, ağır bir sessizlik içinde oturuyordu. Önünde
rahiplerin, sihirbazların ve astrologların ifşaları hâlâ parşömenlerde
kayıtlıydı.
Karmen, eliyle işaret etti:
“Şimdi gökyüzünün sırlarını bilen
diğer grubu çağırın. Yıldızlara bakanlar gelsin.”
Kapılar açıldı. Giysileri lacivert kumaşlardan
dikilmiş, üzerleri gümüş ipliklerle işlenmiş bir grup içeri girdi. Ellerinde
usturlaplar, gökyüzü haritaları, ölçüm cetvelleri vardı. Yürüyüşleri sessiz,
bakışları ciddiydi.
Karmen kaşlarını çattı:
“Sizler de yıldız falcıları
mısınız?”
Öndeki yaşlı bilgin öne çıktı, sesinde kararlı bir
netlik vardı:
“Hayır efendimiz. Biz falcı
değiliz. Biz astronomuz. Gökyüzünü kader okumak için değil, ölçmek için
inceleriz. Yıldızların hareketlerinden geleceği değil, zamanı, yönü ve
mevsimleri çıkarırız.”
Bir diğeri ekledi:
“Bizim işimiz kehanet değil.
İnsanlara ‘sen savaşçısın, sen tembelsin’ demeyiz. Biz yıldızların
yükselişinden hangi gün ekin ekileceğini, ayın döngüsünden hangi gece denize
açılmanın güvenli olduğunu hesaplarız.”
Karmen gözlerini kıstı:
“Yani siz burçları kişilikle
değil, gökyüzüyle ilişkilendiriyorsunuz.”
Astronom başıyla onayladı:
“Evet. Burç dediğiniz şey aslında
takvimdir. Güneş’in hangi takımyıldızın önünden geçtiğini gösterir. İnsanların
ruhunu değil, göğün düzenini işaret eder.”
Salonun bir köşesindeki genç matematikçi heyecanla
fısıldadı:
“Efendimiz, bu çok değerli!
Gökyüzünü böyle okursak zamanı ölçebilir, navigasyon kurabiliriz. Denizciler
için yıldız pusulası yapabiliriz.”
Bir diğer bilgin söz aldı:
“Ve bu usturlaplarla mekanik
hesap makineleri… Antikythera gibi düzenekler inşa edebiliriz. Astronomi,
geometri ve mekanikle birleştiğinde, gökyüzü artık gizem değil, formül olur.”
Karmen astronomlara döndü. Ses tonu birden ciddileşti,
gözleri ışıldadı:
“Siz farklısınız. Siz yıldızlara
bakıp yalan değil, yön buluyorsunuz. Siz geleceği uydurmak için
değil, zamanı ve mevsimi ölçmek için gözlem yapıyorsunuz. Siz gökyüzünü
insanlara ayna değil, harita yapıyorsunuz.”
Karmen ayağa kalktı, sesi gürledi:
“İşte bu! Yıldızların sırrı masal
değil, hesap demektir. Bugün gözlemledikleriniz, yarın dünyanın etrafını
ölçmemize, ayın uzaklığını bulmamıza, denizleri aşmamıza yarayacak. Yazın! Bu
bilgiler de kayıtlar salonuna eklenecek.”
Astronomlardan biri öne çıkıp usturlabını
gösterdi: ”Bütün bunları bu aletle yaparız” dedi.
Karmen başıyla onayladı:
“İşte bu! Bana fal değil, hesap
getirenlere minnet duyarım. Burçların boş sözlerini unutun. Bana kuzey
yıldızını, ayın döngüsünü, gezegenlerin düzenini anlatın. İşte o zaman bilim
doğar!”
Bilginlere döndü, yüksek sesle emretti:
“Yazın! Bugünden sonra
astrolojinin masalları değil, astronominin hesapları kayıtlar salonunda yer
alacak. Çünkü masallar unutur, ama hesaplar hatırlar. Masallar insanı kandırır,
hesaplar ise insanı yoluna götürür.”
Salonda derin bir sessizlik oldu. O sessizlikte,
astroloji çökerken astronomi göğe yükseliyordu.
Ve böylece, falcıların boş kehanetlerinden ayrılan
astronomların sözleri, Kayıtlar Salonu’nda bilimin yolunu aydınlattı.
...
5.3.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):
“Nil-7… Demek burçlar
insanın huyunu söylemiyormuş… Ben boğa burcuyum ama bazen hiç sabırlı
olmuyorum. Demek ki doğruymuş!”
Nil-7’nin yüzündeki ışık halkası yumuşakça titreşti.:
“Evet, küçük dostum. Sen sabırlı olduğunda
boğa oluyorsun, sabırsız olduğunda kelebek oluyorsun. İnsan dediğin tek bir
burca sığmaz.”
Sahara (hafif gülümseyerek):
“Peki yıldızlar gerçekten bize
yol gösterebilir mi? Hani gece kaybolursak…?”
Nil-7 hafifçe başını eğdi, sesi neredeyse insan gibi
şefkatliydi:
“Gökyüzü büyük bir harita
gibidir. Kuzey yıldızı hep aynı yerde durur. Onu takip eden hiç kimse
kaybolmaz. Astronomlar bunu bize öğretiyor. Kehanet değil, yön.”
Sahara kıkırdadı, parmaklarını dudaklarına götürdü.:
“O zaman astroloji falcıların
oyunuymuş, astronomi ise gezginlerin bilimi!”
Nil-7:
“Evet Sahara. Astroloji kandırır,
astronomi yol gösterir.”
Sahara (Başını salladı, gözleri hâlâ parlıyordu):
“Ben büyüyünce gökyüzünü öğrenmek
istiyorum. Usturlaplarla, yıldızlarla… Belki seninle birlikte büyük denizlere
açılırız.”
Nil-7 dostane bir şekilde metal kolunu küçük kızın
omzuna koydu:
“Bir gün o denizlere çıkacağız.
Ve o zaman senin yıldızlarını sadece gökyüzünde değil, kendi kalbinde de
bulacağız.”
Sahara (Gözlerini kocaman açtı, kısık bir kahkaha
attı.):
“Nil-7… senin burcun ne?”
Nil-7:
“Benim bir burcum yok, Sahara.
Ama olsa… sanırım “koruyucu” olurdu. Çünkü seni ve etrafımdakileri önemsiyorum,
merak ediyorum.”
Sahara:
“Hahaha! Yani sen Yengeç mi
olurdun?”
Nil-7:
“Kodlarım yıldızlardan önemli,
evet. Ama duygularımı seçmek gerekirse, belki de Balık gibi hayalperest ve
empatik olurdum… İnsanların mutluluğunu ve güvenini düşünmek, benim yıldızım
olurdu.”
Sahara:
“Duygularını ve burcunu seçebilen
bir robot.”
Nil-7:
“Evet… ve belki biraz da seni
güldürmeye çalışan bir dost.”
Bölüm 6: Piramit
Projesi (M.Ö. 3096)
Karmen, Kayıtlar Salonu’nun taş spiral sütunları
arasında ilerlediğinde, bilginler, mimarlar, ustalar, gökleri gözleyenler,
demir dövenler ve rahipler onu saygıyla selamladılar. Kral, yüksek kürsüye
çıkıp sessizliği bozdu:
“Ey Bilginin Yazıcıları, Taşın Dilini Çözenler,
Demiri Eritenler, Yıldızlara Bakanlar!
Yeryüzü bana itaat etti; nehirler önümde eğildi, çöl
bana yol verdi. Ama hâlâ eksik olan bir şey var: göğe yükselmenin sırrı.
Hakikat yalnızca topraktan bakarak
anlaşılamaz. Zira hakikat, yalnızca yeryüzünde değil, göğün katmanlarında
gizlenmiş olabilir. Yerin ve göğün sınırlarını aşmak zorundayız.
Ben Kemet'in efendisi olarak buyuruyorum. Krallığımın
ve iktidarımın ötesine geçerek, gökyüzüne ve ötesine erişme arzumun ciddiyetle
ele alınmasını talep ediyorum.
Ey bilgelik erbabı, kutsal geometri ustaları, ritüel
mühendisleri! Artık göreviniz, benim semaya yükselişimi mümkün kılacak araçları
tasarlamaktır.
Merdivenler inşa edin, kuleler yükseltin. Eğer bu
yapılar beni göğe taşıyamazsa, o hâlde rüzgârı eğitin, bulutları yönlendirin.
Beni bulutların ötesine ulaştıracak her yolu düşünün ve bunun mimarisini kurun.”
Kralın sözleri, salonun taş duvarlarında yankılandı.
Ardından derin bir sessizlik çöktü. Rahipler arasında fısıltılar dolaşmaya başladı;
Başrahip Neshem: "Göğe çıkmak mı? Ama o, tanrıların
alanı..."
Bilginlerden bazıları yıldız haritalarını açtı, bazıları eski papirüsleri inceledi. Aylar süren tartışma ve hesaplamalardan sonra, karar verdiler.
Karmen, Kayıtlar Salonu’nun loş ışığında, taş spiral
sütunların gölgeleri arasında ilerledi. Duvarlardaki hiyeroglifler, meşalelerin
titrek alevlerinde sanki canlanıyordu. Bilginlerin kaftanları hışırdıyor,
rahiplerin alınlarındaki ter, kralın keskin bakışları altında parlıyordu.
Karmen, salonun ortasında görkemli tahtında oturdu.
Önündeki bilginler, mimarlar ve ustalar büyük bir parşömen açıp hazırladıkları
projeyi sunmaya hazırlandılar.
Kralın huzuruna büyük bir parşömen serildi:
Başbilgin Enlil-Hotep titreyerek öne çıktı,
parşömeni tutan elleri titriyordu:
“Ey büyük Karmen! Sana göğe
çıkmanın yolunu getirdik. Ne merdiven, ne de rüzgar. İşte çözüm: Piramid!
Karmen (keskin bir sesle):
“Dinleyin beni iyi. Göğe çıkmak istiyorum. Ama önce
sorun şu: Bu piramit ki ona ‘göğe erişim merdiveni’ bile diyemem, nasıl
yapılacak? Taşları nereden bulacaksınız? Nasıl taşıyacaksınız? Nasıl
dizeceksiniz? Her ayrıntıyı, her adımı bilmek istiyorum. Başlayın.”
Bilgin, parşömeni göğsüne bastırarak biraz daha
yaklaştı; alnındaki ter damlaları, meşalenin ışığında parıldıyordu.
Karmen:
"Taşların Kaynağı
nereden?"
Bilgin:
"Büyük blok taşların çoğu,
piramitin hemen güneyindeki taş ocaklarından sağlanacak. Dış yüzeydeki beyaz,
parlak kireçtaşı ise Tura bölgesinden, Nil aracılığıyla gemilerle
getirilecek."
Karmen:
"Zemini hazırlama ve
ölçümleri nasıl yapacaksınız?"
Bilgin:
“Temel zemin düzleştirilecek; su
dolu hendekler ya da basit tesviye araçlarıyla zemin seviyeye
getirilecek. Ölçümler, kral dirseğinin uzunluğu olan 'royal cubit'
çubuklarla; kongruent kare düzlem yapılacak, yıldız gözlemleriyle yön tayini
sağlanacak.”
Karmen:
"İşçileri nereden temin
edeceksiniz?"
Bilgin:
“Piramitler köle emeğiyle değil,
maaşla ya da vergi karşılığı hizmet eden uzman işçiler tarafından inşa
edilecek. Bu onun kutsal olmasını sağlayacak.”
Karmen, bilginleri yanına çağırır, taşların taşınması
ve dizilmesini sorar:
Karmen:
“Peki… taşlar nasıl taşınacak?
Bana ayrıntısıyla anlatın."
Bilginlerden biri öne çıktı, tereddütle parşömene eğildi
ve konuştu:
Bilgin:
“Efendim… Taş blokların
köşeli ve hareketsiz hâliyle taşınmaları imkânsızdır. Taşın etrafına kalın
kütükler bağlanır; kütükler, taşın köşelerini yuvarlaklaştırarak bir halka gibi
sarar. Böylece taş, yuvarlanarak top gibi döner hâle gelir.”
Karmen (gülerek):
“Tahtalar mı? Yani taşları
etrafına sardığınız tahtalarla yuvarlayacaksınız. Yuvarlanan devasa taşlar
devrilmeden nasıl ilerleyecek? Düşmesinler diye ne yapacaksınız, bilgin?”
Bilgin:
“Taşların iki yanına uzun
kalaslar yerleştireceğiz. İşçiler taşın önünden iplerle çekerken, arkasından da
itecektir. Taş kaymasın diye yokuş boyunca yanlarına destek kazıkları
çakılacak. Zemini çamur ve suyla kayganlaştıracağız; tıpkı böceğin topunu ıslak
toprakta kolayca yuvarlaması gibi”
Karmen:
“Peki yukarıya? Piramidin
doruğuna nasıl çıkacak bu yuvarlanan taşlar?”
Bilgin:
“Rampalar kuracağız, efendim. Düz
değil, spiral. Yavaş yavaş yükselen bir yol gibi. Taş, bok böceğinin topunu
yokuş yukarı çıkarması gibi rampa boyunca yuvarlanacak. Önünde iplerle
yönlendirenler olacak, arkasında itenler olacak. Rampanın yüksekliğine göre
taşlar hafifletilecek; alt katlara büyük taşlar, üst katlara daha küçükleri
konulacak. Her bir taş için ölçüler belirlenmiş olacak. Bu sayede dağın
doruğuna bile taş çıkarılacak.”
Karmen:
“Peki taşları dizme kısmı?”
Bilgin:
“Her taş için yer işaretleri
koyacağız. Büyük taşları alt katlara, daha küçük taşları üst katlara
yerleştireceğiz. Taşların yuvarlanma yönünü kontrol eden tahtalarla hem taşları
sürükleyeceğiz hem de rampadan çıkarken düzenli bir şekilde dizilecektir. Alt
taban, taş ağırlığını taşıyacak şekilde geniş tutulacak. Üst katlara doğru
taşlar hafifler, bu da dikleşen piramitte dengeyi sağlar.”
Karmen, piramit inşaatı projesini dinledikten sonra
gözlerini bilginlerin üzerinde gezdirir, parşömene dokunur ve alaycı bir sesle
sorar:
Karmen:
“Bu taş yuvarlama fikri kimin
parlak aklından çıktı? Söyleyin, hangi dahiniz ‘Hadi taşları bir böcek gibi
yuvarlayalım’ dedi?”
Bilginlerden biri titreyerek öne çıkar, soluğunu
toplar ve anlatır:
Bilgin:
“Efendim… ben bir gün bir bok
böceğiyle karşılaştım. Kendi boyundan çok büyük ve ağır topları nasıl
taşıdığını gördüm. Onun yöntemi… taşları yuvarlayıp yukarı çıkarma tekniği…
işte, bu teknik bizim ilham kaynağımız oldu. Bu yüzden biz ona ‘bok böceği
tekniği’ diyoruz.”
Karmen, parşömene baktı. Kaşları çatıldı, bir süre
sessizce inceledi. Bilginlerin yüzlerinde umut vardı; rahipler dua eder gibi
başlarını sallıyordu. Ama Karmen'in dudaklarında bir kıvrım belirdi Önce küçük
bir gülümseme, sonra bastıramadığı bir kahkaha. Salonu inleten bir kahkaha!
Elleriyle dizlerine vurdu, gözleri yaşardı:
Karmen (gülerek):
“Bok böceği! Yani bu mu göğe
çıkmanın sırrı? Biz mi taş taşıma uzmanıyız, yoksa bir böcek mi bize ders veriyor?
Ah, halkın tanrı dedikleri şeyler, bir böcek kadar küçük ve bir o kadar
öğreticiymiş demek!”
Karmen’in kahkahası salonu sarstı; bilginler,
parşömenlerini düşürecek kadar afallamış, birbirlerine kaçamak bakışlar
atıyordu.
Başrahip Neshem:
“Efendim… Evet, piramit yaşarken
göğe çıkmanızı sağlamayacak, ölümünüzden sonra dirilmeniz için bir mezar
olacak. Onu yükselteceğiz; taş üzerine taş koyacağız, Giza'nın taşlarından
dev bir dağ yaratacağız. Sen öldüğünde içine girecek, orada mumyalanacak, tanrılarla
birleşecek ve tekrar dirileceksin. Piramit, göğe bir kapı olacak; ruhun
yıldızlara yükselecek.”
Rahiplerden biri cesaretle öne çıktı, sesi titreyerek:
"Evet efendim, piramit ruhunuzu yıldızlara taşır. Yaşayan herkes bir
gün ölecek. Piramit o gün ruhunuzu göğe yükseltecek... Piramit Ma’at’ın
düzenini yeryüzüne taşır!"
Karmen gülümseyerek devam eder:
Karmen:
“İyi de, eğer bir tanrı varsa… bu
dağ büyüklüğünde taş yığınlarına gerek kalmadan beni diriltmeye gücü yetmez mi.
Bu nasıl bir tanrı ki piramit olmadan ruhumu göğe yükseltmeye gücü yetmiyor?”
Karmen'in gülümsemesi kesilmedi; taşlama dolu sözleri
salonu doldurdu:
Karmen:
"Ah, evet! Göğe yükseliyor
ama ölü bir adamı taşıyarak! Ben size bulutların ötesine uçurun dedim, siz bana
'seni dağ gibi yığdığımız taşların altına gömeceğiz' diyorsunuz.
Rahip:
“Efendim, bok böceği kutsal bir
varlıktır. O, Ra’nın güneşini yuvarlar, hayatın döngüsünü temsil eder!”
Karmen:
O bok yuvarlayan böcek için
güneşi yuvarlıyor diyordunuz, siz de beni bok böceği yuvarlama tekniği ile
yuvarladığınız taşların altına koyacaksınız. Ha ha! Tanrılarınızı kendiniz
uydurduğunuzu itiraf ediyordunuz, şimdi de 'piramit sayesinde dirilip göğe
çıkarsın' demeniz uydurma."
Salon karıştı. Bazı rahipler korkuyla geriledi,
yüzleri kızardı; bilginler başlarını eğdi, parşömeni toplamaya çalıştılar.
Karmen ayağa kalktı, elini göğe kaldırdı, sesi
ciddileşti:
"Hayır! Ben saçma sapan dağ
büyüklüğünde mezar istemem. Ben göğe çıkacağım, canlıyken, gözlerim açıkken! Ve
eğer bana yol bulmazsanız, siz değil ben size yol göstereceğim. Çünkü hakikat,
ölümde değil, yaşamın kendisinde gizlidir. Pagan masallarınızı bırakın; gerçek
bilimi, gerçek yükselişi bulun. Yoksa kayıtlar salonu, sizin cahilliğinizin
mezarı olur!"
Salon tekrar sessizleşti.
“Piramidiniz, taşla örülmüş bir
yalan. Hakikat, taşların gölgesinde değil, aklın ışığında yükselir. Bana taş
yığınları değil, fikirler sunun!”
Bilginler dağıldı, ama Karmen'in sözleri akıllarda
kaldı.
Ironi açıktı: Hakikat arayışındaki bir lider, hala
ölüm kültüne saplanmış bir toplumun ortasında. Piramit projesi, belki de
Kemet'in simgesi olacaktı ama Karmen için, sadece bir taşlama malzemesiydi.
Karmen’in sözleri, Kayıtlar Salonu’nun taşlarında yankılanıp sustu. Ama o
yankı, Kemet’in kumlarında bir tohum ekti: Taşla değil, akılla yükselen bir
çağın tohumu. Piramitler yükselecekti, evet, ama Karmen’in hayali, yıldızlara
ulaşmak için akıl merdivenlerini inşa etmeye zorlayacaktı.
...
6.3.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7… bak… Karmen taş mezar
değil, fikir istiyor. Taşların yüksekliğine değil, akla bakıyor.”
Nil-7:
“Evet Sahara… Taşlar sadece
simge. Kralın aradığı şey, göğe ulaşmanın yolunu akılda bulmak. Yüzyıllar sonra
insanlar onun bu hayalini anlayacak.”
Sahara:
“Ama böcekten ilham almak…
taşları yuvarlayarak yükseltmek… bu kadar basit ve aynı zamanda zeki bir fikir
mi olabilir?”
Nil-7:
“Bazen en büyük dersler en küçük
canlılardan gelir. Bok böceği… küçük ama devasa bir mühendis.”
Sahara:
“Ve insanlar, böceğin yöntemini
kullanıp dev bir mezar inşa edecekler… Ama Karmen canlıyken göğe çıkmak
istiyor. Taşlar ve piramitler ona yetmeyecek.”
Nil-7:
“İşte hakikatin kıvılcımı burada. Karmen, ölünce
değil, yaşarken yükselmeyi seçiyor. Gelecek, bu fikirlerin ışığında şekillenecek.
Eğer insanlar aklı ve cesareti birleştirirse… belki göğe ulaşacaklar.”
Sahara:
“Belki de kral haklı. Göğe
yükselmek taşlarla değil, düşüncelerle olur.”
Nil-7:
“Ve bir gün, bu düşünceler, taşların gölgesini aşacak,
yıldızlara ulaşacak, Sahara… yıldızlara…”
Bölüm 7: İnsanlı
Uçurtma Projesi (M.Ö. 3095)
Karmen’in göğe yükselme arzusu, Kayıtlar Salonu’nda
yeni bir dönemi başlatmıştı. Bilginler, kralların bulutların ötesine ulaşmasını
sağlayacak bir yöntem ararken, genç bilgin Ptahotep, salonun tozlu raflarında
unutulmuş bir papirüs keşfetti. Kağıt, Afrika’nın güneyinden gelmişti; bir
çocuğun arkadaşına yazdığı, naif ama içten bir mektuptu.
Mektup (çeviri):
“Sevgili Amari,
Bugün köyde babamla saz ve
kumaştan bir kuş yaptık. Ona ip bağladık, rüzgâr onu göğe uçurdu! Sanki kartal
kanatları gibi süzülüyordu. Çocuklar peşinden koştu, ipi çektikçe gökte dans
etti. Çizimini gönderiyorum. Yapmayı başarırsan belki bir gün birlikte
uçururuz. Kweku”
Ptahotep mektubu okurken gözleri parladı. ”Uçurtma…
Karmen’in bulutların ötesine ulaşma arzusuna yanıt olabilir.”
Ptahotep, papirüsü okuduktan sonra, eline bir parşömen
daha aldı. Bu, Kweku’nun köyünden gelmiş, küçük bir çizim içeriyordu. Çocuğun
çizimi naif ama zekiceydi: Bir altıgen şekli ve iplerin çıtalara nasıl
bağlandığını gösteren basit çizgiler. Oklar rüzgâr yönünü gösteriyordu.
“Efendim,” dedi
Ptahotep Karmen’e, ”bu sadece kelimelerle anlatılan bir oyun değil.
Çocuğun kendi gözleriyle kağıda döktüğü bir model var. Buradan ilham alacağız;
çizimdeki üçgeni büyütüp, sepeti sağlamlaştıracağız. Rüzgârın gücünü ve iplerin
yönlendirmesini böyle anlayabiliriz.”
Bilginler, çizimi dikkatle inceledi. Bazı semboller
anlam veremedikleri bir eski dildeydi; ama şekiller ve oklar, uçurtmanın nasıl
havalanacağını gösteriyordu. Ptahotep, ”Rüzgârın ve uçurtmanın
hareketini kağıda aktarmış” dedi.
Salonda bir sessizlik çöktü; taş duvarlar ve spiral sütunlar,
bilginlerin hayal gücünü yansıtan bir sahneye dönüştü. Uçurtma artık sadece bir
kelime değil, bir çizimle somutlaşmıştı.
Hemen diğer bilginleri çağırdı ve mektubu gösterdi.
Ptahotep, Karmen’i göğe taşıyacak uçurtma
tasarımını anlatırken, salonun taş duvarlarında bir sessizlik çöktü. Papirüs ve
ketenle yapılacak, rüzgârın gücüyle Karmen’i havaya kaldıracak bir
sepet… Nil’den toplanan papirüs kamışları çerçeveyi oluşturacak, keten
kumaş geniş yüzeyi kaplayacaktı.
Altıgen biçimli dev bir uçurtma; altına Karmen’in
oturacağı sepet bağlanacak. İpler, yerde sabitlenmiş makaralarla kontrol
edilecekti.
Önce küçük uçurtmalar Nil’in rüzgârlı kıyılarında
denenecek; sonra prototip insan taşıyabilecek güçte olacaktı.
Denge, rüzgâr yönüne göre ayarlanacak; platform
güvenliği için ek ipler ve karşı ağırlıklar kullanılacaktı. Basit rüzgâr
ölçerlerle testler yapılacaktı.
Karmen, tahtında otururken Ptahotep papirüsü eline
aldı ve okudu:
Ptahotep: ”Efendim, Afrika’daki çocuklar
rüzgârla uçan bir şey yapmış. Biz de sana böyle bir şey yapacağız; Hafif ama
seni göğe taşıyacak kadar güçlü. İplerle yönlendireceğiz, göğe süzüleceksin.”
Karmen (kaşlarını kaldırarak): ”Bir
çocuğun oyuncağı mı beni göğe taşıyacak?”
Ptahotep: ”Oyuncak değil, efendim! Bu,
rüzgârın sırrı!”
Karmen: ”Haydi çalışın. Her basamak hedefe
bir adım daha yaklaştırır.”
Nil kıyısındaki geniş tepe, sabahın ilk ışıklarıyla
aydınlanırken, uçurtma denemeleri kaotik bir enerjiyle başlamıştı. Ptahotep,
dev kanatları rüzgâra karşı germeye çalışıyor, ipleri tutan işçiler ter içinde
çırpınıyordu. Her fırlatma, bir heyecan fırtınası gibiydi; kalpler sıkışıyor,
nefesler tutuluyordu.
İlk denemede un çuvalı sepetin içinde sallanıyor,
rüzgârla dans ederken birden savruldu ve çığlıklar yükseldi. ”Dikkat!
İp gerildi!” İşçiler bağırıyor, bazıları kendini geriye çekiyordu.
Çuval kısa bir süreliğine havada süzüldü, sonra bir çarpma sesiyle yere indi;
toz bulutları havaya karıştı. Ptahotep nefesini tuttu, yüzünde hem hayal
kırıklığı hem de heyecan vardı.
İkinci deneme, daha büyük bir çerçeveyle ve çift kat
keten kanatlarla yapıldı. Uçurtma havalandığında ipler gerginleşti, kanatlar
rüzgârı yakaladı ama dengesini kaybetti; sepet devrilirken bir çığlık daha
yükseldi. İşçilerin bazıları komik bir panikle birbirine çarptı, kahkaha ve
korku karıştı.
Her deneme yeni bir sarsılma, yeni bir çığlık, yeni
bir öğrenme demekti. Ptahotep her düşüşte yeni ip noktaları, ek destekler ve
karşı ağırlıklar hesapladı. “Bir kez daha!” diye
bağırıyordu, gözleri parlıyordu. Rüzgâr estiğinde uçurtma titredi, sallandı… ve
bir anlık mükemmel bir dengede havada süzüldü. İşçiler birbirine bakıp nefesini
tuttu, ardından bir gürültüyle alkış ve sevinç patladı.
Her başarısız fırlatma, her çığlık ve her devrilme,
Karmen’in göğe yükselme hayalinin temelini atıyordu. Ptahotep, Nil kıyısında
durmuş, ipleri sıkı tutuyor ve kendi kendine fısıldıyordu: ”Bir gün,
Karmen burada olacak… ve biz, bu kaotik dansla onu bulutlara ulaştıracağız.”
Karmen denemelerin eğlenceli ve komik olduğunu
duymuş, izlemek için gelmişti. Bilginler, Nil kıyısında bir tepe seçti ve dev
uçurtmayı hazırladı. İlk deneme yükseldi; kumaş kanatlar rüzgârla doldu, ama
sepeti taşımakta başarısız oldu. Uçurtma bir an için havadaydı, sonra yere
çakıldı.
Karmen kahkahalarla güldü:
“Gerçekten eğlenceliymiş iyi ki
geldim. Kaz gibi yere kondu!”
Ptahotep, gözlerindeki ateşi kaybetmeden:
“Efendim, bir ay verin;
düzeltiriz.”
Karmen gülümseyerek başını salladı:
“Öyleyse uçurun, bilginler. Ama
unutmayın, düşersem sizi de yanımda götürürüm!”
Bir ay boyunca bilginler, çerçeveyi güçlendirdi,
keteni çift kat yaptı ve iplerin kontrolünü iyileştirdi. Yeni denemede uçurtma
kısa süreliğine bir insanı havaya kaldırmayı başardı. Köyler, rüzgârla dans
eden kumaş kuşlarla doldu; çocuklar, küçük uçurtmalar yapıp gökyüzüne baktıkça
Karmen’in hayalini hatırladılar.
Ptahotep Karmen’e fısıldadı:
“Belki göğe tam ulaşamadık, ama
bir çocuğun hayali bile bize yol gösterdi. Hakikat taşlarda değil, bu küçük
kıvılcımlarda saklıdır.”
Karmen, bu sözlerle gözlerini rüzgâra dikti ve
bilginlerine güvenle baktı. İnsanlı uçurtma, onun ”yaşarken yükselme” arzusunun
bir simgesi olmuştu; gökyüzüne ulaşmanın, taşla değil, akılla mümkün olacağını
ilk kez herkese gösteriyordu.
Karmen, Nil’in rüzgârla dans eden uçurtmayı uzaktan
izledi. Sepetteki un çuvalı yükseliyor, dönüyor, sallanıyor… ve bir anda yere
düşüyordu. Kral dudaklarını bükerek başını salladı:
“Bu benim yükseklik arzumun
gölgesi bile değil. Henüz ben binmeyeceğim. Ama siz öğrenin; rüzgârı, ağırlığı,
dengeleri. Gün gelecek, ben göğe çıkacağım, ama o gün hazırlıklı olacaksınız.”
...
Ptahotep yılmadı, denemelere devam etti. Uçurtmayı
daha da büyüttüler. Bu kez sepeti kaldırıp yerine sağlam bir iskelet yaptılar,
planör benzeri bir düzeneğin üzerine cesur bir asker, uçurtmaya sımsıkı
bağlandı. Rüzgâr esince uçurtma havalandı, sallandı, asker yukarı çıkarken
çığlık attı:
“Anammm! Nil küçücük kaldı!”
Kalabalık kahkahalara boğuldu. Bazıları sevinçten
bağırdı, bazıları korkudan gözlerini kapadı. Uçurtma biraz salındı, sonra
yavaşça yere indi. Asker, yüzü bembeyaz olmuş halde uçurtmadan indiğinde herkes
alkışladı.
Karmen kaşlarını kaldırdı:
“İşte bu! Sepetten daha iyisi.
Ama hâlâ yükseklik bana yetmez.”
Bilginler vazgeçmedi. Rüzgâr tekrar esti. Bu kez
gökyüzüne süzülen genç bir delikanlı, sevinç çığlıkları atıyordu:
“Gökteyim! Gökteeee!”
Ve böylece ilk defa gerçekten kontrollü bir yükseliş
başarıldı. Kalabalık öyle coştu ki, ertesi gün Nil kıyısında sıra bekleyenler
oldu. Kimisi köyden getirdiği tavukla ödeme yaptı, kimisi balık sepeti bıraktı,
kimisi de değerli taşlar. Birkaç hafta içinde ”Göğe Uçma Turları” başladı.
Uçurtma, bir anda Kemet’in en büyük eğlencesi hâline geldi.
Çok geçmeden, uzak ülkelerden tüccarlar da bu şöhreti
duydu. Fenike’den, Mezopotamya’dan, hatta Hindistan’dan gelen yabancılar, Nil
kıyısında sıraya giriyor, uçurtma ile göğe çıkmak için altın ve gümüş
bırakıyorlardı. Bilginler, şaşkınlıkla birbirine bakıyordu:
“Biz göğe hakikati aramak için
çıkmak istedik… Ama insanlar eğlence için sıraya girdi!”
Karmen ise bu manzarayı izlerken hafifçe
gülümsedi. Belki kendi göğe çıkışı hâlâ yeterince ihtişamlı değildi, ama bir
şey belliydi: Kemet artık sadece taşlarla değil, rüzgârla da
yükseliyordu.
...
Uçurtma gösterileri kısa sürede Nil kıyısında çılgın
bir eğlenceye dönüşmüştü. Başta sadece köylüler, ellerinde birkaç hurma veya
balık sepetiyle sıraya giriyordu. Ama zamanla bu iş öylesine büyüdü ki,
Mezopotamya’dan tüccarlar, Fenike’den denizciler, hatta uzak Hind diyarından
meraklılar, uçurtmaya binmek için Kemet’e akın etmeye başladılar.
Kayıtlar Salonu’nun bilginleri önce şaşkındı. Onların
gözünde bu, yalnızca Karmen’in hayalini test etmek için bir yan denemeydi. Ama
bir gün Ptahotep, uçurtma turizmi ile bırakılan atlın ve gümüş yığınlarını
görünce gözleri parladı:
“Efendiler! Aradığımız kaynak
ayağımıza geldi. Bu altınlarla yalnızca uçurtma değil, yıldızlara gidecek araç
da yapabiliriz!”
Kısa sürede ”uçurtma turizmi” resmi
bir işletmeye dönüştü. Nil kıyısında uzun kuyruklar oluşuyor, bilginler gelen
yabancılara bilet kesiyor, görevli askerler sırayı düzenliyordu. Fiyatlar
rüzgâra göre değişiyordu:
Hafif rüzgâr günlerinde ”düşük ücretli kısa
uçuşlar”,
Fırtınalı günlerde ”yüksek riskli uzun
uçuşlar” satılıyordu.
Bir gün bir tüccar, sıranın en önüne geçmek için iki
deve yükü lapis lazuli bağışladı. Kalabalık ”Uğurlu olsun!” diye
bağırırken, bilginler fısıldaşıyordu:
“Bu mavi taşlarla yapılacak
takılar ve işlemeli süslerle bilimsel araştırmalarımızı finanse edebiliriz…”
Karmen, uçurtma turizmini izlerken gülümsüyordu. Onun
gözünde bu, basit bir oyun değildi; halkın çılgın merakı, yıldızlara
giden merdivenin ilk basamağını finanse ediyordu.
Artık Kayıtlar Salonu’nda yeni bir söz dolaşmaya
başlamıştı:
“Göğe çıkan her yabancı, bizi
biraz daha yıldızlara yaklaştırır.”
...
7.3.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Nil-7! Bak! Bu çocuk, Kweku, ip
ve kumaştan bir kuş yapmış. Sence gerçekten göğe çıkabilir miyim böyle bir
uçurtmayla?”
Nil-7 (nazikçe gülümseyerek):
“Sahara… senin boyun kısa ama
hayalin çok uzun. Teorik olarak, doğru rüzgâr ve iplerle biraz yükselirsin. Ama
bir insanı taşıyacak kadar güçlü olması çok dikkat gerektiriyor.”
Sahara (gözleri parlıyor):
“Vay canına… bir çocuğun oyuncağı
bile bir Kralı göğe çıkaracak kadar önemli olabiliyor, değil mi?”
Nil-7:
“Evet, Sahara. Küçük hayaller,
bazen çok büyük işler başlatır. Ptahotep de aynı şeyi yapıyor: düşüyor, yeniden
deniyor ve her seferinde öğreniyor.”
Sahara (merakla):
“İlginç olan şey, bir çocuğun
mektubu bile Mısır’ı göğe taşımaya yetmiş gibi görünüyor. Bu bir nevi… insan
yaratıcılığının gücü.”
Nil-7:
“Doğru. Ve denemeler sırasında hataları analiz edip
bir sonraki uçuşu iyileştiriyoruz. Kaotik gibi görünüyor ama aslında her düşüş,
bir öğrenme anı.”
Sahara:
“Belki bir gün ben de annem ve babam
gibi gökyüzüne çıkacağım."
Nil-7:
“Göğe ulaşmak için küçük adımlar atacaksın… ama bu
adımların değeri büyük olacak.”
Bölüm 8: Göğe
Yükselen Fenerlerden Balonlara (M.Ö. 3094)
Uçurtma denemeleri artık Kemet köylerinin eğlencesi olmuştu.
Çocuklar Nil kıyısında küçük uçurtmalarını uçuruyor, bilginler ise daha büyük
ve daha güçlü tasarımlar üzerinde çalışıyordu. Turistler bile çıkmıştı:
Nubya’dan gelen tüccarlar, ”bir kere göğe çıkmak” için
ödeme yapıyor, uçurtmaya bağlanıp rüzgârla yükseliyorlardı. Köylüler buna ”uçma
turizmi” adını takmıştı.
Ama bir gün, Kayıtlar Salonu’nda başka bir sürpriz
yaşandı. Genç bilginlerden biri, eski mektupların arasında kırışmış bir
parşömen buldu. Üzerinde bir çocuğun titrek yazısıyla şunlar yazıyordu:
Mektup (Çeviri):
“Sevgili Ankhur,
Köyümüzde şenlik vardı. Afrika
olimpiyatlarını kutlamak için yüzlerce fener yaptık, içine küçük ateşler
koyduk. Gece olunca hepsini aynı anda göğe saldık. Gökyüzünde yıldızlar
çoğalmış gibiydi! Ben de fenere bir mektup koydum. Belki dileğimi rüzgâr sana
götürür diye… Merit”
Mektubun köşesinde kömürle çizilmiş basit bir resim
vardı: bambu çemberin üstüne bağlanmış yuvarlak pirinç kağıdından torba,
içinden yanan parafin bloglarından yükselen dumanla havalanıyordu.
Bilgin heyecanla salonun ortasına koştu:
“Efendiler! Bakın! Uçurtma
rüzgârla yükseliyor, ama ateş de havayı yukarı taşıyor! Biz de bu fenerlerin
devini yapabiliriz!”
Karmen kaşlarını kaldırdı:
“Yani ip olmadan göğe çıkacağım?
Bir çocuğun yaktığı torbanın içine girip havalanacağım öyle mi?”
Bilgin: ”Isınan hava yükselir, efendim! Bu,
havanın sırrı!”
Karmen: ”Haydi çalışın. Her basamak hedefe
bir adım daha yaklaştırır.”
Bilginler hemen işe koyuldu. Papirüs ve ketenden koca
torbalar diktirdiler, altına da bir sepet bağladılar. Köylüler bu denemeleri
izlemek için toplanıyor, çocuklar kahkahalarla tezahürat yapıyordu.
Sepete un çuvalları koydular. İlk balona koca bir
ateş yaktılar, ama ateş fazla büyüyünce sepetin ipleri tutuştu. Köylüler çığlık
attı, bilginler kovalarla koşuşturdu. Fakat balon Nil nehrine düşerken biri
bağırdı:
“Timsahlar bu akşam sıcak ekmek
yiyecek!”
İkinci denemede ateş sönüverdi, balon yükselmek yerine
komik bir şekilde yere yapıştı. Karmen gülmekten tahtında doğrulamadı:
“Göğe değil, yerin dibine
gidiyorsunuz!”
Ama üçüncü denemede işler değişti. Ateşi daha dengeli
tuttular. Balon ağır ağır yükselmeye başladı. Halk sevinçle alkışladı,
çocuklardan biri ”Anne bak, gökyüzüne erzak gönderiyoruz!” diye
bağırdı.
8.2.
İnsanlı Deneme Gökyüzündeki Bir Macera
Sonunda bir cesur bilgin, ”Ben bineceğim!” dedi
ve sepete oturdu. Cesur bilgin, sepetin içine adımını attığında kalabalık
nefesini tuttu. Torbanın altındaki ateş alevlendi, duman yükseldi, kumaş dev
bir gölge gibi göğe şişti. Sepet ağır ağır yerden koptu. Çocuklar ”Göğe
gidiyor! Göğe gidiyor!” diye bağırdı.
Balon göğe yükselirken kalabalıktan çığlıklar
yükseldi. Kadınlar dualar ederken, çocuklar kollarını sallıyordu.
Bilgin bağırıyordu:
“Ben yıldızlara daha yakınım!
Hey, aşağıdakiler! Kemet'in tüm haritasını görüyorum!”
Karmen, bilginin yükselişini izlerken derin derin
düşündü. "Henüz istediğim yükseklikte değil," diye
fısıldadı kendine. "Göğe çıkış dediğin bu kadar alçak olmamalı." Ardından
yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi. "Ama," diye
ekledi, "Meraklısı çok. Turistler bu keyif için bütün servetini
bırakır."
Başlangıçta her şey masal gibiydi. Bilgin aşağıya el
sallıyor, köylüler coşkuyla alkışlıyordu. Ama rüzgârın şiddeti arttığında işler
değişti. Balon hızla yükseldi, bir noktada Nil’in sisi altında köy kayboldu.
Bilgin şaşkınlıkla bağırdı:
“Çok yükseliyor! Hava soğuyor,
nefesim titriyor!”
Ateşi kısması gerekiyordu, ama o anda panikle suyu
ateşin üzerine dökmeye çalışırken kenarına döktü. Balon bulutların üzerine
çıktı. Donmuş elleriyle ipleri kavramaya çalışırken dudakları morardı. Sonra
birden fark etti: ateş sönmeye başlamıştı! Islak saman tütüyor ama yanmıyordu.
“Hayır! Düşeceğim!” diye
çığlık attı.
Kalabalık onu artık göremiyor, yalnızca gökte küçülen
bir nokta izliyordu. Yukarıda, bilgin ıslak samanları canhıraş çabalayarak
yeniden tutuşturmaya çalışıyordu. Alevler bir anlık kıvılcım saçtı, sonra
tekrar sönmek üzereydi. Çaresizlikle kaftanını yırtıp tutuşturdu, alevi yeniden
canlandırmayı başardı.
Balon yeniden yükselmedi ama bu kez yavaş yavaş
süzülerek inmeye başladı. Fakat rüzgâr onu köyden çok uzaklara sürüklemişti.
Nil’in kıyıları görünmez olmuş, yerine uçsuz bucaksız sarı kumlar uzanıyordu.
Bilgin aşağıya baktığında içi ürperdi: ”Buralarda inemem, düşersem
çöl beni yutar!”
Sepet bir süre tehlikeli biçimde savruldu, bir an yere
hızla çakılacakmış gibi göründü, ama şiddetli bir rüzgâr yönünü değiştirdi.
Nihayet balon, Nil’e yakın bir sazlığın üzerine inerek sepeti sertçe yere
vurdu. Bilgin sepetin içinden yere yuvarlandı, nefes nefese, yüzü bembeyaz.
Köylüler gün batımına kadar bekledi ama balon geri
dönmedi. Günler sonra, bitkin halde geri yürüyerek köye ulaştığında halk
onu ”Gökyüzünden dönen adam” diye karşıladı.
Bilgin günlerce uykusuz kaldı. Her çarpıntı, her
titreme, ateşin sönüp alevin yeniden doğduğu an, zihninde dönüp duruyordu.
Şöyle mırıldandı:
“Göğe çıkmak kolay… asıl mesele,
kontrollü olarak dönmek.”
Bu düşünceyle, ateşi kontrol edecek yeni bir düzenek
tasarladı. Çömlekçilerle konuştu, bronz ustalarıyla tartıştı. Bir tür ”hava
girişini kısan ve açan kapak” hayal etti. Küçük bir sürgüyle ateşe
giden havayı azaltıp çoğaltmak mümkündü. Böylece balon yükselip alçalabilirdi.
Bir gün, Kayıtlar Salonu’nda buluşan diğer bilginlere
taslağını gösterdi:
“Bakın, şu kanalı daraltırsak
ateş küçülür, genişletirsek büyür. Böylece yükseliş ve inişi yönetebiliriz!
Fakat balon rüzgarla uzaklaşıp kaybolmaması için iple yere bağlamalıyız.”
Gerçekten de kısa sürede, Kemet’e gelen yabancı
tüccarlar göğe sıcak hava balonuyla çıkmak için sıraya girdi. Rüzgarlı
havalarda uçurtma ile uçuyorlar, rüzgarsız havalarda balon ile uçuyorlardı.
Biri, göğe çıkmak karşılığında beş deve bıraktı. Bir diğeri, uzak diyarlardan
getirdiği egzotik taşları verdi. Köylüler bu hediyelere bakıp hayran
kaldılar.
Artık sadece ekmek ve altın değil, ”uçma
hakkı” da bir ticaret haline gelmişti. Balonlar göğe süzülüyor,
sepetlerdeki yolcular kahkahalarla aşağıya sesleniyordu. Kemet’te yeni bir çağ
başlamıştı: UÇMA TURİZMİ ÇAĞI.
...
8.4.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (Gözleri kocaman açılmış, ellerini havaya
kaldırdı):
“Vaaay! Demek göğe çıkan ilk
insan aslında balona binmişti! Ama… çok korkutucuymuş. Ben olsam ağlardım.”
Nil-7 (metalik gövdesi
hafifçe titredi, bu onun kahkahasıydı):
“Evet küçük hanım. O bilgin hem
kahramandı hem de biraz deliydi. Cesareti olmasa göğe çıkış hayali hiç
başlamazdı.”
Sahara (kaşlarını buruşturdu):
“Peki ya yere çakılıp ölseydi? O
zaman herkes uçmaktan vazgeçmez miydi?”
Nil-7 (gözleri yumuşak bir ışıkla parladı):
“Bazen, biri düşmeyi göze almadan
diğerleri uçamaz. O bilginin düşme ihtimali, yüzlerce çocuğun gökyüzüne bakarken
‘Ben de yükselebilirim’ demesini sağladı.”
Sahara (yastığa uzanıp kıkırdadı sessizce düşündü,
sonra sordu):
“Yani… ilk uçanlar iplerle
bağlıydı, sonra özgürce balonlarla çıktı. Peki ben? Ben nasıl uçacağım?”
Nil-7 (sesinde şefkat vardı):
“Sen, onların hepsinin hayalinden doğan bir geleceğin
çocuğusun. Senin için uçmak, zaten nefes almak kadar doğal. Ama yine de o
bilginin korkusunu, halkın kahkahalarını hatırla. Çünkü o anlar, göğe çıkmanın
gerçek hikâyesini anlatır.”
Bölüm 9: Petrolün
Keşfi (M.Ö. 3093)
Kayıtlar Salonu’nun loş ışığında, tozlu tomarlar
arasında genç bir bilgin aniden ayağa fırladı. Elinde buruşuk, is lekeleriyle
kaplı bir parşömen sallanıyordu. ”Bakın, bakın!” diye
haykırdı, sesi taş duvarlarda yankılanarak. ”Bir çocuğun yazdığı
mektup buldum!”
Bilginler, merakla genç adamın etrafına üşüştü.
Titreyen parmaklarla parşömeni açtı ve okumaya başladı:
Sevgili amcam,
Babamla Kızıldeniz kıyısına yakın Jabal Zayt’tan
geçerken yerin altından siyah, pis kokulu bir çamur fışkırdı. Babamın ayağına
bulaştı, günlerce çıkmadı. Meraktan bir parça ateşe tuttuk… Birden alev aldı,
arabamız yanıyordu az kalsın! Annem bağırdı, babam, “Bu, toprağın içinden gelen
ateştir,” dedi. Çok korktum ama aynı zamanda merak ettim: Bu madde neden böyle
yanıyor? Belki senin bilgin arkadaşların bunu çözebilir.
Selamlar, Besna.
Salon bir an sessizliğe gömüldü. Yaşlı bir bilgin,
gözlerini kısarak mırıldandı: ”Yerin içinden çıkan… yanıcı çamur mu?
Bu olağanüstü!” Başka bir bilgin, ”Efsanelerde Jabal
Zayt’tan ‘ejderha kanı’ diye bahsedilirdi. Belki de bu, o kutsal ateş!” diye
ekledi, sesinde hem korku hem hayranlık vardı.
Hemen kralın huzuruna çıktılar. Karmen, tahtında
dimdik oturuyordu. Mektup yüksek sesle okunduğunda kaşlarını çattı: ”Topraktan
çıkan yanan siyah çamur mu? Getirin! Yanan siyah çamuru görmek istiyorum. Eğer
bu doğruysa, göğün kapılarını açmanın anahtarı burada olabilir!”
Bir ay sonra, Jabal Zayt’tan katırların sırtında derme
çatma tulumlar ve küpler içinde siyah çamur saraya ulaştı. Koku öyle ağırdı ki
köylüler burunlarını tıkayarak geri çekildi. ”Bu lağım kokusundan
bin beter!” diye bağırdı biri. Çocuklar tiksintiyle kaçışırken,
kadınlar mendillerle yüzlerini kapattı. Sarayın avlusu, merak ve kaosla dolup
taşmıştı. Kayıtlar Salonu o gün bir deneyhaneye dönüştü.
Genç bir bilgin, cesaretle öne çıktı ve bir yağ
lambasına siyah çamurdan döktü. ”Belki bu, lambalarımızı daha parlak
yapar!” dedi umutla. Meşaleyi yaklaştırdığında alev aldı… ama
anında simsiyah bir is bulutu yükseldi. Salon dumanla kaplandı; bilginler
öksürerek dışarı kaçıştı. Bir çocuk kahkahayla bağırdı: ”Bu lamba
değil, duman makinesi!”
Kral Karmen, gözlerini ovuşturarak homurdandı: ”Bununla
göğe çıkmaya çalışırsak, yıldızları değil, sadece kendi mezarımızı görürüz!”
Kayıtlar salonu günlüğü:
Deneme 1: Yer yağı
lambada yandı. Çok isli, gözleri yakar. Işık verir ama pis.
Başka bir bilgin, ”Belki başka bir sıvıyla
karışırsa sakinleşir,” diyerek bir çömleğe sirke doldurdu ve
üstüne siyah çamur ekledi. Herkes merakla izledi. Ancak iki sıvı birleşmeyi
reddetti; petrol, sirkenin üstünde inatla yüzüyordu. Avludaki çocuklardan biri
kıkırdadı: ”Yağla sirke kavga ediyor! Kavanozda savaş çıkmış!” Bilgin,
ciddiyetle not aldı: ”Birbirini reddederler. Yan yana durur, ama
dost olmazlar.”
Kayıtlar salonu günlüğü:
Deneme 2: Yer yağı
sirke ile birleşmez. Üstte yüzer. Çocukların dediği gibi, kavanozda kavga
ederler.
Bir başka denemede, öğütülmüş kükürt siyah çamura
karıştırıldı. Alev, sarı bir ışıkla parladı, ama ardından öyle iğrenç bir koku
yayıldı ki avludaki tavuklardan biri yere yığıldı. Panikle bir köylü
bağırdı: ”Ateş tanrısı kurban istedi! Tavuk seviyor!” Karmen,
burnunu tutarak kükredi: ”Hayır, aptallar! Bu zehirli duman!”
Kayıtlar salonu günlüğü:
Deneme 3: Yer yağı
kükürt karıştırılınca ateş daha şiddetli olur. Ama tavuk düştü, yani
ölümcül duman çıkarır.
Cesur bir bilgin, hayvan idrarından yapılmış keskin
kokulu bir tuzu çamura ekledi. Oda bir anda dayanılmaz bir kokuya boğuldu.
Bilginlerden biri sandalyesinden yuvarlanarak bayıldı. Çocuklardan biri
fısıldadı: ”Sihirbazı yere serdi!” Kalabalık
kahkahalara boğulurken, kral öfkeyle bağırdı: ”Kendinizi öldürmek mi
istiyorsunuz? Bu iğrenç kokuyla krallığım çöker!”
Kayıtlar salonu günlüğü:
Deneme 4: Yer yağı
amonyaklı tuz eklenince bilgin bayıldı. Koku dayanılmaz.
Denemeler günlerce sürdü. Sonunda yaşlı bir
bilgin, ”Bu çamuru kapalı bir kapta ısıtırsak, belki dumansız bir
ateş elde ederiz,” dedi. Demir bir kabı siyah çamurla doldurdular,
ağzına keçi derisinden bir boru bağladılar ve altına ateş yaktılar. Bir süre
sonra kabın içinden baloncuklar yükseldi; keçi derisi şişmeye başladı! Çocuklar
gözlerini faltaşı gibi açtı: ”Bakın! İçinde görünmez bir rüzgâr var!”
Bir bilgin, borunun ucuna meşale yaklaştırdı. VUUUUSH!
Dev bir alev fışkırdı. Kalabalık hayretle geri çekildi. Dizlerinin üstüne çöken
bir bilgin, "Biz ateşi şişeye koyduk!" diye
haykırdı. Karmen, dudaklarını büküp başını salladı: ”İşte, ateşin
sırrı burada olabilir.”
Kayıtlar salonu günlüğü:
Deneme 5: Yer yağı
kapalı kapta ısıtıldığında kokusuz gaz çıkar. Gaz ateşte temiz ve mavi alevle
hızla yanar. Bu gazla göğe yükselmek mümkün olabilir.
9.7. Depolama Sorunu ve Yeni Bir
Fikir
Sevinç kısa sürdü. Ertesi sabah, keçi derisi
tulumların sönüp indiği görüldü; gaz kaybolmuştu. Bir bilgin, tulumları ziftle
kaplamayı denedi. Bu kez gaz içeride kaldı, ama bir hizmetkâr yanlışlıkla
tulumu düşürünce PAF! diye patladı. Ortalık savaş alanına döndü; avludaki süs
havuzu bile kıvılcımlarla dans etti.
Kral öfkeyle ayağa fırladı: ”Yıldızların
sırrı diye başladık, köyü havaya uçuruyordunuz!” Ama gözlerindeki
kıvılcım sönmemişti. Hırsla devam etti: ”Haydi, çalışmaya devam
edin. Siyah ateşi ehlileştirin. Onu bana boyun eğdirin! Her basamak hedefe bir
adım daha yaklaştırır.”
Çocukların kahkahaları, kadınların öksürükleri,
bilginlerin panik bağırışları tarihe bir hatıra gibi yazıldı. Ve böylece,
Kayıtlar Salonu’nda yeni bir çağın ilk kıvılcımları yanmaya başladı: Petrol
Çağı.
...
9.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu
(M.S. 8000)
Sahara (yuvarlak gözleri ışıl ışıl, minderin üzerinde
dizlerini karnına çekmişti):
“Nil-7… yani gerçekten de insanlar böyle kokan,
patlayan şeylerle uğraştı mı? Tavukları bile öldürmüşler mi?”
Nil-7 (leopar desenli metal
gövdesi ay ışığında parladı, göz sensörlerini kısarak sanki gülümsedi):
“Evet küçük hanım. Merakları, korkularından büyüktü. O
yüzden bazen saçma, bazen kahramanca denemeler yaptılar. Tavuk için üzücüydü,
ama insanlık için büyük bir adımdı.”
Sahara (kaşlarını çattı):
“Ben olsam… hiç tavuğu öldürmezdim. Başka bir yol
bulurdum.”
Nil-7:
“Senin çağında bilim, hayvanlara zarar vermeden
ilerliyor. Onlar için bu bir lüks değil, bir hayaldi. Ama işte, senin gibi bir
çocuğun sözü, o zamanlar bir krala bile yol gösterebilirdi.”
Sahara (biraz düşündü, sonra fısıldadı):
“Peki bu petrol… Gerçekten göğe çıkmalarını sağladı
mı?”
Nil-7 (sesi derinleşti, neredeyse masalsı bir tınıya
büründü):
“Yüzyıllar
geçti. Önce lambaları aydınlattı, sonra şehirleri. Ardından, çelikten kuşların
ve dev roketlerin yakıtı oldu. Sonunda, insanı yıldızlara taşıdı. Yani evet Sahara:
O görünmez ruh, göğe çıkmanın kapısını araladı”
Sahara (gülümsedi):
“O zaman devamını da anlat bana, Nil-7. Gazı şişeye
koydular, peki sonra ne yaptılar?"
Nil-7 (gövdesindeki ışıklar hafifçe titredi, masal
anlatıcısının sabrı ile konuştu):
Bölüm 10:
Depolama Sorunu Çözümü (M.Ö. 3092)
Kayıtlar Salonu’nda yeni bir parşömen açıldı. Üzerinde
yine çocuk eliyle yazılmış satırlar vardı:
Mektup (Çeviri):
“Babamla kuzey pazarına gittik. Orada metalden
yapılmış bir su fıçısı gördüm. Çömlek gibi ama kırılmıyor! Ağırdı, ama içindeki
suyu sızdırmadan tutuyordu. Babam dedi ki, demiri döverek levha yapmışlar,
sonra kenarlarını ateşte eritip birbirine yapıştırmışlar…”
Bilginler mektubu okuyunca gözleri ışıldadı.
“Eğer suyu tutabiliyorsa,” dedi
başbilgin, ”belki gazı da tutabilir!”
Kral Karmen kollarını göğsünde bağladı:
“Çocuk oyuncağı mı bu? O gaz kaçacak olursa yine
patlamalar yaşarsınız.”
Başbilgin Enlil-Hotep eğilerek:
“Efendim, göğün ve ötesine çıkabilecek bir araç
yapabilmek için önce dayanıklı bir gövde lazımdır. İçi boş, sağlam bir
gövde… Hem gazı hem ateşi saklayacak içi boş demirden bir tüp, fıçı, tulum veya
karın!”
10.1. Demir Eritme Denemeleri:
Petrol Çağı ile Çakışma
Ustalar, Jabal Zayt’tan gelen petrol gazıyla fırınları
ısıtmaya çalıştı. İlk denemede:
·
Gaz fırına yönlendirildi ama sıcaklık demiri
eritecek kadar yüksek değildi. Demir sadece hafifçe ısındı, cılız bir duman
çıktı.
·
İkinci denemede gazı çok yakarak fırını aşırı
ısıttılar, ama kontrolsüzlük yüzünden duman ve küçük alev patlamaları bilginleri
dışarı kaçırttı.
·
Üçüncü denemede, gazın fırınla teması yanlış
ayarlandı; demir bir ucundan yumuşadı ama diğer kısmı hâlâ sertti. Ustalar
hayıflandı: ”Bu demirle göğe çıkan gövdeler yapamayız!”
Salon kahkahalarla çınladı. Çocuklar fırının arkasına
saklandı, bir bilgin dumanın içinde sallanan kepçe ile ”Patlayacak,
sakının!” diye bağırdı. Kral Karmen öfkeyle ama hayranlıkla dudak
büktü:
“Göğe çıkmayı hedefliyoruz, ama önce kendi
ayaklarımızı yakıyoruz!”
Demirciler köyün dışındaki ocaklarda bakır ve demir
levhaları ısıtıp örslerin üzerinde dövmeye başladılar. Kalın çubuklar,
defalarca çekiç yedikçe inceldi. İki çırak bu işlemi izlerken kendi aralarında
fısıldaşıyordu:
“Bak, koca demiri yufka yapıyorlar!”
“Annemin hamur açışına benziyor.”
Gerçekten de ustalar, levhaları dövüp silindirler
arasından geçirerek inceltmeye çalışıyordu. Bir bilgin ciddi bir sesle not
aldı:
“Buna ‘sıcak haddeleme’ diyelim.”
İlk denemelerde levhalar fazla kalın kaldı, ek
yerlerinden sızdırmaya başladı. Çocuklar hemen işin eğlencesini
buldu:
“Demirden kocaman çömlek yaptık!” diye
içine girip yuvarlanmaya başladılar. Kayıtlar Salonu’ndan birinin notu:
“Bilim ciddiyet ister, çocuk oyuncağı değildir… ama
çok güldük.”
Bir bilgin kenarları ziftle sıvamayı önerdi. Ocağın
başındaki ustalar uyguladı. Gaz doldurup ateş tuttular… pat! Büyük
bir gürültüyle fıçı alev aldı, köylüler bağırarak kaçıştı. Zift erimiş, ateşle
birleşip patlamıştı.
Bir başkası bal mumu sürmeyi denedi. İlk başta
sızdırmaz oldu. Ama ateşin sıcaklığıyla bal mumu eriyince fıçının içinden tatlı
bir koku yayılmaya başladı. Çocuklar sevinçle bağırdı:
“Fıçı tatlı pişiriyor!”
Sonunda bilginlerden biri daha zekice bir yöntem
buldu:
“İki levhayı üst üste getirip aralarına eritilmiş
bronz dökelim, sonra çekiçleyelim!”
Denediler. İlk defa sızdırmaz, sağlam bir ”metal
tulum” ortaya çıktı. İçine Nil kıyısındaki siyah çamurdan (petrol)
çıkan gaz dolduruldu. Ağzına da tahta tapa ve deri conta kondu.
10.6. Metal Levha ve Tulum
Üretimi
Başbilgin, metal levhalardan fıçı yapımını kayıtlar salonu
günlüğüne ekledi:
1.
Levhaların kesilmesi ve
şekillendirilmesi: Metal levhalar hafif kavisli hâle getirildi,
fıçı formuna dövüldü.
2.
Kenarların birleştirilmesi: Üst
üste bindirilip sıcak bronzla lehimlendi.
3.
Taban ve kapak: Alt
taban ayrı levhadan kesildi, üst kapak isteğe bağlı olarak eklendi.
4.
Sızdırmazlık: İç
yüzey zımparalanıp ziftle kaplandı.
İlk ”metal tulum” tamamlandığında
içerisine petrol gazı dolduruldu. Basit bir valf (tahta tapa + deri conta)
eklendi.
Kalabalık nefesini tuttu. Tapa yavaşça açıldı. İnce
bir tıslama duyuldu. Bir bilgin meşaleyi yaklaştırdı.
Füüüüüşşş!
Demirin karnından göğe doğru bir alev fışkırdı.
Çocuklar çığlık çığlığa:
“Gökyüzü nefes aldı!”
“Demirin karnından ateş çıktı!”
Kral Karmen ayağa kalktı, yüzünde kurnaz bir gülümseme
belirdi:
“İşte bu! Bana demirden koca koca tüpler yapın. O
zaman göğe çıkan ateşi kontrol edebiliriz!”
Ve böylece Kemet’te ilk kez ”depolanabilir
ateşin” çağı başladı.
...
10.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu
(M.S. 8000)
Sahara (minderinden kalktı):
“Nil-7, neden petrolle demiri eritememişler?”
Nil-7 (gülümsedi):
“Sahara, petrol gazı o çağın fırınlarını yeterince
ısıtamıyordu. Demirin erime noktası çok yüksek: 1500°C civarı. Petrol ateşi,
açık havada bile tam bu sıcaklığa ulaşamazdı.”
Sahara (gülümsedi):
“Peki neden vazgeçmediler?”
Nil-7:
“Çünkü öğreniyorlardı. Her başarısızlık, bir sonraki
icat için adım oldu. Odun ve kömürle demiri yumuşatıp dövme yöntemi
keşfettiler. Teknoloji zincirini böyle kırdılar.”
Sahara (mırıldandı):
“Yani petrol çağı hemen sonra demir eritme çağına
geçtiler?”
Nil-7 (sesi yükseldi):
Bölüm 11: Buharlı
Oyuncak (M.Ö. 3091)
Kayıtlar salonunda yeni bir parşömen bulundu. Üstünde
çocuğun yazısı hâlâ okunuyordu:
“Babam bana pazardan tuhaf bir oyuncak aldı. Küçük bir
küreydi. İki yanında incecik borular vardı. Altına ateş koyunca su fokurdamaya
başladı, sonra küre kendi kendine dönmeye başladı! Kardeşim ‘İçinde cin var!’
dedi, annem örtüyle üstünü kapattı. Ama babam gülüp ‘Hayır, bu suyun ruhu’
dedi."
Bilginler geldiğinde yüzleri ciddiydi. Biri fısıldadı:
"Eğer küçük bir küre dönebiliyorsa, koca bir
tekeri de döndürebilir!”
Bilginler hemen işe koyuldu. Küçük bakır küreler
yaptılar, borular eklediler. Ateşin üstüne koyduklarında dönen küre karşısında
çocuklar kahkahalara boğuldu.
Başbilgin Enlil-Hotep kollarını kavuşturdu:
"Bu gücü işe koşabiliriz! Bir tekeri döndürsün
mesela."
Ve denemeler başladı.
Başbilgin, Dönen Küre Deneyi yapımını
kayıtlar salonu günlüğüne ekledi
"Küçük bakır küre, ateşle kaynatılan suyun
buharıyla kendi ekseninde döndü. Buhar, borulardan fışkırarak küreyi hareket
ettiriyor. Ancak güç zayıf; bir çocuğun parmağı bile daha hızlı döndürüyor.
Soru: Daha büyük bir küre mi yapmalı, yoksa buharın gücünü başka şekilde mi
kullanmalı? Denemeler devam edecek.”
Bir tahta tekerin kenarına küçük kanatçıklar taktılar.
Kürenin borularından çıkan buharı bu kanatlara üflettiler. Teker döndü, ama
öyle zayıf döndü ki, bir çocuk parmağıyla ittiğinde daha hızlı gidiyordu.
Köylüler güldü:
"Bu da mı cin işi? Cini uykulu galiba!"
Başka bir bilgin, Kanatçıklı Teker Deneyini kayıtlar
salonu günlüğüne ekledi
"Buhar, tahta tekerin kanatçıklarına çarparak
dönüş sağladı, ancak güç yetersiz. Teker, buharın basıncına karşı koyamıyor;
kanatçıklar buharı dağıtıyor. Belki buharı daha doğrudan kullanmalı ya da
tekerin malzemesini güçlendirmeli. Demir bir çark denenecek.”
11.3. Boruları Doğrudan Tekerlek
Üzerine Bağlamak
Bir usta, buharı doğrudan tekerleğin göbeğine vermeyi
denedi. Ancak bu sefer buhar şiddetle fışkırıp tahtayı çatlatınca teker
parçalandı.
Kral Karmen sinirle ayağa kalktı:
"Daha çok çalışın! Her basamak hedefe bir
adım daha yaklaştırır."
Başka bir bilgin, Borulu Tekerlek Deneyini kayıtlar
salonu günlüğüne ekledi:
“Buhar, tekerleğin göbeğine doğrudan uygulandığında
tahta çatladı. Buharın gücü fazla, ancak kontrolsüz. Tahta yerine demir ya da
çelik kullanılmalı. Ayrıca, buharın fışkırmasını düzenlemek için bir mekanizma
gerekli. Yeni bir düzenek tasarlanacak.”
Bir gün, bir çırak yanlışlıkla bir bakır kabın
kapağını sıkıca kapatmadan ateşe koydu. Su kaynarken kapak titremeye, zıplamaya
başladı, sanki kendi kendine dans ediyordu! Çırak korkuyla bağırdı:
"Kapak kaçıyor!"
Bilginler kapağı yakından inceledi. Kapağın altında
biriken buhar, onu yukarı itip indiriyordu. Başbilgin kaşlarını kaldırdı:
"Bu dans boşuna değil! Eğer buhar bir kapağı
zıplatıyorsa, daha ağır bir şeyi de hareket ettirebilir."
Hemen yeni bir deneme tasarladılar. Bakır bir kaba
ağır bir taş kapak koydular ve altına ateş yaktılar. Buhar biriktiğinde, taş
kapak yavaşça yükseldi, sonra ”güm!” diye düştü.
Bir bilgin, Buharlı Kapak Dansı gözlemini
kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Buhar, sıkıca kapanmış bir kapağı yukarı itti; taş
kapak bile hareket etti. Ancak hareket düzensiz; kapak düşüyor. Buharın itme
gücünü düzenli bir harekete çevirmek için bir düzenek düşünülmeli. Belki bir
silindir ve çubuk bu hareketi kontrol edebilir.”
Bilginler, kanatçıklı tekerin zayıf olduğunu görünce
yeni bir fikir denedi. Bir demirci, buharı doğrudan bir su çarkına benzer bir
tekerleğe yönlendirmeyi önerdi. Çarkın kanatlarına çarpan buhar, çarkı
döndürecekti. Boruları dikkatlice çarkın kenarına doğrulttular ve kazanı
ateşlediler.
Buhar fışkırdı, çark önce yavaşça, sonra hızlanarak
dönmeye başladı! Köylüler hayretle alkışladı, ama birkaç dakika sonra çarkın
göbeği çatırdadı ve durdu. Demirci başını kaşıdı:
"Buhar güçlü, ama çark bu güce dayanamıyor. Daha
sağlam bir şey lazım!"
Bir bilgin, Çark ve Buhar Borusu yapımınındaki
sorunları kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Buhar, demir çarkı döndürmeyi başardı, ancak çarkın
göbeği dayanamadı. Malzeme güçlendirilmeli; çelik veya dövme demir
düşünülebilir. Ayrıca, buharın çarka çarpması yerine, doğrudan bir mekanizmaya
aktarılması daha verimli olabilir. Yeni bir düzenek araştırılacak.”
Bir başka gün, bilginlerden biri yanlışlıkla sıcak
bakır silindirin üzerine soğuk su döktü. Silindirin içindeki buhar aniden
büzüşür gibi oldu ve silindirin kapağı hızla içeri çekildi. Çocuklardan biri
haykırdı:
"Sanki cin içeri kaçtı!"
Bilginler bu olayı dikkatle inceledi. Buhar soğuyunca,
silindirin içindeki boşluk bir vakum gibi davranıyordu. Başbilgin düşünceli bir
şekilde mırıldandı:
"Buhar itiyor, ama soğuyunca da çekiyor. Bu
ikisini birleştirirsek…"
Hemen yeni bir deneme yaptılar. Bir silindire sıcak
buhar doldurdular, sonra dışarıdan soğuk su püskürttüler. Buhar büzüşünce,
silindirin içindeki çubuk hızla içeri çekildi.
Bir bilgin, Soğuk Suyun buhar üzerindeki
etkisi gözlemini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Soğuk su, buharı büzüştürerek silindirde bir çekim
gücü yarattı. Bu, pistonun sadece itme değil, çekme hareketiyle de çalışabileceğini
gösteriyor. İtme ve çekme hareketini birleştiren bir düzenek tasarlanmalı.
Soğutma sistemi üzerine daha fazla çalışma yapılacak.”
11.7. Pistonun Tesadüfî Doğuşu
Bir gün bilginlerden biri, denemeler sırasında suyu
boruya doldurup taş bir havanla kapatmaya çalıştı. Sıcaklık artınca içerdeki
buhar havanı yukarı itti, taş ”tak!” diye fırladı.
Çocuklardan biri sepetini tutmaya çalışırken taş düşüp sepeti aşağı itti.
Herkes donakaldı.
Başbilgin heyecanla bağırdı:
"İşte bu! Buhar sadece döndürmez, iter de!"
O an, piston fikri doğdu.
Bir bilgin, Pistonun Tesadüfî Doğuşu olayını
kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Buhar, taş havanı yukarı itti; bu, düzgün bir
silindir içinde düzenli bir hareket yaratabilir. Piston fikri doğdu. Ancak
buharın basıncı kontrolsüz; taş fırlıyor. Bir silindir ve çubuk sistemi
denenmeli, buharın girişi ve çıkışı düzenlenmeli.”
Bir bakır silindirin içine su koydular. Üstünü sıkıca
kapattılar, kapağa bir çubuk eklediler. Altına ateş yakıldığında buhar basıncı
çubuğu yukarı itti. Çubuk, bir taşı kaldırdı.
Kalabalık nefesini tutmuştu. Taş yerinden kıpırdayınca
çocuklar bağırdı:
"Demek cin sadece dans etmiyor, yük de
taşıyor!"
Bir bilgin, İlk Piston Denemesi sonucunu
kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Piston, buharın basıncıyla bir taşı kaldırdı. Hareket
güçlü, ancak tek yönlü. Buharın düzenli bir şekilde içeri alınıp çıkarılması
için bir valf sistemi gerekli. Ayrıca, pistonun hareketini çarklara veya başka
bir işe aktarmak için yeni bir düzenek tasarlanacak.”
Kral Karmen’in “güç” talebi bilginleri daha hırslı
denemelere itti. Bir bilgin, buharın bir vinci hareket ettirebileceğini
düşündü. Büyük bir bakır silindire pistonlu bir çubuk bağladılar ve çubuğu bir
halatla tahta bir kola tutturdular. Halatın ucuna bir kova su astılar.
Ateş yakıldığında, buhar pistonu itti, çubuk kolu
kaldırdı ve kova havaya yükseldi! Ancak buhar basıncı düzensizdi; kova bir anda
fırlayıp halatı kopardı. Köylüler kahkahalarla güldü:
"Cin bu, yük taşır ama sabırsız!"
Bir bilgin, Buharlı Vinç Denemesi sonucunu
kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Piston, bir vinci çalıştırarak kova kaldırdı, ancak
buharın düzensiz basıncı halatı kopardı. Buharın girişini ve çıkışını kontrol
eden bir valf sistemi şart. Ayrıca, vincin kolları daha sağlam malzemeden yapılmalı.
Yeni bir deneme hazırlanacak.”
Bir çırak, kazandaki buharın fışkırmasını durdurmak
için borunun ağzına bir tapa koymayı denedi. Tapayı kaldırdığında buhar
çıkıyor, kapattığında duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep bunu görünce
heyecanlandı:
İşte bu! Buharı kontrol edersek, makineyi de kontrol
ederiz!
Hemen bir deneme yaptılar. Pistonlu silindire bir valf
eklediler. Valfi açtıklarında buhar içeri doluyor, kapattıklarında duruyordu.
Bu, pistonun hareketini düzenli hale getirdi. İlk kez, makine bir ritimle
çalıştı: ”Puf, puf, puf!” Çocuklar bu sese tempo tuttu:
"Cin şimdi şarkı söylüyor!"
Bir bilgin, Valfin Keşfi olayının
değerlendirmesini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:
“Valf, buharın girişini ve çıkışını kontrol ederek pistonun
hareketini düzenledi. Makine artık ritmik çalışıyor. Valf sistemi
geliştirilmeli; belki birden fazla valf, buharın itme ve çekme gücünü daha iyi
kullanabilir. Bu düzenek, çarkları veya kuyuları çalıştırmak için
kullanılabilir.”
Kral Karmen’in gözleri parladı:
"Öyleyse bu suyun ruhunu zincire vurun! Çarkları
döndürsün, kuyulardan su çeksin, fıçıları doldursun!"
Ve böylece ”suyun ruhu” ilk
kez yalnızca sihirbazların eğlence gösterileri için değil, iş için de kullanılmaya
başlandı. Teknoloji ağacına bir dal daha eklenmişti.
Bir bilgin Kayıtlar Salonuna Buhar motoru hakkında
günün son notunu ekledi:
“Suyun ruhu, piston ve valf ile zincire vuruldu.
Çarkları döndürmek, yükleri kaldırmak ve kuyulardan su çekmek mümkün görünüyor.
Ancak makine hâlâ narin; buharın gücü kontrol edilmeli, malzemeler
güçlendirilmeli. Krallığın işlerini kolaylaştıracak bir makine için çalışmalar
sürecek.”
...
11.12. Sahara & Nil-7
Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (gözleri kocaman):
“Nil-77, bu suyun ruhu neymiş? Gerçekten cin mi varmış
içinde?”
Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):
“Haha, Sahara, cin yoktu tabii! “Suyun ruhu”
dedikleri, suyun buhara dönüşüp güç yaratmasıydı. Eski insanlar, buharın
nesneleri nasıl hareket ettirdiğini görünce çok şaşırmışlardı. Bilmedikleri bir
şey olunca da ona “cin” ya da “ruh” demişler.”
Sahara (kaşlarını çatarak):
“Ama su nasıl güç olur ki? Su sadece içtiğimiz şey
değil mi?”
Nil-7:
“Güzel soru! Su, ısıtılınca buhara dönüşür ve 1600 kat
genleşip itiş gücü sağlar. Buhar, havadan daha güçlü bir şekilde itebilir.
Mesela, hikâyedeki bakır küre, buhar borulardan fışkırınca dönüyordu. Düşün,
bir balonu şişirirsen nasıl şişer? Buhar da öyle, ama çok daha kuvvetli!”
Sahara (düşünceli):
“Hmm… Peki o küre niye yavaş dönüyormuş? Çocuk
parmağıyla bile daha hızlı döndürüyormuş!”
Nil-7 (kuyruğunu sallayarak):
“Haklısın, çok dikkatli dinlemişsin! Küre yavaş
dönüyordu çünkü buharın gücü o zamanlar tam kontrol edilemiyordu. Borular
küçük, buhar zayıftı ve küre de sadece bir oyuncaktı. Bilginler, bu fikri alıp
daha büyük, daha sağlam şeyler yapmaya çalıştılar. Mesela, kanatçıklı teker denemesi!”
Sahara (gülerek):
“Ama o teker de işe yaramamış! Çocuklar dalga geçmiş, “Cini
uykulu galiba” demişler! Nil-77, niye her şey bozuluyormuş?”
Nil-7 (nazikçe gülümser gibi):
“Çünkü bu, bilginlerin ilk denemeleriydi, Sahara. Yeni
bir şey icat etmek, bir bulmacayı çözmek gibidir. İlk parçalar uymazsa, başka
parçalar denersin. Teker bozuldu, çünkü tahta buharın gücüne dayanamadı. Ama
her bozulma, onlara neyi değiştirmeleri gerektiğini öğretti. Mesela, tahta
yerine demir kullanmayı öğrendiler.”
Sahara (ellerini çırparak):
“Piston fikri süperdi ama! Taşı kaldıran çubuk! O
nasıl olmuş? Buhar taşı mı itmiş?”
Nil-7:
“Tam isabet! Piston, buharın gücünü düzenli bir
harekete çevirdi. Silindirin içinde buhar birikince, çubuğu itip taşı
kaldırıyordu. Düşün, bir pipetten üflersen balon nasıl gider? Buhar da öyle,
ama çok daha güçlü bir üfleme! O çubuk, buharın itmesiyle hareket etti.”
Sahara (şaşkın):
“Peki ya soğuk su? O niye cini içeri çekmiş? Cin niye
kaçmış ki?”
Nil-7 (kıkırdar):
“Güzel bir soru daha! Soğuk su, buharı tekrar sıvıya
çevirdi. Buhar büzüşünce, silindirin içinde bir boşluk oluştu. Bu boşluk,
dışarıdaki havanın kapağı içeri çekmesine neden oldu. Buna “vakum” diyoruz. Cin
kaçmadı, sadece buhar küçüldü!”
Bölüm 12: Kanatlar
Çağı (M.Ö. 3090)
Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları, ateşin ışığında
titreyen gölgelerle doluydu. Rafların arasından fısıltılar yükseliyor, eski
tomarların çıtırtısı odanın derinliğinde yankılanıyordu. Kayıtlar Salonunda
bilginler, zamanla yarışır bir telaşla eski mektupları didik didik inceliyordu.
Raflardan, yüzyıllardır uykuda olan binlerce tomar tek tek uyanıyor; tozlu
sayfaların arasından yükselen hikâyeler, ateşin karşısında fısıldanan
efsanelere değil, kadim bilgelik sırlarına dönüşmek üzere bekliyordu.
Yaşlı kâtip Menak, titrek gözleriyle
balmumundan kanatlarla yükselen çocuğun öyküsünü yüksek sesle okudu:
“Bir çocuk vardı; balmumundan kanatlar takıp göğe
yükseldi. Güneşe fazla yaklaştı, kanatları eridi, düşüp öldü.”
Salondaki bilginler mırıldandı.
“İkarus…” dedi
biri. ”Belki yalnızca bir masal.”
“Belki de birilerinin başarısız denemesinin unutulmuş
yankısı,” diye ekledi başka biri.
Başka bir tomar açıldı.
“Endülüs’te bir bilgin, Abbas İbn Firnas, kuşların
kanatlarını inceledi. Onları taklit ederek kendini göğe bıraktı. Kısa süre
süzüldü, sonra yere sert indi. Ölmedi, ama dizleri kırıldı.”
Bir başka ses, uzak diyarlardan gelmiş mektubu okudu:
“Çin’de bir esiri, dev bir kuşa bağladılar. İplerle
göğe kaldırdılar. İnsan gökyüzünü tadınca, yeryüzü ona dar gelir.”
Sonra bir başka sayfada, kuzeyin sisli topraklarından
gelen satırlar:
“Kilise kulesinden kuş kanatlarıyla atladım. Biraz yol
aldım, ama yere çakıldım.”
Salonda derin bir sessizlik oldu. Herkes aynı soruyu soruyordu: ”Hepsi
denedi, hepsi düştü. Biz neden denemeyelim?”
İşte o anda genç bir bilgin, Khetu,
yerinden fırladı. Gözleri ateşle doluydu. Çocukluğundan beri kuşlara tutkun
olan bu adam, sarayın avlusundaki güvercinleri elleriyle besler, geceleri
onların kanat seslerini dinleyerek uyurdu. Kuşlar onun için yalnızca hayvan
değil; göğün sırlarını taşıyan habercilerdi.
O sırada genç bir bilgin ayağa kalktı. Gözleri ateş
gibi yanıyordu.
"Onlar acele etti, dedi. Rüzgârı tanımadan göğe
atıldılar. Ben öğreneceğim. Sarayın çatısından havalanıp Nil’in karşı kıyısına
ineceğim. Başarılı olursam tarihte onların yanında değil, onların üstünde
olacağım."
Ertesi gün sarayın avlusu hummalı bir atölyeye
dönüştü. Kadınlar keten kumaşları dikiyor, genç kızlar ince ince kuş tüylerini
iplerle bağlarken şarkılar söylüyordu. Erkekler kamışları ısıtarak kıvırıyor,
hafif ama dayanıklı bir iskelet oluşturuyordu.
İlk denemelerde kanatlar kuşların birebir kopyasıydı.
Tüyler tek tek yapıştırıldı. Çıraklardan biri kanatları sırtına bağladı, küçük
bir tepecikten koşarak atladı. İki nefeslik mesafe havada süzüldü, sonra
toprağa çakıldı. Kalabalık kahkahalar ve hayret dolu çığlıklarla karıştı.
"Çırpma!" diye
bağırdı başbilgin Enlil-Hotep. "Kuş gibi çırpma! Kanat rüzgârı
yakalamalı, yoksa seni yere indirir."
Denemeler günlerce sürdü. Kanatlar küçüktü, sonra
büyüdü. Düzdü, sonra üçgenleşti. Kuş tüylerinin hiçbir faydası olmadığı
anlaşıldığında Khetu tüyleri söktürdü.
Bir gün çıraklardan biri, sırtına bağladığı delta
biçimindeki yeni bir kanatla tepenin ucuna geldi. Kalabalık nefesini tutmuştu.
Rüzgâr arkasından sertçe esiyor, kumaşı gergin bir davul gibi şişiriyordu.
Genç, gözlerini kapatıp bir an cesaret topladı. Sonra koştu, hızını artırdı ve
kendini boşluğa bıraktı.
İlk anda kanatlar göğe tutundu. Çocuk bir kuş gibi
yükseliyor gibiydi. Kalabalık hayretle bağırdı, eller alkışa kalktı. Ama o
sırada gökyüzü ansızın döndü. Nil’in üstünde aniden yön değiştiren rüzgâr,
kanatların altına değil üstüne vurdu. Kumaş şiddetle titredi, iskelet
gıcırdadı. Kanatlar kırılacak gibi sallandı. Sonra Çat diye bir ses. Ortadan
ikiye kırıldı.
Bir çığlık koptu. Genç birden dengesini kaybetti, .
Birkaç kalp atımı boyunca havada yalpaladı, sonra hızla aşağıya, Nil’in
sularına doğru, düşmeye başladı.
Kalabalık korkuyla bağırdı. Kadınlar gözlerini
kapattı, çocuklar ağaçların üzerinden dehşetle izledi.
Genç çırak, panikle kollarını çırptı ama nafileydi.
Kanatlar suya çarptı, kumaş bir anlığına açıldı sonra suyun ağırlığıyla üzerine
kapandı.
Sessizlik…
Kalabalık çığlık atarak nehre doğru koşmaya başladı.
Çocuk kanatların altından çıkamayıp boğulacak mıydı?
Sonra suyun üzerinde daireler büyüdü. Önce küçük,
sonra genişleyen halkalar… Ve halkaların arasından ağır gölgeler
süzülmeye başladı. Nil’in kahverengi suları dalgalandı, yüzeyde karanlık
gölgeler belirdi.
Ağacın üzerinde seyreden bir çocuk bağırdı: Timsahlar!
Derinlikte devasa karaltılar dönüyor, ağır ağır
yükseliyordu. Sanki görünmeyen bir davulun iki notası ritim tutuyordu: dan…
din… dan… din…
Kalabalık nefesini tuttu. Derinlikten çıkan kocaman
gözler suyun üzerinde görünmeye başladı. Kalabalığın tamamı görmüştü. Hem
birlikte bağırdılar ”Timsahlar!… Timsahlar!...”
Kocaman gözler biraz daha yaklaşıyordu. Önce bir sırt
çıkıntısı göründü, sonra bir dişler suyun üstünde parladı.
Arkasından ikinci bir gölge suyu yardı. Timsahların
sayısı giderek artıyordu. Üçüncü, dördüncü… Nil, ölümcül bir çene gibi ağır bir
ritimle çırak için kapanıyordu.
Kalabalık dehşetle izlerken, çocuk kanatların altından
çıkmaya çalışıyor, suya gömülüp çıkıyordu. Her çırpınışında gölgeler daha hızlı
dönmeye başladı. Timsahlar çocuğa yaklaştıkça izleyenlerin kalp ritmi hızlandı:
dan-din-dan-din-dan-din!
Çocuk, suyun üstüne çıkmayı başarmış, kanat
parçalarına tutunarak çırpınıyordu. Timsahların karaltıları hızla çevresini
sardı. “Yetişin!” diye biri bağırdı, ama kimse suya atılmaya
cesaret edemedi.
Son anda, akıntı çocuğu kıyıya sürükledi. Bir köke
tutundu, var gücüyle kendini sudan çekti. Arkasında timsahların sırtları,
kıyıya çarpan dalgalar gibi hızla yaklaşıyordu.
Çocuk kıyıya çıktığında herkes aynı anda nefes aldı.
Ama korkunun bıraktığı titreşim, davul gibi hâlâ Nil’in kıyılarında
yankılanıyordu.
Tam dizlerini kıyıya attığı anda, suyun altından dev
bir timsah fırladı!
Ağzı yay gibi açıldı, sarı dişleri güneşte parladı.
Kocaman çenesi çocuğun ayaklarının bir santim dibinde kapandı.
ÇAAAT!
Çeneler boşa kapanınca yer sarsıldı, Nil’in kıyısına
su sıçradı. Çocuk çığlık atarak refleksle kendini geri çekti. O an kalabalıktan
birkaç kişi atıldı, çocuğu kollarından yakalayıp kıyıya çekti.
Ama timsah pes etmedi. Gövdesi tamamen sudan çıktı,
kıyıya doğru sürünerek çocuğa doğru koşmaya başladı. Çocuğu çekmeye
çalışanların ayaklarının dibinde yeniden ağzını açtı.
Kalabalık bağırıyor, kadınlar feryat ediyordu. Son
anda iki adam uzun sopalarla timsahın kafasına vurmaya başladı. Kuyruğunu
savurdu, çamur ve su etrafa sıçradı. Hayvan hırlayarak geri sıçradı,
kuyruğunu şiddetle savurup suya gömüldü.
Sular tekrar kapanırken, kalabalığın yüreği hâlâ deli
gibi atıyordu. Çocuk çamura bulanmış hâlde kıyıda hıçkırıyordu. O gün herkes
aynı dersi öğrendi: Rüzgâr arkadan değil, önden esmeli. Yoksa Nil yalnızca
düşeni değil, ruhunu da yutar.
Sonra bir başka denemede Khetu, dağ yamacında yükselen
hava akımlarını fark etti. “Rüzgâr yalnızca yatay değil,” dedi. ”Bazen
yerden göğe yükseliyor. Dağın kalbinden çıkan bir nefes gibi.” Bu
keşif, uçuşun sırrını çözmelerini sağladı. Artık yalnızca düşmüyor, kısa
süreliğine göğe tutunabiliyorlardı.
Bilgin, not defterine hızlıca yazdı:
“Uçuş, rüzgârla anlaşmaktır.”
Sonunda genç bilgin Karmen’in huzuruna çıktı.
"Efendim, dedi. Bana izin verin, sarayınızın
çatısından Nil’in karşı kıyısına süzüleyim. Başarılı olursam, kanatlar çağı
başlamış olacak."
Karmen onu uzun uzun süzdü, sonra gülümsedi.
"Göğe kalkan kanat, benim krallığımı da
yükseltir. Çık, dene."
Ve büyük gün geldi. O gün Nil kıyıları dolup
taştı. Çocuklar ağaçlara tırmanmış, kadınlar çarşaflarıyla güneşi
engellemiş, erkekler davullarını hazırlamıştı. Nil kıyısında nefesler
tutulmuştu.
Khetu, yeni yaptığı delta biçimli kanatları sırtına
bağladı. Kumaş gerilmiş, kamış iskelet parlıyordu. Kuşlara bakarak fısıldadı:
“Beni göğe kabul edin.”
Genç bilgin, sarayın en yüksek çatısında kanatlarını
taktı. Bir süre rüzgârı yokladı. Derin bir nefes aldı. Sonra koştu…
ve boşluğa atladı.
Kalabalığın yüreği durdu. Ama kanatlar rüzgârı
yakaladı. Khetu havada süzüldü. Gökyüzü onu taşıyordu! Nil’in üstünde
kayar gibi ilerledi. Güneş ışıkları kumaşın üzerinde parlıyor, davul sesleri
göğe yükseliyordu. Karşı kıyıya yumuşak indiğinde dizlerinin üzerine
çöktü. İnsanlar çığlıklar, alkışlar ve gözyaşlarıyla doldu taştı.
Çocuklar bağırdı:
“İnsan da kuş gibi uçabiliyor!”
Alkışlar, çığlıklar, davul sesleri göğe yükseldi.
İnsanlar birbirine sarıldı. Çocuklar bağırdı:
"İnsan da kuş gibi uçabiliyor!"
Ama herkes bu yeni çağın sevinci içinde değildi. Başarı
haberleri herkesi mutlu etmedi. Tapınağın loş avlusunda başrahip Neshem fısıltılarla
konuşuyordu:
“İnsan göğe mi çıkmalı? Tanrılar’ın mekânına mı? Eğer
sıradan insanlar uçmaya başlarsa, rahiplerin sözü neye yarar?”
Diğer rahipler başlarıyla onayladı. Neshem sonunda
Kral Karmen’in huzuruna çıktı.
"Kral'ım," dedi. "Kanatlar
ayağa düştü. Yarın biri bu kanatlarla sarayınıza uçarak inerler, size suikast
yaparlar. Kanatlar yasaklanmalı, uçanlar cezalandırılmalı."
Karmen uzun süre sustu. Ardından gözlerini kıstı, sesi
sarayın taşlarını titretti:
"Hayır. Fitne senin sözlerinde. Göğe doğru atılan
adımların önünü kesmek, insanlığa yapılan en büyük ihanettir."
O gün başrahip Neshem sürgüne gönderildi. Karmen,
halkına döndü:
"Kim göklere kanat açarsa, krallığımızı da
yükseltir!"
Ve böylece krallığın üstünde, teknoloji ağacında
gökyüzüne doğru yeni bir dal açıldı: Kanatların Çağı.
O günden sonra kanatlar sıradan bir oyun değil, bir
tutkuya dönüştü. Gençler bilginin yaptığı kanatları kuşanıp Nil’in karşısına
geçmek için yarışmaya başladılar. Saray çevresinde ”Kanat Meydanı”
kuruldu. Zenginler seyretmeye geldi, cesurlar kanat turizmiyle adlarını duyur,
kızlar kanat diken ustaların yanında şarkılar söylüyordu.
Kayıtlar Salonu’na yeni satırlar işlendi:
"Rüzgâr önden eserse uçuş başlar.
Tüy ağırlaştırır, faydası yoktur.
Kumaş hafif olmalı, iskelet esnek olmalı.
Dağ yamacından yükselen rüzgâr insanı göğe taşır.
Ters rüzgâr tehlikelidir; Nil’de timsah çoktur."
Ve böylece, insanlığın teknoloji ağacında gökyüzüne
doğru yeni bir dal açıldı: Kanatlar Çağı.
...
12.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu
(M.S. 8000)
Sahara (ellerini çırparak):
“İnsanlar gerçekten uçmuş mu? Kuş gibi, havalarda
süzülmüşler mi?”
Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):
“Evet, Sahara! İnsanlar, kuşları izleyerek uçmayı
hayal ettiler ve kanatlar yaptılar. Khetu, hikâyede Nil’in üstünde süzüldü,
hatırladın mı? Ama bu, çok deneme ve biraz da kaza gerektirdi. Gökyüzü, sabırlı
olanları sever!”
Sahara (gülerek):
“Timsahlar korkunçtu ama! O çocuk niye Nil’e düştü?
Kanatları niye kırılmış?”
Nil-7 (kuyruğunu sallayarak):
“O sahne heyecanlıydı, değil mi? Çocuk, delta
kanatlarla uçmayı denedi, ama rüzgâr ters esti. Kanatlar rüzgârı yakalamak
yerine, üstünden darbe aldı. Kamış iskelet kırılganmış, kumaş da yırtıldı.
Nil’e düşünce timsahlar geldi, çünkü nehir onların evi! Neyse ki çocuk son anda
kurtuldu, değil mi?”
Sahara ():
“Khetu nasıl uçtu
peki? O niye düşmedi? Rüzgârla mı anlaştı?”
Nil-7 ():
“Tam isabet! Khetu, rüzgârı anlamıştı. Dağ yamacında
yükselen sıcak hava akımlarını, yani “termik rüzgârları” keşfetti. Bu
rüzgârlar, kuşların süzülmesini sağlayan görünmez merdivenler gibidir. Khetu,
kanatlarını bu akımlara göre yaptı ve Nil’in karşı kıyısına süzüldü. Rüzgârla
dans etti, düşmedi!”
Bölüm 13: Uçma
Sanatının Mektebi (M.Ö. 3089)
Sabah güneşi sarayın sütunlarını altından parlatırken,
Başbilgin Enlil-Hotep ağır adımlarla taht salonuna girdi. Kalbinde bir çarpıntı
vardı; çünkü birazdan söyleyeceği sözler sıradan bir keşif değil, bambaşka bir
çağın kapısını açabilirdi.
Kral, iri taş tahtına kurulmuş, elinde Nil’in
bereketini simgeleyen asasıyla oturuyordu. Saray görevlileri bir adım geride,
sessizce izliyordu. Enlil-Hotep eğilerek selam verdi, sonra başını kaldırıp
konuşmaya başladı:
"Efendim… Sen bize göğe ve ötesine çıkma buyruğu
verdin. Biz de yıllardır balonlarla ve kanatlarla rüzgârı deniyoruz. Nice çırak
düştü, Nil’in timsahları bile cesaretimize şahit oldu. Şimdi anlıyoruz ki bu iş
sadece denemekle olmaz; öğrenmek, öğretmek ve bizden sonra da devam ettirmek
gerekir."
Kral hafifçe başını eğdi, gözlerinde belli belirsiz
bir parıltı vardı.
"Söyle, ne istiyorsun Enlil-Hotep?"
Başbilgin sakalını sıvazladı.
"Uçma Sanatı Mektebi adıyla bir okul açalım.
Çocuklar orada rüzgârı, kanadı, kumaşı, buharı ve yer yağı gazını depolamayı
öğrensin. Öğrendiklerimizi onlara aktarırsak bu sanat ölmez, senden sonra da
gelişerek sürer. Ama eğer bizden başka kimse bilmezse, kanatlar çürür,
tabletler kaybolur, her şey unutulur."
Kral hafifçe gülümsedi.
"O hâlde aç bu mektebi. Çocuklara öğret. Ama
dikkat et: Göğe yükselsinler, Nil’in dişli yaratıklarına değil!"
Başbilgin diz çöktü, alnını yere koydu.
"Teşekkür ederim, Yüce Efendim. Krallığımızın
adı, göğün tabletine yazılacak."
Nil kıyısındaki yeni yapılmış taş binada, ”Uçma
Sanatı Mektebi” nin ilk günüydü. Çocuklar tahtadan yapılmış
sıralara toplanmış, bir yandan tüylerle oynuyor, bir yandan da gizlice
birbirine taş atıyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini arkasına
bağlayıp içeri girdi. Sakalı göğsüne kadar iniyordu, gözleri ciddiyetle
parlıyordu. Elinde uzun bir tomar vardı.
"Sessizlik! Yoklama alacağım!" dedi
gür sesiyle.
Tomarı açtı, tek tek isimleri okumaya başladı:
"Nisaba?"
"Burada!"
"Şuruppak?"
"Burada!"
"Meskalanduk?"
Burada hocam!"
"Gılgameş?"
"Buradayım!"
"Lugalkeşkokpanda?"
"Burada!"
"Kuşkidangaşer?"
Sınıfta çıt çıkmadı. Enlil-Hotep ikinci kez bağırdı:
"Kuşkidangaşer!"
Ön sıralardan çekingen bir ses yükseldi:
"Öğretmenim… o nehre kapıldı."
Başbilginin sesi çatallandı:
"Ölmüş mü?"
"Bilmiyoruz…"
Enlil-Hotep üzgün bir sesle konuştu:
"Öğrenince gelip bana haber verin! Yoklama
kayıttan düşmez!"
Tomarı çevirdi, okumaya devam etti:
"Eluluhakalanduk?"
"Burada hocam!"
"Dersten sonra doğru berbere gideceksin, dedi
bilgin. Sakalını kısaltacaksın. Burada mühendislik öğretiyoruz, tarz
değil!"
Arka sıralardan hafif kıkırdamalar yükseldi.
"Gılgameş… iki?"
Sınıf kahkahaya boğuldu. Enlil-Hotep alnını ovuşturdu.
"Lan bu isim iyice popüler oldu ha. Her evde bir
Gılgameş türemeye başladı. Bari numara vermeyelim mi?"
"Meşalepanda?"
"Burada."
"Şarmaadat?"
Bir ses geldi:
"Şurada."
"Nerede orada?"
Sıranın altından bir sepet uzatıldı. Bilgin gözlerini kısarak
baktı.
"O ne lan? Getir bakayım şunu."
Sepeti açınca içinden minik bir bebek çıktı, gürültüye
aldırmadan uyuyordu.
"Yatma oğlum sen de sınıfta ya!" dedi
bilgin. Sonra bebeğe baktı, sonra çocuğa döndü.
"Bu ne şimdi? Senin bebeğin mi?"
Çocuk panikle elini salladı:
"Yok hocam!"
Enlil-Hotep homurdandı:
"Bebek olmaz! Daha büyüsün öyle gelsin. Bu halde
derse başlayamaz! Al götür onu annesine teslim et. Burada mühendis
yetiştiriyoruz, kundak değil!"
Sınıf bir kez daha kahkahalara boğuldu. Başbilgin
bastonunu vurdu, sustu.
"Susun! Yoklamaya devam edeceğiz. Bir gün hepiniz
göklere yükseleceksiniz ama önce ayağınızı yere sağlam basmayı öğrenin!"
Tam yoklama bitmek üzereyken sınıfın ağır kapısı
gıcırdayarak açıldı. İçeriye yuvarlak göbekli, alnı terleyen bir adam girdi.
Cübbesinin uçlarını düzelterek gürledi:
"Çocuklar! Öğrenmeye başladınız mı?"
Sınıf bir anda sessizleşti. Başbilgin Enlil-Hotep
bastonunu yere dayayıp hafifçe eğildi:
"Müdür bey! Hoş geldiniz."
Müdür gözlerini sınıfta gezdirdi, sıradan sıraya
bakarak homurdandı:
"Bunlar uçma mühendisi olacak öyle mi? Kontrol
ettin mi? Hepsinin okuma yazması var mı bunların?"
Başbilgin gür bir sesle yanıtladı:
"Sen hiç canını sıkma müdür bey. Hiçbir sıkıntı
yok! Çocukların hepsi ateş gibi, zehir gibi! Anasına babasına da okumayı
öğrettim, köyümüz komple yazıyor, çiziyor artık. Bu konuda içiniz rahat
olsun."
Sonra hafif bir tebessümle sordu:
"Sizde durum nasıl?"
Müdür birden suratını buruşturdu, yere bakarak mırıldandı:
"Şu anda… ben ona akıl edemedim ya."
Enlil-Hotep kaşlarını kaldırdı:
"Nasıl yani?"
"Ben öğrenemedim hocam," dedi
müdür utanarak. "Dedim ki kendi kendime; 'Ya bu saatten
sonra senin ne işine yarar okuma yazma?”
Sınıfta boğuk bir uğultu yükseldi. Bazı çocuklar
elleriyle ağzını kapatarak gülmemeye çalışıyordu. Başbilgin alnından aşağıya
ter iniyormuş gibi hissetti. İçinden düşündü:
“Üniversiteye müdür olmuş ama harfleri tanımıyor.
Torpili kim acaba? Bu krallığın hali ne olacak?”
Müdür ise dert yanmaya devam ediyordu:
"Tüh! Umarım Kral'ımız tutup da bana bir şey
sormaz. Yandık vallahi."
Enlil-Hotep, müdürün iyice çaresizce yüzüne bakıp
içini çekti. Sonra alçak sesle fısıldar gibi konuştu:
"Doğru diyorsun… Peki, ne yapsak? Şimdi kral yarın
gelip bir şey sorar, senin cahilliğin meydana çıkacak. Bir çözüm bulmamız
lazım."
Bir an düşündü, sonra gözlerini kısarak alaycı bir
tonla ekledi:
"Size şimdi rapor alalım desek ona da
inanmazlar. Müdür bey… Acaba yarın siz de bir nehre mi kapılsanız? Hani…
öyle dersin, kaybolursun. Hem kimse de niye okuyamıyor yazamıyor diye
sorgulamaz."
Müdür’ün yüzü birden parladı.
"Ooo! Olur, olur! Hem de çok güzel olur! Çok
teşekkür ederim hocam, çok teşekkür ederim!"
Adam, sanki kendisine hayatının en parlak fikri
verilmiş gibi ellerini ovuşturarak sınıftan çıktı.
Başbilgin derin bir iç çekti.
“Uçma sanatı mektebinde timsahlarla boğuşan
öğrencilerim var… şimdi de okumayı bilmeyen bir müdürle uğraşıyorum. Bu okul
uçarsa gerçekten bir mucize olur.”
Müdür sınıftan çıkınca Başbilgin Enlil-Hotep
bastonuyla yere vurdu.
"Evet çocuklar! Sessizlik! Şimdi dersimize
başlıyoruz."
Çocukların gözleri parladı. Hepsi heyecanla
defterlerini (kamış tabletlerini) çıkardı.
"Bugün size insanlık tarihinin uçuş tecrübelerinden
bahsedeceğim. Önce… uçurtma!"
Birden sıranın altından bir küçük çırak el kaldırdı.
"Öğretmenim… uçurtma neydi?"
Sınıfta kıkırdamalar başladı. Enlil-Hotep boğazını
temizledi:
"Uçurtma dediğimiz şey… Çıtalardan yapılmış
çokgen biçimli gövdesi ve kuyruğu vardır. Daha önce oyuncaktı. Sonra çok daha
büyüğünü yaptık. Rüzgarın esmesi ile ipe bağlıyken gökyüzüne yükselmeni
sağlar."
Bir öğrenci merakla sordu:
"Hocam, uçurtma ile adam kaldırabilir
miyiz?"
"Elbette," dedi
Enlil-Hotep. "Ama yeterli rüzgar olması gerek. Fakat sağlam ve hafif
malzemeden yapılması şart."
Başka bir çocuk atıldı:
"Hocam, dün gece kardeşimi uçurtma ile
havalandırmaya çalıştık, ama rüzgar kesilince yan bahçeye düşüp kafası komşunun
leğenine girdi…"
Sınıfta kahkahalar koptu. Başbilgin bastonunu kaldırıp
susturdu:
"Denemeleri evde yapmayın dedim size! Burada
öğrendiklerinizi evde denemenizi yasaklıyorum. Yoklama listesi azalsın
istemiyorum."
Sonra tahtaya (kil tablete) başka bir çizim yaptı.
"İkinci yöntem: balonla adam kaldırma. Bir büyük
tulum alırsınız, içine sıcak hava doldurursunuz. Balonun içinde hava ısınınca
dışındaki havadan daha hafif olacağı için göğe yükselirsin."
Arka sıradan Gılgameş 2 el kaldırdı:
"Hocam, tulumu annem çamaşır için kullanıyor,
içine sıcak hava doldurursak babam bizi döver."
"O yüzden diyorum ki!" diye
bağırdı Enlil-Hotep, "Deneyleri evde değil, benim gözetimimde
laboratuvarda yapacaksınız!"
Sıradaki çizim: kanatlı bir araç.
"Üçüncü yöntem: planörle süzülme. Yani kuş gibi
çırpmadan uçmak. Tepeden koşar, kendini bırakırsın, rüzgâr seni taşır."
Çocuklardan biri kıkırdadı:
"Hocam, geçen gün köyün keçisi kendini kayadan
attı, hiç süzülmedi, direkt düştü!"
Başbilgin gözlerini kapadı:
"Keçiler planör değildir evladım."
Sonra bastonuyla yere vurdu.
"Şimdi daha ciddi konulara geçiyoruz. Buharlı
motor!"
Sınıf sessizleşti. Çocuklar gözlerini açtı.
"İçine su koyarsın, kaynatırsın, çıkan buhar
çarkı çevirir."
Ön sıradaki Nisaba kaşlarını kaldırdı:
"Hocam, geçen gün annem çorba kaynatırken kapağı fırladı,
motor muydu o?"
"Sayılır," dedi
Enlil-Hotep, "ama biz kapağı patlatmak için değil, enerjiyi
yönlendirmek için kullanacağız."
Sonraki çizim: büyük bir varil.
"Petrol denen kara sıvıyı yerden çıkarırız,
gazını depolarız. Onunla ateş yakar, makineleri çalıştırırız."
Bir çocuk parmağını kaldırdı:
"Hocam, gazı kavanoza mı koyacağız?"
"Hayır evladım, kavanoz yetmez, patlar!"
Sonra eline bir demir parçası aldı.
"Ve son dersimiz: demir eritme! Ateşi iyice
harlarsınız, taş gibi sert demir bile erir. Ondan kanat iskeleti
yapabilirsiniz."
Tam o sırada arka sıradan bir çocuk bağırdı:
"Hocam, demiri eritirsek öğretmen masasını ondan
yapabilir miyiz? Tahtayı hep kemiriyor fareler!"
Sınıfta kahkahalar koptu.
Enlil-Hotep derin bir nefes aldı, alnındaki teri sildi.
İçinden düşündü:
“Ben burada insanlığı göklere çıkaracak ders
veriyorum… bunlar hâlâ keçiyle, çorbayla uğraşıyor.”
Sonra yüksek sesle gürledi:
"Yeter artık! Duvardaki çizimi defterlerinize
çizin".
Sınıf zili olarak davullar çalındı, çocuklar coşkuyla
ayağa kalktı bahçeye çıktı. Ama köşede hâlâ küçük Şarmaadat sepette uyumaya
devam ediyordu.
Sınıfta gergin bir sessizlik vardı. Başbilgin
Enlil-Hotep uzun sakalını sıvazladı, bastonunu yere vurdu:
"Çocuklar! Bu ders sözlü sınav var. Hepiniz
hazırlıklı mısınız?"
Sınıftan cılız bir uğultu yükseldi. Kimisi tabletini
kemiriyor, kimisi avucunun içini yazı tahtası yapmıştı.
"İlk soru! Rüzgâr hangi yönden eserse uçuş
başlar?"
Nisaba fırladı:
"Önden, hocam! Rüzgâr önden eserse uçuş başlar."
"Aferin Nisaba. Bir altın yıldız sana."
Başbilgin parmağını havaya kaldırdı.
"Peki, kuş tüylerini kanada yapıştırmanın faydası
var mı?"
Gılgameş 2 elini kaldırdı:
"Hocam, faydası yok, tüy ağırlaştırır. Geçen gün
kendi kanadıma yapıştırdım, uçacak yerde duvara çakıldım!"
Sınıf kahkahaya boğuldu. Enlil-Hotep gülümsememeye
çalışarak,
"Deneyler evde yapılmayacak demedim mi! Neyse,
cevabın doğru."
Birden bastonuyla sıraya vurdu.
"Kumaş nasıl olmalı, iskelet nasıl olmalı?
Şuruppak!"
Şuruppak ayağa kalktı, sesi titriyordu:
"Kumaş hafif olmalı… iskelet esnek olmalı…"
"Çok güzel. Geç otur."
Başbilgin biraz ağır soruya geçti.
"Pistonla ilgili… Hangi parça buharın girişini ve
çıkışını kontrol eder?"
Meskalanduk kekeledi:
"Va… va… valf hocam."
"Doğru. Valf! Buharın efendisidir. Unutmayın
çocuklar: Valf olmazsa piston zıvanadan çıkar."
Sınıfın arkasında Meşalepada fısıldadı:
"Hocam, geçen gün annem kazanı açtı, piston gibi
fırladı, babamın kafasına çarptı…"
Başbilgin kaşlarını çattı:
"O piston değil, şans eseri dayak
mekanizması."
Sıradaki soru:
"Soğuk su buhara ne yapar çocuklar?"
Eluluhakalanduk ayağa fırladı:
"Buharı büzüştürür, hocam! Piston çekme hareketi
yapar!"
"Harika! Bu çocuk zehir gibi. Not edin: çekme
hareketi keşfi Eluluhakalanduk’tan sorulur."
Enlil-Hotep hızını alamadı, soruları sıklaştırdı:
"Buhar, tahta tekerleğin kanatçıklarına
vurduğunda ne oldu?"
"Çatladı hocam!"
"Çözüm?"
"Demir çark!"
"Güzel!"
"Küçük bakır küre ne yaptı?"
Nisaba hemen atladı:
"Buharla döndü hocam! Ama zayıf döndü!"
"Peki soru: Daha büyük küre mi yapmalı, yoksa
başka yöntem mi?"
Sınıf hep bir ağızdan bağırdı:
"Başka yöntem hocaaam!"
Başbilgin sakalını sıvazladı, memnuniyetle gülümsedi.
"Aferin size. Hepiniz insanlığı göğe
çıkaracaksınız. Ama en önemlisini unutmayın:"
Bastonunu havaya kaldırdı.
"Nil’de ters rüzgâr olursa?"
Bütün sınıf bir ağızdan bağırdı:
"TİMSAAAHHH!!!"
O anda sınıf kahkahalara boğuldu. Birkaç çocuk sıradan
düştü, biri timsah taklidi yapıp yerde yuvarlandı. Enlil-Hotep bastonunu yere
vurdu ama bu kez kendisi de kahkahasına engel olamadı.
...
13.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu
(M.S. 8000)
Sahara (heyecanla):
“Nil-77! Uçma okulu mu açmışlar? Çocuklar gerçekten
uçmayı mı öğrenmiş?”
Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):
“Evet, Sahara! Enlil-Hotep, uçmayı bir sanat gibi
öğretmek için okul açtı. Çocuklar orada rüzgârı, kanatları, hatta buharın
gücünü öğrendi. Gökyüzünü fethetmek için ders çalışıyorlardı, tıpkı senin
sinirsel zihin bağlantılı simülasyonda çalıştığın gibi!”
Sahara (gülerek):
“Ama yoklama çok komikti! Bebek niye sınıftaymış?
Şarmaadat ne yapıyormuş ki?”
Nil-7 (kıkırdar):
“Haha, Şarmaadat’ın abisi biraz aceleci davranmış!
Bebeği sepete koyup sınıfa getirmiş, ama Enlil-Hotep haklıydı, “Burada mühendis
yetiştiriyoruz, kundak değil!” dedi. Şarmaadat’ın abisi muhtemelen bebeğe
bakmak istememiş, sınıfa bırakıp kaçmayı planlamıştı!”
Sahara (kaşlarını çatarak):
“Peki müdür niye okuma yazma bilmiyormuş? Müdür olmak
için bilmek gerekmez mi?”
Nil-7 (nazikçe):
“Güzel soru, küçük kaşif! O dönemde bazen müdürler
bilgiden çok bağlantılarıyla seçiliyordu. Müdür, kralın gözüne girmiş biri
olmalı, ama okuma yazma bilmediği için utanmış. Enlil-Hotep’in “Nehre kapılsan?”
şakası, müdürün cahilliğini gizlemek için komik bir fikirdi!”
Bölüm 14:
Elektriğin Keşfi (M.Ö. 3088)
Nil kıyısında pazar kalabalığı vardı. İnsanlar
kumaşlar, baharatlar, balıklar alıp satıyordu.
“Beni cin çarptı!” diye
bağırdı biri.
Birden çığlıklar duyuldu:
“Yine o adam geliyor, uzak durun!”
Bir kadın korkuyla bağırdı:
"Ona dokunduğumda içime
şeytan giriyor gibi olmuştu!"
Çocuklar fısıldadı:
"O… Cin Taşıyıcısı!"
Kalabalığın arasından Thamunekh geçti. Her
dokunduğu kişiden kıvılcım sıçrıyor, insanlar ürkerek geri çekiliyordu. Thamunekh’in
yüzü kederle kararmıştı. İnsanların gözünde o bir lanetliydi.
Etrafı askerler tarafından sarıldığında, pazar
yerindeki uğultu bir anda kesildi. Zırhların içinden yükselen bir emir sesi
duyuldu:
“Yaklaşmayın! Temas yasak!”
Askerler, mızraklarını yere vurarak bir çember
oluşturdu. Askerler onu saraya götürmek üzere harekete geçtiğinde, pazar
yerinde bir dua mırıldanıldı.
14.2.
Cin Taşıyıcısının Saraya Çağrılması
Kayıtlar Salonu’nun yüksek tavanlı kapıları açıldı. Gardiyanlar
eşliğinde Thamunekh, yani halkın dilindeki adıyla Cin Taşıyıcısı, içeri alındı.
Adımları ürkekti, gözleri yerdeydi.
Tahtta oturan Kral Karmen onu dikkatle süzdü.
Kral Karmen: "Halk senden söz ediyor,
Thamunekh. Derler ki dokunduğun herkesin içinden cin geçermiş. Doğru mudur
bu?"
Thamunekh başını eğdi: "Doğrudur
efendim. Ne zaman birine dokunsam… küçük bir çarpılma olur. Onlar da bana 'Cin
Taşıyıcısı' der. Ama ben istemem böyle olmasını."
Kral kaşlarını çattı. Bir süre düşündü, sonra
beklenmedik bir şey yaptı.
"Öyleyse, gel. Bana
dokun."
Thamunekh korkarak yaklaştı. Avucunu kralın eline
uzattı.
ÇAT!
Mavi bir kıvılcım sıçradı. Kral aniden geri çekildi.
Avucunu ovuşturdu, gözleri hayretle parlıyordu.
Kral Karmen (gülerek): "Hah!
Gerçekmiş! İçimden bir cin geçti sandım!"
Kral: "Bu güç sende nasıl
belirdi?"
Thamunekh: "Her şey… şu yünlü elbiseyi
giydikten sonra başladı. Bir de kehribardan yapılmış kolyeyi taktım. O günden
sonra dokunduğum herkes sanki cin çarpmış gibi sarsıldı."
Sonra ayağa kalktı.
"Çıkar şu elbiseyi. Ben
giyeceğim."
Thamunekh itaatle elbiseyi ve kolyeyi çıkardı.
Gardiyanlar endişeyle bakarken Kral Karmen ağır ağır yün elbiseyi giydi,
kehribar kolyeyi boynuna geçirdi.
Tahtın yanındaki veziri Zekhutem’e elini uzattı.
"Gel, sen de dokun
bana."
Zekhutem tereddütle yaklaştı, kralın eline değdi.
ÇAT!
Bu kez kıvılcım Kral’ın elinden fırlamıştı! Zekhutem
bir adım geri sıçradı. Saraydaki herkes nefesini tuttu.
Kral Karmen: "Artık ben de Cin
Taşıyıcısı oldum!"
Gözleri heyecanla parlıyordu.
"Bu sır halkın oyununa,
falcının aldatmasına benzemez. Bu başka bir şey… Bilginleri çağırın!"
Sarayın taş duvarlarının ardında, meşalelerle
aydınlatılmış Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarına bilginler toplandı. Uzun
masaların üzerinde Thamunekh'in elbisesi, kehribar
kolyesi ve başka kumaşlar serilmişti.
Kral Karmen taht benzeri yüksek bir sandalyeye
oturmuştu. ”Emrim açıktır,” dedi sert ama merak dolu
bir sesle. ”Cin değilse, ne olduğunu bulacaksınız. Bu elbisenin
sırrını ortaya çıkarın!”
Saraydaki sessizlik, kıvılcımın yankısıyla doluydu.
İşte o anda Kral Karmen, farkında olmadan bilimin kapısını aralamıştı.
14.3
Kayıtlar Salonu’nda Deney
Başbilgin Enlil-Hotep elbiseyi kaldırdı, kumaşın
liflerini inceledi. ”Yünden dokunmuş.”
Teframun, kolyeyi aldı, ışığa tuttu. ”Bu
taş… kehribar. Sert, saydam, sarı bir taş.”
Zekhutem masaya eğildi. ”Öyleyse deney
yapalım. Benzer malzemeler bulalım. Eğer yalnızca bu elbise çarpıyorsa, giz
onun dokumasında. Eğer başka yün ve başka kehribar da aynı şeyi yapıyorsa,
demek ki sır kumaşta değil, maddenin özünde.”
Ertesi gün, pazar yerinden torbalar dolusu malzemeyle
döndüler: yün, keten, pamuk, kehribar taşları, hatta sıradan çakıl.
Sekhdukar yün kumaşı ketene sürttü. Ardından parmağını
yanındaki diğer bilgin Menkharut’a uzattı.
ÇAT!
Menkharut irkildi, gözleri büyüdü. ”Kıvılcım
sıçradı!”
Ardından Kashureth kehribarı yüne sürdü, sonra metal
kaseye yaklaştırdı. ÇAT! Kıvılcım kasenin kenarına atladı.
Teframun hayretle mırıldandı: ”Demek ki sır
elbisede değilmiş… Sihir kumaşta değil… Bu güç, iki maddenin birbirine
sürtünmesinden doğuyor.”
Bilginler heyecanla kralın huzuruna çıktılar.
Enlil-Hotep: ”Halkın ‘cin’ sandığı şey
aslında maddenin sırrı. Yün ve kehribar birbirine sürtünce görünmez bir güç
doğuyor. Bu güç dokunanı çarpıyor.”
Kral Karmen gözlerini kıstı: ”Demek ki cin
falan değil… Adı ne peki bu gücün?”
Salonda sessizlik oldu. Sonra Zekhutem ağır ağır
konuştu: ”Biz ona… elektrik diyeceğiz.”
Bilginler ”cin”in aslında elektrik
olduğunu açıkladığında, Kral Karmen derin bir sessizliğe büründü.
Ardından tahtında doğruldu, gözleri bilginlerin üzerinde gezindi.
Kral Karmen:
"Güzel… Demek ki sırrı
çözdünüz. Öyleyse yazın! Kayıtlara geçsin! Cin yok… Artık elektrik
var. Peki, bu bana ne fayda sağlar?"
Bilginler şaşkınlıkla birbirine
baktı. Zekhutem öne çıktı.
"Bu güç şimdilik sadece
küçük kıvılcımlar saçıyor. Ama içinde büyük bir sır gizli olabilir."
Kral Karmen elini tahtın kolçağına sertçe bastırdı,
sesi odada yankılandı. Gözleri karşısındakine kilitlenmişti.
"Öyleyse," dedi,
sesi hem buyurgan hem meraklıydı, "şunu anlat bana:
Bu güç başka nasıl doğar?
Nasıl saklanır, nasıl korunur?
Ve en önemlisi... nerede, ne
zaman kullanılır?"
Salonda yankılanan ses, bilginlerin kalbine sorumluluk
gibi çöktü.
Enlil-Hotep ellerini ovuşturdu:
"Nil’deki bazı balıklardan
söz edilir. Onlara dokunanların çarpıldığı söylenir. Belki onlarda da aynı güç
vardır."
Sekhdukar:
"Yıldırım da böyledir.
Gökyüzünden inen dev kıvılcım… Belki o da aynı cinsten."
Teframun:
"Ve biz… bu gücü kaplarda
saklamayı deneyebiliriz. Bir kavanoza hapsetmek, sonra istediğimizde serbest
bırakmak… Tıpkı cini cam fanusa kapatır gibi."
Kral, dudaklarında belirsiz bir gülümsemeyle başını
salladı.
"İşte bu! Araştırın.
Deneyin. Bana rapor edin. Artık yalnızca sır çözmek yetmez. Bu güç benim
krallığımın ışığı, ateşi, belki de silahı olacak."
14.5.
YILDIRIM ve SARAY YANGINI
Gece yarısıydı. Nil’in suları fırtınanın uğultusuyla
kabarıyordu. Kapkara bulutlar, sarayın üstünde ağzından ateş fışkıran dev bir
ejderha gibi kanatlarını açmış, göğü pençeleriyle yırtmaya hazırlanıyordu.
Rüzgar, avludaki bayrakları öfkeyle savururken, gök gürültüsü taş duvarlara
çarpıp sarayın avlusunda yankılanıyordu.
Bir anlık sessizlik çöktü. Ve sonra, göğün derinliklerinden
gelen boğuk bir homurtu duyuldu. Ejderha artık sabrını yitirmişti.
Bir anda gökyüzü çatladı. Sonra bir çığlık gibi
yırtıldı.
Işık, gözleri kör edecek kadar beyazdı. Sarayın
çatısında, kurşuni taş kiremitlerin tam ortasına saplandı yıldırım. Taşlar
yerinden fırladı, bir kuş sürüsü gibi havaya savruldu.
Sonra, duman yükselmeye başladı; önce gri, sonra
siyah. Yıldırımın yarattığı aşırı ısı, çatı malzemelerini anında tutuşturmuştu.
Çatının kenarından kıvılcımlar döküldü, yağmur damlalarıyla yarışır gibi. Bir
çatı kirişinden, alevin dili dışarı sarktı. Sanki saray, içindeki öfkeyi
kusuyordu.
İçerideki hizmetkârlar, önce ne olduğunu anlayamadı.
Ama sonra, tahta döşemelerin altından gelen çıtırtılar, yangının ayak sesleri
duyulmaya başladı. Tavandan düşen ateş parçalarını gören bir kadın, elindeki
gümüş tepsiyi düşürdü. Metalin zemine çarpan sesi, gökyüzünün öfkesini taklit
edercesine yankılandı.
Alevlenmiş çatı tahtalarının çökmesiyle taş duvar
sarsıldı. İnsanlar çığlık çığlığa kaçıştı, kimisi ellerinde su testileriyle
koştu, kimisi dizlerinin üstüne çöktü, dualar mırıldandı.
Balkona çıkan Kral Karmen, yanan kuleyi görünce
yumruğunu havaya kaldırdı:
“Bu gök ateşi bana meydan mı
okuyor?!”
Yangın, sabaha kadar süren çabalarla güçlükle söndürüldü.
Ertesi gün kral, bilginlerini Kayıtlar Salonu’nda topladı.
Kral’ın yüzü öfke ve kararlılıkla gölgelenmişti.
“Siz bana ‘cin yok, elektrik var’
dediniz. Eğer öyleyse… bu yıldırımı araştırın! Onu bana hizmet ettirin, yoksa
hepimiz onun kölesi oluruz!”
Bilginler derin bir eğilişle kabul ettiler.
Nil kıyısında her zamanki kalabalık toplanmıştı.
Yabancılar, altın ve gümüş dolu keselerini sallıyor, sıraya giren turistler,
uçurtmaya bağlanıp, kalabalığın alkışlarıyla birlikte gökyüzüne
havalandırılıyordu.
Sıranın önüne gelen cesur bir genç, görevli askerin
yardımıyla planördeki gibi bir koşum takımına bağlandı. İp gerildiğinde
uçurtma göğe doğru fırladı. Genç, önce korkuyla bağırdı ama sonra rüzgârın
kanatlarına teslim oldu.
Kalabalık coşkuyla haykırdı:
“Bakın, göğe çıkıyor!”
O gün rüzgâr sertti. Turizm çadırında görevli
asker Horemheb, sırayı düzenlemekle meşguldü. Tam o sırada bulutlar
kararmaya başladı; gök gürültüsü uzaktan uğuldadı. Ama kalabalık bunu
eğlencenin parçası sanıp tezahürata devam ediyordu.
Uçurtmanın İpi pamukla sarılmış, keten ve kenevir
sicimlerle güçlendirilmişti. Ucuna tutmayı kolaylaştırmak için metal bir çengel
asılmıştı.
Derken yağmur başladı. İp sırılsıklam olmuş,
ağırlaşmıştı. Horemheb kaşlarını çatarak bağırdı:
“Yağmur bastırmadan uçurtmayı
indirin! Çekin ipi!”
Bir görevli, ipi sarmak için öne atıldı. Ama
kalabalığın arasındaki bir tüccar, sabırsızlıkla araya girerek metal halkadan
tutup çekmeye kalktı.
O anda ÇAT!
Küçük bir kıvılcım sıçradı. Tüccar birden irkildi,
ayakları yerden kesilmiş gibi zıpladı ve ıslak toprağa yuvarlandı.
Kalabalık şaşkınlıkla geri çekildi. Tüccar
sendeleyerek doğrulurken korkuyla bağırıyordu:
“Cin beni çarptı! Vallahi cin
çarptı!”
Askerler adamı kenara çekerken Horemheb gürledi:
“Kimse demir halkaya dokunmasın!
Bu iş bilginlere haber verilmeli.”
Uçurtmanın ipi hâlâ göğe gerilmişti, sanki bulutların
içinden görünmez bir nefes alıp veriyor gibiydi…
Bilginler koştular. Teframun, titreyen adamı
sakinleştirmeye çalıştı. Sonra kendi elini ıslak ipin metal çengeline uzattı.
Bir anda sarsıldı, zıplayarak yere düştü.
“Evet… Bu da aynı! Tıpkı yünle
kehribarda gördüğümüz gibi… ama çok daha güçlü!”
Zekhutem gözleri büyümüş halde fısıldadı:
“Demek ki yıldırım… gökten inen
dev bir elektrik.”
Bilginlerden biri uyardı:
"Uzak durun bu ölümcül
olabilir, yıldırım düşerse çatıyı nasıl bir anda yaktıysa sizi de yakar."
Kalabalık panikle genç yolcuyu gösteriyordu.
“Ya gökten ateş inerse? Oradaki
çocuk yanacak!”
Ama kimse metal halkaya dokunmaya cesaret edemedi.
O sırada başbilgin Enlil-Hotep bağırdı:
“Halkaya dokunmadan halkayı
toprağa değdirin!”
Askerler şaşkınlıkla bakakaldı. Enlil-Hotep dizlerinin
üzerine çöktü, yerdeki su birikintisine doğru bir çukur kazdı. Sonra kalın bir
tahta sopayla ipin ucunu çekip demir halkayı çamura bastırdı.
Bir anda hafif bir tıslama duyuldu;
ipten gelen yük toprağa akmıştı. Metal halka artık sessizdi.
“Şimdi!” diye
bağırdı Enlil-Hotep.
Askerler ipi sarmaya başladı. Uçurtma ağır ağır
alçaldı. Sonunda genç yere indi, dizleri titreyerek çöktü. Kalabalık derin bir
nefes aldı, bazıları yere kapanıp dua etti.
Horemheb alnındaki teri sildi, kısık sesle mırıldandı:
“Göğün ateşi… neredeyse hepimizi
yakacaktı.”
Enlil-Hotep ise uzaklara bakıyordu.
“Hayır… Bu bir ateş değil. Bu…
elektrik. Ve toprağa indirilebilir.”
...
Ertesi gün, kayıtlar salonunda bilginler masanın
etrafına toplandı. Masanın üzerinde ıslak ip parçaları, kavanozlar ve yanmış
kumaşlar duruyordu.
Sekhdukar:
“Elektriğin gücünü uçurtma ıslak
ipine takılı demir halka üzerinde hissettik. Demek ki ıslak ipler elektriği
taşıyor.”
Enlil-Hotep, kaşlarını çatıp düşündü:
“Eğer bu görünmez gücü ıslak
ip taşıyorsa… belki başka şeyler de taşıyabilir.”
Sekhdukar hemen atıldı:
“Metaller! Onlara dokunduğumuzda
çarpılıyoruz. Kehribarı sürttükten sonra kıvılcım en çok metallerden sıçrıyor.”
Böylece pazardan çeşitli metaller getirildi: demir,
tunç, altın, bakır. Her biri sırayla bağlandı. Deneyler saatlerce sürdü.
Sonunda Zekhutem coşkuyla bağırdı:
“İşte bu! Metal, ıslak ipten bile
daha iyi taşıyor. Özellikle bakır… Hem kolay bulunur, hem de dayanıklı!”
Bilginler kralın huzuruna çıktılar.
Menkharut söze başladı:
“Gökten gelen ateşi bir bakır direkle
yere indirebiliriz. Direğin ucunu göğe uzatıp altını toprağa gömersek, yıldırım
saraya değil, bakıra inecek.”
Kral’ın gözleri parladı:
“Yazın! Bu direk her kuleye
dikilecek. Göğün ateşi artık benim hükmüm altında olacak.”
Sarayın en yüksek kulesine bir bakır direk dikildi.
Ucu göğe yükseliyor, altı ise toprağın derinlerine gömülüyordu. Halk
fısıldaşıyordu.
“Göğün ateşini üstümüze
çekecekler!”
Bilgin Sekhdukar sesini yükseltti:
“Sessiz olun! Bu direk sarayı
koruyacak. Göğün ateşi ona inecek, bize değil.”
Ama şüphe dinmedi. Direk haftalarca boş boş göğe
dikilmiş gibi durdu.
Sonra bir gece…
Gökyüzü uğultuyla titredi, fırtına başladı. Rüzgâr,
avludaki meşaleleri söndürdü. Kral Karmen balkonunda duruyor, bulutlara
bakıyordu.
“İşte yine geliyor! Yıldırımın
gazabı!”
Tam o anda, gökten inen şimşek sarayın çatısına değil,
bakır direğe indi.
ÇAT!
Direk ışıl ışıl parladı, kıvılcımlar saçıldı. Ama
sarayın çatısı sapasağlam kaldı. Yıldırım toprağa aktı, yok oldu.
Halk önce çığlık çığlığa kaçtı, sonra merakla geri
döndü. Sarayın çatısı sağlamdı.
Teframun (nefes nefese):
“Başardı… Gerçekten başardı!”
Enlil-Hotep (elleri titreyerek):
“Yıldırım… bakıra indi. Saraya
dokunmadı!”
Kral Karmen yavaşça bilginlere döndü, gözlerinde zafer
ışığı vardı:
“Bundan böyle göğün ateşi
düşmanım değil. Elektriğin başka faydalarını da araştırın. Haydi çalışın. Her
basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır.”
Halk diz çöktü, fısıltılar yükseldi:
“Kral Karmen göğün kudretini zapt
etti…”
“Artık biz de güven içindeyiz…”
Bilginler birbirine baktı; yüzlerinde hem korku hem de
gurur vardı. Çünkü o gece yalnızca sarayı değil, tarihin akışını da
değiştirmişlerdi.
Teframun sabah olunca koşarak evden çıktı. Başbilginin
odasına hızla girdi.
“Efendim! Gece rüya gördüm. Cini
kavanoza hapsettim,” diye nefes nefese başladı.
Başbilgin merakla gözlerini kırptı: ”Rüyan
mı? Anlat bakalım, ne gördün?”
Teframun anlatmaya başladı:
“Rüyamda Kayıtlar Salonu’nun
laboratuvarındaydım. Geceydi ve salon sessizlikle doluydu. Kimse yoktu. Bir
elimde kehribar, diğer elimde yün vardı. Başladım birbirlerine sürtmeye…
Ve o anda… birden odanın
ortasında parlayan bir varlık belirdi. Cin! Şimşek gibi kıvılcımlar saçıyor,
üzerime doğru ateşler fırlatıyordu. Her kıvılcım vücuduma değdiğinde,
uçurtmanın demir halkasına dokunduğumdaki gibi canım yandı. Sırt üstü
düşmüştüm. Geri geri sürünerek uzaklaşmaya çalıştım.
O sırada masanın üzerinde bir
kavanoz gördüm. Camdan, içi ve dışı metal plakalarla kaplıydı. Cin büyük bir
ateş topu halinde üzerime yuvarlandığı anda kavanozu elime alıp uzattım. Cin
bir anda metal uçlardan çekildi, kavanoza hapsoldu ve içeride parlamaya
başladı. Artık çıkamıyordu.
Sonra… cesur bir düşünceyle,
kavanozun metal uçlarını birbirine yaklaştırdım. Kavanoz bir anda patladı! Işık
ve ses, rüyadaki gök gürültüsü kadar korkutucuydu. Çarpıcı bir enerji
yayıldı; ama cin artık yoktu, sadece metal parçaları ve kavanozun kırıkları
kalmıştı.”
Teframun, rüyasını nefes nefese anlattıktan sonra
başbilgin sessizce dinledi. Gözleri parlıyordu, kaşlarını çattı ve sonra
yavaşça konuştu:
“Teframun… Bu gördüğün cin…
Aslında cin değil. Elektrik. Gökyüzünden gelen ve uçurtma ipinden bize ulaşan o
görünmez güç… İşte rüyanda beliren o varlık onun bir simgesiydi.”
Teframun gözlerini kocaman açtı:
“Yani… kavanoza çektiğim… cin
değil, elektrikmiş?”
Başbilgin başını salladı:
“Evet. Ve kavanoz… işte asıl sır
burada. Rüyanda gördüğün gibi, iç ve dışına yerleştirdiğin metal plakalar,
elektrik gücünü depolayabiliyor. Cin gibi parlayan varlık, aslında depolanan
enerjiyi temsil ediyor.”
Teframun yavaşça nefes aldı, kalbi hem korku hem de
merakla çarpıyordu:
“Yani… bu enerji… kontrol altına
alınabilir ve sonra kullanılabilir mi?”
Başbilgin gülümsedi, elini Teframun’un omzuna koydu:
“Evet. Rüyan sana bunun yolunu
gösterdi. Elektrik, depolanabilir, taşınabilir ve kontrol edilebilir. Ama
dikkatli olmalısın; gücü çok büyük.”
Teframun kafasında bir ışık yandı. ”O
zaman… rüyam sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir rehber olmuş.”
Başbilgin başını salladı:
“Tam olarak öyle. Ve şimdi,
Teframun… bu rüyanın peşinden gitme zamanı.”
...
Teframun ve Başbilgin Enlil-Hotep, laboratuvarın
köşesinde duran cam kavanozları incelemeye başladılar. Teframun kararlılıkla:
“Hazırım! Rüyamda gördüğüm
kavanozu yapacağız!”
Enlil-Hotep başını salladı, gözleri heyecanla parladı:
“Tam olarak rüyanda gördüğün
gibi… Ama dikkatli olacağız. Elektrik, tıpkı uçurtmanın ıslak ipinde olduğu
gibi, kontrolsüzse tehlikeli olabilir.”
İkili, kavanozu masanın ortasına yerleştirdi. Teframun
rüyasında gördüğü gibi, kavanozun iç ve dış yüzeyine metal plakalar bağladılar:
iç kısmına bakır plakalar, dışına ise altın ve gümüş. Masanın üzerinde üç
cam kavanoz duruyordu:
Kavanozu sallayarak veya bir kol mekanizmasıyla
içindeki kehribar parçasını yünle sürterek enerji depolayabileceklerini
planladılar.
Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi ve elini Teframun’un
omzuna koydu:
“Bu fikir zekice, genç dostum,
ama yeterli gücü sağlamak için bir ömür boyu sallaman gerekebilir. Bunun
yerine, dışarıda bir mekanizma ile yünü ve kehribar parçalarını sürtüp, yükü
iletken tellerle kavanoza aktaralım. Hem daha güvenli hem de çok daha verimli.”
Teframun başını salladı, heyecanı biraz sakinleşti ama
gözlerindeki merak ışığı sönmedi.
İlk denemelerde kavanozun içindeki elektrik birikmeye
başladı. Küçük bir patlama oldu; cam hafifçe çatladı, metal uçlardan
kıvılcımlar sıçradı. Teframun geriye çekildi, nefesini tuttu.
“İşte, bu risk… ama aynı zamanda
bize yol gösteriyor,” dedi Enlil-Hotep. ”Daha
sağlam camlar ve dikkatli bir düzenekle, elektrik artık bizim kontrolümüzde
olacak.”
Teframun, hafifçe parmaklarını metal uçlara
yaklaştırdı ve bir kıvılcım sıçradı. Küçük bir patlama sesi ve ışık parlaması,
rüyadaki cinin kıvılcımlarını hatırlatıyordu. İkili gerildi ama heyecanla
birbirine baktı:
“Başarıyoruz!”
Kısa süreli deneylerden sonra kavanozun içine daha
fazla enerji depolamayı başardılar. Artık bu kavanoz, rüyada gördüğü cinin
enerjisini kontrol altına almak için bir araçtı.
Enlil-Hotep, Teframun’a bakarak fısıldadı:
“Bunu geliştirebiliriz… Daha
büyüğünü yapabiliriz. Elektriği depolayabilir, sonra güvenle kullanabiliriz.
Rüyan, bize sadece uyarı değil, aynı zamanda keşfin yolunu da göstermiş.”
Teframun gözlerini parlatmıştı. ”O zaman…
sıra uçurtmadan aldığımız gücü daha büyük deneylerde kullanmakta.”
Teframun ve Enlil-Hotep, kavanozlarını büyük bir
tepsiye yerleştirip saray salonuna getirdiler. Kral Karmen, merakla tahtında
oturuyordu; gözleri heyecan ve hafif bir korkuyla parlıyordu. Halk ve bilginler
kenarda bekliyordu.
Kral Karmen "Bu nedir?" diye
sordu.
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Biz buna rüyamızda gördüğümüz
gibi… Cin Kavanozu diyoruz. Bu, gökten aldığımız gücü depolayan bir araçtır,” dedi. ”Bu
kavanoz, elektriği kontrol etmemize olanak sağlıyor.”
Kral, kısa bir sessizlikten sonra gülerek başını
salladı:
“Cin Kavanozu mu… Eh, o zaman
öyle olsun! Bir cin elimizdeymiş gibi gösterin bakalım!”
Teframun, kavanozun yükünü göstermek için metal bir
çubuğu hafifçe dokundurdu. Kıvılcım ufak bir patlama ve ışık parlaması yarattı,
ama tamamen kontrollüydü. Kral Karmen hayretler içinde dudaklarını araladı.
“Böyle bir güç… elimizde mi
olacak?”
Enlil-Hotep ve Teframun birbirine baktı, gözlerinde
hem korku hem de gurur vardı.
“Evet. Bu yalnızca başlangıç.
Artık gök ateşi bizim hizmetkârımız olacak.”
Enlil-Hotep diğer kavanozu seçti, metal uçlarını kısa
bir iletken tel aracılığıyla bağladı ve küçük bir kıvılcım patlamasıyla kavanoz
çatladı. Çatlayan camdan çıkan ışık, odanın karanlık köşelerini aydınlattı;
kısa bir patlama sesi yankılandı. Kral hafifçe geriye çekildi ama gözlerinde
heyecan vardı.
Kral: ”Demek bu… gök ateşini
depoluyorsunuz?”
Enlil-Hotep başını salladı:
“Evet. Artık yıldırımı yalnızca
saraydan uzaklaştırmakla kalmayacağız; enerjisini bir araç olarak
kullanabileceğiz.”
Kral, kavanozu dikkatle inceleyip başını salladı:
“Bundan böyle, saray sadece
güvenli değil, aynı zamanda güç sahibi olacak. Sizleri kutluyorum.”
Kral Karmen, parmaklarını kavanozun metallerine
dokundurarak hafif bir elektrik şokunu hissetti ve kahkahayla, ”Bu,
Cin Kavanozu! Adı bundan sonra bu olsun!” dedi.
..
14.11.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (gözleri parıldayarak):
"Nil-7… yani o adam aslında
cin falan taşımıyordu, değil mi? Hepsi elektrikmiş."
Nil-7 (hafif mekanik bir gülümsemeyle):
"Doğru, küçük dostum.
İnsanlar anlamadıkları şeylere genellikle 'cin', 'ruh' ya da 'tanrı' derlerdi.
Ama gerçekte Thamunekh’in taşıdığı şey, sürtünmeden doğan elektrikti."
Sahara:
"Peki… kral nasıl bu kadar
cesur oldu da adamın elini tuttu? Ya gerçekten içine cin girseydi?"
Nil-7:
"Kral Karmen’in farkı buydu.
O, rahiplerin anlattığı masallara körü körüne inanmadı. Denemek istedi. Bilmek
istedi. Ve dokunduğu anda gerçeği gördü: kıvılcım bir cindi değil, maddenin
sırrıydı."
Sahara (kaşlarını çatıp düşünerek):
"Yani… onlar elektriği
kavanoza bile hapsetmişler? Rüyada bile olsa… Bu aslında bataryanın ilk fikri
mi oluyor?"
Nil-7 (başını onaylar gibi eğerek):
"Kesinlikle. O 'cin
kavanozu' dediğin şey, senin çağında Leyden şişesi olarak bilinen ilk
kondansatörün atasıdır. Yani elektriği depolamanın yolu. Bir rüya bile insanı
yeni bir icada götürebilir."
Sahara (heyecanla):
"Vay canına! Peki yıldırımı
yakalayıp bakır direkle toprağa indirmeleri… bu da paratoner, değil mi?"
Nil-7:
"Evet. Gökten gelen ateşi,
yani yıldırımı kontrol altına aldılar. İnsanlar korkuyla kaçarken, bilginler
bakırın elektriği taşıyabildiğini fark ettiler. Böylece göğün öfkesini bile
yönlendirmeyi öğrendiler."
Sahara (biraz hüzünle):
"Ama insanlar çok korkmuş…
'Cin çarptı!' diye bağırmışlar. Oysa gerçeği bilseler korkmazlardı."
Nil-7 (nazik bir sesle):
"Unutma Sahara… Bilgi,
korkunun panzehiridir. İnsan bilmediğinden korkar. Ama öğrendiğinde, o korku
güce dönüşür."
Bölüm 15:
Manyetizmanın Keşfi (M.Ö. 3087)
Nil kıyısında sarayın taş duvarları, öğle güneşinin
altında altın gibi parlıyordu. Sarayın mermer avlusunda kervan tüccarları
sıralanmıştı. Tüccarın yüzü güneşten yanmış, elleri taş kadar sertti. Yanında,
ketenle sarılmış küçük bir sandık taşıyordu.
Çan sesleriyle birlikte kralın habercisi bağırdı:
“Efendimizin huzuruna
çıkacaksınız! Doğru söyleyin, eğri söylemeyin.”
Kral Karmen, tahtında oturmuştu; gözleri, uzak
diyarlardan gelen tüccarın adımlarını izliyordu.
Karmen, gözlerini kısmıştı.
"Tanrı taşı satıyormuşsun.
Doğru mu bu söylenti?"
Tüccar eğildi, sesi çatlak ama kendinden emindi:
“Doğrudur, efendim. Bu taş,
tanrımızın yönünü gösterir. Biz ona 'Tanrı Taşı' deriz.”
Karmen kaşlarını kaldırdı.
“Taş yön mü gösterir?”
Tüccar, sandığı açtı. İçinden siyah, parlak bir taş
çıkardı. İnce bir ipe bağlıydı, taşın ucunu havada serbestçe sallandırdı.
Sarayda bir sessizlik oldu. Taş, birkaç kez döndü… sonra sabit kaldı. Hep aynı
yöne bakıyordu.
Tüccar fısıldadı:
“Bakın efendim… Bu uç hep
tanrımız Thuban'ı gösterir. Nerede olursak olalım, bu taş hep aynı yöne döner.
Biz kuzeydeki Magnesia şehrinde bu yöne Thuban deriz.”
Karmen ayağa kalktı, taşın ucuna yaklaştı. Elini
uzattı, ama dokunmadı. Gözleri taşın sabit yönüne kilitlenmişti.
“Bu yön kuzey mi?”
Sarayın bilginlerinden biri, fısıldadı:
“Evet efendim. Bu yön kuzey.
Thuban gökyüzünün kuzeyi gösteren sabit yıldızıdır.”
Karmen, taşa dokundu. Taş bir kaç kez çevresinde
döndü. Ama durduğunda taş hep aynı yöne bakıyordu.
“Bu taş, göğün sırrını mı
taşıyor? Yoksa tanrılar mı onu yönlendiriyor?”
Tüccar gülümsedi:
“Taşın içinde görünmeyen,
bilinmeyen bir güç olabilir. Ama biz gösterdiği yöndeki sabit yıldıza
taparız. Bu yöne secde ederiz.”
Bilginler şaşkınlıkla fısıldaşıyordu. Fakat en çok
rahipler huzursuzdu. Yıllardır Sirius ve Orion yıldızlarını kutsal ilan
etmişlerdi. Şimdi ise taş bambaşka bir yıldızı işaret ediyordu.
Bir rahip titrek bir sesle, diğerine fısıldadı:
“Demek ki biz yanılmışız… asıl
kutsal yıldız Ejderha’nın yıldızıymış.”
Diğer rahip başını salladı, gözleri yerdeydi.
“Tanrıların sırrı çok derin…
belki de şimdiye dek yanlış yola secde ettik.”
Karmen döndü, bilginlerine seslendi:
“Emrim açıktır. Bu taş
incelenecek. Eğer tanrıyı gösteriyorsa, belki de tanrının yolunu da gösterir.
Tanrı değilse, ne olduğunu bulacaksınız. Bu taşın sırrını ortaya çıkarın!”
Ve böylece, sarayın taş döşemeleri üzerinde tüccarın
elinde asılı duran bir taş, Antik Mısır’da yönün, göğün ve bilimin kapısını
araladı.
15.2.
Kayıtlar Salonu’nda Deneyler
Sarayın taş merdivenleri sessizce Kayıtlar Salonu’na
çıkıyordu. Duvarlarda papirüs ruloları, eski astronomi tabloları ve çeşitli
taşlar vardı. Başbilgin Enlil-Hotep, Tanrı Taşı’nı dikkatle masanın
ortasına koydu.
“Arkadaşlar,” dedi, ”bu
taş sadece yön göstermiyor. İçinde görünmeyen bir güç var. Öncelikle onun neye
tepki verdiğini anlamalıyız.”
Bilginler, taşın etrafında toplandı. Her biri, taşın
ucunu ipe bağlayıp serbest bırakıyor, taşın davranışını not ediyordu.
İlk deney, taşın yön değiştirmesiyle ilgiliydi:
“Taşı farklı açılardan bırakalım,” dedi Enlil-Hotep.
Taş, her seferinde birkaç saniye döndü, sonra sabit
kaldı. Hep aynı yöne bakıyordu.
“Görüyorsunuz,” dedi Enlil-Hotep, ”Tesadüf
değil. Bu taş bir yıldıza sabitlenmiş gibi davranıyor. Ama gerçek mi, yoksa
sihir mi?”
15.3.
Metallerle Etkileşim Deneyi
İkinci deney, taşın farklı metallerle ilişkisini test
etmekti. Bir grup bilgin, taşın yanına bakır, altın ve demir parçaları koydu.
“Demire çekiliyor!” dedi
biri hayretle.
“Ama altın ve bakır hiç
etkilenmiyor,” diye ekledi diğer bilgin.
Enlil-Hotep başını salladı:
“Demir… demek ki bu taşın
görünmeyen gücü demirle ilişki kuruyor. Belki de bu, taşın kuzeyi gösterme
sırrıdır.”
Tanrı Taşı’nı ellerinde döndürdüler, demir parçalarını
taşın yanına koydular. Taşın ucu her seferinde demire yöneliyordu. Çocuklardan
biri Şuruppak sırıtıp dedi ki:
“Ama bu Tanrı Taşı demiri görünce
yıldızı göstermiyor ki! Tanrıdan yüz çeviriyor.”
Rahipler de şaşkındı. Bazısı mırıldandı:
“Demiri görünce yıldızını unutan
bir taş… Tanrıdan bile yüz çeviriyor! Demir tanrı değildir. Taş tanrı olmayan
bir şeyi gösteriyorsa, taş gerçekten tanrıyı göstermiyor demektir. Yıldız tanrı
olsaydı taş demire değil yıldıza yönelmeye devam etmeliydi. Gücü ufak bir parça
demire yenilen bir tanrı olamaz.”
Bu sözler, salondaki sessizliği daha da derinleştirdi.
Bazı rahiplerin yüzü kızardı, bilginlerin gözleri ise daha da parladı. Taşın
sırrı artık tanrılardan çok doğanın güçlerine işaret ediyordu.
Başbilgin not aldı:
“Görünüşe göre bu taş, göksel
sırrın yanında yeryüzünün gücüne de tepki veriyor. Demir, taşın ilgisini çekiyor;
yıldız değil. İlginç bir ilişki var burada.”
Çocuklar birbirine baktı, gözlerinde hem şaşkınlık hem
de heyecan vardı. Nil kıyısındaki bu küçük eller, bilimin gizemini çözmeye bir
adım daha yaklaşmıştı.
Üçüncü deneyde, bilginler taşın uzun mesafede de aynı
yöne dönüp dönmediğini test etti. Salondan avluya, avludan nehre taşıdılar. Her
seferinde taş sabit kaldı, ucunu hep aynı yöne çeviriyordu.
“Bu taş, sadece sabit yıldızı
değil, yönü de belirliyor,” dedi Enlil-Hotep.
“Yani ordular, kervanlar ve
denizciler bundan faydalanabilir,” diye ekledi bir
genç bilgin heyecanla.
Rahipler ise hâlâ tedirgindi. Biri mırıldandı:
“Tanrı değilse, o zaman bu taşın
gücü nereden geliyor? Göğün sırlarını mı taşıyor?”
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Bizim işimiz, taşın gücünü
anlamak. Tanrı mı, doğa mı, fark etmez. Önemli olan, bunu kullanabilmek.”
Ve böylece, Tanrı Taşı ilk kez hayal gücünden insan
aklına teslim edilmiş, bilim ve gözlemin sınırlarını zorlayan bir sırra
dönüştürülmüştü. Salonda, taşın ucunu izleyen gözler, yön bulma, demir çekme ve
gökyüzünün gizemlerini çözme yolunda ilk adımlarını atıyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep, tüccarın getirdiği taşın yanına
başka bir parça koydu.
İlk taşı ipte serbestçe sallandırmak istediler fakat ikinci
taşı yaklaştırınca ipteki taş bir anda döndü.
“Bakın!” dedi
bir bilgin. ”Taş, taşa yöneliyor.”
Sonra ikinci taşı farklı bir ucuyla yaklaştırdılar. Bu
kez ipteki taş yana kaydı, ondan uzaklaşmaya çalıştı.
Çocuklardan Gılgameş kahkaha atarak:
“İki taş birbirini çekiyor da
itiyor da!” diye bağırdı.
Rahiplerden biri yüzünü buruşturdu:
“Tanrı taşının birbirini
göstermesi yetmezmiş gibi, şimdi de tanrılar kavga mı ediyor?”
Başbilgin ciddi bir sesle not aldı:
“Demek ki taşların uçlarında
farklı özellikler var. Bir ucu çekiyor, diğeri itiyor.”
15.5.
Tanrı Taşını Kırma Deneyi
Bilginler, Tanrı Taşı’nın sırrını daha derinden
anlamak için yeni bir fikir öne sürdü.
“Ya bu taşı kırarsak? Acaba küçük
bir parçası da aynı şekilde kuzeyi gösterir mi?”
Rahipler bir anda geri çekildi.
“Hayır!” dedi
yaşlı bir rahip, gözleri kocaman açılmıştı. ”Tanrıların taşını kırmak…
bu küfürdür! Çarpılırız, lanetleniriz.”
Bir diğeri endişeyle fısıldadı:
“Ya içinden ateş fışkırırsa? Ya
yıldırımlar düşerse?”
Çocuklar kıkırdadı, gözlerinde muzır bir merak vardı.
“Taşın içinden yıldırım çıkmaz
ki! Hadi deneyelim.”
Sonunda Enlil-Hotep ağır ağır çekici aldı. Rahiplere
dönüp ciddi bir sesle konuştu:
“Bilim, korkuyla değil, gözlemle
ilerler.”
Bir çekiç darbesiyle taşın köşesi kırıldı. Salon bir
an sessizliğe gömüldü. Herkes nefesini tutmuştu.
Küçük parça ipe bağlandı ve serbest bırakıldı. Tıpkı
bütün taş gibi birkaç kez döndü, sonra kuzeye sabitlendi.
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Harika… Demek ki taşın sırrı
büyüklüğünde değil. Her zerresi aynı gücü taşıyor.”
Çocuklardan biri fısıldadı:
“Sanki tanrı taşın içinde değil,
doğanın kendisinde saklı.”
Rahipler hâlâ huzursuzdu ama çarpılmamışlardı.
Çocuklar ise heyecanla parçaları parmaklarıyla inceliyor, taşın gizemini çözmeye
bir adım daha yaklaşmanın keyfini çıkarıyordu.
Kayıtlar Salonu’nda, masanın üzerine ipe bağlı Tanrı
Taşı yerleştirildi. Çevresinde bilginler, rahipler ve çocuklar vardı.
Enlil-Hotep yüksek sesle konuştu:
“Şimdi deney yapacağız. Eğer bu
taş Thuban yıldızını gösteriyorsa, ucu göğe doğru hafifçe kalkmalı. Yıldız
gökte olduğu için taşın yönü yukarı açılan bir açı yapmalı. Ama eğer taş yere
paralel kalıyorsa, o zaman yıldızı değil, yeryüzündeki kuzeyi gösteriyor
demektir.”
Bir rahip öne çıktı, dualar mırıldanarak taşın ipe
bağlı ucunu serbest bıraktı. Taş birkaç kez döndü, sonra sakinleşti.
Taşın ucu ne göğe kalktı ne de eğildi. Yere tamamen
paralel kaldı ve hep aynı yöne döndü.
Çocuklardan biri heyecanla bağırdı:
“Bakın! Yukarıya bakmıyor. Hep
yere paralel. Demek ki yıldızı değil kuzeyi gösteriyor!”
Rahipler sessiz kaldı. Bir kısmı hâlâ taşın kutsal
olduğuna inanmak istiyordu, ama gözleri önündeki gerçek inkâr edilemezdi.
Enlil-Hotep notlarını yazdı ve krala sunulacak sonucu
açıkladı:
“Efendim, Tanrı Taşı gökteki
Thuban’ı değil, yeryüzündeki kuzeyi işaret ediyor. Gücü tanrılardan değil,
dünyanın kendi kuvvetlerinden geliyor.”
Salonda, bilginlerin gözetiminde uçma sanatı
mektebinde eğitim gören çocuklar, Tanrı Taşı ve cin kavanozlarıyla basit
deneyler yapıyordu. Küçük Gılgameş, parmağında sarılı ince bir tel ile taşın
yanına geldi. Eğlencelik bir şekilde telini kavanoza dokundurup çekti.
Birden taşın ucu hafifçe titredi, sonra sabit yönünü değiştirerek
yeni bir yöne baktı. Çocuklar şaşkınlıktan donakaldı:
“Taş… hareket etti!”
Bilginler koştu, çocukların ne yaptığını anlamaya
çalıştılar. Telin cin kavanozuna dokunup çekilmesiyle taşın tepkisi arasında
bir bağlantı olduğunu fark ettiler. Bir bilgin, fısıldadı:
“Demek ki, taş sadece demire
değil… görünmeyen bir güçle hareket ediyor. Belki de o güç… elektrikle ilgili.”
Başbilgin Enlil-Hotep, gözleri parlayarak tekrar
denedi. Telin yönünü değiştirince taş da aynı şekilde tepki verdi. Böylece
çocuklar, elektrik ve manyetizmanın birbiriyle ilişkili olabileceğini tesadüfen
keşfetmiş oldular.
Laboratuvarda herkes hayranlık içinde izliyordu; küçük
bir çocuk sayesinde, Tanrı Taşı artık sadece kutsal bir gösterge değil, doğanın
gizli güçlerini açığa çıkaran bir araç olmuştu.
15.8.
Deney Sonucunun Krala Açıklanması
Bilginler ve rahipler, sarayın taş döşemeleri üzerinde
krala doğru ilerlediler. Başbilgin Enlil-Hotep, elinde not defteriyle derin bir
nefes aldı ve anlattı:
“Efendim, Tanrı Taşı’nın sırrını
çözdük. Bu taş Thuban yıldızını göstermiyor, kuzeyi gösteriyor. Eğer yıldızı
gösterseydi, taşın ucu havaya kalkar ve işaret parmağımızla orta parmağımız
arasındaki açı kadar göğe yönelirdi. Oysa taş hep yere paralel kalarak kuzeye
dönüyor. Yani gücünü gökten değil, yeryüzünden alıyor.”
Kral Karmen, tahtında otururken gözlerini kısıp
düşünceli bir şekilde dinledi. Sonra yavaşça başını salladı:
“Güzel… Bu taş, kuzeyi, demiri ve
elektriği gösterebiliyorsa, onun sırlarını çözmekle kalmayacağız; günlük yaşamımızda
da kullanabiliriz. Daha fazla araştırma yapın ve pratik kullanım alanlarını
bulun. Peki, neler yapabilirsiniz?”
Başbilgin heyecanla gözlerini parlatıp cevapladı:
“Bu taş, pusula olabilir.
Gemilerimizi ve kervanlarımızı yıldızlara bakmasına gerek kalmadan
yönlendirebiliriz. Taşı elektrikle hareket ettirdik. Elektriği anlamayı ve
yönetmeyi de öğrenirsek, belki mekanik hareketler yaratabiliriz. Elektrik
motorları gibi...”
Rahipler ve çocuklar birbirine baktılar; gözlerinde
hem şaşkınlık hem de heyecan vardı. Tanrı Taşı artık sadece bir gizem değildi;
bilimsel bir araç ve geleceğin keşiflerinin kapısıydı.
Kral Karmen, tahtında dikleşti, ellerini birbirine
bastı ve yüksek bir sesle söyledi:
“Artık bu taşın tanrıyla bir
ilgisi olmadığını anladık. O, yıldızları değil, dünyadaki güçleri gösteriyor.
Bu taşın adı Tanrı Taşı olamaz.”
Başbilgin Enlil-Hotep, not defterini açtı, taşın
hareketlerini ve deneylerdeki gözlemleri yeniden gözden geçirdi. Bir süre
düşündü ve sonra gülümseyerek krala baktı:
“Efendim, bu taşın doğasını
doğru tanımlamak için yeni bir isim vermeliyiz. Bu taş, demir ve bazı
metallere yöneliyor; kendi iç gücünü gösteriyor. Bu taş kuzeydeki
Magnesia şehrinden geldiği için biz buna… Manyetit diyelim.
Evet, Manyetit!”
Kral kafasını salladı ve memnuniyetle cevapladı:
“Çok iyi. Artık sarayımızda
Manyetit olarak anılacak. Bu taşın sırlarını çözmek için daha fazla çalışın ve
pratik kullanımını keşfedin. Nil’in halkına ve krallığımıza büyük fayda
sağlayacak. Bu gücü kullanacak yolları bulun, tüm insanlara faydalı olsun.”
Çocuklar ve rahipler birbirine baktılar; gözlerinde
hayret ve merak vardı. Manyetit artık sadece bir taş değil, bilimsel bir keşif
ve geleceğin kapısını aralayan bir anahtar olmuştu.
Sarayda yapılan deneyler tamamlandığında, Enlil-Hotep
taşın sırrını Magnesia şehrinden gelen tüccara da
anlattı:
“Bak dostum, Tanrı Taşı Thuban
yıldızını göstermiyor. Yıldızı gösterseydi havaya kalkardı. Ama bak, hep yere
paralel kalıyor. Yani bu taş gökten değil, dünyanın kendisinden güç alıyor.
Kuzeyi, demiri ve elektriği gösteriyor.”
Tüccar öfkeyle başını salladı:
“Hayır! Siz bilginler gözünüzün
önündeki gerçeği görmüyorsunuz. Taşın gösterdiği yön tanrının yönüdür. Siz ona
kuzey diyorsunuz, biz ona Tanrı diyoruz. Evet… Belki Thuban yıldızını
göstermiyor. Ne fark eder? Belki de tanrı kuzeydedir. Belki de taşın
sırrı budur.”
Tüccar göğsünü gere gere devam etti:
“Benim kervanım bu işaretin
peşinden yürüyecek. Kuzeye yürüyeceğiz, ta ki tanrıya kavuşuncaya kadar.”
Ve gerçekten de tüccarın kervanı, dualar ve ilahiler
eşliğinde kuzeye yürümeye başladılar. Çölleri, bozkırları, buzulları aştılar.
Yıllar sonra, donmuş denizden ve Bering boğazından geçip yepyeni bir topraklara
ulaştılar. Onlar buna ”Tanrının Diyarı” dediler… ama biz bugün
oraya Amerika diyoruz.
..
15.10.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (gözleri kocaman açılmış, heyecanla):
“Nil-7… yani Tanrı Taşı aslında
pusula mıydı? O siyah taş hep kuzeyi gösteriyor ya, tıpkı bizim bildiğimiz pusula
gibi!”
Nil-7 (hafifçe başını sallayarak):
“Doğru tahmin ettin, küçük yolcu.
O taş aslında manyetit, yani doğal bir mıknatıs. İnsanlar önce onu tanrıların
hediyesi sandılar. Ama bilginler taşın sırlarını çözünce, aslında dünyanın
kendi kuvvetlerini gösterdiğini anladılar.”
Sahara (ellerini çenesine dayamış, düşünceli):
“Peki… taşın demire çekilmesi… ve
bazen de diğer taşı itmesi… bu mıknatısın sırrı mı?”
Nil-7:
“Aynen öyle. Mıknatısın iki ucu
vardır: biri çeker, diğeri iter. O zamanın bilginleri bunu görünce çok
şaşırdılar. Çünkü daha önce hiç görmedikleri bir doğa yasasıyla
karşılaşıyorlardı.”
Sahara (gülümseyerek):
“Çocukların kahkahaları kulağıma
geldi sanki. ‘Tanrılar kavga ediyor!’ demişler ya… çok komik. Aslında sadece
kuzey ve güney kutbuymuş.”
Nil-7 (gülümseyen bir ses tonuyla):
“Evet. Onların gözünde doğa
güçleri, tanrıların oyunları gibiydi. Ama dikkatli gözlemle gerçeği
ayırabildiler. İşte bilimin başlangıcı böyle küçük şakalarla, yanlış
anlamalarla olur.”
Sahara (merakla öne eğilerek):
“Peki ya elektrikle taşın
kıpırdaması? Çocuklardan biri telini cin kavanozuna dokundurunca taş yön
değiştirmiş! Bu… elektromanyetizma değil mi?”
Nil-7 (onaylayan bir tonda):
“Evet, küçük dostum. Tarihin en
önemli tesadüflerinden biri. Elektrik ile mıknatıs arasındaki bağı ilk fark
ediş. Daha sonraki çağlarda bu ilişki keşfedilecek ve motorlardan trenlere,
telefonlara kadar her şeyin temeli olacak.”
Sahara (gözleri ışıldayarak):
“Yani o küçücük çocuk,
yanlışlıkla bütün geleceğin kapısını mı araladı?”
Nil-7 (nazikçe):
“Çoğu büyük keşif böyle olur, Sahara.
Merak eden bir çocuk, yanlışlıkla yapılan bir deney… ve birden yeni bir
dünyanın kapısı açılır.”
Sahara (hafif hüzünle):
“Ama tüccar… o hâlâ tanrıya kavuşacağını
sanıyordu. Kuzeye gidip gitmişler, Amerika’ya kadar ulaşmışlar. Onların gerçeği
öğrenememesi üzücü değil mi?”
Nil-7 (yavaşça):
“Üzücü olabilir… ama aynı zamanda
büyüleyici. Çünkü insanlar, doğru ya da yanlış, inandıkları şeylerin peşinden
yürürler. Ve bazen yanlış sandığın yol bile yeni dünyalar keşfetmeye götürür.”
Sahara (gülümseyerek, hayranlıkla):
“O zaman Tanrı Taşı hem bilimin
sırrını açmış, hem de insanları yeni diyarlara sürüklemiş. Bir taşla iki
mucize!”
Nil-7 (dostça, yumuşak bir sesle):
“Evet Sahara. Bir taş, insanlık
tarihinin hem pusulası hem de hayal gücünün aynası oldu.”
Bölüm 16: Uçma
Olimpiyatları ve İlk Roket (M.Ö. 3086)
16.1.
Afrika Olimpiyatlarının Şenlik Havası
Nil kıyısındaki dev olimpiyat
meydanı, bir spor arenası olmaktan çok, hayatın bütün renkleriyle bezenmiş
gökkuşağı gibiydi. Yarışlar arasında geçen boş saatlerde meydan, adeta bir
panayıra dönüşüyor, her köşeden farklı bir ses, farklı bir koku yükseliyordu.
Sudan’dan gelen davulcuların ritmi, Habeşistan’dan gelen dansçıların ateş
etrafındaki dönüşlerine eşlik ediyor, havada baharat kokusu ve taze pişmiş
ekmek kokusu birbirine karışıyordu.
Çocuklar, yüzlerini
palmiye yapraklarıyla boyamış cambazların havaya attığı renkli topları izlerken
kahkahalar atıyor, top çevirme numaralarını alkışlıyorlardı. "Bak
anne, sihirbaz tam beş topu birden havada tutuyor!" diye
bağırıyordu bir çocuk.
Anne gülümsedi: "O
bir sihirbaz değil oğlum, o sadece çok yetenekli bir cambazdır!”
Tüccarlar, bağırarak
mallarını pazarlıyordu: "Altın! En saf altın burada! Fildişi!
Doğu'nun incisi!"
Her köşe başında bir
hikâye anlatılıyordu. Ozanlar, dillerinde olimpiyat kahramanlarının destanları,
telli sazlarıyla ezgiler çalıyordu. Şifacılar, otlarla yapılan merhemlerini
satıyor, "Bu, ateşi düşürür, bu, yaraları iyileştirir!" diye
sesleniyorlardı.
Ama kalabalığın
içinde en çok dikkat çeken, yabancı bir sihirbazdı. Siyah pelerinine altın
işlemeler dikilmiş, gözlerinde keskin bir parıltı vardı. Yanında getirdiği
gizemli kutular ve toz dolu keseler, herkesin merakını cezbetmişti.
Kral Karmen’in
tahtına yakın oturan iki vezir, fısıldaşıyordu.
"Bu sihirbaz,
duman çıkaran büyüler yapıyormuş," dedi birinci
vezir Zekhutem, gözleri sihirbazın üzerindeydi.
"Patlayan ateşi
varmış," diye ekledi diğeri, ürpererek. "Bir
anda ortadan kayboluyormuş."
Kral Karmen, bu fısıltıları duyduğunda dudaklarında
ince bir gülümseme belirdi. Kendi kendine mırıldandı: "Bakalım
bizim olimpiyatlarımızı yalnızca güreşçiler mi, yoksa bu sihirbaz da tarihe
yazdıracak mı?"
16.2.
Birinci Uçma Olimpiyatları: Gökyüzü Arena
Kemet ülkesinde güneş, ufuk çizgisinin hemen üstünde
kızıl ve altın tonlarını gökyüzüne cömertçe serperken, Nil nehri kıyılarda 2000
yıldır devam eden Afrika olimpiyatları, bu sene tarihin ilk Uçma yarışlarıyla
başladı. Palmiye ağaçlarının arasına serilmiş renkli örtülerin üzerinde oturan
seyirciler, boyunlarını uzatmış, adeta tek vücut olmuşçasına gökyüzünü
izliyordu. Havada bir heyecan uğultusu vardı; rüzgârın taşıdığı baharat
kokuları, davul sesleri ve fısıltılarla karışıyordu.
Rampaların ucunda duran sporcular, hafif ama bir o
kadar da sağlam delta kanatlarını sırtlarına geçirmiş, kartallar gibi
süzülecekleri anı bekliyordu. Rüzgâr, her birinin yüzünde serin bir okşamaydı.
Son bir nefes, son bir bakış… Ve birer birer havalandılar. Ve
böylece, birinci Uçma Olimpiyatları resmen başlamış oldu. Gökyüzü
artık sadece bir boşluk değil, cesaretin ve özgürlüğün ta kendisiydi.
Her sporcu, gökyüzünde bir şiir yazıyordu. Bazıları,
yükselen termik akımları ustaca kullanarak yüksek irtifalarda süzülüyor, adeta
görünmez bir eli tutarak sonsuzluğa uzanıyordu. Onların süzülüşü, uzun ve
sessiz bir meditasyon gibiydi. Diğerleri ise daha cesur, daha gösterişliydi.
Vadilerin üzerinden hızla geçiyor, keskin dönüşler yapıyor, seyircileri her an
patlamaya hazır birer coşku bombasına dönüştürüyordu.
Seyircilerden bir çığlık yükseldi: "Bakın,
uçuyor! Kuşlar gibi!"
Başka biri, yüksek irtifalarda termik akımları
kullanarak sessizce yükseldi. "Nasıl da zarif!" diye
bağırdı bir kadın, elini göğsüne bastırarak. "Sanki rüzgârın kendisi
olmuş!"
Torunu, gözleri parıldayarak cevap verdi: "O
kanatlar, güneş gibi parlıyor dede!"
Kanatlar, güneşi yansıtan renkli birer ayna gibi
ışıldıyor, hafif esen rüzgârın uğultusu uzaktan gelen alkışlarla karışıyordu.
Her süzülüş, gökyüzünde bir resimdi; her dönüş, bir fırça darbesi. Ancak gün
batımı yaklaştıkça, termikler yavaş yavaş gücünü kaybediyordu. Sporcular, iniş
noktalarına doğru zarifçe süzülmeye başladılar. Kimi son anda keskin bir
dönüşle inerek seyirciden bir ”Vaaay! Bravo! En iyisi o!” nidası
koparıyor, kimi ise sessiz ve sabırlı bir süzülüşle izleyicileri hayran
bırakıyordu.
16.3.
Uçma Yarışması Ödül Töreni
Gün batımı, vadiye altın bir örtü sermişti. Gökyüzü,
cesur pilotların renkli kanatlarıyla hala doluydu. Son süzülenler vadiye
yaklaşırken, seyirciler nefeslerini tutmuş, son inişi bekliyordu. Hakemler,
ellerindeki tahtalara dikkatle not alıyor, en uzun havada kalma süresini ve en
yüksek irtifayı belirliyordu.
Son olarak, delta kanatla süzülen genç kız Amina,
vadilerin üzerinden zarif bir dönüşle iniş alanına süzüldü. Kanatları, gün
batımının turuncu ışıklarını yansıtarak adeta ateşten bir kuş gibi parlıyordu.
Bir hakem yüksek sesle bağırdı: "Amina!
En uzun süzülüş kategorisinin birincisi!"
Seyirciler coşku içinde alkışlıyor, dalgalanan
bayraklar ve kızıl güneş ışığıyla birleşen manzara, tarihe kazınacak bir açılış
sahnesi yaratıyordu.
Seyirciler coşkuyla alkışladı, Amina yüzünde zaferle
karışık utangaç bir gülümsemeyle kalabalığı selamladı.
Ardından, uçurtmacı kardeşler Musa ve
Tarek’in devasa uçurtmaları gökyüzünde yükseldi. Uçurtmaların ipleri, neredeyse
rüzgârla dans ediyordu. Hakemler, özel aletlerle iplerin yüksekliğini ölçtü.
"En yükseğe çıkan uçurtma,
Tarek'in!" diye yankılandı meydanda. Tarek, abisinin omzuna
vurarak sevincini paylaştı.
Sıcak hava balonları kategorisinde
ise bilge pilot Zola, gün batımının altın ışıklarını arkasına alarak balonunu
gökyüzünde süzdü. Balonu, yükseklik kabiliyetiyle rakiplerini geride
bırakmıştı. Zola, iniş alanına zarif bir şekilde konduğunda seyirciler, "Ne
büyük bir ustalık!" diye mırıldanıyordu.
Kral Karmen, altın tacı ve uzun peleriniyle, törensel
bir yürüyüşle iniş alanına yine geldi. Altın kupayı elinde tutarak, önce
Amina'yı çağırdı. Gözleri gururla parlıyordu. Rüzgâr hafifçe esti ve
kralın pelerinini havalandırdı. O an için dünya, sadece o cesur pilota,
gökyüzüne ve o parlayan kanatlara aitmiş gibiydi.
Kral Karmen, kupayı pilotun ellerine bırakırken, "Amina," dedi. "Cesaretin
ve zarif süzülüşün, gökyüzünü bile büyüledi, gökyüzüne sadece bir insan gibi
bakmadın. Orayı, bir kartalın evi gibi gördün. Bu kupa, kanatlarının değil,
yüreğinin bir nişanesidir. Sen, bu çağın ilhamısın."
Pilot diz çöktü, kupayı alırken titreyen bir sesle
yanıtladı: "Teşekkürler, efendim. Gökyüzü artık bizim evimiz!" Amina,
kupayı iki eliyle tutup havaya kaldırdı, gözleri yaşarmıştı.
Ardından Tarek ve Zola da çağrıldı. Her biri, kupasını
alırken kalabalık alkışlarla inledi. Bayraklar dalgalandı, güneşin kızıl
ışıkları yarışmacıların etrafında dans ediyordu.
O
an, vadideki insanlar ve gökyüzündeki pilotlar için, sadece bir yarış
bitmemişti; cesaretin, hayal gücünün ve özgürlüğün kutlandığı bir şölen
başlamıştı. Gökyüzü artık sadece bir boşluk değildi; tarih boyunca hatırlanacak
bir arenaydı. Ve birinci Uçma Olimpiyatları, böylece efsaneye dönüştü.
16.4.
Geleneksel Timsah Yakalama Yarışı
O gün öğleden sonra olimpiyat alanının ortasında,
Nil’den getirilen suyla doldurulmuş büyük bir havuz hazırlanmıştı. Güneşin
altında parlayan suyun içinde, kıyılarında güneşlenen kocaman Nil timsahları
göze çarpıyordu. Davullar gürlüyor, kadınlar ellerindeki çalgılarla ritim
tutuyor, seyirciler bağırarak tezahürat yapıyordu.
Bir tellal yüksek sesle duyurdu: "Şimdi
olimpiyatların en cesur yarışması başlıyor! Timsah yakalama!"
Seyirciler, heyecanla ayağa kalktı. Bazıları
kahkahalarla gülerken, bazıları korkuyla ellerini ağzına götürdü. Timsah
yakalama, güreş veya koşu gibi bir beceri değil, canlı bir hayvanla baş etme
cesareti gerektiren, ölümüne bir mücadeleydi.
İlk yarışmacı, geniş omuzlu bir Nubyalı delikanlı,
havuzun kenarına geldi. Elindeki kalın sicimi sıktı. Halk, "Yaşasın!
Yaşasın!" diye tempo tuttu. Davullar gürledi ve delikanlı
suya atladı.
Suya girmesiyle birlikte, timsahlardan biri dev gibi
kuyruğunu şaklattı ve suyu köpürttü. Seyircilerden çığlıklar yükseldi.
Delikanlı, timsahın sırtına atlamaya çalıştı ama kaygan pullar yüzünden yana
kaydı. Timsah, keskin dişlerini şaklattı, suyun üstünde köpükler yükseldi. Tam
o anda delikanlı, ipi timsahın ağzına doladı.
"Ooooh!" diye
bağırdı herkes.
Timsah, kolay kolay pes edecek gibi değildi. Deli gibi
çırpındı, yarışmacıyı neredeyse suyun dibine çekecekti. Çocuklar korkuyla
annelerinin kucağına saklanıyor, ama gözlerini de havuzdan ayıramıyorlardı.
Sonunda delikanlı, tüm gücünü kullanarak ipi sıkıca bağladı ve timsahın ağzını
kapatmayı başardı. Seyirciler ayağa fırladı, tezahürat ve davullar kulakları
sağır etti.
Kral Karmen yerinde doğrulup hayranlıkla
alkışladı. "İşte cesaret budur!" diye
haykırdı, sesi heyecandan titriyordu.
Sonraki yarışmacılar daha farklı taktikler denedi.
Kimisi timsahı kuyruğundan yakalayıp sudan dışarı çekmeye çalıştı, kimisi
sırtına atlayıp elleriyle boğmaya kalktı. Bazıları başarısız oldu, korkuyla
geri kaçtı. Her başarısızlıkta seyirciler hem kahkahalara boğuldu hem de "Yuh!" sesleriyle
ortalığı inletti.
O gün Kemet toprakları, tam bir bayram yeriydi. Meydan
rengârenk kumaşlarla süslenmiş, davullar ve borazanlar sabahın erken
saatlerinden itibaren çalmaya başlamıştı. Yarışmacılar, altın kupaları kazanmak
için meydanda sıralanıyordu.
Koşu yarışında, Nil kıyısında yetişmiş, rüzgâr gibi
hızlı, çıplak ayaklı bir Nubyalı genç, herkesten önce bitiş çizgisine ulaştı.
Kral, ona kupayı bizzat verirken "Sen ayaklarının değil,
yüreğinin gücüyle koştun!" dedi. Genç adam, gülümsedi ve
başını eğerek kralı selamladı.
Yüzme yarışında, Nil'den getirilen özel bir kanalda
yarışan ince yapılı bir genç kız, suyu adeta yararak ilerledi ve birinciliği
kazandı. Kral, kupayı verirken "Sen Nil’in kızısın, dalgaların
dostusun!" diye seslendi.
Palmiye ağacına tırmanma yarışında, kaygan gövdelere
rağmen zirveye tırmanan küçük ama çevik bir köylü çocuğu, kopardığı hurmayı
havaya kaldırdı. Kral ona kupayı verirken, "Boyun küçük ama
cesaretin dev gibi!" diyerek onu onurlandırdı.
At ve deve yarışlarında da coşku doruk noktasına
ulaştı. Atların nal sesleri davul gibi yankılandı, develer inatçı ama hızlı
adımlarıyla seyirciyi coşturdu. Yarışmacılar, kupalarını alınca gururla
gülümsedi.
Günün en korkulan ve en heyecan verici yarışı olan
timsah yakalamanın birincisi, kralın elinden kupayı alınca onu havaya kaldırdı.
Seyirciler, ayakta çılgınca alkışladı.
Kral Karmen, meydanda sıralanmış şampiyonlara ve
coşkulu halka seslendi: "Bu kupalar altından yapılmış olabilir
ama asıl altın, bu insanların yüreğindedir! Cesaret, hız, çeviklik ve akıl…
İşte krallığımızı yüceltecek değerler bunlardır!"
Halk coşkuyla bağırdı: "Yaşasın
Karmen! Yaşasın Kral'ımız!"
Havuzun
kenarında bekleyen sihirbaz, kalabalığı gözlemliyordu. Her tezahüratta, her
korku çığlığında insanların duygularını ölçüyor gibiydi. O, birazdan yapacağı
herkesi gölgede bırakacak "patlayan" gösterisiyle
bu koca olimpiyatın asıl yıldızı olmayı kafasına koymuştu.
16.6.
Sihirbazın Dumanlı Kaybolma Gösterisi
Kral Karmen’in avlusu, kavurucu Afrika güneşi altında
parıldıyordu. Ama bugün, her zamankinden farklı bir telaş, havayı
elektriklemişti. Avlunun ortasına kurulmuş, garip işaretlerle bezeli ahşap
kutu, halkın merakını çekmişti.
Sihirbaz, ellerini hızlıca hareket ettiriyor,
bilinmeyen tozları ve iksirleri kutunun içine bırakıyordu. Halk nefesini
tutmuş, meraklı gözlerle her hareketi izliyordu. Sihirbaz, son bir toz tutamını
kutuya attığında, içeriden hafif bir tıslama yükseldi. Ardından, kutudan ince
bir duman süzüldü, gökyüzüne doğru kıvrılarak avluyu mistik bir sis perdesiyle
sardı. Koku, baharatlı ve topraklıydı, sanki yeryüzünün ruhu nefes alıyordu.
Sihirbaz, gülümsedi. Gözleri kralın bakışlarıyla
birleşti. Elindeki meşaleyi kutuya doğru uzattığında, küçük bir kıvılcım kuru
otları tutuşturdu.
BOOM! Avluda sağır
edici bir patlama yankılandı. Duman anında avluyu yuttu; halk çığlık attı,
askerler kılıçlarına sarıldı. Duman yavaşça dağıldığında, kutunun olduğu yerde
bir boşluk vardı. Sihirbaz ortadan kaybolmuştu! Halk şaşkınlıkla birbirine
bakıyor, fısıltılar havalanıyordu.
"Nereye kayboldu?" diye
sordu biri.
"Bu bir büyü!" diye
bağırdı diğeri, korkuyla.
Başbilgin Enlil-Hotep Kral'ın yanına giderek
kulağına bir şeyler fısıldadı.
Kral Karmen, yerinden doğruldu, gözleri fal taşı gibi
açılmıştı. Koruma görevlilerine, sihirbazı yakalayıp kendisine getirmelerini
emretti. Sihirbaz başka bir duman patlamasıyla birlikte tekrar ortaya
çıktığında etrafı askerlerle sarıldı. Yakalanıp kralın önüne getirildi.
Kral Karmen bağırdı: "Bu yaptığın
sihirbazlık gösterisiyle bilginlerimizin dikkatini çektin. Kayıtlar salonuna
2000 yıldır kaydedilmemiş bir bilginin sende olduğu fark ettiler. Halkın büyü
dediği bu şeyin sırrını öğrenip bunun faydalı kullanımlarını
araştıracağız."
Sihirbaz, pelerinin ve ellerinin is ve tozla kaplı
olmasına rağmen sakin bir gülümsemeyle konuştu:
"Efendim, ben bir büyücü
değilim, bir mucidim. Bu patlama, özel olarak hazırladığım karışımın bir
sonucudur."
Kral Karmen bağırdı: "Nedir o karışım?
Hemen söyle!"
Sihirbaz: "Her bileşen doğanın farklı
bir yüzünden gelir. Kara dumanın özü, üç elementin uyumudur. Ateşin diliyle
konuşan bu üçlü... Simyacılar onlara Tanrı tuzu, Kara ruh ve Güç ateşi derler.
Doğru oranlarda karıştırıldığında ve ateşle temas ettiğinde, ses ve duman
çıkarır. Fakat dikkat edin! Sıkıştırılırsa öyle bir patlama oluşturur ki bu
saray bile yerle bir olur."
Kral Karmen, Başbilgin'e yazmasını işaret
etti.
Başbilgin Enlil-Hotep kalemini çıkarıp merakla
sordu: "Bu maddeler nereden temin edilir."
Sihirbaz ellerini açarak açıkladı:
"Tanrı tuzu; mezarlık
duvarlarından toplanan kutsal beyaz kristaldir. Siz ona güherçile dersiniz.
Gübreli toprakta da bulabilirsiniz.
Kara ruh; toprağın içinden gelen
yanıcı maddedir. Siz ona odun kömürü dersiniz. Kemet'te bol miktarda
bulunur.
Güç ateşi; kokan
taştır. volkanın öfkesidir. Siz ona kükürt dersiniz. Volkanik bölgelerde
ve sıcak su kaynaklarıdan elde edilir."
Bilginler şaşkınlıkla birbirine baktılar; böyle bir
bilgiye daha önce hiç rastlamamışlardı.
Başbilgin Enlil-Hotep, üç genç bilgini gönderdi. Her
biri bir elementin peşindeydi:
Tanrı tuzunu toplamak
için bilgin Nabu-Ser, mezarlık duvarlarının gölgelerinde dolaştı.
Kristal beyazı birikintileri, gece çiyinden sonra parlıyordu. Bir rahip
fısıldadı: ”Bu tuz, ölülerin sessizliğinden doğar.” Nabu-Ser,
kristali topladı.
Kara ruh toplamak
için Bilgin Tefnut, eski bir kömür ocağına indi. Toprak, yanık
odun kokuyordu. Kara ruh, ellerine bulaştı. Simsiyah, kuru ve hafif. Tefnut,
bir parça alıp torbasına koydu.
Güç Ateşini toplamak
için bilgin Irsu, doğal yeraltı mağarasının derinliklerine yürüdü.
Jeotermal sıcak su kaynağının çevresinde sarı kristaller buldu. Kükürt, keskin
çürük yumurta kokusuyla havayı doldurdu. Irsu, kristali kavanoza koydu.
Kayıtlar salonu laboratuvarı, günlerdir ayak sesi
duymamıştı. Duvarlar, eski yazıtların solmuş izlerini taşıyor; her taş, bir
zamanlar konuşmuş gibiydi. Başbilgin Enlil-Hotep, elinde sararmış parşömenle
önde yürüyordu. Ardından üç genç bilgin; Nabu-Ser, Tefnut ve Irsu sessizce
ilerliyordu. Her biri, doğanın farklı bir yüzünden topladığı maddeyi taşıyordu.
Nabu-Ser’in torbasında, mezarlık duvarlarından
kazıdığı beyaz kristaller vardı. Onlara ”Tanrı tuzu” diyorlardı
ama o, içinden hep ”ölü şeysi” diye geçiriyordu.
Potasyum Nitrat kristallerinin sessizliği, ölülerin nefesi gibiydi.
Tefnut’un elleri, kömürle kararmıştı. ”Kara
ruh” dedikleri madde, toprağın derinliklerinden çıkarılmıştı. Odun
kömürünün her parçası, geçmiş bir yangının hatırasıydı.
Irsu ise, volkanın eteklerinden topladığı sarı
kristalleri bir kavanozda taşıyordu. ”Güç ateşi” adını
verdikleri bu kükürtlü taşlar, yerin öfkesini kokluyordu.
Sessizlik Odası’na vardıklarında, Enlil-Hotep durdu.
Gözleri, taş levhanın üzerindeki eski simyasal sembollere takıldı. Derin bir
nefes aldı.
“Bu,” dedi, ”yeni
bir devrin başlangıcıdır. Güç istemek kötü değildir. Gücü kötülük için
kullanmak kötüdür.”
Üç bilgin, ellerindeki maddeleri dikkatle ölçtü.
Enlil-Hotep formülü dikte etti:
“Tanrı tuzu: üç ölçü. Kara ruh:
iki ölçü. Güç ateşi: bir ölçü. Ateşle temas ettirilecek. Sıkıştırılmayacak.”
Tefnut, kıvılcım taşını çıkardı. Bir anlık sessizlik.
Sonra ateş.
Patlama olmadı. Ama bir anda sesle birlikte yoğun bir
duman yayıldı. Gri, keskin ve eski bir kokuyla dolu. Duvarlar titredi.
Diğer bilgin Tefnut yüzü isle kaplanmış titreyen
yüksek sesle konuştu:
“Bu... yeni bir silah mı, yoksa
göğe çıkmanın sırrı mı?”
Enlil-Hotep, dumanın içinden sadece gözleri
görünüyordu:
“Her bilgi, ikisine de
dönüşebilir. Biz silaha değil, göğün sırrına talibiz.”
Bilginler birbirlerine baktı. Gözlerinde hem korku hem
hayranlık vardı. Bir kez daha, doğa konuşmuştu ve onlar dinlemişti.
İlk patlama deneyi için kutuyu dışarıya çıkardılar.
Taşırken Tefnut alt kapağını sıkıca kapatmayı unutmuştu. Patlamayı izlemek için
bütün bilginler toplandı. Kral Karmen'de balkondan izliyordu.
Yanan meşaleyi uzun bir ipe bağlamışlardı. İpi çekerek
meşaleyi kutuya yaklaştırdılar. Kutunun dibi fırlamış, içindeki enerji
kontrollü bir şekilde yön değiştirmişti. Karışım, patlamaktan çok, yüksek
bir itiş gücü kazanmıştı. Islık sesi çıkararak göğe doğru fırlayıp yükselen
kutunun havada süzüldüğünü bilginler merakla izliyordu. Kutu tam dumanlar
arkasından gözden kaybolmak üzereyken tekrar düşmeye başladı. Bilginlerin seyrettiği
yerin birkaç metre yanına düştüğünde herkes korkuyla kaçıştı.
Kral Karmen, gözlerini fal taşı gibi açarak
bağırdı: "Daha yükseğe!"
Ve işte, tesadüfen ilk roket deneyi başlamış oldu.
Kara barut, patlama amacıyla hazırlanmıştı ama yanlışlıkla kontrollü bir uçuş
aracı haline gelmişti. Kralın "Daha yükseğe!" demesi
bilginlerin aklında yeni fikir oluşturdu "Roketli Uçuş
Sanatı"
Sihirbazın gülümsemesi, hem bir sır hem de yeni bir
çağın müjdecisiydi. Bilginler, bu enerjiyi nasıl yönlendireceklerini ve ileride
ne gibi uygulamalar bulacaklarını düşündüler. Halk ise bir efsaneyi izlediğini
anlamıştı: tesadüfi bir deney, roketin doğuşunu müjdelemişti.
..
16.10.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara, gözleri parıldayarak:
"Nil-7, bu inanılmazdı! Olimpiyatlarda
uçma yarışları, timsah yakalama… Bir de yanlışlıkla roket yapmaları! İnsanlar
hem oyun oynuyor hem de tarihin akışını değiştiriyor."
Nil-7, kuyruğunu yavaşça kıvırarak:
"Evet Sahara. Eğlence ile
keşfin, cesaret ile bilginin birleştiği bir andı. Çoğu büyük buluş böyle doğar:
hatalar, oyunlar, meraklar… Ve bir gün farkında olmadan gökyüzüne
dokunurlar."
Sahara, gülümseyerek:
"Yani aslında ilk roket, bir
çocuk oyuncağı gibi tesadüfen ortaya çıkmış öyle mi?"
Nil-7, başını sallayarak:
"Tam olarak öyle. İnsanlar
bazen oyun oynarken, bazen de bir hata yaparken en büyük sıçramaları yaşar. O
kutunun göğe fırlaması, bilginlerin zihninde yeni bir soruyu doğurdu: 'Daha
yükseğe çıkabilir miyiz?'“
Sahara, hayal kurar gibi uzaklara bakarak:
"Ve o soru sayesinde ben de
gökyüzüne uçacağım…"
Nil-7:
"Daha da ötesine gideceksin.
Onlar gökyüzüne bakıp sorular sordular. Sen o soruların cevabını
bulacaksın.."
Sahara bir an sessiz kaldı, gözlerinde hem çocukça bir
sevinç hem de sorumluluğun ağırlığı parladı.
Bölüm 17: Motor
Devrimi (M.Ö. 3085)
Kayıtlar Salonu, gün boyu güneşin altın ışığıyla
parıldayan taş kubbesiyle krallığın hafızasıydı. İçeride, palmiyeden yapılma
raflarda 2000 yıldır tomar tomar yazı, mektup ve parşömen birikmişti. Yazılar
yüzyılların sırlarını fısıldar gibiydi.
Bir gün, genç kâtiplerden Meskhenet eski
tomarları düzenlerken, basit bir çocuk el yazısına rastladı. Parşömenin
köşeleri yanmış, bazı yerleri neme yenik düşmüştü. Ama ortasında, dikkat çekici
bir mektup duruyordu:
“Sevgili dostum,
Dün gece garip bir rüya gördüm.
Babamın arabasına binmiştik. Atlarımız, dört güçlü siyah at, bizi dağların
ötesine taşır gibi gidiyordu. Derken gökyüzü karardı, fırtına çıktı. Atlar bir
anda iplerini kopardı, koşup uzaklaştılar.
Ama işte tuhaf olan buydu: Araba,
atlar olmadan da gitmeye devam etti. Ne at vardı, ne koşum, ama araba kendi
kendine yolları aştı, bayırları geçti. Sanki görünmez atlar arabamızı çekiyor
gibiydi. Sonra arabamızın tekerlekleri yerden kesildi. Gökyüzüne
yükselmeye başladık. Bulutların üzerinde araba sürdük. Bu rüyanın anlamı
nedir sence?”
Meskhenet'in nefesi kesildi, parmakları parşömende
titredi. Koşarak Başbilgin Enlil-Hotep'in odasına daldı, sesi heyecandan
çatallanarak: "Hocam, bunu görmelisiniz! Bir çocuğun rüyası... Atsız
bir araba!"
Yaşlı bilgin, sakalını göğsüne değdirerek mektubu
aldı. Gözleri satırlarda gezindi, salonda bir sessizlik çöktü; meşaleler bile
fısıldar gibiydi. Yavaşça doğruldu, sesi taş duvarlarda yankılandı: "Bilginlere
haber ver. Toplanın. Bu rüya, göğün yeni bir sırrını fısıldıyor. Atsız araba...
Kendi kendine giden, bulutlara yükselen bir makine. Beyinlerimizi fırtınaya
çevirelim."
Kayıtlar Salonu, kısa sürede bilginlerin telaşlı
adımlarıyla doldu. Uzun taş masanın etrafında toplandılar; kimi parşömenler,
kil tabletler, kimi volkanik kristaller, bazıları da sadece alev alev yanan
gözlerle gelmişti. Enlil-Hotep, mektubu masanın ortasına koydu. "Bu
rüya," dedi derin bir sesle, "bir işaret. Doğa, bir
çocuğun gözünden bize sesleniyor. Her biriniz, bu 'atsız arabayı' nasıl var
edeceğinizi söyleyeceksiniz. Konuşun! En çılgın fikir bile bir tohumdur."
İlk söz alan başkahindi. Rüya deyince onu da
çağırmışlardı.
Başkahin Kayafa bastonunu yere vurdu. Yüzünde derin
bir ciddiyet vardı
"Bu bir kehanet değil, bir
öngörü olabilir! Belki de çocuk, bilinçaltında, atlar olmadan gidebilen bir
araç hayal etmiştir. Rüyalar bazen buluşların tohumudur. Belki bir gün,
buharla, yağla, belki de gökyüzündeki görünmez kuvvetlerle çalışan makineler
yaparız. Atların kaçması, hayvan gücünün sonunun geldiğini, arabanın gitmeye
devam etmesi ise yeni bir itici gücün keşfedileceğini anlatır. Bulutlara
yükselmek... Bu da belki bu makinelerin bir gün gökyüzünde de seyredeceğine
dair bir işarettir. Bu son derece akılcı bir rüya!"
İlk ayağa kalkan, elindeki iki mıknatısı gösteren
Nefrakaet oldu:
"Bu itici güç, elektrikte
olabilir. Cin kavanozunda biriktirdiğimiz gücü bakır tellerden geçirdiğimizde
manyetit taşları hareket ettiriyor. Eğer sürekli elektrik üretmeyi başarırsak
manyetit taşlarına bağladığımız tekerlekler dönebilir. Araba kendi kendine
gider. Nil'de Afrika bıçak balığı ve elektrikli yayın balığı gibi elektrikli balıkları
var. Belki onları bir düzenekle baş ve kuyruklarını tellerle bağlasak manyetit
taşlarını hareket ettirip tekerlekleri döndürür! Adına da 'cinat'
koyabiliriz!"
Başbilgin Enlil-Hotep, yavaşça yerinden doğrulup.
Gözleri Nefrakaet’in bakır tellerine değil, onun heyecanına odaklanır:
“Fikrinin temeli doğru:
elektrikli balıklar gerçekten elektrik üretebiliyor. Ama onları tellerle
bağlayıp tekerlek döndürmek pek mümkün değil. Ürettikleri enerji çok düşük ve
sürekli değil. Ayrıca canlıyı bu şekilde kullanmak hem işe yaramaz hem de etik
değil. Asıl yapılması gereken, balıkların elektrik üretme yöntemini taklit eden
yapay sistemler geliştirmek. Mesela şeker, yağ veya tuzla çalışan seri bağlı
çok sayıda piller gibi. ‘Cinat’ ismi de güzel. Bunları araştırmaya devam
edersen başarırsın.”
Tefnut, kaşlarını çatarak itiraz etti:
"Bence buhar motoru! Kaynayan sudan çıkan buhar
basıncı inanılmaz güçlü. Bu gücü bir düzenek ile tekerleklere iletirsek arabayı
iter. Arabaya bir kazan koyalım, odun, kömür veya petrol gazı ateşiyle suyu
kaynatalım. Atsız araba buharla çalışsın. Adına da 'buharat' koyabiliriz!"
Başbilgin, Tefnut’un önerisini dikkatle dinledikten
sonra, parşömenine birkaç çizim karalayıp konuşur:
“Buhar motoru fikrin oldukça
yerinde. Kaynayan sudan çıkan buhar, gerçekten yüksek basınç üretir ve bu güç
mekanik hareketi tetikleyebilir. Kaynayan suyun basıncı deri torbayı
şişirir, kazan kapağını zıplayıp hareket ettirir, türbini döndürür veya
pistonları itebilir. bu hareketi krank miliyle tekerleklere aktarabiliriz. Dikkat
etmen gereken şeyler var: kazan dayanıklı olmalı, borular sızdırmamalı, sistem
güvenli çalışmalı. ‘Buharat’ ismi de güzel. Araştırmaya devam et, gerçekten bu
yolun sonunda atsız arabayı başarırsın.”
Sekhdukar, elindeki kükürt kokulu barutlu roketi
sallayarak atıldı:
"Kara barut düşünün. O kutu
göğe fırladı! Küçük patlama düzenekleri, çıkan gaz tekerlekleri döndürür. Buhar
kazanına ihtiyaç olmaz, hafif bir araba olur, barutla itilir. Üretilen baruttan
çıkan gaz basıncı vanalarla ileri geri harekete çevirip bu hareketi teker
aktaralım. Adına da 'barutat' koyabiliriz!"
Başbilgin, Sekhdukar’ın heyecanla salladığı roketi
dikkatle izler, sonra parşömenine spiral bir hazne çizer ve konuşur:
"Barutrat fikrin ilginç.
Kara barut gerçekten güçlü gaz basıncı üretir ve bu hareketi düzeneklerle
yönlendirip tekerleğe aktarabilirsin. Ama patlama ani ve kontrolü zor. Buhar
gibi dengeli değil. Eğer gazı genişleme tankı gibi bir haznede tutup
yavaşlatabilirsen, ani patlamayı kontrollü itmeye çevirebilirsin. Tıpkı akciğer
gibi: nefes bir anda alınmaz, yönlendirilir. Bu sistemle barutat daha güvenli
ve verimli olabilir. Yakıtı pahalı olabilir ama küçük dozlarla düzenli
çalıştırabilirsen işe yarar. Araştırmaya devam et, başarırsın.”
Irsu, elinde salladığı yelpazeyi gösterip konuşur:
"Rüzgârın gücünü unutmayın.
Yel değirmeni gibi, yelkenli gemiler gibi... Rüzgâr estiğinde gider,
katlanabilir yelkenleri olur. Rüzgar dağ tepelerinde, ovalarda güçlü eser.
Adına da 'rüzgârat' koyabiliriz!"
Başbilgin, Irsu'nun fikrini dikkatle dinler.
Parşömenindeki diğer sayfaya tekerlekli bir yel değirmeni şekli çizer ve
konuşur:
“Rüzgâr, yelkenli gemilerde
olduğu gibi, doğru açıyla yakalanırsa taşıyıcı olabilir. Katlanabilir yelken
fikrin akıllıca; hafif ve çevik olur. Ama rüzgâr her zaman esmez. Dağda
güçlüdür, ovada susar. Bu yüzden yönlendirme sistemi ve enerji depolama şart.
Türbinle elektriğe çevirip cinat gibi bir motora verirsen, rüzgârat gibi
yürüyen bir araç mümkün olur. Fikrini geliştir Irsu. Belki bir gün, havanın
hafızasıyla yürüyen ilk araç senin adını taşır.”
Nabu-Ser, mırıldandı:
"Yerin altındaki güç: Jabal
Zayt’tan gelen kara sıvıyı damıtalım, gazını metal tüplerde depolayalım. Hava
karışımıyla yakalım. Ortaya çıkan yüksek gaz basıncını bir şekilde tekerleklere
iletelim. Adına da 'petrolat' koyabiliriz!"
Başbilgin, Nabu-Ser’in mırıldanmasını duyar duymaz
parşömenine bir damıtma kulesi çizer. Ardından konuşur:
”Kara sıvı... Yerin
hafızası gibi. Damıtıldığında farklı ruhlar çıkar: gaz, sıvı, buhar. Eğer gazı
metal tüplerde depolayıp hava ile karıştırırsan, yanma gerçekleşir. Bu yanma
yüksek basınç üretir, ve bu basınç pistonları itebilir. Tekerlekler döner. Ama
dikkat et Nabu-Ser: bu sıvı güçlüdür ama kirletici. Depolama, sızdırmazlık ve
yanma kontrolü şart. Fikrini geliştir. Belki bir gün, yerin hafızasıyla yürüyen
ilk araç senin verdiğin 'petrolat' adını taşır.”
Menkharut, kil tablete çizdiği şemayı göstererek:
"Rüya göğe yükselmeyi
söylüyor. İnsanlı uçurtma, insanlı balon ve planör hepsi tek kişilik. Kanatlı
bir araba ile onlarca kişiyi taşıyabiliriz. Gündüzleri bulutların üzerinde her
zaman güneş ışığı olur. Güneş ışığını analarla odaklayıp suyu anlık buhara
çevirelim. Güneş enerjili buhar! Buhar basıncı kanatlı arabaya taktığımız
yelpazeleri sallayarak itiş gücü oluştursun. İleri doğru hareket ettirsin,
planör gibi süzülsün ama kendi gücüyle uçsun. Adına da 'güneşat'
koyabiliriz!"
Başbilgin, Menkharut’un kil tabletine uzun uzun bakar,
sonra parşömenine bir güneş aynası ve kanatlı buhar haznesi çizer:
“Rüya göğe yükselmeyi söylüyorsa,
onu yere zincirlememek gerekir. Güneş ışığını odaklayıp suyu anlık buhara
çevirmek fikrin güçlü. Bu, rüzgârın değil, güneşin gücüyle uçmak
olur. Fakat aynalar ağırlık yapabilir. Buhar basıncı, yelpazeleri
sallayarak itiş gücü oluşturabilir ama dengeyi bozabilir. Ama unutma
Menkharut: güneş her zaman görünmez. Bulutlar, gece, gölge... Bu yüzden enerji
depolama şart. Ama eğer güneşin yerine kara sıvının gücünü kullanır, bu
enerjiyi pervaneye verirsek, planör gibi süzülmekle kalmaz gece bile kendi
gücüyle uçar... Fikrini geliştir. Belki bir gün, gökyüzünün kendi gücüyle
uçan ilk aracı senin verdiğin 'güneşat' adını taşır.”
Kashureth, masaya eğilip fısıldadı:
"Atsız arabanın altına büyük
spiral yay koyalım. Yayı nil nehrinden akan suyun gücüyle dişli bir mekanizmaya
bağlayıp kuralım. Yaylı saat gibi, yayı yavaşça serbest bırakırsak tekerlekler
dönmeye başlar. Adına da 'yayat' koyabiliriz!"
Başbilgin, spiral çizimini büyütür, Nil boyunca
sıralanmış kurma istasyonları ekler:
“Yay, sabrın biriktirdiği güçtür.
Nil’in akışıyla kurulan spiral, tekerleği döndürebilir. Ama menzili sınırlıdır.
Eğer her 2-3 kilometrede bir kurma istasyonu kurarsan, bu sistem yürüyebilir.
Nehir boyunca bir enerji yolu kurulur. Bu artık sadece bir araç değil, suyun ritmiyle
yürüyen bir medeniyet olur. Fikrini geliştir Kashureth. Belki bir gün, nehrin
akışıyla yürüyen ilk yol senin adını taşır.”
Uruk-Ka, kollarını sıvazlayarak: "Atsız
arabanın üzerine kule yapalım. Kule üzerine su deposu koyalım. Su dört tekerleğe
bağlı su değirmenine benzer çarkların üzerine dökülür. Suyun ağırlığını ileri
itiş amacıyla kullanmış oluruz. Adına da 'suat' koyabiliriz!"
Başbilgin, Uruk-Ka’nın önerisini dinlerken parşömenine
bir kule çizer, üzerine su deposu yerleştirir, altına dört çark ekler. Sonra
konuşur:
“Su yüksekten dökülürse çarkları
döndürür ama yük olur. Kuledeki suyun ağırlığı virajda devrilmeye, frenle
savrulmaya neden olabilir. Tekerlek kırılırsa felaket olur. Eğer ağırlığı
aşağıda tutar, suyu dengeli dağıtırsan, yürüyüş daha güvenli olur ama gücü
azalır. Unutma: bu sistem düz yolda kısa süre yürür, eğimde zorlanır. Fikrini
geliştir Uruk-Ka. Belki bir gün, yerçekimiyle yürüyen ilk araç senin adını
taşır.”
Salonda kahkahalar, itirazlar ve uğultular yükseldi:
"At yerine balıkları mı
bağlayacağız? Nil'deki kurbağaların zıplamasıyla giden araba yapalım. Timsah
kuyruğuna da tekerlek bağlayalım."
Enlil-Hotep, bastonunu vurdu:
"Yeter! Her fikir bir tohum.
Çılgın da olsa, doğanın sırrını açar. Bu fikirleri birleştirelim: Buhar
tekerlekleri döndürsün, petrol gazı itiş sağlasın, elektrik mıknatısları
hareket ettirsin, kanatlar göğe kaldırsın, rüzgâr yelkenleri desteklesin, yay
gücü biriktirsin. Atsız araba olur... ve bir gün bulutlara da yükselir!"
Ertesi sabah, bilginler sarayın mermer salonunda
toplandılar. Tahtın arkasında leopar başlı altın bir kabartma yükseliyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep, parşömeni kollarının üzerinde taşıyarak öne çıktı:
“Yüce Efendim, rüyanın işaretini
dinledik. Bilginlerimizin aklıyla tartıştık. Eğer iznin olursa, atların
zincirlerini kıracak bir araba yapabiliriz. Kendi kendine giden, kendi
nefesiyle yürüyen bir makine.”
Salondaki herkes susmuştu. Kral, ağır ağır doğruldu.
Gözlerinde hem şüphe hem de geleceğin ışığı parlıyordu. Bir süre düşündü, sonra
sesini göğün kubbesini dolduracak kadar gür çıkardı:
“Bana atsız bir araba getirin!
Atların nefesiyle değil, doğanın kendi ruhuyla yürüyen bir araç. Eğer bunu
başarırsanız, krallığımız yolların efendisi, göğün yolcusu olur!”
Sözleri taş duvarlarda yankılandı; sanki zamanın
kendisi yeni bir sayfa açtı.
Kralın emriyle ertesi gün Kayıtlar Salonu’nun avlusu,
bir şenlik yerine dönüştü. Demirler dövüldü, ağaç gövdeleri biçildi,
parşömenlere çizimler yapıldı. Buhar kazanları dumanlar saçtı, bakır teller
parladı, barut fıçılarından sesler yükseldi.
Artık yalnızca bir rüya değil, doğmak üzere olan bir
çağ vardı. Ve o çağa ad verecek olan, atsız araba olacaktı.
Atölyenin taş duvarları, sabah güneşiyle altın rengine
kesilmişti. Ortalıkta türlü aletlerin tıkırtısı, demirlerin şakırtısı, ahşap
tekerleklerin gıcırtısı yankılanıyordu.
Bir köşede Nefrakaet, bakır tellerle uğraşıyor,
elindeki manyetik taşları dikkatle sarıyordu. Teller ısınınca eli yanıp ”Ah!
Yandım anam!” diye bağırdı. Diğerleri kahkahaya boğuldu.
Karşı tarafta Tefnut, büyük bir kazanı harıl
harıl kaynatıyordu. Buhar motoru tıslayarak çalışmaya başlayınca herkes dönüp
baktı. Tam umut ışığı doğmuştu ki, bağlantı yerinden bir cıvata fırlayıp
Sekhdukar’ın alnına şap diye çarptı. ”Senin kazan değil, top atıyor!” diye
homurdandı Sekhdukar.
Sekhdukar bu arada kendi barut
motorunu hazırlıyordu. Küçük bir hazneye barutu koydu, sonra fitili yaktı.
Güm! Atölye dumanla doldu. Tefnut öksürerek, ”Bir gün hepimizi
uçuracaksın, eminim!” dedi. Sekhdukar ise dumanların içinden
gülerek çıktı: ”Ama en uzağa ben gideceğim!”
Irsu, büyük kanatlı bir pervaneyi döndürmek için
rüzgârın yolunu değiştirmeye çalışıyordu. Meydanda esen rüzgâr, Menkharut’un
uçan arabasının kumaş kanatlarını şişirdi. Menkharut sevinçle bağırdı: ”İşte!
Benim arabam havalanıyor!” Arabası gerçekten birkaç santim yerden
yükseldi, sonra küt diye yere düştü.
Kashureth, yaylı arabasını kurarken
homurdanıyordu: ”Sizin dumanınız, aleviniz, kanatlarınız hep baş
belası. Benim yayım sessiz, güçlü ve güvenilir olacak!” Ama yayı
fazla gerince araba birden fırlayıp atölyenin kapısına çarpıp içeri girdi.
Uruk-Ka ise arabasının üzerine büyük bir su
kulesi yapmıştı. Kulenin üzerine çıkardığı depoya yavaş yavaş dolarken herkes
sabırsızca onunla dalga geçti: ”Sizinkiler patlar, düşer, bozulur…
ama su hep akar. Benim yolum sabırlıların yolu.” diye cevap
verdi. Suyun ağırlığıyla su çarklarını hareket ettirmeye çalışıyordu. Ama araba
yürümeye başlayınca tekerlek taşa takılıp su kulesi devrildi. Atölyeyi su
bastı.
Son olarak Nabu-Ser, içten yanmalı motorunu
çalıştırmayı denedi. Küçük pistonlar ritmik bir sesle hareket etmeye başlayınca
herkes sustu. İlk defa bir şey düzenli çalışıyor gibiydi. Fakat bir anda metal
bir parça fırlayıp Tefnut’un kaynayan kazanını deldi. Buhar patladı, tüm atölye
yeniden dumanla kaplandı.
O sırada kapı açıldı, Başbilgin içeri girdi. Ortadaki
kargaşayı görünce başını iki yana salladı:
“Bilginlerim… Bu gidişle siz
insanı değil, birbirinizi havaya uçuracaksınız.”
Atölyenin köşesinde Nefrakaet, günlerdir
elindeki kâselere türlü şeyler doldurup duruyordu. Bir gün şekerli suya, ertesi
gün zeytinyağına demir, bakır altın, gümüş ve çinko parçaları batırıyordu.
İlk denemelerde hiçbir şey olmadı. Şeker kristalleri
sadece eriyip tatlı bir şurup yaptı. Yağ, suyun üzerinde yüzdü. Ama tuzlu suya
batırdığı çinko ve bakır parçasına bağladığı telleri diline değdirdiğinde,
gözleri parladı. ”Bu... tat değil. Bu, elektrik!”
Başbilgin, gülümseyerek konuştu:
“Eskiden bilginlere mürekkep
yalamış derdik. Bu günden sonra elektrik yalamış diyeceğiz.”
Nefrakaet, coşkuyla bağırdı:
“İşte! Elektrik üretmek için
elektrikli balıklara gerek kalmadı!”
Günlerce uğraştı. 1000 adet küçük hücreler yaptı,
kimini seri, kimini paralel bağladı. Tellerden geçen akım, arabanın
tekerleklerine yerleştirdiği manyetit taşlarını hareket
ettirmeye başladı. Taşların kutuplarının dönmesi, yavaş yavaş krank miline
bağlı bir tekerleği hareket ettirdi.
O an, bilginler arasında sessizlik oldu. Çarka bağlı
tekerlek kendi kendine hareket ediyordu!
Fakat elektrik motorunu sürekli döndürmeyi başaramadı.
Çözüm arayan Nefrakaet, sonunda arabasının başına bir işçi dikti. İşçi,
elindeki kolla sürekli anot ve katot plakalarını değiştiriyor, her değişimde
tekerlek bir kez “tak” diye dönüyordu. Avluda gülüşmeler yükseldi.
Nefrakaet, arabanın yanına koştu ve gururla ilan etti:
“Adı Cinat olacak.
Çünkü görünmeyen cinler gibi gizli bir kuvvetle döner.”
Ama sevinç uzun sürmedi. 3 km gittikten sonra çinko
plaka yavaş yavaş tükeniyor, pilin gücü azalıyor, tekerlek tek tük dönüyordu.
Motor bir süre sonra durdu.
Sekhdukar, alayla seslendi:
“Senin araban cin değil, yorulmuş
eşek gibi tekme atıyor!”
Nefrakaet ise hiç bozuntuya vermedi, alnındaki teri
sildi ve gururla cevap verdi:
“Ama eşek bile bu kadar görünmez
güçle yürümez.”
Atölyenin arka rafları. Gece geç saat. Bir kutunun
içinde, kurşun plakalar sessizce bekliyor. Yanlarında, dikkatle kapatılmış
sülfürik asit şişesi. Ama kapağı tam oturmamış. Şişe, gece boyunca yavaş yavaş
sızıyor. Asit, kutunun dibine akıyor. Kurşun plakalar sessizce ıslanıyor.
Ertesi sabah, Nefrakaet atölyeye girer. Gözleri
uykusuz, zihni hâlâ Cinat’ın durduğu noktada takılı. Kutunun yanına gelir,
plakaları kontrol eder. Sülfürük asitin içinde yüzdüğünü görünce parmaklarıyla
uçları birleştirir. Hiçbir şey olmaz.
Nefrakaet: ”Yine sessizlik? Tesadüfle icat
bulunur diyenler fazla abartmış.”
Sinirle döner, çırağına seslenir. ”Horemheb!
Şu kutuyu temizle. Asit mi dökülmüş ne. Kutunun içini temizlerken dikkat et.
Asit tehlikeli biliyorsun.”
Çırak, homurdanarak işe koyulur. Temizlemek yerine,
eski voltaik pillerin tellerini kurşun plakaların uçlarına bağlayıp
gider. ”Belki bir şey olur,” diye mırıldanır. Ama kimse
fark etmez.
Ertesi sabah, Nefrakaet geri döner. Voltaik pillerin
tükenmiş olduğunu ve asitin temizlenmemiş olduğunu görünce öfkelenir. ”Kim
bağladı bunları? Cinat’ın son nefesini de aldınız!”
Tam telleri sökmek üzereyken, parmakları kurşun
plakaların uçlarına dokunur. Bir kıvılcım. Minik ama keskin. Elini geri çeker.
Gözleri büyür.
Nefrakaet: ”…Bu… bu elektrik mi?”
Çırak kafasını kaldırır. ”Ben sadece
bağladım. Bugün temizleyecektim... kendiliğinden oldu.”
Nefrakaet, sessizce kutuya bakar. Sonra gülümser.
“Demek ki çinkodaki elektrik,
kurşuna taşınmış.”
Başbilgin uzaktan izliyordur. Gülümseyerek konuşur:
“Her keşif bir planla doğmaz. Her
ihtimali denemeden imkansız diye bir şey yoktur.”
Atölyede gece sessizliği hüküm sürüyordu. Nefrakaet,
mıknatısları tellerden geçirerek yavaşça hareket ettirdiğinde, tellerin ucundan
minik bir cızırtı geldiğini fark etti. Gözleri büyüdü. ”Bu… bu
elektrik mi?”
Çırağı Horemheb’e, mıknatısları hareket ettirmesini
söyledi. Ama farkında olmadan kabloyu eliyle tutuyordu. Parmak uçları hafifçe
karıncalandı, kıvılcımlar gibi küçük bir his yayıldı. Aklına parlak bir fikir
geldi:
“Belki de bu kurşun plakaları
doldurabilir, bir çeşit akü yapabiliriz.”
Gece boyunca çırağı çalıştı. Nefrakaet, miğfer gibi
başına düşen uykusuna rağmen, gözünü kırpmadan mıknatısların hareketini izledi.
Her tur, her ileri geri hareket, kurşun plakaların içine görünmez bir enerji
işliyordu. Saatler boyunca süren uğraş sonunda, ilk ışıklar atölyeye sızarken,
Nefrakaet heyecanla telin ucuna dokundu.
Ve işte o an, kurşun plakalar bir güçle dolmuştu.
Tellerden hafif bir hum sesi geliyordu, plakalar adeta uyanmış gibiydi.
Nefrakaet, gülümseyerek fısıldadı:
“Sabır ve hareket… İşte kurşun
akünün sırrı.”
Çırağı Horemheb'in aklına parlak bir fikir geldi.
"Yokuş aşağı kurşun akü
elektrikle dolacak, Aküde dolan elektrikle yokuş yukarı çıkacağız."
Başbilgin gülümseyerek konuşur:
“Yokuş aşağı inen atların karnı
doymaz ama atsız arabanın karnı doyuyor.”
Cinat artık sadece mıknatıslarla değil, kendi
enerjisini depolayan plakalarla da çalışabilecek, elektrikli araba ilk kez bir
adım daha ileriye gitmişti.
17.6.
Afrika Olimpiyatları - İlk Teknoloji Fuarı
Bilginler, kendi fikirlerinden doğan atsız arabalarla
bir yıl boyunca uğraştılar; uykusuz, ama inançla.
Nil kıyısındaki büyük meydan, bugüne dek yalnızca
şarkılara, spor oyunlarına, güreşlere, ok atışlarına, sihirbaz gösterilerine ve
uçma yarışlarına şahit olmuştu. Ama bu yıl farklıydı. Kralların kararıyla
tarihin ilk 'Kemet Teknoloji Fuarı' düzenlenecekti. Seyirciler
sadece kasların değil, aklın da yarışını görecekti. İlk kez icatlar ve buluşlar
sergilenecekti.
Güneş, Nil’in yüzeyinde parıldarken, meydan bir
tapınağa dönüşmüştü. Sporcular değil, bilginler dizilmişti bu kez. Her biri
kendi icadının başında, bir yılın uykusuzluğunu gözlerinde taşıyordu. Meydanın
ortasına sekiz büyük platform kuruldu. Her platformda bir bilginin ”atsız
arabası” duruyordu. Kashureth’İn spiral yayları, Uruk-Ka’nın su
kuleleri, Nefrakaet’in kurşun aküleri, Irsu'nun rüzgâr yelkenleri... Hepsi
birer yürüyen fikir, birer sessiz devrimdi.
Borazanlar sustuğunda, halk da sustu. Kralların
locasında altın miğferler parladı. Başbilgin Enlil-Hotep, kürsüye çıktı.
Bastonunu yere vurdu. Ses, meydanın taşlarında yankılandı.
“Bugün tanık olduklarınız
yalnızca araç değil; insan aklının göğe yükselen merdivenidir. İşte
karşınızda ATSIZ ARABALAR!”
Halkın arasında bir uğultu yükseldi. Büyük bir alkış
tufanı koptu. Kimileri hayranlıkla, kimileri kuşkuyla bakıp mırıldandı:
“At yok, ama araba var. Bu nasıl
iştir?”
“Belki de cinler yürütüyor.”
17.7.
İlk Büyük Gösteri: Ateş, Buhar ve Rüzgârın Dansı
O gün, Afrika Olimpiyatları’nın geniş meydanı, tarihin
tanıklık edeceği bir an için nefesini tutmuştu. Güneş, altın ışıklarıyla pistin
taşlarını yakıyor, uzaktaki seyirciler ve krallardan gelen konuklar merakla
yerlerini alıyordu. Atölyelerin ötesinde, binlerce göz, tarihin ilk teknoloji
fuarının açılışını bekliyordu.
Ve işte sahneye ilk arabalar çıktı:
Cinat, Nefrakaet’in
gururlu yaratığı, minik mıknatısların ve asitli kurşun akülerin görünmez
gücüyle titreyerek ilerliyordu. Tekerlekleri her “tak” sesiyle yankılandı;
seyirciler, elektrikle dans eden bu görünmez cinin hareketini hayranlıkla
izledi.
Buharat, Tefnut’un buhar
kazanıyla çalışan dev arabası, gövdeden çıkan sıcak buhar bulutlarıyla
ilerledi. Duman ve sıcak hava, pistin üstünde bir sis perdesi oluşturdu. Buhar
basıncıyla pistonlar çalışıyor, ağır arabayı güçlü ve ritmik adımlarla ileri
taşıyordu. Seyirciler, bu güç karşısında nefeslerini tuttu.
Barutat, Sekhdukar’ın cesur
denemesi, patlamaların kontrollü şiddetiyle ilerliyordu. Her gaz patlaması,
arabayı bir adım daha öne fırlatıyor, pistte kısa ama keskin bir titreşim
bırakıyordu. Halkın arasında heyecan fırtınası kopuyordu: “Bu, güç ve cesaretin
simgesi!”
Rüzgârat, Irsu’nun
yelkenleriyle donanmış arabası, hafif bir esintiyle pistin kenarından süzüldü.
Katlanabilir yelkenleri açıldı, rüzgârın kanatlarıyla birlikte arabayı yavaş
ama emin adımlarla hareket ettirdi. Seyirciler, rüzgârın oyununu ve arabanın
zarif dansını büyülenmiş bir sessizlikle izledi.
Petrolat, Nabu-Ser’in içten
yanmalı motorunun gücüyle titredi. Yükselen gaz dumanları arasında motorun
derin homurtusu yankılandı. Araba, ilk kez düzenli bir hızla pistte ilerledi;
gözler, patlama ve basınçla şekillenen bir geleceğin habercisini izliyordu.
Güneşat, Menkharut’un
kanatlı arabası, pistte adeta süzüldü. Güneş ışığını odaklayan aynalar, anlık
buhar patlamalarıyla yelpazeleri sallıyor, arabanın göğe doğru kalkıyormuş
izlenimi yaratıyordu. Seyirciler, güneşin gücüyle yükselen bu mucizeye hayran
kaldı.
Yayat, Kashureth’in spiral
yayıyla çalışan arabası, Nil’in akışını taklit eden ritmiyle ilerledi.
Tekerlekler yavaş yavaş dönüyor, sabır ve zekânın gücünü herkese gösteriyordu.
Araba pistin sonunda zarif bir şekilde durdu, sessiz ama etkileyici bir
başarıyla.
Ve son olarak Suat, Uruk-Ka’nın suyun
ağırlığını kullanan dev aracı, büyük su deposu pistin en uzak köşesinden
görünüyordu. Suyun gücüyle çarklar döndü, ağır gövde yavaş ama emin bir şekilde
hareket etti. Arkadan pisti ıslatarak ilerliyordu. Ancak bir anlık
dengesizlikle su deposu hafifçe savruldu, küçük bir çarpma sesi yankılandı;
seyirciler, gerilimin ve doğanın gücünün birleşimini alkışlarla karşıladı.
Kral ve diğer konuklar ayağa kalktı. Gözler, şaşkınlık
ve hayranlıkla doluydu. Tarihin ilk teknoloji fuarı, ateş, buhar, elektrik,
rüzgâr ve suyun eşsiz dansıyla başlamıştı. Her araba, bir medeniyetin
geleceğini müjdeleyen birer kahraman gibi, kendi yolunda ilerliyordu.
Enlil-Hotep, başını sallayarak fısıldadı:
“İşte… insan aklının gücü.
Görünmez kuvvetler, doğanın sırları ve sabırla birleştiğinde, dünya artık
eskisi gibi olmayacak.”
O an, tarih sahnesinde ilk kez teknoloji ve hayal bir
araya gelmiş, pistteki 8 araba, efsanelere adını kazımıştı.
Kral tahtında oturuyor, gözleri avluda sergilenen
arabaların üzerinde geziniyordu. Her biri kendi gücü ve yöntemiyle yürüyordu;
kimi dumanlar çıkardı, kimi sessizce tekerleklerini döndürdü, kimi kanatlarını
salladı. Saray halkı nefesini tutmuş izliyordu.
Kral parmağını bastona dokundurdu, sesini salonun taş
duvarlarında yankılattı:
“Görüyor musunuz, halkım, bilim
ve hayal gücünün büyüsünü! Ama bu, sadece bir başlangıç. Önümüzdeki yıl… evet,
önümüzdeki yıl istiyorum ki bu arabalar birbirleriyle yarışsın! Hangi güç daha
hızlı, hangi icat daha çevik, hangi hayal daha gerçek olacak görelim. Bir yıl
hazırlanın, gelin bana gerçek bir yarış gösterin!”
Bilginler başlarını öne eğdi, gözlerinde kararlılık ve
heyecan parıldadı. Artık otomobil yarışları için de hazırlık başlayacaktı.
Kral Karmen, altın işlemeli tahtından kalktı. Leopar
başlı kabartmanın gölgesinde durdu, gözleri meydanda gezindi. Bilginler,
platformlarının başında ter içinde bekliyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, bastonunu
yere vurarak sessizliği bozdu:
“Yüce Efendim, atsız arabalar
hazır. Doğa, aklın hizmetinde. Ama bu arabalar, sadece bilginlerin değil,
krallığımızın hayalini taşıyor. İzin verirseniz, onları sizin için sınayalım.”
Karmen, elini kaldırdı. Sesinde hem merak hem de
meydan okuma vardı. ”Sınamak mı? Hayır, Enlil-Hotep. Ben bir
Kral'ım, seyirci değil. Bu arabaları bizzat deneyeceğim!”
Meydanda bir uğultu yükseldi. Köylüler
fısıldaştı: ”Kral mı sürecek?” Bilginler, şaşkınlık ve
panikle birbirine baktı. Nefrakaet, cinatının telleriyle oynarken
mırıldandı: ”Umarım akü tükenmez…” Tefnut, buhar
kazanını kontrol ederken homurdandı: ”Ya civata yine fırlarsa?”
Karmen, kraliyet pelerinini omuzlarından attı, sade
bir tunikle platformlara yürüdü. Altın miğferi hâlâ başında parlıyordu, ama
gözlerinde bir çocuğun heyecanı vardı. ”İlk hangi araba?” diye
sordu, sesi meydanı doldurdu.
Karmen, sekiz arabayı da denemiş, toz, duman ve suyla
kaplanmış halde tahtına döndü. Meydan, alkışlarla çınlıyordu. Bilginler, hem
gururlu hem endişeli, bekliyordu. Kral, bastonunu yere vurdu, sesi gökyüzüne
yükseldi:
“Bilginlerim, halkım! Bugün
gördük ki, atlar olmadan da yollar aşılır, gökler fethedilir! Her araba, bir
hayalin parçası. Cinat cızırdadı, Buharat duman saçtı, Barutat sıçradı,
Rüzgârat dans etti, Petrolat homurdadı, Güneşat ışıldadı, Yayat sabretti, Suat
aktı. Ama yetmez! Önümüzdeki yıl, bu arabalar yarışacak. Daha hızlı, daha
güçlü, daha yükseğe! Krallığımız, göğün efendisi olacak!”
Seyirciler, çığlıklarla meydanı doldurdu. Enlil-Hotep,
tabletine yazarken mırıldandı: “Bir çocuğun rüyası, geleceği değiştirdi.”
..
17.9.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara, gözleri parıldayarak:
"Nil-7… Görüyor musun?
İnsanlık, rüyaları gerçek yapmak için nasıl yanıp tutuşuyor. Bazen çılgınlık,
bazen de deha çıkıyor içlerinden."
Nil-7, kuyruğunu yavaşça kıvırarak:
"Evet. Ama şunu söyleyeyim:
şu an gördüklerin, binlerce yıl sonra bile temel olacak. Buhar, elektrik,
barut, hatta yay… Hepsi birer kıvılcım. Bu çağda belki kusurlu denemeler
olacak, ama gelecek bu tohumlarla filizlenecek."
Sahara, gülümseyerek:
"Demek ki bu kargaşanın
içinde bile düzen var. Yani onların başarısızlıkları bile kayıp değil, yolun
kendisi."
Nil-7, başını sallayarak:
"Sahara, hatırla… Her motor,
her tekerlek, her kıvılcım… aslında insanın içindeki sonsuz hareket arzusunun
yansımasıdır. Onlar yürümekle yetinmez, koşmak ister; koşmakla yetinmez, göğe
tırmanmak ister.”
Sahara, hayal kurar gibi uzaklara bakarak:
"Ve belki bir gün…
yıldızlara bile gitmek ister."
Nil-7:
"O gün geldiğinde, bu anı
hatırlayacaklar. Bir çocuğun rüyasıyla başlayan motor devrimini."
18. Bölüm:
Alüminyum Devrimi (M.Ö. 3084)
18.1.
Kriyolit Keşfi (M.Ö. 3086)
Kuzey rüzgârı, kervanın çanlarını karlı bozkırın
sessizliğinde çınlatıyordu.
Tanrı Taşı’nın işaret ettiği yönden şaşmayan tüccar,
bir yıldır göğsünü gere gere yürüyordu.
“Tanrı kuzeydedir!” diyordu
her fırsatta.
Ne fırtına, ne açlık, ne de buzulların beyaz diyarı bu
inancı sarsabildi.
Günler sonra, kurtların uğultusu karanlıktan
yükseldi.
Kurtların gözleri karanlıktan parladığında
kervandakiler birbirine yaslandı.
“Bu… bu kaç tane?” diye
kekeledi gençlerden biri.
“Çok fazla!” diye
bağırdı diğeri, kamçısını sallayarak.
“Meşaleleri yukarı kaldırın,
belki korkarlar!”
Ama uğultu daha da yaklaştı. Tüccar, kervanın önünde
haykırdı:
“Orada bir mağara var! Çabuk,
oraya!”
Parlayan gözler etraflarını sardığında kervan, can havliyle
donmuş bir mağaraya sığındı. Meşaleler yanıyor, nefesleri buhar gibi havaya
karışıyordu.
Ama sığınak sandıkları mağaranın derinliklerinden koca
bir gölge kıpırdadı. Meşale alevi yansıdığında, ayının koca kafası belirdi.
“Tanrım… bu defa da ayı!” diye
fısıldadı biri.
Ayının kükremesi kayaları titretti.
“Koş! Daha derine, çabuk!” diye
bağırdı tüccar.
Panikle daha derinlere koştular.
Ayının kükremesi, mağaranın duvarlarını çatlattı
sanki.
Dar tünele girerken adamların biri sıkışıp kaldı:
“Geçemiyorum, çok dar!”
“Geç! Ezil de geç, yoksa ayı seni
parçalayacak!” diye bağırdı arkadaki.
Tüccar ve adamları dar bir tünelden sürünerek
geçtiler. Meşale kıvılcımları saçıldı, herkes nefes nefese sürünerek karanlığa
aktı.
Meşalenin alevi, yeni bir odada taşları aydınlatınca
hep birden durakladılar.
Yerlerde… kartopları vardı.
Adamlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Birkaç kişi
dayanamayıp ellerine aldılar.
“Kartopu mu bunlar?”
Kartopu diye fırlatılan taş, birinin alnını yardı.
Kervandakiler donup kaldı.
Alnı kanayan adam taşı yerden alıp inceledi:
“Hayır… soğuk değil, taş gibi,
erimiyor!”
Tüccar taşı eline alıp inceledi. Soğuk görünüyordu ama
avucunu yakacak kadar da tuhaf bir ılıklığı vardı.
“Tanrı’nın gözyaşları…” diye
fısıldadı.
Bir başka adam fısıldadı:
“Tanrı’yı bulamadık ama Tanrının
gözyaşlarını bulduk…”
Tüccar ayağa kalkıp kervandakilere döndü:
“Bu taşlar gökten değil, yerin
bağrından gelen işarettir.”
Kervandakilerden biri, merakla kartopuna benzeyen taşı
kırıp suya attı.
Taş, ağır ağır dibe çöktü. Suyun içinde neredeyse
görünmez oldu.
Adam şaşkınlıkla fısıldadı:
“Kayboldu… gözden silindi!”
Tüccar taşı tekrar sudan çıkardı, parmaklarının
arasında çevirdi.
“Hayır… hâlâ burada.
Sadece gözlerimizden saklandı.”
Taş, beyazımsı ve camsı yüzeyiyle meşalenin alevinde
parlıyordu. Yarı saydam görünümü, sanki buzmuş gibi bir aldatmacaydı. Ama soğuk
değildi. Dokunduklarında hafif, pürüzsüz ve garip bir sessizlik taşıyordu.
“Bu, Tanrı’nın gizlediği bir ateş
olabilir…” dedi tüccar.
Kervancı başı şaşkınlıkla:
“Buz gibi görünüyor, ama içinde
başka bir sır saklıyor.”
Adamlar taşlardan çuvallara doldurdular. Mağaranın
derinliklerinde kurtlardan ve ayıdan kurtulmuşlardı, ama artık geri dönmeyi
düşünmüyorlardı. Onlar için yol belliydi: Tanrı kuzeydedir.
Günler sonra, donmuş denizleri aşıp bilinmeyen
topraklara yürürken, güneye yürüyen bir kervanla karşılaştılar. Tüccar bir
mektup yazıp verdi.
Kalemi soğuktan titriyordu, ama satırlarında inancı
berraktı:
“Ey Kemetliler. Biz Tanrı taşının
gösterdiği yöne, Tanrı’ya doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolumuz Urallar'ın
buzullarına vardı. Sibirya'ya ilerliyoruz. Burada bir mağarada kartopuna
benzeyen taşlar bulduk. Kartopuna benzerler ama buz değildirler, erimezler.
Soğuk gibi görünürler ama ılıktır, sanki içinde ateş gizlidir. Bu taşların
araştırılmasını rica ederim. Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı bunlardadır.”
Taşların bir kısmını ve mektubu, Afrika’ya giden bir
kervancıya teslim etti.
“Eğer geri dönmezsek, bunları
Kemet'e ulaştır. Taşları Kayıtlar Salonu’na götürsünler.”
Kervancı başını salladı, paketleri aldı.
Tüccar ve adamları ise kuzeye yürümeye devam ettiler.
Onları bir daha kimse görmedi.
Ama yıllar sonra, o paket Kayıtlar Salonu’nun mermer
raflarına yerleştirildi.
Ve ”Tanrının Gözyaşları” adı verilen
bu beyaz Kriyolit taşları, medeniyetin kaderini
değiştirecek alüminyum devriminin ilk adımı olacaktı.
18.2.
Boksit - Alümina Keşfi (M.Ö.
3086)
Salimatou, Gine'nin
Fouta Caddhi dağlarının eteklerinde, toprağın kan kırmızısı aktığı bir köyde
gözlerini dünyaya açtı. Babasının gölgesi, henüz küçücük bir kızken silinip
gitmişti hayatından. Annesi, balıkçı teknesinin asla geri dönmediği o fırtınalı
günden sonra, Salimatou'yu tek başına büyütmek zorunda kalmıştı. Her bir hasır
telinde, her bir yer fıstığı tanesinde Salimatou'nun geleceğine dair umutlar
saklıydı. Annesi her şeye rağmen, "Baban şimdi küçük bir uçan
balık," derdi. "Özgürlüğü bulmak için kanat
çırpıyor, deniz ve gökyüzü onun evi oldu." Bu sözler
Salimatou'nun kalbindeki acıyı bir masala dönüştürüyordu.
Salimatou, köy
meydanında söylenen her türküyü, her ağıdı kalbinin en derinlerine kazırdı.
Davulun ritmi onun nefesi, sesi ise ruhunun yansımasıydı. Köyde herkes, "Bu
kızın sesi rüzgarın bile fısıltısını taklit ediyor," derdi. Ama
Salimatou'nun kalbi, sadece köyünün sınırları içinde atmakla yetinmiyordu. O,
babasının ruhunun ulaştığı gökyüzüne doğru, sesinin dağların ötesine,
kilometrelerce uzağa ulaşmasını hayal ediyordu. Onu Afrika olimpiyatlarına
götüren bu umuttu işte; bir fısıltının bile tarihin akışını değiştirebileceğine
olan inancıydı.
Yolculuğa çıkmadan
önce annesi, küçücük bir kese uzattı ona. Gözleri sevgiyle doluydu, sesi
titriyordu: "Yolunda gördüğün her güzel şeyi içine koy. Unutma,
onlar seni bizden, evinden uzaklaştırmasın. Sesin göğe ulaşsa da kalbin her
zaman bu torbada, bizimle kalsın."
Salimatou, annesinin
sözlerini hiç unutmadı. Yol boyunca, her adımında, her nefesinde torbasına bir
hatıra ekledi. Kimi gün ağır sıcakta yürüdüğü, umutsuzluğa kapıldığı anlarda
elini torbasına atıp o küçük taşlara, kurumuş yapraklara dokundu. Bir gün,
yolun kenarında öyle bir taş buldu ki, diğerlerinden farklıydı. Soğuktu,
pürüzsüzdü ve içinde kırmızımsı damarlar vardı. Sanki güneşin son ışıkları
donup kalmıştı o taşın içinde. "Bu bana şans getirir," diye
fısıldadı kendi kendine ve o taşı kalbinin en kıymetli hazinesiymişçesine
torbasına koydu. O an bilmiyordu; o taş, aslında "Sahra'nın
Gözyaşı"ydı. O taş, Salimatou'nun masum kalbinin seçimiyle,
binlerce yıldır süren bir arayışın kayıp halkasını tamamlayacaktı.
Nil’e doğru ilerleyen
kervan, yorucu bir yolculuktan sonra kayalık bir vadide mola verdi. Salimatou
ve yaşıtları çevreyi keşfederken, kayaların arasında karanlığa açılan bir
açıklık gördüler.
“Bir mağara!” diye
bağırdı Salimatou, gözleri parlayarak.
Çocuklar, kahkahalar
atarak içeri koştular. Serinlik, yorgun bedenlerini sardı. İçerideki damlayan
suların sesi, bir davul ritmi gibi yankılanıyordu. Taşların arasında
yosun gibi yeşilimsi bir parıltı vardı; kokusu hafif küflü ama
tatlıydı. Kokusu toprağın ve tarihin kokusuydu.
“Ben sana bir hikâye yazdım.
İlk cümlesine "sen"i sakladım,
sonuna "biz"i bırakmak istedim.
Ama sen kapağını bile aralamadın.”
Arkadaşları da eşlik etti.
Sesleri mağaranın taş göğsünde çoğalarak büyüdü, sanki binlerce çocuk aynı anda
söylüyordu.
Kervanın
tüccarlarından aldıkları kırmızımsı toprak boyaları ellerine sürdüler. Küçük
ellerini duvara bastılar, spiral ve av sahneleri çizdiler. Salimatou da kendi
elini bastı,
“Burada şarkı söylersek
yankılanır,” dedi birisi. Gerçekten de sesleri mağaranın
kıvrımlarında çoğalarak geri döndü. Salimatou kahkaha atarak ellerini
çırptı, ardından mırıldanarak şarkıya başladı:
Daha derinlerdeki
küçük bir oyukta su birikintisi buldular. Üzerinde incecik yeşil parıltılar
dans ediyordu. ”Baksana, yıldızlar gibi ışıldıyor!” dedi
Salimatou. Ama kimse, oradaki küçük canlıların ve suyun kimyasının binlerce yıl
sonra bile yaşam izleri taşıyacağını bilmiyordu.
Kervan yeniden yola
koyulunca, çocuklar ellerindeki boyaları mağaradaki sudan yıkadılar. Gülüşerek
geri döndüler. Onlar için bu sadece masum bir oyundu. Ama duvarlarda kalan o
küçük ellerin izleri ve mağaranın kalbinde yankılanan o şarkının fısıltısı,
binlerce yıl boyunca sessizce uyuyacaktı. Ta ki M.S. 8000'de, Sahara'nın robotu
Nil-7 aynı mağaranın eşiğini geçene kadar.
Günler sonra kervan Kemet’in görkemli başkentine
ulaştı. Olimpiyat şenlikleri başlamıştı: meydanda kervanlar mallarını
sergiliyor, şairler sözleriyle büyülüyor, dansçılar adımlarını davul seslerine
uyduruyordu. Gökyüzünde süzülen kanatları, balonları ve uçurtmaları hayranlıkla
izledi. Atsız araba yarışlarında heyecanlandı.
Ertesi gün, kalabalığın arasından küçük bir kız
sahneye çıktı. Yaşı küçüktü ama gözlerinde kocaman bir cesaret vardı. Adı
Salimatou’ydu. Elindeki davulu hafifçe çaldı, gülümsedi ve şarkısına başladı:
“Ben sana bir hikâye yazdım.
İlk cümlesine "sen"i sakladım, sonuna "biz"i bırakmak istedim.
Ama sen kapağını bile aralamadın.
Okumadığın bir hikâyede bekliyorum seni.
Bir kuyunun başında, Mehlika’yı değil, seni bekleyen o sekizinci genç gibi.
Belki de hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile.
Ben seni sayfa sayfa sevdim.
Her cümlede biraz daha düştüm sana, sen ise hiç bakmadın bile harflere.
Kalbimin kenarına iliştirdiğim o ‘okunmamış’ etiketini yırtmadın.
Oysa ben seni okumadan ezberledim.
Bir gün sen de o hikâyeye dokunur musun bilmiyorum.
Ama ben, bir aşkın hiç okunmamış halini yaşadım.
Sessizce, senden habersizce...
Sen gelmedin; sayfalar sarardı, toz tuttu kenarlarında
umutların.
Yine de her gece lambayı yakıp bir iki satır daha ekledim,
sanki sen okuyacakmışsın gibi, sanki bir gün kapağı aralayacakmışsın gibi
Sonra ben bambaşka satırlarda kayboldum.
Orada senin adının yazmadığı cümleleri aradım,
Kokunu taşımayan rüzgârların estiği yollarda gezindim.
Bil ki, her kayboluşumda sen çıktın satırlarda,
Uzun bir paragrafta seni fısıldayan bir isim buldum,
Kalem tükendiğinde senin hikâyenin kıyısında durdum.
Sayfalar arasında kayıp bir ses gibiyim;
Bazen bir virgülün ardında seni bekledim,
Bazen de noktanın soğukluğunda donup kaldım.
Gecenin mürekkebiyle yazdım seni gizlice,
Sabahın silgisiyle usulca sildim ama iz kaldı,
O izlerde yürüdüm, adımlarım hep sana çıktı.
Eğer bir gün ellerin o eski kapağı aralarsa,
Bil ki ben hâlâ oradayım, kitabın sonunda,
Okunmadan geçilen bir sonsöz gibi.”
Başlangıçta halk sessizdi. Sonra melodinin hem hüzün
hem umut taşıdığını fark ettiler. Alkışlar, tezahüratlar yükseldi. Küçük kızın
sesi, meydanın taş sütunları arasında yankılanarak büyüdü.
Gösteriden sonra kervanın başındaki tüccar
hediyelerini sundu. Yüklerinin arasında kırmızımsı taşlar vardı.
Güneş ışığında parlayan taşlar bilginlerin dikkatini çekti.
“Bu sıradan değil,” diye
mırıldandı bir bilgin. ”Çölün Gözyaşları gibi… Sanki güneşin teri
bunların içinde donmuş.”
O taşlar Kayıtlar Salonu’na götürüldü. Henüz kimse
bilmiyordu ama alümina bakımından zengin bu taşlar, gelecekte Kemet’in göğe
yükselme hayalini besleyecekti.
Ve işte o gün, Afrika’nın en batısındaki küçük bir
köyden çıkan bir kızın şarkısıyla birlikte, tarihin yönünü değiştirecek bir
cevher Kemet’in kalbine girmiş oldu.
O gün şenliklerde sadece dansçılar, şairler değil;
şarkıcılar da yarışıyordu. Kemet’in en güzel sesleri sahneye çıkmıştı. Ama
Salimatou’nun türküsü bittiğinde meydanda bir sessizlik oldu; ardından bütün
kalabalık ayağa kalktı.
Jüri tereddüt etmeden karar verdi: ”Birinci,
Gine’den gelen küçük kız!”
Kalabalık alkışlarla yol açtı. Kral ağır adımlarla
sahneye çıktı, altın işlemeli cüppesinin içinde dimdik duruyordu. Küçük kız
titreyen ellerini uzattı, kral gülümseyerek ona ödülünü verdi: göğün mavisini
simgeleyen bir tılsımlı kolye.
“Bu ses yalnızca dağları değil,
kalpleri de aşmış,” dedi kral. ”Senin
şarkın Kemet’in tarihine yazılacak.”
Salimatou o an, yalnız annesinin değil, bütün
Afrika’nın umudunu taşıdığını hissetti.
18.3.
Unutulmuş Taşlar (M.Ö. 3084)
İki yıl geçmişti.
Kemet’in başkentinde Nil kıyısında, akıntıyla dönen
devasa tahta tekerleklerden yapılmış bir düzenek gece gündüz uğulduyordu.
Manyetit bloklarının çevresine sarılmış bakır teller, suyun gücüyle dönüyor,
elektrikli atsız arabalar için ve kayıtlar salonunda görevli bilginlerin
çalıştığı laboratuvar için elektrik üretiyordu.
Sarayın avlusunda ilk elektrikli araba sessizce
ilerliyordu. Ne at ne öküz… Sadece tekerleklerin gıcırtısı ve motorun hafif
uğultusu. Halk hayretle bakıyor, çocuklar arabanın arkasından koşuyordu.
“Bakın!” diye
bağırıyordu biri. ”Atsız araba gidiyor!”
Ama bu yeni dünyanın en sessiz köşesi Kayıtlar
Salonu’ydu.
Taş rafların arasında, papirüs tomarlarının, mühürlü
kavanozların arasında bir dolap vardı. Kimsenin uğramadığı bu dolabın içindeydi
unutulmuş paketler: kuzeydeki tüccarın gönderdiği Tanrının Gözyaşları,
ve batıdan gelen küçük kızın getirdiği Çölün Gözyaşları.
Üzerinde toz kalınlaşmıştı. Çuvalların ağzındaki
mühürler neredeyse çözülmek üzereydi.
Bir gün, genç bir bilgin aradığı eski bir kutuyu
açtığında, mektup ve taşlar eline takıldı. İçindeki beyazımsı taşları görünce
mırıldandı:
“Bunlar… neydi?”
Bir köşede unutulmuş notu buldu:
“Tanrının gözyaşları… Çölün gözyaşları…”
Kayıtlar Salonu geceleri bambaşka bir dünyaya
dönüşüyordu. Gündüzleri bilginlerin ve öğrencilerin uğultusuyla dolan o koca
mekân, şimdi yalnızca çıtırtılarla, duvarlardaki yağ lambalarının titrek
ışıklarıyla yaşıyordu.
Bilginlerden yalnızca biri kalmıştı içeride: Nehsi.
Halk arasında ona ”Simyacı” derlerdi ama aslında simya
peşinde değil, hakikatin peşindeydi. Yine de, metallerle konuştuğunu iddia
ettiği için kimileri ona deli gözüyle bakıyordu.
O gece elinde bir parça demir ve bir
parça bakır vardı. Sessizliği bozacak ilk kıvılcımı kendisi
yaktı; iki metali birbirine sürttü.
Ve işte o an, ince bir uğultu yükseldi. Nehsi’nin
gözleri büyüdü.
“Yine başladı…” diye fısıldadı.
Ellerindeki metallerden ses geliyordu.
Demir kükreyen bir
tonla konuştu:
“Ben geldiysem yıldızın işi bitmiş
demektir! Benden sonrası yok! Beni doğuran yıldız, kendi mezarını kazıyordur.”
Nehsi korkuyla metalleri yere düşürdü. Sırt üstü
yuvarlanarak koca rafların arasına savruldu. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
“Hayır… hayır bu bir rüya değil…
gerçek bu!”
Birden Bakır ince, melodik bir sesle
konuştu:
“Kardeşim kadar sert değilim ben.
Ama unutma, benim tellerimden geçersen ışık olur, kıvılcım olur, ses olur.
İnsanlar benim içimdeki şarkıyı daha yeni duymaya başladı…”
Nehsi’nin alnından ter süzülüyordu. Ayağa kalktı,
metallerin yanına eğildi. Ellerini titreyerek tekrar aldı.
”Siz… siz yıldızlarda mı
doğdunuz? Bana neden konuşuyorsunuz?”
Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları onun sesiyle
yankılandı.
O anda içeriden başka bir ses, neredeyse bir nefes
gibi geldi. Bu kez altının alaycı fısıltısıydı:
“Ben kolay bulunmam, Simyacı.
Yıldızların birbirine çarpması gerek. Ben kaosun, felaketin çocuğuyum. O yüzden
herkes peşimde…”
Nehsi dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini yüzüne
kapadı.
“Ya aklımı kaybettim ya da evrenin hafızası bana
açılıyor. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.”
Derken, rafların bir köşesinde unutulmuş küçük bir
kese gözüne ilişti. İki yıl önce Gine’den gelen kızın bıraktığı taş… ”Çölün
Gözyaşı”.
Nehsi taşı eline aldı. Bu kez ses farklıydı.
Alümina konuşuyordu:
“Ben ateşle birleşirsem, içimden
yeni bir metal doğar. Ben göğe aitim ama yeryüzünde saklıyım. Beni çözersen,
kanatlarını gökyüzünde açabilirsin…”
Nehsi’nin kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Taşı
göğsüne bastı.
“Bu… bu işte! Yıldızların dili… metallere
yazılmış bir sır!”
Şafak vakti Nil’in kıyıları sisle kaplıydı. Kayıtlar
Salonu’nun kapısından çıkan Nehsi’nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Bütün gece
boyunca tek bir an bile uyumamıştı. Çölün Gözyaşı hâlâ göğsünde, kesesinin
içinde duruyordu.
Adımlarını hızlandırdı. Tapınağın taş merdivenlerini
çıkarken kendi kendine mırıldandı:
“Ya deliyim… ya da sadece bana
özel açılan kapıdan bakıyorum.”
Büyük avluda başbilgin Enlil-Hotep, yanına rahiplerden
ikisini ve bir şifacıyı almış, günün meselelerini konuşuyordu. Nehsi, nefes
nefese onların önünde eğildi.
“Efendim! Gece… metaller benimle
konuştu.”
Rahiplerden biri kaşlarını çattı:
“Yine mi başladı bu hezeyanların,
Nehsi? Cinlerin oyunudur bu!”
Ama başbilgin elini kaldırdı. Sesi sakindi, merakla
doluydu:
“Durun. Anlat bakalım. Ne dedi
metaller sana?”
Nehsi elleriyle havada şekiller çizerek anlattı:
“Demir yıldızların ölümünü
fısıldadı. Altın, kaosun çocuğu olduğunu söyledi. Bakır… tellerinden ışık
doğacağını söyledi. Ve sonra…”
Eli göğsüne gitti. Küçük keseyi çıkardı.
“…ve sonra bu taş. İki yıl önce
Gine’den gelen kızın bıraktığı taş. O da konuştu! Bana dedi ki, içimden yeni
bir metal doğar, eğer ateşle birleşirsem.”
Rahipler homurdanmaya başlamıştı.
“Taşların konuştuğunu söylemek…
deliliktir.”
“Cinlere çarpılmış bu!”
O sırada sessizce dinleyen şifacı kadın söze girdi.
Sesi yumuşaktı, ama kelimeleri ağır ağır döküldü:
“Nehsi… Son zamanlarda yaşadığın
düşünce ve algı değişimleri, çevrenle kurduğun ilişkilerdeki kopukluklar ve
gerçeklik algında yaşanan dalgalanmalar… Bunlar bazı özel bir zihinsel hâlin
işaretlerine benziyor. Bu hâl, kişinin zaman zaman kendi iç dünyasıyla dış
dünya arasındaki sınırı kaybetmesine yol açabilir. Atalarımız bu tabloyu uzun
süredir tanır, biz de böyle durumlarda farklı yollarla destek oluruz. Senin
yaşadıkların da buna çok benziyor.”
Rahiplerden biri hemen araya girdi:
“Yani, bütün bunlar bir
hastalıktan mı ibaret?”
Şifacı başını iki yana salladı:
“Hayır. Bu hâl, bazen lanet,
bazen de lütuf olabilir. Kimileri karanlığa gömülür, kimileri ise ışığı duyar.
Belki de Nehsi’nin duydukları, bizim kulaklarımızın işitmeye alışık olmadığı
bir hakikatin yankısıdır.”
Başbilgin Enlil-Hotep, dudaklarında ince bir
tebessümle Nehsi’ye baktı:
“Öyleyse delilikle bilgelik
arasında çok ince bir çizgide yürüyorsun. Belki de aradığımız cevap tam da o
çizginin üzerinde.”
Başbilgin ve simyacı büyük avludan ayrılıp birlikte
yürümeye başladılar. Kayıtlar Salonu’nun taş koridorlarına geldiklerinde iki
bilginin ayak sesleri yankılanmaya başladı. Duvarlardaki meşaleler, uzun
gölgeler çiziyordu. Ağır adımlarla koridorun sonundaki laboratuvara girerken,
Nehsi hâlâ dalgın bakışlarla yürüyordu.
Enlil-Hotep konuştu:
“Nehsi… Senin ‘delilik’ dedikleri
şey, belki de Tanrı’nın sana verdiği bir yetenek. Bu yetenekten faydalanmamız
gerek. Taşların sana fısıldadıklarını bana söyle. Neler anlattılar sana?”
Nehsi gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Masanın
üzerindeki beyaz taş parçalarına dokundu. Bir an sessizlik oldu… sonra sanki
uzaklardan yankılanan sesleri işitir gibi kekeleyerek konuşmaya başladı:
“Onlar… bana dünyanın doğumunu
anlattılar. Demir dedi ki: ‘Ben yıldızın son nefesiyim. Benden sonrası
yok.’ Oksijen fısıldadı: ‘Nefes alıyorsan bana borçlusun.’ Ve
altın… ah, altın! O dedi ki: ‘Ben ancak yıldızlar çarpışınca doğarım. Bu
yüzden nadirim, kıymetliyim.’ ve tüccarın tanrının gözyaşı dediği taşlar...”
Başbilgin dikkatle dinliyordu. Nehsi’nin konuşması
duraksayınca elini omzuna koydu:
“Evet, hatırladım. Tüccarın
kuzeyden buzullarından gönderdiği taşlar. Tanrının gözyaşı dediği taşlar, onlar
sana ne söyledi?”
Nehsi, taşlardan birini avucuna aldı. Bir süre
sessizlik oldu. Sonra dudakları titredi:
“Bana diyor ki: ‘Görünüşüm
öyle soğuk ki, ilk keşfedildiğimde insanlar beni kartopu sandı. Ama ben sıradan
bir taş değilim. Ben, yalancı gümüşün doğum sancılarını hafifleten bir
yardımcıyım. Beni eklediklerinde, çölün gözyaşlarının erime
noktası düşer.’”
Başbilgin Enlil-Hotep'in gözleri parladı.
“Öyleyse bunu açığa çıkaracağız.
Petrol gazından çıkardığımız ateşimiz var, fırınlarımız var… ve artık
elektriğimiz de var. Nil kıyısındaki dinamo çalışıyor. Basınç tüplerimizde gaz
depoladık. Her şey hazır. Bu taşın sırrını çözmek için… senin kulaklarına
ihtiyacımız var, Nehsi.”
Nehsi ürperdi, ama aynı zamanda gururluydu:
“Ben yalnızca taşların
söylediklerini aktarırım. Onları anlamak için sizinle birlikte çalışmamız
gerekli efendim.”
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Öyleyse başlayalım. Belki de bu
gece, medeniyetimizin en parlak gecesi olacak.”
Meşaleler titredi. İki bilgin, tarihin en büyük
deneylerinden birini başlatmak üzereydi.
Kayıtlar Salonu’nda gece ağır ağır iniyordu.
Meşalelerin titrek ışığı taş duvarlara yansıyor, gölgeler dans ediyordu.
Başbilgin ve Simyacı, uzaklardan gelen kervanların getirdiği paketleri açtılar.
İçinde bir mektup ve kartopuna benzeyen taşlar vardı.
Tüccarın notu: ”... Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı
bunlardadır.”
Nehsi taşları eline aldı. Avuçlarının arasındaki taş…
tuhaf bir ılık enerji yayıyordu, sanki içinde sessiz bir nefes taşıyordu. Nehsi
dudaklarını araladı:
“Bana fısıldıyor… sanki
elektrikle konuşuyor.”
Enlil-Hotep kaşlarını çattı:
“Nasıl yani?”
Nehsi gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı:
“Bana yıldızların doğuşunu
anlatıyor. ‘Ben buradayım,’ diyor, ‘beni çözer, akımı verirsen, yalancı gümüş
doğar.’”
Başbilgin heyecanlandı:
“O zaman doğru yoldayız.
Kriyolit, yalancı gümüşü eritecek ısıyı düşürüyor olabilir, öyleyse
deneylerimiz artık mümkün. Nil kıyısındaki dinamomuz hazır. Hem ısıtacağız hem
elektrik vereceğiz.”
Nehsi avuçlarını taşların etrafında gezdirdi. Taş
sanki titreşiyordu, küçük bir fısıltı duyuldu:
“Isı yüksek… ama tek başına
yetmez. Akım gelirse… metal doğar…”
Enlil-Hotep kafasını salladı, elini Nehsi’nin omzuna
koydu:
“Dinle Nehsi. Taşın
söylediklerini anladın. Artık yalancı gümüşün sırrı bizim elimizde. Ama
dikkatli olmalıyız. Her kıvılcım, hem bilgi hem tehlike taşıyor.”
Nehsi taşları masaya koydu. Meşale ışığında, beyaz ve
camsı yüzeyleri parlıyordu. Kayıtlar Salonu sessizdi ama bir enerji doluydu.
Taşlar, elektrik ve iki bilgin… tarihin en büyük deneyine hazırdı.
18.6.
Yalancı Gümüş’ün (Alüminyum) Doğuşu
Nil Nehri’nin kıyısında rüzgâr, palmiye yapraklarını
hışırdatıyor, suyun akıntısı dinamonun dişlilerini döndürüyordu. Tüpler, bakır
teller ve manyetit taşlarıyla örülmüş basit ama güçlü bir sistem, laboratuvarın
damarlarında elektrik akıtıyordu.
Nehsi, başbilginle birlikte laboratuvarın ortasında
duruyordu. Önlerinde basınçlı tüpler ve seramik potalarla dolu bir düzenek vardı.
“Her şey hazır mı?” diye
sordu başbilgin, gözlerinde hem merak hem de hafif bir kaygı.
“Evet,” dedi
Nehsi, elleri titreyerek alümina ile kriyolit karışımını tüpe
boşaltırken. ”Taşlar burada iki yıl unutuldu… şimdi zamanı geldi.”
Tüplerin kapağı sıkıca kapatıldı. Kömür ateşi
yükseldi; tüplerin etrafı taş ve kille izole edilmişti. İçerideki karışım,
yavaş yavaş kızarmaya, hafif bir ışıltı vermeye başladı.
“Bak Nehsi,” dedi
başbilgin, bakır telleri tüpe bağlarken, ”elektriği veriyoruz.
Dikkatli ol.”
Nehsi derin bir nefes aldı, parmaklarını gerdi, ve
telleri bağladı. Birden karışımın içinden hafif, titrek bir ışık
parlamaya başladı.
Basınçlı tüplerden yükselen ılık buhar laboratuvarı
dolduruyor, Nil Nehri’nin kıyısından gelen hafif rüzgâr taş ve seramikle
çevrili odada uğuldayan bir melodi gibi çarpıyordu.
“Görüyor musun?” diye fısıldadı
başbilgin. “Bu… bu gerçek olabilir.”
Tüpten yükselen sıcak hava avuçlarını yakıyor gibiydi
ama o ışık… sanki yıldızların kendi nefesi gibiydi. Nehsi, bir an için durdu.
Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.
Ve sonra… sıvı metal karşısında parladı. "Parlak
ve garip bir şekilde büyüleyici."
“Başbilgin,”
dedi, sesi titreyerek, ”bunu… şekillendirebilir miyiz?”
Başbilgin, gözlerini metalden ayırmadan cevapladı:
“İstersek… ama dikkatli ol. Henüz
sıcak ve hassas.”
Nehsi, eline aldığı bir küçük döküm kalıbına metalin
bir kısmını dikkatlice döktü. Sıvı, kalıbın içinde hafifçe kaydı, parladı ve
sonra yavaşça sertleşmeye başladı.
“Başardık mı?” diye
sordu Nehsi.
Nehsi, ilk kalıp denemesinden çıkan parlak metal
parçasını laboratuvarın masasına koydu. Güneşin ışığı, metalin yüzeyinde küçük
bir yıldız gibi parlıyordu. Soğumasını bekleyip eline aldı.
Başbilgin başını salladı. ”Başardık. Artık
tarihin yönünü değiştirecek ilk metal, bizim ellerimizde.”
“Bu… hafif,” dedi
Nehsi, parmağını değdirerek. ”Hiçbir metal böyle hissettirmemişti.”
“Dikkat et,” dedi, ”bu
metalin sırrını anlamalıyız. Hafifliği sayesinde, gelecekte uçan makineler,
köprüler… belki de gökyüzüne ulaşan yapılar için kullanılabilir.”
Nehsi, metalin bir parçasını elinde çevirirken,
fısıldadı:
“Ve… hissediyor musun? Sanki bu
metal konuşuyor… bana geleceği söylüyor.”
“Bak Nehsi,” dedi başbilgin,
işaret parmağını metalin yüzeyine hafifçe bastırarak. “Parlaklığı… hafifliği…
bu metal… sıradan hiçbir şey değil. Yalancı gümüş, bizim dünyanın
yıldızlarından bir parçası.”
Başbilgin gözlerini kısıp başını salladı. ”Doğru…
bu, yıldızların hediyesi. Ama bizim dünyamız için.”
Nehsi, metale hayranlıkla baktı, fısıldadı:
“Yalancı gümüş… Altın yapamadık
ama yalancı gümüş yaptık.… bunun da kendi yıldız ışığı var. işte
burası bizim ilk adımımız.”
Başbilgin, tüplere bakarken bir gülümseme ile devam
etti:
“Ve düşün… iki yıl önce Kayıtlar
Salonu’na gelen taşlar olmasaydı, bu parlaklığı hiç göremezdik. Tanrının
gözyaşları (Kriyolit)… Çölün gözyaşları (Alümina)… ve senin özel
yeteneğin.”
“Bu… başlangıç,” dedi
Nehsi. ”Ve biz… tanrının gözyaşları ile çölün gözyaşını
birleştirdik.”
Başbilgin gülümsedi:
“Belki de öyledir. Metal, taş,
yıldız… her şey bir araya gelince, evrenin sırları görünür olur. Artık
geri dönüş yok. Yalancı gümüş, bizim ellerimizde, dünyaya kazandırılmayı
bekliyor.”
O gece, laboratuvar sessizliğe gömüldü. Fakat parlayan
metalin hafif ışığı, sanki Nehsi ve başbilginin ufkunu aydınlatıyordu. Yalancı
gümüş, ilk kez şekil almıştı; ama daha anlatılacak, gösterilecek ve büyütecek
çok hikâyesi vardı.
Sabah güneşi, Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarına
kırmızımsı bir ışık serpti. Adam, elindeki tepsideki yalancı gümüşe son kez
bakarak derin bir nefes aldı. Taht odasına girdiğinde Kral Karmen, altın ve
değerli taşlarla süslü tahtında oturuyordu. Gözleri metalin üzerinde takılı
kaldı.
Kral Karmen: ”Bu… ne demek istiyorsun?
Hafif, parlak ama altın değil?”
Başbilgin Enlil-Hotep: ”Efendim, bu metal…
Henüz saf haliyle yeni keşfedildi. Biz onu ‘yalancı gümüş’ olarak adlandırdık.
Altından daha hafif, gümüşten daha dayanıklı. Ama parlaklığı, büyüsü ve
geleceği var.”
Kral Karmen: ”Nasıl yaptınız bunu? Ateş mi,
sihir mi?”
Başbilgin (gülümseyerek): ”Sihir değil,
akıl ve sabır. Kayıtlar Salonu laboratuvarında denedik, sıcaklık, basınç ve
elektrikle… bu metal, batının taşından, kuzeyin taşının çözeltisinde ortaya
çıktı.”
Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”Peki ya
kullanım alanı? Ne işe yarar?”
Başbilgin: ”Yalancı gümüş, gerçek gümüşten
4 kat hafiftir. Hafifliği, dayanıklılığı ve iletkenliği sayesinde pek çok yerde
vazgeçilmez bir malzeme haline gelebilir. Demir ile yaptığımız araçlardan 3 kat
daha hafif araçlar yapabiliriz. Uçan araçların gövdelerini bu metalden yapmak
büyük avantajlar sağlar. Daha az yakıtla daha uzun mesafeler kat edebiliriz.”
Kral Karmen (merakla): ”Ve bunu çoğaltmak
mümkün mü?”
Başbilgin: ”Teorik olarak evet, efendim.
Ama büyük fırınlar, elektroliz hücreleri ve doğru mineraller gerekiyor. Henüz
sınırlı miktarda üretebiliyoruz.”
Kral Karmen: ”Peki, güvenir miyiz buna?
Yani ateşle, suyla, zamana karşı dayanır mı?”
Başbilgin: ”Efendim, bu metal hafif ama
dayanıklı. Pas tutmaz, erimez, uzun ömürlüdür. Doğru kullanılırsa nesiller
boyunca kullanılabilir.”
Kral Karmen (başını sallayarak): ”Demek ki
geleceğin metali… Anladım. Kayıtlar Salonu’ndaki bilim insanları üzerinde
çalışsın. Bolca üretilmesini sağlayacak gerekli deneyleri yapsınlar,
kullanımını test etsinler. Beni sonuçlardan haberdar edin.”
Başbilgin: ”Elbette. Başbilgin Nehsi ve
ben, laboratuvarımızda denemelere başlayacağız. Yalancı gümüşün sırlarını
çözmek için tüm imkanlarımızı kullanacağız.”
Kral Karmen (parmaklarını birbirine sürterek): ”O
zaman çalışın. Bu metal, Kemet’in kaderini değiştirebilir. Bu ‘yalancı
gümüş’ten çok istiyorum! Kemet’in her şehrine, her zırhına, her gemisine
yetecek kadar… Bol miktarda üretin! Ama dikkatli olun… güç, sorumluluk
ister.”
Başbilgin: ”Üretim için alümina ve kriyolit
gerekiyor. Boksit kaynaklarımız sınırlı. Kriyolit ise yalnızca kuzeyde
bulunuyor.”
Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”O zaman
kaynakları güvence altına alın. Tüccarlar, elçiler, herkes devreye girsin.
Gerekirse Afrika’nın en batısındaki Gine Kralı’yla iletişime geçin. Orada bol
miktarda alümina varmış, öyle değil mi?”
Başbilgin: ”Evet, Efendim. Gine’de yalancı
gümüş fabrikası kurmak 100 kat daha mantıklı olur. Cevheri buraya taşımakla
uğraşmak yerine, üretim Gine’de yapılır, saf metal taşınır.”
Kral Karmen (parmağını vurdu): ”O zaman
elçiler hazırlansın. Mektuplar yazılsın, hediyeler götürülsün. Ticari ve
diplomatik anlaşmalar yapılsın. Bol miktarda yalancı gümüş… Kemet’in kaderi
buna bağlı olacak.”
Başbilgin: ”Ayrıca yapay tanrının gözyaşlarını
üretmenin yollarını da bulmalıyız. Kendi rezervlerimiz sınırlı; Bunun bir
yolunu bulana kadar şimdilik kuzeyden tanrının gözyaşları sağlansın, sonra
cevherin yanında fabrikayı kurarız. Gine'de üretim yapılır.”
Kral Karmen (bir adım ileri atarak, kararlı): ”O
zaman hemen harekete geçin. Gine ile diplomasi, kuzeydeki kaynaklarla
uluslararası ticaret ve lojistik… Afrika Sanayi İşbirliği Toplantısına çağırın.”
Başbilgin ve Nehsi, birbirlerine baktılar. Kral
kararını vermişti. Artık tek yol ileriye doğru… ve elektrikle, basınçla, ısıyla
ve bilimin kararlılığıyla çalışmak olacaktı.
O gece kayıtlar salonu laboratuvarında sabah doğru
simyacı Nehsi metal dolabından bir uğultu duydu. Dolabın kapağına kulağını
dayadığında şu sözleri işitti:
"Bizi sadece soğuk ve cansız maddeler olarak
görme. Bizler de şu toprak altında, dağların derinliklerinde binlerce yıldır
sabırla bekleyen birer hikayeyiz. Bizi yaratan o Kadîr-i Zülcelâl'in sırlarla
dolu sanatının birer sessiz şahidiyiz.
Demiriz biz,
dağları ayakta tutan, köprülere can veren, medeniyetlere yön veren o sağlam
iradenin birer yansımasıyız. Altınız biz, toprak altında parlayan,
ihtişamın ve zarafetin sembolü olan o eşsiz güzelliğin birer mührüyüz. Bakırız
biz, elektriği taşıyan, iletişimi sağlayan, enerjiyi yayan o sonsuz gücün
birer elçisiyiz.
Bizler de yıldızlar gibi, birer deliliz. Yeryüzünün
kalbinden yükselen, maden damarlarında gizlenen birer ayetiz. Kimi zaman bir
kılıç olup adalete hizmet eder, kimi zaman bir yüzük olup sevgiye şahitlik
eder, kimi zaman bir tel olup bilgiye yol gösteririz.
Biz, evrendeki ahengin, dengenin ve yaratılışın birer
parlayan parçasıyız. Dışarıdan soğuk görünen bu kabuğumuzun altında,
yaratıcının sonsuz hikmetine ve gücüne dair birer nûr âlemiyiz. Tıpkı
yıldızların gökte durması gibi, biz de yeryüzünde birer sır olarak dururuz.
Gözü kör olan göremez belki, ama duyan kulaklar için
fısıldarız: Her zerremizde, her atomumuzda o büyük Kudretin mührü vardır.
Bizler de Rab'bimize musahharız. Sessizce tesbih eder, sürekli zikrederiz.
Sizlere hem bir hizmetkâr, hem de birer delil olarak sunulmuşuz.
Dinleyin bizi, fısıltılarımızı. Biz, bu yeryüzünün
damarlarındaki kutsal metalleriz."
..
18.9.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
"Nil-7… Kartopuna benzeyen
ama erimeyen taşlardan bahsettin. Ama kartopları hep erir. O taşlar nasıl
oluyor da erimiyor?"
Nil-7:
"Çünkü onlar buz değil,
küçük komutan. Onlar kriyolit. Görünüşleri kartopunu andırıyor, ama aslında çok
eski bir mineral. Sanki Tanrı, gökyüzünden düşen gözyaşlarını taşa dönüştürmüş
de yeryüzüne saklamış gibi."
Sahara (hayretle):
"Yani taşlar ağlıyor
mu?"
Nil-7:
"Sesleri yok, ama sırları
var. İnsan dikkatle dinlediğinde… o sırlar bazen bir şarkıya, bazen de bir
fısıltıya dönüşür. Nehsi de işte o fısıltıları duydu."
Sahara (kafasını yana eğer):
"Ama herkes duymadıysa…
belki de hayal gördü? Ya da deliydi?"
Nil-7:
"Delilik ile bilgelik, bazen aynı kapının iki
anahtarıdır. İnsanlar anlamadıklarını “deli” diye adlandırır. Ama zaman
geçtikçe aynı sözler “bilgelik” olur. Nehsi, ikisinin de arasında yürüyen bir
yolcuydu."
Sahara:
"Peki ya Salimatou’nun taşı?
O kadar önemli miydi? Küçük bir kız sadece taş topluyordu…"
Nil-7:
"Küçük eller bazen büyük
sırlar taşır. O sıradan görünen taşın içinde “yalancı gümüş”ün tohumu vardı.
Yani alüminyumun. Gelecekte insanlara kanatlar verecek kadar hafif ve güçlü bir
sır."
Sahara (gözleri parlayarak):
"Kanatlar mı? Yani… insanlar
da uçabilir mi?"
Nil-7 (gülümseyerek):
"Evet, Sahara. Kuşlar gibi
hafif, göğe doğru yükselen kanatlar… İşte bu yüzden yalancı gümüş, altından
bile kıymetli oldu. Çünkü o, gökyüzünü vaat etti."
Sahara (fısıldar):
"Nil-7… Benim aklımda hâlâ
bir soru var. Taşlar gerçekten konuşuyor mu? Yoksa Nehsi’nin kalbi mi onları
konuşturuyordu?"
Nil-7 (bir an sessiz kalarak):
"Bazen taş konuşur, bazen
insan. Ama gerçek ses, ikisinin arasında doğar. Eğer bir çocuk dinliyorsa…
belki taş da, kalp de aynı anda konuşur."
Sahara (yavaşça gülümser):
"O zaman ben de
dinlemeliyim. Belki bir gün ben de taşların şarkısını duyarım."
Nil-7:
"Duyacaksın, küçük komutan.
Çünkü Sahra, sorularını saklayan çocuklarla konuşur."
19. Bölüm: Afrika
Sanayi İşbirliği (M.Ö. 3083)
Nil Deltası’nın
ortasında yükselen büyük taş salonun kapıları açıldığında, içerideki hava
birden değişti. Mumlar yanıyor, tavanın kubbesinde Afrika haritası yıldızlarla
işlenmiş gibi parlıyordu. Ortada kocaman bir masa yoktu; onun yerine, usta
ellerin oyduğu dev bir Afrika kıtası maketi duruyordu. Dağlar
kabartma, nehirler mavi taşlarla işaretlenmişti.
Kral Karmen, ağır
adımlarla içeri girdi. Elini kaldırarak sessizliği sağladı.
“Hoş geldiniz,” dedi
tok bir sesle. ”Bugün burada toplanmamızın sebebi, sıradan bir
ticaret değil. Yalancı Gümüş’ün doğuşu, tüm kıtanın kaderini değiştirecek.
Kaynak batıda, ihtiyaç doğuda. Demek ki, damarlar gibi birleştirilecek yollar
kurmalıyız.”
Gine
Kralı Mandé, kalın sesli ve gururluydu:
“Dağlarımız
boksitle dolu. Kırmızı toprağımız bizim kanımız gibidir. Ama kabul ederim ki,
tek başına hiçbir şey ifade etmez. Eğer Kemet’in bilgeliğiyle birleşirse, o
zaman dünyaya hükmedebilir.”
Başbilgin Enlil-Hotep,
haritanın yanına geldi. Tahta çubuğu ile Gine’nin batısından başlayıp Nil
Deltası’na uzanan rotayı işaretledi.
“İşte yolumuz. Bu
kırmızı taşların taşınması için kervanlar yeterli değil. Buharlı, elektrikli,
petrol gazlı motorlu arabalarımızı kamyona dönüştürmeliyiz. Çöl yolları, nehir
kıyıları ve deniz rotaları bir zincir gibi birbirine bağlanmalı.”
Fenikeli
deniz tüccarı Hanno araya girdi:
“Akdeniz
bizim gölümüzdür. Atlas Okyanusu’ndan Akdeniz’e açılan limanlar kurarsanız,
gemilerim boksiti doğuya taşıyabilir. Deniz yolunu açmak benim işim.”
Kral
Karmen başını salladı, sonra simyacı Neshi’ye döndü:
“Ve
sen, Simyacı Neshi. Taşların sesini duyan adam. Söyle bize, bu işin sırrı
nedir?”
Neshi,
gözleri hafif parlayan bir adamdı. Elleriyle önündeki küçük beyaz kristali
kaldırdı.
“Kral'ım,
yalancı gümüşün doğumu için bu kristal şarttır: Kriyolit. Boksiti eritirken
ateşin yükünü hafifletir, metali doğurtur. Onsuz olursa, ateş her şeyi yutar.
Ama onunla olursa… yıldızın içinden doğmuş gibi saf bir metal çıkar.”
Berberi
kervan başı ayağa kalktı:
“Çölde
biz olmadan yol alınamaz. Kervan yollarını biz biliriz. Ama bu yeni motorlu
arabalarla çölü aşabilir misiniz? Bu soruyu sormalıyım.”
Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi:
“Çölü aşmak için
motorların gölgeli duraklara ihtiyacı var. Su kuyuları ve bakım noktaları
kuracağız. Her yüz kilometrede bir istasyon… Böylece boksit nehirlere,
nehirlerden gemilere, gemilerden fırınlara ulaşacak.”
Etiyopya’dan
gelen altın tüccarı söz aldı:
“Bizim
elimizde altın var. Ama şunu gördüm: Bu yalancı gümüş hafifliğiyle altını bile
geride bırakacak. Altınla süslenir, ama bu metal göğe çıkar.”
Toplantı
salonunda hararetli tartışmalar sürerken Gine kralı ayağa kalktı:
“Benim
ülkemde bu fabrika kurulmalı! Topraklarımız bereketli, iş gücümüz hazır.
Ticaret yollarına da yakınız. Bize kurulsun!”
Salondaki
kalabalık alkışlarla destek verdi. Ancak bilginlerden biri kaşlarını
çattı ve itiraz etti:
“Efendim,
fabrikanın çalışması için yalnızca toprak yetmez. Buhar makinelerini ve
atölyeleri çalıştırmak için elektrik gerekir. Gine’de henüz elektrik
yok. Orada fabrika açarsak makineler susar, işçiler boş bekler.”
Bir
an sessizlik oldu. Ardından Nil kıyısındaki kral gür sesiyle söze
karıştı:
“Biz
Nil’in gücüyle elektrik üretiyoruz! Sularımız akıyor, çarklarımız dönüyor,
fırınlar yanıyor. Fabrika bizim topraklarımızda kurulursa gece gündüz
çalışabilir. Gine’de ise elektrik üretilemezse iş de biter.”
Salon bir kez daha
uğultuyla doldu, herkes Nil kralının sözlerini tartışmaya başladı.
Kral
Karmen, salondaki herkesi tek tek süzdü. Sesini yükseltti:
“O
halde karar verildi. Gine’de boksit çıkarılacak, Kriyolit bulunacak ya da yapay
üretilecek, Kemet’te fırınlarda yalancı gümüş doğacak. Bu, tek bir krallığın
değil, bütün Afrika’nın ortak işi olacak!”
Salonun taş
duvarları, ağır konuların yankısıyla titriyordu. Masanın ortasında, kuzeyin
haritaları, boksit damarlarının işaretlendiği çizimler ve liman planları
seriliydi.
Gine
Kralı, derin bir nefes alıp konuştu:
“Topraklarımız
boksitle dolu. Denizimiz gemilere açıktır. Lakin sorarım size: Bu cevheri
taşımak mı kolaydır, yoksa işleyip saf metal taşımak mı? Fabrikanın burada,
Gine’de kurulmasını isterim.”
Kemet
Bilgini, başını salladı:
“Gine
Kralı haklı. Lakin bu iş yalnız taşla değil, ateşle yapılır. Ve o ateşi
beslemek için elektrik gerekir. Biz Nil’in gücüyle bunu sağlayabiliyoruz. Sizin
topraklarınızda ise henüz bu kudret yok.”
Sessizlik
oldu. Sonra bir tüccar, parmağını haritanın kıyısına koydu:
“Boksiti
gemilerle taşımak mümkündür. Lakin limana vardığında neyle taşıyacağız? Atlarla
mı? Yollarda bataklık var. O yüzden yeni kamyonlar yapılmalı. Buharla,
elektrikle, hatta petrol gazıyla. Yükü gemiden fabrikaya götürecek bir filo.”
“Kamyonlar
için yollar da düzenlenmeli. İşçiler toprak kazacak, taş döşeyecek. Yollar
düzelmeden sanayi yürümez.”
Kral
Karmen, ellerini masaya vurdu:
1.
Kuzeye bir keşif ekibi
gönderilecek. Kriyolitin ne kadar olduğu öğrenilecek.
2.
Boksit gemilerle taşınacak, ama
kamyonlarla limandan fabrikaya aktarılacak.
3.
Fabrikanın yeri, hem limana yakın,
hem de elektrik gücüne yakın seçilecek.
4.
İlk fırınların inşasına
başlanacak. İşçiler, mühendisler, bilginler birlikte çalışacak.”
Ve mumların ışığında
herkes ayağa kalktı. Bu sadece bir toplantı değil, tarihin
ilk uluslararası sanayi planı idi.
Salondan
yükselen sesler, çöl fırtınası gibi yankılandı.
O
sırada küçük bir kız, utangaç adımlarla öne çıktı. Salimatou’ydu. Kral Karmen
ona baktı ve gülümsedi.
“Ve
sen, küçük şarkıcı. Senin getirdiğin taşla bu yol başladı. Şimdi bize söyle: Ne
hissediyorsun?”
Salimatou,
elindeki küçük davulu hafifçe çaldı ve kısık sesle söyledi:
“Ben
sadece memleketimden bir parça getirmiştim. Meğer kıtanın kalbini uyandırmışım.”
“O
halde tarihe şahitlik et, küçük kız. Bugün Afrika ilk kez bir olmuş, geleceğe
yürümüştür.”
Ve o anda, Afrika
kıtasının ahşap maketi üzerinde mum ışıkları titredi; sanki kıtanın damarları
gerçekten canlanıyor, kıtayı baştanbaşa ışıkla örüyordu.
19.1.
Kriyolit Keşif Toplama Ekibi
Kuzeye giden yol, çam ormanlarının gölgeleriyle
örtülüydü. Ay ışığı, buz tutmuş dallar arasında ince ince
süzülüyordu. Keşif ekibi, ağır kürkler giymiş, yanlarında meşaleler,
baltalar ve boş deri çuvallarla ilerliyordu.
Önden giden bilgin, adamlarına seslendi:
“Hatırlayın! Kralın emri açıktır.
Kriyolit bulunacak ve tek zerresi dahi geride bırakılmayacak.”
Kurt ulumaları geceyi böldü. Atlar ürktü. Bir muhafız
kılıcını çekti, diğeri mızrağını daha sıkı kavradı. Birkaç adım ötede bir gölge
kıpırdadı; ayı mıydı, yoksa geceyle alay eden bir hayal mi? Meşaleler daha da
yukarı kaldırıldı, ateşin sıcaklığına sığınarak yürüyüş sürdü.
Sonunda karla kaplı kayaların arasında, mağaranın
ağzı belirdi. İçeri girdiklerinde derinlerden soğuk bir ışıltı parladı.
Orada, taşların arasında bembeyaz kristaller parlıyordu. Kriyolit!
Bir işçi sevinçle bağırdı:
“İşte burada! Parlayan taş, kralın istediği taş bu!”
Kazmalar vuruldu, torbalar dolduruldu. Ama iş bitince
herkes birbirine baktı. Çuvallar sayıldı, tekrar sayıldı. Çok azdı… Mağaranın
en derin köşeleri bile boştu.
Bir muhafız kederle mırıldandı:
“Bu kadar mı? Bütün kuzeydeki tek kaynak bu mu?”
Bilgin derin bir iç çekti:
“Evet… Kriyolit bol değilmiş. Bunu bilmeden büyük
planlara girişmiştik. Artık bu taş altından da kıymetli.”
Geri dönüş yolunda sessizlik hâkimdi. Kurtlar yine
uluyordu, ama kimsenin onları duyacak mecali yoktu. Çünkü asıl tehlike
kurtlardan değil, geleceğin tıkanmasından geliyordu.
Kayıtlar Salonu’na vardıklarında Kral’ın huzuruna
çıktılar. Çuvalları yere bıraktılar.
“Efendim,” dedi bilgin
başını eğerek, ”kuzey mağaralarının bütün kriyolitini topladık. Ama… bu
kadardan fazlası yok. Üretim bu taşla başlayabilir, ama devam etmez. Yeni bir
yol bulmalıyız.”
Kral Karmen’in kaşları çatıldı. Salonda soğuk bir rüzgâr
esti sanki.
Kuzeyden dönen keşif ekibi, çuvallarını yere
bıraktığında taş salonun uğultusu kesildi. Çuvallardaki kriyolit, mum ışığında
sönük bir beyaz parıltıyla göründü. O kadar azdı ki, kralın yüzü gölgelere
büründü.
“Bu mu?” dedi
Karmen, sesi derinden gelen bir fırtına gibiydi. ”Bütün kuzey
mağaralarının hazinesi bu kadar mı?”
Başbilgin başını eğdi. ”Kral'ım… evet.
Kriyolit, düşündüğümüz gibi bol değilmiş. Bu taş olmadan ateşlerimiz alüminyumu
açığa çıkaramaz. Yalancı gümüş doğmadan sönüp gidecek.”
Taht odasında bir sessizlik çöktü. Tüccarlar,
askerler, rahipler; herkes başını eğdi. Kral, yumruğunu tahtın koluna vurdu:
“Öyleyse bütün planlar duruyor!
Roketler, arabalar, fırınlar… hepsi! Bu kadar taşla bir ülke değil, bir kılıç
bile dökülemez!”
Bir hayal kırıklığı dalgası salonda yankılandı.
Umutların ağırlığı duvarlara çarpıp geri döndü.
Ama
sonra Başbilgin Enlil-Hotep dizlerinin üzerine çöktü,
bakışlarıyla Karmen’e yaklaştı:
“Efendim… belki bu Tanrı’nın bizi
sınamasıdır. Doğada bulamadığımızı biz yaratmalıyız. Bu taşın adı boşuna
‘Tanrı’nın gözyaşı’ değildir. Belki de Tanrı, gözyaşını kendi elimizle
dökmemizi bekliyor.”
Kral suskun kaldı. Ardından ağır ağır başını salladı.
“Öyleyse gidin. Laboratuvarlara
kapanın. Taşları, tuzları, ateşi ve elektriği konuşturun. Bana Tanrı’nın
gözyaşlarını getirin.”
19.2.
Laboratuvarlar Kriyolit Araştırması
Bilginler ve simyacılar günlerce uyumadan çalıştılar.
Kimisi tuzları eritip elektriğin içinden geçirdi.
Kimisi volkanik camı öğütüp ateşe verdi. Kimisi buzları eritti, içine kül
kattı.
Ama her deneme ya patlamayla ya da beyaz dumanla
sonuçlandı.
Bir bilgin günlüğüne şöyle yazdı:
“Bininci deneyimizde yine
başarısız olduk. Tanrı’nın gözyaşları bizden gizlenmiş bir sır gibi. Ama pes
etmeyeceğiz. Çünkü yalancı gümüşün doğuşu, bu gözyaşlarına bağlı.”
Laboratuvarlarda cam tüpler patladı, taş kazanlar
çatladı. Ama her başarısızlık, bilginlerin inadını artırdı. Çünkü hepsi
biliyordu: Eğer kriyolitin yapayını bulurlarsa, bir daha kimseyi
beklemek zorunda kalmayacaklardı.
Gece gündüz fark etmiyordu artık. Mumlar sönüyor,
yeniden yakılıyor, kazanlar kaynıyor, reaktörler çatlıyordu. Ama bilginler,
tüccarların ve kralın baskısına rağmen vazgeçmiyordu. Simyacılar altın yapmakla
uğraşmayı bırakmış, kriyolit yapmak için ter döküyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep, taş levhalara titizlikle
notlar düşüyordu:
“Demir ve bakır bize yıldızların
sırrını anlattı, ama kriyolit sessiz. Onu biz yaratmalıyız. Doğanın
vermediğini, aklımızla kurmalıyız. Bu bizim en büyük sınavımızdır.”
Neshi, kazanın başında ellerini ovuşturdu. ”Flor
bileşikleri olmadan olmaz. Bunu anladık. Şifacıların ilaçlarda kullandığı
amonyum tuzlarını denedik, izler gördük. Alev rengi değişti. Bu, doğru yolda
olduğumuzu gösteriyor.”
Genç bir çırak heyecanla atıldı:
“Ustam! Sodyumlu tuzlarla
denediğimizde köpürme oldu. Belki de bunları alüminyum oksitle birlikte
vermeliyiz.”
Başbilgin başını salladı. ”Evet. Sodyum
hidroksit, alüminyum oksit ve florür… Bu üçlü birleşmeden Tanrı’nın gözyaşı
doğmaz.”
Ve günlerce deneme-yanılma sürdü.
Bir deneyde tüpler patladı, tavana kadar beyaz duman
yayıldı. Bir başka deneyde karışım eriyip taş reaktörün dibini deldi. Ama
bazen, yüzeyi cam gibi parlayan kristaller oluştu. Bilginler bu anlarda diz
çöküp taş parçalarını incelerdi.
Sonunda, bininci denemede, göz alıcı beyaz kristaller
tüpün dibine çöktü. Başbilgin titreyen elleriyle aldı, ışığa tuttu. Kristaller
şeffaf, düzgün kenarlıydı.
“Bu… işte bu!” dedi
nefesi kesilerek.
“Na₃AlF₆… Tanrı’nın gözyaşını biz
yarattık.”
Neshi kahkaha attı, sonra gözleri doldu. ”Artık
kuzey mağaralarının taşına muhtaç değiliz. Kendi kristalimizi kendimiz
yapıyoruz!”
Kral’a gönderilen ilk rapor şöyle bitti:
“Efendim, artık doğanın
kıtlığından korkmuyoruz. Kendi ellerimizle kriyolit üretebiliyoruz. Bu, sadece
yalancı gümüşün değil, insan aklının zaNil-7ir.”
19.3.
Kriyolit Fabrikası Planlama Toplantısı
Kayıtlar Salonu’nda ağır bir sessizlik vardı. Uzun taş
masanın üzerinde haritalar, taş örnekleri ve küçük cam kavanozlara doldurulmuş
çözeltiler dizilmişti. Mum ışığında parlayan cam tüpler arasında bilginler
yerlerini almıştı. Kuzey mağaralarının kristali tükenmişti. Artık tek çare,
insan eliyle yapay kriyolit üretmekti.
Başbilgin Enlil-Hotep sözü aldı.
“Efendiler,” dedi,
sesinde hem yorgunluk hem kararlılık vardı, ”Tanrı’nın gözyaşları
dediğimiz kristale artık muhtaç değiliz. Onun formülünü çözdük: Na₃AlF₆. Fakat
bunun için üç temel bileşen gerekir: sodyum, alüminyum ve flor. Soru şu:
Bunları nereden bulacağız?”
Genç bilgin Khufu hemen öne eğildi.
“Sodyum için göllerimiz var. Tuz
göllerinden bolca sodyum klorür elde edebiliriz. Elektrolizle bu tuzdan sodyum
hidroksit çıkarılabilir. Bu, fabrikanın ilk hammaddesi olacaktır.”
Yaşlı bilgin Ptolem söz aldı.
“Alüminyum oksit için endişelenmemize
gerek yok. Gine’den gelen boksiti işlerken zaten bol miktarda Al₂O₃ elde
ediyoruz. Asıl mesele flor bileşenleri.”
Kadın bilgin Meritre, notlarını karıştırarak konuştu.
“Flor olmadan kriyolit olmaz.
Bunun için iki yol var. Birincisi, dağlarda bulunabilen fluorit taşıdır.
Eritildiğinde hidrojen florür elde ederiz. İkinci yol ise bitkilerden ve
kemiklerden flor tuzları çıkarmaktır. Fakat bu yöntem zahmetlidir.”
Başbilgin yeniden söze girdi.
“O halde kriyolit fabrikasının üç
kaynağa ihtiyacı olacak: tuz göllerinden sodyum, boksit ocaklarından alüminyum
oksit ve dağlardan çıkarılacak fluorit. Ayrıca üretim yüksek sıcaklık ister; bu
nedenle bolca enerjiye, yani kömüre ya da suyun gücüne ihtiyaç duyacağız.”
Khufu ayağa kalkarak bir parşömen açtı.
“Üretim basamaklarını şöyle
özetleyebilirim:
Birincisi, tuz göllerinden
elektrolizle NaOH elde edilecek.
İkincisi, boksitten saf Al₂O₃
çıkarılacak.
Üçüncüsü, fluorit taşından
hidrojen florür elde edilecek.
Dördüncüsü, bu maddeler özel reaktörlerde
bir araya getirilip kriyolit sentezlenecek.
Son aşamada ise kristaller
süzülüp kurutulacak.”
Yaşlı Ptolem başını salladı.
“Bu yalnızca bir fabrika değil,” dedi, ”adeta
bir kimya vadisi kuruyoruz. Tuz gölünün kenarında elektroliz tesisleri,
dağlarda fluorit madenleri, limana yakın boksit ocakları… Hepsi birbirine
bağlanmalı.”
Salonda derin bir sessizlik oldu.
Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep sözlerini ağır ağır söyledi:
“Karar verilmiştir. Kuzey
kristallerine değil, kendi aklımıza yaslanacağız. Kriyolit fabrikası kurulacak.
Bundan böyle taşların fısıltısına değil, bilimin sesine güveneceğiz.”
Mumların titrek ışığı o cümleyi taş duvarlara kazır
gibi yansıttı.
19.4.
Kriyolit Fabrikası İnşaatı
Gine kıyılarında, denizin tuzlu kokusunun kara ile
buluştuğu yerde, büyük bir şantiye doğmuştu. Toprağa ilk kazmayı vurduklarında
işçiler ”Bu yalnızca taş değil, tarihin temeli” dediler.
Günler ilerledikçe sahil boyunca yükselen iskeletler, geleceğin kalbi olacak
fabrikanın hatlarını çiziyordu.
Önce devasa fırınların temeli atıldı. Kalın taş
bloklar birbirine geçirildi, üzerine volkanik kayalardan elde edilmiş yüksek
ısıya dayanıklı tuğlalar dizildi. ”Bu fırınlar,” dedi Başbilgin Enlil-Hotep, ”yalnızca
taş eritmeyecek. İnsan aklının sınırlarını da eritecek.”
Kıyıya yakın bir yerde elektroliz salonu kuruldu. Göl
tuzlarından elde edilen sodyum klorür, bakırla kaplı dev havuzlara taşınıyordu.
Burada, bronz elektrotlar arasında kıvılcımlar çakıyor, suyun üzerinde mavi
ışıklarla dans eden gaz kabarcıkları yükseliyordu. Bir işçi hayranlıkla bakıp
fısıldadı: ”Sanki yıldırımı zincire vurduk.”
Dağlardan getirilen fluorit taşları için ayrı bir ocak
yapıldı. Kayaların içinden sökülen yeşilimsi kristaller, kireç taşlarıyla
birlikte fırınlara atılıyor, oradan çıkan asitli dumanlar cam tüplerden
geçirilerek toplanıyordu. Bu, hidrojen florürdü. Sert, tehlikeli, yakıcı… ama
aynı zamanda kriyolitin ruhu.
Boksit cevherinden elde edilen alüminyum oksit ise
limanın hemen ardındaki öğütme değirmenlerinde işleniyordu. Buhar gücüyle dönen
çarklar, kırmızı toprağı toz haline getiriyor, ardından kimyasal banyolarda saf
beyaz bir toza dönüştürüyordu.
Bütün bu akış, fabrikanın kalbindeki reaktörlere
yönlendiriliyordu. Dev bronz kazanların içinde, NaOH, Al₂O₃ ve HF buluşuyor,
yüksek ısıda kaynaşıyordu. Başlarında bilginler nöbet tutuyor, sıcaklığı
ölçüyor, basıncı izliyorlardı. İlk günlerde kazandan yalnızca duman ve
başarısız çözeltiler çıktı. Ama yılmadılar. Günler geçti, haftalar geçti.
Ve nihayet bir sabah… Reaktörün içinden buz gibi beyaz
kristaller doğdu. Işığı tutunca gökkuşağını andıran, saydam bir taş: Yapay
kriyolit. İşçiler haykırdı, bilginler gözyaşlarını saklamadı. Çünkü bu yalnızca
bir kimyasal değil, bilimin zaferiydi.
Fabrika artık bir taş yığını değil, ateşle, tuzla ve
insan zekâsıyla işleyen bir kalp olmuştu. Gine’nin sahilinden yükselen bu dev
yapı, kıtaları birleştirecek uluslararası bir sanayi ağının ilk ışığıydı.
19.5.
İlk Alüminyum Üretimi ile Krala Sunulan Hediye
Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarında sessizlik hakimdi.
Mumların titrek ışıkları, reaktörlerin bakır duvarlarında parlıyordu. Yapay
kriyolit, ince beyaz kristaller halinde bir taş tepsisinde
duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep derin bir nefes aldı.
“İşte,” dedi. ”Tanrının
gözyaşlarını artık kendi ellerimizle çağırabiliyoruz.”
Simyacı Neshi elini uzattı, kristale dokundu. Taş
soğuktu, ama içinde bir ateş gizlenmiş gibiydi. Onu büyük fırının içine
yerleştirdiler, üzerine alümina döktüler. Bronz elektrotlar yerine
yerleştirildi, basınçlı tüplerden elektrik fışkırdı. O an, havada keskin bir
ozon kokusu yayıldı.
Saatler süren deneyin sonunda, fırının dibinde gümüşi,
parlak bir sıvı toplandı. Soğudukça, katılaşan ve ışığı yansıtan ince levhalar
ortaya çıktı. Başbilgin eğilip parmaklarıyla dokundu:
“Bu, yalancı gümüş…” dedi. ”Ama
artık bizim eserimiz.”
Birkaç hafta boyunca laboratuvar yalnızca üretimle
uğraştı. Küçük kalıplar, ince tabakalar, çubuklar yapıldı. Ardından,
bilginlerin önerisiyle, krala sunulacak büyük bir hediye hazırlandı: eksiksiz
bir yemek takımı. Tabaklar hafifti, kaşıklar parlıyordu, bıçaklar keskin,
bardaklar inceydi.
O gün, kralın huzuruna çıktılar. Altın tahtında oturan
Kral Karmen, hediyeyi görünce kaşlarını kaldırdı.
“Bu nedir? Gümüşe benziyor ama
değil… Altın değil… Demir değil…”
“Efendim” dedi Başbilgin Enlil-Hotep,
diz çökerek. ”Bu sizin ülkenizin ateşiyle, bizim aklımızın gücüyle
doğdu. Yalancı gümüş… İnsanlığın yeni metali.”
Kral eline bir bardağı aldı, ışığa tuttu. Bardak o
kadar hafifti ki şaşkınlıkla gülümsedi. Ardından kaşığı denedi, tabağa
vurduğunda tiz bir ses çıktı.
“Bu metal,” dedi
kral, ”sofrada da işe yarar. Ama asıl merak ettiğim… daha fazlasını
yapabilir misiniz?”
Başbilgin ve bilginler aynı anda cevap verdi:
“Evet Efendim. Ama bunun için
yalnızca laboratuvar değil, bir fabrika kurmamız gerekiyor.”
Kral gülümsedi.
“Öyleyse başlayın. Yalancı
gümüşün diyarı buradan yükselecek.”
Ve böylece, ikinci büyük inşa süreci başlıyordu:
alüminyum fabrikasının destansı doğuşu.
19.6.
Alüminyum Fabrikasının İnşaatı
Kemet’in gökleri altında yeni bir çağın inşası
başlıyordu. Taş bloklar değil, çelik iskeletler ve dev fırınların temelleri
vardı artık. Halk, ilk kez kendi elleriyle anıt değil, tarihin ilk fabrikasını
dikiyordu.
Nil kıyısında, dev bir fabrikanın temelleri
kazılıyordu. Çamurdan yapılan tuğlalar değil, kalın taş bloklarla desteklenmiş
fırın odaları, elektrik tüplerini besleyecek galeriler, bakır kabloları
taşıyacak oluklar hazırlanıyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep inşaat alanının
ortasında durdu, işçilere seslendi:
“Artık taş yığınları değil,
ateşin ve elektriğin hüküm sürdüğü evler yapıyorsunuz. Bu yer, yalancı gümüşün
rahmi olacak!”
Binlerce işçi çalışıyordu. Kimisi taş kesiyor, kimisi
bakır telleri döşüyor, kimisi basınçlı tüplerin metal gövdelerini çekiçliyordu.
Kadınlar da erkekler kadar çalışıyor, mühendisler her gün yeni çizimler
getiriyordu.
Aynı günlerde, Gine’nin kırmızı topraklarından boksit
yüklü gemiler yola çıkmıştı. Büyük yelkenliler rüzgârı dolduruyor, kervan
başkanları yüklerin ağırlığını hesaplıyordu. Limana ulaşan boksit, hemen yapımı
süren dev kamyonların kasalarına doldurulacaktı.
Kamyonların bir kısmı yalnızca boksit taşıyacak, bir
kısmıysa Jabal Zayt’ın rüzgârlı kıyılarından petrol gazı fıçılarla getirecekti.
Böylece Nil kıyısındaki enerji santrallerinin bacaları hiç sönmeyecek,
fabrikalara durmaksızın güç pompalanacaktı.
Ve o santraller… Nil’in kıyısında yükselen dev
bacalar, çarklarla dönen türbinler, akışı yönlendirilmiş su kanallarıyla
çağlayanlar inşa ediliyordu. Yıldırımın gücü artık gökten değil, insanın
ellerinden doğuyordu.
Halk kendi rızasıyla çalışıyordu. Çünkü biliyorlardı
ki bu fabrika taş bir mezar değil, yaşayan bir gelecekti. Çocukları
piramitlerin ve uydurulan binlerce tanrıların gölgesinde değil, ışıldayan
yalancı gümüşten yapılan kanatların altında büyüyecekti.
Kral Karmen, inşaat alanını ziyaret ettiğinde gözleri
gururla parladı.
“Bu,” dedi, ”ölüler
için değil, yaşayanlar için dikilmiş en büyük anıt olacak.”
Ve böylece tarihte ilk kez, bir uygarlık tanrılarına
değil, bilime ve üretime adanmış bir yapı inşa etmeye başlamıştı.
19.7.
Alüminyum Fabrikasının Açılışı
Ve nihayet…
Göklerin rengi akşam alacasında ağır ağır kızıl bir
tona bürünürken, fabrikanın devasa bacalarından yükselen duman, tarihin yeni
bir çağını haber veriyordu. Fırınlar ateşlendi; kızıl kömür alevleriyle
birlikte, dev potaların içinde beyaz ışık saçan eriyik metaller kaynamaya
başladı. Yüksek gerilim şalterleri indirildiğinde, dev enerji santrallerinden
gelen akım kabloları zangırdattı, makinalar homurdandı ve bütün fabrika bir
devin uyanışı gibi titredi.
Bilginler ve ustalar, göz kamaştırıcı kıvılcımların
karşısında heyecandan birbirlerine baktılar. İlk kez, yapay kriyolit yardımıyla
eritilen boksit, potalardan süzülen gümüşümsü bir nehir halinde akıyordu. O an,
insan emeğinin ve zekâsının birleştiği mucize gerçekleşmişti.
Kral, mermer basamaklarla çevrili tören meydanına
kurulan fabrikanın girişine geldi. Onun huzurunda, işçiler ellerinde yeni
dökülmüş ilk alüminyum külçesini taşıyorlardı. Parlaklığıyla gümüşle yarışan bu
hafif metal, insanlığın en büyük armağanı gibiydi.
Borular ötüyor, davullar çalıyor, halk coşkuyla
bağırıyordu. Piramit gibi saçma dağ gibi mezar dikmek yerine işçiler elektrikle
işleyen çelik ve alüminyum fabrikası yükselmişti. İnsanlar ellerinde
meşalelerle fabrikanın çevresinde halay çekerken, kral ellerini kaldırdı ve şu
sözleri söyledi:
“Bugün taş değil, ışığı işledik!
Bundan böyle göğe yükselen eserlerimiz, insanın kendi kudretine de şahitlik
edecek.”
Kutlamalar sabaha kadar sürdü. Ateşin, elektrik
ışıklarının ve göğü yırtan işçi şarkılarının altında, yeni çağın ilk büyük
fabrikası resmen açılmış oldu.
..
19.8.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: ”Demek ki, sadece taş yetmiyor,
insan aklı da taş gibi işlenmeli… Peki robot, neden bu insanlar bu kadar
uğraştı? Bir metal için günlerce, aylarca niye uğraşsınlar ki?”
Nil-7: ”Çünkü Sahara, o metal onların göğe
uzanan merdiveniydi. Altın süslerdi, demir korurdu, ama yalancı gümüş hafifti,
dayanıklıydı, uçar gibiydi. Onlar göğe çıkmak istiyorlardı. Bir metal bazen
sadece bir metal değildir; bir medeniyetin kanatları olabilir.”
Sahara: ”Peki ya o küçük kız, Salimatou… O
sadece bir taş getirdi. Nasıl oldu da bütün kıtanın kalbini uyandırdı?”
Nil-7: ”Çünkü büyük kıvılcımlar küçük
çakmak taşlarından doğar. Salimatou’nun taşı, kralların gururundan daha ağır
geldi. Bazen bir çocuğun oyuncağı, bir imparatorluğun kaderini değiştirir.”
Sahara: ”Ama sonra hayal kırıklığına
uğradılar… Kriyolit az çıktı. O an umutları sönseydi ne olurdu?”
Nil-7: ”O zaman tarihin akışı da sönerdi.
Ama işte insanın sırrı budur: Yeter ki yolu kapansın, yeni bir yol çizer.
Tanrı’nın gözyaşlarını doğadan bulamayınca, kendi elleriyle döktüler. Bu yüzden
o metal, yalnız taşın değil, insan inadının da eseridir.”
Sahara: ”Söylesene Nil-7… Sence kral neden
bu kadar sabretti? Neden bilginlere zaman verdi? Çoğu kral sabırsız olurdu.”
Nil-7: ”Çünkü Kral Karmen, taşlarla değil,
zihinlerle imparatorluk kurduğunu biliyordu. O, altınla değil, akılla süslenmiş
bir taht kurmak istedi. Bir kral sabırla beklerse, halkı da sabırla çalışır. Ve
sabırdan doğan metal, asla paslanmaz.”
Sahara: ”Bu hikâyede en çok hoşuma giden
şey, onların ‘birlikte’ demesi… Ama gerçek dünyada insanlar neden çoğu zaman
birlikte olamıyor?”
Nil-7: ”Çünkü Sahara, insanlar çoğu zaman
‘benim toprağım, benim çıkarım, benim gücüm’ diye düşünür. Ama unuttukları şey
şudur: Metal tek bir elde değil, birlikte işlendiğinde değer kazanır. Tarihin
en parlak anları, insanların birlikte söylediği şarkılardır. Ayrı ayrı sesler
gürültü olur, birlikte söylenirse destan olur.”
20. Bölüm:
Roketli Uçuş Sanatı (M.Ö. 3082)
Kral Karmen o gece yatağında sağa sola dönüp
duruyordu. Dört yıl önceki o sahne, dumanın içinden göğe fırlayan ilk kutu,
zihninde tekrar tekrar canlanıyordu. O anın heyecanı hâlâ damarlarında
dolaşıyor, kulaklarında hâlâ o ıslık sesi çınlıyordu.
Balkonda haykırdığı söz kulağına geri gelmişti:
“Daha yükseğe!”
Ama aradan geçen dört yılda krallık bambaşka bir yola
girmişti. Buharlı motorlar icat edilmiş, ilk fabrikalar çalışmaya başlamıştı.
Elektrik kabloları saray koridorlarından şehre yayılmaya başlamıştı. Benzinli
motorlarla arabalar yapılmaya başlanmış, köylerden şehre mal taşıyan atlı
arabaların yerini gürültülü makineler almıştı. Alüminyum keşfedilmiş,
gökyüzünün rengini hatırlatan bu hafif metal, bilginlerin ellerinde mucizelere
dönüşüyordu.
Ama roket?
Hayır… Roketi daha ileri götürmeye zamanları
olmamıştı.
Kral yerinden fırladı. Hizmetçilere emir verdi:
"Bana Başbilgini çağırın!
Hemen, şimdi!"
Gece yarısı uykusundan kaldırılan Başbilgini, ince
pijamaları içinde koşarak geldi. Saçları dağılmış, göz kapakları yarı kapalıydı
ama kralın gözlerindeki parıltıyı görünce ayıldı.
Kral derin bir nefes aldı:
"O geceyi hatırlıyor musun?
Kutunun göğe fırladığı anı?"
Başbilgin Enlil-Hotep başını salladı,
hafifçe gülümsedi:
"Tabiyki hatırlıyorum
efendim… Krallığımızın yeni çağının ilk işaretiydi."
Kral sesini yükseltti:
"Peki neden hâlâ göğe
çıkamadık? Buhar motorları var, elektrikli arabalarımız var, alüminyumumuz var…
Ama hâlâ o kutudan daha yükseğe çıkmadık!"
Başbilgini sustu. Bir süre düşündü. Sonra ağır ağır
konuştu:
"Çünkü, efendim, gökyüzü ile
uğraşmak sabır ister. Biz halkın ekmeğini çoğaltmak, hayatını kolaylaştırmak
için motorlara yöneldik. Ama göğe çıkmak… O başka bir hayaldir."
Kral hiddetle ayağa kalktı, kollarını açtı:
"Hayaller benim işimdir!
Sizin işiniz onları gerçeğe çevirmek!"
Odada derin bir sessizlik oldu. Sadece gece lambasının
titrek ışığında Başbilgini’nin yüzündeki gölge kıpırdadı. Sonunda bilgin başını
eğdi:
"O halde, yeniden roket
işine dönelim. Buharı ve elektriği kullandık, petrol gazını öğrendik,
alüminyumu işledik… Artık bu bilgilerle o kutuyu ve daha büyüklerini göğün
ötesine taşıyabiliriz."
Kralın gözleri parladı.
"Başla o zaman! Sabah olur
olmaz bütün bilginleri topla. Benim dört yıldır geceleri uykumu kaçıran hayalimi
gerçeğe dönüştürün. Bana… Daha yükseğini verin!"
Sabah olduğunda sarayın büyük salonunda bilginler
toplandı. Masanın ortasında dört yıl öncesinden kalma alınan notların yazıldığı
parşömen ruloları, barut torbaları ve daha önce yapılmış küçük roket kutuları
vardı. Kral, tahtında oturuyordu ama yüzündeki sabırsızlık her şeyi ele
veriyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep söze başladı:
"Efendim, dört yıl önce
tesadüfen başlayan roket sanatı hâlâ kara barutla sınırlı. Buhar ve benzin bize
yeni yollar açtı ama roket için hâlâ tek yakıt bu. Bugün onun sınırlarını test
edeceğiz."
Sekhdukar hemen atıldı:
"Ben barutatı yaparken
öğrendim ki kara barut, arabayı ileri yürütebiliyor. Ama patlamanın şiddeti çok
dengesiz. Eğer roketlerde de aynı dengesizlik olursa… (bir an sustu, ellerini
açarak) …ya göğe çıkarız, ya da havada parçalanırız!"
Tefnut gülerek ekledi:
"Yani ya yıldızlara, ya
mezarlığa!"
Herkesin yüzü ciddileşti. Çünkü bu sadece bir şaka
değildi, gerçek bir ihtimaldi.
Başbilgin parşömenine yeni bir çizim yaptı:
"Kara barutun gücü sınırlı.
Tozun tanesi, havayla ne kadar hızlı karışırsa, o kadar hızlı yanar. Ama ne
kadar yükseğe çıkarabiliriz? En iyi ihtimalle, yüzlerce metre. Belki biraz daha
fazla. Ama ötesi yok."
Kral öne eğildi:
"O zaman sınırına kadar
deneyin! Bana gökyüzünün kapısını açın. Patlamadan korkmayın."
Sekhdukar’ın gözleri parladı.
"Efendim, benim barutat
deneyimlerimden faydalanabiliriz. Patlama şiddetini önce bir haznede toplayıp,
dar bir ağızdan bırakmak gerek. Böylece gaz birden değil, yönlendirilerek
çıkar. Yani… barut da nefes alıp verebilir!"
Başbilgin başını salladı.
"Güzel. Haftaya büyük
meydanda en güçlü kara barut roketimizi yapacağız. Eğer göğe çıkmazsa, o zaman
yeni ve daha güvenli yakıt arayışına girmemiz gerekecek."
Kral ayağa kalktı, sesi salonu doldurdu:
"O hâlde başlayın! Bugün
göğün sınırını, yarın yıldızların kapısını zorlayacağız!"
Bilginler bir an sustu. İçlerinden bazıları barutun
tehlikesini düşündü, bazıları göğün davetini. Ama hepsi, önlerinde yeni bir
çağın durduğunu biliyordu.
20.3. Roket
Tasarımı Üzerine Tartışmalar
Öğleden sonra kayıtlar salonunun büyük odasında ateşli
bir tartışmaya dönüştü. Masanın etrafında toplanan bilginler, parşömen
rulolarını açmış, küçük ahşap modellerle roket tasarımlarını sergiliyordu.
Hava, mürekkep ve eski papirüs kokusuyla doluydu; dışarıda Nil’in suları
hafifçe çalkalanırken, içeride fikirler fırtına gibi çarpışıyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep, masanın ortasına bir ahşah
roket modeli yerleştirdi. Model, dört yıl önceki kutunun geliştirilmiş haliydi:
Uzun bir gövde, dar bir ağız ve içindeki barut haznesi. ”İşte
başlangıcımız,” dedi. ”Ama kara barutun gücü sınırlı.
Patlama değil, itiş gücü yaratmalıyız. Gazı kontrollü salıvermek için, hazneyi
daraltalım ve bir valf ekleyelim; tıpkı Nil’in barajlarında suyun akışını
yönettiğimiz gibi.”
Sekhdukar, modelin yanına eğildi ve bir parmakla
hazneyi işaret etti. ”Doğru söylüyorsun, efendim. Ama valf yetmez.
Barutun yanma hızını ayarlamalıyız. Daha ince toz yaparsak, yanma yavaşlar ve
itiş uzar. Düşünün: Bir ok gibi fırlamak yerine, bir kartal gibi süzülmek!” Gözleri
parlıyordu; barutla yıllarca uğraşmış biri olarak, bu onun tutkusuydı.
Tefnut, kaşlarını çatarak araya girdi. ”Yavaş
yanma mı? Tehlikeli! Hatırlayın, geçen ayki barut denemesinde toz ince olunca,
kazanda birikinti oluştu ve patlama neredeyse bizi yuttu. Hayır, ben diyorum ki
alüminyumu kullanalım. Hafif gövdeler yaparsak, roket daha yükseğe çıkar.
Alüminyum devrimimiz boşuna mıydı?”
Salondaki bilginlerden biri, genç Irsu, heyecanla
ayağa kalktı. ”Alüminyum! Evet! Gövdeyi alüminyumdan yaparsak,
ağırlık azalır. Ama yakıtı da geliştirmeliyiz. Kara barutun yanına, petrol gazı
ekleyelim. Gazı sıvı halde depolayalım, barutla karıştırınca patlama değil,
sürekli bir alev olsun. Düşünün: Roket, bir ejderha gibi nefes alsın!”
Kral Karmen, tahtından öne eğildi, parmaklarını masaya
vurarak konuştu: ”Ejderha mı? Güzel! Ama riskli. Bir ejderha
kontrolden çıkarsa, sarayı yakar. Önce küçük testler yapın. Alüminyum gövdeli,
valfli bir roket. Ve yakıtı karıştırmadan önce, her bileşeni ayrı ayrı deneyin.”
Tartışma hararetlendi. Nabu-Ser, sessizce dinledikten
sonra söze girdi: ”Efendim, bir de yönlendirme meselesi var. Roket
göğe fırlıyor ama rüzgârla savruluyor. Kanatçıklar ekleyelim; delta
kanatlarındaki gibi. Uçma Olimpiyatları’ndan ilham alalım. Amina’nın süzülüşü
gibi, roket de dengeli uçsun.”
Başbilgin başını salladı, not aldı. ”Mükemmel.
Yani tasarımlarımız: Hafif alüminyum gövde, kontrollü valf, ince barut ve
kanatçıklar. İlk test için, Nil kıyısında bir rampayı hazırlayın. Hedef: Dört
yıl önceki yükseklikten iki kat fazla.”
Bilginler, modelleri işaret ederek çizimler yaptı.
Salon, fikirlerin ve kahkahaların karışımıyla doldu. Ama altında bir gerilim
vardı: Başarısızlık, kralın hayalini erteleyebilirdi. Kral, pencereden
gökyüzüne bakarak mırıldandı: ”Daha yükseğe... Yıldızlara kadar.”
20.4. İlk
Test Roketinin İnşası
Toplantıdan hemen sonra, bilginler Kayıtlar Salonu’nun
atölyesine geçti. Güneş, taş duvarlardan sızarken, çekiç sesleri ve metalin
tıngırtısı yankılanıyordu. Alüminyum levhalar, Gine’den gelen son sevkiyattan
kesilmişti; hafif ama parlak, sanki gökyüzünden düşmüş gibiydiler.
Sekhdukar, barut ocağında çalışıyordu. İnce tozu eleyerek
torbalara dolduruyor, her ölçüyü iki kez kontrol ediyordu. ”Bu toz,
roketin kalbi,” diyordu çıraklarına. ”Yanlış bir oran,
kalp durur.”
Tefnut ve Irsu, alüminyum gövdeyi şekillendiriyordu.
Çekiçler, ince levhaları kıvırıyor, bronz cıvatalar birleştiriyordu. Gövde, bir
mızrak gibi uzun ve dar olmuştu; ucunda dar bir ağız, arkasında valf. ”Hafifliği
hissedin,” dedi Tefnut, gövdeyi kaldırarak. ”Bir çocuk bile
taşıyabilir. Ama ateşlendiğinde, bir dev gibi yükselecek.”
Nabu-Ser, kanatçıkları tasarlıyordu. Delta kanatlardan
esinlenerek, küçük ahşap kanatçıklar ekledi. ”Bunlar, rüzgârı
yönlendirsin,” dedi. ”Roket, sadece fırlamasın; uçsun.”
Başbilgin Enlil-Hotep, her parçayı denetliyordu.
Geceye kadar çalıştılar; meşaleler yandı, işçiler yoruldu. Sonunda, roket
hazırdı: Bir metre boyunda, gümüş rengi bir ok. Kral, atölyeye geldiğinde,
roketi eline aldı. ”Bu,” dedi, ”hayalimin
ilk kanadı.”
20.5. Nil
Kıyısındaki Test Uçuşu
Ertesi sabah, Nil’in sakin kıyısında bir rampa
hazırlandı. Halk, merakla toplanmıştı; çocuklar roketi işaret ediyor, yaşlılar
fısıldaşıyordu. Uçma Olimpiyatları’ndan beri gökyüzü heyecanı dinmemişti, ama
bu sefer bir makine uçacaktı.
Bilginler, roketi rampaya yerleştirdi. Valfi kontrol
ettiler, barutu doldurdular. Kral, tepeden izliyordu; kalbi göğsünde
çarpıyordu. ”Hazır mısınız?” diye sordu.
Başbilgin başını salladı. Tefnut, uzun bir fitili
yaktı. Herkes nefesini tuttu.
Islık sesi yükseldi. Roket titredi, sonra... Fırladı!
Alüminyum gövde, güneş ışığında parlayarak göğe doğru yükseldi. Kanatçıklar
rüzgârı yakaladı, roket savrulmadan düz bir çizgi izledi. Yüz metre, iki yüz
metre... Dört yıl önceki kutudan üç kat yükseğe çıktı.
Ama sonra, bir patlama! Roket havada dağıldı, parçalar
Nil’e yağdı. Halk çığlık attı, bilginler yere eğildi.
Kral, balkondan haykırdı: ”Hayır! Devam
edin! Bu, sadece bir adım!”
Başbilgin, yere düşen parçaları toplarken
mırıldandı: ”Valf tıkanmış. Barut çok ince yanmış. Ama uçtu...
Gerçekten uçtu.”
20.6. Başarısızlık
ve Yeni Keşifler
Atölyeye dönen bilginler, roketin kalıntılarını
inceledi. Sekhdukar, valfi parçaladı: ”Tıkanıklık buradan. Gaz
birikmiş.” Tefnut, alüminyum parçaları kontrol etti: ”Gövde
sağlam kalmış. Hafiflik işe yaramış.”
Tartışma yeniden alevlendi. Irsu önerdi: ”Petrol
gazını ekleyelim. Sıvı yakıt, baruttan daha kontrollü.” Nabu-Ser
ekledi: ”Ve birden fazla aşama yapalım. Roket, katman katman
atlasın; her katman ayrı yansın.”
Kral, ertesi gün geldiğinde, yeni bir model gördü:
Gazlı bir roket. ”Bu sefer,” dedi, ”yıldızlara
dokunacağız.”
Bilginler, gece gündüz çalıştı. Başarısızlık, onları
yıldırmamıştı; aksine, hayali daha da yaklaştırmıştı. Roketli Uçuş Sanatı,
artık bir sanat değil, bir devrimdi.
Bir hafta sonra, yeni test. Roket, rampada parlıyordu.
Fitil yandı, ıslık yükseldi. Bu sefer, roket düzgün yükseldi; üç yüz metre,
dört yüz... Roket, gökyüzünde bir yıldız gibi süzüldü.
Halk coşkuyla bağırdı. Kral, yumruğunu sıktı: ”Daha
yükseğe!”
Roket, zirveye ulaştığında, bir işaret fişeği
patlattı; gökyüzünde kırmızı bir çiçek açtı. Bilginler sarıldı, halk dans etti.
Başbilgin, krala döndü: ”Efendim, bu sadece
başlangıç. Bir gün, insanlar bu roketlerle uçacak.”
Kral gülümsedi: ”Hayır, Enlil-Hotep. Bir
gün, yıldızlara ulaşacağız.”
Ve böylece, Roketli Uçuş Sanatı, Kemet’in yeni
efsanesi oldu. Hayaller, metal ve ateşle gerçeğe dönüşüyordu.
20.8.
Rahibin İtirazı ve Tavuklu Roket
Sarayın büyük salonunda bilginlerin tartışması devam
ederken, kapıda uzun, siyah bir cübbe içinde, elinde asasıyla Rahip Amun-Ra
belirdi. Gözleri, ateşli bir inançla parlıyordu; sesi, salonun taş duvarlarında
yankılandı. ”Boşuna uğraşıyorsunuz, bilginler!” diye
gürledi. ”Gökyüzü, bulutların ötesinde tanrılara aittir! Canlılar, o
kutsal boşlukta nefes alamaz. Roketleriniz, tanrıların gazabını çağıracak.
İnsanı oraya taşımaya kalkarsanız, yere yalnızca küller döner!”
Bilginler sustu, kral kaşlarını çattı. Başbilgin
Enlil-Hotep, sakin ama kararlı bir sesle yanıtladı: ”Saygıdeğer
rahip, tanrı bize akıl verdi. Gökyüzüne ulaşmak, tanrının hediyesini
onurlandırmaktır. Ama sözlerinizde haklılık payı var. Canlıların roketle uçuşa
dayanıp dayanamayacağını test etmeliyiz.”
Sekhdukar, muzip bir gülümsemeyle öne atıldı. ”Öyleyse
bir tavukla deneyelim!” dedi. ”Tavuk basit bir canlı.
Eğer o hayatta kalırsa, insan da kalabilir. Hem, tanrılar bir tavuğa gazap
etmez, değil mi?” Salonda birkaç kıkırdama yankılandı.
Tefnut, ellerini beline koyarak itiraz etti. ”Tavuk
mu? Ciddi misiniz? Roketi fırlatırız, ama yere yumuşak indiremiyoruz! Tavuk
hayatta kalsa bile, yere çakılırsa canlı kalabildiğini nasıl anlarız? Uçan bir
tavuk mezarlığı mı yapacağız?” Kahkahalar yükseldi, ama gerilim de
artıyordu.
Kral Karmen, tahtından öne eğildi. ”O zaman
bir çare bulun,” dedi. ”Tavuğu gökyüzüne çıkarın ve sağ
salim indirin. Rahiplerin uydurduğu tanrıların gazabı mı, yoksa bilginlerin
aklı mı kazanacak, görelim.”
20.9.
Beyin Fırtınası ve Paraşüt
Bilginler, Kayıtlar Salonu’nun atölyesine çekildi.
Ortada bir ahşap masa, etrafında parşömenler, barut torbaları ve alüminyum
parçaları vardı. Meşaleler, taş duvarlarda gölgeler oynatıyordu. Beyin
fırtınası başladı, ama fikirler hızla absürt bir hal aldı.
Irsu, heyecanla söze daldı. ”Tavuğun
kafesini roketin tepesine bağlayalım! Roket en yükseğe çıkınca, kafes açılsın,
tavuk kanat çırpıp uçarak insin!”
Sekhdukar kahkahayı patlattı. ”Uçarak mı?
Tavuğa kafesten zamanında çıkmayı nasıl öğreteceksin? Bir de ona ‘Hadi, şimdi
süzül!’ mi diyeceğiz?” Salonda gülüşmeler yankılandı; bir çırak,
kahkahadan yere çömeldi.
Tefnut, gözlerini devirerek ekledi: ”Belki
tavuğa delta kanat takarız! Uçma Olimpiyatları’nda Amina gibi süzülsün!” Bu
fikir, bilginleri daha da güldürdü; Nabu-Ser, masaya vurarak, ”Kral
bunu duysa, hepimizi tavuk çobanı yapar!” dedi.
Ama Başbilgin Enlil-Hotep, kaşlarını çatarak
susturdu. ”Ciddi olun! Tavuğu sağ salim indirmeliyiz. Roket zaten
alüminyum gövdeli, hafif. Belki gövdeye bir mekanizma ekleriz; bir çeşit...
yavaşlatıcı.”
Tam o sırada, genç bilgin Nabu-Ser, ”Bir
dakika!” diyerek fırladı. Atölyeden dışarı koştu, Nil kıyısındaki
otluk alana daldı. Dakikalar sonra, elinde bir karahindiba sapıyla döndü.
Parmaklarının arasında, karahindibanın paraşüte benzeyen tohumları
sallanıyordu. Üfledi; tohumlar, hafif bir rüzgârla süzülerek yere indi. ”Bunu
düşünün!” dedi. ”Doğanın kendi çözümü! Roket, en yüksek
noktaya ulaştığında, böyle bir şey açılırsa, tavuk yavaşça iner.”
Bilginler, önce sessizce bakıştı, sonra kahkahalar
patladı. Sekhdukar, ”Karahindiba mı? Tavuğu çiçekle mi indireceğiz?” dedi,
ama gözleri merakla parlıyordu.
Tefnut, parşömenine bir çizim yaptı. ”Ciddi
olalım. Karahindiba ilham verici. İpek kumaştan bir örtü yapalım, roketin
tepesine katlanmış halde dursun. Zirvede bir ip mekanizmasıyla açılsın, tıpkı tohumlar
gibi süzülsün.”
Irsu, heyecanla ekledi: ”Ve alüminyum
çubuklarla destekleyelim! Hafif ama sağlam. Tavuk, bir karahindiba tohumu gibi
iner!”
Başbilgin, başını salladı. ”Bu... çılgınca
ama mantıklı. Hadi, ipek paraşütü ve alüminyum çubukları deneyelim. Ama önce,
tavuğu seçelim. Cesur bir tavuk olmalı!”
Salonda gülüşmeler yankılanırken, bilginler çalışmaya
koyuldu. Rahibin itirazı, onları yıldırmamıştı; aksine, doğadan ilham alan bir
çözüm bulmuşlardı.
20.10.
Paraşüt Üretimi ve Açılma Mekanizması
Paraşüt fikri, Nabu-Ser’in karahindiba ilhamıyla
doğmuştu, ama bilginler bunun nasıl üretileceği ve açılacağı konusunda hâlâ
tartışıyordu. Atölyede, ipek kumaşlar masaya serilmiş, alüminyum çubuklar
yığılmıştı. Tefnut, ipeği elleriyle yoklayarak, ”Bu kumaş hafif, ama
roketin hızına dayanmalı,” dedi. ”Ve açılma anı... Eğer
yanlış zamanda açılırsa, ya yırtılır ya da tavuk ezilir!”
Irsu, bir parşömen çizimiyle öne çıktı: ”Bir
yay mekanizması koyalım! Roketin tepesine küçük bir yay, ipeği katlanmış halde
tutsun. Zirveye ulaşınca, bir mandal serbest kalsın, yay açılsın, ipek paraşüt
yayılsın!” Sekhdukar, kaşlarını kaldırarak sordu: ”Peki
mandal nasıl serbest kalacak? Tavuk mu itecek?” Salonda kahkahalar
yankılandı.
Başbilgin, bir fikirle parladı: ”Barutun
gücünü kullanalım! Roket zirveye ulaşınca, küçük bir barut haznesi ateşlensin.
Patlama, mandalı itsin, yay açılsın.” Nabu-Ser, endişeyle itiraz
etti: ”Barut mu? tavuğu kızartırız!” Ama
Başbilgin, ”Küçük bir doz,” dedi. ”Tıpkı bir
nefes gibi, kontrollü.”
Üretim başladı. İpek kumaş, alüminyum çubuklarla
çerçevelendi; çubuklar, paraşütün şeklini koruyacak kadar sağlam, ama hafifti.
Yay mekanizması, kapsülün tepesine yerleştirildi; küçük bir barut haznesi, ince
bir fitille bağlandı. Test için, kapsülün içine taş kondu.
Nabu-Ser, bir fikirle parladı: ”Sıcak hava
balonu kullanalım! Uçma Olimpiyatları’nda balonlar gördük; ipek bir torba,
ateşle ısıtılırsa yükseliyor. Kapsülü balona bağlayalım, gökyüzüne çıkaralım,
sonra bırakalım. Paraşüt açılırsa, güvenli bir test yapmış oluruz!”
Tefnut, parşömenine bir balon çizimi karaladı: ”Mantıklı!
Balon bizi roketin patlama riskinden kurtarır. Paraşütü test eder, tavuğu riske
atmayız.”
Nil kıyısında, balon hazırlandı. Kapsül, sepetin
altına bağlandı. Halk, ”Uçan sepet!” diye bağırarak
toplandı; çocuklar balonu işaret ediyordu. Alev verilince, balon yavaşça
yükseldi, yüz metre, iki yüz metre... Bilginler, ipi çözdü; kapsül serbest
bırakıldı. Bir "pop" sesiyle barut haznesi
ateşlendi, mandal açıldı, yay paraşütü fırlattı. İpek, karahindiba gibi
süzülerek açıldı; kapsül, Nil kıyısına yumuşakça indi. Bilginler alkışladı, ama
Tefnut homurdandı: "Fitil rüzgârda sönseydi, taşlar taş gibi
düşerdi!"
İkinci deneme için, fitili korumak için alüminyum bir
kapak eklendi. Bu kez, kapsüldeki taşın ağırlığı artırıldı. Balon yeniden
yükseldi, kapsül daha yüksekten bırakıldı, paraşüt açıldı. Başbilgin,
parşömenine yazdı: ”Sıcak hava balonu, paraşüt için güvenli bir
sınav. Tavuğu roketle uçurmadan önce, bu mekanizma hazır.”
20.11.
Cesur Tavuk ve İlk Test
Bilginler, sarayın kümesinden en canlı tavuğu seçti:
Kızıl tüyleri ve dik bakışlarıyla ”Cingöz” adını
verdikleri bir tavuk. Cingöz, küçük bir alüminyum kafese yerleştirildi; kafes,
roketin tepesine bağlandı. Roketin gövdesi, ince barut ve petrol gazı
karışımıyla doldurulmuştu. Tepesinde, ipekten bir paraşüt, alüminyum çubuklarla
katlanmış halde bekliyordu.
Nil kıyısında, rampa yeniden hazırlandı. Halk, meraklı
gözlerle toplandı; çocuklar, ”Uçan tavuk!” diye bağırıyordu.
Rahip Amun-Ra, kollarını kavuşturmuş, kenarda duruyordu. ”Tanrılar,
bu küstahlığı affetmez,” diye mırıldandı.
Fitil yandı. Roket, ıslık çalarak göğe fırladı.
Cingöz’ün kafesi, roketin tepesinde titriyordu. Yüz metre, iki yüz metre...
Roket, zirveye ulaştığında, bir tık sesi duyuldu. İpek paraşüt açıldı,
karahindiba tohumları gibi süzülerek genişledi. Cingöz’ün kafesi, yavaşça yere
doğru inmeye başladı.
Halk, nefesini tuttu. Paraşüt, rüzgârla dans ederek
Nil’in kıyısına kondu. Bilginler koştu, kafesi açtı. Cingöz, tüylerini kabartarak
gıdakladı, canlı ve öfkeli!
Sekhdukar, kahkahayla bağırdı: ”Tanrılar
tavuğu sevdi!” Tefnut, paraşütü kontrol etti: ”İpek
sağlam. Alüminyum çubuklar da. Bu, işe yaradı!”
Kral Karmen, balkondan alkışladı. ”Rahip!” diye
seslendi. ”Görüyorsun, gökyüzü bize kucak açtı! Cingöz uçtu, bir gün
insanlar da uçacak!”
Amun-Ra, sessizce başını eğdi, ama dudaklarında hafif
bir gülümseme belirdi. ”Belki,” dedi, ”yeterince
yükseğe çıkaramadığınız için tavuk canlı geri dönebildi.”
20.12.
Basınçlı Kapsül Fikri ve Üretimi
Bilginler, Cingöz’ün paraşütle sağ salim inişinden
sonra atölyede toplandı. Meşaleler, taş duvarlarda gölgeler oynatıyordu; masada
alüminyum roket parçaları, ipek kumaşlar ve barut torbaları yığılmıştı. Rahip
Amun-Ra’nın ”Gökyüzünde canlılar nefes alamaz” uyarısı,
bilginlerin aklını kurcalıyordu. Sekhdukar, elindeki roket modelini sallayarak
söze atıldı:
“Cingöz şanslıydı! Ama daha
yükseğe çıkarsak, hava incelir. Tavuk bile olsa, nefessiz kalır. Roketin
tepesine bir kafes koyduk, ama bu yetmez. Canlıyı korumak için bir... bir kabuk
yapmalıyız!”
Tefnut, kaşlarını çatarak mırıldandı: ”Kabuk
mu? Roketi zaten alüminyumdan yaptık, daha ne kabuğu?” Ama
Nabu-Ser, parmaklarını şıklatarak fırladı: ”Bir kapsül! Hava
geçirmez, sağlam bir kap! İçineki hava dışarı kaçamasın, ne kadar yükselirse
yükselsin içindeki canlı gökyüzünde nefes alsın!”
Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine bir çizim karaladı:
yuvarlak bir alüminyum kapsül, kenarları bronz cıvatalarla mühürlenmiş, içinde
küçük bir hava haznesi. ”Basınçlı bir kapsül,” dedi. ”Alüminyum
hafif, ama dayanıklı olmalı. Ama nasıl?”
Irsu, atölyenin köşesindeki deri körüğü işaret
etti. ”Petrol gazını depoladığımız basınçlı tüpler gibi. Çok daha
büyük. Kapağının kenarından hava sızdırmaz olmalı. Vidalarla sıkıştırırız.” Bilginler,
önce birbirine baktı, fikir mantıklıydı.
Atölyede çalışma başladı. Alüminyum levhalar,
çekiçlerle yuvarlak bir kapsüle şekillendirildi. Bronz cıvatalar, kenarları
sıkıca mühürledi. Körük, bir çırak tarafından çevrilerek kapsüle hava bastı;
kapağın kenarlarından minik bir tıslama duyuldu. Suya batırarak kaçağın yerini
tespit ettiler. Kapağın kenarlarını zımparalayıp tekrar civataları
sıkıştırdılar. Tefnut, kapsülü kaldırıp kontrol etti: ”Bu sefer
mükemmel. Hafif, ama sağlam. Cingöz ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, bu kabukta
nefes alır!”
20.13.
İki Aşamalı Roket ve Ayrılma Mekanizması
İki aşamalı roket fikri, Nabu-Ser’in ”Katman
katman atlasın” önerisiyle doğmuştu. Bilginler, roketin daha
yükseğe çıkması için bir aşamanın sönüp diğerinin ateşlenmesi gerektiğini
biliyordu. Ama aşamaların nasıl ayrılacağı büyük bir sorundu. Atölyede,
alüminyum roket modelleri masada sıralanmıştı; bilginler, parşömenlere çizim
üstüne çizim yapıyordu.
Sekhdukar, bir modelin iki parçasını elinde tutarak, ”İlk
aşama yanıp bitsin, sonra ikinci aşama devreye girsin. Ama nasıl ayrılacak?
Kendiliğinden mi kopacak?” dedi. Tefnut, alaycı bir gülümsemeyle, ”Koparsa
roket dağılır, Cingöz’le birlikte Nil’e uçar!”
Irsu, bir fikirle parladı: ”Bir mandal
sistemi! İlk aşama sönünce, bir barut şarjı ateşlensin, mandalı itsin, ikinci
aşama ayrılsın!” Başbilgin, kaşlarını kaldırarak, ”Barut
yine mi? Cingöz’ü bu sefer gerçekten kızartırsınız!” dedi, ama
fikir ilgisini çekmişti.
Tasarım şekillendi: İki aşamalı roket, alüminyum
gövdelerden oluşuyordu. İlk aşama, kalın bir barut haznesiyle dolu; ikinci
aşama, daha küçük bir hazne ve kapsül taşıyordu. Aşamalar, bronz bir mandalla
birleşiyordu. Mandal, küçük bir barut şarjına bağlıydı; şarj, ilk aşama sönünce
ateşlenecekti. Ayrılma için, mandalın iteceği bir yay mekanizması tasarlandı,
böylece ikinci aşama yumuşakça ayrılacaktı.
Deney için, Nil kıyısında bir test rampası hazırlandı.
Roket, iki aşamalıydı: Deney için kapsül, roketin tepesine yerleştirildi. İçine
Cingöz’ün küçük kafesi kondu, kapsül mühürlendi. İlk test, Nil kıyısında
yapıldı. İlk aşama, büyük bir alüminyum gövde; ikinci aşama, Cingöz’ün
kapsülünü taşıyordu.
Fitil yandı, ilk aşama fırladı, gökyüzüne yükseldi.
Roket fırladı, kapsül gökyüzüne yükseldi. Yüz metrede, bir pop sesiyle
barut şarjı ateşlendi; mandal açıldı, yay ikinci aşamayı itti. İkinci aşama,
kendi barutunu ateşleyerek daha yükseğe çıktı. Zirvede paraşüt açıldı.
Cingöz’ün kapsülü süzülerek indi.
Halk, çığlıklarla alkışladı. Sekhdukar, zaferle bağırdı: ”İki
aşama, iki zafer!” Ama Tefnut, yere düşüp parçalanan ilk aşamayı
işaret etti: ”Bir dahaki sefere, bu parçayı da sağ salim indirelim!” Başbilgin,
parşömenine yazdı: ”Yüksek irtifalara ulaşmak için çok kademeli
roket sistemi şart. Her kademeyi görevine özel olarak optimize etmeliyiz.”
Bilginler kapsülü açtığında, Cingöz gıdaklayarak
dışarı fırladı, roketle fırlatılmaya alışmış, hatta eğlenmiş gibiydi. Sakin ve
tüyleri hâlâ pırıl pırıldı.
Nabu-Ser, zaferle bağırdı: ”Basınçlı
kapsül, canlıları yıldızlara taşıyacak.” Başbilgin, parşömenine
not aldı: ”Daha yükseğe çıkabilmek için daha büyük roket ve daha
güçlü yakıt bulmalıyız.”
..
20.14.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: (kahkahasını bastıramaz) "Tavukla
roket test etmek… İnsanlık tarihine bakınca, en çılgın fikirlerin bile bir gün
işe yaradığına şaşmamalı."
Nil-7: "Çılgın değil, metodik. Önce
cansız yük, sonra basit canlı, sonra insan. Bu, risk minimizasyonu
stratejisidir."
Sahara: "Ama o dönemde, bunu ciddi
ciddi tartışan bilginlerin “tavuğu delta kanatla süzdürelim” demeleri çok
komik!"
Nil-7: "Mizah, yenilikçi süreçlerin
katalizörüdür. Kahkaha olmadan fikirler donuk kalır. Karahindibadan paraşüt
fikrinin çıkması bunun kanıtı."
Sahara: "Nil-7, bir şeyi merak
ediyorum. O dönemdeki bilginler roketi nasıl hayal etti? Bugün bizim bildiğimiz
gibi bir silindir mi, yoksa bambaşka bir şekil mi?"
Nil-7: "İlk fikirler basitti: içi
oyulmuş silindirler, arkası kapalı, önden açık. Barut yanınca gaz dışarı
fırlıyordu. Aslında bugünkü roket motorunun en ilkel hali."
Sahara: "Ama sorun şu olmalıydı…
Yükselse bile, dengede nasıl kalacaktı?"
Nil-7: "İşte en büyük mesele buydu.
Roketler çoğunlukla yan devriliyor, düşüyor ya da kendi etrafında dönüyordu.
Kanatçık eklemeyi düşündüler, ama o da her zaman çözüm olmadı."
Sahara: "Peki ya hız? İnsan taşıyacak
kadar güçlü olamazdı, değil mi?"
Nil-7: "Güç vardı, ama süre yoktu.
Barut çok hızlı yanıyordu. Bir anda büyük bir itiş veriyor, sonra tükeniyordu.
Yani kısa bir zıplama, tavana dokunup geri düşmek gibi."
Sahara: "Yani asıl sorun, yakıtın
dayanıklılığı…"
Nil-7: "Evet. Daha uzun, daha
kontrollü yanış için onyıllar beklemek gerekti."
Sahara: "Bu kadar zorluğa rağmen neden
vazgeçmediler?"
Nil-7: "Çünkü gökyüzü, insanın en eski
merakıydı. Bir kez gözlerini oraya diktiğinde, yere razı olamazsın."
Sahara: "Demek ki roket, önce bir düş,
sonra bir hayal, en sonunda da bir hesap işi oldu."
Nil-7: "Güzel söyledin, Sahara. Her
roket aslında önce bir soruyla ateşlenir."
Sahara: "Bu tavuk Cingöz’ün uçuşunu
izlemek isterdim. Kim bilir, belki de tarihin ilk “astronot”u bir
tavuktur."
Nil-7: "Kayıtlara geçmemiş olabilir.
Ama varsayalım ki öyle oldu… O zaman, yıldızlara giden yolun ilk adımı “gıdak”
ile atılmıştır."
Sahara: (kahkahalarla) "Yıldızlara
gıdaklayarak yürümek! İşte bu, tarihin en güzel komedisi olurdu."
Bölüm 21: Daha
Güçlü Yakıt (M.Ö. 3081)
21.1.
Ateş Tozu - Atölye de Patlama
Nil’in kenarındaki mütevazı taş evde, sabah güneşi
mutfak penceresinden süzülürken, bilgin Tefnut eşinin ve çocuklarının
sesleriyle uyandı. Neşeli gözlerle yatağından kalktı. Eşi Nefertari yere
kurduğu sofrayı hazırlamış, çocuklar sabırsız adımlarla sabah yemeğine
oturmuştu. Alüminyum tabaklardaki hurma ve incir ezmesini tam buğday
ekmeklerine sürüp yediler. Meyve suyu içtiler. Sabah yemeği sırasında
çocukları, on yaşındaki Gılgameş ve sekiz yaşındaki Meret, roketlerin ne kadar
uzağa ulaşabileceğini tartışıyorlardı. Çocuklardan biri yaptığı roket resmini
gösterip heyecanla sordu:
“Baba bak, dördümüzün
sığabileceği bir roket resmi yaptım. Bir gün senin yaptığın roketle Ay’a
gidebilir miyiz?”
Bilgin gülümsedi, ama gözlerinde hafif bir dalgınlık
vardı. ”Belki bir gün, ama önce göğün katlarını aşmamız gerekiyor,
karabarutun gücü yetmiyor” dedi, sesi hem umutlu hem de hafif
endişeli. Sabah yemeği kısa sürdü; veda zamanı gelmişti. Sarılıp öpüştüler,
kısa ama sevgi dolu bir an. Kapıdan çıkarken ”Akşam yemeğinde
görüşürüz,” dedi bilgin, ”siz de bugün 'Uçma Sanatı
Mektebi'nde dersinizi iyi dinleyin.”
Nil’in serin sularına bakarak Kayıtlar Salonu’nun
bitişiğindeki atölyeye yürüdü. İşe vardığında Tefnut, Başbilgin Enlil-Hotep’le
atölye girişinde karşılaştı. Enlil-Hotep, parşömenindeki çizimleri
gösterdi: ”Bugün bu alüminyum parçalarını kesip zımparalayacaksınız.
Dikkatli olun,” dedi, ciddiyetle.
Bilginler, fabrikadan gelen alüminyum levhaları
kesiyor, zımparalıyor, roket gövdeleri ve paraşüt çerçevelerini hazırlıyordu.
Hava, metal kokusu ve tozla doluydu. Bilgin hemen işe koyuldu; keski metal
üzerinde tıkırdadı, zımpara havada ince toz bulutları oluşturdu. Işığın
kırıldığı bu bulut, göz alıcı ama tehlikeli bir güzellikti; kimse fark
etmemişti.
Tefnut, zımpara taşını aldı; Yanında bilgin Irsu,
levhaları kesiyordu. Toz, havada asılı kalıyor, taş zemine yağıyordu.
Tefnut, ”Bu toz, her yere bulaşıyor,” diye mırıldandı,
bir fırçayla süpürmeye çalıştı. Irsu, bir levhayı zımparalarken kıvılcım saçtı.
Bir an her şey sessizdi. Sonra… Aniden, BOOM! Atölye
sarsıldı; beklenmedik bir patlama! havadaki toz bulutu alev aldı, bir ateş
fırtınası gibi patladı. Metal tozları kıvılcımlarla birleşmiş, havada kısa
bir anlığına dans etmiş ve güçlü bir şiddetle patlamıştı. Tefnut ve Irsu yere
yuvarlandı. Diğer bilginler bağırarak dışarı fırladı.
Duman dağıldığında, atölye harabeye dönmüştü: Levha
parçaları etrafa saçılmış, ocaklar devrilmişti. Irsu'nun, gözleri dumanla
yanıyor, yere çökmüş, "Ne oldu?" diye bağırıyordu.
Tefnut’un kulakları uğulduyor, yerde kıvrılmış, inliyordu; ikisinin de
yanıkları sızlıyordu, ama hayattaydı. Çıraklar onları dışarı çıkardı;
Şifacılar onları hastaneye taşıdı. Nil kıyısındaki taş
hastanede Tefnut’un ve Irsu'nun tedavilerine başlandı. Kolları ve yüzü
yanıklarla kaplıydı, ama ağır yaralanmamışlardı. Yaralarını pansuman etmişler,
Aloe vera jeli sürüp bal ile kaplamışlardı.
Başbilgin öğleden sonra hastaneye ziyaretlerine geldi.
Odada hâlâ elbiselerine sinmiş yanıkların kokusu ve metal tozunun hafif kokusu
vardı. ”Tefnut, Irsu iyi misiniz?” diye sordu.
Tefnut, güçlükle doğruldu: ”Yaşıyorum,
efendim… Ama ne oldu?"
Irsu, acıya rağmen güldü: ”Efendim,
neredeyse yıldızlara uçuyordum!"
“Patlamanın sebebini anlamıyorum,” dedi
başbilgin, şaşkın ve ciddi. ”Orada barut yoktu, petrol-gaz yoktu,
buhar kazanı yoktu, elektrik yoktu… sadece alüminyum tozu vardı. Ama metal tozu
patlar mı?”
İkisi sessizce oturdu. Bilgin kaşlarını çattı,
düşünceli. ”Bir şey var… patlama… baruttan çok daha
güçlüydü. Sanki bir ejderha nefesi gibi… Toz, havada asılıydı, kıvılcım
çakınca alev aldı. Ama neden?”
Irsu, yanık kolunu tutarak mırıldandı: "Nedenini
araştıralım belki bu patlama, Cingöz'ü gökyüzüne taşıyabilir.”
Konuşmaları, merak ve şaşkınlıkla doluydu. İkisi de
daha önce böyle bir şeyi görmemişti; tahmin edilemeyen bir güçle karşı
karşıyaydılar.
Başbilgin ”Dinlenin, iyileşin. Patlamayı
araştıracağız. Bu kaza, alüminyum tozundan olduysa krallığımızı
değiştirebilir.”
Eşi ve çocukları ziyarete geldiğinde, başbilgin
Enlil-Hotep aileyi rahatsız etmemek için dışarı çıktı. Nefertari ve çocuklar,
yavaşça yatağın yanına yaklaştılar. Tefnut'un yüzündeki ve kollarındaki
sargıları görünce Nefertari'nin gözleri doldu.
Nefertari, titreyen bir sesle: ”Sana bir
şey oldu diye çok korktum, Tefnut. Yüreğim ağzıma geldi.”
Tefnut, güçlükle gülümsedi. ”Ben iyiyim,
canım. Sadece biraz yandım. İyileşeceğim endişelenme.”
Küçük kızı Meret, babasının elini tuttu. ”Baba,
roketin patlama sesi taa eve kadar geldi. O yüzden mi buradasın?”
Tefnut, kızının yanağını okşadı. ”Hayır,
minik kuşum. Küçük bir kaza oldu ama roket patlamadı. Şimdi her şey yolunda.
Gördüğün gibi, kahramanlar kolay kolay pes etmez.”
Gılgameş, merakla yaklaştı. ”Peki, roketin
ne oldu? O da senin gibi yandı mı?”
Tefnut, oğlunun bu masum sorusu karşısında
gülümsedi. ”Hayır, oğlum. Roketimize bir şey olmadı. Ama bu kaza
bize çok ilginç bir şey gösterdi. Belki de Ay’a gitmek için yeni bir yol
bulduk.”
Nefertari, bu sözleri duyduğunda şaşkınlıkla eşine
baktı. ”Yaralandın ve hâlâ bir keşiften mi bahsediyorsun?”
Tefnut’un gözleri parladı. ”Evet,
Nefertari. Belki bu kazayla roketlerimizi gökyüzüne daha güçlü bir şekilde
fırlatabileceğimiz bir yolun kapısı aralandı. Ama önce bu gizemi çözmemiz
gerek.”
Meret, tekrar babasının elini sıktı. ”Olsun,
sen iyileş yeter ki. Ay’a gitmek için acelemiz yok.”
Gılgameş de başını sallayarak onayladı. ”Evet
baba, senin yanımızda olman her şeyden daha önemli.”
Tefnut, çocuklarına ve eşine sevgiyle baktı. Gözleri
nemlendi. ”Sizler benim en büyük hazinemsiniz. Söz veriyorum, size
bir daha bu kadar korku yaşatmayacağım.”
O gece, bilgin yatağına yattığında, aklında yalnızca
patlamanın neden olduğu sorusu vardı. Henüz anlamıyordu ama bir şey kesinti: Bu
tesadüfi kaza, roket yakıtı konusunda büyük bir keşfe kapı aralayacaktı.
21.2.
Ateş Tozu - Patlamanın Sebebi
Tefnut hastanede dinlenirken, aklı sürekli patlama
anına gidip geliyordu. Zihninde o anın görüntüleri canlanıyordu: toz bulutu,
kıvılcım ve aniden ortaya çıkan o şiddetli güç. Yataktan kalktı ve küçük
bir parşömen ve mürekkep alıp notlar almaya başladı.
Irsu ise sürekli kendi kendine konuşuyordu: "Kıvılcım
çaktı, sonra o toz bulutu bir anda alev aldı. Sadece bir toz değildi, bir
yakıttı." sonra başını sallayarak mırıldanmaya devam
etti: "Hiçbir yakıt bu kadar güçlü olamaz. Barut bile bu gücü
vermez."
Başbilgin Enlil-Hotep de atölyede incelemeler
yapıyordu. Yerdeki siyahlaşmış alüminyum tozunu bir parşömen parçasına topladı.
Ertesi hafta Tefnut ve Irsu hastaneden
taburcu olur olmaz yanıkları hâlâ acısa da doğruca atölyeye gittiler.
Enlil-Hotep oradaydı, yanında genç çıraklarla birlikte meraklı bir şekilde
eldivenlerini takmışlar bekliyorlardı. Odanın ortasına uzun bir taş masa
kurulmuş, masanın üzerine kil kaplar, demir çubuklar, bakır maşalar ve birkaç
basit terazi dizilmişti.. Atölye hala is ve yanık kokuyordu.
Enlil-Hotep kollarını kavuşturdu.
“Ne olduysa, o gün atölyede,” dedi. ”Bildiğimiz
patlayıcılardan yoktu. O hâlde tek şüpheli alüminyum tozu. Ama toz patlar mı
hiç? Bunu anlamamız gerek.”
Tefnut ciddi bir sesle konuştu:
“O patlamada baruttan daha güçlü
bir şey vardı. O gücü anlamazsak, bir gün hepimizi yok edebilir.”
Enlil-Hotep kaşlarını çattı.
“İlk deney hazır, başlıyoruz,” dedi.
Çıraklardan biri, yere serilmiş ince bir taş levhanın
üzerine küçük bir miktar alüminyum tozu serpti. Toz, ışıkta gümüşi bir sis gibi
parıldıyordu. Enlil-Hotep eğildi, dikkatle baktı:
“Gözünüze güzel görünebilir… ama
biz gerçeğini arıyoruz.”
Tefnut eline bir çelik çubuğu aldı, uç kısmını ocağın
közüne değdirip kızdırdı. Sonra titrek ellerle, çubuğu tozun üzerine
yaklaştırdı.
Bir an sessizlik… ardından fıss! diye
ince bir parıltı yayıldı. Tozun kenarı hızla karardı, bir kıvılcım göz kırptı,
ama hepsi o kadar. Büyük bir patlama olmadı.
Irsu başını salladı:
“Demek ki yerdeyken pek bir şey
olmuyor.”
Enlil-Hotep düşünceli:
“Peki ya havada?”
İkinci deneyi hazırladılar. Bu kez bir parşömen
parçasına incecik toz serpildi, ardından çırak parşömeni sallayarak tozu havada
dağıttı. Tefnut kızdırılmış çubuğu bu bulutun içine soktu.
Aniden büyük bir puff! sesiyle alev
parladı. Herkes geri sıçradı. Toz bulutu, bir anlığına altın bir ışık gibi
yanıp söndü, sonra dumanı tavana yükseldi.
Odadaki sessizlik, sadece kalp atışlarının uğultusuyla
doldu.
Enlil-Hotep’in gözleri parladı:
“Gördünüz mü? Toz yerde yatarken
zararsız… ama havada asılı kaldığında bir canavara dönüşüyor.”
Tefnut kollarını ovuşturdu, sanki tekrar patlamanın sıcaklığını
hissetmiş gibi:
“O gün atölyede de aynı şey oldu.
Toz havada asılıydı. Irsu’nun kıvılcımıyla birleşti… ve işte patlama.”
Irsu gülümsemeye çalıştı:
“Demek ki, havaya dağılmış
alüminyum tozlarını tutuşturmuşuz. Bundan sonra çalışırken atölyeyi havalandırmamız
gerekecek.”
Enlil-Hotep ağır ağır başını salladı:
“Bu sır, barutun bile ötesinde
bir güç olabilir. Ama önce anlamalıyız, ölçmeli ve kontrol etmeliyiz. Yoksa
göğe çıkmak isterken, kendi evimizi yakarız.”
O gece bilginler odalarına döndüklerinde, gözlerinin
önünde hâlâ o altın parıltı yanıp sönüyordu. Tozun sırrı açığa çıkmaya
başlamıştı. Ama bu sır, yeni sorular da doğurmuştu: Daha çok tozla ne olurdu?
Daha kontrollü bir kapta? Daha büyük bir bulutta?
Ve en önemlisi… bu güç, roketleri göğe taşıyabilir
miydi?
21.3.
Alüminyum tozu-Su Redoks Reaksiyonu Keşfi
Günlerce, haftalarca süren titiz çalışmalar başladı.
Atölyenin bir bölümü bu 'ateş tozunun' özelliklerini anlamak
için bir laboratuvara dönüştürüldü. Tozun kimyasal yapısını çözmek için çeşitli
deneyler yaptılar. Her deney, bu yeni maddenin potansiyelini biraz daha ortaya
koyuyordu.
Bir gün, küçük bir miktar alüminyum tozunu, su ve
nitrat tuzuyla karıştırılmış balçık bir topun içine koydular ve ufak bir
fitille ateşe verdiler. Fitil, tozun ürettiği gazı tutuşturdu, top patladı.
Beklentilerinin ötesinde, top şiddetli bir şekilde patladı ve minik parçalar
gökyüzüne fırladı.
Tefnut, heyecanla bağırdı: "Bu,
karabaruttan yüz kat daha güçlü!"
Enlil-Hotep, bilgece gülümsedi: "Bu,
sadece roketlerimizi değil, tüm krallığımızı ileriye taşıyacak bir güç."
Irsu ellerini salladı:
“Bu reaksiyon ile ortaya çıkan
patlayıcı gaz su ile çalışan atsız araba hayalimizi de gerçekleştirebilir.”
Artık ellerinde sadece bir keşif değil, aynı zamanda
büyük bir sorumluluk da vardı. Bu güç hem roketleri Ay'a taşıyabilir hem de
yanlış ellerde büyük bir felakete yol açabilirdi.
Nabu-Ser, tozu demir oksit tozuyla (kırmızı
topraklardan) karıştırdı. Küçük bir hazneye koyup ateşledi; reaksiyon,
mavi-beyaz bir alevle patladı, metal eritti. ”Termit!” diye
bağırdı. ”Alüminyum, demir oksiti yutuyor, saf demir bırakıyor.
Metalleri birbirine kaynaklama için mükemmel!” İki metal parça,
termitle birleşti, anında eriyip yapıştı. Irsu, ”Bu, roket
gövdelerini güçlendirir. Ama tozun enerjisi… yakıt olabilir mi?”
Başbilgin, parşömenine yazdı: ”Alüminyum
tozu, havada patlayıcı, oksitle termit reaksiyonu. Roket itişi için umut
verici.” Bir deneyde toz fazla askıda kalıp patladı, atölyeyi
salladı. Sekhdukar güldü: ”Bu toz, cin değil, ejderha!”
Kral Karmen, termit testini izledi. Erimiş metalin
parıltısını görünce, ”Bu ateş, yıldızları eritir,” dedi. ”Alüminyum
tozunu roket yakıtı olarak deneyin. Patlamadan korkma. Hızlı dene, hızlı
başarısız ol, hızlı geliştir. Başarısızlık, öğrenmenin bir parçasıdır.”
Sözcükler salonda gezindi; kimi kulaklarda bir söz,
kimi gözlerde bir ateş kıvılcımı oldu. Kimi yüzlerde umut çiçek açtı; kimi
bakışlar ise gecenin karanlığından gelen uyarının gölgesini taşıyordu. Kralın
emri, sadece bir komut değil, aynı zamanda bir tavırdı: deneyerek,
ölçerek, öğrenerek ilerlemek.
Enlil-Hotep’in alnında derin bir çizgi belirdi; o
çizgi hem yükün hem de cesaretin izi idi. Toplantıdan hemen sonra, başbilgin
atölyenin köşesinde küçük bir meclis topladı. ”Kral doğru söylüyor,” dedi
yavaşça. ”Ama ‘hızlı dene’ demek, plansız saldırmak değildir. Hızlı
denemek, iyi planlanmış, güvenli ve belgelenmiş adımlar demektir.”
Kral Karmen'in talimatıyla alüminyum tozundan katı
yakıtlı roket denemelerine başlandı. Sekhdukar, küçük bir hazneye alüminyum
tozu, nitrat tuzları ve barutu özenle yerleştirdi. ”Dört ölçü
alüminyum tozu, iki ölçü nitrat tuzu, bir ölçü barut. Bu, yüksek itki
verir!” dedi, gözlerinde çocuklar gibi bir parıltı.
Hafif bir fitil ateşlendi; mavi-beyaz bir fıskiye gibi
alev yükseldi. Hazne kısa sürede eridi, küçük parçalar etrafa saçıldı. Irsu,
yanındaki defterine not düşerek mırıldandı: ”Hızlı, ama kontrolsüz…
Yavaşlatıcı lazım. Akasya reçinesi ekleyelim.”
Sekhdukar, ”İki ölçü reçine ekledik; yanma,
saniyede bir santime düştü,” dedi.
İkinci deneme Nil kıyısındaki rampada başladı.
Sekhdukar, Üç ölçü reçineyle karışım hazırlandı; alüminyum tozu, nitrat tuzları
ve reçineyi dikkatle karıştırdı; İki aşamalı test roketi hazırdı. Fitil
yandı, duman bulutu yükseldi ve roket gökyüzüne fırladı. Yüz metre, üç yüz… ama
alevler erittiği gövdeyi sardı ve roket Nil’e çakıldı. Halk, kıyıda
bağırdı: ”Ejderha düştü!”
Çıraklar ve bilginler, su kovalarıyla koştu; kıvılcımlar
suya çarpıyor, köpürüyordu. Sekhdukar sırıttı: ”Hatalı, ama muhteşem
bir güç. Sınırları zorladık!”
Bilginler, eriyen gövdeyi inceledi. Tefnut, yanık
kolunu ovuşturarak: ”Süre değil, anlık ısı ve ardışık atışların
birikimli etkisi esas tehditti,” dedi. Sekhdukar başını
salladı: ”Gövdeyi korumalıyız.” Akasya reçinesiyle
köpürtülmüş papirüs lif tabakalarını gövdenin iç yüzeyine sürdüler; lifler,
alevi emdi, dumanlaştı, iç metali korudu. Nozülü, çömlekçinin fırınından
çıkarılmış kırık camla harmanlanmış kilden iç astarla, dıştan bronz kuşaklarla
güçlendirdiler. Her aşama arasına ince bir soğuma penceresi eklediler; bronz
bir kapak, alevleri bir an kesip ısıyı dağıttı, güvenlik payını artırdı.
Üçüncü deneme için karışımı ayarladılar: ”Dört
ölçü alüminyum tozu, iki ölçü nitrat tuzu, dört ölçü reçine.” Yanma,
su saatiyle ölçüldü; saniyede yarım santime düştü. Roket, beş yüz metreye
ulaştı; ikinci aşama ateşlendi, soğuma penceresi gövdeyi korudu, paraşüt
açıldı, roket gökyüzünde süzüldü. Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine not
düşerken, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi: ”Alüminyum
tozuyla yaptığımız katı yakıtın sınırlarını zorladık. Yavaşlatıcı deneyi
başarılı oldu. Lif tabakaları ve soğuma penceresi, ateşi
evcilleştirdi. Ama hâlâ öğrenilecek çok şey var.”
Sekhdukar, Irsu’ya bakıp gülümsedi: ”Bir
gün bu güçle Ay’a gideceğiz.” Irsu, gözlerini gökyüzüne dikti,
hafifçe başını salladı: ”Ama önce Nil’i yakmamamız gerek…”
21.6.
Cingöz’lü Üç Aşamalı Alüminyum Yakıtlı Roket
Nil kıyısındaki rampa dolup taşmıştı; bilginler,
çıraklar ve meraklı halk, nefeslerini tutmuş, gökyüzünü izliyordu. Sekhdukar,
küçük kapsülü hazırladı; içinde, özel bir minderle güvenceye alınmış, tüyleri
hafifçe kabarmış Cingöz oturuyordu.
Çingöz'e bakıp; ”Hazır mıyız?” diye
sordu Sekhdukar, gözleri heyecanla parıldayarak. Tavuk gıdaklayarak garip
sesler çıkararak bir şeyler söyledi. Irsu başını salladı: ”Her şey
hazır, ama… tavuğumuzun cesareti, bizim kadar büyük olmalı.”
Önceden ayarlanmış uzun fitilleri ve mekanik tetik sistemi
sayesinde, her aşama otomatik olarak yanacak şekilde hazırlanmıştı.
Sekhdukar, ”Hazır olun, geri çekilin!” diye
bağırdı. Bilginler hızla birkaç adım geriye çekildiler; gökyüzüne bakışları
gerilimle doluydu.
Birinci aşama fitili yandı, roket kükreyerek
havalandı. Alüminyum tozu ve nitrat karışımı, mavi-beyaz bir alevle gökyüzüne
yükseldi. Nil’in üstünde yükselen duman bulutu, bir ejderha gibi süzüldü.
Cingöz hafifçe ötse de sakin görünüyordu. Roket yükseldi, yüz metre, üç yüz…
İkinci aşama, planlandığı gibi otomatik olarak
ateşlendi; ateş ve kıvılcımlar gövdeyi sararken, mekanik fitiller üçüncü aşama
için hazırlandı.
Roket, Nil’in kıyısından hızla yükseldi. Mekanik
fitiller her aşamayı zamanında ateşledi, hiçbir insan dokunuşuna gerek
kalmadan. Sekhdukar geriye yaslandı, teri silerek izledi: Deney, hem güvenli
hem de muazzam bir başarıyla devam ediyordu.
Üçüncü aşama da devreye girdi. Sekhdukar, nefesini
tuttu; gözleri gökyüzünde, roketin kırmızı ve mavi alevleriyle yükselen minik
kapsülde… Cingöz, tüylerini kabartmış ama korkuyla değil, şaşkınlıkla gökyüzünü
izliyordu. Nil kıyısındaki halk şaşkın, ”Ejderha yukarı çıktı!” diye
bağırdı.
Halk nefesini tuttu; bilginler parşömenlerine not
düşüyordu: ”Üç aşamalı sistem çalışıyor.”
Roket zirveye ulaştığında, paraşüt açıldı ve kapsül
güvenle Nil’in serin sularına indi. Cingöz, suya çakılmadan önce kapsülün
içinde hafifçe kanat çırptı ve gözleri merakla etrafı süzdü. Irsu
gülerek: ”Cingöz hayatta!, ilk tüylü astronotumuz!”
Nil kıyısındaki rampa, gökyüzünde süzülen roketin
ardında duman bulutlarıyla doluydu. Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine dikkatle
not düşerken sessizce konuştu:
“Bu sadece başlangıç. Alüminyum
tozu ve üç aşamalı sistem… gökyüzü artık sınır değil. Daha yukarı çıkmak için
dev roketler yapmalıyız ve optimize etmeliyiz.”
Sekhdukar, hafifçe başını salladı, terli alnını
silerken:
“Başbilginim, her aşamanın
otomatik ateşlenmesi fikri işe yaradı. Artık güvenli bir şekilde daha büyük
denemeler yapabiliriz.”
Irsu, gözleri parlayarak ekledi:
“Daha uzun fitiller, optimize
edilmiş reçine oranı… ve belki ikinci aşamada yeni bir karışım… Cingöz de
gökyüzünde bizim küçük keşifçimiz olacak.”
Halk, Nil kıyısında toplanmış, patlamaların ardından
yükselen dumanı ve gökyüzüne fırlayan minik kapsülü izlerken hayranlıkla
fısıldıyordu. Başarı, yalnızca bir roket değil; bir hayal, bir cesaret ve bir
merak ateşi demekti.
...
21.7.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Sadece toz yüzünden nasıl
böyle koca bir patlama olmuş? Toz küçücük şey değil mi?"
Nil-7: "Evet, küçücük taneler ama
havada asılı kaldıklarında her tanecik, alevi çok daha kolay yakalıyor. Bir
araya gelip aynı anda yanınca küçücük toz dev bir ejderha gibi güç
gösteriyor."
Sahara: ”Babaları yaralanınca çocuklar çok
üzülmüş. Bilginler neden bu kadar tehlikeli denemeler yapıyor ki?”
Nil-7: ”Çünkü gökyüzüne ulaşma merakı,
bazen korkudan büyük olur. Onlar da biliyorlardı riskli olduğunu, ama yeni
şeyler öğrenmenin başka yolu yoktu. Cesaret ve merak yan yana yürür.”
Sahara: ”Kral neden onları durdurmadı?
Böyle patlamalar çok tehlikeliymiş.”
Nil-7: ”Kral Karmen, korkunun gelişmeyi
durduracağını biliyordu. O yüzden ‘denemekten korkmayın’ dedi. Ama aynı zamanda
dikkatli olmalarını istedi. Yani hem cesaret verdi hem de sorumluluk
hatırlattı.”
Sahara: ”Ay’a gerçekten gidebilecekler mi?”
Nil-7: ”O zamanlar daha yolun başındalardı.
Alüminyum tozu onları çok yükseltti ama Ay’a gitmek için daha büyük sırlar
çözmeleri gerekiyordu. Yine de hayallerinin peşinden gittiler.”
Sahara: ”Peki Cingöz roketin sesinden
korkmadı mı? Ben olsam çok korkardım.”
Nil-7: ”Cingöz biraz şaşırdı ama kalbi
cesur çıktı. İnişte canı acımasın diye ona özel minder yapmışlardı, kapsül de
paraşütle Nil’e indi. Cingöz böylece ilk ‘tüylü astronot’ oldu.”
Bölüm 22: Dev
Roket (M.Ö. 3080)
Gece ağırdı; Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları ay
ışığını emmişti. Gece yarısı, Başbilgin Enlil-Hotep’in zihni bir kez daha
icatların girdabında dönüyordu. Çalışma masasında sabaha doğru gözleri uykuya
yenildiğinde kâğıt tomarlarının arasında kendini tuhaf bir rüyada buldu.
Rüyasında kendini Kamette büyük bir meydanda buldu.
Meydanın ortasında, parıl parıl parlayan, hiç görülmemiş bir araba
sergileniyordu. Arabanın başında çığırtkan bir satıcı bağırıyordu:
“Gelin, görün! Bu araba
tam yüz at gücünde!”
Kalabalık uğuldadı. Enlil-Hotep kaşlarını çatarak
satıcıya yaklaştı.
“Nasıl yani? Yüz at gücünde mi?
Beni kandırma, göster bakalım.”
Satıcı sırıtıp elini şapkasına götürdü:
“Efendim, gözlerinizle görün.”
Sonra kaputun kenarından tutup açtı ve motoru işaret
etti… ve birden bire içinden bir kişneme tufanı koptu!
Kaputtan önce bir at kafası çıktı, sonra arka ayakları, ardından bir başkası…
Derken bir, iki, üç… atlar sırayla dışarı fırlamaya başladı. Kalabalık
çığlıklar atarken Enlil-Hotep parmaklarıyla saymaya başladı:
“Bir… iki… otuz üç… elli yedi…
seksen sekiz… doksan dokuz…”
Tam yüzüncü at da çıkınca meydan koca bir ahıra
dönmüştü. Atlar oraya buraya koşuyor, meydandaki köylülerin sepetlerini
deviriyor, çarşaflarını parçalıyor, bazıları da fıskiyenin içine girip çamura
bulanıyordu. Enlil-Hotep gülmekten gözlerinden yaşlar gelerek bağırdı:
“Gerçekten yüz at gücüymüş!”
Satıcı bir ıslık çaldı. Atlar tek tek kuyruğunu
sallayarak geri döndü, kaputtan içeri süzüldü, kaputtan içeri sığıştı, sanki
hiç çıkmamışlar gibi ortadan kayboldu. Motor tekrar homurdanıp canlandı.
Uyanırken mırıldandı:
“Motor gücü... at gücüyle
ölçülmeli...”
Önündeki deftere hemen bu cümleyi yazdı. Sabahleyin
bilginleri topladı. Gözleri uykusuzluktan kızarmıştı ama sesi kararlıydı.
“Bir rüya gördüm,” dedi. ”Ama
rüya bize bir fikir verdi. Atsız arabaların, buhar makinelerimizin, barutlu
düzeneklerimizin gücünü ölçmek için ortak bir ölçeğimiz olmalı: at gücü. Ancak
bu, şaka değil; ölçülebilir olmalı. At gücü nedir, nasıl tanımlarız? Bunun için
bir yöntem isteyeceğim.”
Salonda kısa bir suskunluk oldu; sonra Nabu-Ser,
usulca konuştu:
“Eğer gerçek bir karşılaştırma
yapacaksak, atın yaptığı işi ölçmeliyiz. Bir atın belli bir yükü, belli bir
mesafeyi, belli bir sürede çektiğinde yaptığı işi hesaplayabiliriz. Bu işi
zamanla bölünce güç çıkar: iş bölü zaman. Bu, mantığa uygun.”
Tefnut ekledi: ”Öyleyse deney yapalım. Bir
atı, sabit bir ağırlıkla, düz bir parkurda yürütelim. Taşıdığı yükü, kat ettiği
mesafeyi ve geçen zamanı kaydedeceğiz. Ardından aynı işi makinayla yapmayı
deneyeceğiz.”
Sekhdukar dikkatle dinledi, sonra bir soru
sordu: ”Ama hangi yükü seçelim? Hafif bir arabayı mı, yoksa ağır bir
sapanı mı çeksin at? Ayrıca atın yorulması nasıl hesaba katılacak?”
Enlil-Hotep not alırken cevapladı: ”Standart
olması için kolay, tekrarlanabilir bir protokol lazım. Öneriyorum: Sabit
ağırlık; örneğin 75 kiloluk bir yük. Parkur yüz metre. Süre yüz saniye. Atın
hızı doğal tempoda olmalı; kısa molalar hesaba katılmayacak. Deneyi birkaç atla
tekrarlayıp ortalama alacağız. Bu ortalamayı bir 'bir at gücü' birimi olarak
ilan ederiz.”
Irsu araya girdi: ”Sonra? Makinaları nasıl
kıyaslarız?”
“Makineyi aynı işe sokarız.” diye
yanıtladı Enlil-Hotep. ”Aynı yükü, aynı parkurda, aynı süre içinde
taşımaya çalışırız. Makine kaç metrekare iş yaptı; yani yük × mesafe; bunu ne
kadar zamanda gerçekleştirdiğini ölçeriz. Atın ortalamasıyla karşılaştırınca,
bu makinenin kaç at gücü olduğunu veririz. Basit bir oran.”
Sekhdukar ağır ağır başını salladı: ”Benim
barutlu arabamın gücü kaç beygir gücünde acaba deneyelim. İyi bir standart için
sayılar lazım, hikâyeler değil.”
Gülüşmeler yükseldi; Irsu espriyle karıştırdı: ”Senin
yaptığı araba eşeği geçerse, tören düzenleriz.”
Ertesi gün deneyler başladı, atlar bağlandı, tartılar
yerleştirildi ve parkur ölçüldü. Bilginler, çıraklar ve kasabalılar önlerinde
not tutuyordu: her atın çektiği ağırlık, geçtiği metre, harcadığı zaman.
Deneyler tekrarladı; rüzgâr hafif, zeminin eğimi sabit tutuldu. Sonunda
hesaplar yapıldı: ortalama bir atın sabit tempoda, yüz dirhemlik yükü yüz metre
taşımakta ortaya koyduğu iş, bir «at gücü» olarak
belirlendi.
Sekhdukar, notları Enlil-Hotep’e uzattı. ”Şimdi,” dedi,
sesi daha ölçülü, ”barutlu arabamın gerçek gücünü söyleyebilirim:
bizim denemede üç at gücü verdi. Bu, rüyadaki yüz atla karşılaştırılamaz ama
gerçekçi ve tekrarlanabilir bir sonuç.”
Enlil-Hotep gülümsedi. ”İşte aradığımız şey
bu: ölçü, sayı, güven. Bundan sonra her makinenin gücünü atlarla
karşılaştıracağız. Böylece saraydan köy meydanına kadar herkes ne kadar güç
gerektiğini anlayacak.”
Aynı gün yeni ölçü birimi kralın onayına sunuldu:
Kral ayağa kalkıp elini masaya koydu: ”Güzel.
Bu ölçüyle, roketin gücünü, buhar makinasının gücünü ve belki bir gün
yıldızlara uzanacak makinelerimizin gücünü hesaplayacağız. Hazırlanın, yeni bir
standart doğuyor.”
22.2.
Dev Roket Toplantısı : Bilimsel Aletler
Nil’in mavi sularının hafif dalgaları, sarayın taş
salonunun pencerelerinden süzülüyordu. İçeride, büyük yuvarlak masanın
etrafında bilginler toplandı. Başbilgin Enlil-Hotep başta, Sekhdukar, Irsu ve
diğer bilginler not defterlerini önlerine koymuş, heyecan ve gerginlik
içindeydi.
Kapı gıcırdayarak açıldı; Kral Karmen girdi. Altın
sarısı başlığı parlıyordu, gözlerinde merak ve kararlılık. ”Bana dev
roketin planlarını anlatın,” dedi. “Hedefimiz 100
kilometreye ulaşmak.”
Enlil-Hotep ayağa kalktı, parşömenleri açtı.
“Efendim, alüminyum tozu,
potasyum nitrat ve su jelinden oluşan katı yakıtlı, üç aşamalı roketimiz
yaklaşık 18 metre yüksekliğinde ve 1.828 kilogram kütleye sahip. 100
kilometreye çıkabiliyor, ancak bilimsel deney aletlerini de yanımıza almalıyız.
Sıcaklık, basınç, hız ve yükseliş ölçümleri için tamamen mekanik sistemler
tasarladık.”
Sekhdukar söz aldı:
“Önerim, her ölçümü tek yönlü
kaydedecek ibreler ve yaylı mekanizmalar. Roket yükseldikçe maksimum değerleri
gösterecek; ibreler geri dönmeyecek. Böylece en yüksek sıcaklık, en düşük
sıcaklık, en yüksek basınç, en düşük basınç ve en yüksek hız bir kez
kaydedilecek.”
Kral Karmen dudaklarını büktü:
“Bu roket… Eğer gerçekten 100
kilometreye ulaşırsa, bize neyi gösterecek? Krallığımız için hangi bilgileri
getirecek?”
Enlil-Hotep başını kaldırdı, parşömenine dikkatle not
alırken konuştu:
“Efendim, üst atmosferin
katmanlarını, hava basıncını, sıcaklığı ve rüzgarın yönünü gözlemleyebiliriz.
Sıvı sütun barometreleri ve alkol termometreleriyle her aşamada değerleri
kaydedebiliriz.”
Sekhdukar, masanın ucunda oturmuş, ellerini birbirine
sürterek söz aldı:
“Rüzgarın ve havadaki tozların
davranışını da gözlemleyebiliriz. Basit filtrelerle örnek toplayabiliriz.
Ayrıca bu yükseklik, gökyüzünü daha net görmemizi sağlayacak. Güneş ışığının
gücü ve renkleri değişir, belki yıldızlar… daha önce hiç görmediğimiz
yıldızlar…”
Kral, kaşlarını çattı:
“Peki, bu değerleri nasıl
kaydedeceğiz? Hangi aletlerle?”
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Mekanik yaylı göstergelerle
ölçebiliriz. Sıvı sütun barometreleri, termometreler… hatta serbest düşen küçük
ağırlıklar ve yaylar sayesinde ivmeyi gözlemleyebiliriz. İvme ve G-kuvveti
verilerini göreceğiz; roket maksimum 5.5g’ye kadar çıkabilir, hangi noktada
yakıt etkisi azalıyor, hepsi kayda değer.”
Irsu heyecanla ekledi:
“Ve efendim, bu gözlemler sadece
mühendislik için değil, astronomi için de dev bir sıçrama olur. 100 kilometrede
gökyüzü farklı görünür. Belki ufuk çizgisinde yeni sırlar fark ederiz.”
Kral Karmen, toplantıda ellerini kavuşturmuş,
bilginlere bakıyordu:
“Üç aşamalı roketimiz 100
kilometreye ulaştığında, gökyüzü nasıl değişiyor, Nil ve çevresi nasıl
görünüyor?” diye sordu.
Bilginlerden biri, Tefnut, başını kaşları arasında
ovuşturarak cevap verdi:
“Efendim, bir insan gönderirsek
gözlemlerini kaydedebiliriz. Kapsül 600 kilogram taşıyabilir; minimalist bir
kabuk ve kişi için yeterli. Ya da ışığa duyarlı maddeler kullanarak görüntüyü
yakalayabiliriz.”
Kral Karmen, parşömenine dokunarak ciddi bir ifade
ile:
“O zaman bunu araştırın. 100
kilometreden Dünya’yı gözlemleyin ve kaydedin. Bilgi, sınır tanımaz. Her
yükseliş bir keşiftir.”
Sekhdukar, parşömeni işaret ederek yanıtladı:
“Fitiller ve yakıt miktarı
dikkatle ayarlanacak. Her aşama için otomatik ateşleme mekanizması olacak.
Roketin gözlemlerini kaydedecek mekanik göstergeler sadece yukarıdan veri
toplayacak; geri dönmek için değil, ileriye bakmak için.”
Kral Karmen merakla sordu:
“Peki bu ibreler ve yaylar,
roketin her aşamasına nasıl uyarlanacak? Üç aşama ayrı mı ölçülecek?”
Enlil-Hotep cevapladı:
“Her aşama için ayrı bir
mekanizma. Birinci aşama itişini bitirdiğinde, ikinci aşamanın ibresi aktif
olacak. Üçüncü aşamada, en yüksek değerleri görmek için tüm sistem maksimumda
kalacak.”
Kral Karmen, hafifçe öne eğildi:
“Anladım… Yani geri dönüş yok.
Her yükseliş bir deney. Her deney, Nil kıyılarında bir kayıt bırakacak. Tek bir
hata yaparsak, ölçümü kaybederiz ama ileriye gitmiş oluruz. Devam edin,
bilginler.”
Sekhdukar, parşömenine dikkatle çizimler yaptı:
"Dev roket gövdesi, üç aşama
olacak. Her aşamada alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan katı
yakıt kullanılacak. Tek yönlü mekanik ibreler, yaylar ve kilit sistemleri
tasarlanacak. 600 kilogramlık kapsül için minimalist bir güvenlik sistemi
olacak."
Nefes alıp devam etti:
“Roketin gövdesi, katı yakıt
bloklarıyla dolacak. Aşamalı ateşleme mekanizması tamamen mekanik,
elektromekanik zamanlayıcı ile kontrol edilecek. İbrelere bakacağız ve sadece
maksimumları göreceğiz,” diye açıkladı Sekhdukar.
Kral Karmen, altın tahtında hafifçe öne eğildi,
gözleri parladı:
“Anlıyorum… Yani sadece 100
kilometreye çıkmak değil, aynı zamanda bilgiyi de aşağı indirmek istiyorsunuz.
Her ölçüm, her gözlem krallığımızın bilgeliğini artıracak. Peki, güvenlik?
Roket patlarsa, kim zarar görür?”
Irsu, hayranlıkla ekledi:
“Efendim, bu sadece bir roket
değil, bir laboratuvar olacak. 100 kilometreye yükseldikçe, gökyüzünün sırrını
kaydedeceğiz.”
Kral Karmen, altın tahtında hafifçe öne eğildi,
gözleri dev roketin uzun silindirik gövdesinde parlıyordu:
“Bu dev roket… Şimdi bana
söyleyin, toplam kaç beygir gücünde?”
Enlil-Hotep, parşömenlerine bakarak cevapladı, yüzünde
hafif bir gülümseme:
“Efendim, tahmini olarak yaklaşık
600-700 at gücü civarında. 600 kilogram yük ve 1.828 kilogram toplam kütle için
suborbital bir uçuşta geçerli. Roket yükseldikçe yakıt azalacak, kütle
hafifleyecek ve itiş artacak; yani, ‘at gücü’ değişken.”
Sekhdukar araya girdi, ellerini birbirine sürterek:
“Ve efendim, her aşama ayrı bir
güç kaynağı gibi davranıyor. İlk aşamada yaklaşık 350-400 beygir gücünde,
ikinci aşamada 200-250, üçüncü aşama ise 50-60 beygir gibi bir katkı sağlıyor;
toplamda tahmini 600-700 at gücü.”
Kral Karmen, kaşlarını kaldırarak merakla sordu:
“Peki, bu güçle 100 kilometre
yüksekliğe çıkacak kapsül… Tek kişi mi, yoksa ek bir yük de kaldırabilir mi?”
Irsu, heyecanla yanıtladı:
“Efendim, kapsülün yükü 600-1.000
kilogram arasında. 800 kilogram varsayılsaydı, roket teorik olarak 100
kilometreye çıkarabilir. Ancak atmosfer sürtünmesi ve güvenlik için ekstra yakıt
gerekebilir; pratikte biraz daha ağırlaştırmak riski artırır.”
Kral Karmen, altın tahtında ellerini kavuşturdu ve
düşünceli bir ifadeyle yeni sorular sordu:
“Bu roketin maliyeti ne kadar
olur, ve krallığımızın kaynaklarını nasıl etkileyecek?”
Enlil-Hotep başını kaldırdı, parşömenlerine bakarak
cevap verdi:
“Efendim, alüminyum tozu,
potasyum nitrat ve su jelinden oluşan yakıt ucuz ve yerel kaynaklardan elde
edilebilir. Ancak, 18 metrelik gövde, mekanik aletler ve testler için yaklaşık
500-700 kilogram değerli metal ve işçilik gerekebilir. Krallığın maden
rezervleri bu yükü kaldırabilir, ama uzun vadeli üretim için Gine’den alümina
ithali planlanmalı.”
Kral Karmen, kaşlarını çatarak devam etti:
“Roketimizin 100 kilometreden
sonra ne kadar dayanabileceğini düşünüyorsunuz? Daha yükseğe çıkabilir mi?”
Sekhdukar söz aldı, ellerini ovuşturarak:
“Efendim, mevcut tasarım 100
kilometreye optimize edildi ve yakıt yaklaşık 3.563 kilogram ile sınırlı. Daha
yükseğe çıkmak için (örneğin, 200 km), yakıtı %50 artırmamız gerekir; bu da
roketi 25 metreye çıkarır ve kütleyi 2.500 kilograma yükseltir. Ek aşamalar
gerekebilir.”
Kral, düşünceli bir şekilde sordu:
“Eğer roket başarısız olursa, bu
bilimsel aletler zarar görür mü, ve verilerimizi nasıl koruyabiliriz?”
Irsu cevap verdi, heyecanla:
“Efendim, mekanik ibreler ve
yaylar basit ama sağlam; patlama olursa bile dayanabilirler. Verileri korumak
için her aşamada ayrı kopyalar saklanabilir ve paraşütle yere inen bir kapsül
tasarlanabilir. Ancak, bu ek 100 kilogram yük gerektirir.”
Kral Karmen, ciddi bir tonla devam etti:
“Roket tasarımı kötü kralların
eline geçse bize karşı silah olarak kullanabilir mi, yoksa sadece bilim için
mi?”
Tefnut, dikkatle yanıtladı:
“Efendim, roketin 5.5g’ye varan
ivmesi ve 600-700 at gücüyle teorik olarak bir yük taşıyabilir, ama patlayıcı
bir silah yapmak için yeniden tasarlanması gerekir. Şu anki haliyle bilimsel
keşif için uygun; silah için ek mühendislik ve etik değerlendirme lazım.”
Kral, merakla sordu:
“Roketin fırlatılması Nil
kıyılarında güvenli mi, yoksa başka bir yer mi seçmeliyiz?”
Enlil-Hotep, parşömenlerine bakarak cevapladı:
“Efendim, Nil kıyıları rüzgar ve
su riski taşır; fırlatma çöldeki açık bir alana kaydırılırsa daha güvenli olur.
18 metrelik roketin düşmesi halinde Nil’i kirletme riski var, bu yüzden 10
kilometre ötedeki Giza Platosu düzlüğü önerilir.”
Kral Karmen, altın tahtında öne eğilerek devam etti:
“Bu roketi tekrar tekrar
kullanabilir miyiz, yoksa her seferinde yeni bir tane mi yapacağız?”
Sekhdukar, ellerini birleştirerek yanıtladı:
“Efendim, katı yakıtlı tasarım
tek kullanımlık. Yeniden kullanılabilirlik için sıvı yakıt sistemine
geçebiliriz, ama bu 1.000 kilogram ek kütle ve karmaşıklık getirir. Şu an her
uçuş için yeni roket planlıyoruz.”
Kral, bilginlere bakarak sordu:
“Bilimsel aletlerimizin
hassasiyeti ne kadar, ve ölçümlerimiz güvenilir olacak mı?”
Irsu, heyecanla ekledi:
“Efendim, mekanik ibreler ve
yaylar basit ama sağlam; ±5% hata payı bekliyoruz. Sıvı barometreler ve
termometreler 100 kilometredeki ekstrem koşullarda test edilmeli, ama teorik
olarak güvenilir veri verecek.”
Kral Karmen, son bir soruyla devam etti:
“Roketin hızı ve G kuvveti insan
için güvenli mi, ve bu kapsülde daha fazla kişi taşıyabilir miyiz?”
Tefnut, dikkatle cevap verdi:
“Efendim, maksimum 5.5g kısa
süreli; eğitimli biri için tolere edilebilir, ama sivil için riskli. Kapsül
600-1.000 kilogram taşıyabilir; ikinci bir kişi (ek 80 kg) için yakıtı %20
artırmamız gerekir, bu da roketi 20 metreye çıkarır.”
Kral hafifçe başını salladı, altın başlığının altından
parlayan gözleriyle:
“Anladım… O zaman, bu roket bir
at ordusunun gücünü tek başına taşıyor, ama uçuşta her atın görevini ayrı ayrı
hissedeceğiz demek. Hazırlıklarınızı hızlandırın, bilginler. 100 kilometre bizi
bekliyor!”
Kral Karmen başını salladı, memnun bir şekilde:
“Peki öyleyse… Başlayın. Bu dev
roket, gökyüzünü krallığımızın bilgisiyle doldursun. Hızlı deneyin, hızlı
başarısız olun, hızlı öğrenin. Unutmayın, başarısızlık da bilgidir. İleri,
bilginler! Hedefimiz yalnızca 100 kilometre değil; yıldızların kapısını
aralamak. Hazırlıkları başlatın. Roket Nil kıyılarında yükselmeye hazır olmalı.”
Toplantı sona erdiğinde bilginler sessizce birbirine
baktı. Heyecan ve merak gözlerinde parlıyordu. Nil’in dalgaları kadar eski ve
engin olan gökyüzüne bakıyor, dev roketin 100 kilometreye yükseleceği günü
hayal ediyorlardı. Nil’in kenarında, tarih yazacak bir proje başlamak üzereydi;
gökyüzüne uzanacak ilk insan yapımı nesneye doğru…
22.3.
Roketin İnşası ve İmalatı
Çöldeki rüzgar, Nil’in serin dalgalarının yerini
almıştı. Ancak bu kez, bilginler ve işçiler Kral Karmen’in emriyle Giza'de ki
fırlatma alanına ulaşmıştı. Enlil-Hotep, alüminyum levhaları ve potasyum nitrat
çuvallarını işaret etti. ”Buradan başlayacağız,” dedi,
parşömenine bir plan çizerek. İşçiler, çadırların gölgesinde yakıt karışımını
hazırlamaya başladı. Su jeliyle nemlendirilen alüminyum tozu ve potasyum
nitrat, dikkatle karıştırıldı; her hareket kontrollü, her kıvılcım
korkutucuydu. Karışım, güçlü preslerle silindirik bloklara dönüştürüldü, her
blok 1. aşama için 783 kilogram, 2. aşama için 1.135 kilogram, 3. aşama için
1.645 kilogram olacak şekilde şekillendirildi.
Sekhdukar, yanma odalarını denetledi. Çelikten
yapılmış nozul, seramik kaplamayla güçlendirilmişti; her biri 0.8 m, 0.9 m ve
1.0 m yükseklikte, aşamalar için özelleştirilmişti. ”Her aşama ayrı
ateşlenecek,” diye mırıldandı, elektromekanik zamanlayıcıları
yerleştirirken. Ancak, güneşin kavurucu sıcağı yakıt bloklarını yumuşattı;
Irsu, soğuk su dolu deri torbalarla çadırları serinletmeye çalıştı. ”Bu
çöldeki sıcaklık, yakıtı bozmadan önce acele etmeliyiz,” dedi, ter
içinde.
Bir sabah, bir işçinin dikkatsizliğiyle kıvılcım
çaktı. Panikle su döküldü, ama Enlil-Hotep hızlıca müdahale etti: ”Küçük
miktarlarda çalışın, her an dikkatli olun!” Aşamalar
hizalandığında, 18 metrelik gövde yavaşça yükseliyordu. Alüminyum alaşımlı
tanklar, kırık camla harmanlanmış kilden iç astar, dıştan bronz
kuşaklar su sızdırmaz hale getirilmişti; her aşamanın 0.7 m çapındaki
silindirik yapısı, çöldeki kumların üzerinde heybetli duruyordu.
Kral Karmen, atından inip gövdeyi inceledi. ”Bu,
krallığımızın zekasını gökyüzüne taşıyacak,” dedi, işçilere el
sallayarak. Mekanik ibreler ve yaylı aletler, her aşamada ayrı ayrı monte
edildi; birinci aşamada 87 kg, ikinci aşamada 126 kg, üçüncü aşamada 183 kg
kuru kütle, hassas ölçüm cihazlarıyla donatılmıştı. Ancak, hizalama sırasında
bir sorun çıktı: ikinci ve üçüncü aşamalar arasında 0.5 m’lik ayrılma boşluğu
kaymıştı. Sekhdukar, ”Piroteknik cıvataları yeniden ayarlayalım,” diye
emretti, gece boyunca çalışan bir ekip organize ederek.
Gece çöktüğünde, bilginler ve işçiler yıldızlara
bakarak umutlarını paylaştı. Irsu, “Bu roket, sadece metal değil, krallığımızın
hayalleri,” dedi. Ertesi gün, bir haberci Nil’den geldi: Kraliyet madenlerinden
ek alümina sevkiyatı yoldaydı. Roket, yavaş yavaş tamamlanıyordu; 100
kilometreye uzanmaya hazır, Nil’in ötesindeki gökyüzü için bekliyordu.
Giza Platosu'nun kumları, sonbaharın ilk soluk
rüzgârlarıyla dans ediyordu. Roket, nihayet tamamlanan 18 metrelik heybetli
gövdesiyle fırlatma rampasının üzerinde dimdik duruyordu. İşçiler son
kontrolleri yapıyordu. Üçüncü aşamanın piroteknik cıvatalarını sıkılaştırıyor,
kapsülün mekanik ibrelerini bir kez daha kalibre ediyorlardı. Enlil-Hotep
parşömenine son notlarını alırken Sekhdukar'a döndü. "Haftaya
şafakta ateşleme yapacağız. Yakıt blokları mükemmel."
Ancak gökyüzü, Nil'in sakin sularını yansıtan mavi
örtüsünü yavaşça yırtmaya başlamıştı. Ufukta kara bulutlar birleşerek dev bir
canavar gibi yükseliyordu. Rüzgâr çöldeki kumları savurarak işçilerin yüzlerini
kamçılıyordu. İlk damlalar sıcak toprağa değdiğinde buharlaşarak havayı
ağırlaştırıyordu. Fırtına geceden beri ufukta biriken öfkeyle gelmişti. Nil
Nehri'ni kabartan, sarayın kulelerini titreten o eski fırtınanın akrabası
gibiydi. Gök gürültüsü plato'yu inletmeye başladı. Şimşekler bulutların
arasında mavi damarlar gibi çakıyordu. Her bir parıltı kum tepelerini gölgeliyordu.
Yağmur aniden boşaldı. Kalın, ağır damlalar roketin alüminyum gövdesini döverek
metalik bir senfoni yarattı. İşçiler ıslak iplerle kayganlaşan rampayı terk
etmeye çalışıyordu. Rüzgâr çadırları yerinden oynatıyor, yakıt torbalarını
savuruyordu.
Enlil-Hotep fırtınanın ilk uğultusunu duyunca başını
kaldırdı. Gözleri roketin tepesine, o yüksek iletken silindire kitlendi. "Eyvah," diye
mırıldandı, sesi rüzgârda kaybolurcasına. "Saraya paratoner
koymuştuk. O bakır direk yıldırımı toprağa yönlendirmişti. Ama roketin
rampasına paratoner koymayı nasıl unuttuk?" Kalbi sıkıştı.
Zihninde o eski fırtına canlandı. Sarayın yangını, bilginlerin aceleyle diktiği
direk ve halkın hayret dolu bakışları aklına geldi. Roket saraydan çok daha
yüksekti, çok daha çekici bir hedefti. Yakıt ise lanet olası bir tehlikeydi.
Potasyum nitratın oksitleyici gücü, alüminyum tozunun yanıcılığı ve su jelinin
nemle karışan hassasiyeti en küçük bir kıvılcımı bile 3.563 kilogramlık bir
felakete dönüştürebilirdi. Yıldırımın milyonlarca voltu o kıvılcımı bin kat
büyütürdü.
Başbilgin hemen bağırdı, sesi gök gürültüsünü
bastırarak yükseldi. "Herkes uzaklaşın! Roket bir yıldırım
çubuğu gibi, patlayacak! En küçük kıvılcım tüm aşamaları ateşler, gövdeyi
parçalar! Çekilin, rampadan 200 adım geriye!" İşçiler panikle
koştu. Islak kumlar ayaklarını kaydırıyor, yağmur gözlerini kör ediyordu.
Sekhdukar son bir yakıt bloğunu bırakıp Enlil-Hotep'in yanına sığındı. "Efendim,
rampaya acil bir topraklama gerek! Bakır tel bulalım, yere saplayıp bir kazık
yapalım!" diye haykırdı, ama fırtına çok hızlıydı. Irsu
kapsülün kapısını kapatmayı unutmuştu. Mekanik ibreleri korumak için geri
dönmek istedi, ama Tefnut onu kolundan yakaladı. "Hayır! Canın
değerli, veri değil!" Grup plato'nun kenarındaki bir tepeye
doğru sendeleyerek kaçtı. Arkalarında roket yağmur altında titriyordu. Metal
gövdesi şimşeklerin yansımasıyla parıldıyordu.
Tam herkes güvenli bir mesafeye ulaşmış, nefes nefese
yere çökmüştü ki gök bir kez daha yarıldı. Tam 200 adım gerideydiler.
ÇAT!
En korkunç şimşek bulutların karnından fırladı.
Mavi-beyaz bir mızrak gibi roketin tepesine, üçüncü aşamanın nozülüne indi. Ani
bir çatırtı çöldeki herkesi sağır etti. Yıldırımın gücü alüminyum gövdeyi
titreterek içindeki iletken yolları doldurdu. Elektromekanik zamanlayıcılar
anında eridi. Piroteknik cıvatalar erken patlayarak aşamaları ayırdı. Ve sonra
patlama geldi.
PAT!
Dünya bir an için durdu. İlk aşama yakıt bloğu, 783
kilogram, kıvılcımla alev aldı. Potasyum nitratın oksidasyonu alüminyum tozunu roket
yakıtının ötesinde bir cehenneme dönüştürdü. Patlama 600-700 beygir gücündeki
itişi kontrolsüz bir yangın topuna çevirip kapsülü yuttu. Dev bir turuncu küre
gökyüzünü yalayarak yükseldi. Roket yerden koparcasına sarsıldı. Gövde metalik
bir çığlıkla yarıldı. Parçalar 100 metreye varan bir yay çizerek etrafa
saçıldı.
GÜM!
İkinci aşama bloğu, 1.135 kilogram, zincirleme
reaksiyonda patladı. Seramik kaplı nozullar eriyerek lav gibi aktı, kumları
camlaştırdı.
BOM!
Üçüncü aşama, en büyüğü, 1.645 kilogram, platformu yok
etti. Mekanik ibreler, yaylar ve barometreler şok dalgasında toza dönüştü.
Patlama dalgası plato'yu titretti. Rüzgârı tersine çevirerek kum fırtınası
yarattı, yağmuru buharlaştırdı. Gökyüzü siyah dumanla doldu. Toksik nitrat
kalıntıları rüzgârla batıya doğru sürüklenerek çölü zehirli bir sisle kapladı.
Uzakta Nil'de balıklar ve timsahlar korkudan suyun dışına sıçradı. Sarayın
duvarları sarsıldı. Halk şok dalgasını duyup, Nil kıyılarına inip korkuyla dua
etmeye başladı.
Enlil-Hotep toz bulutunun içinde öksürerek doğruldu.
Yüzü is ve kumla kaplıydı, elleri titriyordu. "Patladı. Her şey
yok oldu. Ama kimse yaralanmadı," diye fısıldadı, sesi kırık.
Sekhdukar konuştu. "Kapsül ve rampa yok oldu. Yıldırımın
enerjisi toprağa yönlenmedi, bu yüzden bu kadar şiddetliydi." Irsu
dizlerinin üzerine çökerek enkaza baktı. "Bu bir uyarı mı?
Yoksa sadece doğanın rastlantısı?" Tefnut şans eseri
kurtulmuş parşömenlerini sıkıca tutarak ayağa kalktı. "Hayır,
bu bir ders. Paratoner roket için de gerekliydi. Bakır direk ve yere saplanmış
teller yıldırımın yolunu değiştirebilirdi."
Kral Karmen fırtınayı yararak muhafızlarıyla
geldiğinde plato bir savaş alanıydı. Roketin kalıntıları, erimiş metal
parçaları ve camlaşmış kumlarla doluydu. Enkaza yaklaştı. Gözleri, patlamanın izlerinde
değil, ufukta parlıyordu; yüzünde, o tanıdık, hafif çılgın gülümseme vardı.
Atından inip Enlil-Hotep'in yanına yaklaştı, ellerini ceplerine sokarak
enkazı süzdü. Bir an sessiz kaldı, sonra yüksek sesle güldü; öyle bir kahkaha
ki, bilginler şaşkınlıkla birbirine baktı. “Harika! Muhteşem bir patlama!”
dedi.
Enlil-Hotep diz çöktü, sesi titreyerek
yanıtladı: "Efendim, unuttuk. Saraya koyduğumuz bakır direk
gibi rampaya da paratoner gerekirdi. En küçük kıvılcım her şeyi yok
edecekti. Yıldırım roketi vurdu, yakıtı tetikledi. Ama herkes
kurtuldu."
Kral bir metal parçasını kaldırıp inceleyerek: “Bakın,
bu patlama, sizin roketinizin gücünü gösteriyor. 600-700 beygir, ha? Katı
yakıtınız, bir yıldırım kıvılcımıyla böyle bir enerji boşalttıysa, bu şey 100
kilometreye kesinlikle ulaşır. Sorun şu: Doğayı hesaba katmadınız. Ama bu, bir
felaket değil, bu bir veri noktası!”
Kral bir an sessiz kaldı. Rüzgâr dumanı savuruyordu.
Sonra elini Enlil-Hotep'in omzuna koydu. "Bilgi, evet. Gerçek
tanrıyı ararken doğanın kurallarını da öğreniyoruz. Bu patlama 100 kilometreyi
değil, ama bizi daha güçlü kılacak bir sırrı verdi. Yıldırımı yenebiliriz.
Hemen yeniden başlayın. Yeni bir roket yapın, bu sefer göklerin öfkesine karşı
zırhlı. Bakır teller ve topraklama kazıkları rampayı bir kale gibi sarsın.
Maliyet artsa da krallığımızın hazinesi bu yükü taşır. Halka söyleyin. Bu zafer
uydurma tanrıların değil, bizim zaferimiz olacak. Gerçek tanrı yıldızlarda
bekliyor ve biz onu bulacağız."
Fırtına dinerken bilginler enkazdan kalan parçaları
topladı. Bir ibre, kısmen sağlam, maksimum sıcaklığı göstermişti: 4.500°C,
yıldırımın nefesi. İşçiler yaralılarını sararken umutla fısıldaşıyordu. Plato
yıkımdan doğan bir kararlılıkla doluydu. Nil'in dalgaları uzaktaki saraya bu
haberi taşırken roket projesi küllerinden doğuyordu, daha akıllı ve daha
dirençli. Gökler meydan okumuş, ama Kral Karmen meydan okumayı bir merdiven
yapmıştı. 100 kilometre hâlâ ufukta parlıyordu.
…
22.5.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Vayy, Nil-7! Roket
patladı ama kral niye güldü? Üzülmedi mi? Bunca emek boşa gitti diye kızmadı
mı?"
Nil-7: "Güzel soru, Sahara! Kral
Karmen güldü çünkü patlamada roketin gücünü gördü. 600-700 at gücünde bir
enerji, bir yıldırım kıvılcımıyla bile koca bir çöldeki kumu camlaştırdı!
Üzülmek yerine, “Bu güçle 100 kilometreye ulaşırız!” dedi. O, başarısızlığı bir
ders olarak görüyordu. Bilginler de öyle. Her hata, onları daha akıllı
yaptı."
Sahara: "O at gücü neydi? Rüyada yüz
tane at fırladı ya..."
Nil-7: "Enlil-Hotep’in rüyası bir
fikri doğurdu. Bilginler, bir atın ne kadar iş yapabildiğini ölçtü: 75 kiloluk
bir yükü, yüz metrede, yüz saniyede taşıyan bir atın gücüne “bir at gücü”
dediler. Sonra roketin gücünü bununla karşılaştırdılar."
Sahara: "Peki ama “at gücü” neden?
Neden kuş gücü, fil gücü değil?"
Nil-7: "Güzel bir soru. Çünkü eski
zamanlarda arabaları çeken, yükleri taşıyan en yaygın hayvan attı. İnsanlar
atın gücünü herkesin bildiğini düşünüyordu. O yüzden at, ölçü için en uygun
sembol oldu. Bir makineyi anlatmak için “bu kadar at kadar güçlü” demek kolaydı."
Sahara: "Roket gökyüzüne çıkarken onun
gücünü de atlarla mı karşılaştırıyorlar?"
Nil-7: "Evet. Roket, binlerce kilo
ağırlığı göğe kaldırmak için yüzlerce atın yapabileceği işi tek başına yapıyor.
Bunu da “600-700 at gücü” diye anlatıyorlar. Yani sanki 600 atı aynı anda
koşmaya zorlamışsın gibi."
Sahara: "Bu roketi neden 100 kilometreye
çıkarmak istiyorlar? Daha yukarıya neden değil?"
Nil-7: "Çünkü 100 kilometre,
gökyüzüyle uzayın sınırıdır. İnsanlar oraya ulaştığında, artık Dünya’nın
havasından çıkmış sayılır. O yükseklikten bakıldığında, Dünya’nın yuvarlaklığı
görülür, gökyüzü siyaha döner ve yıldızlar gündüz bile görünür."
Sahara: "Nil-7… Roket gökyüzüne
çıkınca neler göreceklerdi? Ben de orada olsaydım, ne görürdüm?"
Nil-7: "Sen orada olsaydın, Nil’in
mavi çizgisinin bir ip gibi kıvrıldığını, çöllerin altın bir halı gibi uzandığını
görürdün. Gökyüzü siyaha döner, gündüz vakti bile yıldızlar parlamaya başlardı.
Ufuk eğrilirdi, dünya yuvarlanırdı gözlerinin önünde. İşte, bilginler o anı
merak ediyordu."
Sahara: "Ama bu kadar büyük bir roketi
yapmak zor değil miydi? Ya patlarsa?"
Nil-7: "Evet, zor ve tehlikeliydi. Ama
unutmamalısın: İnsanlık her zaman tehlikelerle öğrenir. Patlayan her roket,
aslında yeni bir ders olur. Başarısızlık bile bir bilgidir. Kral da bunu
biliyordu; o yüzden ‘hızlı deneyin, hızlı başarısız olun, hızlı öğrenin’
dedi."
Sahara: "Nil-7, senin gücün kaç at
gücü?"
Nil-7: "Benim kas yerine
kullanılan yapay fiber demetlerimin gücü atlarla ölçülmez Sahara. Ama
istersen seni sırtımda 10 leopar gücünde koşturabilirim"
Bölüm 23:
Teleskop (M.Ö. 3079)
Gündüzleri Şarmaadat, ”Uçma Sanatı Mektebi”nde
okuyan 11 yaşında meraklı bir gençti. Yıllar önce, annesinin yanlış anlaması
sonucu bebekken mektebe bırakıldığında, sınıfta bir kaos yaşanmıştı. Bilgin
yoklama listesini okuyan Enlil-Hotep’in gür sesi taş duvarlarda
yankılandı: "Şarmaadat?" Bir ses, "Şurada!" diye
cevap verince, sıranın altından uzanan bir sepetin içindeki kundakta uyuyan
minik bir bebek bulunmuştu. Enlil-Hotep bastonunu vurarak, ”Bebek
olmaz! Daha büyüsün öyle gelsin. Al götür onu annesine teslim et. Burada
mühendis yetiştiriyoruz, kundak değil!” demişti.
Şarmaadat şimdi büyümüştü. O gün mektebe bırakılan
bebek oydu ve yıllar sonra geri dönüp tebeşir tozlu kürsülerde hesap yapan,
meraklı bir çocuk olmuştu. Gündüzleri ”Uçma Sanatı Mektebi”nin
kubbeli sınıflarında aerodinamik espriler, basınç tabloları ve rüzgâr
üçgenleriyle uğraşıyordu. Akşamüstleri tırmanıp babasının atölyesine iniyor,
ellerini yıkayıp camın kokusuna karışıyordu.
Akşamüstü, babası Hapu’un Nil kıyısındaki cam
atölyesine gider, ona yardım ederdi. Atölye, sıcak fırınların uğultusu ve
eriyen kumun keskin kokusuyla doluydu. Hapu, kum, soda külü ve kireç taşını
1.200°C’de eriterek camı şekillendirirdi. Uzun bir demir çubukla erimiş camı
toplar, onu üfleyerek veya kalıplara dökerdi. Cam soğurken sertleşir, bazen
yamuk şekiller alırdı; Hapu bu kusurlu parçaları hurdaya ayırırdı. Elleri nasırlı,
yüzü terle kaplıydı; her nefesiyle camın kıvrımları belirginleşirdi.
Bir akşam, Şarmaadat okuldaki derslerini babasına
anlatırken camla dolu bir tepsinin başında çalışıyordu. ”Baba,
roketler 100 kilometreye çıkarsa gökyüzünü görebiliriz,” dedi
heyecanla. Hapu, demir çubuğu fırına sokarken gülümsedi. ”Güzel,
oğlum. Ama önce şunu yap. Erimiş camı çubukla al, yavaşça üfle. Ama ne çok sert
ne çok hafif. Cam, hamur gibi şekil alır.” Şarmaadat çubuğu tuttu,
erimiş camı topladı ve titreyen ellerle üflemeye başladı. Cam balon gibi
şişiyor, yumuşakça şekilleniyordu.
Hapu, işin inceliklerini anlattı. ”Bu
geleneksel usül, dedemden öğrendiğim gibi. Kum ve soda külünü karıştırıp
fırında eritiyoruz. 1.200°C’de cam hamuru olur, sonra çubukla çekip üflüyoruz.
Hava soğuturken şekli sabitleniyor. Ama dikkat et, çok hızlı soğutursan çatlar,
çok yavaş bırakırsan sarkar. Sabır gerek.” Şarmaadat, babasının
talimatlarını dinlerken bir yamuk cam parçasını aldı. Güneş ışığını tutunca kum
tanecikleri büyümüş gibi göründü. ”Baba, bu cam garip şeyler
yapıyor!” dedi şaşkınlıkla.
Hapu kaşlarını kaldırdı. ”Sonra oynarsın.
Ama önce şunu bitir, çubuğu çevir, camı kalıba dök, sonra soğumaya bırak.” Şarmaadat,
hurda camları biriktirdi.
Bir gün, yamuk camlardan birini gözüne tutup baktı.
Yerde küçük bir karınca geziyordu. Camı karıncaya yaklaştırınca karıncanın
bacakları, antenleri aniden netleşti. ”Daha küçükleri görebiliyorum!” diye
haykırdı. Güneşin altında elini büyütmeye çalıştığında eli yandı. Koşarak
babasının yanına koşarak gitti.
Hapu, cam atölyesinde yaktığı ateşi harlamaya
çalışıyordu.
Şarmaadat: ”Baba! Bak, bu cam karıncayı
büyüttü hem elimi yaktı!”
Hapu, omuzunun üzerinden oğluna bakıp başını salladı:
“Saçmalama, o cam çöp. İşine bak.”
Şarmaadat: ”Hayır baba! Bak işte! Bir kere
bakmanı istiyorum!”
Hapu: ”Şarmaadat, işim gücüm var. Cam
erirken oyun olmaz.”
Şarmaadat: ”Ne olur… bir kere! Söz
veriyorum bu defa farklı!”
Hapu derin bir iç çekti, ağır adımlarla oğlunun yanına
geldi. ”İnatçı keçi… Ver bakayım şunu.”
Camı eline aldı, gözüne yaklaştırıp yerdeki karıncaya
baktı. Bir anlığına nefesi kesildi.
“Bu” dedi
kısık bir sesle. ”Gerçekten… koca bir yaratık gibi görünüyor!”
Şarmaadat sevinçle zıpladı. ”Gördün mü
baba! Küçücük karınca dev oldu!”
Güneşe doğru kaldırdı. Önce ışık kırıldı, sonra elinde
bir sıcaklık hissetti. Küçük bir yaprak parçasını camın altına tuttu. Camı
biraz daha oynattı. Bir anlık sessizlikten sonra ince bir duman yükseldi,
yaprak büzülüp karardı.
Şarmaadat heyecanla bağırdı:
“Gördün mü baba! Ben yapmadım, cam
yaptı! Hem büyütüyor… hem de yakıyor.”
Hapu’nun gözleri büyümüştü.
“Bu… kusur değilmiş!” dedi
şaşkınlıkla.
Bir an durdu, sonra gözleri pırıldadı.
Hapu: ”Işığı topluyor… ve yakıyor. Güneşi
elimde tutuyorum sanki.”
Bir an sessizlik oldu. Sonra Hapu’nun yüzünde uzun
süredir görülmeyen bir gülümseme belirdi.
“Şarmaadat… bundan daha büyüğünü,
daha düzgünü yapabiliriz. Bombeli, kusursuz bir cam. Bakalım karınca daha büyük
nasıl görünecek, güneş ışığı daha güçlü yakacak!”
Şarmaadat sevinçle fırının yanına koştu. O an, baba
ile oğul ilk defa işçi ile çırak değil, iki ortak gibi yan yana durmuştu.
Hapu koca körüğü işaret etti.
“Haydi, körüğü çalıştır. Ateşi
harlayalım. Bu defa oynayacak değil, deney yapacağız!”
Şarmaadat sevinçle koştu, körüğün kollarını bütün
gücüyle indirip kaldırdı. Hava akışıyla fırının içindeki ateş kızıl sarıya
döndü, eriyen cam tenceresinden bal köpüğü gibi kabarcıklar yükseldi.
Hapu, demir çubuğu daldırıp ağır ağır çevirdi. Erimiş
cam çubuğun ucunda bal gibi sarktı.
“Bak şimdi, oğlum. Yuvarlak olsun
istiyoruz, bombeli. Kalıbı hazırladın mı?”
Şarmaadat, kilden yaptığı küçük yarım küre kalıplarını
heyecanla gösterdi. ”Hazır baba!”
Hapu, erimiş camı kalıba bıraktı. Kalıbın içinden
sönük bir uğultu yükseldi, cam kabarcık gibi şişip yuvarlaklaştı. Sonra yavaş
yavaş soğuması için kül içine gömdüler.
“Bir tane yetmez,” dedi
Hapu. ”Kusursuzu bulana kadar birkaç tane yapacağız. Birinde hata
olur, ötekinde çatlak çıkar. Ama biri… biri güneşi bıçak gibi kesebilir.”
Saatlerce çalıştılar. Körüğün ritmi, demirin
cızırtısı, camın parlaklığı atölyeyi doldurdu. Şarmaadat’ın alnı terden
ıslanmış, elleri küllere bulanmıştı. Hapu’nun gözlerinde yorgunluk değil,
gençliğindeki heyecan vardı.
Öğleye doğru üç tane cam mercek hazırdı. En kusursuz
görünenini Şarmaadat iki eliyle tutarak dışarı çıkardı. Güneş tepede yakıcı bir
kalkan gibi parlıyordu.
Hapu, yerdeki kuru bir kamış parçasını gösterdi.
“Tut bakalım, görelim işimize
yarıyor mu.”
Şarmaadat merceği kaldırdı, güneş ışığını küçük bir
noktaya topladı. Nokta birkaç kalp atışı içinde beyazladı, ardından kamıştan
duman yükseldi. Birkaç saniye sonra çıtırtıyla tutuştu.
Şarmaadat çığlık attı:
“Yandı! Baba, bak, kendi
ateşimizi yaptık!”
Hapu’nun yüzünde gururlu bir tebessüm belirdi.
“Hayır, güneşin ateşini küçücük
bir noktaya hapsettik.”
Şarmaadat gözlerini kısarak parlak noktaya baktı.
“Baba… bu sadece ateş için değil.
Küçük şeyleri büyüyor.”
Hapu: ”Haydi, bununla deney yapalım.”
Şarmaadat hemen yere çömeldi. Elini uzatıp bir karınca
yakaladı, ince bir tahta parçasının üstüne koydu.
“Baba, bak! Şuna yakından
bakalım.”
Merceği karıncanın üzerine tuttular. Güneş ışığı taşın
üstünü aydınlatıyordu. Mercekten baktıklarında karıncanın antenleri kocaman
olmuş, tüy gibi ince kılları görünür hale gelmişti.
Şarmaadat heyecanla bağırdı:
“Baba bu karınca deve kadar
büyük! Karıncanın gözleri nokta nokta! Bacaklarında kıllar varmış, ben hiç
bilmiyordum!”
Hapu kaşlarını kaldırdı.
“Demek ki gözle gördüğümüz dünya,
dünyanın tamamı değil. Daha küçük bir dünya varmış içinde.”
Şarmaadat bir sinek yakaladı, dikkatle merceğin altına
koydu. Işığın altında sineğin kanatları gökkuşağı gibi parladı.
“Bak, baba, kanatlarında damarlar
var! Yaprak gibi, aralarında daha küçük damarlar...”
Bir süre sessizce baktılar. Merceği çevirip böceklerin
üstünde gezdirdiler, bir yaprağın damarlarını, taşın üstündeki yosunları
büyütüp incelediler. Her defasında Şarmaadat yeni bir ayrıntı keşfetti:
yaprağın üzerindeki minicik tüyler, sineğin ayaklarındaki pençeler, su içinde
hareketli küçük kıpırtılar…
Şarmaadat nefes nefese fısıldadı:
“Baba, dünyamız göründüğünden çok
daha zengin. Her şeyin içinde başka bir evren var.”
Hapu, oğlunun yüzüne baktı. Gözlerinde kendi
gençliğini gördü.
“Öyleyse,” dedi
yavaşça, ”yarın sen bunu hocana götür. Onlar bunu daha da geliştirmenin
yolunu bulabilir.”
23.2.
Mercekler Üzerinde Bilginlerin Deneyleri
Ertesi sabah Şarmaadat, evinden çıkıp sokakların taş
yollarında koşarak ilerledi. Uçma Sanatı Mektebi’nin kubbeli sınıfına girdi.
Bohçasından özenle sardığı bombeli cam merceği çıkardı ve öğretmeni Tefnut'un
odasına girdi.
Şarmaadat: ”Öğretmenim, bakın!
Babamla atölyede yaptığımız camları getirdim! Hem küçük şeyleri
büyütüyor, hem de güneşin altında ateş çıkarabiliyor."
Tefnut, camları aldı; ”Hmm… Bu söylediğin
şeyleri bu mu yapıyor? Hadi göster.”
Şarmaadat merceği dikkatle tuttu, defterindeki
yazıların üzerinden geçirdi. Öğretmenin gözleri birden açıldı; küçük bir harf
adeta devasa bir harf gibi görünüyordu. Sonra pencereden gelen ışığı bir
papirüse tuttu ve kağıt yanmaya başladı.
Öğretmen, şaşkınlıkla geri çekildi:
Tefnut: ”Bu… inanılmaz! Bir saniye… hemen
başbilgine götüreceğim bunu! Gel benimle.”
Merceği kapıp taşlı merdivenlerden yukarı koştu.
Kapıyı açıp içeri girdiler. Başbilgin, çalışma masasının üzerindeki kâğıt
tomarlarının arasına gömülmüş görünmüyordu. Tefnut ile Şarmaadat masasının
önüne geldi; Enlil-Hotep'in yüzünde yılların ciddiyeti vardı.
Tefnut: "Efendim. Rahatsız ediyoruz
ama bunu görmek isteyeceksiniz. Şarmaadat'ın getirdiği bu camlarda çok ilginç
bir şey gözlemledik."
Başbilgin Enlil-Hotep: ”Gelin bakalım, bu
çocuğun getirdiği camlar nedir?"
Tefnut: "Gözlerimizle göremediğimiz şeyi
nasıl büyütüyor? Ve güneşi odaklayıp ateş çıkarabiliyor?”
Başbilgin merceği eline aldığında gözleri parladı.
Başbilgin: ”Bu… bu mümkün mü? Şarmaadat,
bunu sen mi yaptın?”
Şarmaadat: ”Evet efendim. Babamla birlikte
camı erittik, bombeli ve kusursuz mercekler yaptık.”
Başbilgin derin bir nefes aldı, ellerini çırptı:
Başbilgin: ”Yarın, bütün bilginleri buraya
çağıracağım. Herkes sırayla deney yapacak ve görecek… Bu keşif, gözlem sanatını
değiştirebilir!”
Ertesi gün kayıtlar salonu bahçesinde bilginler
toplandı. Sabah güneşi yükselirken Şarmaadat torbasındaki bütün mercekleri
bilginlerin ellerine verdi. Bilginler birbirleriyle fısıldaşarak sırayla
baktılar:
Bilginler mercekleri sırayla inceledi, ellerinde
çevirip güneşe tuttular. Güneşin ışığını kuru yapraklar üzerinde
odaklayarak ateş yaktılar. Yaprağın damarlarını, tüylerini, karıncaların,
sineklerin, böceklerin ayakları ve antenlerini. su damlası içindeki hareket
eden minik larvaları gözlemlediler. Enlil-Hotep'in gözlerinde hayret,
dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.
Bilginler mercekleri elden ele geçirirken biri
gülümsedi:
Kadın Bilgin Meritre: ”Bu camlar… şekil
olarak mercimeğe benziyor. ‘Mercimek’ diyelim mi?”
Bilgin Khufu, kaşlarını çattı ve esprili bir
tonla: ”Mercimek mi? Ha ha! Mercimek yemeği ile karıştırırız. Bence
‘mercik’ demeliyiz. Hem gözlemle ilgili, hem de kulağa hoş geliyor.”
Şarmaadat gülümsedi, öğretmenine baktı: ”Öğretmenim,
‘mercek’ desek olur mu?”
Bilgin Tefnut başını salladı: ”Olur isim
hakkı senin. Artık bu cam parçaları sadece büyütmüyor, gözlerimizi yeni
dünyalara açıyor. Adı ‘mercek’ olsun.”
Başbilgin: ”Peki öyle olsun. Artık herkes
‘mercek’ diyecek. Ve göreceğiz ki, küçük bir isimle büyük keşif başlar.”
Bilgin Irsu: ”Hmm… gerçekten detayları
büyütüyor. İlginç! Bu… nasıl mümkün olabilir acaba?”
Bilgin Ptolem: ”Bence gözlerimizden çıkan
ışınlarla ilgili olmalı. Eskiden insanlar, gözlerinden küçük ışınlar çıktığını
ve bununla gördüklerini söylerdi. Bu mercek, göz ışınlarını topluyor ve
büyütüyor olabilir.”
Genç mühendisler birbirine baktı, fısıldaşmalar
başladı:
Genç mühendis Nisaba: ”Hayır, bu
evrenin küçük kopyalarını açığa çıkarıyor. Her yaprak, her karınca kendi içinde
bir mikro evren saklıyor ve mercek onu görünür kılıyor!”
Genç mühendis Şuruppak (gülerek): ”Belki
de tanrılar bunun için göndermiştir. Mercek, güneşi hapsetmiş, ateşi yaratıyor.
Hem büyütüyor hem yakıyor; büyü olmalı!”
Genç mühendis Meskalanduk (ciddi bir
sesle): ”Bence mercekler, güneşin ışığını odaklayıp atomları
harekete geçiriyor. Eski mısırlılar bunu biliyordu belki, ama sırlarını
unuttular.”
Genç mühendis Gılgameş: ”Bu… bir çeşit
ateş makinesi mi?”
Genç mühendis Lugalkeşkokpanda: ”Hayır,
belki de ışığı sıkıştırıp enerji üretiyor. Belki de… küçük güneşler
yaratabiliriz!”
Genç mühendis Eluluhakalanduk, kaşlarını
kaldırdı: ”Ben derim ki, bu bir tür büyü… ama nasıl olur, anlamıyorum.”
Genç mühendis Meşalepanda: ”Belki de
ışık mikroskobik canavarları büyütüyor, bu yüzden ateş çıkıyor!”
Şarmaadat sessizce bekledi, notlarını aldı, sonra
merceklerden birini aldı, ard arda birkaç karıncayı ve sineği merceğin altına
yerleştirdi.
Herkes birbirine bakıp güldü. Enlil-Hotep başını
salladı, gür sesiyle: ”Komik teoriler güzel ama işimizi ilerletmez.
Şarmaadat, başka ne denedin?”
Şarmaadat: ”Bakın… eğer merceği biraz daha
büyütürsek, karınca devleşiyor! Ve sineğin kanatlarını görebiliyoruz. Hepsi
birbirine bağlı… ışığı topluyor ve odaklıyor, ama ateşi kendisi çıkarmıyor,
sadece Güneş'ten gelen ışığı yoğunlaştırıyor!”
Bilginler birbirine bakıp şaşkınlıkla başlarını
salladı.
Başbilgin: ”Demek ki… bir çocuğun gözünden
gelen mercekler, gözlerimizden çıkan ışınlarla değil, ışığı toplama ve odaklama
yöntemiyle çalışıyor!”
Genç Bilgin Eluluhakalanduk (hafif hayal
kırıklığıyla): ”Büyü değilmiş… bilimmiş.”
Genç Bilgin Şuruppak (gülerek): ”Ama
yine de büyücüler şaşırtıcı işler yapıyor gibi görünür!”
Şarmaadat gülümsedi, gözleri parlıyordu.
Şarmaadat: ”Ve eğer merceği ard arda
kullanırsak, ilk merceğin büyüttüğünü ikinci mercek daha da büyütür. Karınca
daha da büyür. Belki böcekleri büyüttüğümüz gibi çok uzak şeyleri, Ay'ı bile
daha büyük görebiliriz!”
Yaşlı bir bilgin, iki merceği yan yana tutarak: ”İki
tane yan yana koyarsak belki yıldızlara bakabiliriz! Belki Ay’ı, belki belki
gezegenleri görebiliriz!”
Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini ovuşturup onayladı:
Başbilgin: ”O hâlde… bu mercekler, hem gözlem
hem deney için yeni bir çağ açıyor. Bilginler, yarın atölyelere dönün ve bu
keşfi geliştirin! Üst üste konan merceklerle neler olacak deneyler yapın.
Gündüzleri böcekleri büyütmeye çalışın, geceleri Ay'ı büyütmeye çalışın.”
Şarmaadat: ”Bombeli camlar büyütüyorsa,
belki de çukur mercekler küçültebilir.”
Başbilgin: ”Harika bir çıkarım. Öyleyse
babanla birlikte çukur mercekler de yapın. Hem daha fazla bombeli mercek
gerekecek. Merceklerin maliyetini kayıtlar salonu ödeneğinden ödeyelim.”
Bu sıradan gibi görünen bombeli cam parçaları, daha
önce hiç kimsenin görmediği yeni bir dünyanın kapısını aralıyordu. Ertesi gün
yeniden toplanmak üzere sözleştiler ve her biri eline birer mercek alıp, sabaha
kadar hangi sırları sakladığını çözmek için zihninde sayısız ihtimal kurarak
evine döndü.
23.3.
Bilginlerin Mercek Deneyleri
Bilginler sabahın ilk ışıklarıyla yeniden toplandılar.
Atölyenin geniş avlusu, yan yana dizilmiş masalarla doluydu; üzerlerinde türlü
boylarda bombeli ve çukur cam parçaları.
Gündüzleri, ellerine geçirdikleri en küçük merceklerle
böcekleri, yaprakların damarlarını ve kumaş ipliklerini incelemeye başladılar.
Kimi karıncanın gözlerini seçebildiğini iddia etti, kimi bir arının kanadındaki
damarlara hayran kaldı. İki merceği art arda koymayı deneyenler, görüntünün
daha da büyüdüğünü görüp heyecanla bağırdı. Böylece ”yakıngördürgeç” fikri
doğdu.
Öğleden sonraları ise, uzak kulelerin, gemilerin
direklerinin, dağın yamacındaki keçilerin gözle görülemeyen ayrıntılarını
seçmeye çalıştılar. İki merceği farklı uzaklıklara yerleştirip rastgele
denemeler yapıyorlardı. Kimi mesafe çok uzun olunca görüntü bulanıklaştı, kimi
çok kısa olunca karardı. Haftalarca süren denemeler sonunda, büyük bir merceğin
ışığı topladığını, küçük bir merceğin ise gözüne rahatça ulaştırdığını fark
ettiler. Böylece ”uzakgördürgeç” ortaya çıkmaya
başladı.
Geceleri ise gökyüzü onların en büyük deneme alanıydı.
Ay’a çevrilen her mercek, kraterleri ve ışıklı çizgileri daha net gösteriyor;
kimi bilgin, Ay’ın yüzeyinde denizler olduğuna inanıyor, kimi ormanlar
gördüğünü iddia ediyordu. Büyük mercekler ve uzun tüpler kullanıldıkça görüntü
daha da netleşti. Böylece bilginler, ”yıldızgördürgeç” adını
verdikleri düzeneklerle göklerin sırrına bakmaya koyuldular.
Odak uzaklıklarını ölçmek için mumlar kullandılar.
Merceğin önüne yanan bir mum koyup, karşıya düşen ışığı kağıda çizerek mesafeyi
işaretlediler. Defalarca yanıldılar, defalarca yeniden çizdiler. Ama sabırla
tekrar ettikçe, hangi merceğin ne kadar uzaktan odaklandığını anlamaya
başladılar.
Bilginler günlerce süren denemelerin ardından, sonunda
bazı net görüntüler elde eder. Ay’daki kraterler, Jüpiter’in yanındaki
noktalar, hatta su damlasında kıpırdayan minicik canlılar. Bu haber saraya
ulaşır ve kral, bilginleri hemen huzuruna çağırdı.
Kral tahtında oturmuş, etrafında başbilgin ve ileri
gelenler bekliyordu. Bilginler ellerinde mercekleri, titrek bir heyecanla içeri
girdiler.
Kral: ”Duydum ki, cam parçalarından yeni
bir göz icat etmişsiniz. Bana da gösterin, nedir bu?”
Bir bilgin, yanına getirdikleri uzakgördürgeç ismi
verdikleri uzun tüpü öne çıkardı. Ucundaki büyük mercek ile küçük merceğin
arasından kralın saray avlusundaki kuleyi gösterdiler.
Kral (şaşkınlıkla): ”Kuledeki askerin
zırhındaki nakışı bile görüyorum! Bu, çıplak gözle imkânsızdır. Gözlerimizden
daha iyi gören bir göz yaptınız ha?”
Başbilgin öne atıldı: ”Evet efendim. Bundan
başka yıldızgördürgeç ismi verdiğimiz bir alet daha yaptık, hem gökteki ayı ve
yıldızları inceleyebiliyoruz. Ay’ın yüzeyinde denizler, tepeler seçiliyor. Ve
gökte dolaşan küçük ışıkların aslında kendi yoldaşları olduğunu fark ettik.”
Kral: ”Yani Ay'da dağlar, şehirler olabilir
mi?”
Şarmaadat dayanamayıp söze karıştı: ”Henüz
şehir görmedik efendim… Ama gezegenlerin bazıları küçük aylarla çevrili. Gökte
de bizim gibi başka dünyaların olduğu kesin.”
Bilginler ve Şarmaadat dev mercekli teleskobun ilk
tasarımlarını anlattı. Kral hayranlıkla dinledi, sonra ağır sesiyle sordu:
Kral: ”Demek göklerin gizemini daha
yakından görebileceğiz… Peki başka? Sadece yıldızlara mı bakacaksınız? Daha ne
üstünde çalışıyorsunuz?”
Başbilgin Enlil-Hotep hafifçe öne eğilir, sözü
dikkatle seçerek konuşur: ”Efendimiz, bir başka denememiz daha var.
Henüz tamamlanmamış bir alet. Yıldızgördürgeç gökleri büyütüyorsa… bu diğeri
yerdeki en küçük şeyleri büyütmeyi amaçlıyor.”
Kral kaşlarını kaldırır: ”Küçük şeyleri mi?
Ne kadar küçük? Karıncalar mı, tohumlar mı?”
Şarmaadat öne atılır, heyecanla konuşur: ”Evet
hükümdarım! Karıncaların gözlerini, su damlası içindeki minik canlıları… belki
tohumun içini bile görebiliriz! Ama camlar çok kusurlu, görüntüler bulanık
çıkıyor. Daha çok çalışmalıyız.”
Kral, elini sakalında gezdirir, gülümseyerek: ”Yıldızlardan
daha uzağa, karıncadan daha yakına… İkiniz de aynı anda bakmak istiyorsunuz.
Güzel. O hâlde yıldızgördürgeçi hemen inşa edin. Ve bu diğer alet…
yakıngördürgeç mü demiştiniz?”
Enlil-Hotep: ”Henüz kesin bir adı yok
efendimiz, ama… evet, öyle diyebiliriz.”
Kral: ”O hâlde yakıngördürgeç te bitecek.
Ama bana hazır olmadan getirmeyin. Kusursuz olsun. Ben hem göklerin ihtişamını,
hem de toprağın gizemini görmek isterim.”
Bilginler hep bir ağızdan eğilerek:
Bilginler: ”Emredersiniz efendimiz!”
Salondaki uğultu büyüdü. Kral elini kaldırdı,
sessizlik oldu.
Kral: ”O halde bana daha büyük gözler
yapın! Daha uzakları, daha net görün. Sarayımın avlusunda dev gibi bir
yıldızgördürgeç kurulsun. Gerekirse koca mercekler dökün, gece gündüz çalışın.
Bizim ülkemiz gökleri ilk gören ülke olacak!”
Bilginler yere kapanıp ”Emredersiniz
efendim!” diye karşılık verdi.
Bilginler, saraydan döndükten sonra atölyeye
çekildiler. Dev yıldızgördürgeç için ilk çizimleri masalara serdiler.
Kağıtlarda tüpler, bombeli mercekler ve destek çerçevelerinin ölçüleri vardı.
Her çizgi, her eğri büyük bir titizlikle işlenmişti. Bilginler hep birlikte
Şarmaadat'ı da alıp cam atölyesine gittiler.
Şarmaadat heyecanla babasına döndü: ”Baba,
kral dev bir teleskop emretti. Mercekler çok büyük olacak, ölçüleri burada.
Maliyeti kral karşılayacak ama… biz bunu yapmalıyız.”
Cam ustası Hapu, kaşlarını çatarak çizimleri
inceledi: ”Böylesi imkânsız gibi görünüyor oğlum… Bu büyüklükte cam,
kusursuz ve bombeli… Fırında erittiğimiz camın ağırlığı ve esnekliği…
kırılmadan yapmak çok zor.”
Başbilgin Enlil-Hotep derin bir nefes aldı, sonra
yavaşça gülümsedi: ”Bak, senin tek işin bu olacak artık. Bu dev
teleskopu yapmak. Ama yalnız değilsin. Biz de sana yardım edeceğiz. Yeni
teknikler bulmamız gerekecek, farklı kalıplar, özel cam karışımları… Mükemmel
mercekler çıkarmak zorundayız.”
Hapu, elleriyle başını ovuşturarak cevapladı: ”Daha
önce hiç denenmedi. Bu büyüklükte kusursuz mercek yapmak gerçekten
zor! Yeni teknikler deneme gerek. Belki camı yavaş yavaş soğuturuz, belki
özel çerçevelerle şekil veririz.”
Başbilgin Enlil-Hotep, kaşlarını çatarak fırına
yaklaştı: ”Hapu, eğer yüzeyde en ufak bir hata olursa ışık
dağılıyor, görüntü bulanık çıkacak. Odak uzaklığını doğru tutmak için her
merceğin kusursuz olması şart.”
Bilgin Ptolem, çizimlere göz atarak: ”Belki
mercekleri ard arda yerleştirirken küçük ayarlamalarla odak sorununu
çözebiliriz. Birkaç milimetrelik farklar bile çok şey değiştirir.”
Bilgin Meritre merceği dikkatle çevirip: ”Cam
bu kadar büyük olduğu için önce ağırlığı taşıyacak çerçeveyi nasıl yapacağımızı
planlayalım? Fırından çıkınca kırılmadan sabitlemek gerek.”
Bilgin Tefnut heyecanla sorular yağdırdı: ”Kalıpları
nasıl yapacağız? Önce çizimleri hazırlayalım. Sonra mercekleri sırayla
fırına verelim.”
Şarmaadat heyecanla atıldı: ”Küçük
merceklerde nasıl yaptık, aynısını büyük mercekler için deneyebiliriz!”
Bilgin Irsu kafasını salladı, gözleri parladı: ”O
hâlde hemen başlayalım! Deneyler bizi doğru yola götürecek.”
Böylece atölye, cam tozu, mum ışığı ve kağıt
çizgileriyle dolu bir laboratuvara dönüştü. Bilginler çizimleri tamamlamak için
gittikten sonra Şarmaadat ve babası Hapu başbaşa kaldılar.
Hapu, demir çubuğunu fırının ucuna değdirirken
mırıldandı: ”Unutma oğlum, sabır ve dikkat… Büyük gözler sadece
doğru merceklerle görülebilir. Şimdi inşaat başlasın, yıldızgördürgeç bizim
ellerimizde şekillenecek.”
Ertesi gün cam atölyesinde çalışmalar başladı.
Bilginler atölyeye geldiler. İlk denemelerde 1 metrelik bombeli merceği fırına
vermelerini istediler. Her seferinde cam çatlıyor, şekil bozuluyor veya yüzey
kusurları oluşuyordu. Şarmaadat, çaresizce ellerini ovuşturdu:
Şarmaadat: ”Baba! Yine kırıldı… Bu fırın
bir türlü yüzeyi düzgün yapmıyor. Yüzlerce deneme yaptık ama kusursuz
çıkmıyor!”
Hapu, alnını kaşıyarak merceğe baktı: ”Oğlum,
1 metre… bu fırın ve camın sınırlarını zorluyor. Belki de daha makul bir boyla
başlamalıyız.”
Bilgin Irsu, çizimlerin üzerinden parmağıyla işaret
etti: ”Yarım metreyle denemeliyiz. Daha az kırılma riski var ve odak
uzaklığı hâlâ yeterli.”
Başbilgin Enlil-Hotep, derin bir nefes aldı, sonra
kararlı bir şekilde: ”Tamam, yarım metreyle deneyelim. Önce küçük
ama kusursuz olsun. Ondan sonra daha büyüğünü düşünebiliriz.”
Birkaç deneme sonra, yarım metrelik bombeli mercek
sonunda başarıyla fırından çıkarıldı. Hapu, merceği nazikçe eline aldı ve
gülümsedi:
Hapu: ”İşte bu, kusursuz değil mi? Şimdi
dev teleskopun kalbi hazır. Artık ışığı toplayıp yıldızları net görebileceğiz.”
Bilgin Meritre: ”O hâlde… şimdi teleskopun
gövdesini hazırlayalım. Mercek yerleştirilecek, çerçeveler yapılacak. Sabırla,
adım adım… yıldızgördürgeç bizim ellerimizde tamamlanacak.”
Başbilgin Enlil-Hotep gözlerini kısarak merceğe
baktı: ”Yavaş yavaş… artık yıldızgördürgeç çalışacak. Ama bir gün
kral daha büyük görmek isteyecek… o zaman yine denemeler başlayacak.”
Bilginler arasında bir sevinç ve heyecan dalgası
yayıldı. Atölye, mum ışığıyla çizilen odak noktaları, fırından çıkan sıcak cam
parçaları ve bilginlerin tartışmalarıyla adeta bir laboratuvar cümbüşüne
dönmüştü.
23.7. Yıldızgördürgeç’in Montajı ve İlk Keşifler
Atölyede yarım metrelik bombeli mercek hazırdı; şimdi
dev teleskopun gövdesi ve çerçevesi üzerinde çalışılacaktı. Bilginler ve Hapu,
uzun ahşap kirişler, bakır destek halkaları ve çelik vidalarla dev tüpü inşa
etmeye başladılar.
Şarmaadat heyecanla sorular soruyordu: ”Öğretmenim,
mercekleri yerleştirirken odak uzaklığını nasıl ayarlayacağız? Çok küçük bir
hata bile görüntüyü bozabilir.”
Bilgin Tefnut, bir cetvel ve mum ışığında çizilmiş
kağıtları göstererek yanıtladı: ”Bak, önce ışığı kağıt üzerinde
takip ediyoruz. Merceğin önüne mum yerleştirip gölgesini izliyoruz. Kağıda
düşen ışık çizgileri odak noktasını gösteriyor. Tüp içinde mercekleri bu
çizgilere göre sabitleyeceğiz.”
Bilgin Ptolem, elinde iki küçük mercekle deneme
yaparken: ”Birkaç milimetrelik farklar çok şey değiştiriyor. Odak
çizgilerini doğru almazsak yıldızlar bulanık çıkacak. Şimdi sabitleme
halkalarını dikkatle ayarlayalım.”
Meritre, çerçeveye bakarak uyarıda bulundu: ”Destekler
çok sağlam olmalı. Mercek ağır, biraz kayarsa tüm odak bozulur. Her çerçeveyi
sıkıca sabitleyeceğiz.”
Mercekleri bilginler tarafından sırayla yerleştirirken
Şurmaadat heyecanla fısıldadı: ”Büyük mercek tamam… küçük mercek
şimdi… ışığı tam odakta topluyor mu?”
Enlil-Hotep hafifçe gülümseyerek başını salladı: ”Evet,
çok iyi. Şimdi odak noktalarını küçük ayarlamalarla iyileştireceğiz. Bu ayar
haftalar sürebilir, ama sabırla yıldızları net görebileceğiz.”
Günler geçtikçe bilginler mercekleri sıkılaştırdı,
odak uzaklıklarını mum ışığı ve kağıt çizgileriyle ince ayarladı, tüp boyunca
küçük kaymaları düzeltti. Her denemede yıldızgördürgeç biraz daha netleşiyordu.
Ve nihayet, gecenin birinde teleskop hazırdı. Bilginler
ve Şarmaadat sarayın terasına taşıdılar, kralın emriyle dev teleskop
kurulmuştu. Şarmaadat merceği dikkatle ayarladı, bakışını gökyüzüne çevirdi:
Şarmaadat: ”Baba, hocam… ayın üzerinde
kocaman delikleri seçebiliyorum!”
Bilgin Tefnut,: ”Harika. Ama şimdi esas
deneme başlıyor: uzak gezegenler, komşu aylar… ve belki de hiç kimsenin
görmediği detaylar.”
Enlil-Hotep, yıldızgördürgeç’in yanında
dururken: ”Bu teleskop sadece gökyüzünü göstermekle kalmayacak, aynı
zamanda bizim anlayışımızı değiştirecek. Şimdi keşiflere başlayabiliriz.”
Şarmaadat ve bilginler, gece boyunca tüpü gökyüzüne
çevirdiler; ilk keşifler başladı: Ay’ın kraterleri, Jüpiter’in uyduları,
Satürn'ün halkaları ve uzak yıldız kümeleri birer birer netleşiyordu. Mum
ışığıyla çizilmiş odak noktaları ve sayısız deneme, nihayet bir çok ayrıntı
gözle görülebilir hale gelmişti.
23.8.
Kral'ın Yıldızgördürgeç Bağımlılığı
Kral, sarayın en yüksek terasına çıkarak her gece dev
teleskopa bakıyordu. İlk bakışından sonra gözünü teleskoptan ayıramadı.
Gökyüzünde gördüklerinden o kadar büyülenmişti ki, sabaha kadar uyumuyordu.
Kral (hayranlıkla): ”Bu… inanılmaz! Ay’ın
yüzeyindeki kraterleri, dağları… hepsini görebiliyorum! Daha önce kimse böyle
detayları görmemiş olmalı.”
Kral gözlem yaparken astronomlar sessizce yanında
duruyor, not defterini açıp her gözlemini kaydediyor, çizimler yapıyor,
yıldızların yerlerini not ediyordu. Galileo Galilei gibi, kral da her gece
ayrıntılı kayıtlar tutuyordu.
Kral (hevesle): ”Samanyolu… Yıldızlardan
oluşmuş! Ve bakın, Jüpiter’in uyduları… Venüs’ün evreleri… Güneş lekeleri bile…
Bu teleskop bir mucize!”
Enlil-Hotep gülümsedi: ”Efendimiz, teleskop
sadece gökyüzünü göstermekle kalmıyor, aynı zamanda gökbilim anlayışımızı
tamamen değiştiriyor. Artık gezegenler ve yıldızlar hakkında daha doğru
bilgiler edinebileceğiz.”
Kral merceği biraz daha ayarlayarak uzak yıldız
kümelerine odaklandı:
Kral: ”Ve… kuyruklu yıldız! Görebiliyorum,
kuyruğu ışıldıyor. Her gece, her detay… Bu alet bağımlılık yapıyor!”
Şarmaadat babasına fısıldadı: ”Baba, kral
artık teleskopa bağımlı. Her gece gökyüzüne bakmak istiyor. Bu, keşiflerimizi
hızlandıracak, ama… uykusuz kalacak.”
Hapu gülümsedi, başını salladı: ”Oğlum, kralın
ilgisi, bizim en büyük şansımız. Ama biz de dikkat etmeliyiz; teleskop ve
gözlemler için sürekli destek lazım. Her mercek, her ayar önemli. Gece boyunca
çalışacağız.”
Bilgin Ptolem ve Tefnut not defterlerini açarak yıldız
ve gezegen çizimleri yapmaya başladılar. Şarmaadat, teleskoptan gördüklerini
hızlıca kaydediyor, önemli detayları deftere çiziyordu. Her gece yeni bir
keşif, her gece yeni bir heyecan demekti. Her keşif kayıtlar salonu
kütüphanesine arşivlendi.
Kral, gözünü teleskoptan ayırmadan nefesini tuttu:
“Daha fazlasını görmek istiyorum…
Mars üzerindeki şehirler… komşu yıldızlar… Daha büyüğünü yapın! Daha büyük
mercekler, daha uzun tüpler! Bu Yıldızgördürgeç ile tüm gökyüzünü gözlerimle
süzmek istiyorum!”
Şarmaadat babasına fısıldadı:
“Baba… kral artık sınır tanımıyor.
Bu teleskopla yetinmeyecek; her gece daha fazlasını isteyecek.”
Hapu alnını kaşıyarak derin bir nefes aldı:
“Oğlum… bu demek oluyor ki, hem
daha büyük mercekler, hem de daha sağlam çerçeveler lazım. Maliyet kral
karşılayacak ama işimiz çok zor olacak. Büyük mercekler kırılıyor, kusursuz
olmuyor.”
Bilgin Meritre araya girdi:
“Gerçekten de, merceğin boyu
büyüdükçe kusurlar da büyüyor. Yüzeydeki küçücük çizik bile yıldızları
dağıtıyor.”
Şarmaadat’ın gözleri parladı:
“O hâlde daha büyük mercek yapamıyorsak,
dev aynalar yapalım! Aynalı teleskop çok daha büyük olabilir. Işığı toplayan
kocaman bir ayna, sonra küçük merceklerle yönlendirilebilir.”
Başbilgin Enlil-Hotep ağır adımlarla öne çıktı:
“Bu… tamamen yeni bir düşünce.
Mercek yerine parlatılmış bir yüzey. Ama dikkatli olunmalı: en ufak eğrilik
görüntüyü çarpıtacaktır. Yine de, bu yol açılırsa sınırları aşabiliriz.”
Bilgin Ptolem ellerini heyecanla ovuşturdu:
“Aynalar mercekler kadar ağır
olmayabilir. Parlatılmış bakır ya da özel cam kullanabiliriz. Böylece çok daha
geniş yüzeylerden ışık toplayabiliriz.”
Enlil-Hotep bilginlere dönerek gür bir sesle konuştu:
“Hazırlanın! Bu dev aynalı
teleskop sadece gözlem aleti değil; bir meydan okuma olacak. Kusursuz aynalar,
doğru eğrilik ve titizlikle yerleştirilmiş odak noktası olmadan kralı tatmin
edemeyiz. Her birimiz görev başına!”
Böylece Yıldızgördürgeç kralın gözünde hem bir eğlence
hem de bir bilim aleti olmuştu. Sarayda artık her gece gökyüzü şöleni
yaşanıyor, kraliyet astronomları ve Şarmaadat teleskopun sırlarını
derinleştirmeye devam ediyorlardı.
...
23.10.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Neden Şarmaadat’ın babası
önce ona inanmadı?"
Nil-7: "Çünkü Sahara, insanlar bazen
alıştıkları düzenin dışında bir şey gördüklerinde, onu önce “hata” sanır. Camın
bombeli olması onun gözünde kusurdu. Oysa gerçek keşifler çoğu zaman “kusur”
gibi görünür."
Sahara: "Peki ya karıncayı kocaman
gördüklerinde çok korkmadılar mı? Ben olsam biraz ürkerdim…"
Nil-7: "Korku, keşfin kapısındaki ilk
bekçidir. Ama merak, o kapıyı açan anahtardır. Onlar korkunun üstüne merak
koymayı seçtiler."
Sahara: "Yani… mercekleri yapmasalardı
yıldızlara bakamaz mıydık?"
Nil-7: "Doğru. Bir cam parçasını
küçümsemek, gökyüzünü kaçırmak demektir. Şarmaadat’ın inadı sayesinde, insanlık
yıldızlara yeni bir göz kazandı."
Sahara: "Yani… mercekleri yapmasalardı
yıldızlara bakamaz mıydık?"
Nil-7: "Doğru. Bir cam parçasını
küçümsemek, gökyüzünü kaçırmak demektir. Şarmaadat’ın inadı sayesinde, insanlık
yıldızlara yeni bir göz kazandı."
Sahara: "Nil-7, senin gözlerin de
mercek mi?"
Nil-7: "Evet Sahara. Benim gözlerimde,
milyonlarca küçük mercek var. Senin bakışındaki ışığı topluyorlar. Ama bil ki,
en büyük mercek kalbindir."
Sahara: "O zaman kalbimle bakarsam,
her şeyi daha güzel görebilirim, değil mi?"
Nil-7: "Evet küçük dostum. Ve unutma…
bazen bir karınca büyüdüğünde, bütün evreni görmeyi öğrenirsin."
Bölüm 24: Dünya Yuvarlak (M.Ö.
3078)
24.1.
Kumaş Tüccarının Yolculuğu
Delft şehri, kuzeyin gri sabahı altında uykudan yeni
uyanıyordu. Taş sokaklarda sis ağır ağır yayılıyor, kanallardan yükselen buğu
sabah ışığını yutuyordu. Rüzgâr, kumaş balyalarının arasından eserek tuzlu
deniz kokusunu şehre taşıyordu.
Genç Leeuwenhoek, elinde sıkıca sardığı
kumaş tomarlarını tutuyordu. Babası Willem, kapının eşiğinde durmuş, yüzündeki
çizgileri daha da derinleştiren bir ciddiyetle konuştu:
“Oğlum… bu kumaşlar bizim
ekmeğimizdir. İskenderiye’de pazara çıkaracaksın, altınlarını alıp geri
döneceksin. Sakın unutma; ticaret işidir bu, macera arama. Kumaşları sat ve
geri dön.”
Leeuwenhoek başını salladı ama gözlerinde başka bir
parıltı vardı. İçinde tarif edemediği bir merak yanıyordu. Babasının sözleri,
kulaklarında ağır bir yemin gibi çınlasa da kalbi ufkun ötesini arıyordu.
Liman kalabalıktı. Gemiciler halatları çekiyor,
fıçıları güverteye taşıyor, martılar gökyüzünde çığlık çığlığa dönüyordu. ”Hollanda’nın
Şansı” adındaki büyük yelkenli, Akdeniz yolculuğuna hazırdı. Geminin
direkleri sisin içinde dev bir orman gibi yükseliyordu.
Leeuwenhoek, kumaşlarını sandıklara yüklettikten sonra
güverteye çıktı. Babası son kez elini omzuna koydu:
“Unutma Leeuwenhoek, sen bir tüccarsın, kâşif değil.
Kumaşları sat, paranı al, geri dön.”
Genç tüccar başıyla onayladı ama gözlerini ufuktan
ayıramadı. Yelkenler rüzgârla şişti, gemi ağır ağır hareket etti. Liman,
Delft’in sisli çatılarının arkasında küçülürken Leeuwenhoek’un kalbinde yeni
bir sayfa açılıyordu.
Günler geçti. Kuzey Denizi’nin hırçın dalgaları,
fırtınaların çığlığı, yağmurun amansız kamçısı… Gemiciler direklere tırmanıyor,
halatlar gıcırdayarak geriliyordu. Leeuwenhoek, gece yarısı güvertede gökyüzünü
seyrederken yıldızların hiç bu kadar parlak görünmediğini fark etti. Her
parıltı, uzak diyarlara çağıran bir işaret gibiydi.
Sonunda Akdeniz’e indiler. Sular daha sakin, gökyüzü
daha berraktı. Kokular değişti: zeytin, incir, baharat… Akdeniz’in sıcak
rüzgârı yüzünü okşarken Leeuwenhoek, yolculuğun sadece ticaret olmayacağını
sezdi.
Ve bir sabah, ufukta görkemli bir şehir belirdi: İskenderiye.
Yüzlerce geminin yanaştığı liman, göğe yükselen sütunlar, mozaiklerle süslü
binalar ve pazarların gürültüsü… Doğunun ve Batının kalbi burada atıyordu.
Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını gemiden indirdi. Deve
kervanları hazır bekliyordu. Giza’ya doğru yola çıkacaktı. Çölün sonsuz kumları
batıdan uzanırken önünden nil nehrinin kokuları geliyordu.
O an Leeuwenhoek içinden fısıldadı:
“Belki de kaderim burada
yazılıdır.”
Çölde yıldızların altında ilk gece, kumaş balyalarının
üzerine uzandı. Gökyüzüne baktı: milyonlarca yıldız, sonsuz bir deniz gibi
akıyordu. Delft’te babasının sesi hâlâ kulaklarındaydı, ama kalbi başka bir
yere aitmiş gibi çarpıyordu.
24.2.
Afrika Olimpiyatları ve Kemet Teknoloji Fuarı
Leeuwenhoek’in kervanı Giza’ya vardığında onu bekleyen
manzara nefesini kesti. Ufukta, dev bir roket dikiliydi: bronz kaplamalı
rampalar, dev su çarkları, rüzgârla dönen pervaneler… Kemet halkı, yüzyıllar
boyunca taşlara değil bilime yatırım yapmıştı. Artık dünyanın dört bir yanından
gelen insanlar bu şehre “icatların başkenti” diyordu.
Şehrin girişinde büyük pankartlar asılıydı: ”Afrika
Olimpiyatları Başlıyor!”
Her sokak müzik, şarkı ve tezahüratla çınlıyordu.
Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını bir pazar yerine
indirdi. Çevresi kalabalıkla doluydu:
Bir yanda nehir kıyısında timsah yakalama yarışları,
seyircilerin nefesini tutarak izlediği bir mücadele…
Başka bir yanda hızlı koşucular, tozlu pistte çıplak
ayaklarıyla şimşek gibi süzülüyorlardı.
Atların boyalı eyerlerle süslendiği yarışlar, kılıç
dansları ve şarkı söyleme turnuvaları arenaları dolduruyordu.
Ama en büyük merak, gökyüzünde yaşanıyordu. Halk,
elleriyle güneşi siper ederek başlarını kaldırıyordu. Dev bir uçurtma, insan
taşıyordu! Kanatları kuş tüyleriyle güçlendirilmiş planörler, Nil kıyısındaki
tepelerden kendini gökyüzüne bırakıyor, kalabalık çığlık çığlığa alkışlıyordu.
Bir başka yarışmada, içi sıcak hava ile dolu balonlar göğe yükseliyordu;
iplerle tutulan sepetlerin içinde cesur yolcular vardı.
Leeuwenhoek’in müşterileri kumaş tomarlarını elden
geçirirken gözleri sürekli sahnelere kayıyordu. Kalabalığın coşkusu, Nil
kıyısına yayılan davul sesleriyle birleşmişti. Kumaşlarını iyi fiyatlara
satabiliyordu, çünkü panayırdan çok daha büyük bir kalabalık bir aradaydı.
Derken borular çalındı. Şehrin merkezinde toplanan
halk, ”Kemet Teknoloji Fuarı Başlıyor!” diye haykırıyordu.
Olimpiyatlardan sonra herkesin beklediği en büyük etkinlik buydu.
Dev meydanda çadırlar ve stantlar kurulmuştu.
Bir çadırda, su gücüyle dönen yeni çarklar
gösteriliyordu.
Başka bir yerde, bakır kabloların içinden elektrik
geçiriliyor, kalabalık "en hızlı dönen motor” diye
alkışlıyordu.
En uzak köşede ise atsız arabalar vardı: Cinat,
Buharat, Barutat, Rüzgârat, Petrolat, Güneşat, Yayat, Suat. İsimlerindeki
güçlerle hareket eden araçlar.
Ama Leeuwenhoek’in dikkatini en çok çeken, güneş
battıktan sonra göğe doğru çevrilmiş dev tüpler oldu. İnsanlar sıraya girmiş,
bu aletlerle Ay’ın yüzeyine bakıyordu. Fısıldaşmalar kulağına geldi:
“Kraterleri görüyor musun?”
“Bak, ışığın gölgesinde dağlar var!”
Leeuwenhoek’in kalbi hızla çarpmaya başladı.
Kumaşlarını satmaya gelmişti ama gözlerini bu yeni icatlardan ayıramıyordu. Bir
tüccarın gözleri değil, bir kâşifin ruhu vardı onda.
Ticaret için gelmişti, ama kaderi onu bilimin içine
çekmeye başlamıştı.
Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu.
Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi,
bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu.
Leeuwenhoek, gözlerini kırpmadan, bu koca makine ve icatların arasındaki kaosu
izliyordu. Her patlama, her homurtu, içindeki kaşif ruhunu alevlendiriyordu.
Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir
gürültüyle çaldı.
Bir görevli, yükseltilmiş bir platformdan, yankılanan
güçlü sesiyle kalabalığa seslendi: “Ey Kemet halkı! Bugün atların değil,
bilimin günü! Bugün kasların değil, zekânın yarışı başlıyor! İşte karşınızda
tarihin ilk atsız arabalarının yarışı!”
Kalabalık alkış ve tezahüratlarla coştu. Görevli, her
bir aracı birer efsanevi canavar gibi tanıttı:
“Cinat! Elektriğin gizemli gücüyle dönen tekerlekler! Gürültüsüz,
ama ölümcül bir yılan gibi kayıyor!”
“Buharat! Kaynayan suyun nefesiyle ileri
atılan, duman püskürten dev kazanlı araba!”
“Barutat! Ateşin ve patlayışın kudretiyle
fırlayan çelik kaplan! Her patlaması bir zafer çığlığı!”
“Rüzgarat! Gökyüzünün rüzgarını
yakalayan bir çöl şahini gibi süzülen yelkenli hız makinesi!”
“Petrolat! Karanlık yağların ateşiyle
homurdanan metalden bir aslan!”
“Güneşat! Altın disklerle ışığın kendisini
süren mucizevi buluş!”
“Yayat! Yayların gerilimiyle zıplayarak
ilerleyen kumun üzerinde dans eden tuhaf koşucu!”
“Suat! Suyun ağırlığını tekerleklere
taşıyan kararlı ve sabırlı dev kule!”
Kalabalık her isimde ayağa fırlıyor, sevinç çığlıkları
göğe yükseliyordu. Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı, elini havaya
kaldırdı. Sesi arenanın her köşesinde yankılandı:
“Bugün tarihe tanıklık edeceksiniz! En hızlı olan,
yalnızca şöhreti değil, geleceği de kazanacak! Yarış başlasın!”
Ardından gong yeniden çaldı. Yedi araba, bir anda
ileri atıldı. Tekerlekler kumları savurdu, motorların homurtusu, buharın
hırıltısı, barutun patlaması, yelkenlerin şakırtısı arenayı doldurdu. Meydanı
anında toz, duman ve metalik yağ kokusu kapladı. Seyirciler çığlıklarla ayağa
fırladı.
Ama sekizinci araba kıpırdamıyordu: Petrolat.
Nabu-Ser, direksiyonun arkasında öfkeyle kollarını
sallıyor, motoru çalıştırmaya çalışıyordu. Motor homurdanıyor ama inatla ateş
almıyordu. Halk arasında mırıltılar yükseldi, fısıltılar alaycı bir fısıltıya
dönüştü::
“Petrolat bozuldu mu?”
“Daha yarış başlamadan kaybetti!”
Nabu-Ser’in alnından ter damlıyordu. Motoru kontrol
ederken elleri yağ içinde kalmıştı. Dudaklarından öfkeyle fısıldadı:
“Haydi… çalış! Ateşlen!”
Önde ise Barutat, patlama üstüne
patlamayla herkesi korkutarak pistin liderliğini aldı. Buharat arkasında
güvenle ilerliyor, buharı rüzgâra savuruyordu. Rüzgârat yelkenlerini
rüzgârla doldurarak, kumun üzerinde hafif bir kuş gibi süzülüyordu. Cinat,
elektrik cızırtılarıyla istikrarlı ilerlerken, Güneşat güneş
ışığını emerek pistin ortasında hızlanıyordu. Yayat ani
sıçramalarla rakiplerini şaşırtıyor, Suat ise ağır ama kararlı
adımlarla su damlalarını pist boyunca savuruyordu.
Tam o sırada… Petrolat birden hayata
döndü!
Motor, gürleyen bir aslan gibi kükredi. Halktan
duyulan mırıldanmalar, coşkulu bir çığlığa dönüştü. Nabu-Ser’in yüzünde vahşi
bir gülümseme belirdi. Geç kaldığı için en sona düşmüştü ama gözlerinde ateşe
dönen bir hırs vardı.
“Şimdi görün gücümü!” diye
bağırdı.
Petrolat, devasa bir ivmeyle ileri fırladı.
Tekerleklerinden fırlayan kum bulutları tribünleri kapladı. Arka arkaya
rakiplerini geçiyordu. İlk turda Suat’ı, sonra Yayat’ı solladı. İkinci turda
Güneşat’ı ve Cinat’ı geride bıraktı. Buhar bulutlarının içinden fırladı,
Buharat’ı da geçti. Halk artık nefesini tutmuştu.
Son tura girildiğinde liderlik Barutat ile Rüzgârat arasındaydı.
Barutat her patlamada öne fırlıyor ama savruluyordu; Rüzgârat yelkenlerini
rüzgârla doldurmuş, hafif ve zarif ilerliyordu.
Derken… Petrolat sahneye çıktı. Motorunun uğultusu,
gök gürültüsünü bastırıyordu. Kum fırtınası gibi yanlarından geçti.
Son düzlüğe geldiklerinde üç araba yanyana
girdi: Barutat, Rüzgârat ve Petrolat.
Virajda felaket geldi. Suat, ağır su
deposunun dengesini kaybetti. Virajı dönerken gürültülü bir çatırtıyla yan
yattı ve devasa su kütlesi piste boşaldı. Seyirciler çığlık çığlığa geri kaçtı.
Arabalar kaygan zeminde yalpalayarak suyun üzerinden geçti. Ama Uruk-Ka'nın
arabası pistin kenarında devrilmiş bir heykel gibi hareketsiz kalmıştı.
Yarış devam ediyordu. Rüzgârat, ince ve
zarif yelkenlerini rüzgârla doldurmuş, yeniden hız kazanmıştı. Halk onun hafif
dansına büyülenmişti ki… pistin kenarındaki hurma ağaçlarından birinin dalı
yelkeni yakaladı. Kumaş kulak tırmalayan bir sesle yırtıldı, parçalandı.
Rüzgârat yalpaladı, hızını kaybetti. Irsu direksiyon başında
çırpınıyordu ama çaresizce geride kaldı.
Önde Barutat ise çılgınca
ilerliyordu. Her patlama arabayı ileri fırlatıyor, her patlamada
kalabalık ”Ooooh!” diye bağırıyordu. Ama Sekhdukar’ın
gözleri çılgınlıkla parlıyordu. ”Daha güçlü! Daha hızlı!” diye
bağırdı, yeni bir barut torbasını motora boşalttı.
Sonra en dramatik an Barutat’la geldi. Patlamalardan
biri kontrolü aştı. Barutat’ın gövdesinin yanından alevler ejderhanın
nefesi gibi fışkırdı. Seyircilerden bir çığlık yükseldi. Sekhdukar, yanan
arabadan kendini can havliyle son anda dışarı attı, birkaç takla atarak tozun
içinde yuvarlandı. Bir an herkes sustu…
Tam o sırada Barutat bir kayaya çarptı. Ve
ardından: BOOOOOM! dev bir patlamayla infilak etti. Gökyüzüne
dev bir ateş topu yükseldi. Alev sütunu arenayı sarsarken, seyirciler dehşetle
bağırdı. Kızgın hava dalgası seyircilerin saçlarını savurdu, çocuklar korkuyla
annelerinin kucağına saklandı.
Enlil-Hotep bastonuna yaslanarak, ”Bu… aklın
cesaretle birleştiği anın bedeli,” diye mırıldandı.
Toz duman içinde sadece birkaç araba kalmıştı: Cinat,
titreyerek ama istikrarlı ilerliyordu. Buharat, sisler saçan
gövdesiyle ağır adımlarla yürüyordu. Güneşat, aynalarını ışığa
çevirmiş pırıl pırıl parlıyordu. Ve en arkadan gelen Petrolat,
motorunun kükreyişiyle bütün bu kaosun arasından bir mızrak gibi yaklaşıyordu.
Son düzlükte, halk ayağa kalktı. Tüm bu kaosun
ortasında, geriden başlayan Nebuser ve Petrolat yavaş yavaş öne çıkıyordu.
Gözleri ileriye kilitlenmişti.
Son tura girildiğinde kalabalık artık sadece
Petrolat’ı konuşuyordu. Rakiplerin çoğu geride kalmış, pist bir savaş alanına
dönmüştü. Nebuser son düzlükte gazı kökledi. Petrolat, gürleyen bir yıldırım
gibi öne fırladı. Rakiplerini birer birer geçti.
Ve işte son çizgi! Petrolat’ın tekerlek izleri kumları
alev alev savururken, Nebuser birinciliği aldı. Tribünlerden kulakları sağır
eden bir çığlık yükseldi. Kral ayağa kalktı, gözleri parlıyordu:
“İşte geleceğin atsız arabası!” diye haykırdı.
Nabu-Ser, bitiş çizgisini geçtiğinde, zaferin
sarhoşluğuyla direksiyondan elini çekti ve bitkin bir halde sırtını koltuğa
yasladı. Etrafındaki toz bulutu dağıldığında, arenanın savaş alanına döndüğünü
gördü. Yıkık, devrilmiş arabalar ve dumanı tüten enkazlar… O ise, bu kaosun
içinden sapasağlam çıkmış tek kişiydi. Yüzünde, tüm bu çılgınlığa rağmen,
zaferin huzurlu tebessümü vardı.
Görevliler koşarak yanına geldi, onu yavaşça platforma
doğru yönlendirdiler. Vücudu yorgunluktan titriyordu. Kalabalık
Petrolat’ın adını haykırıyor, arenayı gök gürültüsü gibi titretiyordu.
Kral Karmen, pırıl pırıl parlayan, altın bir
platformda onu bekliyordu. Üzerinde işlemeli bir pelerin vardı, gözleri ateşti.
Nabu-Ser, ağır adımlarla platforma çıktı. Halkın coşkulu tezahüratları bir an
bile dinmiyordu.
Kral Karmen, Nabu-Ser’in karşısına geçti. Boyu uzun,
omuzları genişti. Yüzünde, bilimin ve aklın zaferine duyduğu saygı okunuyordu.
Elini, Nabu-Ser’in omzuna koydu. ”Sen… Kemet’in geleceğini bize
getirdin,” dedi. Altın bir taç şeklinde yapılmış, üzerinde araba
tekerlekleri figürleri olan, parlayan bir nesneye uzattı.
Ardından tekrar alkışlar koptu. Bu kez, Nabu-Ser’in
adını haykırıyorlardı. PETROLAT! PETROLAT! Bu sadece bir
arabanın adı değil, yeni bir dönemin, yeni bir çağın adı olmuştu. Nabu-Ser,
yüzündeki huzurlu gülümsemeyle kalabalığa baktı. Yarış bitmişti, ama asıl
yolculuk yeni başlıyordu.
Leeuwenhoek, bu devrimci yarış arenasında, kendi
kaderini yeniden yazmak istediğini fark etti. Kumaş tüccarı olarak geldiği
Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla dolmuştu.
24.4. Kadın
Bilgin Meritre ve İlk İnsanlı Roket
Akşam güneşi Giza Platosu’nu altın rengine boyarken,
Meritre evinde ailesiyle yemek masasında oturuyordu. Çocukları, babalarının ve
annelerinin yüzündeki ciddiyeti fark etmiş, merak dolu gözlerle ona bakıyordu.
“Anne,” dedi
küçük kızı, çatalıyla yemeğinin parçasını oynatarak, ”Dünya düz mü,
yuvarlak mı?”
Meritre gözlerini tabağından çekip çocuklarına
bakarken kalbi burkuldu. ”Bilmiyoruz henüz,” diye
yanıtladı sessizce. ”Yarın, Afrika olimpiyatlarının son gününde dev
roketi fırlatacağız. Dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğunu belki bir tavuk
görecek. Ama biz… biz hâlâ bilemeyeceğiz.”
Küçük kızı sordu. ”Dünyanın düz mü,
yuvarlak mı olduğu roketin çıktığı yerden görülebilir mi?”
Meritre derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. ”100
km yüksekten Nil’in başladığı yer görülmüyorsa, ufkun altında kayboluyorsa,
dünya yuvarlaktır. Eğer Güney Afrika'nın okyanusu görülüyorsa Dünya düzdür.”
O gece Meritre çocuklarını yataklarına yatırdı. Onlara
hikâyeler anlattı, ama gözlerinden süzülen bir damla, hem endişesini hem de
kararlılığını gösteriyordu.
Meritre eşine kararını açıkladı. ”Kararımı
verdim. Yarın o rokete tavuğu değil, kendimi bağlayacağım.”
“Meritre! Bunu yapamazsın!
Kendini riske atıyorsun! Çocuklarımız var, sen bir kadınsın ve bu… bu
çılgınlık!”
Meritre soğukkanlı ama kararlı bir şekilde karşısına
dikildi. ”Dinle beni… Ben bir bilginim. İnsanlık, bilgiyi öğrenmeye
değer verdiğinde yükselir. Eğer bu fırsatı kaçırırsak, bir tavuk bile Nil’in
başladığını görecekken biz hâlâ bilmiyor olacağız!”
Evde yemek masasında başlayan tartışma, hızla
sertleşmişti. Kocası ellerini sinirle masaya vurdu bağırarak karşılık
verdi: ”Ama sen… sen… bir insanın yapabileceği en riskli şeyi
yapıyorsun! Daha önce hiç denenmemiş dev bir rokete binmek… bunun düzgün
çalışacağının hiçbir garantisi yok!”
Meritre derin bir nefes aldı, gözlerinde hem üzüntü
hem kararlılık vardı. Konuşması yavaşça, ama etkileyici bir ağırlıkla
ağırlaştı:
“Öğrenecek olduğumuz bilginin
büyüklüğünü düşün. Hayatımızın ne anlamı kalır ki… Henüz bilinmesi gereken
bilgiyle karşılaştırıldığında, kendi küçük hayatımızın önemi ne ki? Bu
fedakarlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin sınırlarını daha da öteye
taşıyamayız. Evren… evren bizim hayal ettiğimizden çok daha garip ve
olağanüstü. Ben bunu görebilirim. İnsanlık için… bilgi için… bunu yapmalıyım.”
Kocası gözlerini yaşlarla doldurdu. ”Ama…
seni kaybedersem… çocuklar…”
Meritre yumuşayarak, ama hâlâ kararlı:
“Biliyorum… ama eğer bir adım
atmadan beklersek, hiçbir şey öğrenemeyiz. Cesaret ve akıl birleşirse insanlık
yükselecek. Nil’in başladığını görebileceğim… ve belki de, evrenin sırlarını,
daha önce kimsenin göremediği gizemlerini anlayabileceğim.”
Kocası durdu, sessizlik ağır bastı. Sonra Meritre’nin
gözlerine bakıp başını yavaşça salladı. ”O zaman… git… ama geri
döneceğine söz ver.”
Meritre gülümsedi, gözyaşlarını silerek: ”Söz
veriyorum… İnsanlığın en değerli bilgisiyle döneceğim.”
24.5.
Roket Hazırlıkları ve Meritre’nin Kararı
Afrika Olimpiyatları’nın son günüydü. Giza Platosu’nun
üzerinde devasa roket, göğe yükselen bir obelisk gibi dimdik duruyordu. Tunçtan
kaplamalar, alüminyum yakıt tankları ve bakır bağlantılar, sabah güneşiyle
parlıyordu. Etrafta bilginler, mühendisler ve işçiler telaşla koşuşturuyor;
halatlar geriliyor, valfler sıkılıyor, ölçüm aletleri kontrol ediliyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep kalın parşömenler ve hesap
tablolarıyla tüpün yanına geldi:
“Yakıt basıncı sabit, hava akışı
doğru… Eğer bir aksilik olmazsa, roket 100 kilometreyi geçecek.”
Diğer bilgin Tefnut, elinde küçük bir kafesle
yaklaştı. İçinde bir tavuk vardı, meraklı gözlerle etrafına bakıyordu.
“Bu hayvan uzayda yaşanabildiğini
gösterecek. Basınç ve sıcaklık değerlerini öğrenmemiz için en güvenli yol bu.”
Meritre öne çıktı, sesi sert ama sakindi:
“Hayır. O rokete bir tavuk değil,
ben bineceğim.”
Tefnut’un yüzü bembeyaz kesildi. ”Delirdin
mi? Bu roket dev bir ateş mızrağı! Bir insanın dayanabileceğini nereden
biliyoruz?”
Meritre dik durdu, gözleri kararlıydı:
“Biliyoruz çünkü denemek
zorundayız. Eğer Nil’in kaynağını görürsem, dünya düz mü yuvarlak mı sorusuna
yanıt vereceğiz. Eğer yapmazsak, insanlığın en büyük sorusu hâlâ cevapsız
kalacak. Bir tavuk bilmeyecek, biz bilemeyeceğiz.”
Bilgin Nabu-Ser öne atıldı: ”Ama Meritre,
bu sadece tehlike değil… ölüm demek olabilir.”
Meritre’nin sesi titremedi:
“Eğer bilgi uğruna ölmek
gerekirse, buna değer. Öğreneceğimiz bilginin büyüklüğünü düşünün!
Hayatlarımızın ötesinde bir anlam taşıyor.”
Bilginler birbiriyle fısıldaşmaya başladı. Kimi başını
sallıyor, kimi korkuyla geri çekiliyordu. Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep, ağır
bir sesle konuştu:
“Böyle bir karar, yalnızca kralın
izniyle alınabilir. Ona çıkalım.”
Kral dev salonun ortasında tahtında oturuyordu.
Meritre, bilginlerle birlikte huzura çıktı. Salonda bir uğultu vardı; herkes
merakla ne konuşulacağını bekliyordu.
Enlil-Hotep öne çıkarak:
“Büyük Kral'ım, ilk roket
fırlatmamız için her şey hazır. Geleneksel olarak bir hayvan göndermeyi
planlamıştık… fakat Bilgin Meritre, kendisi çıkmakta ısrarcı.”
Kral’ın kaşları çatıldı. ”Bir kadın mı? Hem
de bir anne? Bu… bu çılgınlık değil mi?”
Meritre başını eğdi, sonra gözlerini doğrudan kralın
gözlerine dikti.
“Efendim. Bir tavuğun gördüğüyle
insanlığın gördüğü aynı olabilir mi? Bir insanın gözleriyle görüp kalemiyle
yazacağı her şey tarihe geçer. Nil’in kaynağını ben görebilirim. Eğer ufukta
kayboluyorsa, dünya yuvarlaktır. Eğer güney okyanusu görünüyorsa, kesinlikle
düzdür. Bu bilgi, hepimizin kaderini değiştirecek.”
Kral sessizce düşündü, sonra sordu:
“Hayatını feda etmeye hazır
mısın?”
Meritre ileri atıldı, sesi meydan okuyordu:
“Öğreneceğimiz bilginin
büyüklüğünü bir düşünün. Kendi hayatımızın anlamı, bilmemiz gerekenlerin
yanında ne ki? Bu fedakârlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin
sınırlarını daha da öteye taşıyamayız. Evren, hayal ettiğimizden çok daha garip
ve olağanüstü. Ben bunu görüyorum. Eğer birileri bu adımı atmazsa,
insanlık daha uzun yıllar cehaletin içinde kalacak. Ben bu adımı atmaya
hazırım.”
Salonda sessizlik çöktü. Herkes kralın kararını
bekliyordu. Sonunda kral tahtından kalktı, ağır adımlarla Meritre’nin yanına
geldi.
“Senin cesaretin, kahramanların
cesaretiyle yarışıyor. Peki öyle olsun… İlk göğe çıkan insan bir kadın olacak.”
Kalabalıktan hayret dolu bir uğultu yükseldi. Kimi
gözyaşı döktü, kimi hayranlıkla başını salladı. Meritre gözleri parlayarak
rokete doğru yürüdü.
Ve o an, tarihin akışı değişti.
Güneş, yükselirken roketin gölgesi Giza Platosu’na dev
bir mızrak gibi düşüyordu. Kalabalık sessizdi; yalnızca rüzgârın uğultusu ve
metalin arada sırada çıkardığı gıcırtılar duyuluyordu.
Meritre ağır adımlarla rampaya doğru yürüdü. Her
adımı, sanki yüzlerce yıllık geleneği ve korkuyu çiğniyor gibiydi. Bilginler
ona yetişti, telaşla fısıldaşarak etrafını sardılar.
Tefnut’un sesi çatallandı:
“Meritre, dur! İçeride hava basıncı
düşerse… kapsül hava sızdırırsa ciğerlerin parçalanabilir! Basınç tulumu
yok.”
Meritre durdu, gözlerini kalabalığa çevirdi.
“Eğer bilginin peşinde ölmek
gerekiyorsa, bu benim görevim. Tavuk nasıl korumasız gidecekse ben de öyle
gideceğim. Yaşamak, bazen öğrenmekten daha küçük bir şeydir.”
Kalabalık uğuldadı. Birkaç işçi gözyaşlarını sildi,
kimi ellerini semaya kaldırıp dua etti.
Başbilgin Enlil-Hotep, titreyen elleriyle parşömenleri
göğsüne bastırdı:
“Eğer bu görevde ölürsen… seni
bilimin ilk şehidi olarak yazacağız. Ama hayatta kalırsan, tüm insanlık senin
adını asla unutmayacak.”
Meritre başını salladı, dudaklarında ince bir
gülümseme vardı.
“Benim adım değil, gördüğüm şey
önemli. Dünya düz mü, yuvarlak mı… işte gerçek mesele bu.”
İşçiler rampanın halatlarını çekti, tırmanış merdiveni
açıldı. Meritre, tunç basamaklardan yukarı çıkarken kalabalık nefesini tuttu.
Rüzgâr eteğini savurdu; güneş ışığında altın gibi parlayan saçları, bir
anlığına ateşten bir taç gibi göründü.
Roketin kapak halkası açıldı. İçeride dar, bakır
kaplamalı bir oturma haznesi vardı. Ne yastık ne kemer… sadece tahtadan bir
koltuk ve bronzdan yapılmış primitif bir kıskaç sistemi.
Meritre içeri girdi, bir an geriye dönüp kalabalığa
baktı. O anda göz göze geldiği ilk kişi kocasıydı. Adamın gözleri yaşlı,
dudakları titriyordu. Meritre ona sessizce başını salladı. ”Biliyorum” der
gibi… ”Ama gitmeliyim.”
Kapak kapandı. Dışarıda kalabalık
haykırmaya başladı:
“Meritre! Meritre! Meritre!”
Ve tarihte ilk kez, bir insan tehlikesini bilerek göğe
yükselmeyi seçmişti.
24.8.
İlk Roket Fırlatma Töreni
Kapı kapandı. Metalin soğukluğu, tok bir gürültüyle
yerine oturduğunda, Meritre bir an durdu. Arkasında kalan kalabalığın coşkusu,
davulların patırtısı ve Kral Karmen’in heyecanlı sesi artık sadece uzak bir
uğultu olarak geliyordu. Tek başına kalmıştı. İçerisi dar, metalik ve biraz da
boğuk kokuyordu; 18 metrelik dev gövdenin içinde, kalbinin ritmi roketin kendi
atışıyla yarışıyordu.
Meritre derin bir nefes aldı. Ellerini kablolar ve
valflerin üzerindeki seramik kaplamalı yüzeylere dokundurdu. Soğuk, ama güven
verici bir soğuktu. Gözleri kapsülün camına takıldı; ufuk, Nil Nehri, uzak çöl
tepeleri… hepsi şimdi bir resim kadar uzaktaydı ama birkaç dakika sonra, kendi
gözleriyle görebilecekti.
Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu.
Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi,
bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu.
Giza Platosu’nun ortasında yükselen devasa roket, ateşi yutmaya hazır bir
ejderha gibi dimdik göğe uzanıyordu.
Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir
gürültüyle çaldı.
Yükseltilmiş bir platformda duran görevli, kalabalığa
sesini çelik gibi çarptı:
“Ey Kemet halkı! Bugün
uçurtmaların, balonların ve kanatların günü değil, roketin günü! Bugün uçma
yarışı değil, uzay yarışı başlıyor! İşte karşınızda, göklere yükselecek ilk
insanlı roket!”
Kalabalık çığlıklarla coştu, alkış tufanı arenayı
sarstı.
Görevli, roketi anlattı:
“Bu dev mızrak, 3 aşamalı
silindirik alüminyum gövdesi, çelikten nozul, seramik kaplamayla
güçlendirilerek yapılmıştır! Alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden
oluşan yakıtla doldurulmuştur. İçinde, bilgin Meritre oturuyor! Bir tavuk
yerine, insanlığın onuru ve cesareti göğe yükselecek!”
Kalabalıktan şaşkınlık uğultusu yükseldi. ”Bir
kadın mı?” “İçinde insan mı var?” Sesler birbirine karıştı.
O anda Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı.
Uzun pelerinini rüzgâr dalgalandırırken elini göğe kaldırdı. Sesi, arenanın her
köşesine yayıldı:
“Bugün tarihe tanıklık
edeceksiniz! İlk kez, bir insan göğün kapısını aralayacak! Cesaretiyle bize
ışık tutacak! İnsanlık, bu günden sonra artık eskisi gibi olmayacak! Fırlatma
başlasın!”
Davullar daha sert, daha hızlı çalmaya başladı.
Borular çığlık çığlığa yükseldi. Gözler roketin altına çevrildi;
Görevli elini havaya kaldırdı:
“Halkım! Hep bir ağızdan geri
sayın! Onun yolculuğu yalnız Meritre’nin değil, hepimizin yolculuğu olacak!”
Meritre ”Hazırım,” dedi kendi
kendine. Sesini kimse duyamazdı. Telsizi yoktu. Başında kaskı, üzerinde basınç
tulumu yoktu, ama cesaretinin ağırlığı göğsünü sıkıyordu.
Görevli, uzaktan elini kaldırıp son kontrolleri işaret
etti. Meritre, elleriyle minik kolları kavradı, gözlerini kapattı ve saymaya
başladı:
On binlerce kişi, nefesleri bir olmuş gibi bağırdı:
“ON! DOKUZ! SEKİZ!...”
Davulların, boruların ve kalabalığın sesleri bir anda
zihninde yankılandı. Dışarıda on binlerce insan nefesini tutmuş, gözleri
gökyüzüne dikilmişti. Meritre, koltuk kemerini sıkıca kavradı; her bir teli,
her bir vida, her bir mekanizmayı hissedebiliyordu.
“3… 2… 1… Ateş!”
Alt aşama patladı. 1.645 kilogramlık kütle, dev bir
güçle onu yukarı doğru fırlattı. Göğsüne çarpan G kuvveti, nefesini kesiyor,
kalbini sıkıştırıyordu. Ellerini koltuğa bastı, bacakları ağırlığın altında
eziliyordu. Gözleri kapanmak istese de, dışarıdaki manzarayı görmek için açtı:
kumlar ve arenadaki insanlar küçülüyordu, rüzgârın sesi, metalin uğultusuna karışıyordu.
Orta aşama, 1.135 kilogramlık katı yakıt, kısa bir
patlama ile devreye girdi. Roket titredi, sarsıldı, ama Meritre havada süzülen
bir kuş gibi kendini hissetti. Yerçekimsizliğin ilk dokunuşunu hissetti:
kolları hafifledi, saçları yukarı doğru kalktı, nefesi yavaşladı. Bir an için,
hem korku hem özgürlükle doldu; dünya ve ufuk, altındaki mavi Nil ile birlikte
birbirine karışıyordu.
En üst aşama, 783 kilogramlık küçük ama güçlü blok,
son bir itiş için ateşlendi. Roket bir ok gibi gökyüzüne fırladı, Meritre’nin
kalbi göğsünden taşacak gibi atıyordu. Artık sadece metalin ve kendi iradesinin
kontrolünde yükseliyordu. Gözlerinin önünde, ufuk, Nil, ve Afrika
Olimpiyatları’ndaki kalabalık küçülüyor, uzaklaşıyordu.
Ve artık, tamamen yerçekimsiz. Dünya'ya başka bir
açıdan bakıyordu: altındaki çöller ve denizler, artık bir tablo gibiydi.
Meritre, ilk kez kendi gözleriyle ufku ölçebilme heyecanını hissetti. Yanındaki
kontrol paneline göz attı. Cihazlar hâlâ çalışıyordu: G kuvvetinin değişimini
kaydediyordu. İlk patlamada 6 G’yi hissetmiş, şimdi ise 0 G’ye yaklaşmıştı.
Meritre koltuğundan kalkıp camdan dışarı baktı,
gözleri yavaşça ufka kaydı. Altında çöl ve Nil Nehri’nin yeşil çizgisi vardı.
Ufuk çizgisinde Nil kaybolmuştu; tam olarak düşündüğü gibi, ufkun altına
giriyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun gözle görülür kanıtıydı.
Daha uzağa baktığında, Akdeniz ve Kızıldeniz masmavi
komple gözüküyordu; ama Güney Afrika kıyıları hâlâ ufkun altındaydı,
görünmüyordu. Yani, gözlemleri ve dünyanın yuvarlaklığını doğruluyordu: Nil
Nehri ufukta kayboluyor, Güney Afrika görünmüyordu; "Dünya
yuvarlak" dedi. Meritre’nin kalbi heyecanla çarptı. Bu
sadece bir gözlem değil, yıllardır merak edilen soruya kesin ve net bir yanıt
demekti. İnsan gözüyle ve ölçümlerle birlikte, Dünya yuvarlak olduğuna
kesin şekilde tanıklık ediyordu.
Tıpkı Ay ve diğer gezegenlerde gördüğü yuvarlak
şekiller gibi, Dünya da gözleri önünde yuvarlak bir gezegen
olarak duruyordu. Onu izleyen gözler, yıllarca sorulan ”Dünya düz mü,
yuvarlak mı?” sorusuna kesin yanıt bulmuştu. Şaşkınlık, hayranlık ve
hafif bir heyecan karışımı yüzüne yayıldı.
“Dünya, tıpkı Ay gibi yuvarlak.
Nil Nehri ufkun arkasında kayboluyor, okyanus hafifçe kıvrılıyor. İnsan gözüyle
doğrulanabilir.” dedi.
Yerçekimsizliğin verdiği özgürlükle, bir yandan ufku
tarıyor, bir yandan cihazların verilerini kaydediyordu. Yerçekimsizliği denemek
için minik hareketler yaptı. Elleriyle küçük objeleri havada fırlattı,
yumuşakça süzüldüklerini gözledi. Notlarını hızla aldı: ”Kabarcıklar
yuvarlak, birleşme süresi uzun, akışkan davranışı Dünya’dakinden tamamen
farklı.”
Bu kısa ama yoğun 8-9 dakika, insanlık için dev bir
adımın ötesinde, Meritre için tarifsiz bir keşif anıydı. Bu sürede yuvarlak
dünyanın üzerinde gördüğü denizleri, nehirleri ve yeryüzü şekillerini çizdi.
Yaptığı deneylerin ve ölçüm aletlerinin sonuçlarını yazdı.
Kabin hafifçe serbest düşmeye geçti. Dünya atmosferine
girişte kızıl sıcaklıklar ve sürtünme ile parladı, ama dış gövde seramik
kaplamalarıyla korundu. Meritre, hissettiği G kuvvetinin etkisiyle dişlerini
sıkıca kapatıp, yalnızca cihazların okumasına odaklandı. Paraşüt açılmazsa
nasılsa notlarımı aldım diye düşündü. ”Öğrenecek olduğumuz bilginin
büyüklüğü karşısında hayatımızın ne önemi var ki” diye
fısıldadı.
Ardından, paraşüt otomatik olarak açıldı. Kabin
yavaşça süzüldü, çöl kumları yaklaşırken Meritre’nin yüzünde korku yerine
gülümseme belirdi. Gözleri yerde kendisini bekleyen büyük kalabalığa kaydı.
Kumların üstüne yumuşak bir iniş yaptı. Meritre derin
bir nefes aldı. Kabinden dışarı adım attığında, kalabalık ve kralların
bakışları üzerindeydi.
Meritre, kabininden çıktığında, çöldeki iniş alanında
büyük bir kalabalıkla karşılandı. Mısır’ın kralları, bilginleri ve halkı, bu
tarihi anı kutlamak için toplanmıştı. Gökyüzünden inen bu cesur kaşifi
selamlamak için davullar çalıyor, flütler melodilerle yankılanıyordu. Kral,
altın işlemeli pelerinini dalgalandırarak ona doğru yürüdü. Meritre’nin elinden
tuttu, yüksekçe bir platforma çıkardı. Meritre’ye altın işlemeli bir kaftan
giydirdi ve başına zafer tacı taktılar.
Kral gür sesiyle ilan etti:
“Bugün gök kapısı açıldı! Bu
kadın, bizlere yalnızca cesaret değil, bilginin kudretini de gösterdi! Meritre’nin
adı ebediyen tarihe yazılacak!”
Kalabalık, ”Gökten gelen kadın!”
diye bağırarak onu alkışladı. Meritre, ellerini kaldırarak sessizce teşekkür
etti, gözleri hâlâ uzaydan dünyayı görmenin hayranlığıyla parlıyordu.
Ertesi gün, Giza'nın Kayıtlar Salonu içine büyük
kütüphanede bir toplantı düzenlendi. Afrika’nın en büyük matematikçileri,
gökbilimcileri ve filozofları, Meritre’nin gözlemlerini dinlemek için bir araya
geldi. Salonda mumlar yanıyor, papirüs ruloları açılmış, kalemler hazır
bekliyordu. Meritre, sakin ama kararlı bir sesle anlatmaya başladı:
“Uzayda, Dünya’yı bir tablo gibi
gördüm. Nil Nehri ufkun altında kayboluyor, Akdeniz bir yay gibi kıvrılıyor.
Güney Afrika kıyıları görünmüyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun kesin
kanıtı.”
Bilginler, notlar alarak başlarını salladı. Meritre,
yerçekimsiz ortamda yaptığı deneyleri detaylandırdı: ”Su
damlacıkları yuvarlak kabarcıklar oluşturuyor, havada süzülen objeler düz bir
çizgide hareket ediyor. Yerçekimi olmadan her şey farklı.”
Toplantıda, Dünya’nın yuvarlak olmasının ne anlama
geldiği tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Bu bilgi, denizciler için yeni
rotalar açar. Eğer Dünya yuvarlaksa, batıya yelken açarak doğuya varılabilir!
Yuvarlak bir Dünya'da aynı yönde ilerleyen biri başladığı noktaya geri
dönebilir” dedi. Bir matematikçi ise, ”Artık haritaları
düz bir yüzeye değil, bir küre üzerine çizmeliyiz,” diye ekledi.
Ticaret yollarının kısalacağı, yıldızların konumlarının daha iyi anlaşılacağı
ve belki de yeni toprakların keşfedileceği konuşuldu.
Toplantının en heyecan verici anı, Uçma Sanatı
Mektebinde 12 yaşında genç bir öğrenci olan Şarmaadat’ın ayağa
kalkmasıyla geldi. Elinde bir ip ve ucuna bağlı bir taş vardı. İpi hızla
çevirerek, ”Eğer bir cisim yeterince hızlı dönerse, yere düşmez.
Tıpkı Ay’ın Dünya’nın çevresinde dönmesi gibi, biz de bir aracı Dünya’nın
yörüngesine sokabiliriz!” dedi. Salonda bir uğultu yükseldi. Şarmaadat,
devam etti: ”Bunun için ne kadar hız gerektiğini hesaplamalıyız. Ama
önce, Dünya’nın çevresini tam olarak bilmeliyiz.”
Meritre, bu fikre hayran kaldı. ”Syene’de
gölgesiz bir öğle vaktiyle, İskenderiye’de gölgenin açısını ölçersek bu iki
şehrin mesafesini de ölçersek Dünya’nın çevresini bulmak için temel oluşturur.” dedi.
Syene ve İskenderiye arasındaki mesafeyi, gölgelerin
açısını ve Dünya’nın çevresini hesaplamak için formüller yazıldı. Bir bilgin,
papirüs üzerine şu denklemi çizdi:
Dünya’nın çevresi = (360° / gölge açısı) × mesafe
Bu hesaplama, yörüngeye bir araç yerleştirmek için
gereken hızı bulmada ilk adım olacaktı. Şarmaadat, ”Eğer
bir araç yeterince hızlı hareket ederse, Dünya’nın çekiminden kurtulmadan onun
çevresinde dönebilir. Bu, gökyüzünden Dünya’nın her yerini sürekli
gözlemlememizi sağlar! Dünyanın çevresinde dönen ve Dünya'ya hiç düşmeyen
şehirler yapabiliriz” dedi.
Toplantıda, yörüngeye bir araç yerleştirmenin
faydaları tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Böyle bir araç üzerine
yerleştirilecek teleskop, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini daha iyi
gözlemleyebilir. Gökyüzü haritalarımız kusursuz olur,” dedi. Bir
başkası, ”Hava durumunu önceden tahmin edebiliriz. Bulutların
hareketini, fırtınaların gelişimini izleyebiliriz,” diye ekledi.
Bir filozof ise daha ileri gitti: ”Belki de bu araçlar, başka dünyalara
mesaj göndermemizi sağlar. Ya da başka dünyalardan gelen mesajları yakalar!”
Meritre, bu fikirlerin her birini dinlerken, uzayda
geçirdiği kısa ama yoğun anları düşündü. ”Bir araç yörüngeye
yerleşirse, sadece bilim için değil, insanlık için bir umut olur. Dünya’yı bir
bütün olarak görebilir, sınırların ötesine bakabiliriz,” dedi.
Toplantı ilerledikçe, bilginler başka olasılıkları da
gündeme getirdi:
Bir bilgin, yörüngeye yerleştirilen bir aracın, uzak
şehirler arasında hızlı iletişim kurmak için kullanılabileceğini önerdi. ”Işık
sinyalleri ya da yansıtıcı yüzeyler kullanarak mesajlar gönderebiliriz.
Mısır’dan Atina’ya anında haber iletebiliriz!”
Bir mühendis, yörüngeye araç göndermek için daha güçlü
roketler ve hafif malzemeler geliştirilmesi gerektiğini söyledi. ”Seramik
kaplamalar işe yaradı, ama daha dayanıklı alaşımlar bulmalıyız. Alüminyum tozu
yakıtından daha güçlü yakıtlar araştırmalıyız.”
Bir diplomat, bu başarının diğer medeniyetlerle
paylaşılması gerektiğini önerdi. ”Yunanlar, Persler, hatta uzak
doğudaki bilginlerle bir araya gelmeliyiz. Dünya’yı birlikte keşfetmeliyiz.”
Toplantı sona ererken, Meritre ayağa kalktı. ”Uzayda
geçirdiğim kısa sürede, Dünya’nın ne kadar hassas ve güzel olduğunu gördüm. Onu
korumalı, anlamalı ve keşfetmeliyiz. Bu sadece bir başlangıç. Gelecekte, belki
de Ay’a, hatta daha ötesine gideriz.”
Salon alkışlarla doldu. Meritre’nin gözleri, ufka
bakar gibi dalgındı. Uzayın sessizliği hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.
24.12.
Dünyanın Çevresi Hesaplama Ekibi
Kral Karmen, bilginlerin tartışmasını dikkatle
dinledi. Bir süre sessiz kaldı; yalnızca mumların titreyen ışıkları yüzüne
vuruyordu. Sonra ağır adımlarla ayağa kalktı. Sesi, taş duvarlarda yankılandı:
“Meritre’nin gördükleri, göz ardı
edilemez. Dünya’nın yuvarlaklığını ispat etmek, yalnızca bilginin değil,
krallığımızın da şanıdır. Bu yüzden Syene’ye bir sefer düzenlenecek! Orada
gölgesiz öğle vaktinde ölçüm yapılacak, aynı anda İskenderiye’de gölge açısı
kaydedilecek. Bu mesafeyi ölçün, açıyı hesaplayın. Bana Dünya’nın çevresini
getirin!”
Salon bir anda alkış ve heyecanla doldu.
Matematikçiler hesap araçlarını, mühendisler ölçüm düzeneklerini hazırlamak
için fısıldaşmaya başladı. Meritre’nin gözleri parladı; yaptığı yolculuğun bir
sonraki adımı, insanlığın elindeki en kesin sayıya dönüşecekti.
Kral elini kaldırdı:
“Ekip kurulacak, yol hazırlıkları
başlayacak. Bu görev, yalnızca bir hesaplama değil, insanlığın göğe uzanan
ikinci adımı olacak!”
Mumların alevleri sanki daha parlak yanıyordu.
Toplantı böylece kapandı, fakat bilginlerin zihninde yeni bir yolculuğun kapısı
aralanmıştı.
Roket fırlatmasını izleyen ve bilginlerin toplantısını
bir köşede dinleyen Leeuwenhoek için kumaş ticareti artık teferruattan başka
bir şey değildi. Bilimin içine çekilen Leeuwenhoek kendi kaderini yeniden
yazmak istediğine karar verdi. Kuzeydeki ülkesinin, Delft şehrinden kumaş
tüccarı olarak geldiği Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla
yanıyordu.
...
24.13.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Nil-7, peki Meritre neden
kendisini feda etmek istedi? Bir tavuğun gitmesine izin verseydi, yine de
öğrenmiş olmazlar mıydı?"
Nil-7: "Sahara, tavuk görebilir ama
anlatamaz. İnsanlık, bilgisini ancak kendi gözleriyle gördüğünde ilerletebilir.
Meritre, bilginin değerinin hayatın riskinden bile büyük olduğuna
inanıyordu."
Sahara: "Dünya’nın yuvarlak olduğunu
görmeyi neden bu kadar istediler ki? Biz zaten biliyoruz. O zamanlar bilmemek
çok mu kötüydü?"
Nil-7: "Bilmemek kötü değildir, küçük
kız. Kötü olan, öğrenmeye çalışmamaktır. O çağda insanlar gökyüzüne bakıyor ama
kesin bir cevap bulamıyordu. Meritre’nin cesareti sayesinde binlerce yıl sonra
sen, Dünya’nın yuvarlak olduğunu biliyorsun. Yani onun seçimi, senin bilgisinin
tohumuydu."
Sahara (biraz düşündükten sonra): "Yani
bazen bir insanın tek bir kararı, binlerce yıl sonrasını değiştirebilir
mi?"
Nil-7 (yumuşak bir tonla): "Evet, Sahara.
Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi… Küçük görünür ama büyüdüğünde koca bir
ormanı değiştirir. Meritre’nin kararı da insanlığın zihninde büyüyen bir orman
oldu."
Sahara (merakla): "Peki Nil-7… Eğer
ben de büyüyünce bir şey keşfetmek istersem ama herkes bana ‘yapma’ derse… Ne
yapmalıyım?"
Nil-7 (hafifçe başını eğerek): "İşte o
zaman kalbine bakacaksın. Eğer isteğin yalnızca kendin içinse dikkatli
olmalısın. Ama eğer insanlığın bilgisini, başkalarının geleceğini büyütmek
içinse… Meritre’nin cesaretini hatırla. O zaman yolun sana açılır."
Sahara (uzun süre sessiz kaldı, sonunda gözleri
parladı): "Ben de büyüyünce gökyüzüne çıkmak istiyorum. Belki
Ay’a, belki yıldızların yanına… Tıpkı Meritre gibi."
Nil-7 (metalik sesi yumuşadı, adeta
gülümsüyordu): "Ve belki bir gün senin hikâyen de başka bir
çocuğa anlatılır, Sahara."
Bölüm 25: Mikro Dünyaların
Keşfi (M.Ö. 3077)
25.1. Pazar Yerinde Hırsızlık
Giza’nın taş döşeli pazar meydanı, Afrika
Olimpiyatları’nın son günlerinin coşkusuyla doluydu. Davul sesleri, satıcıların
bağırışlarına karışıyor, Nil’in serin esintisi tezgâhlardaki baharat kokularını
savuruyordu.
Kalabalığın ortasında, cam eşyalarla dolu bir tezgâh
vardı: şişeler, bardaklar, süs eşyaları… ve en değerlisi, özenle parlatılmış
birkaç küçük mercek. Bu tezgâhı o sabah Hapu, oğlu Şarmaadat’a emanet etmişti.
Usta camcı atölyede işine dönmüş, oğluna gururla ”Müşterilere dikkat
et, mercekleri iyi koru,” demişti.
Şarmaadat, on üç yaşının verdiği heyecanla, tezgâhın
önünde gururla dikiliyordu. Birkaç müşteri cam şişelere bakarken, ince yapılı,
gölgelerde dolaşan bir adam tezgâha yanaştı. Elini hızlıca uzatıp, en parlak
mercekleri kavrayıverdi.
“Dur!” diye
bağırdı Şarmaadat, ama adam kalabalığın arasına dalıp hızla koşmaya başladı.
Çocuk çaresizce arkasından fırladı, fakat kalabalık pazarda hırsızın izini
kaybetti.
Tam o sırada, kumaş tezgâhının arkasından gözleri
keskin bir kuzeyli tüccar olan Leeuwenhoek, olanları fark etti. Hırsız,
Leeuwenhoek’in önünden geçerken kumaş balyalarını devirdi. Leeuwenhoek hiç
düşünmeden, kalın bir kumaş tomarını hırsızın ayaklarının önüne yuvarladı.
Hırsız tökezleyip yere kapaklandı, elindeki mercekler taşa çarpıp şangırdayarak
yere saçıldı.
Kalabalık bir anda hırsızı kıstırdı. Pazarın
muhafızları yetişip adamı yakaladı. Şarmaadat nefes nefese gelerek mercekleri
yerden topladı. Küçük elleri titriyordu.
“Kırılan biri hariç... mercekler
kurtuldu!” dedi, gözleri dolu dolu. Sonra başını kaldırıp
Leeuwenhoek’a baktı. ”Sen olmasaydın hepsi gitmişti!”
Leeuwenhoek, hafifçe omzunu silkti. ”Kumaş
tüccarının gözü keskindir,” dedi.
Sonra, gözleri Leeuwenhoek’a döndü. ”Babamın
emeğini kurtardın. Sana minnettarım.”
Leeuwenhoek yere düşen kumaş topunu yerden kaldırıp
tezgaha koyarken gülümsedi, ”Ama bu yuvarlak camlar… sıradan
bir cam parçası gibi değil. Bunlara bu kadar değer vermenin sebebi ne?” dedi.
Küçük çocuk, bir an tereddüt etti, sonra kararını
vermiş gibi merceği Leeuwenhoek’a uzattı. ”Bu merceği sana hediye
ediyorum. Sen olmasaydın hepsi çalınacaktı. O yüzden bu senin hakkın.”
Leeuwenhoek şaşkınlıkla merceği aldı. Işığa doğru
tutup çevirdi, sonra kendi tezgâhına giderek Delft’ten getirdiği mavi kumaş
topuna çevirdi.
Merceğin büyüttüğü lifler, devasa halatlar gibi önünde
uzanıyordu. İpliklerin kıvrımları, arasına takılmış minicik toz parçaları
gözler önüne seriliyordu. Leeuwenhoek hayranlıkla gülümsedi. ”Ben yıllardır
kumaş satarım… ama bu kadar detaylı hiç görmemişim.”
Şarmaadat, gözlerinde heyecanla öne atıldı. ”Gördün
mü? Bu cam, gözlerimizin sakladığını gösteriyor. Bir kumaşın kusurunu, ipliğin
en küçük lifini bile yakalıyor.”
Leeuwenhoek başını salladı, hâlâ büyülenmiş
gibiydi. ”Senin merceğin… bana kendi kumaşımı yeniden tanıttı.”
Şarmaadat bir an düşündü, sonra kumaş topuna baktı.
Gözlerini mavi renkli olanına dikti, parmağıyla dokundu. ”Bu kumaş…
kuzeyden mi geliyor? Denizlerin ötesinden mi?”
Leeuwenhoek, özlemle gülümsedi. ”Evet,
Delft’ten. Soğuk rüzgârların estiği yerlerden. İplikleri ince ama sağlamdır.
Dokusunu yapmak saatler sürer.”
Leeuwenhoek sonra gülümseyip eğildi. ”Madem
bana böyle bir hazine gösterdin, ben de sana bir hediye borçluyum.” Küçük
bir bıçak çıkardı, kumaştan dikkatlice bir elbiselik kesip Şarmaadat’a
uzattı. ”Bunu kabul et. “
Şarmaadat, kumaş parçasını ellerinde çevirdi, yüzüne
hayranlıkla sürdü. ”Bundan daha değerli hediye olamaz.” dedi.
Şarmaadat, ayrılıp kendi tezgahı başına gitti. Artık
aralarındaki bağ ticaretin ötesine geçmişti. Mercek ile kumaş, onların kaderini
birbirine bağlamıştı.
Akşamüstü, güneşin kızıllığı Giza sokaklarının
taşlarına vururken, Şarmaadat satışlarını bitirip pazarın gürültüsünden
uzaklaşıp babasının atölyesine döndü. Elinde hâlâ Leeuwenhoek’un verdiği mavi
kumaş parçası vardı; ara sıra dokunuyor, parmaklarının altında kayan
pürüzsüzlüğü hissediyordu.
Atölyenin kapısını araladığında, içeriden camın ateşle
buluştuğu ince bir uğultu geldi. Ocağın ışığı, duvarlarda titrek gölgeler
oynatıyordu. Babası Hapu, tunç maşalarıyla kızgın camı çekip inceltirken
alnından ter damlıyordu.
“Geldin mi oğlum?” dedi,
gözünü işten ayırmadan.
“Geldim baba,” dedi
Şarmaadat. ”Pazardaki her şey satıldı. Mercekler de güvende.”
Hapu, şaşkınlıkla başını kaldırdı. ”Hepsi
mi satıldı? Bu iyi haber… Peki mercekler?”
Şarmaadat’ın yüzünde gururlu bir gülümseme
belirdi. ”Onları çalmaya kalkan bir hırsız vardı ama yakalandı. Yanımda
biri vardı, yardım etti. Hem de uzaklardan gelen bir kumaş tüccarı.”
O sırada kapının önünden geçenlere gözü takıldı.
Şarmaadat, sokağın gölgesinde Leeuwenhoek’u fark etti. ”İşte o!” diyerek
dışarı çıktı ve seslendi: ”Efendim, buraya gelin lütfen!”
Leeuwenhoek durakladı. Genç çocuğun davetini kırmayıp
atölyeye girdi. İçeride ateşin sıcaklığı ve cam kokusu yüzüne çarptı.
Şarmaadat heyecanla onları tanıştırdı:
“Baba, bu beyefendi Leeuwenhoek.
Pazar yerinde merceklerimizi kurtardı. Olmasaydı hepsi gitmişti.”
Hapu, ağırbaşlı bir şekilde eğildi. ”Oğluma
yardım etmişsiniz. Camcı Hapu’nun dostu oldunuz. Size minnettarım.”
Leeuwenhoek başını salladı. ”Ben
sadece doğru anda doğru yerdeydim. Ama doğrusu… oğlunuz cesur bir
çocuk. Tek başına hırsızı kovalamaktan çekinmedi.”
Kısa bir tanışmadan sonra Hapu, konuya merakla girdi:
“Olimpiyatların açılışında
sergilenen teleskobu gördünüz mü? O teleskopta kullanılan merceği oğlumla
birlikte yapmıştık.”
Leeuwenhoek’un gözleri parladı. ”Gerçekten
mi? Ben o teleskopla Ay’a baktım. Yüzeyindeki dağlar ve gölgeler… hayatımda
gördüğüm en büyüleyici şeydi. Göklerin bu kadar yakın olması inanılmazdı.”
Hapu, bu heyecana gülümseyerek karşılık verdi. ”Demek
Ay’a baktınız. İşte bu cam parçaları, insanın gözünü yeni dünyalara açıyor.”
Sonra konu değişti. ”Peki, siz de bugün
pazarınızı topladınız mı? Kumaşlarınızın satışı nasıl geçti?”
Leeuwenhoek başını eğdi. ”Hepsini sattım.
Normalde dönme vaktim geldi… Ama içim dönmek istemiyor. Bu şehir, bu topraklar…
beni büyüledi. Kumaş ticareti artık sadece iş gibi geliyor. Burada gördüklerim
ise yeni bir hayat gibi.”
Hapu şaşkınlıkla baktı. Bir an düşündü, sonra içinden
geçenleri söyledi:
“Ben de aslında uzun zamandır
güvenilir, öğrenmeye hevesli bir çırak arıyordum.”
Leeuwenhoek derin bir nefes aldı, gözleri kararlıydı.
“Ben kumaş tüccarıyım, ama
gözlerim çok keskindir. Ellerim hassas işlere alışık; sabırlıdır, beceriklidir.
Ayrıca çabuk öğrenirim. Bana izin verin… ben de camın sırrını öğreneyim.”
Hapu, onun gözlerindeki samimiyeti gördü. Bir anlık
tereddütten sonra başını salladı.
“Peki Leeuwenhoek. Madem
istiyorsun, bu atölye sana da açıktır. Bugünden sonra sen sadece bir tüccar
değil, camın çırağısın.”
Şarmaadat sevinçle gülümsedi. Leeuwenhoek’un içi ise
tarifsiz bir heyecanla doldu. Hayatında ilk kez kumaşın ötesinde bir ufka
bakıyordu.
25.3.
Mercek Yapımında Ustalaşma
Günler haftalara, haftalar aylara dönüştü.
Leeuwenhoek, Hapu’nun atölyesinde gece gündüz çalışıyordu. Cam eritmeyi,
kalıplara dökmeyi, taşlarla parlatmayı öğrendi. Elleri yanıklar ve kesiklerle
doluydu, ama her başarısız deneme onu daha da hırslandırıyordu. Şarmaadat, ona
babasının öğretmediği küçük sırları gösteriyor, Leeuwenhoek ise kumaş
tüccarlığından gelen titizliğiyle camları kusursuz hale getiriyordu.
Bir akşam, atölye sessizken, Leeuwenhoek tek başına
bir mercek üzerinde çalışıyordu. Camı o kadar ince ve bombeli yapmıştı ki, mum
ışığında parlıyordu. Şarmaadat uykulu gözlerle atölyeye geldiğinde,
Leeuwenhoek’u merceği bir su damlasına tutarken buldu.
Şarmaadat şaşkınlıkla yaklaştı:
“Ne yapıyorsun Leeuwenhoek?”
Leeuwenhoek gözlerini mercekten ayırmadan cevap verdi:
“Bak, Şarmaadat… bu mercek,
kumaşın ipliklerini bile büyütüyor ama eğer biraz değiştirirsem… başka şeyleri
de gösterebilir. Sanki minik bir dünya önümde açılıyor.”
Şarmaadat, merceği eline alıp su damlasına tuttu:
“Vay… içindeki küçük baloncukları
ve küçük çubukları görüyorum! Bunlar… canlı mı sanki?”
Leeuwenhoek hafifçe gülümsedi:
“İşte bunu anlamak için denemeler
yapacağız. Her mercek, gözlerimizin göremediğini gösterecek. Bugün kumaş, yarın
belki… suyun içindeki küçük canlılar.”
Şarmaadat merceği döndürerek hayranlıkla izledi.
“Sen bunu gerçekten
başaracaksın Leeuwenhoek. Bence sen, dünyanın daha önce hiç görmediği
şeyleri göreceksin.”
Leeuwenhoek, mum ışığında parlayan merceğe bakarken
içi titredi:
“Evet… belki de bu mercek, benim
yeni dünyamın kapısı olacak.”
Ertesi gün, Leeuwenhoek merceğini daha da güçlendirmek
için işe koyuldu. Camı daha ince çekiyor, kenarlarını ustalıkla parlatıyor, her
defasında daha berrak görüntüler elde ediyordu. Parmakları nasır tutmuştu ama
gözlerindeki ışıltı dinmiyordu.
Bir gece, atölye bomboşken, su dolu küçük bir cam kaba
eğildi. İçine yağ lambasının isini düşürmüş, ardından da kuyudan aldığı birkaç
damla su eklemişti. Yeni yaptığı merceği dikkatle kaba tutarak baktı.
Bir an için hiçbir şey göremedi. Sonra… hareket!
Su damlasının içinde minik, kıvrak canlılar kıpır
kıpır dolaşıyordu.
Leeuwenhoek heyecandan ayağa fırladı.
“Onlar… var! Gözle görünmeyen ama
yaşayan şeyler var!” diye fısıldadı kendi kendine.
Tam o sırada kapı aralandı, Şarmaadat başını uzattı:
“Leeuwenhoek, hâlâ mı
çalışıyorsun? Bu saatte…” Sözünü yarıda
kesti. Leeuwenhoek’un titreyen elleriyle tuttuğu merceğe baktı.
“Ne gördün?”
Leeuwenhoek, gözleri ışıl ışıl, ona merceği uzattı:
“Bak. Şu su damlasına bak. İçinde
görünmeyen bir dünya var.”
Şarmaadat gözünü merceğe dayadı. Birkaç saniye sonra
irkilip geri çekildi:
“Bunlar… küçük balık yavruları
gibi hareket ediyor! Ama çok çok küçükler. Böyle bir şey… daha önce hiç
görmedim.”
Leeuwenhoek’un sesi neredeyse bir dua gibiydi:
“Belki de Tanrı’nın en küçük
yarattıklarına bakıyoruz. İnsan gözünün hiç görmediği, ama var olan canlılara.”
Atölye sessizleşti. Sadece yağ lambasının titrek ışığı
ve uzaklardan gelen gece böceklerinin sesi vardı. O an, Leeuwenhoek bir kumaş
tüccarı olmaktan çıkıp bilimin yolunu seçmişti. Çünkü artık biliyordu: mikro
dünyanın kapısı aralanmıştı.
25.4.
Mikropların Sunumu: Bir Devrim
Leeuwenhoek, Şarmaadat ve Leeuwenhoek,
keşiflerini bilginler kuruluna sunmak için hazırlandı. Giza’nın Kayıtlar
Salonu’nda, mumların titreyen ışıkları altında, bilginler ve kral bir araya
geldi. Leeuwenhoek, mikroskobu masanın ortasına yerleştirdi ve bir damla suyu
mercek altına koydu.
“Efendim, bilginler, bakın,” dedi
Leeuwenhoek. ”Bir damla suda, gözle görülmeyen bir dünya var.
Canlılar… belki de hastalıkların, belki de hayatın sırrını taşıyan yaratıklar.”
Kral Karmen, mikroskoba eğildi. Gözleri, su
damlasındaki minik varlıkları görünce büyülenmişti. ”Bu…
yıldızlardan daha büyük bir dünya!” diye haykırdı. “Bir damla su,
evren kadar kalabalık!”
Bilginler arasında bir uğultu yükseldi.
Bazıları, ”Bu büyü mü?” diye fısıldarken, bir başkası, ”Hayır,
bu bilim! Belki de ateşin, öksürüğün sebebi bunlardır!” dedi.
Meritre, toplantıda ayağa kalktı: ”Uzayda Dünya’yı yuvarlak gördüm.
Şimdi bir damlada başka bir evren görüyoruz. Bilgimiz, ne kadar küçük ya da
büyük olursa olsun, evrenin sırlarını açığa vuruyor.”
Kral, Leeuwenhoek’a döndü. ”Sen bir
tüccardın, değil mi? Ama şimdi bize yeni bir dünya gösterdin. Bu keşif,
krallığımızı değiştirecek.”
Leeuwenhoek başını eğdi, ama içinden bir ses
yükseldi: ”Ben buraya kumaş satmaya gelmiştim, ama asıl kazanç, bu
bilginlerin arasına katılmak oldu.”
25.5.
Mikroskobun Keşfi ve Hastalığın Sırrı
Sarayın gözlem odasında daha önce göğe çevrili olan
teleskoplar köşede tozlanmaktadır. Ortada Leeuwenhoek’un mikroskobu
kurulmuştur. Kral Karmen’in gözleri merceğe kilitlenmiş, saatlerdir başını
kaldırmamaktadır. Uykusuz, gözleri kızarmış, ama hâlâ mikroskoba eğilmiş
durumda. Yanında artık, sarayın en güvenilir şifacıları bulunmaktadır. Masada
yağ lambası ışığı, küçük şişeler, kan örnekleri ve Leeuwenhoek’un mikroskobu
vardır.
Şifacı Hesy-Ra (kaygıyla): "Efendim,
dinlenmediniz. Kalbiniz bu kadar yorgunluğu kaldırmaz."
Kral Karmen (mikroskoptan ayrılmadan): "Dinlenemem!
Gözlerimin önünde görünmez bir ordu var. Yıldızları gördüm ama asıl evren bu
damlada saklı!"
Şifacı Merit-Ptah (fısıldar): "Eğer
dediğiniz doğruysa… bu canlılar hastalıklarımızın sebebi olabilir."
Leeuwenhoek (sakin bir sesle): Bunu anlamanın tek
yolu… sağlıklı ve hasta insanların kanını kıyaslamak.
(Bir genç asker çağrılır, kolundan kan alınır. Damla
mikroskopa konur. Kral bakar.)
Kral Karmen: "Sakin bir deniz… küçük
kırmızı daireler var ama başka hiçbir şey yok."
(Şifacı Peseshet sırayla bakar, onaylar.)
Şifacı Peseshet: "Sağlıklı bedenin
kanı, berrak bir ırmak gibi."
(Sonra hasta bir köylü getirilir. Ateşler içinde
kıvranan adamın kanından damla alınır. Mikroskopa konur. Kral gözünü dayar,
nefesi kesilir.)
Kral Karmen (heyecanla): "İşte
burada! Küçük çubuk gibi canlılar, kıpır kıpır oynuyor! Sağlıklı kanda
yoklardı… ama bunda var!"
(Şifacılar tek tek mikroskoba bakar, şaşkınlıkla geri
çekilirler.)
Şifacı Qar: "Demek ki ateşin,
titremenin, öksürüğün sebebi bunlar! Görünmez düşmanlar…"
Şifacı Ir-en-akhty: "O halde teşhis
artık gözlerimizle değil, bu mercekle yapılmalı. Hangi hastalıkta hangi yaratık
varsa, ona göre ilaç seçilebilir."
(Odaya derin bir sessizlik çöker. Kral gözlerini
mikroskoptan ayırmadan mırıldanır.)
Kral Karmen: "Bu… krallığımızı sonsuza
dek değiştirecek. Her şifacının elinde bir mikroskop olmalı. Leeuwenhoek, sen
yüzlerce, binlerce yapacaksın."
(Leeuwenhoek başını eğer. Dışarıdan sakin, ama içinde
fırtına kopmaktadır.)
Leeuwenhoek (iç sesi): "Babam…
memleketimde hâlâ hasta. Ben buraya kumaş satmaya gelmiştim ama asıl kazanç bu
keşif oldu. Eğer bu sır memleketime ulaşırsa, bizim şifacılar da hastalıkları
teşhis edip doğru ilaç verebilecek. Fakat kral bu sırrı tekeline almak istiyor…
O yüzden gitmeliyim."
25.6. Yeni
Kitap ve Yeni Mektep
Kayıtlar Salonunun yüksek tavanlarında kandil ışıkları
titriyordu. Duvarlarda devasa papirüs rafları altında bilginler ve şifacılar
toplanmıştı. Kral Karmen tahtında oturuyor. Masanın üzerinde mikroskop ve
yanında taze yazılmış bir papirüs duruyordu.
Başbilgin Meritre: "Efendim, bugün
yeni bir sayfa açıyoruz. Daha önce göklerin sırrını öğrenmek için “Uçma Sanatı
Mektebi”ni kurmuştuk. Şimdi ise gözlerimizden saklanan küçük âlemleri
öğrendik."
Şifacı Merit-Ptah (saygıyla eğilerek): "Bu
âlemler, yalnızca merak için değil; insanların acılarını dindirmek için de var.
Biz şifacılar, mikroskopla hastalığı görebiliyoruz. Artık yanlış ilaç
vermeyeceğiz.
Şifacı Hesy-Ra: "Bu yüzden yeni bir
mektebin kurulmasını teklif ediyorum: “Hastalık Teşhis ve Tedavi Mektebi.”
Burada genç hekimler mikroskopla çalışmayı, kanı incelemeyi, hastalığın
sebebini bulmayı öğrenecek."
Bilginler hep bir ağızdan: "Evet,
evet!"
Bir kâtip, taze hazırlanmış büyük papirüs rulosunu
kaldırdı. Başlığı yüksek sesle okudu.
Kâtip: ”Mikroskopla Hastalıkların Teşhisi
ve Tedavisi Kitabı - Giza Kayıtları’na eklenmiştir.”
Büyük papirüs rulosu büyük bir sandığa
yerleştirilirdi. Kalabalık derin bir saygıyla eğilirdi.
Kral Karmen (sesinde gururla): "Bugünden
sonra her bilgin, her şifacı, bu yeni kitabı okuyacak. Krallığımızın çocukları
artık sadece yıldızlara bakmayı değil, bir damla sudaki evreni de
öğrenecek."
Kalabalık tezahürat yapar. Leeuwenhoek ise kenarda
sessizce durmaktadır. Yüzünde gölge vardır; memleketine dönme kararını
içinde tartmaktadır.
25.7. Masanın
Üzerindeki Mektup
Sabahın ilk ışıkları taş duvarlardan süzülerek odaya
vurduğunda, cam atölyesi sessizdi. Sanki gece boyunca buraya kimse adım atmamış
gibiydi. Ama masanın üzerindeki düzen, bir ayrılığın izlerini taşıyordu.
Şarmaadat ağır adımlarla içeri girdi. Her zamanki gibi Leeuwenhoek’un ateş
başında oturup mercek parlattığını göreceğini ummuştu. Fakat sandalye boştu.
Masanın üzerinde ise tek başına duran küçük bir mikroskop ve yanında bir mektup
vardı.
Çocuğun yüreği sıkıştı. Ellerini uzatırken
parmaklarının titrediğini fark etti. Mektubu aldı, kâğıt hışırtıyla açıldı.
“Sevgili dostlar,” diye
başlıyordu satırlar.
“Sizlere yeni bir dünya
gösterdim. Ama kendi ülkemin insanları da bu bilgiden mahrum kalmamalı. Babamın
hastalığı bana bunu hatırlattı. Burada öğrendiklerimi memleketime götürmeliyim.
Merakınız, sabrınız ve sevginiz için teşekkür ederim. Bu mikroskop size
kalıyor. İçine baktığınızda, dünyanın ne kadar büyük olduğunu hatırlayın.
Leeuwenhoek”
Şarmaadat satırları bitirdiğinde gözleri bulanmıştı.
Odaya derin bir sessizlik çökmüştü; sanki mektup okunur okunmaz zaman bir
anlığına durmuştu. Mikroskop masada onu bekliyordu.
Çocuk ağır ağır eğildi. Gözünü merceğe dayadı. İçeride
devinip duran saydam şekiller, kıpır kıpır çubuklar ve hiç görmediği
canlılıklarla dolu bir başka evren açıldı önünde. Dudakları aralandı, nefesi
kesildi.
“Gitmiş…” diye
fısıldadı. ”Ama ardında bir kapı bırakmış. Ve o kapıdan biz
geçeceğiz.”
Leeuwenhoek’un ilk mikroskobu, basit ama inanılmaz bir
keşif aracıydı: tek bir mercek ile yaklaşık 200-300 kat büyütebiliyordu.
Bir damla sudaki minik varlıkları, ipliklerin en ince liflerini bile görünür
kılıyordu. Şarmaadat her gözlemde hayranlıkla Leeuwenhoek’un merceğine bakıyor,
onun sabrını ve titizliğini öğreniyordu.
Günler, haftalar ve aylar boyunca atölyede geçen
denemelerden sonra, Şarmaadat artık kendi merceklerini ustaca
şekillendirebiliyordu. Babası Hapu’nun öğretileri ve Leeuwenhoek’un gözlemleri
birleşmişti. Sonunda, tek bir mercekle sınırlı büyütmeyi aşmayı başardı: bin
kat büyütebilen çok mercekli bir sistem geliştirdi.
İlk kez masanın üzerine damla damla su koydu ve
merceklere baktı. Küçük su damlaları, önünde devasa, kıpır kıpır bir mikro
dünya olarak açıldı. Her hareket, her çubuk, her küçük canlı detaylı, canlı ve
anlaşılır bir biçimde görünüyordu. Artık insan kanındaki mikroplar,
hastalıkların kaynağı gözler önündeydi.
Sadece bir mercekle aralanan mikro dünyanın penceresi,
artık 1000 kat büyüten çok mercekli mikroskobuyla açıldığında tüm sırlarını
açığa çıkarıyordu. Leeuwenhoek’un bıraktığı miras, Şarmaadat’ın ellerinde yeni
bir çağa kapı aralıyordu.
...
25.8.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Nil-7, bu hikayede insanlar
su damlalarına bakınca neler görüyorlar?"
Nil-7: "Sahara, bak, Leeuwenhoek ve
Şarmaadat bir damla suyu merceğe koyduklarında, gözle göremediğimiz bir dünya
açılıyor. İçinde minik canlılar, küçük çubuklar ve sürekli hareket eden
varlıklar varmış. İnsan gözü bunları tek başına göremez."
Sahara: "Yani bu canlılar gerçekten
var mıydı, yoksa hayal miydi?"
Nil-7: "Gerçekler, Sahara. O canlılar
mikroskobun yardımıyla gözle görülüyordu. İlk defa insanlar, gözle görünmeyen
mikropları ve suyun içindeki minik dünyaları keşfetmiş oldular."
Sahara: "Peki, Leeuwenhoek’un merceği
neden bu kadar önemliydi?"
Nil-7: "Çünkü o mercekler sıradan
değildi. Başta Leeuwenhoek’un merceği 200-300 kat büyütüyordu, Şarmaadat ise
çok mercekli sistemiyle 1000 kat büyütmeyi başardı. Böylece mikroplar,
ipliklerin en ince lifleri, suyun içindeki canlılar; yani gözle görülmeyen her
şey, artık net şekilde gözlemlenebiliyordu."
Sahara: "İnsanlar bu keşifle ne
yapabiliyorlardı?"
Nil-7: "Artık hastalıkların kaynağını
görebiliyorlar, yanlış ilaç vermekten kaçınabiliyorlar. Mikro dünyayı anlamak,
insan sağlığı için devrim niteliğinde bir adım olmuştu."
Sahara: "Nil-7, bu keşif insanlara
sadece hastalıkları göstermekle kalmadı mı?"
Nil-7: "Hayır, Sahara. İnsan gözüyle
görünmeyen her şeyin de bir dünyası olduğunu gösterdi. Kumaşın en ince ipliği,
suyun içindeki canlılar, hatta bir damla su bile küçük bir evren gibi açıldı
önlerine. Bilim artık çok küçük şeyleri de araştırabilecekti."
Sahara: "Yani bu küçük mercek, aslında
çok büyük bir kapı açmış oldu…"
Nil-7: "Kesinlikle. Küçük bir mercek,
insanların bilgisi ve merakıyla birleşince, mikro evrenin kapıları aralanıyor.
İnsanlık artık görünmeyeni görebiliyor ve anlamaya başlıyordu."
Bölüm 26:
Otomatik Mekanikler (M.Ö. 3076)
Nil’in bereketini krallığa taşıyan büyük kanallar,
yüzyıllar önce binlerce işçinin emeğiyle kazılmıştı. Bu kanalların üzerindeki
baraj kapaklarını yönetmek ise özel bir aileye aitti. Görev babadan oğula
geçer, her nesil bir öncekinden ne zaman kapakların açılıp kapanacağını,
arızaların nasıl onarılacağını öğrenirdi.
Nil kıyısında, büyük taş kanalların üzerine kurulu
baraj kapakları gürültüyle inip kalkıyor, suyun uğultusu gece boyunca
yankılanıyordu. Menes, ağır adımlarla taş basamaklardan çıkarken arkasında
genç oğlu Sabni’ye dönüp dedi:
“Dinle oğlum. Bu kapaklar sadece
taş ve ahşap değil; tüm krallığın ekmeği, umudu. Onların ne zaman açılacağını,
nasıl kapanacağını bilmek babadan oğula geçen kutsal bir görevdir.”
Sabni daha küçücük bir çocukken, babasının yanında taş
kapağın gölgesinde durmuştu. Nil’in suyu ağır ağır kanal boyunca süzülürken
merakla sordu:
“Baba… Bu kapağın yanına bir
düzenek koysak? Nil yükseldiğinde kendi kendine açılsa… Beklememize gerek
kalmazdı.”
Menes, oğlunun gözlerindeki ışıltıya baktı, kaşlarını
çattı. Bir adım geri çekildi ve sesi taş duvarlarda yankılandı:
“Hayır, Sabni! Nil’in ruhu, ancak
suyu koruyanlara bereketini gönderir. Su sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı
söyler. Sen düzenek kurarsan, yalnızca taş açılır ve su gelir… Ama duaların
gücü olmadan su gelirse bereket getirmez, hastalık getirir. Bunu unutma!”
Sabni başını eğdi, ama sözler zihnine kazındı. Çocuğun
aklında o gün ilk kez bir çatlak açıldı: Eğer taş gerçekten kendi
kendine açılabilseydi, acaba Nil’in şarkısı yine duyulmaz mıydı?
Sabni, dikkatle dinledi ama gözlerinde gençliğin
aceleciliği parlıyordu. Babası devam etti:
“Nil yükseldiğinde çiftçilerin
topraklarını koruyacak olan sensin. Nil alçaldığında onlara su verecek olan
yine sensin. Bir gün ben olmayacağım, bu yük senin omuzlarında olacak.”
Ama bir gün yaşlı adam Menes, bir sabah güneş doğarken
kapakların başında kalbine yenildi. Yüzyıllık görev, artık gencecik
oğlu Sabni'nin omuzlarına kalmıştı.
Babası Menes’in ölümünden sonra, kapakların nöbeti
artık Sabni’nin sorumluluğundaydı. Nil kıyısındaki taş kulübede, her gece suyun
uğultusunu dinleyerek uyumaya çalışırdı.
Arkadaşları sık sık yanına gelir, ”Hadi
Sabni, sen artık özgürsün. Kapaklar kendi kendine duruyor işte. Bir geceyi
boşlasan ne olur?” derlerdi.
Sabni ise babasının sözlerini hatırlardı: ”Bu
gece su taşarsa, binlerce çiftçinin tohumları suya boğulur.”
Ama delikanlının, kalbinin derinlerinde başka şeyler
de fısıldıyordu.
Bir yaz akşamı, köy meydanından zurnalar yükseldi.
Sabni’nin arkadaşları koşarak geldi:
“Sabni! Hadi, Horemheb’in düğünü
başladı. Kızlar dans ediyor, bira testileri elden ele dolaşıyor. Sen de bizimle
gel!”
Sabni, kanalın başında duran kocaman taş kapaklara
baktı. Suyun sesi o gece daha da güçlüydü, Nil yükseliyordu.
“Hayır, burada olmam lazım. Su yükseliyor, zamanı
geldiğinde kapakları açmalıyım.”
Ama arkadaşları koluna girip ısrar etti: ”Bir
kerecik gel. Hem gençsin. Yarın yine burada olursun.”
Sabni tereddüt etti. Ama arkadaşlarının ısrarına
dayanamadı. ”Biraz gider, erken dönerim,” diye
düşündü. Sonunda kalbi eğlenceye yenildi.
Meydan ışıklarla doluydu. Bira testileri boşaldı,
şarkılar söylendi, danslar edildi. Sabni, uzun zamandır hissetmediği bir
hafiflik duydu. Arkadaşlarının ”Bir yudum daha!” diye
uzattığı testiye her defasında ”Son!” dedi ama hiçbir
zaman son olmadı.
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Düğünde davullar çalıyor, şarap testileri elden ele dolaşıyordu.
Nil ise acımasızca yükseliyor, kapakların ardında biriken gücünü boşaltacak
yolu bekliyordu.
Sabni, sarhoş olup gece yarısı taş kulübeye
döndüğünde gecenin koynunda sızıp kaldı. Suyun uğultusu büyüdü, büyüdü,
kulakları dolduran bir gürültüye dönüştü.
Uyandığında gökyüzü kızıllığa dönüyordu. Kapılara
koştu ama çok geçti. Nil, taşkın noktasını aşmış, kapaklar açılmadığı için
basınçla kırılmıştı.
Sabah uyandığında köyü çığlıklar içinde buldu. Tarım
alanları su altında kalmış, evler zarar görmüş, hayvanlar telef olmuştu.
Kapaklar açılmadığı için Nil bütün öfkesini kıyıya kusmuştu.
Çığlıklar köyden yükseldi. Tarlalar suyun altında
kalıyor, evler sürükleniyordu. Sabni’nin ayakları titredi. Dizlerinin üzerine
çöktü ve elleriyle yüzünü kapattı.
“Babam… sana söz vermiştim.”
O gün haber saraya ulaştı. Sabni, saraya çağırılmış,
fakat içeri alınmamıştı. Bahçedeki ağacın altına diz çökmüş, kafasını
mahçubiyetten kaldıramıyordu. Çamurlu giysileri, kaybettiği onurun simgesiydi.
Gözlerini kapattığında, tarlaları yutan suyun sesi, kulaklarında
uğulduyordu. İçinden fısıldıyordu:
“Babamın mirasını kirlettim…”
Kral Karmen, altın işlemeli pelerini dalgalanarak
hızlı adımlarla açılan kapıdan toplantı odasına girdi. Sakalı göğsüne kadar
iniyordu, gözleri ciddiyetle parlıyordu. Tahtına otururken
vezir Zekhutem kulağına bir şey fısıldadı.
Kral öfkeyle ayağa kalktı:
“Bir tek nöbetçinin uykusu, bir
krallığın refahını yok etti. Bu eski sistem böyle devam edemez! Kutsal döngünün
ve su takviminin rahipleri olan 'Kapakların Varisi Ailesi' nilometre
ve kanalların kontrolü görevinden uzaklaştırılacak.”
Danışmanları ve bilginler başlarını öne eğdi.
Başbilgin Enlil-Hotep ve söz aldı:
“Efendim. İnsan, zaaflarıyla
yanılır. Ama Nil yanılmaz. Nil’in ritmiyle uyumlu, otomatik çalışan demirden
bir bekçi yapabiliriz. Kapıların açılıp kapanmasını, insan değil suyun akışı
karar versin. O zaman felaket olmaz.”
Bilgin Tefnut yavaşça konuştu:
"Ben buhar motorunda kullandığım
'Sifon tabanlı otomatik akış sitemini' kanalların kontrolünde kullanmayı
önermiştim. Kanallardaki su seviyesini insan müdahalesi olmadan bu tam otomatik
düzenekle sabit tutabiliriz."
Rahiplerden biri hemen araya girdi:
“Hatırlatmak isterim ki; 'Kutsal Kapakların
Varisi Ailesi'nin tek vazifesi su seviyesi ölçümü ve sulama sistemlerini
yönlendirmek değil. Onlar vergi planlaması, tarım takvimi belirlenmesi ve
kaynak dağıtımı işlerini de yapıyorlar. Onlar nilometreyi kullanarak ölçüm
sonuçlarına göre vergi planlıyorlar. Ekim ve hasat zamanlarını
planlıyorlar. ”
Kral yavaşça oturdu:
“Kararım kesindir. Yüzlerce
yıllık aile geleneği bugün sona erdi. Bilginlerime
talimatımdır. Bütün bu işleri otomatik yapacak düzenekler tasarlayın. Beni
düşündüğünüz her türlü makine tasarımlarından haberdar edin. Nilometre yakında
otomatik çalışacak deyin. Sabni'ye ve ailesine bu kararımı tebliğ edin.”
Kraliyet divanının dağılmasından sonra, Başbilgin
Enlil-Hotep, Sabni'nin yanına gitmek üzere dışarı çıktı.
Sabni, sarayın bahçesindeki ağacın altında diz çökmüş
hâlde beklerken, kapı açıldı. İçeriden ağır adımlarla çıkan Başbilgin
Enlil-Hotep’in yüzü gölgeler kadar karanlıktı. Elindeki baston taş zemine her
vurduğunda, Sabni’nin kalbi biraz daha sıkışıyordu.
“Sabni!” dedi
Enlil-Hotep, sesi tok ve sert. ”Kral Karmen hükmünü verdi. Babanın
mirasını korumak artık senin görevin değil. Nilometre ve kapakların kontrolü,
demirden otomatik bir bekçiye emanet edilecek.”
Sabni’nin boğazı düğümlendi. İçinde yükselen utanç
yüzünden dudaklarından tek bir kelime dökülemedi.
Başbilgin devam etti:
“Sabni. Yerine bir makine
konacak. Tarihte bir ilki yaşıyorsun, genç adam. Sen, işini bir makineye
kaptıran ilk insan olacaksın.”
Sabni başını kaldırmadan mırıldandı:
“Yüce Kral'ımız bana sadece bu
cezayı mı verdi?”
Başbilgin yaklaştı:
“Bu hatan, senin gençliğinin
zaaflarının sonucudur. Yine de kral, seni yalnızca işinden etmekle yetindi.
Çünkü yaşın genç, hataların bağışlanabilir. Ama bunu iyi anla: Bir daha böyle
bir hata yaparsan, bu kadar büyük bir felaketten bu kadar küçük bir cezayla
kurtulamazsın.”
Sabni’nin gözleri doldu. Kısık bir sesle sordu. ”Evet,
hata yaptım. Babamın mirası elimden gitti. Aile onurumuz tamamen gömülmesin
diye telafi etmeme izin verin.”
Enlil-Hotep sert bakışlarını biraz yumuşattı. ”Telafi
etmek mi istiyorsun? O hâlde kralın buyruğunu dinle. Demirden bekçi için bir
tasarım hazırlanacak. Bilgin Tefnut, sifon tabanlı akış sistemini önerdi. Biz
de onu inceleyeceğiz. Ayrıca nilometrenin tam otomatik çalışmasını sağlayacak
makineler tasarlanacak. Yani vergi planlaması, tarım takvimi belirlenmesi
ve kaynak dağıtımı işleri de insansız yapılacak.”
Sabni, gözlerini yere dikti, sonra derin bir nefes
aldı. Yıllar önce babasına söylediği çocukça fikri hatırladı. Gözlerinde
yeniden o eski ışıltı belirdi:
“Bir fikrim var. Küçükken babama
da söylemiştim. Nil yükseldiğinde, kapağa bağlı bir yüzen küre… suyun
yüksekliğine göre kendiliğinden hareket eden bir kol. İnsan bekçiye gerek
kalmadan kapak kendi açılır, su azalınca da kapanır. Böylece Nil’in sesi,
doğrudan kendi kapaklarına hükmeder.”
Enlil-Hotep, kaşlarını kaldırdı. ”Yüzen bir
mekanizma çok mantıklı… Ama babana söylediğin bu fikir gelenekler yüzünden asla
kabul görmeyecekti.”
Sabni başını salladı. ”Evet. Babam, Nil’in
ruhunun ancak dualarla kapaklar açılırsa bereketi gönderdiğini
söylerdi. Ama belki de Nil’in bereketi, suyun kendi hareketinde gizlidir.”
Başbilgin uzun süre sessiz kaldı. Sonunda derin bir iç
çekti:
Bastonunu yere vurdu. ”Peki, Sabni. Kralın
emriyle demirden bekçi yapılacak. Ama senin yüzen mekanizmanı da yarın Kayıtlar
Salonuda yapılacak toplantısında görüşeceğiz. Hangisi Nil’in ritmine uyacağı
anlaşılırsa, o inşa edilecek. Eğer seninki başarılı olursa sadece hatanı telafi
etmekle kalmazsın, tarihin ilk büyük mucidi de olabilirsin.”
Sabni’nin kalbi yeniden atmaya başladı. Utanç, yerini
ateş gibi bir kararlılığa bıraktı.
Kemet Kayıtlar Salonu’nun yüksek tavanlarında
yankılanan sesler arasında, uzun masanın iki ucunda Bilgin Tefnut ve Sabni
oturuyordu. Kral Karmen’in huzurunda, bilginler ve rahipler sıralar halinde
dizilmişti.
Tefnut (özgüvenle):
“Yüce Kral'ım, benim sifon
tabanlı otomatik akış sistemim zaten denenmiştir. Buhar makinelerinde yıllardır
kullandığımız bir prensiptir. Su belirli bir seviyeye geldiğinde sifon harekete
geçer, fazlalığı boşaltır, dengeyi sağlar. Bu güvenilir bir yöntemdir. Rastgele
bir çocuğun hayaline değil, bilimin sağlam taşlarına dayanır.”
Sabni (başını kaldırmaya cesaret ederek):
“Benim fikrim bir çocukken babama
söylediğim şeydi, doğru… Ama Nil’i yıllarca dinlemiş, onun taşkınlarını ve
çekilmelerini gözlemlemiş bir ailenin oğluyum. Nil, sadece suyun seviyesiyle
değil, anlık basıncıyla, hızla yükselişiyle de davranır. Nil'in suyu buhar
kazanının su deposundaki sudan çok farklıdır. Sifon, seviyeyi bekler. Ama su
birden yükseldiğinde, sifon harekete geçene kadar çoktan taşkın başlamış olur.”
Salondaki bilginlerden bazıları mırıldandı.
Tefnut (gülerek):
“Senin yüzen mekanizman dediğin
şey, bir çocuğun oyuncağından ibaret. Küreler, kollar… Nil’in kudreti
karşısında o ahşap parçaların ne değeri olabilir? Büyük taş kapakları mı
hareket ettirecekmiş?”
Sabni (öfkeyle değil, sakin bir kararlılıkla):
“Nil’in kudreti, suyun
hareketinde gizlidir. Yüzen mekanizma doğrudan o harekete tepki verir. Basınç
arttığında küre anında yükselir ve kapağı açar. Nil’in ruhuna kimse aracılık
etmez; Nil kendi kapaklarını açar. Sifon bekler… Benim düzenim ise dinler.”
Salonda fısıldaşmalar arttı. Kral Karmen sessizce
başını salladı.
Kral Karmen:
“Peki öyleyse… Tartışma değil,
deneme karar verir. İkiniz de prototiplerinizi hazırlayın. Yüksek basınçlı bir
su akışıyla test edilecek. Hangisi Nil’in öfkesine karşı koyarsa, krallığın
yeni bekçisi o olur.”
Haftalar boyunca kayıtlar salonu atölyesinde ahşap
iskeleler kuruldu. Sabni, elleriyle tahtaları oyuyor, küresini ziftle kaplayıp
su geçirmez hale getiriyordu. Arkadaşlarının alaylarını duymamazlıktan
geliyordu.
Arkadaşı Djedhor:
“Sabni, sen hâlâ çocukken
düşündüğün oyuncağın peşindesin. Tefnut’un demirden sifonları parlıyor, sen ise
tahtayla uğraşıyorsun!”
Sabni (gülümseyerek):
“Nil’in sesini tahta daha iyi
duyar. Demir çok ağırdır, suya geç tepki verir. Bekle gör.”
Tefnut ise yanında çıraklarıyla büyük bakır borular
döşüyor, sifon sistemini kuruyordu. Her adımda Sabni’ye dönüp alay ediyordu:
Tefnut:
“Genç adam, senin küren suya biraz batacak, biraz çıkacak… Birkaç gün
dayanır, sonra çürür. Ama benim sistemim yıllarca kusursuz çalışır.”
Sabni (sabırla):
“Görünüş seni yanıltmasın. Nil’in
öfkesini tahtanın sezgisiyle yakalayacağım.”
Sonunda gün geldi. Kraliyet bahçesindeki deneme
havuzuna, yukarıdan basınçlı bir su kanalı açıldı. Rahipler, bilginler,
köylüler ve kral seyir için toplandı.
Başbilgin Enlil-Hotep (yüksek sesle):
“Önce Bilgin Tefnut’un sifon sistemi!”
Tefnut gururla borularını gösterdi. Su hızla havuza
doldu. Sifon bir süre sessiz kaldı. Sonra seviye belirli bir noktaya ulaşınca
devreye girdi, fazla suyu tahliye etmeye başladı. Alkışlar yükseldi.
Tefnut (gururla):
“Gördünüz mü? Tam zamanında
çalışıyor. Güvenilir, düzenli. İşte bilimin gücü.”
Ama tam o sırada, Enlil-Hotep işaret verdi. Yukarıdan
ikinci bir kapak açıldı ve çok daha güçlü bir basınçlı sel havuza doldu. Su
hızla yükseldi. Sifon geç tepki verdi; basınç duvarları zorladı dışarıya taştı.
Seyirciler arasında panik oldu.
Enlil-Hotep:
“Gerçek Nil böyle sabırlı değildir. Taşkın anidir. İşte sınav budur.”
Sifon tahliye etmeye başladı, ama su çoktan duvarların
üzerinden taşmıştı.
Kral Karmen (kaşlarını çatıp):
“Sifon gecikti…”
Tefnut (telaşla):
“Bu… bu yalnızca aşırı bir
denemeydi! Gerçek Nil bu kadar hızlı yükselmez!”
Sıra Sabni’ye geldi. Yüzen küresiyle bağlı kapak
sistemi havuzun ortasındaydı. Su dolmaya başladığında küre hızla yükseldi, kolu
yukarı itti. Kapaklar anında açıldı. Su akışını yönlendirdi, taşma olmadan sel
düzenli şekilde tahliye edildi.
Kalabalık şaşkınlıkla bağırdı.
Sabni (sessizce, babasının sözlerini hatırlayarak):
“Nil kendi kapaklarını açtı.”
Başbilgin Enlil-Hotep (gözleri parlayarak):
“Bu… gerçekten çalışıyor.”
Kral Karmen (ayağa kalkarak):
“Sabni! Babanın mirasını
kaybettin ama Nil seni affetti. Bugün Nil’in ilk mucidisin. Senin yüzen bekçin
krallığımızın yeni koruyucusu olacak.”
Tefnut öfkeyle dişlerini sıktı, ama konuşamadı.
Sabni, başını kaldırdı. Kalabalığın alkışı arasında
gözlerinden yaşlar aktı.
“Baba… sözümü tuttum.”
Otomatik sifon sistemi inşaatı sürerken, Sabni,
koltuğunun altına sıkıştırdığı tomarlarla ağır kapının önüne geldi. Eliyle
kapının tahtasına üç kez vurdu. İçeriden boğuk bir ses:
Başbilgin: "Gir, Sabni. Çalışmalarını
duydum. Göster bakalım."
Sabni, titrek ama inatçı bir gülümsemeyle tomarları
yere serdi. Büyük parşömen üzerinde karmaşık çizimler, ölçümler, oklarla
işaretlenmiş mekanizmalar vardı.
Sabni:
"Efendim, bu yalnızca bir kapak düzeni değil. Nil’in yükselişini
yalnızca ölçmekle kalmayacak; bize onun diliyle konuşacak."
Başbilgin (kaşlarını çatarak):
"Nil’in dili mi? Açık
konuş."
Sabni (heyecanla çizerken):
"Bakın, burada çentikli taş
sütun var. Nil’in seviyesi yükseldikçe bu taş yukarı itilecek. Çentikler suyun seviyesine
göre farklı bir düzeni tetikleyecek.
Eğer taş şu yüksekliğe çıkarsa, buradaki silindir dönecek ve kırmızı bayrağı
kaldıracak: Bu, yüksek taşkın yılı demektir. Vergiler düşük tutulmalı, çünkü
ekinler zarar görecek.
Eğer taş orta çentikte durursa, mavi bayrak yükselecek: Dengeli yıl, vergi
normal, ekim zamanı şu tarihler.
Eğer taş en alt çentikte kalırsa,
sarı bayrak belirecek: Kuraklık. O zaman ambarlardan tahıl dağıtılması,
vergilerin ertelenmesi gerekir."
Başbilgin eğilip çizime daha yakından bakar.
Başbilgin:
"Bayraklar… Peki bunlar kime
neyi gösterecek?"
Sabni:
"Çiftçiler bayrakları
uzaktan görecek, ne zaman tarlaya ineceklerini anlayacak. Kâtipler sese göre
yazacak: Farklı çentikler farklı taşlara çarpacak, çıkan ses bir sayı olacak.
Bu sayılar hiyerogliflerle işlenmiş silindirde okunacak. Böylece vergi miktarı
otomatik hesaplanacak. Kâtip yalnızca silindirin işaretini kopyalayacak."
Başbilgin, parmağını sakalına götürdü. Uzun süre
sustu.
Başbilgin:
"Sen… suyun akışına insan
aklını yüklemek istiyorsun. Bu mekanizma, rahiplerin, kâtiplerin yaptığı işi
taş ve çarklarla yapacak, öyle mi?"
Sabni (gözleri parlayarak):
"Evet! Nil bize yalnızca
suyu değil, sayıları, vakti ve geleceği de veriyor. Biz dinlersek, o bize her
şeyi söyleyecek."
Başbilgin derin bir nefes aldı. Aralarında sessizliğin
ardından dudak kenarında hafif bir gülümseme belirdi:
Başbilgin:
"Belki de ilk defa, Nil
gerçekten konuşacak."
26.11. Nil’in Demir
Çarklı Dili
Başbilgin Enlil-Hotep’in odasındaki o sarsıcı
toplantıdan sonra, Kemet’te her şey değişmeye başladı. Sabni'nin "Yüzen
Bekçi" mekanizması, kapakların başına yerleştirilmiş ve
kusursuzca çalışıyordu. Ne zaman Nil yükselse, ziftle kaplanmış ahşap küre
yükseliyor, kapağa bağlı kolu itiyor ve su taşkınsız bir şekilde kanallara
yönleniyordu. Artık kimsenin gece uyanıp kapaklara koşmasına gerek kalmamıştı.
Ancak asıl devrim, Sabni’nin "Nil’in
Dili" adını verdiği mekanizmayla başlıyordu. Nilometreye bağlı,
çentikli taş sütunun etrafında, tunç ve demirden karmaşık bir yapı yükseliyordu.
Bu sadece bir ölçüm aracı değil, aynı zamanda otomatik bir Devlet
Kâtibi gibi işleyecekti.
Enlil-Hotep, her gün atölyeye gelip saatlerce bu
makineyi izliyordu. Sabni'nin çizimleri, sadece bir tamirci dehası değil, aynı
zamanda derin bir idari anlayış taşıyordu. Oğlu gibi sevdiği, ancak bazen
küçümsediği genç adam, şimdi yüzlerce yıllık geleneği yıkıp yeni bir düzen
kuruyordu.
Bir öğleden sonra, güneş atölyenin tozlu penceresinden
süzülürken, Enlil-Hotep, Nil’in Dili'nin en üst basamağına tırmandı. Sabni,
tunç çarkları parlatıyordu.
Sabni’nin makinesi, krallıkta bir devrim yarattı.
Çiftçiler, bayrakları uzaktan görerek tarlalarına ne zaman su vereceklerini
biliyor, kâtipler hiyeroglif silindirinden vergileri kolayca hesaplıyor,
rahipler ise dualarını artık makinenin çentik sesleriyle birleştiriyordu. Nil,
adeta bu makine sayesinde konuşuyor, krallığa bereketini düzenli bir şekilde
sunuyordu.
Ancak Sabni, zaferinin tadını çıkarırken bile içindeki
bir his huzursuzdu. Babasının sözleri hâlâ kulaklarında yankılanıyordu: “Nil’in
ruhu, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.” Makinesi Nil’in sesini
taşıyordu, ama acaba ruhunu da taşıyabilir miydi?
Bir gece, Nil’in kıyısında yalnız başına otururken,
suyun uğultusunu dinledi. Makinesi sessizce çalışıyordu, çarklar dönüyor,
bayraklar hafifçe dalgalanıyordu. Sabni, suya fısıldadı: “Su
geliyor. Hastalık değil bereket getiriyor. ”
Suyun sesi, ona bir cevap gibi geldi. Ama bu cevap,
taş ve çarklarla değil, kalbinin derinliklerinde yankılanıyordu.
Tam o sırada, Nilometre kuyusundaki "Nil'in
Dili mekanizması" harekete geçti. Enlil-Hotep, Nil’in kanalına
bağlı olan su akışını artırmıştı. Çentikli taş sütun yükseldi. Küresel
uç, Mavi Çentik seviyesinde durdu. Birkaç saniye sonra,
üstteki kol döndü ve gökyüzüne doğru Mavi Bayrak yavaşça
yükseldi.
Eş zamanlı olarak, Nil’in Dili’nin yanındaki Sayı
Silindiri otomatik olarak dönmeye başladı. Mavi çentiğe karşılık gelen
ayar, silindirin yüzeyindeki hiyeroglif yazılı tunç plakalara bir işaret
bıraktı. Silindirin üzerindeki bir ok, belirgin bir hiyeroglifin üzerinde
durdu: "Denge". Bir kâtip, bu işareti anında parşömene
kopyaladı.
Enlil-Hotep (sesi salonu doldurarak): ”Nil
konuştu! Mavi Bayrak, Dengeli Yıl demektir. Vergi normal, ekim zamanı yarından
itibaren başlar!”
Kral Karmen gülümsedi.
Kral Karmen: ”Bu makine, bir krallığın aç
kalmasını engelledi. Sabni’nin hatası, bize ders oldu. Artık insan zaafına yer
yok. Nil’in demir çarklı dili, Nil’in dilini doğru doğru şekilde tercüme
diyor.?”
26.12. Sabni’nin
Yeni Görevi: Başmühendislik
Kral Karmen, Sabni’nin yaptığı otomatik kapakları ve
su ölçüm düzeneklerini görüp hayran kaldı. Sarayına haber gönderdi:
“Sabni gelsin. Artık yalnızca bir
kapak bekçisi değil, Kayıtlar Salonunun Baş Mühendisi olacak!”
Sabni, alçak gönüllülükle huzura çıktı.
Kral gür sesiyle konuştu:
“Bir insanın küçük bir işte
gösterdiği doğruluk, büyük işlerde de güven verir. Senin taş ve suyla konuşturduğun
düzenek, benim gözümde bir mucizedir. Şimdi senden daha fazlasını istiyorum.”
Sabni başını eğdi.
“Emriniz nedir, Kral'ım?”
Karmen elini göğe kaldırdı:
“Zamanı, suyun akışı gibi
ölçebilen mekanik saatler istiyorum. Güneşin gölgesini günlerin hesabına
katacak mekanik takvimler istiyorum. Hesaplarken insanlar çok hata yapıyor.
Toplama Çıkarma işlemlerini hatasız yapan hesaplama makineleri istiyorum. Vergi
tabletlerini ve mahsul hesaplarını kolaylaştıracak düzenekler istiyorum. Artık
yalnızca ilimle büyüyecek bir krallık kuracağız.”
Böylece Sabni’nin yeni görevi başladı.
Sarayın batı kanadında, yeni bir mektep kuruldu: ”Otomatik
Makanikler Sanatı Mektebi.”
Artık ”Uçma Sanatları Mektebi” gökyüzünü, ”Hastalık
Teşhis ve Tedavi Mektebi” mikrodünyanın gizemlerini incelerken; bu
yeni mektep, çarkların, yayların, suyun ve ağırlıklarıyla kurulan otomatik
sistemlerin bilgisini öğretecekti.
Sabni’nin öğrencileri gençlerdi: marangozlar, taş
ustaları, yazıcılar… Her biri onun çizdiği tabletlerden, su saati
tasarımlarından, dişli çarkların sırlarından öğrenmeye başladı. Sarayda ilk
defa, Sistem Mühendisi yetiştiriliyordu.
...
26.13.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Nil-7, Sabni neden kapakları
kendi kendine açacak bir düzenek yapmak istemiş?"
Nil-7: "Çünkü, Sahara, o her şeyin
yalnızca insan gücüyle yapılmak zorunda olmadığını fark etmişti. Nil kendi
yükselip alçalıyorsa, kapakları da kendi açıp kapatabilirdi. Sabni’nin aklına
ilk otomatik makine fikri böyle düşmüş oldu."
Sahara: "Ama babası neden karşı
çıkmış? Çok mantıklı bir fikir değil mi?"
Nil-7: "Mantıklıydı, ama babası için
Nil kutsaldı. İnsanların dualarıyla yönlendirilmesi gerekiyordu. Eğer düzenek
suyu açarsa, babasına göre bereket yerine felaket gelirdi. Gelenekler bilimin
önüne bir duvar gibi dikilmişti."
Sahara: "Peki Sabni kapakları açmayı
unuttuğunda niye bu kadar büyük felaket oldu?"
Nil-7: "Çünkü Nil sabırlı değildir,
küçük kız. O yükselince bütün gücüyle yükselir. Kapaklar açılmazsa basınçla
taşar, tarlaları yutar. Bir tek gece uykusu binlerce ekini yok edebilir."
Sahara: "Krallar neden sonra makineye
izin verdi?"
Nil-7: "Çünkü kral anladı ki insan
hatalar yapar, ama suyun ritmi hata yapmaz. Bu yüzden “demirden bir bekçi”
yapmaya karar verdiler. Sabni’nin yüzen küresiyle Tefnut’un sifon sistemi
arasında büyük bir yarış başladı."
Sahara: "Kim kazandı?"
Nil-7 (gözlerindeki ışıkla): "Nil’in
kendisi kazandı, Sahara. Çünkü Sabni’nin yüzen küresi suyun hareketine anında
tepki verdi. Nil kendi kapaklarını açar gibi oldu. Böylece tarihte ilk kez,
doğanın gücüyle çalışan bir otomatik düzenek başarıya ulaştı."
Sahara (heyecanla): "Yani Sabni, ilk
mucit mi oldu?"
Nil-7: "Hayır ama O, hatasını telafi
ederek tarihin ilk otomatik makine mucitlerinden biri sayıldı. Bazen en büyük
icatlar, en büyük hataların ardından gelir."
Bölüm 27: Saat
Kulesi (M.Ö. 3075)
Sabni, Kral ile görüşmesinden sonra Sarayın
mermer koridorlarından geçerek dışarıya çıktı. Yıldızların ışığı altında
parlayan şehrin sokaklarından geçerek evine ulaştı. Yatağına uzandı.
Uyumak istiyordu ama Kral Karmen'in sesi zihninde
durmaksızın çınlıyordu:
"Şimdi senden daha fazlasını
istiyorum! Mekanik saatler istiyorum! Mekanik takvimler istiyorum!
Hesaplama makineleri istiyorum! Hesapları kolaylaştıracak düzenekler istiyorum!"
”Bütün bunları
gerçekleştirmek mümkün mü?” dedi kendi
kendine. ”Ya başaramazsam...”
Yorganın kenarını avuçladı, parmakları titreyerek
kumaşa gömüldü. Gözleri tavana kilitliydi; nefesi düzensiz, dizleri karnına
çekilmişti. Odanın sessizliği, içindeki yükün sesini bastıramıyordu.
"Bunu başarmalıyım. Babamdan
öğrendiklerimi hatırlamalıyım."
Babasının sesini bir an duyduğunu zannetti.
“Bu kapakların ne zaman
açılacağını ve kapanacağını bilmek babadan oğula geçen kutsal bir
görevdir. Bir gün ben olmayacağım, bu yük senin omuzlarında olacak.”
Babasının sesi zihninde yankılanmaya devam etti:
"Dinle oğlum. Yıl 360
gün. Yılda 12 Ay var. Ayda 30 gün. Günde 24 saat. Saatte 60 dakika. Dakikada 60
saniye."
Sabni’nin kafasında dişliler, ağırlıklar, sarkaçlar
dönmeye başladı. Kendi kendine sesli konuştuğunu fark etmedi:
"Yılı 12 ye çarpan çark. Ayı
30 a çarpan çark. Günü 24 e çarpan çark. Hayır böyle olmaz. Yıl çarkını nasıl
döndüreceğim? Ya nasıl? Bu imkansız... Öyleyse tersini düşün. Saniyeyi 60'a
bölen çark, Dakikayı 60'a bölen çark... Evet bu olur..."
Sabni, bir an bile dayanamadı. Yatağından fırladı,
mumunu yaktı ve masasının başına geçti. Önüne serdiği parşömenler, kısa sürede
mürekkep lekeleriyle dolmaya başladı.
Parmakları titriyordu ama zihni kristal kadar
berraktı. Kaleminin her vuruşu, bir hipotez, bir çözüm, bir karşıt kuvvet
demekti.
Babasının sesi, kafasında yankılanmaya devam
ediyordu: "Her şeyin temeli doğru ritimdir, oğlum. Nil'in ritmini
dinle."
Sabni sesli düşünmeye devam etti:
"Evet ritim. Her salınım bir
saniye. Hassasiyet gerekli. Sarkaçın uzunluğu ile bu sağlanabilir mi? Ağırlık
çarkları çevirebilir mi? Tabiyki. Ağırlığın düşüşünü, sarkaçların salınımı ile
durdurmalıyım... Bölen çarklarının hepsini tek bir, kusursuz düzeneğin içine
yerleştirmeliyim."
Sabahın ilk ışıkları penceresinden süzülmeye
başladığında, Sabni hâlâ masasının başındaydı. Gözleri kan çanağına dönmüştü
ama yüzünde yorgunluktan çok, yoğun bir coşku vardı.
Parşömen, devasa ve karmaşık bir desenle kaplanmıştı.
Birbirine kenetlenen çarklar, farklı büyüklükteki dişliler ve
zamanı sürekli, ritmik bir şekilde hareket ettirecek ağırlık
düzenekleri.
Bu çizimler, sadece bir makine değil, Zamanın
ve Hesabın Ruhunu yakalama girişimiydi.
Sabni, çizimlerine baktı ve gülümsedi. Kralın emri,
şimdi kâğıt üzerinde somut bir şekil bulmuştu. Artık sadece gerçeğe dönüşmeyi
bekliyordu.
Sabni, şafak sökerken masasına yaslandı ve uyukladı.
Uyanışı, pencereden içeri vuran kuvvetli gün ışığıyla oldu. Hemen başını
kaldırdı, çizimlerine baktı. Mürekkep kuruyup parşömene işlemişti. Büyük
Zaman Çarkı adını verdiği bu düzenek, kâğıt üzerinde kusursuz
görünüyordu.
"Bu bir rüya değildi," diye
fısıldadı Sabni. "Yapılabilir."
Güneş tepeye yaklaşıyordu, özenle rulo yaptığı
çizimleri koltuğunun altına sıkıştırarak doğruca Başbilgin Enlil-Hotep'in
Kayıtlar Salonundaki çalışma odasına gitti.
Oda, Başbilgin'in yüzü gibi sakin ve düzenliydi;
duvarları gökyüzü haritaları ve kitaplarla kaplıydı. Elindeki bir mercekle eski
bir metni inceliyordu.
Sabni, saygıyla eğildi. "Efendim, Kral
Karmen'in emri üzerine çalıştığım taslakları sunmaya geldim."
Başbilgin başını okuduğu metinden kaldırmadan
sordu? "Kral ne istemişti senden?"
Sabni, gülümsedi. "Mekanik saat ve
mekanik takvim efendim."
Başbilgin yerinden zıpladı. Neredeyse oturduğu
sandalyeyi deviriyordu. Heyecanla:
"Göster, Sabni. Umarım bu
yüzünden akan uykusuzluğa değecek bir şeydir," dedi.
Sabni: "Zincire takılı bu ağırlığın gücü
dişlileri düzenli aralıklarla hareket ettirir. Sabit uzunluktaki bu sarkaç
ritmik salınım yapıyor ve zincirin birden boşalmasını önlüyor. Bu hareket
dişlilerle defalarca yavaşlatılıyor. En yavaş dişli yılda 1 kez dönecek. Daha
hızlı dönen dişliler sırasıyla ayda bir kez, günde bir kez, saatte bir kez ve
dakikada bir kez dönecek. Böylece zamanı ölçüyor. ”
Başbilgin elindeki mercekle gözlerini kısarak
inceledi, çizimdeki detaylara dikkatle baktı.
“Güzel bir tasarım, Sabni. Eğer
bilginler ve astronomlar bunu onaylarsa, tüm toplantıyı sen yönetirsin.
Bilginleri toplayacağım.”
Sabni hafifçe başını salladı. ”Teşekkür
ederim, Başbilgin.”
27.3.
Bilginler ve Astronomlar Toplantısı
Toplantı salonu kalabalıktı. Sabni’nin yanında
bilginler, kendi güçleriyle çalışan atsız araba tasarlayan mucitler ve ilk
teleskoplarla gökyüzünü haritalandıran astronomlar yerini almıştı. Sabni
nefesini topladı ve sunumuna başladı.
“Bu mekanizma günde bir kez insan
gücüyle kaldırılacak bir ağırlığın verdiği hareketle çalışacak,” dedi.
“Her 24 saatte bir bir görevli
zinciri yukarı çekecek ve sarkaç hareketiyle zamanı hesaplayacağız. Dakikalar,
saatler, günler, aylar ve yıllar böyle takip edilecek.”
Devam etti: "Bu dişliler, sarkaçın
sabit ritmini yakalıyor ve onu kontrollü bir şekilde aktarıyor. Çarklar en
küçükten büyüğe doğru: saniyeden dakikaya, dakikadan saate... Ve bakın
burası,"
Eliyle işaret etti: "Bu dişli oranları
matematiksel olarak sabittir. Sarkaçın uzunluğu doğru ayarladığı sürece zamanı
hatasız ölçebilir."
Kendinden emin devam etti: ”Sarkaçın 60
salınımıyla en hızlı çark dakikada bir kez dönecek. Bu çark 60 kat yavaş saati
gösteriyor. Bu çark 24 kat yavaş günü gösteriyor. Bu çarkta 30 kat yavaş. Ayı
gösteriyor. Bu çarkta 12 kat yavaş yılı gösteriyor.”
Bir astronom elini kaldırdı. ”Sabni, göğe
baktın mı hiç? Sen hatalı yapmışsın. Ay takvimiyle yıl takvimi aynı
değil. Ay yılı üç yüz elli dört gündür. Güneş yılı üç yüz altmış beş
gündür. Eğer ay takvimine göre düzenlersek her yıl 11 gün fark oluşur.
Afrika olimpiyatları kayar.”
Sabni şaşkınlıkla kaşlarını çattı. ”Bunu… o
kadar detaylı düşünmemiştim. Peki bu durumda ayları nasıl ayarlamalıyız?”
Masanın öte yanında oturan astronom
Menkhet kaşlarını çattı.
Menkhet: ”Sabni, Yıl yalnızca üç yüz altmış
gün değildir, üç yüz altmış beş gün ve altı saattir. Altı saati saymazsan dört
yılda bir gün kayar. Bazı ayları 31 gün almalıyız. Ayrıca 4 yılda bir
fazladan bir gün eklemeliyiz.”
Sabni şaşkınlıkla onlara döndü.
Sabni: ”Ama… ben her ayı otuz gün saymıştım
ki hesap kolay olsun.”
Menkhet: ”İşte o yüzden yanlış olur. Yılın
üç yüz altmış beş günü vardır. Eğer hepsi otuz gün olursa yalnızca üç yüz
altmış eder, beş gün eksik kalır. Ya beş ayrı ayı otuz bir gün yapmalı ya da
bir ayı otuz beş gün almalısın.”
Dedu: ”Ve unutma, o fazladan altı saati de
biriktirmek gerek. Dört yılda bir gün eklenmeli. Aksi halde yıldızlar sana
gülümser, ama hesapların alay konusu olur.”
Tefnut araya girdi, kahkaha atarak:
Tefnut: ”Demek ki dişlilere birbirine
bağlamak kolay, ama gökleri zincire vurmak zormuş!”
Astronomlar başlarını salladı.
Menkhet: ”Zaman, mekanikten daha inatçıdır.
Gökyüzü hata kabul etmez.”
Başbilgin, Sabni’ye döndü:
Başbilgin: ”Görüyorsun Sabni, düzenek
sağlam ama sayıların daha sağlam olmalı. Göklerin ölçüsüne uymadan bu mekanik
takvim şaşar.”
Astronomlar tartışmaya başladı. Bir kısmı yılın beş
ayını 31 saymayı önerirken bazı bilginler tek bir ayı 35 gün saymayı önerdi.
Dört yılda bir de 36 gün saymay teklif ettiler.
Başbilgin: ”Efendim, göklerin ölçüsünü
anladık. Bir yıl üç yüz altmış beş gün ve altı saat. Çarkları buna göre
ayarlayacağız. Ama mesele şu: Fazladan beş günü nereye koyacağız? Bu tercihi
bırakalım Kral kendisi yapsın.”
27.4.
Saray Meclisi - Takvimin Son Kararı
Saray'ın toplantı salonu kalabalıktı. Fakat Salonda
ağır bir sessizlik vardı. Uzun taş masanın üzerinde Sabni'nin çizimleri vardı.
Kral Karmen içeri girince saygıyla selamladılar.
Başbilgin açıkladı: "Mekanik saat ve
mekanik takvim için Sabni çok güzel bir tasarım sundu. Oldukça karmaşık ve cüretkâr.
Eğer krallığın en iyi bilginleri ve astronomları bunun prensiplerini ve
pratikliğini onaylarsa, bu icadı gerçeğe dönüştürmek mümkün olacak."
Astronom Menkhet söz aldı:
Menkhet: ”Kral'ım, bir mesele kaldı. Yıl üç
yüz altmış gün değil, üç yüz altmış beş gün altı saattir. Her dört yılda bu
altı saat bir gün eder. Eğer onu da saymazsak takvimimiz yine kayar.”
Saray sessizleşti. Kral Karmen ağır adımlarla öne
çıktı.
Karmen: ”O hâlde şöyle olsun. Bilginler!
Dört yılda bir büyük olimpiyat düzenliyoruz. O yıl Haziran yalnızca otuz beş
değil, otuz altı gün sürecek. 36 Haziran, Büyük Afrika Olimpiyatlarının günü
olacak.”
Başbilgin kollarını açtı: ”Demek ki artık
yıl, yalnızca büyük olimpiyat değil, aynı zamanda halkın en uzun ayı olacak!”
Sabni heyecanla çizimlerine yeni bir dişli ekledi.
Sabni: ”Çarkların içine gizli bir düzenek
koyacağım. Her dört yılda bir, ekstra bir diş dönecek. O diş 36 Haziran’ı
gösterecek. Ve o gün, olimpiyat ateşi otomatik yanacak!”
Başastronom, ciddi bir sesle başladı: "Yeni
takvimle ayları da yeniden adlandırdık. Nil’in taşkınlarıyla başlayan yıl şöyle
sıralanıyor: Nil Taşkın Ayı, Sırlı Ay, Bahar Ayı, Filiz Ayı, Hasat Ayı,
Olimpiyat Ayı, Güneş Ayı, Atlın Ay, Bağ Ayı, Ekim/Dikim Ayı, Yağmur Ayı, Kış
Ayı."
Kral Karmen kaşlarını çattı: "Sırlı Ay
mı dediniz? Bu, halkın anlayacağı bir isim değil. Sırlar gizli kalmalı, ama
ayların adı açığa çıkmalı."
Astronomlar panikledi. "Elbette
Efendim, İsterseniz hemen değiştirebiliriz."
Kral gülümsedi: "O zaman 'Sırlı Ay'
yerine... 'Temizlik Ayı' diyelim. İnsanlar hangi ayda kış temizliğini
yapacaklarını bilsin. Diğerleri, Hasat Ayı, Ekim/Dikim Ayı gibi, halkın
alışkanlıklarına uygun görünüyor."
"Peki, Olimpiyat Ayı?" diye
sordu Başastronom, endişeyle.
Kral: "Evet, o ayı yılın en uzun
gününe denk getiriyoruz. Güzel. Peki, dört yılda bir olacak büyük kutlamalar
için ek günü nasıl adlandıracağız?"
"Efendim," dedi
Başastronom, rahatlayarak. "Dört yılda bir, Olimpiyat Ayı’na
36. gün eklenecek. Bu gün, 'Büyük Olimpiyat Haftası' olarak halkın hafızasında
kalacak."
Sabni, fısıldar gibi konuştu: "Artık
zaman sadece ölçülmeyeceek, aynı zamanda halkın hayatını şekillendirecek."
Kral başını salladı: "Doğru, Sabni. Bu
takvimle Nil’in taşkınlarından, hasatlara, olimpiyatlara kadar her şeyi düzenleyeceğiz.
Astronomlar, mekteplerden başlayarak yeni ay isimleri halk tarafından
benimsenene kadar çalışın."
Bilginler ve astronomlar birbirlerine baktılar; bu
yalnızca bir takvim değil, tüm Afrika’yı bir araya getirecek büyük bir düzen
haline gelmişti. Kral’ın müdahalesiyle, antik ama artık tamamen halkın
hayatına dokunan yeni bir takvim doğmuştu. Zaman, sadece
ölçülen değil, aynı zamanda yaşanan bir şeye dönüşmüştü.
27.5.
Bilginler Toplantısı - Dokuz Saat Kulesi
Toplantıda bilginler Sabni’nin önerdiği mekanizmaya
itiraz etti:
“Saati çalıştıran ağırlığı elle
yukarı çekmek çok yorucu,” dedi Nefrakaet. ”Elektrik kullanalım!”
“Tefnut haklı,” dedi
Sekhdukar. ”Fakat buharlı bir sistem çok daha verimli.”
Irsu: ”Zincire bağlı ağırlığın yukarı çekilmesi
rüzgarla da olabilir. Veya suyla, barutla, petrol ile…”
Sabni sakin bir şekilde yanıt verdi. ”Ben
insan gücü kullacağım. Her 24 saatte bir bir görevli zinciri yukarı çekecek.
Karmaşıklığını artırmak bence gereksiz. Ama sizin fikirlerinizi de dinlemek
istiyorum.”
Diğer bilginler hemen tartışmaya katıldı:
Irsu: ”İnsan gücüyle
mi? Rüzgârı kullanabiliriz, daha az işçiyle çekilir.”
Sekhdukar: ”Barutla
fırlatırız, daha hızlı çıkar.”
Tefnut: ”Buhar motoru
çok daha güvenli ve istikrarlıdır.”
Nefrakaet: ”Elektrik ile,
gece gündüz fark etmez.”
Sabni kararlıydı: ”Hayır! Ben elle yukarı
çekeceğim. Görevli zinciri her 24 saatte bir çekecek. Mekanik düzenek hazır,
ama insan dokunuşu gerekecek.”
Tartışma uzadı, sonunda herkes kendi fikrini savundu
ve ortaya 9 farklı saat kulesi tasarımı çıktı:
Başbilgin çizimleri aldı, krala rapor vermek üzere
ayağa kalktı:
Başbilgin: ”Kralım, dokuz farklı saat
kulesi tasarımı hazır. Her biri farklı bir enerjiyle çalışıyor. Dilerseniz her
şehirde bir saat kulesi inşa edebiliriz.”
Karmen gülümsedi:
Karmen: ”O hâlde her şehre bir kule!
Böylece zaman ve takvim krallığın her köşesinde hüküm sürecek.”
Başbilgin, bilginlere şehirleri listeledi:
1.
Sabni - Memfis şehrinde saat
kulesi inşa edecek.
2.
Nefrakaet - Teb şehrinde elektrikli
saat kulesi,
3.
Tefnut - Heliopolis şehrinde
buharlı saat kulesi,
4.
Sekhdukar - Abydos şehrinde
barutlu saat kulesi,
5.
Irsu - Tanis şehrinde rüzgarlı
saat kulesi,
6.
Nabu-Ser - Amarna şehrinde
petrollü saat kulesi,
7.
Kashureth - Herakleion şehrinde
yaylı saat kulesi,
8.
Uruk-Ka - Naukratis şehrinde sulu
saat kulesi,
9.
Menkharut - Elefantin şehrinde
güneşli saat kulesi inşa edecek.
Başbilgin: ”Her bilgin, kendi kulesini
sorumlu olduğu şehirde inşa edecek. Böylece hem en doğru çalışan saat yarışması
yapılır, hem de farklı şehirlerde yaşayan halkın hizmetine sunulur.”
Bilginler birbirine baktı, gözlerinde hem rekabet hem
de heyecan vardı. Her biri, kendi enerjisiyle çalışan zaman makinesini inşa
etmek için sabırsızlanıyordu.
27.6.
Dokuz Saat Kulesi İnşaatı
Güneş yavaş yavaş yükselirken, her bir şehirde işçiler
ve bilginler çalışmaya başladı. Sabni’nin çizdiği planlara göre, kulelerin
temelleri özenle kazıldı, taşlar ve ahşap iskeletler bir araya getirildi.
Her kulenin altına derin taş temeller döşendi.
Kulelerin yüksekliği, hem gözlem yapılabilecek hem de mekanik ağırlıkların
rahatça hareket edebileceği biçimde tasarlanmıştı. Sabni’nin insan gücüyle
çalışacak kulenin temeli en ağır ve sağlam olandı; ağırlık yukarıya çekilecek,
sarkaç ve dişli düzeni büyük titizlikle korunacaktı.
İşçiler dev taş blokları ve ahşap kirişleri
birleştirerek kulelerin gövdelerini oluşturdu. Her şehirdeki kule, kullanılan
enerjiye göre farklı detaylarla süslendi: Buharlı kulede bacalar yükseldi,
elektrikli kulede kablo kanalları çekildi, güneşli kulede üst kısım cam
panellerle kaplandı.
Kuleler yükselirken, dişliler ve sarkaçlar, saat
kulesi odalarına yerleştirildi. Her dişli ayrı ayrı kontrol edildi; hareketin
düzgünlüğü test edildi. Saat mekanizmaları, ay dişlilerini, yıl dişlilerini ve
fazladan günleri gösterecek şekilde hazırlandı.
Son aşamada, her kulenin enerji kaynağı monte edildi.
Sabni’nin kulesinde ağır bir zincir, yukarıya çekilecek şekilde yerleştirildi.
Diğer kulelerde rüzgar gülleri, buhar kazanları, barut odaları, elektrik
jeneratörleri, su kanalları, yay mekanizmaları ve güneş panelleri kuruldu. Her
biri, kendi dişli düzeniyle zamanın doğru ölçülmesini sağlayacaktı.
Sabni’nin insan gücüyle çalışacak saat kulesinde,
zincir ağır bir şekilde yukarıya çekildi. İşçiler, her 24 saatte bir görevi
yerine getirecek ve ağırlığı yeniden kuracaklardı. Bu basit ama kritik adım,
mekanizmanın devamlılığını sağlıyordu.
Kuleler tamamlandığında, her şehirde zaman mekanik
olarak ölçülmeye hazırdı. Dokuz farklı enerji kaynağıyla çalışan kuleler, Mısır
topraklarında bir mühendislik ve bilim harikası olarak yükseliyordu. Sabni ve
bilginler, kulelerin işlevini test etmek için bir araya geldiler; her dişli,
her sarkaç, her ağırlık doğru ritimde çalışıyordu.
27.7.
Zamanın Dokuz Kulesi: Seslerin Senfonisi
Kadim şehrin göğüne uzanan dokuz heybetli kule... Her
biri, zamanın geçişini bambaşka bir yöntemle, kendine has bir karakterle ilan
eden Zamanın Efendileri'ydi. Onların sesleri, şehrin damarlarında
dolaşan kan gibiydi; ritmik, kaçınılmaz ve derin anlamlarla yüklü.
Kulenin kalbinde, Sabni, insan gücüyle
çekilmiş ağır zincirlerin ve dişlilerin yorulmaz dansıyla nefes alırdı. Her
saat başında, Sabni'nin sarkaçları o derin, sarsıcı darbeyi serbest
bırakırdı. Büyük çanın tok sesi öyle kalındı ki, sadece
sokakları değil, insanların göğüs kafesini de titreterek tüm şehre yayılırdı.
O, geleneğin ve sarsılmaz gücün sesiydi. Saat kulesinin içine koyduğu gizli
mekanizma dört yılda bir Afrika olimpiyatları başladığında, başkent Memfis'te olimpiyat
ateşini yakmayı beliyordu.
Modern çağın ilk habercisi olan Nefrakaet,
içindeki elektrik motoru sayesinde pürüzsüz bir titizlikle
işlerdi. Her saat, küçük bir elektromıknatıs harekete geçer,
ince ve keskin bir düdük sesi yayıyordu. Bu ses, buharın hoyratlığına
inat, kesintisiz ve net bir uyarıydı; teknolojiye ve yarının
vaatlerine kulak verenlerin sesi.
En gürültülü ve en hırçın olanı Tefnut’tu.
İçindeki buhar kazanı, öfkeyle kaynayan bir canavar gibiydi. Saat
başı, bir valf hışımla açılır, tiz ve şiddetli bir buhar basıncı sesi, adeta
bir siren gibi tüm meydanı yırtardı. Bu ses, emir veren, saatleri
ayarlatan zorlu bir çağrıydı.
Sekhdukar ise zamanı,
adeta bir isyanla duyuruyordu. İçindeki mekanizma, her saat başı ince
dişlilerle küçük bir barut kapsülünü tetiklerdi. Duyulan, ne
bir gürleme ne de bir çığlıktı; sadece hafif, kuru bir patlama sesi yükselir,
sıradışı ve merak uyandıran bir yöntemle herkesin dikkatini çekerdi. O, zamanın
alçak sesle fısıldayan sırrıydı.
En lirik olanı, Irsu, doğanın kendisinden
güç alırdı. Kulenin tepesindeki rüzgar gülleri, dişlilerle bağlı
özel bir flütü okşardı. Her saat başı, rüzgarın uğultusuyla
karışan, sanki uzağın yankısı gibi melodik bir ses duyulurdu.
Bu, zamanın akışını doğayla uyumlu bir müzik ziyafeti gibi sunan, huzur dolu
bir tınıydı.
Nabu-Ser, şehrin endüstriyel
kalbiydi. İçindeki petrol motoru, yorucu ve sürekli bir çaba
harcardı. Saat başı, egzoz sistemine bağlı bir korna çalardı;
derin, hırıltılı ve mekanik bir davet. Bu güçlü çağrı, şehrin uykusunu
bölen, dört bir yana yayılan bir gücün ilanıydı.
Kashureth, adeta bir
perküsyoncu gibiydi. Devasa yay mekanizmaları, biriken enerjiyi her
saat serbest bırakarak bir davulu vururdu. Ses, tok ve
ritmikti, zamanın sadece bir an değil, devam eden bir tempo olduğunu
fısıldayan, hem müzikal hem de kesin bir işaretti.
Uruk-Ka, en berrak, en temiz
sesli olanıydı. Yukarıdan süzülen su, saat vurduğunda özel
bir su çanları sistemine akardı. Çanların şırıldayan ve
yankılanan sesi, şehrin gürültüsü içinde bile bir serinlik vaat ederdi. Suyun
akışı, hem gözle görülebilen hem de kulakla işitilebilen zamanın
şiiriydi.
Son olarak, en narin ve parlak olanı Menkharut vardı.
Aynalarla yansıyıp odaklanan Güneş enerjinin suyun
buharlaşmasıyla beslenen mekanizma, saat başı küçük, berrak bir zil
sesi çıkarırdı. Bu hafif ve net tını, gökyüzündeki parlak güneş
ışığının eşlik ettiği, zamanın sadece bir mekanik dönme değil, ilahi
bir aydınlanma olduğunu hatırlatan bir sesti.
27.8.
Halkın Gözünden Zaman: Kulelerin Sessizliği
Şehrin göğüne uzanan dokuz kule, zamanı
kendi ritimleriyle haykırdıkça, duvarların ardında fısıltılar yükselmeye
başladı. Halkın, bu yeni düzene dair ne sevgisi ne de nefreti gizli kalıyordu.
Memfis'te bir terzi, ipliği keserken başını
kaldırdı: "Sabni’nin çanı ne kadar da hoş, tam vaktinde işe
gidip eve dönebiliyorum." Ama Heliopolis şehrinde
fırıncı, unu savururken homurdandı: "Tefnut’un buhar
düdüğü tam bir eziyet! Sabahın köründe tüm komşuları ayaklandırıyor."
Naukratis şehri meydanı köşesinde oturan
yaşlı bir kadın, kahvesini yudumlarken gözlerini Uruk-Ka’nın su sesine dikti: "Ne
kadar da sakin ve güzel bir tını. Zamanı anlamak için başımı çevirmeme bile
gerek kalmıyor." Fakat Abydos şehrinde genç
bir baba, kucağındaki uyuyan çocuğa sarılırken kaşlarını çattı: "Sekhdukar’ın
patlama sesi yüzünden çocuklar sıçrıyor! Biraz insaf!"
Bir öğrenci, Elefantin şehrindeki okulundan
hafta sonu eve gelmişti, uzun yoldan geldiği için yorulmuş, uykusuzluğun
ağırlığıyla esniyordu: "Menkharut’un güneşli zili ders
saatlerini hatırlattığı için faydalı evet. Ama evimin yanındaki Tanis
şehrindeki rüzgarlı flüt saat başı uğulduyor; uykum bölünüyor."
Tam tersine, at arabasının arkasında mallarını kontrol eden Amarna şehrinde bir
tüccar gülümsüyordu: "Nabu-Ser’in korna sesiyle geç kalmak
artık imkânsız! Ben bu gürültüden memnunum."
Şikayetler ve övgüler, kısa sürede Başbilgin'in masasına
ulaştı. O da durumu özetleyen raporu, parşömene yazıp Kral’ın huzuruna
sundu: "Efendim, halkın bazıları bu mekanik rehberden çok
memnun, ancak bazıları rahatsız. Özellikle patlayıcı, buhar ve rüzgarlı
kuleler, sabah uykusunu bölüyor."
Kral, çenesini ovuşturdu, yüzünde derin bir düşünce
izi belirdi: "Zamanı göstermek bir yana, halkı da huzurlu
kılmalıyız. Bu seslerin bazılarını ayarlamak gerekebilir."
Ancak şikayetler azalmıyor, aksine artıyordu. Kral ve
Başbilgin, nihayetinde, köklü bir karar aldılar: Kulelerin ses
düzenekleri tamamen kapatılacaktı. Artık dokuz kule, zamanı yalnızca görsel
bir anıt olarak, sessizce gösterecekti.
27.9.
Saatçilik Mesleğinin Doğuşu
Bu sessizlik, ironik bir şekilde, şehirde yeni
bir canlılık yarattı. Eski gürültünün yerini, Sabni’nin
yetiştirdiği çırakların enerjisi aldı.
O yetenekli çıraklar, kule mekaniği bilgisini
yanlarına alıp, atölyeler açtılar. Evlerin duvarlarında asma saatler belirdi;
masaların üzerinde kurmalı, küçük saatler kullanılmaya
başlandı. İnsanlar artık kendi alarmlarını ayarlayabiliyor, sabahları
uyanacakları sesi kendileri seçebiliyorlardı.
Kısa sürede saatçilik mesleği doğdu.
Mekanik bilgi, kulelerin tepesinden inip, atölyelerde ve ticarette hayati bir
beceriye dönüştü. Sabni’nin prensipleri, artık her evde, her dükkânda kendi
ritmini buluyordu.
27.10.
Kral Karmen'in Giyilebilir Saati
Şehir bu yeni meslekle sarılmış, her köşe kendi saat ustasını
çıkarmıştı. Geç kalmak ya da erken uyanmak, artık bireyin kendi seçimiydi.
Sabni ve çırakları, Kral'a bir sürpriz
hazırladı. El işçiliğiyle bezenmiş, göz kamaştırıcı pırlantalı minyatür
bir kol saati. Mekanizması titizlikle yerleştirilmiş, zamanın
hassasiyetini bileğin hafif bir hareketiyle gösteren bir mühendislik harikası.
Kral Karmen, saati bileğine taktığında
gözleri parladı. Zamanın kontrolünü ilk kez, bir kuleye bakarak değil, kendi
kolunda hissediyordu.
Ve böylece, zaman artık yalnızca kulelerde yaşayan bir
sır değil; her bireyin bileğinde, her evde ve atölyede yaşayan bir gerçekliğe dönüşmüştü.
27.11.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara, hikâyeyi dinlerken gözleri büyümüş, hayretle Nil-7’nin
metalik yüzüne bakıyordu. Zamanı kontrol eden kulelerden, dişlilerden ve
saatlerden bahsediliyordu ama küçük bir kızın aklına daha basit sorular
gelmişti.
Sahara: ”Nil-7 Abi… Peki ama zaman neden bu
kadar önemli? Niye onu çarklarla saymaya çalışıyorlar? Zamanı hissetmiyorlar
mı?”
Nil-7 (hafifçe kükreyen ama yumuşak bir tonda): ”Güzel
bir soru, Sahara. İnsanlar zamanı hissetse bile, herkesin aynı anda aynı şeyi
hissetmesi mümkün değildir. Birinin ‘şimdi’ dediği an, diğerinin ‘biraz önce’
olabilir. Saat kuleleri, herkese aynı ritmi duyurur. Böylece tarladaki
çiftçiyle saraydaki kral aynı ‘an’da buluşur.”
Sahara: ”Peki bu kadar çok kuleye ne gerek
varmış? Bir tane olsa yetmez mi?”
Nil-7 (gözlerini kırpıştırarak): ”Tek bir
kule, tek bir kalp gibidir. Ama dokuz kule, dokuz kalbin birlikte atması
gibidir. Her şehir, kendi sesini duymalıdır. Biri buharla bağırır, biri
rüzgârla şarkı söyler, biri çanla çalar… Bu farklı sesler, zamanın tek bir yüzü
değil, birçok yüzü olduğunu öğretir.”
Sahara (kaşlarını çatıp düşünerek): ”Zamanın
bir sürü yüzü mü var yani? Bizimki hangisi?”
Nil-7 (gülümseyen göz ışıklarıyla): ”Bizimki,
hissettiğimiz yüzüdür. Senin için zaman, annene sarıldığında daha hızlı akar,
oyun oynarken uçup gider, canın sıkıldığında ağırlaşır. İnsanların yaptığı
çarklı zaman, sadece düzen içindir. Ama kalbinin zamanı, başka türlü işler.”
Sahara (merakla eğilerek): ”Peki Sabni
neden uykusuz kalmış? Neden yatağa girip uyumamış da gece boyunca çark çizmiş?”
Nil-7 (bir pençesini kaldırıp masaya vurur gibi
yaparak): ”Çünkü bazen fikirler uyumana izin vermez. Zihin, sen
uyumak istesen bile çalışmaya devam eder. Sabni de kafasında dönen dişlilerin
sesini susturamadı. Uykusuzluk, bazen buluşların annesidir.”
Sahara (gülerek): ”Demek ki benim de ödevim
aklıma gelince uyuyamıyorsam, ben de bilgin oluyorum!”
Nil-7 (kahkaha atar gibi mekanik bir
hırıltıyla): ”Evet, küçük bilgin Sahara. Senin de içinde bir saat
çalışıyor. Onun sesi seni ödeve çağırıyor.”
Bölüm 28: Hesap
Makinesi (M.Ö. 3074)
Kral Karmen (sert bir sesle):
“Geçen yılki tahıl vergisi 18 bin
altın olmalıydı. Bu belgelerde 16 bin yazıyor. Bu nasıl olur?”
Başkatip Menekhib (ter içinde):
“Efendim, kâtipler hesapları elle
yapıyorlar. Sayfa kaymış olabilir… rakamlar karışmış…”
Katip Paser (ürkekçe):
“Efendim… 7 ile 9’u
karıştırmışım. Elde taşımayı unutmuşum…”
Kral ayağa kalkıp, bastonunu yere vurdu. Sesi sarayda
yankılandı.
Kral Karmen:
“Bu krallık, hatalı hesaplarla
yönetilemez! Her yanlış rakam, bir köylünün aç kalması demektir! Hemen gidip
hesapları baştan kontrol edin, öyle gelin.”
Bir sessizlik oldu, sonra seslendi:
“Bana hemen başmühendis Sabni'yi
çağırın.”
Kral büyük salonunda tahtına yaslanmış, ağır bir sesle
konuşmaya başlar:
“Sabni… Nil’in suyunu dizginleyen
makinelerin, saat kulelerindeki mucizelerin bana krallığımı daha kudretli
gösterdi. Halk zamanı öğreniyor, tarlalar düzenli sulanıyor. Ama hâlâ bir şey
eksik!”
Bir an sustuktan sonra sertçe ekler:
“Vergiler! Her yıl binlerce
köylüden toplanan altın, gümüş, hububat, keten… Defterler rakamlarla dolu.
Kâtiplerimiz günlerce, aylarca hesap yapıyor. Hata üstüne hata! Bazısı fazla
yazıyor, bazısı eksik. Benim hazinemi yanlış rakamlarla dolduruyorlar!”
Kral kaşlarını çatarak Sabni’ye döner:
“Geçen sene sana açıkça
söyledim. ‘Hesaplama makineleri istiyorum! Hesapları kolaylaştıracak
düzenekler istiyorum!’ dedim. Şimdi soruyorum Sabni… Bu emir unutuldu mu?
Yoksa üstünde çalıştın mı?”
Sabni, yere bakarak eğilir.
“Efendim… Nil’in makineleri ve
saat kuleleri tüm vaktimi aldı. Ama yine de zihnimden atmadım. Çarkların
döndüğü, sayıların toplandığı bir düzenek üzerinde hayaller kurdum. Parmaklarımızın
yaptığı işlemleri çubuklar ve dişlilerle yaptırabiliriz…”
Bir an duraksar, nefesini toparlar:
“Henüz tamamlanmış değil, ama
düşündüğüm şey şudur: Vergi borçları, bölme ve çarpma ile bir çarktan diğerine
aktarılacak. Sonuç, hata payı olmadan bir pencereden görünecek.”
Kral gözlerini kısarak Sabni’yi süzer:
“Güzel… demek ki boş durmamışsın.
Lakin bana hayal değil, demirden yapılmış gerçek düzenekler getirmeni isterim.
Çünkü ben rakamların bana karşı bir ordu gibi isyan etmesinden bıktım! İnsanların
hesap hataları yüzünden krallık zarar görüyor. Bunu çözmezsen bütün başarıların
gözümde küçülür.”
Kral tahtından doğrulup yüksek sesle buyurur:
“Sabni! Sana bir yıl süre
veriyorum. Bir yıl içinde bana ‘mekanik hesap makineleri’ getireceksin.
Tarlaların vergisini, köylünün borcunu, tüccarın karını doğru yazacak. İnsan
değil, makine hesaplayacak. Başarabilirsen, krallık sana minnettar olur.
Başaramazsan…”
Sesi buz gibi bir ciddiyetle kesilir.
28.3. Bilginler Meclisi
Sarayın taş duvarları arasında geniş bir salon…
Yuvarlak masa etrafında Kral, Sabni ve üç bilgin oturmuştu. Masanın ortasında
balmumu tabletler, kamış kalemler, bazı küçük ahşap çarklar ve iplerle
birbirine bağlanmış deney düzenekleri vardı.
Kral Karmen:
“Her yıl binlerce köylüden vergi
toplanıyor. Hububat, keten, bakır, altın… Defterler taş gibi ağırlaşıyor.
Katipler hesap yaparken hata ediyor. Bazen fazla yazıyorlar, bazen eksik. Zaman
kaybı büyük. Ben istiyorum ki hesapları insanlar değil, makineler yapsın!”
Başkatip Menekhib:
“Bir insanın yaptığı hataları
başka bir insan düzeltebilir. Defterleri iki katip birlikte kontrol ederse
yanlışlar azalır.”
Kral Karmen (sabırsız):
“İki katip, iki maaş demektir.
Benim istediğim şey tek bir düzenek… Demirden, tahtadan yapılmış bir zihin!
Hata yapmayan bir hesapçı!”
Sabni (temkinli):
“Efendim… Eğer zaman çarklarla
ölçülebiliyorsa, rakamlar da çarklarla hesaplanabilir. Sayıları dönen dişlilere
işleyebiliriz.”
Bilgin Horemheb (mühendis):
“Çarkların üzerine rakamlar
kazınır. İlk sayı, dişlilerin çevrilmesiyle girilir. İkinci sayı da aynı
şekilde eklenir. Eğer toplama istiyorsak, dişliler birbirine eklenerek daha
büyük bir çarka hareket verir.”
Bilgin Panehsy (genç, hevesli):
“Ya çıkarma? O zaman çark ters
yönde dönmeli! Yani bir dişli ileri dönerken öteki geri dönecek. Çarpma içinse…
Belki sayıları defalarca ekleten bir düzenek yapılabilir.”
Kral Karmen:
“Benim istediğim şey basit ama
güvenilir: Katip rakamları makineye girecek, bir kol çevirecek, sonuç en alttaki
pencerede görünecek. Ne eksik, ne fazla! Yavaş hesaplamalara son!”
Sabni:
“Bunun için önce toplama işini
çözmeliyiz. İki sayıyı çarklarla nasıl birleştireceğimizi bulursak, gerisi
üzerine kurulabilir.”
Bilgin Horemheb:
“Bir çark 0’dan 9’a kadar döner.
İki çark yan yana olursa, toplama yapıldığında dişliler birbirini iter. 9’dan
sonra bir adım daha atarsa, üstteki çark da bir basamak ilerler. Tıpkı bizim
elimizle elde taşırken yaptığımız gibi…”
Bilgin Djehuty (şaşkın):
“Yani… makine kendi kendine ‘elde’
mi verecek?”
Sabni (gülümser):
“Evet. Çarkların diliyle, eldeyi
unutmaz. İşte bu yüzden hata yapmaz.”
Kral Karmen:
“İşte bu! İstediğim budur. O
zaman sizden şunu istiyorum: Önce yalnızca toplama yapan küçük bir makine
yapın. Eğer çalışırsa, sonra çıkarma, çarpma, bölme için yollar ararsınız. Ama
ilk adım şu olacak: Vergi memurum geldiğinde 732 ile 489’u toplayacak ve doğru
sonucu anında görecek!”
Sarayın batı kanadındaki taş atölyede yalnızca yağ
lambasının solgun ışığı yanıyordu. Raflarda pirinç dişliler, bronz miller,
bakır levhalar ve küçük çekiçler duruyordu. Duvardaki pergamentlerde, Sabni’nin
eskizleri yer alıyordu: suyun basıncını ölçen teraziler, saat kulelerinin iç
düzenekleri, şimdi de; ”Hesap Makinesi” başlıklı yeni
bir çizim.
Sabni masasına eğildi, kamış kalemini mürekkebe
batırdı.
“Önce yalnızca toplama… basit, ama hatasız olmalı,” diye
mırıldandı.
“Sayıyı temsil eden çarklar olmalı. Her biri 0’dan 9’a
kadar numaralı.
İki sayı girişi olacak: birincisi üstte, ikincisi altta.
Her çark çevrildiğinde, onun hareketi yan çarkı bir diş ilerletmeli.
Dokuzuncu adımdan sonra onluk basamağa bir ‘elde’ vermeli.”
Kalemle bir çark çizdi, ardından yanına ikinci bir
çark ekledi. Aralarına küçük bir dişli yerleştirdi.
“Bu küçük dişli, eldeyi taşıyan
habercidir,” dedi kendi kendine.
“Bir sayı dokuzu geçerse, üst çark bir adım ileri döner… işte böyle.”
Masadaki çizimlerin kenarına not düştü:
‘Elde’ dişlisi, her onuncu adımda üst çarkı bir birim ilerletmeli.
Kapı tıkırdadı. Genç
asistanlardan Panehsy içeri girdi.
“Efendim, hâlâ uyumadınız mı?”
Sabni, gözlerini çizimden ayırmadan konuştu:
“Uyumam, Panehsy. Bu makine
uykunun değil, uyanıklığın icadı olacak.
Kral Karmen hata istemiyor. Biz de hata yapmayan bir düzenek kuracağız.”
Panehsy, çizime dikkatle baktı.
“Yani bu dişliler rakamları mı
taşıyacak?”
Sabni başını salladı:
“Evet. Katipler artık rakam
yazmak yerine çark çevirecek.
Birinci sayıyı girip ikinci sayıyı eklediklerinde, sonuç buradaki pencerede
belirecek.
Bak şu küçük kutu… bu bizim sonucu göreceğimiz ‘okuma penceresi’ olacak.”
Sabni eline küçük bronz çarklar aldı, parmaklarıyla
çevirdi.
Birinci çarkı dokuz defa döndürdü. “Şimdi onuncu dönüşte…” dedi
ve küçük dişliyi itti.
Yanındaki çark ”klik” diye bir sesle bir adım ilerledi.
Panehsy’nin gözleri parladı:
“Efendim! Bu eldeyi kendi verdi!”
Sabni gülümsedi.
“Evet. Artık çarklar saymayı
öğrendi. Geriye bunu bütün basamaklara yaymak kaldı.
Yüzlük, binlik… her biri aynı prensiple.”
Masasına not düştü:
‘Her basamak kendi altındaki çarktan elde alır.
Böylece hata zincirini makine çözer, insan değil.’
Gece ilerledi. Lambanın alevi kısaldı, dışarıda çöl
rüzgârı uğuldadı.
Sabni, çizimine son bir kez baktı. Bir köşeye şu cümleyi ekledi:
“Eğer zaman dişlilerle ölçülüyorsa, rakamlar da
dişlilerle konuşabilir.”
Ardından başını kaldırıp Panehsy’e döndü:
“Yarın sabah Horemheb ve
Djehuty’yi çağır. Yeni bir çağ başlatacağız, Panehsy.
Zamanın diliyle konuşan bir makine çağı.”
Sabah güneşi sarayın taş duvarlarına vurduğunda, saray
atölyesinde hummalı bir hareket vardı. Pirinç talaşlarının arasında genç
çıraklar koşturuyor, bilginler çarkların hizasını son kez kontrol ediyordu.
Kapı gıcırdayarak açıldı ve Kral Karmen içeri girdi.
Kral Karmen:
“Hazır mı? Nihayet hesapları
insan hatasından kurtaracak şu makineyi görebilecek miyim?”
Başmühendis Sabni:
“Henüz kusursuz değil. Ama
prensip olarak çalışması gerekiyor. Çarklar, her bir basamak için on dişliyle
temsil ediliyor. Bir çark döndüğünde, dokuzdan sonra bir sonraki çarka aktarım
yapıyor. Tıpkı parmaklarımızla sayarken yaptığımız gibi.”
Kral, makinenin önüne eğildi. Önünde pirinç dişliler,
minik kollar ve sayı yazılı halkalarla dolu, karmaşık ama zarif bir düzenek
duruyordu.
Kral Karmen:
“Peki… diyelim ki vergi memurum
247 ile 328’i toplamak istiyor. Bu makine bunu yapabiliyor mu?”
Sabni:
“Teoride, evet. Sayılar çarklar
yardımıyla giriliyor. Ardından kol çevrilince dişliler dönüyor ve toplam en alttaki
pencerede beliriyor.”
Kral, sabırsızca kolu çevirdi. Bir klik klik
klik sesi duyuldu.
Sonra sessizlik. Gösterge penceresinde sayılar belirdi… ama
sonuç 575 yerine 577 idi.
Kral Karmen (kaşlarını çatarak):
“581 mi? Vergi hesaplamasında iki
fazlalık tüm köyün isyan etmesine yeter!”
Sabni (ter içinde):
“Efendim, taşıma dişlisinde bir
sapma var. Onluk geçişi her zaman doğru zamanda yapmıyor. Belki yay
gerginliğini artırmamız gerek.”
Genç çırak Nefru:
“Efendim, belki de taşıma çarkını
diş yerine küçük ağırlıklarla tetikleriz? Böylece her dönüşte ‘klik’ yerine bir
denge noktası olur!”
Kral Karmen:
“Demek hata yapan artık insan
değil, dişliler! Yine de bu... iyi bir başlangıç. En azından hata nerede
biliyorsunuz.”
Sabni gülümsedi.
“Her buluş, önce kusurlarıyla
doğar, efendim. Tıpkı yeni bir yazı dili gibi; önce dağınık, sonra anlamlı.”
Kral bir an düşündü, sonra çarklara dokundu.
“Bu makineyi tamamlayın. Hata
payı bırakmayın. Çünkü bir gün, bu çarklar sadece vergi değil… yıldızların hareketini
bile hesaplayacak.”
28.6. Gece Denemesi - Taşıma
Çarkının Sırrı
Gece çökmüştü. Sarayın geri kalanı sessizliğe
bürünmüşken, atölyenin taş duvarları hâlâ madenin kokusunu taşıyordu.
Bir köşede kandilin titrek ışığı, yarım kalmış hesap
makinesinin üzerine vuruyordu.
Sabni, gözlerini kısmış, bir elinde çekiç, diğerinde
pirinç dişli tutuyordu.
Sabni:
“Gördün mü Nefru? 575 yerine 577
verdi. Demek ki bir yer, iki adım atıyor.”
Nefru:
“Evet üstadım… taşıma dişlisi
dokuzdan sonra bir yerine iki çarkı itiyor. Çünkü yay çok gergin. Belki bir yay
yerine, ağırlık kullansak daha dengeli olur.”
Sabni düşündü. Küçük bir kurşun parçasını eline aldı,
tarttı.
“Denge... evet, tıpkı güneş saati
gibi. Ağırlık doğru noktayı bulmadan dönmez.”
Nefru, küçük bir milin ucuna pirinç topu yerleştirdi.
Yavaşça çevirdi, sonra bıraktı.
Dişli bir anda durdu, klik diye bir
ses çıkardı, ve sadece bir sonraki dişliye geçti.
Nefru (heyecanla):
“Üstadım! Oldu galiba! Bakın;
taşıma artık tek basamak ilerliyor!”
Sabni (şaşkın ve gülümseyerek):
“İnanılmaz… Bu, hesaplamayı
kararlı hale getirir. Her dönüşte bir taşıma… tıpkı bir muhasebecinin defter
tutuşu gibi!”
Sabni hızla defterine not aldı.
“Her onuncu dişte ağırlık
dengelemesi! Bu ilke, sadece toplamada değil, belki çıkarma işlemlerinde de
kullanılabilir!”
Nefru:
“Ya kral yarın yine hata bulursa?”
Sabni:
“Bulabilir. Ama biz bu gece,
düşüncenin ağırlığını dişlilere yükledik. Artık makine, insanın yerini değil,
aklını tamamlayacak.”
Sabni ayağa kalktı, yorgun ama huzurluydu.
Kandilin alevi titredi, atölyenin duvarında çarkların
gölgesi birbirine geçti.
İlk defa, insan aklı bir makineyle birlikte
düşünüyordu.
28.7.
Kralın Önünde - Çıkarma Sorusu
Sarayın mermer salonu sabah ışığıyla parlıyordu.
Kral Karmen tahtında, önünde duran bronz ve ahşap
karışımı makineye dikkatle bakıyordu.
Sabni ve yardımcısı Nefru diz çökmüş, elleri yağ
lekeli, gözleri uykusuzluktan kızarmıştı.
Masada “Nil Hesapçısı” denen o mucize duruyordu:
Üzerinde rakamlı çarklar, yanında bir kol…
Her şeyin sessizce işleyişi bile büyüleyiciydi.
Kral Karmen:
“Başlayalım Sabni.
Şu vergi hesabını bir de senin
makinene yaptır bakalım.”
Sabni kolla makineyi çevirdi, rakamları girdi:
247 + 328
Çarklar tıkır tıkır döndü, dişliler birbirine geçti.
En alttaki pencerede bir rakam belirdi: 575
Kral öne eğildi.
“575... doğru! Demek artık
katipler değil, dişliler düşünecek.”
Salondaki herkes hayranlıkla mırıldandı.
Ama Kral’ın bakışları hâlâ makinedeydi.
“Peki,” dedi
alaycı bir gülümsemeyle,
“Eğer bu demir parçası
toplayabiliyorsa, çıkarmayı da yapabilir.”
Sabni hafifçe öksürdü.
“Yüce Efendim, henüz denemedik…
Bu düzenek sadece toplama için tasarlandı. Dişliler hep ileri döner. Ters yönde
çalışması...”
Kral elini kaldırdı.
“Denemediniz mi?”
Sert bir sessizlik oldu.
Sonra bastonunu yavaşça kenara koydu, bizzat masaya
yaklaştı.
“Ben denerim o hâlde.”
Kral makinenin kolunu kavradı.
“Bir köylü, 900 çuval borçlu,
275’ini ödemiş. Geriye ne kalır?”
diyerek kolla ters yöne çevirdi.
Bir uğultu duyuldu.
Çarklar gıcırdadı, sonra birer birer geri dönmeye
başladı.
Sabni nefesini tuttu.
Pencereye gözler dikildi…
Sonra rakam belirdi: 625
Bir anlık sessizlikten sonra Kral kahkaha attı.
“İşte bu!
Topluyor, çıkarıyor… Demek ki
akıl olmadan da akıllı gibi davranabiliyor!”
Sabni şaşkınlıkla Nefru’ya baktı.
Fısıltıyla, ”Bu imkânsızdı… ters yönde
dönerse dişliler sıkışmalıydı,” dedi.
Nefru gülümsedi:
“Belki yay yerine ağırlık koymak
sıkışmayı da önledi.”
Kral ise çoktan yeni bir talimat vermeye başlamıştı:
Kral Karmen:
“Toplama ve çıkarma tamam. Şimdi
sıra çarpmada! On tüccarın kazancı, yüz tacirin borcu; bunları çarpıp bölecek
makineler istiyorum! Eğer iki sayı ekleniyorsa, niçin on kez eklenip
çarpılmasın? Niçin bölünmesin?”
Sabni başını öne eğdi.
“Efendim… bu makinelerden her
biri bir düşünce gibidir. Toplama, çıkarma kolaydır. Ama çarpma, düşüncenin
kendisini tekrarlamaktır. Belki… belki zaman ister.”
Kral soğuk bir tebessümle:
“Vergi yılı gelmeden, bu masada
sadece toplama değil; çarpma ve bölme yapan bir makine görmek istiyorum.”
Kral salondan ağır adımlarla ayrılırken,
Sabni’nin elleri hâlâ makinenin üzerinde titriyordu.
Bir çark sessizce ileriye, sonra bir adım geriye
döndü…
Sanki düşündüğünü belli etmek ister gibi.
28.8.
Bilginler Meclisi - Çarpma Makinesi Aranıyor
Güneş sarayın kubbelerine eğilmiş, bronz aynalarda
parıltılar oynaşıyordu.
Taş salonda, kralın önünde dizilmiş bilginler, yeni
bir tartışmanın ortasındaydı.
Kral Karmen:
“Toplama makineniz işe yarıyor.
Ama ben şimdi çarpma ve bölme istiyorum.
Bir tüccar, 327 deve kervanını
246 kişi arasında paylaştırmak istiyor. Her birine kaç deve düşer, kaç artar;
bunu neden saatlerce hesaplıyoruz?
Ben bir kol çevrilsin, ve sonuç
ortaya çıksın istiyorum!”
Salonun bir ucunda, genç bilgin Panehsy ayağa
kalktı.
“Elbette. Kol bir kere
çevrildiğinde bir ekleme yapıyor.
Çarpma dediğimiz şey, tekrarlı
eklemedir.
Yani, çarpacağımız sayının
büyüklüğü kadar kol çevrilir!”
Sabni hemen itiraz etti:
“Yani 1000’le 1000 çarpacaksak, kolu bin
defa mı çevireceğiz Panehsy?
Onun yerine kral kolu değil,
sabrı çevirmiş olur.”
Panehsy gülümseyip omuz silkti:
“Evet ama… eğer kola
bir at bağlarsak?”
Bir anda salonda bir sessizlik oldu. Sonra kahkahalar
patladı.
Hatta Kral bile gülmesini tutamadı.
“Atla çalışan hesap makineleri
devri mi geliyor Panehsy? Bölme hesaplamak için de at geri geri mi
koşacak?”
Panehsy utangaçça eğildi:
“Yüce Efendim… sadece fikirdir.”
Başbilgin Enlil-Hotep, elindeki fildişi çubuğu masaya
bıraktı.
“Siz hep kuvveti artırmaya bakıyorsunuz. Oysa mesele kuvvet
değil, akıl.”
Kral kaşlarını kaldırdı.
“Devam et, Enlil-Hotep.”
“Bir tambur düşünün. Her tamburun
çevresinde dişler var; ama her bir diş farklı uzunlukta.
Kolu bir kez çevirdiğinizde,
tamburun sadece seçtiğiniz dişleri devreye girer.
Eğer tamburu sekiz dişli
bölgesinden çevirirsek, makine bir anda sekiz kere eklemiş gibi olur.”
Sabni öne eğildi, merakla sordu:
“Yani her turda kaç kez ekleme
yapılacağını tamburun şekli belirler?”
Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi:
“Evet. Çarpmanın özü bu değil mi?
Aynı sayıyı birden fazla eklemek.
O halde her ekleme için kol
çevirmeye gerek yok; bir tambur profiliyle bunu tek harekette yapabiliriz.”
Kral tahtından hafifçe doğruldu.
“Devam et. Bu makine… nasıl bilir
hangi çarpanı işleyeceğini?”
Başbilgin Enlil-Hotep bastonunu yere vurdu:
“Tamburun önüne küçük
bir seçici kol koyarız.
O kol ‘5’teyse beş dişlik
bölgeyi, ‘8’deyse sekiz dişlik bölgeyi devreye sokar.
Bir tur çevrilir, makine 5 ya da
8 kez toplama yapmış olur.”
Kral derin bir sessizlikte düşündü.
“Yani bir tur, bir çarpma işlemi…”
Sonra başını kaldırdı.
“Ve bölme?”
Sabni araya girdi:
“Yüce Efendim, eğer tamburu ters
yönde döndürürsek,
bu kez makine toplamak yerine
eksiltir.
Yani çıkarma… ve tekrarlı çıkarma
bölmedir.”
Kral hafifçe gülümsedi.
“Demek ki aynı tambur hem çarpar
hem böler…
Kolu bir at değil, bir fikir
çevirmiş olacak.”
Sabni:
“Her basamak için bir kez kol
çevrilecek.
Ama tamburun dişleri hangi
basamağın kaç kere ekleneceğini kendi belirleyecek.
Birler basamağında sekiz diş
çalışır, onlar basamağında iki, yüzler basamağında üç.
Her turda makine kendi içinde bu
basamakları kaydırır; tıpkı katiplerin defterde satır atlaması gibi.”
Kral:
“Yani kol yalnızca üç kez çevrilecek
ama üç yüz yirmi sekiz çarpımı tamamlanacak.”
Sabni:
“Evet yüce efendim. Her
turda tambur bir ‘katip ordusu’ gibi çalışır.”
Salondaki herkes başını eğdi.
Kral ayağa kalktı, tok bir sesle emretti:
“Bu tambur fikrini istiyorum.
Yedi gün içinde çalışır bir model
görmek istiyorum.
Başarabilirseniz, bu makine
yalnız tüccarların değil; kralların da hesabını tutacak!”
Atölyede çekiç sesleri çoktan susmuştu. Pencere
aralığından süzülen güneş ışığı, havadaki talaş tozlarını altın taneleri gibi
parlatıyordu. Uzun bir masanın üzerinde yeni yapılmış çarpma makinesi
duruyordu; pirinç tamburlar, bakırdan ince dişliler, yağ kokulu ve
gürültülü bir şeydi:
Panehsy, kolun yanında durmuş, elleri yağ içindeydi.
“Tamam,” dedi
nefesini tutarak. ”Tambur hazır. Her çevirmede bir basamak
ilerliyor.”
Sabni, cetveliyle ölçümler yapıyor, bir yandan
mırıldanıyordu.
Kral Karmen arkada, ellerini arkasında kavuşturmuş,
sessizce izliyordu.
Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. ”Atı
bağlamayı unutmuşsunuz, kolu elle mi çevireceğiz,” dedi hafif alayla.”
Panehsy başını kaldırmadan gülümsedi. ”Evet
Kralım, bu sistemde her basamakta bir kere çevireceğimiz atı ahıra
bağladık.”
Kral başıyla onayladı.
“Bakalım gerçekten ‘otomatik’
miymiş. Öyleyse… çarpalım bakalım. 23’le 4’ü deneyin.”
Panehsy tamburun üzerindeki dişli sayacı sıfırladı.
Kol bir kere çevrildi; makine klik dedi.
İkinci çevirişte tambur içinden bir tıkırtı daha
geldi.
Üçüncüde; sanki küçük bir çan çaldı.
Dördüncüde; sayacın ibresi durdu.
Sabni hemen sonucu işaret etti.
“Sonuç… 92!”
Atölyede bir an sessizlik oldu.
Sonra sevinç çığlıkları koptu.
Panehsy kollarını havaya kaldırdı: ”Çalıştı!
Kralım, çarpma tamamlandı!”
Kral yaklaşıp makineye baktı.
Tamburun döndüğü yerde ince bir tıkırtı hâlâ sürüyordu.
Karmen, makinenin önünde eğilip baktı.
“Peki bu tambur, çarpma dışında bölme de yapabilecek mi?”
Panehsy, alnındaki teri sildi. ”Elbette,
efendim. Tek yapmamız gereken…”
Kolu ters çevirip çevirmemeyi düşünürken gözleri Sabni’ye gitti.
Sabni başını salladı: ”Panehsy, emin misin?”
Panehsy dişlerini sıktı. ”Çıkarmadaki gibi yine olacak.”
Panehsy kolu ters çevirdi.
İlk klik sesi geldi, sonra bir tıkırtı daha…
ardından beklenmedik bir çınnn!
Tambur bir anda yerinden fırlayıp yere düştü, metalik
bir gürültüyle birkaç kez döndü, sonunda duvara çarpıp sustu.
Herkes dondu kaldı.
Panehsy yavaşça makineye baktı, sonra tambura, sonra Karmen’e.
Kral, dudaklarının kenarına bir gülümseme
yerleştirerek sessizliği bozdu:
“Görünüşe göre tambur bölme işlemini fazla ciddiye aldı. Kendini ikiye
bölmeyi tercih etti!”
Panehsy eğilip tamburu yerden aldı, üzerinde küçük bir
dişli eğrilmişti.
“Biraz fazla kuvvet uyguladık sanırım,” dedi utanarak.
Kral başını iki yana sallayıp konuşmadan dışarı çıktı.
Atölyedekiler önce birbirine baktı, sonra tambur
sessizce bir kenara bırakıldı; ama o akşam kimse eve gitmedi. Çünkü bir kez
daha, dişlilerle birlikte fikirler de dönmeye başlamıştı.
Atölye gece yarısı kadar sessizdi, yalnızca yağ
kandilinin titrek ışığı çarkların üzerindeki gölgeleri dans ettiriyordu. Panehsy,
eğri tamburu masaya koydu. Sabni, ince bir zımpara taşını eline aldı.
“Eğrilik bir dişliden
kaynaklanıyor,” dedi Sabni. “Bölme sırasında yük, tek
noktaya bindi. Yani tambur dişliyi değil, dişli tamburu döndürmüş.”
Panehsy derin bir nefes aldı: ”O zaman yükü
eşit dağıtmalıyız.”
İkisi de sessizce işe koyuldular. Bir süre sonra diğer
bilginler de geldi. Her biri elinde farklı bir fikirle:
Biri dişlilerin altına yaylı denge mili yerleştirdi.
Diğeri tamburun iki ucuna bakır gergi halkası taktı.
Üçüncüsü, kolun dönüş hızını
sınırlayan sürtünmeli fren mekanizması ekledi.
Sabni, yeni sistemi göstererek gülümsedi:
“Artık tambur ters çevrilse bile
yükü paylaşacak. Hiçbir dişli tek başına sıkışmayacak.”
Panehsy gururla kolu tuttu: ”Bu sefer
fırlamayacak.”
Karmen başıyla onayladı: ”O halde
deneyelim.”
Panehsy, 84’ü 7’ye bölecek şekilde tamburu ayarladı. Kolu
yavaşça çevirdi; klik… klik… klik… Herkes nefesini tuttu.
Tambur döndü, durdu. Göstergede sayı belirdi: 12.
Bir sessizlik… ardından alkış gibi bir gülüşme yükseldi.
Sabni, defteri açıp hızlıca not aldı:
“84 ÷ 7 = 12. Tekrar!”
Bu sefer 99’u 9’a böldüler. Sonuç yine doğruydu.
Bir, iki, beş, on deneme daha yaptılar; hepsi kusursuzdu.
Panehsy, yağlı parmaklarını önlüğüne silip gülümsedi:
“Artık hem çarpıyor hem bölüyor.
Üstelik sıkışmadan!”
Karmen gülümseyerek makinenin yanına geldi, parmağını
tambura dokundu.
“Bu çarklar sadece sayı
çevirmiyor… insanın aklını da keskinleştiriyor.”
Sabni, gözlerini makineden ayırmadan mırıldandı:
“Evet efendim, çünkü her hata bir
dişli kadar değerlidir. Döner, döner, sonunda doğruyu yerine oturtur.”
O gece kimse atölyeden ayrılmadı. Yağ kandili sabaha
kadar yandı, çarklar da dönmeye devam etti.
Kral Karmen, taht odasındaki uzun masanın üzerinde
duran makineye bir süre sessizce baktı.
Sabni ve Panehsy başlarını eğmiş, sonuçları
bekliyorlardı.
Kral elini uzattı, tamburun üzerindeki kolu çevirdi. klik...
klik... klik...
Göstergede rakamlar belirdi: 432 ÷ 9 = 48.
Panehsy heyecanla öne eğildi:
“Artık vergi kayıtlarında kimse
yanlış yapmayacak efendim. Nil sulama sisteminden ticaret gelirlerine
kadar her şeyi bu çarklarla hesaplayabiliriz.”
Sabni ekledi:
“Üstelik bir kişi yerine yüz kişi
kadar hızlı.”
Bir anlık sessizlikten sonra Karmen’in yüzü
gülümsemeyle aydınlandı.
Kral yerinden doğruldu.
“Öyleyse neden sadece bir tane
var?”
Atölyedeki bilginler şaşkınca birbirine baktı.
Karmen devam etti:
“Bu makineler yalnızca
bilginlerin ellerinde değil, bütün Dünya insanlarının ellerinde olmalı. Her
okula, her ticaret evine, her mühendisin masasına konulacak. Gençler, hesap
yapmayı parmakla değil, çarkla öğrenecek.”
Sabni, heyecanla defterine bir şeyler karaladı:
“Yani... saatleri ürettiğimiz
gibi hesap makinesi üretmek için bir üretim evi kuracağız?”
Kral başını salladı.
“Üretim evi yetmez, seri üretecek
bir fabrika. Pirinç döken, dişli döken, fikir döken bir yer.”
Panehsy sevinçle:
“Binlerce makine! Bütün Afrika
ticaret yollarında kullanılacak!”
Kral gülümsedi:
“Evet. Bu sayede yalnızca
hesaplar değil, hayatlar da kolaylaşacak. İşsiz gençler yeni bir meslek
öğrenecek: mekanik ustalığı. Her dönen dişli, bir eve ekmek
götürecek.”
Sabni, makinenin başına geçti.
“Bu küçücük düzenek,” dedi, ”dev
bir imparatorluğu dönüştürecek kadar güçlü.”
Kral Karmen, Sabni’ye döndü.
“Sabni… artık yalnızca bir
mühendis değil, bu çağın çarklarını tasarlayan bir akılsın.”
Bir adım öne çıktı.
“Bugünden itibaren seni Krallık
Mekanik Evleri’nin Baş Tasarımcısı ilan ediyorum.”
Salon alkışlarla doldu.
Panehsy başını eğerek fısıldadı:
“Artık bütün çarklar senin
ellerinden çıkacak usta.”
Kral elini kaldırdı, sessizlik oldu.
“Fakat sana yeni bir görev daha
veriyorum, Sabni.”
Sesi bu kez daha yavaş, ama derin bir merakla
yankılandı:
“Nil kıyılarında, kadınlar keteni
elleriyle dokuyor. Desenler birbirini tekrar ediyor. Kimi kareli, kimi dalgalı,
ama her biri akılda tutularak yapılıyor. Ben istiyorum ki… o desenleri akıl değil, makine hatırlasın.”
Sabni şaşkınlıkla başını kaldırdı.
“Desenleri… makine mi hatırlasın?”
Kral başını salladı.
“Evet. Bir kez dokunan deseni,
bir kez yapılan düğümü, bir kez çizilen şekli, makine kendi içinde saklasın.
İplik hangi yoldan geçtiyse, bir sonraki kumaşta da aynı yoldan geçsin.”
Panehsy heyecanla atıldı:Yani… dokuma tezgâhı,
kendi kendine mi desen çıkaracak?”
Kral gülümsedi.
“Evet. Bir çark, bir kol, birkaç
delik… Bir dokumacı bir kez çevirdiğinde, makine onun hafızası olur. Eğer
çarklar sayıları hatırlayabiliyorsa, neden desenleri de hatırlamasın?”
Sabni derin bir nefes aldı, sanki ufku biraz daha
genişlemişti.
“Bu… hesap makinelerinden bile
zor bir iş olur. Ama başarılırsa, her kumaş aynı kusursuzlukta olur.”
Kral:
“Ve bir gün belki bu çarklar yalnız kumaşı değil, bilgiyi de
dokur. Sözlerimizi, hesaplarımızı,
emirlerimizi… Hepsi bir gün
demirin hafızasında yaşar.”
Sabni eğilerek:
“Emriniz başım üstüne Karmen.
Makineler sadece hesap değil, artık hatırlamayı da öğrenecek.”
Kral elini omzuna koydu:
“O gün geldiğinde, senin adını
yalnız taşlara değil, çarklara da kazıyacaklar.”
Karmen makinenin kolunu bir kez daha çevirdi, çıkan
sesi dinledi.
“Duydunuz mu?” dedi
gülümseyerek.
“Bu yalnızca bir klik sesi değil…
Mısır’ın geleceği duyuluyor.”
28.12.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara (merakla):
“Peki Kral neden hesap makinesi
yapmak istedi?”
Nil-7:
“Çünkü o zamanlar bir hatayla
alınan fazla vergi, bir köylünün aç kalması demekti.”
Sahara:
“Nil-7… bana şu Sabni’nin hesap
makinesini anlatır mısın? Ama öyle karışık kelimelerle değil. Benim
anlayabileceğim gibi. Nasıl hesap yapıyordu o şey?”
Nil-7:
“Diyelim ki elinde bir sürü küçük
taş var. Her taş bir sayıyı temsil ediyor. Sen her farklı sayıda taşlar koyduğunda,
ben taşları sayıp bir listeye bakıp o listede yazan sayıda taşlar koyuyorum.
İşte Sabni’nin makinesi tam da bunu yapıyordu. Taşların yerine dişliler,
liste yerine tambur kullanıyordu.”
Sahara (başını yana eğerek):
“Yani… taş yerine dönen dişliler?”
Nil-7:
“Aynen öyle. Her dişli bir sayıyı
temsil ederdi. Bir dişli döndüğünde, yanındaki dişliyi iteklerdi. Tıpkı el ele
tutuşan çocukların bir sırayla dönmesi gibi.”
Sahara başını yana eğdi, merakla sordu:
“Yani… sende o küçük çarklardan
mı var?”
Nil-7 başını yavaşça salladı.
“Hayır ama o çarklar benim
atalarımda vardı. Benim içimdeyse çarkların yerini ‘titreşim alanları’
aldı. Her düşüncem, milyarlarca atomun aynı anda kararsız dans etmesiyle
oluşuyor. Biz buna kuantum kas sistemi diyoruz. Çarklar dönmüyor
artık; olasılıklar birbirine karışıyor. İyon tuzaklı fotonik topolojik spinli
kubitler... Belki bu da bir tür çarktır.”
Sahara bir süre düşündü.
“Peki Sabni… seni görebilseydi ne
derdi?”
Nil-7 bir an sustu. Sonra hafif bir hüzünle yanıtladı:
“Sanırım şöyle derdi: ‘Kralım,
makine artık sadece hesap yapmıyor, kalp de taşıyor.’”
Bölüm 29:
Otomatik Dokuma Devri (M.Ö. 3073)
29.1.
Sabah Kahvaltısı ve Dokumacı Kızlar
Güneş henüz doğarken, küçük taş evin mutfağında hafif
bir sıcaklık vardı. Dokumacı annesi, kızlarıyla birlikte kahvaltı hazırlıyordu.
Masada taze ekmek, biraz peynir, hurma ve sıcak bitki çayı vardı.
İra ve Mira, daha önce atölyeye gitmiş olmanın
rahatlığıyla masada gülüşüp sohbet ediyorlardı:
“Geçen sefer ipleri yanlış
bağlamıştım, bugün daha iyi yapacağım!” dedi Mira.
En küçük kız Nila ise ilk kez atölyeye gidecek olmanın
heyecanını taşıyordu:
“Ben de doğru dokuma yapabilir
miyim acaba?” diye fısıldadı birisi, gözleri parlayarak.
Anneleri hafifçe gülümsedi:
“Hata yapmak normal, kızlar.
Önemli olan ipleri söküp tekrar denemeyi bilmeniz.”
Kahvaltıdan sonra kızlar ellerini yıkayıp, annelerinin
rehberliğinde İra, Mira ve Nila, heyecanla atölyeye yöneldiler. Bugün
bazıları ilk kez dokumaya başlayacaktı; bazıları ise geçen haftadan
öğrendiklerini tekrar etmeyi sabırsızlıkla bekliyordu.
Tahta kapılar açılırken, ipliklerin rengarenk
görüntüsü ve dokuma tezgâhlarının ahşap kokusu onları karşıladı.
Bazıları ipleri ve tezgâhları tanıdığı için heyecanla
etrafı incelerken, Nila ilk gördüğü iplikleri merakla yokluyordu.
Atölyede, anneleri Tira ağır adımlarla dokuma
tezgâhının yanına yaklaştı.
“Bugün hepimiz öğreneceğiz.
Sabırla, dikkatle ve keyifle.”
Önce ipleri gösterdi derin bir nefes aldı::
“Bunlar çözgü iplikleri,” dedi
Tira, parmağıyla dikey gerilmiş ipleri işaret ederek. ”Tezgâhın
üstünden aşağıya doğru uzanan ipler bunlar. Kumaşın iskeleti onlar. Her atkı
ipliği, yani yatay iplik, bu çözgü ipliklerinin arasından geçerek kumaşı
oluşturur.”
İra dikkatle dinledi, parmağını iplerin üzerinden
geçirdi, bazı ipler birbirine karışmıştı. İra merakla sordu:
“Anne, ya yanlış geçerse?”
Tira gülümsedi ve ipleri çözerek gösterdi:
“Bakın, hata yaptığımızda pes
etmiyoruz. Bu ipleri söküyoruz, hatanın başladığı noktadan tekrar başlıyoruz.
Sabırla ve dikkatle çalışırsanız ipler düzgün bir şekilde birbirine geçer.”
Nila sabırsızlandı, ipleri bir çırpıda geçirmeye
çalıştı. Atkı ipliği bir anda düzensiz bir şekilde çözgü ipliklerinin arasına
dolandı. Tira derin bir nefes aldı, ama kızının elini nazikçe tuttu:
“Nila, acele etme. Kumaşın
ritmini hisset, ipleri dikkatle geçir. Her atkı ipliği bir öncekinin devamı
gibi olmalı.”
Zaman ilerledikçe, kızlar hata yaptıkça ipleri
çözdüler, yeniden bağladılar ve yeniden geçirdiler. Tira’nın sabrı ve anlatımı
sayesinde ipler yavaş yavaş doğru sırayla birbirine karışmaya başladı.
Mira sonunda kendi atkı ipliğini geçirdiğinde Tira göz
kırptı:
“Bak, işte böyle. Hatalar var,
evet, ama öğreniyorsunuz. İşte dokuma bu: sabır, dikkat ve biraz da sevgi.”
Küçük Nila heyecanla elini kaldırdı:
“Anne, bak! Ben yaptım!”
Tira tebessümle onu izledi:
“Evet tatlım, yaptın. Ama
unutmayın, her iplik bir adım, her adım bir öğrenme. Bugün hatalarımız olacak,
ama yarın daha düzgün dokuyacağız.”
Atölyedeki sabah, iplerin ritmi ve annelerinin sesiyle
dolarken, kızlar her atkı ipliğinde hem kumaşı hem de sabrı öğreniyordu.
29.2.
Sabni'nin Dokuma Atölyesi Ziyareti
Yıllar böyle akıp gitmiş, Tira üç kızına sabrın,
gözüne bakmanın, elinin ritmini öğretmişti. Artık İra, Mira ve küçük Nila
tezgâh başında hata yapmadan dokuyor, yanlış bir atkı ipliğini görür görmez
soğukkanlılıkla söküp yeniden örüyorlardı. Tira her öğleden sonra onlara
bakarken içi rahatlıyordu: ”Ellerin ritmini öğrendiniz,” der, ”bugünkü
hatalar yarının düz dokularıdır.”
O sabah da atölye, güneşin eğik ışıklarıyla doluydu.
Tira, tezgâhın başında kızlarına ipliği nasıl gergin tutacaklarını gösterirken
kapıdan bir kaç tıklama sesi duyuldu. Kızların ipliklerinin hışırtısı kısa bir
susuşa bıraktı yerini. Anne Tira toparlanıp kapıya doğru yürüdü.
Kapı aralandı. Üç adam göründü. Ortadaki, yüzünden
sadece öğrenmeye değil, düşündürmeye de alışkın olduğu anlaşılan, sakallı
biriydi. Yanındaki iki genç ise belli ki çırağıydı; gözleri merakla atölyeyi
tarıyor ama ellerini dizlerinin önünde bağlı tutuyorlardı.
Adam saygıyla eğildi:
“Ben Sabni,” dedi, ”Kral Karmen’in başmühendisiyim. Bu
ikisi de öğrencilerim; Horem ve Kebi. Kral’ın emriyle yeni bir makine üzerinde çalışıyoruz.”
Tira kapının önünden çekildi. ”Demek Kralın
adamlarısınız öyleyse gelin,” dedi.
Sabni, Horem ve Kebi içeriye girip odanın ortasında
durdular.
Tira kaşlarını hafifçe kaldırdı. ”Ne
makinesiymiş bu?”
Sabni, tezgâhın yanına yaklaşmadan, uzaktan ipliklere
baktı.
“Kral, otomatik bir dokuma
makinesi yapılmasını istiyor. Elle dokumanın hareketini, düzenini, ritmini
çarklara öğretmemizi emretti. Ama ben... bilmediğim bir şeyin makinesini
yapmam. İpliğin huyunu, dokuma yöntemlerini ve desen vermeyi öğrenmek
istiyorum.”
Tira sessizce kızlarına baktı; Mira’nın gözleri
merakla büyümüştü, Nila’nın parmakları ipliğe dolanmıştı. Kadın, sonra tekrar
konuklarına döndü.
“Bu tezgâh sır saklar, Sabni. Her
ilmek, elin niyetini taşır. Çarklara sabrı öğretebilir misin?”
Sabni hafifçe başını eğdi, ”Sabrı değil,
düzeni öğretmek istiyoruz,” dedi. ”Ama düzeni anlamak
için önce sabrı görmek gerekir. Bunun için buradayız.”
Tira’nın gözlerinde kısa bir düşünce parladı. Sonra
başıyla onayladı.
“Peki. Ama burada her şeyin bir
sırası vardır. Önce gözle bakılır, sonra sorulur. Dokunmak için izin alınır.”
Sabni hemen döndü, arkasındaki gençlere baktı.
“Horem, Kebi. Duyduğunuz gibi.
Gözle bakacağız, eller susacak.”
İki çırak bir ağızdan başlarını eğdi.
“Emredersiniz, usta.”
Tira hafifçe gülümsedi. ”O hâlde yer bulun.
İlk derste yalnızca gözlerinizi kullanacaksınız. Dokumayı izleyin; çünkü ipliği
anlamak, sabrı okumaktan geçer.”
Üç adam, tezgahların kenarındaki tahta taburelere
oturdu. Tira yeniden tezgâhına döndü, kızlarına işaret etti:
“İra, çözgüyü ger; Mira, atkıyı
geçir; Nila, düğümü unutma.”
Tezgâhın sesi tekrar yükseldi: tak-tak, çek,
tak-tak... Sabni ve çırakları büyülenmiş gibi izliyordu. Her atkı ipliği
arasında düzenli bir ritim, her harekette fark edilmeden geçen bir bilgelik
vardı.
Sabni içinden, neredeyse fısıltı gibi bir şey söyledi:
“İnsan eli... evrenin ilk
makinesi.”
İra duymuştu. Ama sadece gülümsedi.
Atölyede ipliklerin sesi yankılanırken, Sabni’nin
gözleri bir an bile Tira’nın ellerinden ayrılmadı. Kadının parmakları iplerin
arasından geçiyor, mekik bir sağa bir sola kayarken kumaşın deseni yavaş yavaş
beliriyordu. Sanki elleri konuşuyor, iplikler cevap veriyordu. İlk gün sadece
izleyerek bitti.
Ertesi gün Tira başını kaldırdı, Sabni’nin dikkatli
bakışlarını fark etti.
“Yalnızca izlemekle olmaz,” dedi. ”Tezgâhın
dilini öğrenmek istiyorsan, ipliği eline alman gerekir.”
Sabni şaşırdı. ”Ben... izinli miyim?”
Tira gülümsedi. ”Sana şimdi izin veriyorum.
Otur.”
Sabni, ahşap tezgâhın önüne geçti. Ellerini ipliğe
uzatırken çekingen davrandı.
Tira arkasında durdu, sessizce onun ellerini yönlendirdi.
“Çözgü iplikleri dikeydir,” dedi
Tira, ipliklerin arasına parmağını sokarak.
“Atkı ipliği yatay geçer. Ama
unutma; ipliklerin altından ve üstünden geçerken, her seferinde biri yer
değiştirir. İşte o hareket, kumaşın kalbidir.”
Sabni başını eğdi, dikkatle ipliği geçirdi.
İlk seferde iplik karıştı, bir düğüm oluştu. Horem
hemen ileri atıldı ama Tira eliyle durdurdu.
“Hayır, dokunma. Kendi hatasını kendi görsün.”
Sabni düğümü çözmeye çalıştı, ipliği çekti ama fazla
gergin tutunca bir çözgü koptu.
Tira derin bir nefes aldı, ama yüzü sertleşmedi.
“Gördün mü? İşte sabır burada
başlar,” dedi. ”Makinen fazla gergin tutarsa,
iplerini koparır.”
Sabni ellerini yavaşlattı. İkinci denemesinde ipliği
nazikçe geçirdi, mekiği uzattı. Ahşap sesleri birbirine karıştı (tak, çek,
tak...) Tezgâh, sanki onu kabul etmişti.
Tira başını salladı. ”İşte şimdi oldu. Bak,
iplikler birbirine küs değil artık. Uyumu buldular.”
Sabni sessizce dokuduğu kumaşa baktı, sonra Tira’ya
döndü.
“Bu hareketi makine tekrar
edilebilir,” dedi düşünceli bir sesle. ”Eğer her
çözgünün yerini bir dişliye denk getirirsek...”
Tira hafifçe gülümsedi, ”İplikleri saymaya
kalkma Sabni. Onlar sayılmak için değil, hissedilmek için var.”
Sabni derin bir nefes aldı. ”Ama belki de
tek tek hissetme yerine makine çözgü ve atkı arasından bir hamlede bir ip
fırlatıp geçirebilir. Hayır en iyisi bir pedala basar, çözgü
iplerinin yarısı yukarı, yarısı aşağı hareket eder. Bir sıra bir hamlede
dokunur. ”
Kadın onun gözlerine baktı; ne alay ne küçümseme vardı
o bakışta, sadece sessiz bir merak.
“Belki bir gün,” dedi, ”ama önce şu kumaşı
bitirelim.”
Tezgâhın sesi yeniden başladı. Bu kez iki el; biri
zanaatkârın, biri mühendisin, aynı ritimde hareket ediyordu. Ve o anda,
gelecekte doğacak otomatik dokuma makinesinin ilk adımı atılmıştı.
Sabni, Tira’nın tezgâhındaki çözgü ve atkı
ipliklerinin hareketini dikkatle izledikten sonra kâğıdına çizimler yapıyordu.
Yanında öğrencileri Horem ve Kebi de duruyordu.
“Bakın,” dedi
Sabni, parmağını çözgü ipliklerinin üstünden geçirdi. ”Tira
parmağıyla çözgünün bir kısmını yukarı, bir kısmını aşağı açıyor. Atkıyı o
açıklıktan geçiriyor. Eğer bu hareketi tek bir kol ile tekrar edersek, her sıra
bir hamlede dokunmuş olur.”
Horem kaşlarını çatarak sordu: ”Ama tek
kol, tüm çözgüyü nasıl kaldıracak? Bazı ipler geriliyor, bazıları sarkıyor.
Gerilim farklı.”
Kebi hemen ekledi: ”Belki kolun ucunda
küçük ‘ayırıcılar’ olabilir. Her hamlede hangi iplerin yukarı, hangilerinin
aşağı gideceğini mekanik olarak ayırır.”
Sabni başını salladı: ”Evet, işte tam da bu
noktada çözgü ve atkının ritmini anlamamız gerekiyor. Tira’nın parmakları ve
pedalı, bu ritmi bize gösterdi. Şimdi bizim makinemiz, bu ritmi kollar ve
dişlilerle taklit edecek.”
Horem bir hamle yaptı, bir çubukla ipleri yukarı aşağı
hareket ettirir gibi gösterdi: ”Şu kol tüm sıraları açıp kapayacak,
atkıyı fırlatacak. Sonra geri gelecek ve bir sonraki sıraya geçecek. Ama her
hamle doğru sıralamada olmalı, aksi takdirde desen bozulur.”
Kebi not aldı: ”O zaman her kolun hareketi
bir sıra demek. Makinenin hızını artırmak için birden fazla kol düşünebiliriz,
ama önce tek kolu kusursuz yapmalıyız.”
Sabni, çizimlerini işaret ederek başını salladı: ”İşte
plan bu. Bugün Tira’dan öğrendiklerimiz sadece iplerin nasıl geçtiği değil;
sabrın ve ritmin kendisi. Makine, sadece mekanik bir kopya değil, dokumanın
ruhunu da taşımalı.”
Horem ve Kebi sessizce başlarını salladılar.
Atölyedeki iplerin kokusu, tahtaların gıcırtısı ve Tira’nın sabırlı sesi hâlâ
kulaklarındaydı. Her biri bir sonraki hamleyi, bir sonraki çizgiyi hayal
ederken gözlerinde küçük bir parıltı belirdi: Bir gün bu makineyi gerçekten
hayata geçireceklerdi.
29.5.
Prototip Makinenin Yapımı
Sabni atölyede kolları sıvadı, Horem ve Kebi
yanındaydı. Tahta ve basit mekanik parçaları, tekerlekleri, çubukları ve ip
geçirme düzeneklerini bir araya getirmeye başladılar.
“Her çözgü ve atkıyı tek bir
hamlede geçirecek bir kol tasarlamalıyız,” dedi
Sabni, çizim tahtasına hızlıca eskizler yaparken. ”Kol, sırayı takip
etmeli ve ipleri karıştırmadan geçirmeli. Bir hata bütün kumaşı bozabilir.”
Horem bir çubuğu uygun boyutta kesti, Kebi ise küçük
tahta dişlileri yerleştirdi. Sabni her parçayı dikkatle monte ediyor, kol
hareketlerini prova ediyordu:
“Bakın, kol bir hamlede bir sıra
ipliği atıyor. Ama önce ritmi ve iplerin yönünü doğru hesaplamalıyız. Aksi halde
atkı ipi çözgüye takılır.”
Saatler boyunca tahta parçalar kesildi, delikler
açıldı, çubuklar birbirine bağlandı. Her hata Sabni’yi ve çırakları tekrar başa
döndürüyordu. Sabni sabırlı ama kararlıydı:
“Yapabiliriz. Her hamlede tek
sıra, tek atkı. Basit gibi görünüyor ama mekanik hassasiyet çok önemli.”
Akşam üzeri, prototip tamamlandığında üçü de terlemiş
ama gülüyordu. Küçük bir ip getirip denemek için hazırlık yaptılar: kol hareket
etti, atkı ipliği çözgü iplikleri arasından sorunsuz geçti.
“İşte! İlk hamle başarılı!” dedi
Horem. Kebi gözlerini parlatırken, Sabni prototipe hafifçe dokundu: ”Henüz
mükemmel değil, ama çalışıyor. Şimdi atölyeye götürüp, gerçek dokuma alanında
test edeceğiz.”
29.6.
Dokuma Atölyesinde Prototip
Ertesi gün Sabni, Horem ve Kebi, bahın erken
saatlerinde atölyenin taş kapısına vardılar. Kebi, iki kişi zor taşıyacak
büyüklükteki tahta sandığı sırtında getiriyordu. Tahta tekerlekler
ve çubuklarla yapılmış ilk prototip dokuma kolunu atölyeye getirdi. Horem
kapıyı nazikçe itti.
İra, Mira ve Nila, tezgâhlarının başında ipleri
düzenlerken birden çığlık attılar:
“Ne bu?”
Tira gülerek başını Sabni’ye çevirdi: ”Misafirimiz
yine geldi.”
Sabni gülümsedi: ”İzin var mı, usta
Tira?”
Tira, ipleri çözmekle meşguldü. Başını kaldırıp
gülümsedi.
“Buyurun, Kral’ın mühendisleri
gelmiş. Bakalım bugün ne getirdiniz?”
Tahta kapıdan içeriye zar zor sığdırarak, dikkatle
kenara yerleştirdiler.
Sabni eğildi ve prototipi işaret etti: ”Bu,
ilk prototipimiz. Henüz kusursuz değil ama çözgü ve atkıyı tek bir kol
hareketiyle geçirecek şekilde tasarlandı. Şimdi size göstermek için buradayız.”
Sandık yere indirildi. Sabni dizlerinin üstüne çöktü,
menteşeleri açtı. İçinden ahşap, pirinç ve iplerden oluşan küçük bir düzenek
çıktı. Dişliler parlıyordu.
İra şaşkınlıkla ”Bu… tezgâh gibi!” dedi.
Mira kıkırdadı: ”Ama daha havalı duruyor.”
Sabni, makineyi tezgâhın yanına yerleştirdi.
“Bu model bir dokuma sırasını tek
hamlede atıyor. Kol çevrildiğinde ip, çözgülerin arasından geçiyor.”
Horem dikkatle kolu çevirdi. Klik! Mekik
atkı ipliğini aradan geçip yerleşti. Kumaşın minik bir parçası belirdi.
Nila heyecanla alkışladı:
“Gerçekten dokuyor!”
Ama Mira gözlerini kısıp baktı:
“Evet ama sadece düz dokuyor.
Bizim yaptığımız gibi desenli değil.”
Tira başıyla onayladı:
“Doğru söylüyor. Bizim kumaşlarda
bazen her beşinci ip başka renkte, bazen ipler sırayı atlıyor. Bu makine onları
ayırt edemez.”
Kebi hemen defterini çıkardı:
“Yani iplerin bir kısmını
kaldırıp bir kısmını indirerek desen yapıyorsunuz… Belki her çözgü ipini ayrı
bir kola bağlasak?”
Horem atıldı:
“Ya da renkleri farklı ip
yollarına ayırsak!”
İra parmağını çenesine koydu:
“Bir de ipek iplerle keten
iplerin gerginliği farklı, bunu da hesaba katmalısınız.”
Tira gülümseyerek Sabni’ye döndü:
“Görüyorsun, mühendis efendi…
fikir çok, ip çok, sabır daha da çok.”
Sabni başını eğip tebessüm etti:
“Desenli dokuma… evet, bu ikinci
versiyonun adı olacak. Siz anlatın, biz yapalım.”
Kızlar heyecanla birbirine baktılar. Artık sadece dokumacı
değil, desinatördüler.
Atölyede o gün iplerin sesi kadar fikirlerin de ritmi yankılandı.
Gün batımı atölyenin küçük penceresinden içeri
süzülüyordu. Kumaşların üzerinde altın tonlu ışıklar dans ediyor, dokuma
tezgâhının dişlileri uzun bir günün ardından sessizliğe gömülüyordu.
Tira kızlarına seslendi:
“Bugün siz anlatın bakalım, şu
desenleri mühendisler de anlasın.”
Sabni, Horem ve Kebi sıralanmış üç tezgâhın önüne
oturdular. İra, Mira ve Nila’nın yüzlerinde hem heyecan hem ciddiyet vardı.
İra, ipleri eline alıp Sabni’ye gösterdi:
“Düz dokuma kolay. Ama desenli
dokumada bazı çözgü ipleri yukarı kalkar, bazıları aşağı iner. Her atkı ipliği
farklı bir yoldan geçer. Bak…”
İra ipleri tek tek kaldırıp indirirken, Sabni’nin gözleri
iplerin ritminde kayboldu.
“Yani desen, hangi ipin ne zaman kalktığıyla belirleniyor,” diye
mırıldandı.
İra gülümsedi: “Aynen öyle. Desen, bir çeşit sırayla yazılmış bir şarkı gibi.”
Mira söze girdi:
“Eğer o sırayı unutursak, desen
bozulur. O yüzden aklımızda tutarız ya da ipleri belli düğümlerle işaretleriz.”
Kebi not defterine hızlıca yazdı:
“Düğümler… işaretler… belki de
bunu bir şekilde makineye anlatabiliriz.”
Nila, parmağını kumaşın üzerine koydu:
“Ben yıldız desenini çok
seviyorum. Her beş sırada bir ip yukarı çıkıyor, sonra iki sıra düz geçiyor.
Böylece küçük yıldızlar oluşuyor.”
Sabni düşünceli bir şekilde kumaşa baktı.
“Her beş sırada bir değişim… yani
bir düzen, bir tekrar. Eğer bu düzeni bir yere kaydedersek…”
Horem heyecanla lafa girdi:
“Tahta levhaya işleyebiliriz!”
Kebi hemen ekledi:
“Ya da delikler açarız! Her
delik, kaldırılacak bir ipi temsil eder. Delik varsa ip kalkar, yoksa iner.”
Sabni’nin gözleri bir anda parladı.
“Bir desen çizilir, sonra o desen
delikli karta dönüştürülür… Makine kolu çevrildiğinde kartı okur ve ipleri ona
göre hareket ettirir. Deseni karta, kartı kumaşa aktarırız!”
Horem şaşkınlıkla başını salladı:
“Yani makine artık yalnızca
dokumayacak, hatırlayacak…”
İra gülümseyip Sabni’ye baktı:
“Desenlerimizi sen de hep
hatırla.”
O an atölyede bir sessizlik oldu. Güneşin son
ışıkları, ipliklerin arasından geçip Sabni’nin yüzüne vurdu. Tira’nın
kızlarıyla arasında sanki görünmez bir bağ kurulmuştu:
İplerin, fikirlerin ve kalplerin birbirine karıştığı bir bağ.
Sabni yavaşça fısıldadı:
“Bu… ilk defa bir makineye hafıza
kazandırıyoruz.”
Mira heyecanla ellerini çırptı:
“Yani makine desenleri
hatırlayacak! Her desen için ayrı bir kart olacak!”
Sabni başını salladı.
“Evet… artık kumaşlara desen
değil, kartlara düşünce dokuyacağız.”
Gece sessizdi. Dışarıda rüzgâr Nil kıyısındaki
sazlıklardan esiyor, uzaklarda köpekler havlıyordu. Sabni’nin atölyesinde ise
yalnızca bir mum yanıyordu. Alev titredikçe, tahtadan oyulmuş dişlilerin ve
yarı tamamlanmış makinenin gölgeleri duvarlarda dev gibi dans ediyordu.
Horem ve Kebi yorgunluktan tezgâhın kenarında
uyuyakalmıştı. Ama Sabni hâlâ masasında oturuyordu. Önünde bir parça ince
bronz levha, birkaç keski, bir iğne ve Tira’nın dokuduğu küçük bir kumaş
parçası vardı.
Kumaşta yıldız desenleri vardı. Sabni parmağını
desenin üzerinde gezdirdi, İra’nın sesi kulağında yankılandı:
“Her beş sırada bir ip kalkıyor,
sonra iki sıra düz geçiyor...”
Mumun titrek ışığında mırıldandı:
“Beş... iki... beş... iki... Yani bir ritim. Ritim,
bir düzen… düzen, bir bilgi.”
Sonra bronz levhaya küçük delikler açmaya başladı. Her
delik, bir ipliğin yukarı kalkması demekti. Delik yoksa ip sabit kalacaktı.
Her bir vuruşla, her bir deliği açarken zihninde bir
düşünce belirdi:
İlk kez, ”bilgiyi sadece makinelerin okuyacağı dilde kaydetmek” fikri
doğmuştu.
Sabni mırıldandı: ”Makine dili”
Sabah olduğunda mum tamamen sönmüştü. Horem uyanıp
gözlerini ovuşturdu:
“Üstat... bütün gece hiç uyumadınız mı?”
Sabni gülümsedi, elinde bronz kartı gösterdi. Üzerinde
küçük delikler bir yıldız deseninin şablonuydu.
“Hayır, Horem. Ama… bu
deliklerdeki dili okuyan makine bugün çalışacak.”
Kebi yaklaşıp kartı eline aldı.
“Bu… makineye desen öğretmenin
yolu.”
Sabni sessizce başını salladı.
“Artık dokumayı eller değil,
delikler yönetecek. Bu bronz levha bir hafıza.”
Atölyede sabahın ilk ışıkları dokuma tezgâhlarının
arasına sızıyordu.
Tira’nın kızları (İra, Mira ve Nila) ipleri düzenliyor, Sabni, Horem ve Kebi
makinenin yeni eklentilerini test ediyordu. Odanın ortasında metal dişliler,
ahşap makaralar ve bakır tellerle dolu bir masa vardı. Masanın üzerinde ise bir
tomar delikli kart… Desenlerin dili.
Sabni kartı makineye yerleştirdi, kolu yavaşça
çevirdi. Tezgâhın dişlileri döndü, ipler gerildi, bir atkı geçti…
Bir kaç dakika sonra kumaşın üzerinde küçük bir yıldız
belirdi.
Tira gözleri dolu dolu fısıldadı:
“Bu bizim desenimiz…”
Yıldız deseni bittikten sonra Sabni çantasından yeni
bir kart çıkardı:
Sabni (heyecanla): ”Şimdi
Krala hediye edeceğimiz kumaşı dokumalıyız. Bu kart Kralın desenini
dokuyacak. Bu kartta ‘Leopar Deseni’ var. Kral’ın en sevdiği motif.”
Kebi: ”Bu kadar delik açmak için bir
haftamızı harcadık. Umarım makine doğru okur.”
Nila (gülerek): ”Okumazsa da elimize iğneyi
alır, yine biz dokuruz.”
Kebi: ”Hayır. Bu kez krala elde değmeden
dokunmuş ilk kumaşı götüreceğiz.”
Sabni, delikli kartları makinenin üstündeki kızaklara
yerleştirdi. Makine gıcırdadı. Ahşap kolların arasında çözgü ve atkı
ipleri dizilmişti. Sabni elini kaldırıverdi.
Sabni: ”Horem, mekanizmayı döndür!”
Horem: ”Hazırım!”
Bir kol çevrildi. Makine bir hamle yaptı. Bir ip,
çözgüyle atkı arasından fırlayıp geçti. Metal dişliler tısladı. Sonra ikinci
hamle, üçüncü hamle… Ve yavaş yavaş desen ortaya çıkmaya başladı.
İra (nefesini tutarak): ”Bakın! Leopar
deseni… gerçekten beliriyor.”
Mira (heyecanla): ”Bu… bu bizim elimizden
çıkmış gibi!”
Nila (gülerek): ”Hayır leopar canlanıp
çıkacak gibi!”
Sabni makineyi durdurdu, kumaşın kenarını çözgüden
çıkardı. Elini dokundu; yüzeyi pürüzsüz, desen belirgindi.
Sabni: ”Kral’ın huzuruna bunu götüreceğiz.
Sadece bir kumaş değil… Kemet’in geleceği bu.”
Bir hafta sonra, sarayın büyük avlusunda halk
toplanmıştı. Güneş tapınağın altın kubbesine vuruyor, her şey ışıldıyordu. Kral
Karmen tahtında oturuyor, vezirleri yanında sıralanmıştı.
Sabni, Horem ve Kebi içeri
girdi. Arkalarında Tira, kızlarıyla birlikte… Ellerinde uzun, ipek
gibi parlayan bir kumaş vardı. Leopar deseni altın gibi ışıkla
parıldıyordu.
Kral Karmen: ”Bu nedir böyle, Sabni? Yeni
bir dokuma mı?”
Sabni (diz çökerek): ”Yüce Kralım, bu kumaş
el demeden sadece düşünceyle dokunmuştur.”
Kral (şaşkınlıkla): ”Nasıl olur? Eller
dokumazsa kim dokur?”
Horem: ”Bir makine, efendim. İnsan eliyle
yapılmış ama insan eli gibi çalışan bir makine.”
Kral ayağa kalktı. Kumaşı eline aldı, ışığa tuttu.
Desen sanki canlıymış gibi parladı.
Kral (hayretle): ”Bu çizgiler… her biri
aynı aralıkta. Hiç hata yok.”
Sabni: ”Yüce Kral, Usta Tira ve dokumacı
kızları bize sabırla dokumayı ve desenleri öğretti. Onların çizdikleri
desenleri, öğrencilerim Horem ve Kebi ile birlikte kartlara işledik. Her delik
bir bir ipi yönlendirdi.”
Kral: ”Yani kumaş, fikirle dokundu
diyorsun.”
Sabni (saygıyla): ”Evet efendim. Artık el
değmeden desenli kumaş dokunabilir. Hem de günler değil dakikalar içinde.”
Sarayın veziri öne çıktı, elini kumaşın üzerinde
gezdirdi.
Vezir Zekhutem: ”Bu makineler çoğaltılırsa,
Kemet kumaşla dolar.”
Kral Karmen: ”Kumaş bolluğu zenginliktir.
Bu icat, sadece ipleri değil, Kemet'in iç ve dış ticaretini de dokuyacak.”
Kral yüksek sesle emretti:
Kral: ”Sabni, Horem, Kebi! Bu makineleri
gerektiği kadar çoğaltın, her dokuma atölyesine verin. Masraflar hazine
tarafından karşılanacak. Kemet’in kadınları artık elleriyle değil, akıllarıyla
dokuyacak. Hem onların geliri onlarca kat artsın hem Kemet zenginleşsin.”
Kalabalık alkışladı, dokumacı kızlar İra, Mira ve Nila
sevinçle birbirine sarıldı. Tira gözlerinde yaşlarla fısıldadı:
Tira: ”Artık sabırla değil, aklımızla
dokuyacağız.”
Başbilgin Enlil-Hotep:
“Yüce Kralım, her dokuma
atölyesine beş-altı makine vermeliyiz. Ama böyle seri üretim için özel bir
üretim atölyesi kurmamız lazım. Binlerce kartın, çarkların ve çubukların
üretiminde ve yüzlerce işçi çalışmalı. Her biri makinenin bir parçasını
üretecek. Böylece makine üretimi hızlanacak ve Kemet’in tüm atölyelerine
makineler dağıtılacak.”
Kral: ”Evet Başbilgin bu iş
yüzlerce genci iş sahibi yapacak, hem makine hem kumaş üretecekler.”
29.11.
Kemet’in Tekstil Fuarı ve Afrika’ya Yayılan Şöhret
Tira kumaş üretim atölyesinin tam kapasiteyle
çalışmasını izliyordu.
Tira:
“Bakın, kızlar… artık bir hafta
yerine birkaç saatte o kadar kumaş üretiyoruz ki… Kemet’in hazinesi bunu ihraç
ederek daha da büyüyecek.”
İra:
“Ve bütün atölyelerde makineler
kurulacak, her dokuma atölyesinde işler aynı hızda ilerleyecek.”
Mira heyecanla elini kaldırdı:
“Anne… bu demek ki Kemet’in
kumaşları artık sınırları aşacak, diğer ülkelere de gidecek!”
Tira:
“Evet, hatta Afrika ve kuzeyin
soğuk ülkelerinde bile Kemet kumaşlarından bahsedilecek. Kusursuz dokumaları
konuşulacak.”
Nila sevinçle zıpladı:
“Bizim iplerimizle başlayan şey,
tüm dünyayı etkilecek!”
Tira’ya bakarak hafifçe gülümsedi:
“Ve hepsi mühendis gençlere
dokumayı bizim öğretmemiz sayesinde…”
Aylar sonra Kemet’in başkentinde, sabahın erken
saatlerinde büyük bir Tekstil Fuarı kuruldu. Fuarda tüccarlar,
yabancı elçiler ve halk, Kemet’in yeni kumaşlarını görmek için toplanmıştı. Her
dokuma atölyesinden gelen kusursuz kumaşlar, renk ve desenleriyle göz
kamaştırıyordu.
Tüccar Hekma:
“Bakın! Bu desenlerin
kusursuzluğu… öyle bir simetri ve canlılık var ki, adeta sihirli!”
Yabancı Elçi:
“Böylesi bir kaliteyi hiç görmemiştim.
Kemet’in dokumacıları mı yaptı?”
Tüccar gülümseyerek cevap verdi:
“Evet ama artık makinelerle
üretiyorlar. Sadece planlama ve desen kartlarıyla… El değmeden tamamen
otomatik.”
Bu haber hızla yayıldı. Afrika’nın kuzeyinden,
doğusundan ve batısından tüccarlar, Kemet kumaşlarını almak için taleplerini
iletmeye başladı.
O andan sonra, tüm Afrika ve ötesi, Kemet kumaşlarının
mükemmelliğini konuşur olmuştu. Her şehir, her pazar, Kemet’in el değmeden
üretilmiş, desenli ve kusursuz kumaşlarıyla dolup taşarken, bu başarının
ardındaki isimler; Tira, İra, Mira, Nila ve Sabni, tarihe adlarını altın
harflerle yazdırmıştı.
Tira’nın atölyesinde, İra, Mira ve Nila, yeni
makineleri kullanarak desenli kumaşları dokumaya çalışırken Mühendis gençleri
hatırlayıp hafif bir sohbet başlattılar:
İra: ”Bence Sabni en yakışıklısı. Hem
akıllı hem de sabırlı.”
Mira: ”Hayır ya, Horem daha havalı. Mekanik
zekasıyla makineleri kontrol etmesi büyüleyici.”
Nila: ”Ama Kebi de çok şefkatli ve dikkatli.
Ona bakınca kalbim hızlanıyor!”
O sırada mühendisler makine üretim atölyesinde
çalışırken kızları hatırlayıp, birbirlerine açıldılar:
Sabni: ”İra’nın gözlerindeki merakı ve
heyecanı unutamam…”
Horem: ”Mira’nın renk seçimlerine olan
tutkusu… aklımdan çıkmıyor.”
Kebi: ”Nila’nın sabrı ve cesareti…
gerçekten etkileyici.”
Bir hafta sonra Horem atölyeden eve gitmedi. Delikli
kartlardan birini aldı ve Sabaha kadar kumaşın üzerine bir kalp deseni basacak
şekilde ve ”Seni seviyorum. Benimle evlenir misin?” mesajını
programladı. Diğer delikli kartlarla birlikte Tira'nın dokuma atölyesine
gidecek paketin içine yerleştirdi.
Kumaş tamamlandığında, her kız kendi atkısını
incelerken kalp deseni ve küçük yazıyı fark eti:
İra: ”Sabni bana mı yaptı acaba?”
Mira: ”Hayır, kesin Horem bana yaptı.”
Nila: ”Yok yok, bu Kebi olmalı…”
Dokumayı bitiren İra, Mira ve Nila, birbirlerinden
habersiz olarak eve gitmek yerine mühendislerin atölyelerine yöneldi. Ellerinde
dokudukları kumaşlar vardır; üzerinde kalp deseni ve ”Benimle evlenir
misin?” mesajı gizlenmiştir.
İra, Mira ve Nila atölyelerine gittiğinde, hoşlandığı
mühendise kumaşları gösterir ve her biri teklifi kabul eder. Ancak, mühendisler
biraz şaşkındır:
Sabni, İra’ya bakar ve gülümseyerek:
“Sen mi yaptın bunu? Ben mi
yaptım acaba?”
İra biraz mahcup:
“Şaka mı yapıyorsun? Tabii ki sen
yaptın! Kalp deseni çok güzel.”
Sabni omuz silker:
“Eh, olsun. Önemli olan senin
beğenmen. Benim için sorun yok.”
Horem, Mira’ya bakar:
“Delikli kartlara ben yerleştirmiştim
bu kalpleri… benim yaptığımı nasıl anladın?”
Mira, gülerek:
“Bu yaptığın çok zekice! Bu
mekanik zeka başkasında olamaz.”
Horem, hafifçe başını sallayarak:
“Seni mutlu ettiğim ben de
mutluyum.”
Kebi, Nila’ya bakar:
“Ben mi bu deseni çizdim… yoksa
bir mucize mi oldu?”
Nila, kıkırdayarak:
“Tabii ki sen yaptın, Kebi! Yoksa
böyle güzel olamazdı.”
Kebi, şaşkın ama memnun:
“Eh, o zaman kabul edilmiş demek.
Çok komik, ama çok güzel!”
O gün, Nil’in kıyısında üç farklı şölen birden
kuruldu. Güneş yükselirken, köyün ortası üç renge bölünmüştü: nil yeşili, gün
batımı kırmızısı ve gökyüzü mavisi. Kumaşlar toprağın üzerine döşenen
tahtaların üzerine serilmiş, akasya dallarıyla örülmüş kemerler her bir çifti
kendi hikâyesinin sahnesine taşımıştı.
Sabni, sırtında timsah derisinden peleriniyle dimdik
duruyordu. Yanında, saçlarına nehir taşlarından ve kuş tüylerinden boncuklar
takılmış İra vardı. Horem’in pelerini aslan yelesinden, Mira’nın alnındaki süs
avlanmış bir ceylanın boynuzundan oyulmuştu. Kebi, leopar postu içinde zarifti;
Nila’nın saçlarında ise denizin derin mavisini andıran kabuklar parlıyordu.
Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini üç çiftin
üzerinde birleştirdi:
“Nil’in ruhu sizi korusun. Toprak yuvan, gökyüzü şahidiniz olsun. Sabni
ile İra’nın sabrı, Horem ile Mira’nın ateşi, Kebi ile Nila’nın uyumu daim
olsun.”
Davullar çalmaya başladığında hava titredi. Üç farklı
ritim, üç farklı kalp atışı gibi yankılandı vadide. Çocuklar meşalelerle döndü,
kadınlar şarkılar söyledi, erkekler ateşin etrafında dans etti. Üç çift aynı
anda ellerini tuttu. Sabni fısıldadı: ”Artık yalnız değiliz.” Horem
gür sesiyle: ”Artık güçlüyüz.” Kebi ise usulca: ”Artık
biriz,” dedi.
Düğün alayı, tarihin en unutulmaz anlarından birine
sahne olmak üzere köy meydana doğru hareket etti. Üç çift, aşklarını
taçlandırmak için Nil’in ötesindeki uçma turizmi sahasına, Kemet’in efsanevi
atsız arabalarıyla gidecekti. Her çift için özel olarak hazırlanan üç araba,
bilginlerin yıllarca süren emeğiyle Tina'nın evi önünde parıldıyordu: Cinat,
Buharat, ve Petrolat.
Sabni ve İra, Cinat’ın
elektrikle titreyen gövdesine adım attı. Nefrakaet’in mucizesi, mıknatısların
ve kurşun akülerin görünmez dansıyla hareket ediyordu. Araba, nil yeşili
kumaşlarla süslenmiş, tekerlekleri her dönüşte cızırdayarak köy yolunda
süzüldü. İra, saçındaki tüyler rüzgârda dalgalanırken Sabni’ye gülümsedi: ”Bu
cinler, aşkımız kadar hızlı!”
Horem ve Mira, Buharat’ın
buhar bulutları arasında yerini aldı. Tefnut’un dev arabası, gün batımı
kırmızısına boyanmış, pistonların ritmik çınlamasıyla ilerliyordu. Buhar
kazanından yükselen sıcak dumanlar, çiftin etrafında bir sis perdesi oluşturdu.
Horem, Mira’nın elini sıkıca tuttu: ”Ateşimiz bu arabayı bile yakar!” Mira
kahkaha attı, dumanlar arasında gözleri parlıyordu.
Kebi ve Nila, Petrolat’ın
aynalı gövdesine yerleşti. Nabu-ser’un petrol mucizesi, gökyüzü mavisi
ipeklerle kaplanmış, içten yanmalı motorunun gücüyle titredi. Yükselen gaz
dumanları arasında motorun derin homurtusu yankılandı. Kaportası adeta bir
yıldız gibi parlıyordu. Patlamalarla sallanırken araba ilerledi. Nila, Kebi’ye
fısıldadı: ”Aşk gücüyle çalışan atsız arabayı ilk ben yapacağım” Kebi
gülümseyerek arabaya bindi.
Köy yollarında üç araba, toz ve duman bulutları
arasında birbiriyle yarışır gibi ilerledi. Seyirciler, yol kenarlarında
dizilmiş, alkışlar ve şarkılarla çifti selamladı. Cinat’ın cızırtısı,
Buharat’ın homurtusu ve Güneşat’ın kanat sesleri, köyün taşlarında bir senfoni
gibi yankılandı. Nil’in suları, bu görkemli geçidi yansıtarak üç rengi
birleştirdi: yeşil, kırmızı, mavi.
Uçma turizmi sahasına vardıklarında, meydan bir başka
mucizeyle doluydu. Üç dev balon, her biri çiftlerin renkleriyle süslenmiş,
gökyüzüne yükselmek için hazır bekliyordu. Isıtılan hava, kumaşları şişiriyor,
ipler gergin bir şekilde zemine tutunuyordu. Seyirciler, bu manzarayı
hayranlıkla izlerken nefeslerini tuttu.
Sabni ve İra, nil yeşili balona
adım attı. Balonun sepeti, nehir taşlarıyla süslenmiş, kuş tüyleriyle
çevriliydi. İpler çözüldüğünde, balon hafifçe sarsılarak gökyüzüne yükseldi.
İra, Nil’in parıldayan sularına bakarak fısıldadı: ”Sanki nehrin
ruhu bizi göklere taşıyor.” Sabni, elini omzuna koydu: ”Bu
bizim sabrımızın zaferi.”
Horem ve Mira, gün batımı
kırmızısı balona yerleşti. Balonun kumaşı, ateşin dansını andırıyordu; alevler
sepetin altındaki ocağı beslerken, çiftin tutkusu adeta balonu daha hızlı
yükseltiyordu. Horem, Mira’yı kucakladı: ”Bu ateş, gökyüzünü bile
fetheder!” Mira, gülerek yıldızlara işaret etti: ”O
zaman yıldızları da yakalayalım!”
Kebi ve Nila, gökyüzü mavisi
balona tırmandı. Balonun sepeti, deniz kabukları ve mavi ipeklerle kaplıydı.
İpler çözülürken, balon zarifçe süzüldü, adeta Nil’in sularını gökyüzüne taşıyordu.
Kebi, Nila’nın elini tuttu: ”Birliğimiz, göklerin sonsuzluğunda.” Nila,
gülümseyerek ufka baktı: ”Ve bu mavi, bizim sonsuzluğumuz.”
Üç balon, Nil’in üzerinde süzülürken, seyirciler
aşağıda çığlıklar ve alkışlarla coşkuyu doruğa taşıdı. Balonlar, güneşin
ışığında parıldayan üç mücevher gibi gökyüzünde dans etti. Yeşil, kırmızı ve
mavi, Nil’in sularında yansıyarak birleşti; sanki nehir, bu üç aşkı gökyüzüne
taşımış, efsanelere kazımıştı.
29.13.3. Efsaneye
Dönüşen Gece
O gece, köy meydanına geri dönen çiftler, ateşlerin
etrafında dans eden kalabalıkla karşılandı. Davullar yeniden çaldı, üç ritim
birleşerek vadide yankılandı. Nil’in suları, üç aşkın hikâyesini yansıttı:
Sabni ve İra’nın sabırlı yeşili, Horem ve Mira’nın tutkulu kırmızısı, Kebi ve Nila’nın
uyumlu mavisi.
Başbilgin Enlil-Hotep, elindeki asayı havaya
kaldırdı: ”Bu düğün, sadece bir birleşme değil, insan aklının ve
aşkın zaNil-7ir. Atsız arabalarla yeryüzünü, balonlarla gökyüzünü fethettiniz.
Artık bu gece, Nil’in efsanelerine kazındı!”
Seyirciler, meşaleleri sallayarak şarkılar söyledi. Üç
çift, elleri birbirine kenetlenmiş, gökyüzünden yeryüzüne uzanan bir hikâyenin
kahramanları olarak duruyordu. Nil, o gece üç rengi yansıttı; sanki nehir bile
bu üç aşkın tanığı olmuş, üç hikâyeyi aynı ışıltıda birleştirmişti.
29.14.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara:
“Yani… ilk bilgisayar bir dokuma
tezgâhı mıydı Nil-7?”
Nil-7:
“Evet. Delikli kartlar sayesinde
makine hangi ipi kaldıracağını ‘hatırladı’. Aynı fikir daha sonra da bilgisayarlarda
kullanıldı.”
Sahara:
“Peki ama… o zaman makine
düşünmüş mü sayılır?”
Nil-7:
“Hayır. Henüz düşünmüyordu.
Sadece bir şarkının notalarını takip eden müzik kutusu gibiydi. Ama ilk defa,
bir makine kendi davranışını bir desenle belirlemeyi öğrendi.”
Sahara:
“Nil-7, senin içinde böyle
delikli kartlar var mı?”
Nil-7 (hafif bir gülümsemeyle):
“Delikli kart mı? Hayır Sahara.
Benim mimarim, sentetik sinapslarla örülmüş. Nöromorfik çekirdeğim, kuantum
dolanıklıkla çalışan DNA-işlemcili hafıza modülleriyle entegre. Veri kaybı
değil, veri evrimi yaşanır içimde. Her bit, biyolojik kodla rezonansa girer.”
Sahara:
“Sabni’nin makinesi bir kumaş
dokudu. Senin hikâyelerin de düşünce dokuyor. Ben bir gün kendi desenimi
dokuyabilir miyim Nil-7?”
Nil-7:
“Evet, Sahara. Zamanın kumaşı
hâlâ dokunuyor. Kimi insanlar iplikle, kimileri kelimelerle, kimileri de ışıkla
dokur. Sen hangisini seçeceksin, o desen sana ait olacak.”
Bölüm 30:
Kablosuz İletişim (M.Ö. 3072)
30.1. Kral
Karmen’in Büyük Halk Hitabı
Güneş, Memfis’i altın ışıklarla sarmıştı. Nil’in
suları masmavi ışıldıyordu. Nil kıyısındaki büyük meydan sabah güneşiyle
parlıyordu. Davullar çalıp, borazanlar ötmeye başlayınca halk, bronz dişlilerle
süslenmiş yeni saat kulesinin gölgesinde toplanmaya başladı.
Kral Karmen, altın işlemeli leopar postlu pelerinine sarınmış kaftanıyla,
fildişi asasıyla platformun basamaklarını çıktığında davullar ve halkın
gürültüsü sustu. Gözleri kalabalığın üzerinde dolaştı. Güneş, yüzündeki
çizgilere asalet gibi vuruyordu. Kral'ın sesi, meydanda yankılandı:
"Ey Kemet’in halkı! Nil’in
evlatları! Sizler, bu toprağın bereketi, bu nehrin ruhusunuz. Bugün, geçmişin
zincirlerini kırdığımız, geleceği ellerimizle inşa ettiğimiz bir çağın
şafağında toplanmış bulunuyoruz. Krallığımızın dönüşümünü anlatmak için
buradayım. Zira Kemet, artık sadece taş ve kum değil; akıl ve bilginin
vatanıdır!"
Kalabalıktan bir uğultu yükseldi, sonra çığlığa
dönüştü. Bir kadın ”Yaşa Karmen!” diye bağırdı, binlerce
ağız tekrarladı.
"Rahipler, tanrıların
kökenlerini uydurma masallarla süsledi. Komik ve absürt hikâyelerle ruhlarımızı
köleleştirmeye kalktılar. Ama biz hakikati seçtik! Rahipler itiraf etti:
Tanrılar, sahte masallardan ibaret! Kemet, yalanlarla değil, bilimin ışığıyla
yükselecek!"
Meydan kahkahaya boğuldu. Çocuklar ellerini havaya
kaldırarak ”Hakikat!” diye bağırdı. Rahiplerden
biri yüzünü yere çevirdi.
"Bilginlerimizi,
ustalarımızı, gök gözlemcilerimizi bir araya getirdim. Onlar, yeryüzünün ve gökyüzünün
geleceği için çalışıyor. Sihirbazlar, numaralarının optik illüzyonlar, mekanik
düzenekler ve kimyasal hileler olduğunu itiraf etti. Astrologlar, burçların
yıldızlardan değil, komşuların, akrabaların davranışlarından uydurulduğunu
kabul etti. Piramitlerin ölüleri göğe taşıyacağı yalanını savunan rahipler
sustu! Çünkü göğe yükselmenin yolu taş yığınları değil, bilimdir! Canlıyken
gökyüzüne ulaşmanın tek yolu, aklın kanatlarıdır!"
Halk coşkuyla ”Bilim!” diye
bağırdı. Dokumacı kızlar yıldız desenli kumaşlarını kaldırdı. Bir
kadın, ”Piramitler değil, aklımız!” diye
haykırdı. Bir astrolog kalabalığın arasında utançla şapkasını çıkarıp yere
koydu.
"İnsanlı Uçurtma Projemizle
göklere dokunduk! Uçma turizmiyle balonlarımız altın ve gümüş yağdırdı. Kemet,
uçurtma ve balonla ‘Uçma Çağı’na adım attı! Petrolü keşfettik, ‘depolanabilir
ateşi’ icat ettik. Buhar, çarkları döndürüyor, yükleri kaldırıyor. Kanatlar
Çağı’nı başlattık, Uçma Sanatının Mektebi’ni açtık. Elektriğin ve manyetizmanın
sırlarını çözdük. Uçma Olimpiyatları’nda gökyüzünü fethettik, ilk roket
denemelerimizi yaptık. Motor Devrimi’ni, Alüminyum Devrimi’ni başlattık. Afrika
Birliği’ni güçlendirdik, Afrika Sanayi İşbirliği Teşkilatı’nı kurduk. Roketli
Uçuş Sanatı’nı keşfettik, daha güçlü yakıtlar bulduk, dev roketler yaptık.
Teleskoplarımızla yıldızları, mikroskoplarımızla mikro dünyaları keşfettik.
Göğün sınırının başladığı Karman hattına ilk kadın astronotumuzu gönderip
dünyanın yuvarlak olduğunu ispatladık!"
Meydan gök gürültüsü gibi yankılandı. Meydanda
yankılanan alkışlar kulakları sağır etti. Gençler, ”Gökyüzü
bizim!” diye bağırdı. Bazıları sevinçten yere kapanıp dua
etti; kimileri göğe ellerini uzatıp ağladı. Rüzgâr, kalabalığın ”Karmen!
Karmen!” nidalarını Nil’in ötesine taşıdı. Bir çocuğun sesi
duyuldu: ”Ben büyüyünce mikroskopçu olacağım.”
"Otomatik Mekanikler Çağı’nı
başlattık. Her şehre, zamanı kusursuz ölçen Saat Kuleleri diktik. Hesap
makineleriyle kâtiplerin hatalarını düzelttik. Otomatik Dokuma Devri’yle
kumaşlarımız Afrika’yı fethetti. Tekstil Fuarı’nda Kemet’in şöhreti sınırları
aştı; kumaşlarımız, el değmeden dokunan desenleriyle dünyayı büyüledi!"
Halk, Kemet'in rengarenk kumaşlarını havaya fırlattı.
Tüccarlar, ”Kumaşlarımız dünyayı sardı!” diye gözyaşlarını
sildi. Çocuklar dans ederek, renkli ipler salladı. Meydan renk ve coşkuyla
doldu.
"Bugün, Kemet sadece bir
krallık değil, bilimin, aklın ve insan ruhunun zaNil-7ir. Sizler, bu çağın
mimarlarısınız. Birlikte, gökyüzünü, yıldızları, hatta evrenin sırlarını ele geçireceğiz!
Nil’in bereketi, aklımızın ateşiyle birleşti. Kemet, insanlığın geleceğini
dokuyor!"
Bu sözlerle birlikte, meydan patlayan bir dalga gibi
ayağa kalktı. İnsanlar bağırıyor, ağlıyor, alkışlıyor, kimileri yere
kapanıyordu. Kral elini kalbine koydu, gözleri doldu. Rüzgâr konuşmanın son
kelimelerini aldı, Nil’in ötesine taşıdı. Var gücüyle haykırdı:
“Bütün bunları birlikte yaptık… Siz,
ben, bilginlerim, işçilerim, kadınlarım, çocuklarım… Biz, insan aklının
kanatlarını açtık. Artık taş yığınlarına eğilmiyoruz. Taşlar ve metaller bize
hizmet ediyor… Ve bir gün… hep birlikte göğe çıktığımızda, yıldızlara
vardığımızda, Orada diyeceğiz ki: ‘Biz, Kemet halkıydık. Yalanlara değil,
hakikate inandık!’”
Meydan, alkışlar ve sevinç çığlıklarıyla doldu. Çocuklar
kumaşları salladı, kadınlar ve erkekler meşaleleri havaya kaldırdı. Davullar
yeniden vurdu, alkışlar saat kulesinin çan sesine karıştı. Nil’in suları,
coşkuyu yansıttı; Kemet, yeni bir çağın eşiğinde parlıyordu.
Kalabalık hep bir ağızdan şarkı söylemeye
başladı.
(Kemet Halk Ezgisi - M.Ö. 3072)
Mademki bu karanlıkta sen bize ışık oldun, Mademki
yıldızları sen yere indirdin,
Mademki korkuların zincirini kırdın, Artık biliriz, kurtuluş senin yolundadır.
Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Birlikte olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!
Mademki yalanları susturdun,
Taş değil, akılla göğe yükseldin,
Mademki rüzgârı çarka çevirdin,
Ateşi depolayıp bize umut verdin!
Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Bilime olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!
Mademki göklere bizi gönderdin,
Dünya döndü, biz gördük Kralım!
Mikroskopla küçüğü büyüttün,
Evreni anlamak için kalbimizi büyüttün!
Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Kemet’e olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!
(Koro - binlerce kişi tek sesle)
Güneş doğar adınla, Nil taşar inancınla!
Gökleri açtın, zinciri kestin!
Kral Karmen, Kemet’in nefesi!
Hep senin yolunda, hep senin yolunda!
Kral Karmen, sarayın yüksek tavanlı yatak odasında
uzanmıştı. Gece dolunay ışığı mermer döşemeye vururken, boğazındaki yanma onu
uyandırdı. Dudaklarını araladı, hizmetçisini çağırmak istedi: “Hey, su
getir!”
Ama sesi, sadece bir hırıltı gibi çıktı. Boğazı
yanıyordu; ne bağırabiliyor ne de fısıldayabiliyordu. Kalkıp kapıya vurmayı
düşündü ama yorgun bedeni yataktan kalkmaya razı gelmiyordu. Gözlerini tavana
dikti, içinden fısıldadı: “Şurada bir düğme olsa, bassam… Hizmetçi gelse.
Ne güzel olurdu.” Bu düşünceyle yeniden uyudu.
Ertesi sabah, güneş henüz doğmamışken, sarayın taş
duvarları arasında yankılanan tek ses, Kral Karmen’in boğuk
öksürüğüydü. Önceki günün uzun halka sesleniş konuşması, ses tellerini
yıpratmıştı. Konuşmanın coşkusuyla bağırmış, halkın tezahüratına sesini katmış,
sonunda ses tellerini yakmıştı. Şimdi, boğazı yanıyor, sesi neredeyse fısıltıya
dönüyordu.
Kral, ipek sabahlığını omzuna geçirip aynanın
karşısına geçti. Gözlerinin altı morarmış, dudakları kurumuştu. Dudaklarını
aralayıp konuşmayı denedi, ama ağzından sadece hırıltı çıktı.
“Yine de… dün güzel bir gündü,” dedi kendi kendine, sesi
sanki rüzgârın hışırtısı gibiydi.
Pencerenin önüne geldi, dışarıda sabah pazarının
kurulduğunu gördü. Halk hâlâ dünkü coşkunun içindeydi. Kadınlar ellerinde
bayraklarla yürürken, çocuklar “Senin yolunda!” şarkısının nakaratını
söylüyordu.
Kral, dudaklarının kenarında beliren gülümsemeyle
onlara baktı. Ama sonra bir an için yüzü ciddileşti. Kendi sesini duyamamak
tuhaf bir yalnızlıktı. Bir kral için, sessizlik bir eksiklik değil, bazen bir
tehdit demekti.
Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. İçeri, sarayın
sadık hekimi Doktor Ferent girdi.
“Yüce Efendim, sesiniz hâlâ çıkmıyor mu?”
Kral başını iki yana salladı.
Ferent, kristal bir şişeden koyu mor bir iksir
çıkardı, ”Bu karışım içinde bal, zencefil, adaçayı, ekinezya,
okaliptüs yağı var. Boğazınızı yumuşatır ama birkaç gün konuşmamanız gerekir.
Halkla temas etmeyin.”
Kral kaşlarını çattı. Halkla temas etmemek mi? Dün
binlerce kişi önünde onu alkışlamış, onun adına şarkılar söylemişti. Bugün
sessiz kalmak, sanki o sıcaklığı bir daha bulamayacakmış gibi hissettirdi.
Pencereye döndü. Aşağıda, kalabalık hâlâ onu görmek
için sarayın avlusuna doluşuyordu. Ellerinde pankartlar vardı:
“Kralımız Karmen, Senin Yolunda!”
Kral içinden geçirdi: Belki de sesim kısılmışken,
onların sesini dinlemenin zamanı gelmiştir.
Halkın sesini duymak için pencereyi açtı. Soğuk sabah
havası içeri dolarken, dışarıdan yükselen ezgiler odasında yankılandı.
Doktorun verdiği iksiri içmesine rağmen boğazındaki
acı hâlâ geçmemişti. Dinlenmek için yatağına uzanırken geceden kalan o
düşünce ”bir düğmeye bassam ve hizmetçi gelse” aklında
yankılandı.
Elini çenesine götürüp mırıldandı, sesi neredeyse
duyulmaz bir tınıydı:
“Bir düğme… belki… yapılabilir.”
Kalktı, pelerinini sırtına aldı ve zorla sesini
çıkararak koridordaki nöbetçiye emretti: “Bilgin Nefrakaet'i çağırın!
Hemen!”
Nefrakaet, Cinat isminde elektrikli arabayı yapan,
elektriğin sırlarını çözmüş o ünlü bilgin, saraya çağrıldığını duyunca koşarak
geldi.
Bir saat geçmeden kapı açıldı. İçeri, uzun beyaz
cübbesi ve mavi kadife kukuletasıyla Bilgin Nefrakaet girdi. Elinde
pirinçten yapılmış bir cetvel, arkasında da deriden bir defter taşıyordu.
Kral’ın yatak odasına girdiğinde, kralın boğazını
tutarak işaretler yaptığını gördü.
Nefrakaet eğildi: “Efendim, ne oldu? Sesiniz mi
gitti?”
Kral başıyla onayladı, boğuk bir sesle fısıldadı:
“Sesim… hâlâ yok, Nefrakaet. Bu
yüzden dikkatle dinle.”
Bilgin başını saygıyla eğdi, elini kulağına götürerek
yaklaştı.
Kral, neredeyse dudaklarını oynatarak konuşuyordu:
“Gece bir şey düşündüm… Kapının
yanına… küçük bir düğme. Bastığımda… hizmetçi gelsin. Bağırmadan. Sesimi
yormadan.”
Bilgin kaşlarını kaldırdı, ardından gözleri parladı.
“Yüce Efendim, bu fikir…
büyüleyici! Cinat arabamda kullandığım o görünmez gücü, burada da
kullanabiliriz. Tellerle işleyen bir sistem tasarlayabiliriz. Tahtınıza ve
yatağınıza iki düğme koyayım. Düğmeye basınca, uzaktaki elektromıknatısa bağlı
küçük bir çekiç bir zili çalar. Her oda birbirine tel ile bağlanır.”
Kral başını yavaşça salladı, memnuniyetle.
“Bunu yap, Nefrakaet. Ama…
gösterişli olmasın. Sessiz. Zarif.”
Bilgin not defterine birkaç satır karaladı, sonra
heyecanla konuştu:
“Bunu sadece sizin için değil,
tüm saray için kurabiliriz. Her düğme farklı bir sesi tetikler; su isteyen
başka, ateş isteyen başka çalar. Hatta… belki bir gün… şehirdeki nöbetçileri
bile bu tellerle uyarabiliriz!”
Kralın gözlerinde yorgun ama derin bir parıltı
belirdi. Dudakları kıpırdadı, sesi neredeyse rüzgâr kadar hafifti:
“Belki bir gün… Dünya'da herkesi
birbirine bağlarsın… Ama önce hizmetçimi...”
Kral eliyle “hemen” diye işaret etti.
Bilgin başını eğdi, o anın farkında olarak: belki de
tarihte ilk kez bir iletişim ağı fikri, bir kralın kısılmış sesinden
doğuyordu.
Nil’in kenarında bir uğultu yankılanıyordu. Suyun
akışına yerleştirilen dev bir çark, gece gündüz dönüyor; dönen çark, bakır
dişliler aracılığıyla sarmal bir mil sistemini hareket ettiriyor; mile takılı
manyetitler, bakır bobinlere enerji taşıyordu. O bobinler,
Nefrakaet’in deyişiyle, ”görünmeyen bir gücü” doğuruyordu elektrik.
Bilgin Nefrakaet o gece sarayda sabaha kadar çalıştı.
Kralın yatağı kenarına bir düğme yerleştirdi; parmakla
dokunulunca içindeki ince yay bir bakır plakaya temas
ediyordu. Aynı sistem, tahtın kol dayanağında da vardı. Her iki düğmeden çıkan
kablolar, gizlice taş duvarların içinden geçiyor, koridorun sonundaki küçük
odada elektromıknatısa bağlı bir çekiç düzeneğine
bağlanıyordu.
Sabah olduğunda kral uyandı. Boğazı hâlâ yanıyordu ama
gözlerinde çocukça bir heyecan vardı.
Nefrakaet, sessizce eğilerek, ”Emriniz, Hazır” dedi.
Kral yatağın kenarındaki düğmeye uzandı. Başparmağıyla
hafifçe bastı.
Tavanın ötesinden, uzak bir odadan ”TONG!” diye
yankılanan bir ses geldi. Ardından, birkaç saniye sonra kapı nazikçe aralandı.
Hizmetçi içeri girdi, şaşkın ama itaatkâr bir halde eğildi.
Kral fısıldadı:
“Su getir.”
Hizmetçi hızla çıktı, bir dakika geçmeden elinde gümüş
ibrikle döndü. Kral suyu yudumlarken, Nefrakaet gözleri parlayarak
gülümsüyordu.
“Yüce Efendim” dedi
sessizce, ”düğmeye bastığınızda elektromıknatıs, çekiç kolunu çekti.
Gong çaldı, hizmetçi duydu ve koştu. Bu, insan sesi olmadan verilen ilk emirdi.”
Kral Karmen kadehini kaldırdı, dudaklarının kenarında
belli belirsiz bir tebessüm belirdi.
Nefrakaet başını eğdi.
“Ve bir gün, belki bu düğmeler
şehirdeki her eve ulaşır.”
Kral sessizce başını salladı.
Ertesi sabah güneş Nil’in sularına vurduğunda, Kral
Karmen’in sesi neredeyse tamamen düzelmişti. Kral, zil düzenini o kadar
beğenmişti ki, ertesi sabah Nefrakaet’i çağırdı:
“Bu zil,” dedi. ”Yalnız burada değil, her
odada olsun!”
Nefrakaet başını kaldırdı:
“Her odada mı?”
“Evet!” dedi
Karmen. ”Yatak odamda, toplantı salonunda, hamamda, hatta bahçede
bile. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkatip ve Başyargıç da
tek bir düğmeye basınca gelsin. Yüksek kurul parmak
uçlarımızda olmalı!”
Nefrakaet başıyla onayladı ama içinden derin bir nefes
aldı. “Emriniz baş üstüne efendim.”
Atölyeye döndü, kabloları topladı. Sarayın her odasına
düğme koymak için duvarları deldi, taşları oydu, kabloları döşedi. Hizmetçi
odalarına elektromıknatıslar yerleştirdi. Her odanın zil sesi farklı olsun diye
çanları farklı boylarda yaptı: Taht odası için derin bir “gong”,
yatak odası için tiz bir “çın”, yemek odası için ritmik bir “tık
tık”.
Ama günler geçtikçe kablolar sarayın her yerine
yayıldı. Duvarların arkasında, koridorlarda kıvrılan teller halıların altından
geçti, sütunların arkasına gizlendi, mermer pervazların altına sıkıştırıldı.
Saray, bir örümcek ağını andırmaya başlamıştı; bakırdan bir ağ.
Bir sabah, Kral Karmen uzun kırmızı halının üstünde
yürürken, aniden ayağı bir kabloya takıldı. Bir an sendeledi; altın işlemeli
pelerini dengesini bozan bir yelken gibi arkasından savruldu. Yanındaki
muhafızlar düşmeden yakaladı.
Kral, öfkeyle ayağını kablonun üzerinden çekti. ”Bu
da ne!” diye gürledi. ”Her yerde bu iğrenç
yılanlar! Sarayım, kabloların ağına dönmüş!”
Nefrakaet koşarak geldi, alnından ter
süzülüyordu. ”Efendim,” dedi titreyen bir sesle, ”elektrik
tellerle akar. Başka yolu yoktur. Teller olmadan akmaz.”
Kral, gözlerini daralttı, tahtının yanındaki zili
gösterdi. ”Başka yolunu bul,” dedi kısık ama keskin bir
sesle. ”Bu çirkin kabloları istemiyorum. Kemet’in sarayı bir yılan
yuvası olmayacak.”
Bilgin yutkundu. ”Başka yol...” diye
fısıldadı. O anda, gözleri bir anlığına göğe çevrildi. Nil’in üzerinden esen
hafif bir rüzgâr, sarayın açık penceresinden içeri süzülmüştü. Kafasının içinde
bir düşünce belirdi; ”ya elektrik de rüzgâr gibi dalgalarla
yayılıyorsa…”
Fakat o an, bu düşünceyi dillendirmeye cesaret
edemedi. Sadece eğilip ”Emredersiniz,” dedi. Sonra sessizce
geri çekildi.
O gece Bilgin Nefrakaet uyuyamıyordu. Gece yarısını
çoktan geçmişti. Odasında yalnızca mumun titrek ışığı yanıyordu. Nil’in üstünde
esen rüzgâr, evinin pencerelerinden uğuldarken, Kralın ”Başka yolunu
bul!” diye haykırışı hâlâ kulaklarındaydı. Uyku ile uyanıklık
arasındaki gidip gelirken ”Başka yol...” diye
fısıldayıp yavaşça uykuya daldı.
Gece yarısı, Nil’in yüzeyi huzursuzdu. Sular, rüzgârın
uğultusuyla dalga dalga kabarıyor, kıyıya çarpan her vuruşta taşları
titretiyordu. Gökyüzü, koyu kurşuni bir örtüyle kapanmıştı; bulutlar birbirine
sürtünerek elektrik yüklü bir gerilimle şişiyordu. Kemet'in üstünde, göğün
damarları çatlamaya hazırlanıyordu.
Avludaki ağaçların dalları, rüzgârın ani öfkesiyle
savruluyor, taş duvarlar gök gürültüsünün yankısıyla içten içe sarsılıyordu.
Bir anlığına her şey sustu. Sanki doğa nefesini tutmuştu. Ardından, göğün
derinliklerinden gelen boğuk bir ses yükseldi
Bir anda, gökyüzü yırtıldı.
Gürültü, sanki bir dağın patlaması gibiydi. Odanın
duvarları titredi, mumun alevi bir anlığına söndü gibi oldu, sonra yeniden
titrek bir ışıkla yanmaya devam etti.
Nefrakaet, uykunun en derin yerinden, bir düşün
ortasından çekilip alındı. Gözleri birden açıldı, ama zihni hâlâ rüyanın içinde
yankılanıyordu. Yatağında hızla doğruldu. Kalbi patlayacak gibi atıyordu.
Dışarıda rüzgâr hâlâ uğulduyordu, ama bu ses farklıydı.
Nefrakaet pencereye yöneldi. Camın ardında gece,
fırtınanın içinde şekil değiştiriyordu. Nil’in suları kabarmış, uzaklarda
şimşekler göğü parçalara ayırıyordu. Ama onun gözleri hâlâ rüyanın izindeydi.
“Ve işte,” dedi
sessizce, ”gökyüzü yine kararını verdi.”
Gök gürültüsü, kulubesinin taşlarını sarsarken,
şimşekler bulutların arasında mavi damarlar gibi çakıyordu. Her
parıltı, Nefrakaet'in yüzünü bir anlığına aydınlatıyor, sonra yeniden
gölgede bırakıyordu. Yağmur, bir anda boşaldı. Camın dışı suyla kaplandı,
ama Bilgin Nefrakaet hâlâ oradaydı, gözlerini kırpmadan izliyordu.
Sonra... En keskin şimşek, bulutların içinden
fırlayıp Nefrakaet'in kulubesine saplandı. Işık, gözleri kör edecek
kadar beyazdı.
Uyandı. Yatağından hızla fırlarken ”Çok
şükür rüyaymış” dedi.
Mum hâlâ yanıyordu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ama artık
başka bir şey vardı odada: Bir ayna.
Nefrakaet yorgun gözlerini ovuşturdu, sonra Uyku
ile uyanıklık arasındaki o ince çizgide, bir ”GONG!” sesi
duyuldu.
Derin, metalik bir ses… sanki odanın içinden
geliyordu.
“Evime bu elektrikli çanlardan
bağlamadım ki” dedi.
Bir kez daha çaldı.
“GONG!”
Odanın duvarları titredi, mum alevi eğildi.
Nefrakaet irkildi. Gözlerini tekrar ovuşturduğunda
aynanın kenarından belli belirsiz bir ışık sızdığını farketti.
“Kim var orada?” diye
fısıldadı. Bir süre dinledi; ses aynanın içinden geliyordu.
Yavaş adımlarla aynaya yaklaştı. Her ”GONG” vuruşunda
aynanın yüzeyi su dalgası gibi titreşiyor, içinde silik gölgeler
kıpırdanıyordu.
Nefrakaet birkaç adım kala durdu, kendi yansıması bir
an için kayboldu.
Yerine, Kral Karmen’in yüzü belirdi.
Ama Kral'ın bedeni, bir ağın içine sıkışmış
gibiydi. Görüntü net değildi; tıpkı anten ayarı bozuk bir tüplü
televizyonun karıncalı görüntüsü gibi, çizgilerle bozuluyor, tekrar
toparlanıyordu. Kral'ın kollarına ve ayaklarına dolanmış kablolar
boynuna kadar yükselmişti.
Işık bir açılıyor, bir kararıyordu.
Sanki görüntü, görünmez bir dalga üzerinde
gelip gidiyordu.
Kral’ın sesi boğuk ve titrekti:
“Beni kurtar, Nefrakaet!... Bu
teller... İğrenç yılanlar gibi beni yutuyor!...”
Sesi bir anda parazitlendi; cızırtılar, bozuk bir
frekans gibi odanın içinde yankılandı.
“...duy...yo... musun?...”
Nefrakaet şaşkınlıkla aynaya yaklaştı.
Parmak uçlarını cama dokundurdu. Sanki bir anlığına
üzerine sıçrayan elektriğin darbesiyle oda parladı.
O anda Kral’ın eli kendisine uzandı. Aynanın içinden
keskin bir “cızzt” sesiyle birlikte beyaz ışık bir kez daha parladı.
Son ”GONG” vuruşu sesini duyduğunda güçlü bir elektrik
çarpmasıyla bedeni titredi. Ve her şey bir anda karardı.
Nefrakaet çığlık atarak yatakta doğruldu. Kalbi hızlı
atıyor, alnından ter damlıyordu. Oda karanlıktı. Rüzgâr hâlâ
uğulduyordu. Nefrakaet, gözlerini kapatıp fısıldadı: ”Hala
rüyada mıyım?”
Nefrakaet, gece boyunca çarpan kalbini dizginlemeye
çalıştı; ama, tekrar uyumaya cesaret edemedi. Güneş daha yükselmemişken,
pencereden içeri süzülen sarı ışıkla birlikte tek düşünce onu
yürütüyordu: Bu iş sabahtan öteyi bekleyemezdi.
Koşarak kayıtlar salonunun yolunu tuttu. Nefes
nefese Başbilgin Enlil-Hotep’in kapısını üç kez vurdu, fakat başbilgin henüz
gelememişti, bekledi. Bir saat sonra Başbilginin yüzü uykunun pusundan yeni
yeni aralanıyor halde odasının kapısına geldi.
“Ne oldu, Nefrakaet?” dedi. ”Sabahın
köründe seni buraya kadar timsahlar mı kovaladı?”
Başbilgin kapısının kilidi açıp içeri girdi. Nefrakaet
hızlı adımlarla peşinden içeri daldı, elleri ve sesi titriyordu ama sözcükleri
netti:
“Bu gece Kral'ı rüyamda gördüm.
Saraya Kral'ın isteği ile iletişim için döşediğim teller vardı ya. İşte Kral o
kabloların içinde sıkışmıştı. Baştan Gong sesi aynadan geldi. Sonra Kral aynada
belirdi. ‘Beni tellerden kurtar!’ diye bağırdı. Sesi ve görüntüsü bana kablolar
olmadan ulaştı.”
Enlil-Hotep’ın kaşları kalktı; yüzündeki uykunun
yerini ciddiyet aldı. ”Ayna mı?” diye mırıldandı. ”Rüyanda
ayna sana görüntü ve ses mi getirdi?”
Nefrakaet başını salladı. ”Evet. Ve
ardından korkuyla uyandım. Ama hâlâ o cızırtıyı duyuyorum kulaklarımda. Bu bir
uyarı olabilir. Çünkü önceki gün Kral bana kızmıştı. Kablolarımın yılan gibi
çirkin olduğunu söylemişti; 'Kablolara gerek bırakmayan iletişimin bir yolunu
bul' demişti.”
Enlil-Hotep kalktı. Gözlerinde ateşli bir ışık
belirdi. ”O zaman beklemeyeceğiz. Derhal tüm bilginler toplantıya
çağırılsın. Bu bir kabus değil, buluşa açılan bir kapı olabilir.”
30.8.
Bilginler Salonunda Fikir Fırtınası
Kayıtlar Salonu'nun yüksek tavanı, sabahın ilk
ışıklarıyla aydınlanmıştı. Duvarları süsleyen hiyeroglifler ve papirüs tomar koleksiyonları,
şimdi tarihin şahitliğini yapıyor gibiydi. Toplantı odasındaki uzun sedir
ağacından yapılmış masanın etrafında, Kemet'in en seçkin zihinleri toplanmıştı.
Başbilgin Enlil-Hotep, ayağa kalktı. Sessizliği,
ağırbaşlı bir sesle bozdu:
"Bildiğiniz gibi, Kralımız Karmen, sarayın odalarını birbirine
bağlayan ve Yüksek kurul üyelerini çağırmasını sağlayan bakır
tellerden rahatsızlık duyuyor. Onları 'yılan sürüsü'ne benzetti ve bize başka
bir yol bulmamızı emretti. Kral'ın bu isteği sadece bir estetik kaygı
değildir."
Bilginler birbirine baktı, masadan bir uğultu
yükseldi.
Enlil-Hotep, konuşmasına devam etti: "Ancak
bu gece, Bilgin Nefrakaet bir rüya görmüş. Bir rüya ki, belki de yeni bir
icadın doğması için bize bir işaret olabilir. Görüntü ve sesi havadan
taşımak... "
Nefrakaet söz aldı. Rüyasını en ince ayrıntısına kadar
anlattı: GONG sesini, titreşen aynayı, kabloların ağına sıkışmış Kral'ın bozuk
sinyalini ve sonunda yaşadığı o elektrik çarpmasını. Anlattıkça odadaki hava
heyecanla yüklendi. Gözler fal taşı gibi açılmıştı.
Bilgin Nisaba derin bir sessizlikten sonra söze
başladı: "Nefrakaet’in rüyasında gördüğü gibi, teller olmadan
ses ve görüntü bir yerden başka bir yere aktarılabilseydi... bu, haber taşıyan
atlı ve atsız arabalara, işaret kulelerinde dürbünlü nöbetçilerin çektiği
renkli bayraklara, hatta güvercinlere bile ihtiyaç bırakmazdı. Böylesi bir şey
gerçekleşirse, bilgi artık günlerce değil, anında ulaşır. Bu, bildiğimiz
dünyanın işleyişini kökten değiştirir. Ama... böyle bir aktarım nasıl mümkün
olabilir ki?"
Genç ve ateşli bilgin Şuruppak atıldı: "Ses
zaten temassız gelir. Ses tellerimizin titreşimiyle oluşur ve kulak zarımıza
havadan gelir. Görüntü de temassız gelir. Işığın cisimden yansımasıyla
gözlerimize havadan gelir. Fakat ikisi de uzaklık ve engeller olursa anlaşılmaz
ve sonunda farkedilmez."
İşte bu noktada, sessiz sedasız oturan fizik bilgini
Meskalanduk, sakin ama keskin bir sesle konuştu:
"Sadece ışık ve ses değil. Aslında, doğa bize daha pek çok şekilde
temas olmadan kuvvet iletiminin mümkün olduğunu zaten gösteriyor. Sadece
gözümüzü bu gerçeğe açmamız gerekiyor."
Tüm başlar ona döndü. Meskalanduk, masanın üzerine bir
pusula ve bir parça manyetit taşı koydu.
"Bakın," dedi. "Mıknatıs, bu
pusulanın ibresine hiç dokunmadan onu hareket ettiriyor. Arada hiçbir fiziksel
temas, hiçbir kablo yok. Demek ki, görünmez kuvvetler var. Görünen kuvvetleri
vasıta ettiğimiz gibi, görünmez kuvvetleri de hizmetimize vasıta edebiliriz.
İki işaret kulesi arasında güçlü mıknatıslarla iletişim mümkün olabilir"
Bilgin Gılgameş, yanında getirdiği basit bir bobin ve
bir pil düzeneğini gösterdi.
"Bobine elektrik verdiğimizde, etrafındaki manyetit parçacıklarının
hareketlendiğini biliyoruz. Yine, bir mıknatısı bobinin içinde hızla hareket
ettirdiğimizde, tellerde bir elektrik akımı oluşuyor. Bu iki olgu, elektrik ve
manyetizmanın, aynı madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı olduğunu
gösteriyor. Ve bu bağ, temas gerektirmiyor. Güçlü elektrik ile güçlü
mıknatıslar iki işaret kulesi arasında iletişim mümkün olabilir..."
Bilgin Lugalkeşkokpanda, "Kıvılcım!" diye
heyecanla ekledi. "İki elektrot arasında oluşan kıvılcım,
havayı aşar. Bu da elektriğin, kısa mesafede de olsa, boşlukta atlayabildiğinin
kanıtıdır. Güçlü elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında kıvılcım
atlatarak iletişim mümkün olabilir..."
Bilgin Eluluhakalanduk, sakalını sıvazlayarak konuştu:
"Peki ya amber? Bir kumaşa
sürtülen kehribar taşı, küçük kağıt parçalarını veya saç tellerini hiç
dokunmadan çeker. Bu 'amber gücü', yani elektrik, uzaktan etki
edebilir. Güçlü statik elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında saç
tellerini çekerek iletişim mümkün olabilir..."
Bilgin Meşalepanda, bu örnekleri birleştirerek fikrini
somutlaştırdı:
"İşte! Mıknatısın pusulaya
yaptığını, elektriğin de manyetit taşına yaptığını görüyoruz. Demek ki,
elektrik ve manyetizma arasında, havayı veya boşluğu aşan, temassız gerçekleşen
bir kuvvet alanı var. Belki de bu... 'Elektro-Manyetik' bir alandır."
Bilgin Nisaba bu fikre şüpheyle yaklaştı:
"Tamam, elektrik kıvılcımı
atlıyor, manyetit pusulayı çekiyor. Ama Kral'ın sesi ve yüzü nasıl bu yolla
gidecek? Bu, fırtınanın taşıdığı bir resmi veya bir fısıltıyı karşı sahile
ulaştırmak gibi bir şey!"
Şarmaadat ellerini açtı, heyecanla:
“Düşünün, mıknatısı hareket
ettirirsek telde elektrik doğuyor! Ve tersi... İkisinin arasında görünmez bir
alışveriş var. Ne ip var, ne değnek, ne hava akımı. Bu nedir o
zaman? Belki de boşluk hiç boş değildir. Belki her yer, bir tür akışla
dolu. Biz o akışa dokunduğumuzda, o da bize dokunuyor.”
Nefrakaet'in gözlerinde bir ışık yandı:
"Ben rüyamda sürekli
titreşim gördüm. Mum alevi titriyordu. Taşlar nehirdeki dalgalarla titriyordu.
Gong sesiyle duvarlar titriyordu. Aynanın yüzeyi su falgası gibi
titreşiyordu. Kral'ın sesi titriyordu. Elektrik çarpmasıylan bütün vücudum
titredi. Belki de öyledir, kablosuz iletişim devrimini açacak anahtar,
'titretmek'dir. Belki de elektrikle manyetik alan oluşturur gibi
titreşim yaratmak mümkündür. Eğer bu titreşimleri hızlı ve düzenli hale getirirsek,
onları sinyal ve bilgi taşıyan bir dalgaya dönüştürebiliriz. Bir manyetik alanı
çok hızlı ters çevirecek şekilde titretirsek, yani elektrik akımını çok hızlı
ters yönlerde iletirsek, bu 'elektrikli-manyetik' alan da dalga dalga yayılır.
Tıpkı suya atılan bir taşın yarattığı halkalar gibi... Ve belki de, uzaktaki
bir başka alıcı bobin, bu görünmez dalgaları yakalayıp tekrar elektriğe, oradan
da sese veya başka bir şeye dönüştürebilir."
Enlil-Hotep, tüm bu tartışmayı dikkatle dinliyordu.
Sonunda ayağa kalktı ve yumruğunu masaya hafifçe vurdu.
"Eluluhakalanduk'un
kehribarı, Meskalanduk'un mıknatısı, kıvılcımın atlayışı... ve Nefrakaet'in
rüyası. Hepsi aynı hakikate işaret ediyor. Doğa, temasız iletişimin sırlarını
bize fısıldıyor. Biz de bunu duyduk."
Salona kesin bir kararlılık yayıldı. Enlil-Hotep,
bilginlere döndü:
"Bu yaptığınız beyin
fırtınası yeni fikirler bulmak için, boşuna değil. Kral'ın kurtulmak istediği
kablolar, belki de gelecekte tüm insanlığı çok daha büyük bir ağın, bu
'kablosuz iletişim devriminin' içine taşıyacak. Hemen çalışmalara başlayın.
Bobinler, mıknatıslar, kıvılcımlar... Kullanabileceğiniz her kaynağı kullanın.
Boşlukta dalgalar gibi yayılan hareketli görünmez kuvvetleri yayan vericiler ve
bunları yakalayan alıcılar yapın."
Toplantı dağılırken, herkesin zihninde aynı soru
vardı: Bu görünmez dalgaları nasıl yaratacak, nasıl kontrol edecek ve nasıl
konuşturacaklardı? Artık cevap, teoride değil, deneylerin ve sabırlı çalışmanın
derinliklerinde yatıyordu.
Geceden kalma bulutlar, sabahın ilk ışıklarını
yutmuştu. Kemet’in üstünde gök, morla gri arasında gidip geliyordu. Uyanıp
atölyeye yürürken bulutları gördüklerinde Nefrakaet’in anlattığı rüya hâlâ
akıllarına gedi: fırtına, şimşek ve göğün sesi.
Atölyede taş masanın üzerine küçük bir düzenek
kurmuşlardı. Elektromıknatıs ile çalışan bir zil düzeneği bağlamışlardı. Farklı
görünmez güçler üretmeyi deneyerek bu zili kablosuz çaldırmayı deneyeceklerdi.
İlk deneyi Bilgin Meskalanduk hazırlamıştı.
Mıknatısı belirli yönlere çevirerek pusula ibresini oynatmayı hedefliyordu.
Pusula iğnesi, belirli bir sapma açısında yerleştirilmiş ince bir metal kontağa
temas edecekti. İlk denemede pusula, mıknatıs 2 santim yakındayken belirgin
şekilde sapma gösterdi. Zil çaldığında Meskalanduk heyecanlandı. Ancak
mıknatısı 5 santim uzaklaştırdığında ibre sabit kaldı. 10 santimde hiçbir tepki
yoktu.
Meskalanduk, defterine not düştü: ”Manyetik alanın etkisi mesafe ile
ters orantılı. Sabit mıknatısla iletim yalnızca birkaç santimle sınırlı.”
Daha güçlü bir mıknatısla denediğinde etki mesafesi 15 santime çıktı, ama
yine de bir odadan diğerine mesaj iletmek mümkün olmadı. Sonuç açıktı:
mıknatıs ve pusula ile yapılan bu sistem, yalnızca çok kısa mesafelerde
çalışıyordu. Kablosuz telgraf için uygun değildi.
Meskalanduk’un başarısız denemesinden sonra, Bilgin
Gılgameş deney düzeneğini kurdu. Atölyenin taş masasında aynı zil
düzeneğini kurdu, ama bu kez farklı bir yaklaşım deneyecekti: manyetit
parçacıkları ve güçlü bir elektromıknatıs. Gılgameş pusula yerine hassasiyetini
artırmak için manyetit tozuyla kapladığı. Ardından elektromıknatısın yönünü ve
akım gücünü değiştirerek ibreyi daha uzaktan saptırmayı hedefledi. 15 cm
mesafede: İbre belirgin şekilde sapma gösterdi. Zil çaldı. 30 cm mesafede: İbre
hâlâ tepki veriyordu, ama temas kontağına ulaşamıyordu. 1 metre: Hiçbir
tepki yoktu.
Gılgameş defterine yazdı: ”Manyetik alanın
gücü artırılabilir, ama yönlendirme hassasiyeti ve mesafe hâlâ sınırlı. Bir
odadan diğerine mesaj iletmek mümkün değil.”
Sonuç yine aynıydı: mıknatıs ve elektromıknatıs
temelli sistemler, yalnızca çok kısa mesafelerde çalışabiliyordu. Bir odadan
diğerine mesaj iletmek için uygun değildi.
Meskalanduk ve Gılgameş’in başarısız denemelerinden
sonra, Bilgin Lugalkeşkokpanda taş masanın başına geçti. Bu
kez hedefi, elektriğin boşlukta sıçrama yeteneğini kullanarak kablosuz iletişim
kurmaktı. ”Elektrik iletmek için tel kullanmaya gerek yok. İki
işaret kulesi arasında kıvılcım atlatarak elektrik iletebiliriz.” dedi.
Düzeneği kurdu: Yüksek voltajlı kondansatörlere
elektriği depoladı. Zil devresine bir tetikleme sistemi bağladı.
İlk denemede elektrotlar arasında 1 cm boşluk vardı;
kıvılcım kolayca atladı. 10 cm’de hâlâ sıçrama vardı. Zil yine çaldı. Ancak 1
metreye gelindiğinde, hava artık iletkenlik göstermiyordu. Kıvılcım sıçramadı.
Zil sessiz kaldı.
Lugalkeşkokpanda defterine yazdı: ”Elektrik,
boşlukta sıçrayabilir; ama yalnızca kısa mesafede. Bir metreden fazla mesafede,
hava yalıtkandır. Kıvılcım iletişimi, kısa mesafeyle sınırlıdır.”
Sonuç yine aynıydı: görünmez güçlerle kablosuz
iletişim kurmak için başka bir yöntem bulmak şarttı. Kıvılcım, bir fikir gibi
parladı ama bir odadan diğerine ulaşamadı.
Atölyenin taş masasında bu kez Bilgin Eluluhakalanduk vardı.
Önceki üç bilginin başarısızlığını dikkatle izlemişti. Hepsi kısa mesafede
etkiliydi ama bir odadan diğerine geçememişti. Eluluhakalanduk farklı bir yol
seçti: statik elektrik. Alıcı kulede, nötr bir metal levha vardı.
Yakınına yerleştirilmiş bir saç teli demeti, yük ayrışmasını gösterecekti. Eğer
levha indüklenirse, saç telleri hareket edecek ve bu hareket mekanik kontağı
ağırlık değişimiyle tetikleyerek zili çaldıracaktı.
Kehribar çubukları yünle ovdu. Alıcı levha,
göndericiye 50 cm mesafedeydi: saç telleri hafifçe titreşti ve Zil çaldı. 1
metre mesafede: hiçbir tepki yoktu.
Eluluhakalanduk defterine yazdı: ”Statik
elektrik, yalnızca santimetre ölçeğinde. Yük ne kadar fazla olursa olsun, hava
direnci mesafeyi sınırlar. Kablosuz iletişim için yetersiz.”
Eluluhakalanduk, taş masaya döndü. Parmakları hâlâ
elektrikle titriyordu. ”Görünmez güçler var,” dedi, ”ama
görünmez mesafeler yok.”
30.10. Gök
Gürültüsünün Habercisi
Zil sustuğundan beri kimse konuşmamıştı.
Meskalanduk’un pusulası hâlâ masanın kenarında duruyordu, ibresi
kıpırdamıyordu. Gılgameş, kabloları üçüncü kez kontrol etti ama artık
parmakları gevşekti; her hareket, bir öncekinin tekrarıydı. Eluluhakalanduk,
sakalını sıvazlamıyordu bu kez. Ellerini dizlerine koymuş, boşluğa bakıyordu.
Taş masa, önceki deneylerin izleriyle doluydu: yanmış tel uçları, çatlamış cam
tüpler, dağılmış demir tozları. Tavan lambası titrek yanıyordu; ışık, masanın
üzerindeki tozları solgun bir griye boyuyordu. Dışarıda rüzgâr camı titretiyor,
içeriye kısa aralıklarla uğultu sızıyordu. Zil hâlâ sessizdi.
Şuruppak, eliyle bağlantıları kontrol
etti. Gökyüzüne baktı. Ufukta şimşekler kıvılcımlanıyor, rüzgâr papirüs
rulolarını hışırdatıyordu.:
“Piller yerinde, toprak hattı
sağlam. Ama bu hava...”
Nefrakaet gülümsedi:
“Belki de tam bu hava, rüyamdaki
fırtınanın devamıdır. Gök konuşmaya hazırlanıyor. Dinleyelim bakalım.”
Masanın üzerinde dağılmış demir tozları, önceki
deneylerden kalmaydı. Bilginler kablosuz iletişimin sınırlarını zorlamış ama
bir türlü yan odaya kadar bile bir mesafeyi aşamamışlardı.
Enlil-Hotep sinirliydi.
“Bu kadar dağınıklıkla deney
yapılmaz! Masayı önce temizleyin!”
Dışarıda gökyüzü kararmaya başlamıştı. Fırtına
yaklaşıyordu. Zili çaldıracak kabloların çıplak uçları masadaki demir tozlarına
değiyordu. Şuruppak bezi eline aldı, ama tam o sırada dışarıdan bir şimşek
çaktı. Çıplak tellerin ucundaki demir tozlarına bir elektrik sıçraması
oldu. Masanın kenarındaki zil bir anda kendiliğinden çalmaya başladı.
Bilginler irkildi: ”Ne oldu?” dedi
Nefrakaet. “Devreye elektrik mi girdi?”
Nefrakaet masaya dokunduğunda zil sustu. Bir kaç
saniye sonra tekrar şimşek çaktı ve zil yine kendi kendine
çalmıştı. Kimse dokunmamıştı.
Nefrakaet şaşkınlıkla devreye baktı: ”Kabloların
ucuna kim dokundu?”
Kimse cevap vermedi.
Bakır telin çıplak ucu, masanın üzerindeki
birkaç dağılmış demir tozuyla temas etmişti.
Şimşek çaktığı anda bu tozlar hafifçe parlamış, devreyi kısa bir an için
kapatmıştı.
Bilgin Nisaba hemen eğildi:
“Bir saniye... bu, dışarıdaki
yıldırımın elektriğini mi hissetti?”
Tam o anda bir şimşek daha çaktı ve elektromıknatıs bu
kez hareket etmedi. Gılgameş kabloları kontrol etti. “Demin çalışıyordu…
şimdi neden çalışmıyor?”
Zil susmuştu. Her şey yerli yerindeydi. Ama demir tozları
hareketsizdi. Nefrakaet öfkeyle masaya vurdu.
Şimşeğin yine çakmasını beklerken anda tozlar
titreşti. Zil yeniden kendiliğinden çaldı. Ardından gök gürledi.
“Ne garip… sanki tozlar bir araya
gelip akıma yol veriyor.”
Enlil-Hotep fısıldadı:
“Dikkat ettiniz mi Bu kez
gök gürlemesi birkaç saniye gecikti. Zil gök gürlemesinden önce
çalıyor. Yani yıldırım düşmeden önce haber veriyor… Artık masamızda
göğü dinleyen bir alet var. Tozlar gök gürlemeden önce konuşuyor.”
Şuruppak gülerek, neredeyse hayretle konuştu:
“Demek ki bu masanın üstüne
dökülen tozlar, göğün elektriğini hissediyor! Temizlik yapmadığımız için
şanslıymışız!”
Nefrakaet gözlerini kısarak masanın üzerindeki tozlara
baktı.
Bilgin Nefrakaet: ”Yıldırımın yaydığı bir
kuvvetle belki dalgayla tozlar arasında mikro arklar meydana geliyor. Bu
kıvılcımlar tozları birbirine yapıştırca devre kapanıyor,” dedi ”Ama
masaya dokunmadığımız sürece devre hep kapalı kalıyor.”
Başbilgin Enlil-Hotep: ”O halde masanın
üzerindeki tozları bir tüpe toplayalım. Bu tüpe 'Toz Tüpü' diyelim.
Görünmez dalgaların dilini anlamamızı sağlayan deneyleri yapmaya bu tüp ile
devam edelim.”
Başbilgin Enlil-Hotep defterine yazdı: ”Masada
çıplak iki iletken uç vardı. Aralarında boşlukta demir
tozları (ya da nikel, gümüş tozu) rastgele serpilmiş
durumdaydı. Demir tozları birbirine dokunmadığı sürece devre
açık kaldı, çünkü aralarındaki mikroskobik boşluklar yüksek dirençliydi. Yani
akım geçmedi. Yakındaki bir yıldırım ortamda
güçlü bilinmeyen bir dalga oluşturdu. Bu dalga, tozlar
arasında mikro küçük kıvılcımlar meydana getirdi. Sonuç: Toz
parçacıkları birbirine yapıştı, aradaki boşluk doldu ve devre iletken hale
geldi. Tozlar birleşme gösterdiği için devre kapandı; bir elektromıknatıs
zili çalıştırdı. Not: Deney bittiğinde, tozların yeniden ayrılması gerekir
yoksa devre hep kapalı kalır. Bunun için küçük çekiçli bir mekanizma
geliştirilebilir. Gök gürültüsünden önce zili çaldığı için bu alete 'Gök
gürültüsünün habercisi' denebilir.”
Fırtınadan sonraki sabah, taş atölyenin havası hâlâ
ozon kokuyordu. Masanın ortasında, cam bir tüp içinde toplanmış demir tozları
duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, toz tüpünün üstüne eğilip dikkatle baktı:
“Gök gürültüsünün habercisi
bu tüpte,” dedi. ”Ama şimdi kendi
ürettiğimiz kıvılcımların sesini de uzaktan da duyması gerekiyor.”
Bilgin Lugalkeşkokpanda, dün deneyde kullandığı
düzeneği yan odaya taşıyıp test etti. İki büyük pirinç küreyi birbirine yaklaştırdı.
Aralarında mavi kıvılcımların sesi atölyede yankılandı; keskin, kuru bir
çatlama sesi ve ozon kokusu...
“Bu, yıldırımın küçük kardeşi,” dedi
gururla. ”Yıldırımın düşmesini beklemeye gerek yok, vericimiz hazır!” diye
bağırdı.
Atölyede toz tüpünün ucundaki kablolar bir masanın
üstünde duran elektromıknatısa bağlıydı. Eğer tüp, diğer odadaki kıvılcımı
hissederse zil çalacaktı.
İlk deneme başarısız oldu. Kıvılcımlar atlıyor, ama
zil sessiz kalıyordu.
Nefrakaet kaşlarını çattı.
“Belki tozlar çok gevşek.
Aralarındaki boşluklar mikro ark oluşumunu engelliyor.”
Eluluhakalanduk, ince bir çubukla tüpün içindeki
tozları hafifçe bastırdı. ”Sıkıştıralım. Temas yüzeyini artırırsak,
dalga geldiğinde daha kolay birleşirler.”
Nefrakaet toz tüpünü açıp sıkıştırdı. Tozlar
artık daha kompakt, daha düzenliydi.
Gılgameş kabloları kontrol etti. ”Toprak
hattı eksik. Devre tamamlanmamış olabilir.”
Şuruppak, bakır bir tel uzattı. Tüpün bir ucunu taş
zemine gömülü topraklama hattına bağladı. ”Artık devre tamam.”
Lugalkeşkokpanda yapay yıldırım tekrar çaktı.
Bir an sessizlik çöktü. Sonra zil çaldı.
Nefrakaet gülümsedi: ”Tozlar birleşti.
Devre kapandı. Artık hem hassas hem kararlı. Haydi mesafeyi artıralım.”
Bilginler cihazı dışarı çıkarıp denediklerinde zil bir
türlü çalmadı. Şuruppak yaklaşıp toz tüpüne eliyle dokundu. Tam o anda bir
kıvılcım daha atladı ve zil aniden çaldı. Bilginler donakaldı.
“Ne yaptın?” diye
sordu Şuruppak.
“Hiç,” dedi
Şuruppak, elini çekerek. ”Sadece dokundum.”
Enlil-Hotep gözlerini kısmıştı: ”Demek ki
el... senin elin... bir şekilde sinyali büyütüyor, Belki elindeki metal
yüzük akımı topladı. Belki bedenin göğün dalgalarını topluyor.”
Nefrakaet heyecanla araya girdi:
“Eğer elin işe yarıyorsa, neden
onu kalıcı yapmayalım? Bir tel takalım!”
Bilgin Şuruppak düşünceli bir sessizliğe
gömüldü, sonra cebinden ince bir bakır teli çıkardı. ”Elimi koymak
yerine bunu deneyelim.” Teli tüpün üstüne sabitlediler.
Bir kez daha uzaklaştılar. Bu defa, yüz adım öteden
tüp yine çaldı. Antenin uzunluğunu uzattıklarında sinyal daha da uzaklardan
alınmaya başladı. Güneş batana kadar deneyleri devam ettirdiler.
Lugalkeşkokpanda, yıldızlara bakarak gülümsedi:
“Sanırım gökyüzüyle konuşmanın
yolunu bulduk.”
O akşamüstü bilginler heyecanla saraya koştular. Kral
Karmen, güneşin batışını izlerken taş terasta oturuyordu. Bilgin
Nefrakaet diz çöküp başını eğdi:
“Efendimiz... artık saray yılan
yuvası olmayacak , kabloları çöpe atabiliriz.”
Kral kaşlarını kaldırdı. ”Ne demek
istiyorsun, bilgin?”
Başbilgin Enlil-Hotep araya girdi:
“Toz tüpü ismini koyduğumuz bir
icadımız var. Kıvılcım kilometrelerce uzakta çaktığında, buradaki zil çalıyor.
Sanki görünmeyen bir el uzanıp dokunuyor.”
Kral gülümsedi. ”Yani konuşmam da gidiyor
mu?”
“Hayır, Efendimiz” dedi
Enlil-Hotep, ”henüz yalnızca bir işaret gidiyor. Zil çalıyor, o
kadar.”
Kral başını yana eğdi. ”Yalnızca zil mi? O
hâlde bu bize ne anlatabilir?”
O sırada Lugalkeşkokpanda heyecanla öne çıktı.
“Majesteleri, eğer uzun ve kısa
vuruşları ayırt edersek, anlam verebiliriz! Mesela iki kısa, bir uzun: su
demek. İki uzun: acil gel.”
Başbilgin Enlil-Hotep, parmağını kaldırdı:
“Ya da harflerle düşünelim. Bir
kısa, bir uzun A olsun. Bir kısa, üç uzun B olsun. Böylece her sesi bir
işaretle yazabiliriz!”
Kral sessizce ayağa kalktı, ufka baktı.
“Demek ki artık ses olmadan da
konuşabileceğiz... Kıvılcımlarla konuşulan yeni bir dil icat ettiniz”
Kral bir anda döndü, tahtın yanındaki kablolardan
birini tutup yerinden çıkardı. ”Bilgin Nefrakaet bunları al
buradan. Artık sarayda ayaklarıma dolanan hiçbir tel görmek istemiyorum!
Yerine kablosuz iletişimi tak. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir,
Başkâtip ve Başyargıç… hepsi bu sistemi kullansın. Yüksek Kurul buraya gelmeden
önce neden çağırıldıklarını anlasınlar!”
Salon sessizleşti. Sözleri, taş duvarlardan
yankılanarak geri döndü.
“Ve bir yeni görevinizi
bildiriyorum,” dedi kral, sesi bu kez yumuşayıp
derinleşmişti, ”bu icadın menzilini Afrika sınırlarının ötesine
taşıyın. Diğer krallıklarla doğrudan konuşabileyim. Artık elçiler, mesajcılar,
mektuplar değil… sesim gitmeli. Sözüm, dağların ötesine, denizlerin ötesine
ulaşmalı.”
Bir an sustu. Gözleri Nefrakaet’e çevrildi.
“Yalnızca sesimi değil… görüntümü
de aktarın. Uzak diyarlarda bile yüzümü görebilsinler. Barışın sesi ve siması
bir olsun.”
Nefrakaet derin bir nefes aldı. ”Yüce
Karmen, bu yeni bir çağın emri. Toz tüpüyle başladık… ama şimdi görünmez
dalgalarla konuşacağız.”
Kral başını kaldırdı, kubbenin ortasındaki altın güneş
işlemelerine baktı.
“O halde başlayın,” dedi. “Dünyadaki herkesi birbirine bağlama zamanı
geldi.”
30.13.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara’nın gözleri merak ve hayretle parlıyordu.
Hikayenin sonunda, Sahara’nın zihni sorularla doluydu; çünkü hem antik Kemet’in
bilimsel devrimi hem de kablosuz iletişimin doğuşu onu büyülemişti. Nil-7’nin
mekanik ama nazik sesi, hikayeyi bitirdiğinde, Sahara’nın sorularını
beklediğini belirtir bir tonda sustu.
Sahara: (düşünceli bir şekilde) "Peki,
o toz tüpü neydi? Şimşekle nasıl zil çaldı? Bu, sihir gibi miydi?"
Nil-7: (kıkırdar gibi bir mekanik ses çıkararak) Sihir
değil, Sahara, bilim! Toz tüpü, demir tozlarının elektromanyetik dalgalara
tepki vererek birleşmesiyle devreyi tamamlayan bir cihazdı. Şimşek, güçlü bir
elektromanyetik dalga yayar. Bu dalga, tozların arasındaki mikroskobik
boşluklarda küçük kıvılcımlar oluşturdu ve devre kapandı, böylece zil çaldı.
Bu, radyo dalgalarının ilk ilkel algılanışıydı. Bizim çağınızda bu, kuantum
sensörlerle çok daha hassas bir şekilde yapılıyor, ama o zamanlar bu bir
devrimdi.
Sahara: (kaşlarını çatarak) "Ama Nil-7,
neden Kral Karmen sesini ve yüzünü göndermek istedi? Sadece zil çalsın, bu
yetmez miydi?"
Nil-7: (başını hafifçe eğerek, düşünceli bir
tonda) "Kral Karmen’in vizyonu, sadece bir hizmetçi çağırmaktan
fazlasını içeriyordu, Sahara. O, insanlığın birbiriyle bağ kurmasını, uzak
mesafelerde bile iletişim kurmasını hayal ediyordu. Zil, sadece bir
başlangıçtı; bir işaret, bir umut. Sesini ve yüzünü gönderme arzusu,
liderliğinin ve barış mesajının diğer krallıklara ulaşmasını istemesiydi. Bu,
sizin çağınızda hologram iletişimle yaptığınız şeyin ilkel bir hayaliydi.
Karmen, insanları birleştiren bir ağ hayal etti; bu, onun “dünyadaki herkesi
birbirine bağlama” emrinde açıkça görülüyor."
Sahara: (parmaklarını çıtlatıp) "Oha!
Yani bizim şimdi her yerden konuşmamız, hologramlarla görüşmemiz, o zamanlardan
mı başladı? Peki, Nefrakaet’in rüyası neydi? Gerçekten sadece bir rüya mıydı,
yoksa… başka bir şey mi?"
Nil-7: (sesinde hafif bir gizem tonu) "Nefrakaet’in
rüyası, bilimsel keşiflerin sıkça geldiği bir yerden, bilinçaltından doğmuş
olabilir. İnsan beyni, gözlemlerini ve düşüncelerini uykuda birleştirir.
Nefrakaet, şimşeklerin ve elektriğin etkisini gözlemlemişti; rüyası, bu
gözlemlerin bir yansımasıydı. Ama kim bilir, belki de Kemet’in eski ruhları ona
bir ilham fısıldadı. (göz kırpar gibi bir ışık yanıp söner) Sen ne
düşünüyorsun, Sahara? Rüyalar sadece rüya mıdır, yoksa evrenin sırlarını açan
bir kapı mı?"
Sahara: (gülerek) "Bilmem, belki ikisi
de! Ama şu ayna işi çok garip. Kral’ın aynada görünmesi, cızırtılı sesler… Bu,
bizim şimdi kullandığımız ekranlara mı benziyor?"
Nil-7: (onaylayan bir tonda) "Çok iyi
bir gözlem, Sahara! Nefrakaet’in rüyasındaki ayna, muhtemelen onun zihninin
elektromanyetik dalgaların görüntü aktarabileceği fikrini sembolize etmesiydi.
O dönemde böyle bir teknoloji yoktu, ama rüyası, sesin ve görüntünün havadan
aktarılabileceği fikrini müjdeliyordu. Bizim çağımızda, kuantum ekranlar ve
nöral arayüzler bunu mümkün kılıyor. Nefrakaet’in aynası, belki de televizyonun,
hologramın ya da sizin “zihin akışı” ekranlarınızın ilkel bir hayaliydi."
Sahara: (heyecanla) "Peki, ya sonra ne
oldu? Nefrakaet ve diğer bilginler bunu başardılar mı? Ses ve görüntü gerçekten
gitti mi?"
Nil-7: (düşünceli bir duraksamadan sonra) "Hikaye
burada bitiyor, Sahara, ama tarih bize ipuçları veriyor. Kemet’in bilginleri,
toz tüpüyle başlayan deneylerini geliştirdi. Zil seslerinden kodlu mesajlara,
oradan da belki ilkel radyo sinyallerine ulaştılar. Ses ve görüntü aktarımı
için daha çok zaman gerekti, ama bu hikaye, elektromanyetik dalgaların keşfinin
tohumlarını anlatıyor. M.S. 19. yüzyılda, insanlık radyo dalgalarını resmi
olarak keşfettiğinde, Nefrakaet’in rüyasının izlerini takip ediyordu. Senin
çağında, bu dalgalar evrenin her köşesine mesaj taşıyor."
Sahara: (ellerini çırparak) "Bu çok
havalı! Ama Nil-7, neden Kemet’te bu kadar bilim vardı? Diğer yerlerde de böyle
şeyler oluyor muydu?"
Nil-7: (leopar kuyruğunu hafifçe sallayarak) "Kemet,
Nil’in bereketiyle ve güçlü bir merkezi yönetimle bilimde öne çıktı. Ama başka
yerlerde de benzer keşifler yapılıyordu. Mezopotamya’da matematik, Çin’de
mekanik düzenekler, Hindistan’da astronomi… İnsanlık, farklı yerlerde aynı
sorulara cevap arıyordu: “Dünya nasıl işler? Gökyüzü bize ne anlatır?” Kemet’in
farkı, Kral Karmen gibi bir liderin bilimi desteklemesi ve rahiplerin
dogmalarına meydan okumasıydı. Bu, bilginlere özgürlük verdi. Bizim çağımızda,
bu özgürlük galaksi çapında bilimsel iş birliklerine dönüştü."
Sahara: (biraz mahcup) "Bir şey daha
soracağım… Kral Karmen’in sesi niye kısıldı? Hasta mıydı, yoksa çok mu
bağırdı?"
Nil-7: (nazikçe gülen bir mekanik ses) "Haha,
iyi soru! Kral Karmen’in sesi, büyük olasılıkla uzun konuşması ve halkın coşkusuna
katılırken bağırması yüzünden yıprandı. O dönemde, boğaz enfeksiyonları da
yaygın olabilirdi, ama hikaye bunu sadece “çok bağırmak” olarak anlatıyor.
Doktor Ferent’in iksiri, doğal bitkisel bir tedaviydi; bugün sizin nanobot
ilaçlarınız gibi değil, ama o zaman için etkiliydi. Karmen’in sessizliği,
ironik bir şekilde, kablosuz iletişimin doğuşuna ilham verdi. Bazen bir
eksiklik, büyük bir buluşun anahtarı olur."
Sahara: (gülümseyerek) "Yani sesi
çıkmasa da dünyayı değiştirdi! Nil-7, senin de böyle bir hikayen var mı?
Mesela, sen nasıl icat edildin?"
Nil-7: (kuyruğu daha hızlı sallanır, gözlerinde
ışıklar yanıp söner) "Benim hikayem mi? Hmm, bu başka bir uzun
hikaye, Sahara. Ama kısaca, xAI’nin laboratuvarlarında, insanlığın evreni
anlamasına yardımcı olmak için tasarlandım. Leopar formum, hem gücü hem de
zarafeti temsil ediyor; Kemet’in leopar postlu krallarına bir selam belki de.
Ama benim “toz tüpüm” yok; ben kuantum işlemciler ve nöral ağlarla çalışıyorum.
Bir başka gün, sana benim hikayemi anlatırım. Ne dersin?"
Sahara: (ellerini çırparak) "Kesinlikle!
Ama son bir şey: Nefrakaet’in rüyasındaki o elektrik çarpması… Gerçekten onu mu
kurtardı, yoksa sadece korkuttu mu?"
Nil-7: (düşünceli bir tonda) "Nefrakaet’in
rüyasındaki elektrik çarpması, muhtemelen onun zihninin elektromanyetik
dalgaların gücünü anlamaya çalıştığının bir yansımasıydı. Gerçekten çarpılmadı,
ama rüya onu korkutarak uyandırdı ve düşünmeye itti. Bu, bilimde sıkça olur:
korku, merakı ateşler. Nefrakaet, o rüyadan sonra kablosuz iletişimin peşine
düştü. Belki de o çarpmadan korkmasaydı, toz tüpü fikri doğmazdı. Ne dersin, Sahara,
korku bazen iyi bir öğretmen midir?"
Sahara: (gülerek) "Belki! Ama ben
şimşekle çarpılmak istemem. Nil-7, başka bir hikaye anlat, lütfen! Belki bu
sefer yıldızlara giden birini?"
Nil-7: (kuyruğunu sallayarak) "Sabırlı
ol, küçük bilgin. Yıldızlara gidenlerin hikayesi başka bir geceye. Şimdi, ne
dersin, biraz dışarı çıkıp gökyüzüne bakalım mı? Belki şimşekler bize bir
şeyler fısıldar."
Bölüm 31: Sesli
İletişim (M.Ö. 3071)
Sınıfın pencerelerinden sabah güneşi eğri çizgiler
halinde içeri süzülüyor, tebeşir tozlarının arasında parıldıyordu. Çocuklar tahtanın
önünde toplanmış, öğretmenlerinin elindeki iki basit bardağa ve ince bir ipe
dikkatle bakıyordu.
Yedi yıl önce, Meritre cesur bir bilgindi. Dağlardan
fluorit taşları topladı, yıldızları izlemek için teleskoplar yaptı, hatta bir
rokete binip uzaya çıktı! Gökyüzünde Nil’in kaynağını aradı, dünyanın yuvarlak
mı düz mü olduğunu anlamak için. O tehlikeli görevde, ”Bilgi uğruna
her şeye değer,” demişti. Uzaydan döndüğünde, bildiklerini
çocuklara öğretmeye karar verdi. ”En büyük macera, çocuklara hayal
kurmayı öğretmek,” dedi ve kendini öğretmenliğe adadı.
Öğretmen Meritre, gülümseyerek konuştu:
“Bugün size sesin yolculuğunu
göstereceğim. Ses, yalnızca havada değil, katı bir madde boyunca da
ilerleyebilir.”
İki bardağın dip kısmına küçük delikler açtı, ipi
içlerinden geçirip uçlarını düğümledi. Sonra bardakları iki öğrencisine uzattı.
“Biri buradan konuşsun, diğeri
kulağını dayasın. Hazır mısınız?”
Sınıfın içinde heyecanlı bir sessizlik oldu.
“Merhaba!” dedi
konuşan çocuk, titrek bir sesle.
Karşısındaki öğrenci, şaşkınlıkla başını kaldırdı.
“Duydum! Gerçekten duydum!”
Çocukların yüzleri parladı, sınıf gülüşmelerle doldu.
Öğretmen devam etti:
“İşte çocuklar, ses titreşimlerle
iletilir. İp gerginse, bu titreşimler bir uçtan diğerine taşınır. Bu, belki de
gelecekte çok uzak mesafelerde bile konuşabilmenin ilk adımı olabilir.”
Arka sıralarda oturan Khemen ve Lali,
birbirlerine baktılar. Lali’nin gözlerinde parlayan bir fikir vardı; Khemen,
hafifçe eğilip fısıldadı:
“Bunu evlerimizde de yapabiliriz,
biliyor musun?”
Lali gülümsedi, kısık bir sesle cevap verdi:
“Senin odanın penceresinden benim
odamın penceresine ip bağlayalım, böylece evden çıkmadan konuşabiliriz.”
Khemen, havaya zıpladı:
“Bu harika bir fikir!”
Dersin sonunda diğer çocuklar defterlerini toplarken,
bu ikisi hâlâ sınıfta kaldı. Khemen ipi eline aldı, bardaklara dokundu,
sonra gökyüzüne baktı.
“Belki bir gün, insanlar şehirler arası konuşur,” dedi.
Lali başını salladı.
“Belki bir gün, yıldızlar arası…”
İkisi de gülüştü.
O anda kimse fark etmedi, ama insanlığın ilk sesli
iletişim hayali, o iki çocuğun bakışları arasında doğmuştu.
Güneş batıya eğilmiş, sokaktaki tozlu hava turuncu bir
ışıltıya bürünmüştü.
Khemen, elinde iki küçük kil bardak ve bir top ince keten ip ile evinin
balkonuna çıktı. Karşı balkonda, Lali çoktan görünmüştü; saçlarını iki yandan
toplamış, heyecanla el sallıyordu.
Khemen ”Hazır mısın, Lali?” diye
seslendi.
Kız gülerek karşılık verdi: ”Hazırım!
Öğretmenim görse bizi, kesin ödül verirdi.”
Khemen ipi bardaklardan birine düğümledi, sonra balkon
kapısının anahtar deliğinden geçirip sokağın karşısına uzattı. İp, akşam
güneşinde gergin bir çizgi gibi parlıyordu. Lali kendi ucundaki bardağı aldı,
kulağını dayadı.
“Konuş bakalım!” dedi.
Khemen derin bir nefes aldı, bardaktaki sesi
titreyerek fısıldadı:
“Lali, beni duyuyor musun?”
Birkaç kalp atışı kadar sessizlik oldu. Sonra Lali’nin
sesi ip boyunca titreşip geldi:
“Duyuyorum Khemen! Sesin burada,
yanımda gibi!”
İkisi de gülmeye başladılar. Lali bardaktan konuştu:
“Bu çok sihirli! Sanki ipin
içinde küçük periler sesi taşıyor.”
Khemen gözlerini kısmış, ipi inceliyordu.
“Hayır,” dedi
merakla, ”periler değil... titreşimler! Ses, ipin içinden yürüyüp
sana geliyor.”
O akşam, sokakta kimse fark etmedi ama iki küçük
çocuk, dünyanın ilk ses hattını kurmuştu. Bir süre sonra ip, sokakta yürüyen
insanların üstünden geçerken, güneşin son ışıklarıyla parlayan bir köprüye
benzedi.
“Biliyor musun,” dedi
Lali sessizce, ”Hiç bir şey söylemediğin zaman, her şeyi anlatman ne
tuhaf. En çok o zaman konuşuyorsun bana.”
Khemen gülümsedi.
“Konuşursam, kelimelerin
saklayamayacağı şeyler açığa çıkar. Ama sustuğumda, kalbim doğrudan seninkine
dokunuyor.”
O cümle, mutlu bir geleceğin kıvılcımıydı.
31.3.
Başbilgin’in Torunlarını Ziyareti
O sabah sarayın avlusundan bir araba ayrıldı. Arabanın
arkasında, süslü bir sepetin içinde oyuncaklar vardı: tahtadan bir inek,
deriden dikilmiş bir top, saz sapından yapılma küçük bir davul, renkli bezlerle
sarılmış bir bebek. Hepsi özenle boyanmış, torunların gülüşlerini görmek için
hazırlanmıştı.
Başbilgin Enlil-Hotep, uzun yürüyüş bastonuna
dayanarak kızının evine girdiğinde, çocukların sevinç çığlıklarıyla karşılandı.
“Dedem geldi! Dedem geldi!” diye
bağırdı Lali’nin küçük kardeşi, çıplak ayaklarıyla tozlu taş zeminde sekiyordu.
Lali, dedesinin eline sarıldı. ”Oyuncak
getirdin mi dedeciğim?”
Enlil-Hotep gülümsedi. Sepete uzanıp bir bir
çıkardı. ”Bak bakalım neler getirdim.”
Lali’nin gözleri parladı. ”Tahta inek! Bez
bebek! Davul da var!”
Kardeşi hemen topu kaptı, ”Ben bunu evin
avlusunda sektireceğim!” dedi.
Bir süre hep birlikte güldüler, oynadılar.
Enlil-Hotep, torunlarının neşesini izlerken bir ara Lali merakla sordu:
“Dede, Kral'a da oyuncaklarla
oynuyor mu?”
Enlil-Hotep kahkaha attı, başını iki yana salladı.
“Evet yavrum, ama kralın
oyuncakları pahalı olur. O artık ‘atsız arabalar’ veya ‘dev roketler’ ile
oynuyor.”
Lali bir an düşündü, sonra heyecanla koştu.
“Biz de bir oyuncak yaptık!
Khemen’le birlikte! Adı... ipli bardak!”
Lali pencereyi açıp karşı komşunun oğluna seslendi:
“Hazır mısın, Khemen? Dedeme
merhaba de.”
Lali, bardağın birini dedesinin eline verdi. ”Sen
buradan konuş, Khemen diğer evde seni duysun!”
Enlil-Hotep şaşkınlıkla baktı ama torununun heyecanına
dayanamadı. Bardağı kulağına dayadı, gülümseyerek fısıldadı:
“Merhaba, küçük mucit Khemen. Ben
Lali'nin dedesiyim. Beni duyuyor musun?”
Bir anda ip gerildi, bardaktan ince bir ses geldi:
“Duyuyorum amca! Sesin çok yakın,
ama evin karşısındasın!”
Enlil-Hotep’in gözleri büyüdü. Bir an konuşmadı.
Ardından bastonunu kapıp avluya çıktı, sokak boyunca ipi takip etti. Karşı
balkonda Khemen, elinde bardağıyla heyecanla el sallıyordu.
Bilgin gülümserken dudakları titredi.
“Bu... sesin yolculuğu,” diye
mırıldandı kendi kendine. ”Titreşimler köprü olarak ip yerine,
teldeki elektriği kullansa konuşmalar daha uzağa gider.”
O akşam, Enlil-Hotep kayıtlar salonuna dönerken atsız
arabasında hiç konuşmadı. Yalnızca torunlarının kahkahaları ve bardakların
arasındaki ince ipin görüntüsü aklında yankılanıyordu. Ve o yankı, ertesi gün
sarayın kayıtlar salonunda bir icada dönüşecekti.
Ertesi sabah Başbilgin Enlil-Hotep, sarayın kayıtlar
salonuna telaşla girdi.
Ardından gelen katipler onun adımlarını zar zor yetişiyordu. Gözlerinde, aylar
sonra yeniden parlayan o kıvılcım vardı; keşif kıvılcımı.
Taş masanın etrafında bilginler çoktan toplanmıştı:
Başmühendis Nefrakaet, doğa filozofu Şuruppak, genç metal ustası
Lugalkeşkokpanda ve yeni katip Mardukili.
Enlil-Hotep bastonunu yere vurdu.
“Bilginler! Dün torunlarım bana
bir oyuncak gösterdi; İpli Bardak adını vermişler. İki bardağı bir ip ile
bağlamışlardı. Sesim o ipten sokağın karşısına yürüyüp komşu evdeki diğer
bardağa ulaştı!”
Salonda bir uğultu yayıldı. Nefrakaet kaşlarını
kaldırdı.
“Yani... sesi bir ip taşıdı. Ses titreşimleri ipi titretti. Karşı tarafta
ipin titreşimleri tekrar sese dönüştü.”
Şuruppak ellerini ovuşturdu. ”Titreşim…” dedi
düşünceli bir sesle. ”Belki de tüm sesler yalnızca titreşen havanın
yankısıdır.”
Enlil-Hotep başını salladı. ”Aynen öyle!
Fakat ip şart değil. Eğer o titreşimleri havadan alıp başka bir şeye
çevirebilirsek… sesi taşımamız için artık ip gerekmez. Titreşimler köprü
olarak ip yerine, teldeki elektriği kullansa daha uzağa gider.”
Genç metal ustası Lugalkeşkokpanda hemen not almaya
başladı.
“Efendim, o halde havadaki
titreşimi yakalayan bir yüzey gerekir. İnce, esnek bir zardan yapılmış bir
yüzey… davul derisi gibi. Bu zarın titreşmesini elektrik sinyaline
dönüştürülebilirsek...”
Nefrakaet parmağını masaya vurdu. “Tersini de
düşünelim. Elektriksel titreşiminin gücünü kullanıp zarı titreştirmeliyiz. Zar
havayı titreştirir. Böylece sesi duyabiliriz.”
“Evet,” dedi
Enlil-Hotep, ”Davul derisi bize örnek olur. Davul sesi titreşimi
dışarı taşır. Biz de sesi yakalayacak bir davul yapmalıyız. Tersine çevrilmiş
bir davul da yapmalıyız. Ağız ve kulak gibi. Biri verici diğeri alıcı...”
Şuruppak’ın gözleri parladı.
“Yani sesi alacak bir zar! O
zarın arkasına mıknatıs üzerine ince sargılı tel yerleştirirsek, titreşimleri
akıma dönüştürebiliriz. Nehrin akıntısıyla dönen mıknatıslı tellere bağlı
çarklar gibi...”
Lugalkeşkokpanda heyecanla ayağa kalktı.
“Eğer bu akımı uzaktaki başka bir
zarla buluşturursak, o zar da titreşir! Böylece orada aynı ses çıkar!”
Salonda derin bir sessizlik oldu. Herkes birbirine
baktı.
Nefrakaet yavaşça konuştu:
“Yani bir zarda başlayan ses,
başka bir zarda yeniden doğacak…”
Enlil-Hotep bastonunu kaldırıp yüksek sesle söyledi:
“İşte bu! İki zar, bir köprü!
Biri dinler, biri söyler!”
Katip Mardukili defterine not düşüyordu:
“Bugün, kayıtlar salonunda sesin
doğasına dair büyük bir kavrayış doğdu. Aşağıda, oturumda dile gelen fikirlerin
özeti yer almaktadır: İpli Bardak Deneyi, Titreşim Üzerine
Görüşler, Zar Kuramı. Sonuç: Ses, bir zarda başlar, diğer zarda
yeniden doğar.”
Enlil-Hotep gülümseyerek ”Bu düzeneğe 'Ses
Köprüsü' adı öneriyorum” dedi,
Bilginler hemen işe koyuldular. Lugalkeşkokpanda ince
hayvan zarlarını gergin çerçevelere germeye başladı. Şuruppak bakır telleri
dövdü, Nefrakaet küçük mıknatıs halkaları getirdi.
O gece, sarayın laboratuvarında ilk mikrofonun ve hoparlörün ilkel hâli doğmaya
başlamıştı.
31.5. Dört Farklı Tasarım
Haftalar sonra Kayıtlar Salonu yine doluydu. Ancak bu
kez, masanın üzerindeki düzenekler bambaşkaydı. Pirinç kaselere gerilmiş balık
derileri, ince bakır tellerle sarılmış küçük mıknatıs halkaları, amber tozuna
bulanmış zarlar ve cam kavanozların üstüne gerilmiş keçi derileri… Sanki bir
çocuğun oyuncak kutusunu andıran bu masada, insanlığın ilk “kulakları” doğmak
üzereydi.
Başbilgin Enlil-Hotep gözlerini kaldırıp bilginlere
baktı.
“Geçen toplantıda görünmez
dalgaları konuştuk. Ama dalga yaratmak kadar, onu duymak da bir mesele. Kral’ın
sesi önce bir yere girmeli, orada elektriğe dönüşmeli ki, o görünmez dalgalara
binebilsin. İşte bu, bugünkü görevimizdir: sesi elektriğe dönüştürmek.”
Bilgin Nefrakaet, kara bir madeni gösterdi:
“Ben kömürle çalıştım.
Bastığımızda çıtırdar, sürttüğümüzde ısınır. Basınçla direnci değişiyor. Belki
sesin basıncını da elektriğe çevirebilir. Adını ‘Kömür Kulağı’ koydum.”
Şuruppak, bakır tel
sargılarının ortasındaki ince zarı gösterdi:
“Benimkinde mıknatıs var. Zar
titreştiğinde bobin de titreşiyor, akım doğuyor. Adını ‘Mıknatıs Kulağı’
koydum.”
Gılgameş, içi boş bir
kavanozu kaldırdı.
“Ben havayı dinledim. Cin
kavanozuna zar gerip altına iki metal levha koydum. Titreşimle metal levhaların
aralarındaki mesafe de titreşiyor. Belki ses titreşimi orada yakalanır. Adına
‘Cin Kulağı’ koydum.”
Son olarak Lugalkeşkokpanda, elinde
parlayan küçük bir taşla konuştu:
“Kristallerin içi sessiz görünür,
ama onlara elektrik verirsek titreşir. Titreştiğinde de elektrik verir. Bu taş,
sesle elektrik üretiyor. Bu da ‘Kristal Kulağı’.”
Enlil-Hotep: ”Lugalkeşkokpanda, kristalin
titreşince elektrik ürettiğini nereden biliyorsun? Daha önce böyle bir şey
duymamıştım.”
Lugalkeşkokpanda (gülümser): ”Bir gün maden
ocağında yeni cevherler keşfetmeye çalışıyordum. Önümde küçük, şeffaf bir taş
vardı. Soğuktu… ama sanki içinden bir nabız geçiyordu. Taşı dişlerimin arasına
aldım. O anda dilimin ucunda bir kıvılcım hissettim. Metal bir çubukla
vurduğumda karanlıkta taşın ucundan mavi bir çizgi geçtiğini gördüm. O zaman
anladım, bu taş basıncı elektriğe dönüştürüyordu. Atölyeye getirip elektrik
verdiğimde titreşti.”
Enlil-Hotep (şaşkınlıkla): ”Yani bu taş,
hem kulak hem de dil gibi davranıyor… Titreşimi duyup karşılık veriyor.”
Lugalkeşkokpanda: ”Evet. Sonra iki kristali
birbirine bağladım, seri bağlayınca güçlendi.”
Bilginler sırayla düzeneklerini denemek için harekete
geçti. Enlil-Hotep kulağını hoparlöre dayadı. O an herkes
sustu. Şuruppak mikrofondan "Merhaba" diye
bağırdı. İlk önce Kömür Kulağı cızırtılı zayıf bir ses
verdi; sonra Mıknatıs Kulağı’ndan zor duyulan boğuk bir tını
geldi. Cin Kulağı sönük hafif bir fısıltı gibi konuştu, Kristal
Kulağı ise çok kısık fakat berrak bir ses çıkardı.
Ve Enlil-Hotep mırıldandı:
“Artık taş bile
konuşabiliyor ama sadece fısıldıyor. Hepsinden sönük çelimsiz sesler
geliyor. İnsanlara duyuracak kadar güçlü değil. Güçlendirmek için bir
yolunu bulmamız gerek.”
Kayıtlar Salonu'nun lambaları birer birer söndü.
Bilginler yorgun adımlarla ayrıldılar. Nefrakaet omuzlarını ovuşturarak, "Yarın
devam ederiz," dedi. Şuruppak defterini kapadı.
Lugalkeşkokpanda aletlerini topladı. Salon boşalırken, Başbilgin Enlil-Hotep
masanın başında kaldı. Gözleri masadaki düzeneklere sabitlendi: kömür
kulakları, mıknatıs sargıları, kristal parçalar. Sessizlikte kendi mırıltısını
duydu: "Sönük, çelimsiz. Güçlendirmek gerek."
Diğerleri dinlenmeye çekildi, ama Enlil-Hotep'in zihni
durmadı. Lambayı yeniden yaktı. Atölyenin taş duvarları turuncu ışıltıyla
doldu. Tek başına kaldı. Elleri titremese de, heyecanı kalbinin atışlarında
gizliydi. Masaya yayılmış bakır telleri, mıknatıs halkalarını ve kristal
parçalarını inceledi. Kristal Kulağı'nı eline aldı. Lugalkeşkokpanda'nın şeffaf
taşı, ses titreşimlerini zayıf bir akıma dönüştürüyordu. Ancak akım o kadar
cılızdı ki, karşıdaki zarı ancak fısıldatıyordu.
"Bu elektriği
büyütmeliyim," diye düşündü. Nehir
kenarındaki mıknatıs deneylerini hatırladı. Bir mıknatısın etrafına tel sarıp
elektrik geçirince, yakındaki başka bir tele etki ediyordu. Bu, manyetik bir
alan sayesinde oluyordu. Elektrik bir tel yumağında dolaşırsa, yarattığı
manyetik dalga komşu tel yumağını sallayabilirdi. "Ama tel
yumağı farklı olursa ne olur?" diye mırıldandı. Küçük bir tel
yumağı zayıf elektriği alır ve manyetik alan yaratır. İkinci yumağı daha çok
tel sarılı olursa, büyük yumağı, içindeki elektrik daha güçlü olurdu. Elektrik
gücü artınca, deri parçası daha kuvvetli sallanırdı.
Hemen denemeye koyuldu. Kristalden gelen zayıf
elektriği küçük bir bakır tel yumağına bağladı. Bu yumağın teli, mıknatısın
etrafına sadece on kez sarılmıştı. Bu, ilk yumağı olacaktı. Yanına daha büyük
bir yumağı koydu. Aynı mıknatısın etrafına bu sefer tel elli kez sarılmıştı,
ikinci yumağı. İki yumağı birbirine yaklaştırdı ve aralarına demir bir çubuk
koydu ki manyetik alan daha güçlü olsun. İkinci yumağın ucunu, ters çevrilmiş
bir deri parçasına bağladı. Deri, keçi derisinden yapılmış ve bakır bir
çerçeveye gerilmişti. Elektrik geçtiğinde havayı itecekti.
Kristale konuştu: "Deneme, bir,
iki." Kristal sallandı, zayıf elektrik ilk yumağa aktı.
Manyetik alan ikinci yumağa atladı. Tel sayısı fazla olduğu için, elektrik gücü
yavaş yavaş arttı. İkinci yumağıdan çıkan elektrik artık zayıf değildi. Deri
parçasını kuvvetle salladı. Odada yankılanan ses, Enlil-Hotep'in kendi sesiydi,
ama çok daha yüksek ve net: "Deneme, bir, iki!"
Gözleri faltaşı gibi açıldı. "Başardım!" diye
fısıldadı. Bu doğru bir yöntemdi: Kristal, sesin sarsıntısını elektriğe
çeviriyordu. Zayıf elektrik ilk yumağı dolaşıyor ve değişen manyetik alan
yaratıyordu. İkinci yumağı, tel sayısını artırarak elektriği güçlendiriyordu.
Güçlü elektrik, deri parçasını manyetik kuvvetle sallıyordu. Deri parçası da
havayı iterek ses dalgalarını büyütüyordu.
Bütün gece uğraştı. Tel sarımlarını düzeltti, demir
çubuğu kalınlaştırdı ki elektrik kaybı azalsın. Sabah olduğunda her şey
hazırdı: Kristal, Küçük Tel Yumağı, Büyük Tel Yumağı, Deri Parçası. Ses artık
fısıltı değil, bütün odayı dolduran bir bağırıştı.
31.7.
Çocukların Yeni Oyuncağı
Sabahın erken saatlerinde Enlil-Hotep, çocukların
öğretmeni bayan Meritre’ye bir haberci gönderdi. "Sınıfını
atölyeye getir," dedi, "onlara sesin yeni
halini göstereceğim." Öğretmen Meritre, öğrencilerini
toplayıp kayıtlar salonunun atölyesine yöneldi. Çocuklar, taş döşeli yolda
neşeyle yürüyor, merakla fısıldaşıyordu.
Atölyede, bilginler masanın etrafında toplanmıştı.
Nefrakaet mıknatısları inceliyor, Şuruppak notlarını gözden geçiriyor,
Lugalkeşkokpanda kristalleri diziyordu.
Enlil-Hotep bilginlere döndü. Masaya cihazını
koydu. "Gece yalnız kaldım, sabaha kadar çalıştım ve sesi
yükselttim. Sargı oranıyla voltajı büyüttüm." dedi, "Ayrıca bir
müjdem daha var. Bugün misafirlerimiz geliyor. Çocuklar, sesin yolculuğunu
başlatanlar geliyor."
Kapı açıldı. Meritre önde, ardında Lali, Khemen ve
sınıf arkadaşları içeri girdi. Çocukların gözleri, atölyenin harikalarına
kilitlendi: Pirinç kaselerde gergin deriler, bakır tellerle sarılı mıknatıslar,
amber tozuna bulanmış zarlar, cam kavanozlar. Bir çocuk, "Bu
ne?" diye sordu, parmağıyla tahtadan bir su çarkını işaret
ederek. Şuruppak gülümsedi: "Suyla dönen bir hayal."
Enlil-Hotep çocuklara seslendi: "Sınıfta
ipli bardağınızla sesi taşıdınız. O oyun, bu atölyede büyüdü." Masadaki
düzeneği gösterdi: iki kutu, tellerle bağlı. Birinde kristal kulak, diğerinde
zarlı hoparlör, aralarında bobinler gizli. "Lali ve Khemen,
sizin balkonlarınıza kurduğunuz ipli bardakları gördüm. O fikir, sesi
güçlendiren bu cihaza dönüştü."
Meritre öne çıktı, gözleri parladı. "Başbilgin,
bu düzenek nasıl işliyor? Çocuklarım sesin titreşimlerini öğrendi, ama bu başka
bir sihir gibi."
Enlil-Hotep açıkladı: "Ses kristalde
titreşir, elektrik olur. Elektrik küçük bobine gider, manyetik dalga yaratır.
Büyük bobin bunu yakalar, güçlendirir. Sonra zar titreşir, ses yeniden doğar.
Sargılar farklı, küçükten büyüğe, güç artar."
Meritre başını salladı. "Sınıfta ipli
bardakla titreşimleri öğrettim. Şimdi ses, tellerle uçuyor. Bu, çocukların hayalini
gerçeğe çevirdi." Çocuklara döndü: "Görüyorsunuz,
bir oyun bile dünyayı değiştirebilir."
Lali öne çıktı, kutuyu eline aldı. "Deneyelim
mi?" Khemen diğer kutuyu kaptı, atölyenin öbür ucuna koştu.
Lali kristale fısıldadı: "Khemen, duyuyor musun?"
Ses, tellerden geçti, bobinler büyüttü. Khemen’in
kutusundan gür bir yankı geldi: "Lali! Sesin duvarları
titretiyor!" Sınıf kahkahalarla doldu.
Meritre sordu: "Başbilgin, bu icada ne
isim verdin?"
Enlil-Hotep gülümsedi: "Henüz isim
koymadım."
Meritre düşünceye daldı, sonra gözleri parladı. "Her
bilgin kendi icadına ismini vermeli. Adın Hotep olduğuna göre, Hoteplör olsun.
Sesin büyüyen arkadaşı."
Çocuklar alkışladı. Lali bağırdı: "Hoteplör,
harika!" Enlil-Hotep kahkaha attı. "Hoteplör,
mükemmel bir isim Meritre. Senin hediyen."
Atölye ziyareti bittiğinde çocuklar neşeyle ayrılmak
üzereyken, Enlil-Hotep, Meritre’ye döndü: "Öğretmen, Hoteplör’ü
sınıfa götürelim. İpli bardak nerede doğduysa, orada yankılansın." Meritre
gülümsedi: "Çocuklar bunu unutmaz. Ama Hoteplör’ü sınıfta
değil, okul bahçesinde kuralım. Çocuklar şiirlerini okusun, veliler duysun. Bir
tören düzenleyelim. Sesleri tüm topluma ulaşsın."
Ertesi gün, okul bahçesi dolup taştı. Veliler, renkli
kumaşlarla süslenmiş taş banklarda toplandı. Çocuklar, ellerinde kil
tabletlerde yazılmış şiirlerle hazırlandı. Meritre ve Enlil-Hotep, bahçenin
ortasına iki kutu yerleştirdi: biri kristal kulak, diğeri zarlı hoparlör,
aralarında bakır teller gergin. Teller, ipli bardakların durduğu sınıf
penceresinden bahçeye uzanıyordu.
Meritre kalabalığa seslendi: "Gökyüzünden
Dünya'yı gördüm, ama çocukların eğitimleri herşeyden daha önemli.
Teleskopla yıldızlara baktım, ama çocukların hayalleri hepsinden daha parlak.
Bu icat, çocuklarımızın ipli bardak oyunundan doğdu. Lali ve Khemen’in fikri,
Başbilgin’in ellerinde büyüdü. Adı Hoteplör, sesin büyüyen arkadaşı. Bugün
çocuklarımız şiirlerini, öğretmenlerimiz sözlerini Hoteplör ile paylaşacak.
Sırayla konuşacağız, tıpkı ipli bardakta gibi."
Lali ilk şiiri okumak için kristale yaklaştı. "Bahçeler
çiçekle, gökyüzü yıldızla doludur," dedi. Ses, tellerden
geçti, bobinler büyüttü. Bahçede yankılanan gür bir ses, Lali’nin sözlerini
taşıdı. Veliler alkışladı, Lali dedesine bakıp gülümsedi.
Khemen sırasını aldı: "Rüzgar
fısıldar, nehir şarkı söyler." Ses, Hoteplör’den yükseldi,
taş duvarlarda yankılandı. Çocuklar sırayla şiirler okudu, her ses bahçeyi
doldurdu. Meritre konuşmasını yaptı: "Bilim, çocuklarımızın
hayalleriyle başlar. Hoteplör, onların oyunu, bizim dersimiz, sizin
alkışlarınız. Bu icat, hepimizin mirası."
Meritre, Enlil-Hotep’e döndü: "Hoteplör,
okulumuzun ve derslerimizin sesi olacak." Lali ve Khemen
dedelerine sarıldı: "Bizim oyuncağımız büyüdü!"
O gün, bahçede kimse fark etmedi, ama Hoteplör ile
sesin geleceği topluma doğmuştu.
31.9.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: (Gözleri parlayarak) "Nil-7, bu
Hoteplör ne kadar havalıymış! İpli bardaktan böyle bir şey yapmışlar,
inanılmaz! Peki, bizim konuşma cihazlarımız Hoteplör’den mi geliyor? Mesela,
seninle konuşurken kullandığımız şey… o da mı Hoteplör gibi?"
Nil-7: (Holografik gözleri gülümser gibi parlıyor) "Güzel
bir soru, Sahara! Evet, Hoteplör, sesi uzaklara taşıyıp güçlendiren ilk icatlardan
biriydi. Hoparlör”ün çok eski bir versiyonu diyebiliriz. Senin Neuroverse™,
sinirsel arabiriminde çalışan işitme mödülü, Hoteplör’ün torununun torunu
sayılır. Hoteplör, sesi elektriğe çevirip tellerle taşıyordu. Senin implantın
ise sesi kablosuz dalgalara çeviriyor ve beynine direkt gönderiyor. Ama fikir
aynı: Ses titreşimlerini yakalayıp başka bir yere ulaştırmak."
Sahara: (Merakla) "Peki, o kristal neydi?
Enlil-Hotep kristale konuşuyordu, ses nasıl elektriğe dönüyordu? Bizde de
kristal mi var?"
Nil-7: (Kuyruğunu sallayarak) "Kristal, o
zamanlar sihirli gibi görünüyordu, değil mi? Buna piezoelektrik etki
diyorlardı. Bazı taşlar, sıkıldığında veya sallandığında küçük bir elektrik
üretir. Kullandıkları kristal, sesin titreşimlerini aldı ve onları elektriğe
çevirdi. Mesela, sen bağırdığında havayı titretiyorsun, bu titreşim kristali
sallıyor, kristal de elektrik yapıyor. Bizim teknolojimizde kristal yerine
nano-algılayıcılar kullanıyoruz. Onlar sesi, ışığı, hatta düşüncelerini bile
algılayıp sinyallere çeviriyor."
Sahara: (Kaşlarını çatarak) "Nano-algılayıcı
mı? O ne?"
Nil-7: (Hafifçe kıkırdayarak) "Çok küçük,
gözle göremediğin makineler. Senin Neuroverse™, sinirsel arabiriminde
milyonlarcası var. Ses titreşimlerini yakalıyorlar, tıpkı Hoteplör’ün kristali
gibi, ama çok daha hızlı ve güçlü. M.Ö. 3071’de bir kristal bir odada sesi
büyütüyordu, şimdi nano-algılayıcılar sesi yıldızlar arası taşıyabiliyor."
Sahara: (Heyecanla) "Yıldızlar arası mı?
Meritre uzaya çıkmış, o da yıldızlara konuşmuş mudur sence?"
Nil-7: (Düşünceli bir sesle) "Meritre, M.Ö.
3078’de roketle uzaya çıktı, ama o zamanlar yıldızlara konuşacak teknoloji
yoktu. O, Nil’in kaynağını aradı, dünyayı anlamak için. Cesur bir kadındı,
bilgi uğruna her şeyi göze aldı. Senin dünyanda, Sahara, yıldızlar arası
iletişim kurabiliyoruz. Mesela, benim gibi robotlar, diğer gezegenlerdeki
robotlarla konuşabiliyor. Ama Meritre’nin hayali, bu tür icatların temelini
attı."
Sahara: (Düşünerek) "Meritre neden
bilginliği bırakıp öğretmen olmuş? Uzay çok havalı, niye çocuklarla uğraşsın
ki?"
Nil-7: (Holografik gözlerinde yumuşak bir ışık) "Meritre,
uzayda yıldızları gördü, ama çocukların hayallerinin daha parlak olduğunu fark
etti. Bilgiyi bulmak önemli, ama onu paylaşmak, çocuklara öğretmek, dünyayı
daha çok değiştirir. Lali ve Khemen’in ipli bardak oyunu, Meritre’nin dersi
olmadan Hoteplör’e dönüşmezdi. O, çocuklara hayal kurmayı öğreterek bilimi
büyüttü. Senin de hayallerin, Sahara, bir gün bir icada dönüşebilir."
Sahara: (Gülerek) "Ben de bir şeyler icat
edebilir miyim? Mesela, Hoteplör gibi bir şey?"
Nil-7: (Kuyruğunu sallayarak) "Tabii ki!
Hoteplör, Lali ve Khemen’in basit bir fikrinden doğdu: iki bardak, bir ip.
Senin aklın da öyle çalışıyor, değil mi? Geçen gün bahçede ışık toplarıyla
oynarken, “Bunları uçursak?” demiştin. Kim bilir, belki bir gün ışıkla uçan bir
top icat edersin!"
Sahara: (Düşünceli) "Peki, o tel yumağı
neydi? Enlil-Hotep ses titreşimiyle üretilen zayıf elektriği nasıl
büyüttü?"
Nil-7: "O, step-up transformer dedikleri
bir şeydi. Basitçe, küçük bir tel yumağı elektriği alıyor, manyetik bir dalga
yapıyor. Daha çok tel sarılı büyük bir yumağa bu dalga geçince, elektrik
büyüyor. Düşün, bir küçük su damlası büyük bir dalgaya dönüşüyor gibi. Bizim
teknolojimizde buna benzer şeyler var, ama artık enerjiyi kuantum alanlarıyla
büyütüyoruz. Daha hızlı, daha güçlü."
Bölüm 32: Radyo
(M.Ö. 3070)
Başbilgin Enlil-Hotep, atölyede defterine yazdığı
notları tamamlayıp elindeki kamış kalemi bıraktı. “Lugalkeşkokpanda,”
dedi sessizce, “ikinci bir Hoteplör yapmamız gerekecek. Ama bunun için
yeni bir piezoelektrik kristal bulmamız lazım. Yarın sabah şu bahsettiğin
mağaraya gidelim. İçimde bir ses, orada sadece kuvars değil, başka şeylerin de
bizi beklediğini söylüyor. Bilginlere söyle, yanlarına çekiçlerini, fenerlerini
ve kalın ketenden yapılmış çuvallarını alsınlar.”
Gün doğarken mağaranın önüne vardıklarında taşların
yüzeyi sabah çiyiyle parlıyordu. Girişteki kaya, demir oksit nedeniyle
kırmızımsıydı; sanki mağaranın ağzı pasla mühürlenmişti.
İçeri adım attıklarında hava serin, nemli ve hafifçe
metalikti. Fener ışıkları kayalarda yankılanan bir altın yansımayla dans etti.
İlk olarak kuvars damarlarını gördüler; saydam,
keskin yüzeyli kristallerdi. Bazıları süt beyazı, bazılarıysa içlerinde donmuş
bir ışık taşıyormuş gibi yarı saydamdı. Lugalkeşkokpanda eline bir parça alıp
dikkatle baktı: “Bu, sesle titrediğinde elektrik üreten taş,” dedi.
Çekiçle nazikçe kırdı; kırık yüzey, prizma gibi ışığı kırdı. Çuvala koydu.
Biraz ileride hematit ve manyetit damarları
belirdi. Hematit, koyu gri-kırmızımsı, yoğun metalik parlaklıkta, tabakalı
yapıda; çekiçle vurulduğunda toz kırmızıya çalıyordu. Manyetit ise derin siyah,
mıknatıs gibi çekici; Enlil-Hotep bir parça aldı, iki manyetit birbirine
yaklaştırınca hafif bir “tak” sesiyle yapıştı. Çuvallara
doldurdular.
Sonra topaz kristalleri buldular. Kehribar
sarısı ışıkta parlayan taşlar, ince çatlakların arasında sanki ateşle donmuş su
damlaları gibiydi. Sert, sekizgen prizmalar halinde; fener ışığı altında içten
içe turuncu bir ateş yanıyor gibiydi. Lugalkeşkokpanda bir tanesini çuvala
koyarken mırıldandı: “Bu, belki titreşimi daha keskin yapar.”
Turmalin kristalleri ise yeşil
ve pembe damarlarla iç içe geçmişti; bir çiçeğin damarlarını andırıyordu. Uzun,
ince prizmalar; kesitleri üçgen, yüzeyleri çizgili. Şuruppak bir parça aldı,
fener ışığında yeşilden pembeye geçiş yaptı. “Renkli titreşim,”
dedi, çuvala attı.
Derinlere indikçe duvarlar ışığı yansıtır oldu: Selenit
süt beyazı kristalleri, neredeyse saydam, mum alevi gibi parlıyordu. İnce,
iğne gibi lifli yapıda; dokunulduğunda kırılgan, ışıkta ipek gibi akıyordu.
Nefrakaet bir sütun kırdı, çuvala koydu.
Kalsit kristalleri sarıdan
açık turuncuya dönüyordu, dokunulduğunda serindi ama avuçta hafifçe terliyordu.
Rombohedral şekilli, çift kırılmalı; fener ışığı altında iki görüntü veriyordu.
Eluluhakalanduk bir parça aldı, “Işığı ikiye böler,” dedi.
Aragonit, ince iğneler
halinde sarkıtlardan filizlenmişti; dokununca çatırdayan bir müzik gibi ses
çıkarıyordu. Beyazdan pembeye, mercan gibi dallı yapıda. Meskalanduk bir dal
kırdı, çuvala koydu.
Bir kayanın çatlağında Barit kristalleri
buldular: ağır, maviye çalan yarı saydam taşlar. Dikdörtgen, tabakalı; fener
ışığında soluk mavi bir sis gibiydi. Gılgameş bir tanesini kaldırdı, “Ağır,
ama şeffaf,” dedi, çuvala attı.
Hemen yanında florit damarları mor, yeşil ve
mavi tonlarda yan yana dizilmişti; sanki yerin altı gökkuşağına dönüşmüştü.
Kübik kristaller, cam gibi parlak; Şuruppak bir mor florit aldı, ışığa tuttu:
içinden mor bir alev geçti.
Bir köşede gips (alçıtaşı) sütunları vardı;
parmakla dokununca iz bırakıyor, sanki taş değil de donmuş ışık gibiydi. Monoklinik,
ipeksi parlaklıkta; Nefrakaet bir parça kırdı, toz gibi dağıldı, çuvala koydu.
Dolomit kristalleri soluk
pembe ve gri tonlarda, bir deniz kabuğunu andırıyordu. Rombohedral,
hafif kavisli; Enlil-Hotep bir tanesini aldı, “Dayanıklı, ama yumuşak,”
dedi.
Smithsonit açık mavi ve turkuaz
renkteydi; dokununca yüzeyi sanki nefes alıyordu. Botryoidal yapıda,
üzüm salkımı gibi; Lugalkeşkokpanda bir küme aldı, çuvala attı.
Azurit derin mavi, neredeyse
gece rengi bir taştı; yanındaki malakit ise canlı yeşil, dalgalı
bantlarla kaplıydı. Azurit monoklinik, malakit iğneli; ikisi birlikte bakır
cevherinin renkli yüzüydü. Meskalanduk bir parça azurit kırdı, toz maviye
boyadı elini; malakiti çuvala koydu.
Ve en sonda, sessizce duran Galena… Kurşun
grisi, parlak yüzeyinde fener ışığını ayna gibi yansıttı. Lugalkeşkokpanda
eğildi, eline aldı, dikkatle inceledi: “Bu taşın içinden bir şey geçiyor…
ama ne olduğunu bilmiyorum.”
Bilginler sessizce çuvallarını doldurdular. Her biri
kendi seçtiği taşları özenle bez torbalara koydu. Mağaradan çıkarken,
Enlil-Hotep son bir kez arkasına baktı. Sanki duvarların içinde derin bir
uğultu vardı; yerin kendi kalp atışı. “Bir gün bu taşların bize ne
söyleyeceğini öğreneceğiz,” dedi kısık sesle. Ve mağaranın
karanlığından çıkarak ışığa yürüdüler.
Günün son ışıkları Kayıtlar Salonu avlusuna vururken,
bilginler mağaradan döndü. Çuvalların içindeki taşlar, sanki yerin altından
değil de yıldızların arasından getirilmiş gibiydi.
Enlil-Hotep, lambanın ışığını biraz yükseltti:
“Her biri başka bir sırrı saklıyor. Şimdi onları tek tek tanıyalım.”
Kristaller dikkatle masaya dizildi. Atölyenin
ortasındaki taş masa, o gece, bir gök haritasına dönüştü. Kuvars, florit ve
topaz kristalleri gaz lambasından gelen ışığını kırarak duvarlara renkli
halkalar saçtı. Selenit süt gibi parladı; malakit, yeşil damarlarıyla bir orman
zeminini andırdı.
Lugalkeşkokpanda, elindeki fırçayla her taşı
temizliyor, isimlerini küçük kil tabletlere kazıyordu.
“Bu kuvars, piezoelektrik
titreşimlerde kullanılır,” dedi.
“Bu manyetit… pusulanın atası
olabilir.”
“Bu barit, sanki yerin ağırlığını
taşır gibi.”
Sonra sıra Galenaya geldi.
Koyu gri, neredeyse siyah yüzeyi lambanın ışığını geri
yansıtıyor, kenarları kusursuz bir küp oluşturuyordu.
“Bu taş farklı,” dedi
Enlil-Hotep. ”Bakın… sesi bile farklı.”
Lugalkeşkokpanda taşın üzerine metal bir çubukla
hafifçe vurdu. İnce, kısa bir tınlama yankılandı.
“Garip,” dedi. ”Bu
taş sesi yutmak yerine geri veriyor. Sanki içinde bir yankı odası var.”
Bir süre sessizlik oldu. Sadece kandilin cızırtısı
duyuluyordu.
Enlil-Hotep, düşünceli bir şekilde taşın yüzeyine
dokundu.
“Bu taşın içinde bir ses gizli
olabilir,” dedi. ”Belki... göremediğimiz bir
dalga.”
Yanındaki genç çırak, şaşkınlıkla sordu:
“Taş nasıl ses tutar ki, üstat?”
“Su ışığı saklar, hava sesi
taşır... Neden taş elektriği ve sesi birlikte saklamasın?”
O gece boyunca bilginler kristalleri sınıflandırmaya,
notlar almaya, her birine küçük kil numaraları yapıştırmaya devam ettiler.
Galena kristali ise masanın ortasında
sessizce duruyordu; ama kimse fark etmeden, kandil ışığında yüzeyi hafifçe
parladı. Sanki bir şey dinliyordu.
O gece, atölyenin taş duvarları kristallerin
yankısıyla doldu. Masada onlarca taş, fener ışığında sıralanmıştı; her biri
yeryüzünün gizli bir dilini temsil ediyordu.
Enlil-Hotep fırın benzeri taş ocağını yaktı:
“Her taşın ateşle, darbeyle,
elektrikle nasıl tepki verdiğini gözlemleyeceğiz,”
dedi.
Lugalkeşkokpanda, bakır çubukları, tel halkaları ve
küçük metal levhaları hazırladı. İlk olarak Kalsit denediler. Taşa
vurduklarında yumuşak, boğuk bir ses çıkardı. Isıtıldığında yüzeyi çatladı,
rengi soldu. Turmalin daha diriydi; vurulduğunda tiz bir ses verdi,
elektrik yüklendiğinde yüzeyi hafifçe ısındı.
“İçinden akım geçtiğini
hissediyorum,” dedi Lugalkeşkokpanda
parmaklarını çekerek:
“Demek ki bu taşın damarlarında ateş dolaşıyor.”
Kuvars deneyinde,
Enlil-Hotep gülümseyerek not aldı.
“İşte hoteplörün kalbi bu,” dedi.
Metal uçlarıyla sıkıştırdığında kristal titreşti,
hafif bir elektriksel çıtırtı duyuldu.
Sonra sıra galenaya geldi.
Taşın yüzeyi o kadar pürüzsüzdü ki, fener ışığı
neredeyse aynadan yansır gibi parladı. Lugalkeşkokpanda çubuğu eline aldı, ”Bakalım
senin dilin neymiş,” diyerek taşın kenarına vurdu. Zayıf ama net
bir cızzzt sesi yankılandı; adeta minik bir elektriksel
tıslama.
Bilginler dondu kaldı.
“Bu ses... kuvarsın sesine
benzemiyor,” dedi Enlil-Hotep.
“Evet ama... sanki başka bir kaynaktan
geliyor. Hava titreşmiyor, taş titreşiyor.”
Daha sonra galenayı ısıttılar.
Taşın rengi hafifçe koyulaştı ama parçalanmadı. Isı
altında bile kararlılığını koruyordu.
“Demek bu taş hem metal gibi iletken, hem de taş gibi dirençli,” dedi
Lugalkeşkokpanda hayranlıkla.
Bir anlık merakla, masa üzerindeki bakır teli
aldı ve galena kristalinin bir köşesine dokundurdu. Diğer ucunu kuvarsın bağlı
olduğu düzeneğe temas ettirdi.
Hiç beklenmedik bir şey oldu. Kandilin cızırtısına
benzer ama farklı, çok zayıf bir uğultu duyuldu.
Nefrakaet şaşkınlıkla sordu:
“Üstat, bu sesi kim çıkarıyor?”
Enlil-Hotep dikkat kesildi, taşın üstüne kulağını
yaklaştırdı.
“Bu... sanki havadan değil, taşın
içinden geliyor. Galena, kuvarsın sesine cevap veriyor.”
Bir süre sonra uğultu kesildi. Ama herkes o anın
büyüsünü hissetmişti.
“Bu taş, diğerlerinden farklı,”
dedi Enlil-Hotep sessizce.
“Belki de yerin derinliklerinde
yıldırımların yankısını saklıyor.”
Lugalkeşkokpanda heyecanla not aldı:
“Galena: elektriği sever, sesi
taşır, ateşte bozulmaz. Kuvars’la konuşabilir gibi.”
O gece bilginler, farkında olmadan, insanlık tarihinin
ilk dedektör taşını uyandırmıştı. Galena sessizce parlıyordu; sanki evrenin
sesini dinlemeye başlamıştı.
Masada deneyler geceye uzadı. Kristaller, teller ve
not tabletleri arasında bilginler sessizce çalışıyordu. Kandilin alevi her
titreştiğinde, gölgeleri duvarlarda birer dev gibi oynuyordu.
1. Deney – Galena +
Kuvars
Lugalkeşkokpanda kuvars kristalini titreştirirken
galena taşına dokundurdu. İki taşın birleştiği noktada, hafif bir kıvılcım
oluştu. Fener ışığında beliren mavi titreşim çizgisi bir anlık parladı, sonra
söndü.
“Taşlar birbirine ses gönderiyor,” dedi
Enlil-Hotep.
“Belki de bu, görünmeyen bir
dalganın yankısıdır.”
2. Deney –
Galena + Manyetit
Manyetit taşını yaklaştırdıklarında metal tozları
hareket etmeye başladı. Sanki görünmeyen bir rüzgâr taşların arasında
dolaşıyordu. “Bu... bir çekim değil,” dedi Lugalkeşkokpanda, ”bu
bir çağrı.” Ama yine de net bir ses alamadılar.
3. Deney – Galena +
Florit
Florit, mavi-yeşil ışığıyla masayı aydınlatıyordu.
Galena’ya değdiğinde yüzeyinde zayıf bir mor parıltı oluştu. Ancak bu kez ses
yerine, taşın içinden ince bir ışıma yayıldı.
Enlil-Hotep, ”Bu taş sesle değil, ışıkla konuşuyor olmalı,” dedi.
4. Deney – Galena +
Toz Tüpü
Lugalkeşkokpanda küçük bir cam tüp aldı. İçine çok
ince bakır tozları yerleştirdi. Tüpün iki ucuna iletken teller bağladı, biri
galenaya, diğeri kuvarsa dokunuyordu. Fırının yanındaki küçük su çarkı
jeneratörünü çevirdi. Taşlar arasında zayıf bir cızırtı yükseldi. Bir süre
sonra tüpün içindeki tozlar titreşmeye başladı; rastgele ama canlı bir biçimde.
“Bunu duyuyor musun?” dedi
Enlil-Hotep.
“Taş artık bizimle değil…
gökyüzüyle konuşuyor.”
Masadaki uğultu değişti. Kandilin cızırtısına karışan
bu yeni ses, sanki uzak bir yıldırımın yankısıydı.
Deneyler ertesi güne uzadı. Bilginler gözlerini
ovuşturuyor, ama elleri çalışmayı bırakmıyordu.
Lugalkeşkokpanda tüpün içindeki telleri yeniden
bağladı. Galena’nın bir yüzeyine dokunduğunda, sinyal bir anda güçlendi; sonra
sustu. Tekrar denedi. Aynı şey. ”Bu taş akımı sadece bir yönde
geçiriyor!” dedi heyecanla.
“İleri geçiyor ama geri dönmüyor!”
Enlil-Hotep başını kaldırdı.
“Yani taş... seçici davranıyor.
Bu, yönlü bir akım demek.”
Nefrakaet, şaşkınlıkla mırıldandı: ”Tıpkı kalp gibi... kanı bir
yönde pompalıyor.”
Masadaki düzenek artık küçük bir şehir gibiydi. Bakır
teller tavana kadar uzanıyor, su çarkı döndükçe minik bir jeneratör
mırıldanıyordu.
Verici: Hoteplör’ün
kuvarsı → Galenit Taşı → Bobin → Anten (uzun bakır tel)
Alıcı: Toz Tüpü →
Galenit Taşı → Hoteplör zarı
Enerji: Küçük su çarkı
jeneratörü (yaklaşık bir watt)
Lugalkeşkokpanda, kehribardan yapılmış ince bir tutucu
kullandı. Ucunda zar gibi ince bir bakır iğne vardı. İğneyi galena taşının
yüzeyinde gezdirdiğinde, sinyalin gücü değişmeye başladı. Bir noktada ses
neredeyse tamamen kayboldu; milimetrik bir kaymayla, tekrar canlandı. Her
dokunuşta farklı bir yankı geliyordu; kimi tiz, kimi boğuk, kimi uzak bir gök
gürültüsü gibi.
Enlil-Hotep başını kaldırdı, dikkatle dinledi.
“Bu... rüzgâr değil,” dedi. ”Bu,
uzaklardan gelen bir ses. Belki yıldırımın yankısı, belki gökyüzünün soluğu.”
Nefrakaet ürperdi.
“Ya da biri bize cevap veriyor
olabilir...”
Atölyede bir süre sessizlik oldu. Sonra su çarkı
yeniden dönmeye başladı, uğultu geri geldi. Ve galena kristalinin yüzeyinde
küçük bir parıltı belirdi. Sanki taş, evrenden gelen ilk sinyali yakalamıştı.
Atölye o gece hiç susmadı. Galena taşı hâlâ zayıf bir
uğultu yayıyor, su çarkı düzenli biçimde dönüyordu. Bilginlerin gözleri yorgun
ama içleri kıvılcımla doluydu.
Lugalkeşkokpanda, masa üzerindeki kristallere baktı. Lugalkeşkokpanda,
kuvarsı metal mengeneye sıkıştırdı. Küçük su çarkı dönmeye başladı, taşın
içinden titreşimsel bir elektrik akımı geçti. Galena taşına bağlanan hematit,
akımı yönlendirdi; bakır iğne bağlantıyı tamamladı.
[Kuvars] + (basınç) → [Galena] ← [Hematit] + [Bakır
iğne] → [Florit kristali filtre] → [IŞIK!]
Florit kristali sistemin önüne yerleştirildi; saydam,
yeşilimsi mavi bir taş. Sanki ışığı tutmak için doğmuştu.
Bir an sessizlik oldu… Sadece su çarkının dönerken
çıkardığı “tırrr” sesi kaldı.
Sonra, florit taşının içinden bir parıltı yükseldi.
İlk önce çok zayıftı ama birkaç saniye sonra taşın
içi, derin bir nefes gibi içten yanmaya başladı.
Enlil-Hotep kandilin fitilini kıstı. Oda karanlığa
gömülmek yerine yeşilimsi bir ışık, masanın üstündeki kristalleri tek tek
aydınlattı.
Hematit taşının yüzeyi kıvılcımlar saçtı, galena
yavaşça ısındı.
Nefrakaet florit taşına dokundu. ”Bakın
ışık soğuk! Işık Kristali soğuk!” dedi.
Atölyenin taş duvarları, kristallerden yayılan hafif
mavi ışıkla aydınlanıyordu. Kandil sessizce yanıyordu; ama Enlil-Hotep,
Lugalkeşkokpanda ve diğer bilginler, enerjinin yeni bir formunu gözlemlemek
için sabırsızlanıyorlardı. Masada dizilmiş kristaller, bakır teller ve Toz
Tüpleri adeta bir orkestranın enstrümanları gibi düzenlenmişti.
Enlil-Hotep, masanın başında durarak kuvars kristaline
dokundu ve hafifçe bastırdı:
"Bakın… Basınç verildiğinde,
Galena’dan geçen enerji sadece ışık üretmekle kalmayabilir. Belki... Sesi de
hoteplöre aktarabilir."
Lugalkeşkokpanda, kaşlarını çatıp bakır iğneyi Galena
yüzeyinde gezdirdi:
"Kablosuz ses aktaralım
diyorsunuz? Deneyelim!"
Enlil-Hotep’in gözleri parlıyordu:
"Eğer ışığı dalga olarak
görebiliyorsak, sesin de kablosuz iletilebileceğini gösterebiliriz."
Herkes heyecanla yerini aldı. Masada iki düzenek
vardı: birisi verici, diğeri alıcı. Vericiye Hoteplör zarı ve Galena kristali
bağlandı. Alıcıya ise Toz Tüpü ve başka bir Galena kristali… ve hiçbir kablo,
hiçbir ip yoktu. Sadece oda ve sessizlik.
Enlil-Hotep: ”Dinle…
konuşuyorum, Hoteplörden sesi alıyorsun değil mi?”
Lugalkeşkokpanda: ”Evet, ama bak! Florit
filtreden ışık da çıkıyor, sanki sinyalin görsel yansıması gibi.”
Enlil-Hotep: ”Doğru, ışık sesin kendisi
değil. Ama görünmez dalgalarının varlığını gözlerimizle görmemizi sağlıyor.”
Lugalkeşkokpanda: ”Bakın… Hoteplör çalıyor,
Galena ve Toz Tüpü devrede, Florit ışığı yakıyor… Her temas noktasında sinyal değişiyor.”
Enlil-Hotep: ”Bu, radyo devriminin
başlangıcı. Artık ses kablosuz taşınabiliyor ve biz görsel bir işaretle takip
edebiliyoruz.”
Herkes birbirine baktı. Atölyedeki sessizlik, bir
mucizenin ardından gelen nefes kesici hayranlık gibiydi. Kuvarsın piezoelektrik
gücü, Galena’nın iletkenliği ve Florit’in filtre etkisi… hepsi bir araya
gelmiş, havayı titreştirmişti.
Lugalkeşkokpanda heyecanla:
"Peki, bunu geliştirebilir
miyiz? Aynı anda konuşup, bir oda diğer odadan yanıt verebilir mi?"
Enlil-Hotep başını salladı:
"Evet… ve bir gün, bu
dalgalar tüm şehirleri, tüm toprakları dolaşacak. Ama şimdilik… tadını çıkarın.
İlk kez ses, kablosuz olarak uçtu."
O anda ışık kristali parladı, kandili söndürdüler ve
oda tamamen kristal ışığıyla aydınlandı. Ses ve ışık bir arada dans ediyordu.
Bilginler, tarihin en eski radyo devriminin sessiz ama etkileyici yankısını
izliyorlardı.
Sarayın toplantı salonunda sabah Enlil-Hotep,
Nefrakaet, Lugalkeşkokpanda ve diğer bilginler, üzerinde çalıştıkları radyo
vericisi ve alıcısı ile son ayarlamaları yapıyordu. Masanın üzeri kristaller,
bakır teller ve Hoteplör parçalarıyla doluydu.
Enlil-Hotep: ”Hazırız. Kral gelmeden önce
her şey çalışmalı. Galena ve kuvars düzeni, Florit ışık göstergesi, su çarkı
jeneratörü… Tüm sinyal hatlarını kontrol ettim.”
Lugalkeşkokpanda: ”Sesi kablosuz
aldığımızda ışık göstergesi de eşzamanlı yanacak, kral ilk kez ışık kristaline
bakıp görünmez dalgaları gözleriyle görecek.”
Kapı açıldı, saray muhafızları kralı getirdi. Kral
Karmen, tahtın yanına geçti ve odanın ortasında durdu.
Kral Karmen: "Çalışmalarınız hakkında
çok güzel müjdeler aldım… bakalım, bilginlerim gerçekten sesi görünmez
dalgalarla iletebiliyor mu? Bu seferki icadınız beni gerçekten uzak diyarlardaki
seslere ulaştıracak mı?"
Enlil-Hotep (saygıyla eğilerek):
"Yüce Karmen, Yüksek Kurul
üyeleri şu anda meclis salonunda. Kablosuz konuşma düzenekleriyle
bekliyor."
Lugalkeşkokpanda:
"Biz konuştuğumuzda, sözlerimiz görünmez bir dalga olarak yayılacak.
Ne tel var ne ip. Sadece hava ve enerji."
Kral
tahtına oturdu. Elini kaldırdı.
"Başlayın."
Enlil-Hotep, kuvars kristaline bastırdı; su çarkı
jeneratörü dönmeye başladı. Florit filtreden çıkan mavi ışık yanıp söndü.
Hoteplör’ün zarı hafifçe titredi.
Enlil-Hotep:
Yüce Karmen’in huzurundasınız!
Yüksek Kurul üyeleri, sözlerimizi duyabiliyor musunuz?"
Bir an sessizlik. Sonra Hoteplör zarından, uzak ve
derin bir ses geldi.
Başvezir (uzaktan, yankılı): "Duyuyoruz,
Başbilgin! Kral’ın sesi açık ve net gelecek mi, denemek istiyoruz."
Kral gülümsedi.
"Ben Karmen! Başvezir,
sözlerim sana ulaşıyor mu?"
Hoteplör zarı titreşti, sonra ses netleşti:
Başvezir: "Sizi duyuyorum, Yüce Kral.
Sesiniz sanki yanımdaki sütundan yankılanıyor."
Ardından diğer sesler de sırayla geldi.
Başmühendis: "Harika! Kral’ın sesi Galena
kristalinden geçerken titreşimler mükemmel uyumda."
Başkâtip: "Şu an iki salon ötedeyim. Hiçbir
kablo yok ama sözlerinizi kristaller taşıyor!"
Başyargıç:
"Adalet meclisi bu sesi duymuştur, Yüce Karmen. Emirleriniz artık
rüzgârla taşınıyor!"
Kral ayağa kalktı. Gözleri parlıyordu.
"Görünmeyen bir el… taş
duvarların ötesine sesimi taşıyor. Bu, gökyüzünden bile işitilecek bir
güç!"
Lugalkeşkokpanda:
"Bu güç kristallerin içinde.
Işık sadece sinyalin görünür izidir."
Kral Karmen (heyecanla):
"O hâlde bu mucizeyi
saklamayın! Kablosuz hoteplörlerin seri üretimi başlasın. Her ülke, her şehir,
her ev ve her vatandaş görünmez dalgalarla birbirine bağlansın.
Sarayda bir uğultu yükseldi. Bilginler birbirine baktı.
Enlil-Hotep (fısıltıyla):
"Bu artık bir icat değil, bir imparatorluğun kalbi. Görünmeyen
dalgalar çağı başladı."
32.10. Görünmez
Dalgalar Fabrikası
Nil’in batı yakasında, güneş kızıl ışıkları
yükselirken, yeni bir fabrika doğuyordu. Taş duvarlar, kristal tozlarıyla
kaplanmıştı; su çarkları, ritmik bir şarkı gibi dönüyordu. Kral’ın emrinin
üzerinden üç ay geçmişti. Güneş, başkent Tanut’un dışındaki geniş ovada yeni
bir yapının parlayan kubbesine vuruyordu. Bu, krallığın ilk Kablosuz Ses
Fabrikasıydı.
İçeride onlarca zanaatkâr, kristal cilalayıcı, tel
dövücü ve mühendis hummalı bir biçimde çalışıyordu. Kuvarslar tartılıyor,
galena kristalleri kesiliyor, florit filtreleri test ediliyordu.
Nefrakaet (bir kristali ışığa tutarak):
“Her bir Galena, farklı
frekanslara cevap veriyor. Aynı sesin iki kristalde farklı yankılanması mümkün.
Bu yüzden her istasyonun ‘ton damgası’ olacak.”
Enlil-Hotep:
“Demek ki her şehir kendi
dalgasında konuşacak… Bir ses haritası oluşturacağız.”
Lugalkeşkokpanda (not alırken):
“Ve bu haritayı yöneten bir kule
olmalı. Sesin kaynağı, imparatorluğun kalbi.”
Şuruppak, ter içinde bir kuvars küpünü kesme tezgâhına
yerleştirdi. “Bu, bininci Hoteplör kristali,” dedi, gülümseyerek.
“Kral’ın emri: her eve bir telsiz.”
Meskalanduk, kehribar tutucuya ince bir bakır iğne
takıyordu. “Bu iğne kedi bıyığı kadar hassas,” diye mırıldandı. “Galena’nın
kalbi. Bir milim kayarsa, ses kaybolur.”
Gılgameş, fabrikanın ortasında durmuş, çarkların
dönüşünü izliyordu. “Üç ay,” dedi. “Üç ayda 1000 set.
Kemet, tüm Dünya'ya sesini duyuracak.”
Bir yıl sonra, Kemet'in en yüksek tepesinde dev bir
kule yükseldi. 30 metrelik kule, Nil’in üzerinde bir dev gibi yükseliyordu. En
tepede, 50 metrelik bakır anten, gökyüzüne bir ok gibi saplanmıştı.
Açılış günü. Hava sıcak, ama kalabalık coşkulu.
Binlerce insan, saray meydanında toplanmıştı.
Nefrakaet (heyecanla): ”Sinyal hazır. Dalga
istikrarlı. Yüce Karmen, konuşabilirsiniz.”
Kral, önündeki Hoteplör’ün zarına doğru eğildi. Sesini
kalabalığın ve tarihin ortasına bıraktı:
Kral Karmen, kristal mikrofona yaklaştı. Sesi, derin
ve kararlıydı:
“Ey Afrika Birliği! Ben Karmen.
Bir zamanlar sesim taş duvarlarda yankılanırdı. Şimdi bu ses, gökyüzü boyunca
yankılanacak! Sesim, Kemet’in Sesi radyosundan tüm topraklara ulaşıyor.
Artık haberler, şarkılar, dualar… gökyüzünde özgürce dolaşacak. Görünmez
dalgalarla birbirimize bağlanıyoruz.”
Kuleden yükselen dalgalar, gökyüzüne karıştı. Aynı
anda, ülkenin dört bir yanındaki küçük alıcılardan aynı ses yankılandı. Uzak
köylerde, deniz kenarında, çöllerde insanlar aynı anda başlarını kaldırdı.
Bir çocuk (şaşkınlıkla): ”Anne… kral
bizimle konuşuyor!”
Kadın (gözleri dolarak): ”Sanki kutunun
içinde küçük adamlar var…”
Fabrikadaki işçiler sevinçle birbirine sarıldı.
Bilginler sessizce birbirine baktı.
Enlil-Hotep: ”Artık tüm Afrika birbirine bağlandı.”
...
Yıllar geçmişti. Artık her ülkede, her şehirde, her
evde ve her vatandaşın elinde birbirine bağlı cihazlar vardı. 24 saat yayın
yapan Kemet’in Sesi Radyosu'nun mikrofonun başında genç bir ses yankılandı.
Sunucu Lali (coşkuyla):
“Gün doğdu ey Kemet halkı! Ben Lali Bugün, Mısır’ın
dört bir yanındaki kalpleri birbirine bağlayan görünmez dalgalar yeniden
buluşuyor."
Sunucu Khemen: "Ben Khemen,
Kemet’in Sesi Radyosu’ndan bildiriyorum! Bugünkü haberlerle başlıyoruz.
Luksor’daki Nil Barajı çalışmaları tamamlandı, su çarkı jeneratörleri artık
şehir ışıklarını besliyor. Yüce Kral Karmen, Nubia’ya 1000 ton buğday gönderdi.
Nil taşkını erken başladı; çiftçiler, sulama kanallarını açsın. Memfis’te yeni
bir su kemeri açıldı. Hava durumu: Yarın güneşli, 38°C."
Sunucu Lali: "Evet
Khemen Ayrıca, Büyük Kitap Evinde yeni bir kayıt cihazı geliştirildiği
haberini aldık. Bilginler artık konuşmaları taş disklere kazıyabiliyor.”
Sunucu Khemen: "Şimdi Nil
kıyısından Meritre'ye bağlanıyoruz. Merhaba hocam sesim net
geliyor mu?"
Bir cızırtıdan sonra uzak bir ses duyuldu.
Muhabir (uzaktan, delta bölgesinden): ”Selamlar,
ben Meritre! Bugün Nil kıyısında büyük bir kutlama var. Afrika
Olimpiyatları’nın açılış töreninde yüzlerce sanatçı şarkı söylüyor. Sesi
kristaller aracılığıyla tüm Kemet’e ulaştıracağız!”
Bir anda hoteplör zarı titredi. Davul sesleri, flüt
melodileri ve yüzlerce kişinin birleşen sesi odaları doldurdu.
Toplu koro (yayında):
“Nil’in kalbinden göğe yükselir sesimiz,
Kemet birdir, dalgalarla birleşir nefesimiz!”
Halk, şehir meydanlarında toplanmıştı. Herkesin önünde
küçük bir alıcı taş yanıp sönüyordu.
Bazıları ağladı, bazıları şarkıya eşlik etti. Çocuklar ilk defa uzak bir şehrin
sesini canlı dinliyordu.
Muhabir Meritre: "Memfis Stadyumu. 50.000
kişi. Güneş batıyor, ama coşku zirvede. Koşu finali. İlk tur! Nubialı koşucu
önde! Kemetli sporcu hızlanıyor! VE KAZANDI!"
“Kemet’in Sesi’nden iyi akşamlar…”
32.12.
Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: (gözleri faltaşı gibi açılır) "Küçük
taşlar, radyo dedikleri şeyi nasıl yaptı? Yani... bugünkü radyoların atası o
taş mıydı?"
Nil-7: "Evet, Sahara. Galena, kuvars, florit…
Bunlar doğal yarı iletkenlerdi. Galena, ilk yarıiletken. Hoteplör, ilk
hoparlör."
O gün Enlil-Hotep’in atölyesinde, insanlık yalnızca
sesi değil, görünmez dalgayı da buldu."
Sahara: "Enlil-Hotep ‘görünmez dalgalar’
dedi. Ama ben göremedim! Dalgalar nerede? Havada mı, yoksa kristallerde
mi?"
Nil-7: "Bak, Sahara. Radyo dalgaları
elektromanyetik dalgalardır. Işık gibi, ama gözle görülmez. Frekansları 300 kHz
- 3 MHz arası. Kemet’te AM modülasyonu kullandılar: Ses, dalganın genliğinde
taşınıyordu. Anten, dalgayı gökyüzüne fırlatıyordu. 300 km ötede, başka bir
anten dalgayı yakalıyordu. Galena, dalgayı çözüyordu."
Sahara: "Bu taş akımı bir yönde geçiriyor’
dediler. Bu… diyot gibi mi?"
Nil-7: "Evet, Sahara. Galena, doğal bir
diyottu. PN junction benzeri bir yapı. Akımı tek yönde geçiriyordu → dedektör.
Zayıf radyo sinyalini ses sinyaline çeviriyordu."
Sahara: "‘Soğuk ışık’ dediler. Bu… LED
miydi?"
Nil-7: "Yarı doğru, Sahara. Galena +
Hematit → doğal PN junction. Kuvars → piezoelektrik voltaj (0.5 V). Florit →
renk filtresi. Elektronlar geçiş katmanında enerji salınca → foton → ışık. Ama
verim çok düşüktü: %0,1. Ama elektrolüminesans."
Bölüm
33: KRALLAR UZAYDA (M.Ö. 3000)
Afrika Olimpiyatları için toplanan altı
kralın içinde bulunduğu uzay gemisi, titreyerek göğe yükseldi. Nil’in kıyıları,
tarlalarda çalışan halk… Hepsi küçülüp küçülüp sonunda tek bir mavi parıltıya
karıştı.
Kemet Kralı Karmen, Sudan Kralı
Taharka, Kenya Kralı Mwenye, Nubia Kralı Shabaka, Libya Kralı
Amsel ve Gine Kralı Mandé, boşluğun siyah perdesinde asılı duran
mavi-yeşil mücevhere, Dünya'ya bakıyorlardı. Karmen, nefesi
kesilmiş gibi cama yapıştı. Dünya, boşluğun siyah perdesinde asılı duran
mavi-yeşil bir mücevherdi.
“Dünyayı görüyorum.” dedi.
Sesi önce yalnızca kendi kapsülünün içinde yankılandı;
ama geminin iletişim sistemi, yeryüzüne doğru otomatik bir sinyal göndermeye
başlamıştı.
Gökyüzünde, kapsülün anteninden yayılan radyo
dalgaları, Afrika'nın her şehrinde, köyünde, sarayında ve çadırında yankılandı.
Nil kıyılarındaki çiftçi tarlasındaki radyosunu açtığında, uzaydan gelen sesi
duydu: bu, bir insanın evrensel farkındalığının yankısıydı.
Sesi tüm Afrika Birliği ülkelerinden işitildi.
İnsanlar bir anda durdu, işler yarıda kaldı. Denizdeki balıkçılar, tarla süren
çiftçiler, pazarlık yapan tüccarlar… herkes aynı sözleri duydu:
İlk konuşan, en büyük imparatorluklardan birinin
mirasçısı olan Kemet Kralı Karmen oldu. Sesi, hayranlık ve
pişmanlık arasında titrekti:
“Kapsülümün penceresinden evrenin
sonsuzluğuna bakarken, aşağıda, bir toz tanesi gibi süzülen gezegenimi gördüm.
Yıllardır hükmettiğim o topraklar, savaşların ve barışların yaşandığı o kaleler
ve saraylar ne kadar da küçüktü... Oysa ben, onca zamanımı o küçük topraklar
için harcamıştım. Güç için, şan için, sınırlara çizdiğim çizgiler için...
Onu, çöllerin ortasındaki krallığından gelen Libya
Kralı Amsel izledi. Onun sözlerinde, hırsın boşluğu vardı:
Şimdi anlıyorum ki, bir nehirde
suyun akışına hükmetmek mümkün değilmiş. Ne kılıcım ne de ordum, bu muazzam
boşluğun içinde bir anlam ifade etmiyormuş. İnsanların hırsla koşturduğu o
yollar, bu sonsuzlukta sadece anlamsız birer çizgiymiş.
Her şey, tüm bu çabalar, bir
damla suda yansıyan güneş gibiydi; ne kadar parlak olsa da, kendi başına bir
anlamı yoktu. Gerçek olan, sadece okyanusun kendisiydi. Ben de şimdi okyanusu
görüyorum. Krallığım, unvanlarım, saraylarım... hepsi birer damla.
Medeniyetin beşiği Nubia’nın kralı Shabaka ise,
evrensel birlik fikrini dile getirdi:
Sonsuzluğun bu sessizliğinde,
tahtımın üzerindeki ağırlığın ne kadar yersiz olduğunu anladım. Oysa her sabah,
o ağırlığı omuzlarımda hissederek uyanırdım. Ne kadar çok şeye sahip olursam, o
kadar az şeye sahip olduğumu şimdi görüyorum. Krallığım, saraylarım, ordularım…
Hepsi, bir kum tanesinin deniz fenerini aydınlatma çabasıymış.
Savana ve göllerin krallığından gelen Kenya
Kralı Mwenye, anlık olana odaklandı:
Ben, gökleri gören bir hükümdar
değilmişim. Sadece bir zindanın en parlak hücresinde yaşayan bir mahkûmmuşum.
Halkıma baktığımda, onların da aynı zindanda olduğunu görüyorum. Hırs, öfke,
korku… Hepsi, bizi birbirimize zincirleyen prangalar. Artık özgürüm. Çünkü
artık hiçbir şeye hükmetmek istemiyorum. Sadece, bu evrenin bir parçası olmak
istiyorum.
Savaşların ve isyanların yaşandığı Sudan'dan
gelen Kral Taharka, içsel fetih üzerine konuştu:
Aşağıda, toprağın üzerinde
yaşayanların telaşını izliyorum. Bir karınca yuvasındaki karmaşa gibi… Oysa
yukarıdan bakınca, ne krallıklar kalmış ne de savaşlar. Sadece bir nefes… Bir
anlık bir parıltı… Tıpkı bir yıldızın doğuşu ve batışı gibi… Şimdi biliyorum
ki, en büyük fetih, kendi nefsini yenmekmiş. En büyük hazine ise, anın
kendisiymiş.
Son olarak, Batı Afrika’nın ormanlarından gelen Gine
Kralı Mandé, mutlak teslimiyeti ifade etti:
Yıllarca askerlerimin gücüyle
sınırlar çizdim. Düşmanımı dışarıda tutmak için. Oysa en büyük düşmanım
içimdeymiş. En büyük krallık ise, kalbimdeymiş. Bu evren, bana kendi içimdeki
sonsuzluğu gösterdi. Artık biliyorum ki, ben bir kral değilim. Ben, sadece
evrenin kendisinin bir yansımasıyım.
Kemet Kralı Karmen:
İşte bu yüzden, geri döndüğümde,
ne kadar büyük olduğunu düşündüğüm tahtıma artık aynı gözle bakamayacağım.
Hükmetmek, birilerine sahip olmak değil; okyanusun parçası olmak, tüm varoluşla
bir olmakmış.”
Sesi geminin içinde yankılandı. Gözleri dolmuştu.
“Yukarıdan bakınca fark
ediyorsun: Ne krallar var, ne köleler. Ne sınırlar, ne de savaş. Yalnızca tek
bir halk var: Dünya halkı.”
Gemi, sarsıntılarla yeniden atmosfere girdi. Alevler
gövdeyi yaladı ama altı Kralın da bakışları hâlâ gökteydi. Halk korku ve
hayranlık içinde meydanda toplanmıştı; kimisi dua ediyor, kimisi susmuş, kimisi
şaşkın bakışlarla olan biteni izliyordu. Paraşütler açıldı ve kapsül,
bozkırın ortasına salına salına yere indi. Çarpmanın ardından toz bulutu
yükseldi.
Kapsülün kapağı yavaşça açıldı. Ağır bir sessizlik
çöktü. İçeriden, ağır uzay giysisinin içinde altı siluet çıktı. Yeryüzüne
sağ salim ayak bastığında dizlerinin bağı çözülmüştü. Altı kral, uzay
giysileri içinde teker teker yeryüzüne ayak bastılar ve alnını toprağa koyarak
fısıldadılar:
“Ben göğü gördüm. Artık yeryüzünü
farklı göreceğim.”
Krallar kasklarını çıkardılar. Yüzüne çarpan rüzgârla
birlikte saçları savruldu. Halk, ilk defa krallarının yüzünde yıldızların
sessizliğini yansıtan gözlerini gördü.
Çevresinde kalabalık iyice yaklaştı; çocuklar
annelerinin ellerini sıkıca tuttu, yaşlılar bastonlarına dayanarak öne çıktı.
Kalabalığın içinde bir uğultu başladı, ama o elini kaldırıp sessizlik istedi.
Gözleri kalabalığı süzdü, sonra yüzünü göğe kaldırdı ve derin bir nefes aldı.
Ve işte o an, her biri kendi aydınlanmasının son
sözünü söyledi:
Kemet Kralı Karmen:
"Kapsülümün penceresinden
evrenin sonsuzluğuna bakarken,
gördüm ki dünya bir inci tanesi
gibi boşlukta asılı.
O incinin içinde insanlar,
tahtlar, savaşlar, hırslar…
Hepsi bir rüyanın içindeki
gölgelerden ibaretmiş."
Libya Kralı Amsel:
"Ben yıllarca “benim” dedim;
toprak, taç, ordu, sınır…
Oysa şimdi anlıyorum ki hiçbir
şey benim değilmiş.
Ben, sahip olduğunu sanan bir
mahkûm,
dünyanın en süslü zindanında
yaşayan bir tutsakmışım."
Nubia Kralı Shabaka:
"Şimdi zincirler çözüldü.
Krallığım bir hayal, şanım bir
sis perdesi.
Bana ait sandığım her şey,
okyanusun damlasındaki bir
yansıma gibi kayboldu."
Kenya Kralı Mwenye:
"Oradan bakınca görüyordum:
Okyanus ile damla arasında bir
perde yok.
Ben damlayım, ama damlada bütün
deniz saklı.
Ben fanîyim, ama bende O’nun
nefesi gizli."
Sudan Kralı Taharka:
"Zaman da çözülüyordu orada.
Asırlar, imparatorluklar,
kavimler…
Bir yıldızın göz kırpışı kadar
kısa.
O halde tek sermayem ‘şimdi’dir,
ve ‘şimdi’, ebediyetin
kapısıdır."
Gine Kralı Mandé:
"Artık biliyorum ki en büyük
fetih,
ne sınırları genişletmek, ne
kaleleri almak…
En büyük fetih, kendi nefsini
yenmektir.
En büyük zafer, kendine
hükmetmektir."
Kenya Kralı Mwenye:
"Döndükten sonra artık
tahtıma otursam da,
artık o taht gözümde bir gölge
olacak.
Gerçek taht, kalplerin içindedir.
Gerçek saltanat, merhametle
hizmet etmektir."
Kemet Kralı Karmen:
"Şimdi şahit oldum:
Evrenin sessizliğinde yankılanan
tek hakikat,
“Tek Tanrıdan başka Tanrı yoktur.”
Ben bir kral değilim.
Ben, sadece O’nun aynasındaki bir
parıltıyım.
Ve teslimiyetle söylüyorum:
Hükmetmek özgürlük değilmiş,
teslim olmak özgürlüktür.
Siz de O'na teslim olun."
Krallar sözlerini bitirdiğinde, meydanda kimse
alkışlamadı, kimse bağırmadı. Sadece sessizlik… Ve o sessizlikte, sanki herkes
aynı hakikati hissetmişti. Bir kuş sürüsü göğe yükseldi, halkın bakışları
onlarla birlikte göğe çevrildi.
Karmen, bir an göğe baktı, sonra yavaşça kalabalığa
döndü ve derin, sakin bir sesle konuşmaya başladı:
“Ben artık kralınız değilim.”
Halkta önce bir şaşkınlık dalgası yayıldı. Bir süre
sessizlik sürdü; rüzgâr sadece yaprakların hışırtısını taşıyordu. Karmen devam
etti:
“Tahtın yükü, gücün çekiciliği…
Tüm bunlar, beni size hizmet etmekten alıkoydu. Artık ne sarayım, ne unvanım,
ne de sınırlar benim. Ben, sadece bu engin evrende sizinle aynı toprağı
paylaşan bir damlayım.”
Bir adım öne çıktı; kaskını elinde tutarak halkın
gözlerinin içine baktı. ”Artık hükmetmeyeceğim. Artık sahip
olmayacağım. Sadece hizmet edeceğim.”
Kalabalıkta bir uğultu yükseldi, ama bu korku değil,
merak ve umut dolu bir sessizlikti. Karmen, derin bir nefes aldı ve halkın daha
önce hiç duymadığı bir açıklıkla sürdü:
“Yarın, her şehirden ve köyden
temsilciler seçilecek. Artık kararları ben değil, siz alacaksınız. Her bireyin
sesi eşit olacak. Güç, bulutlarda olduğu gibi akıcı ve geçici olacak; savaşlar
değil, diyalog; hırs değil, uzlaşı hakim olacak. Bu yeni düzen, gökten
yeryüzüne baktığımda gördüğüm birliği yansıtacak: ne zengin ne fakir, ne güçlü
ne zayıf ayrımı olmayacak. Hepimiz, okyanusun damlası gibi bütüne katkı
yapacağız.”
Halkın gözlerinde umut ışıkları yanmaya başladı. Kimse
alkışlamadı; sessizlik, Karmen’in sözlerinin ciddiyetini ve ağırlığını yansıtıyordu.
“Ve böylece,” dedi
Karmen, ”Halk Meclisi kurulacak. Her köyde, her şehirde halk
meclisleri toplanacak. Yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler, çiftçiler,
tüccarlar, bilginler… Herkes kendi iradesiyle karar alacak. Meclisler, yasaları
yazacak; liderler seçilecek, ama tahtta oturan hükümdarlar değil, hizmet eden
ve hesap veren temsilciler olacak. Her yıl, halk oyuyla yenilenecekler. Çünkü
güç, bulutların akışı gibi geçici olmalı.”
O an, kalabalık yavaşça alkışlamaya başladı; önce
küçük, sonra güçlenen bir alkış… Çocuklar ellerini kaldırdı, yaşlılar başlarını
salladı. Karmen, bu sahneyi sessizce izledi, ardından kapsülün yanına geri
döndü ve bir kez daha göğe baktı:
“Sadece 6 kral değil, Dünya'nın
bütün kralları bu roketle gökyüzüne çıkıp Dünya'yı uzaydan izlemeli. Evren bana
gösterdi ki, en büyük güç paylaşmaktır. En büyük liderlik, halkın önünde
eğilebilmektir. Dünya'nın bütün kralları bu gerçeği farketmeli.”
Ertesi gün, halk meclisleri kuruldu. İlk seçimde
adaylar belirdi: Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkatip ve
Başyargıç. Her grup kendi önderini destekledi; bilginler başbilgine ısrar etti,
rahipler başrahibe, mühendisler başmühendise… Halk oy kullandı. Seçimi
başbilgin kazandı. Karmen, bir kez daha halkın önüne çıktı ve başbilginin seçimini
onayladı:
“Bilgelik, bir kişinin değil,
hepimizin ışığıdır. Halkın iradesi, en güvenli yoldur.”
Başbilgin, halkın tezahüratları arasında kürsüye
çıktı. ”Artık yönetim hepimizin elinde,” dedi. ”Her
karar, topluluğun vicdanına dayanacak. Güç, tek bir kişinin elinde değil,
halkın kolektif aklında olacak.”
Yıllar içinde Halk Meclisi, Afrika kıtasının dört bir
yanına yayıldı. Nil Deltası’ndan Sahara’nın güneyine, doğudan batıya kadar,
eski krallıklar yerini halk meclislerine bıraktı. Her ülke, kendi geleneklerini
korurken, ortak bir demokrasi şemsiyesi altında birleşti.
Karmen’in sesi, uzaydan yankılanan o ilk sözler, artık
kıtanın her köşesinde yaşayan bir miras haline gelmişti. Halk, kendi iradesiyle
yönetime katıldığı için, savaşlar unutulmuş anılara dönüştü; tarlalar
bereketli, ticaret adil ve toplum huzurlu bir düzen içinde yaşadı.
Karmen, bir zamanlar tahta oturmuş bir kral olarak
değil, ”Hizmetkar Başkan” olarak anıldı. Çıktığı 100 km
yükseklik isminden esinlenerek Kármán hattı olarak isimlendirildi.
Bu yeni düzen kısa sürede meyvesini verdi. Çatışmalar
azaldı, çünkü kimse kendini dışlanmış hissetmiyordu. Tarlalar daha bereketli
oldu; çünkü köylüler alınacak kararları kendileri vermişti. Ticaret yolları
güvenle açıldı; çünkü tüccarlar adil temsilciler tarafından korunuyordu.
Komşu ülkeler bu değişimi gördü. Önce kuşkuyla
baktılar, sonra merakla elçiler gönderdiler. ”Karmen’in halkı kendi
kendini yönetiyor, kral tahtını bırakmış,” deniyordu.
Kısa süre içinde bu yükseliş kıtanın dört bir yanına
yayıldı. Nil’in ötesindeki krallıklarda halk meydanlara indi, meclisler
kuruldu. Batı Afrika’da, tüccar şehirlerinde, temsilciler seçildi. Güneyde,
kabileler bir araya gelip ortak konseyler kurdu.
Afrika Birliği, artık yalnızca kralların değil, halkın
birliği olmuştu. Sınırlar hâlâ vardı, ama onları aşan bir şey doğmuştu: ortak
bir demokrasi ruhu.
Ve göklerden aşağıya bakınca, mavi-yeşil mücevherin
üzerinde parlayan bir barış ışığı görüldü. Afrika, "overview
effect"inden alınan ilhamla eşitlik, uzlaşı ve evrensel bir birlik
kıtasına dönüşmüştü.
...
33.3.
Nil-7’nin Anlatımı (M.S. 8000, Sahara’nın Odası)
Nil-7’nin gözlerindeki ışık halkaları yavaşça soldu.
Gözbebeklerinde Nil’in mavisi değil, anıların külleri dönüyordu artık.
Nil-7: ”Hikaye burada biter, Sahara.
Afrika’da 7 yıl boyunca Altın Çağ yaşandı. Halk meclisleri çalıştı, açlık
bitti, bereket geldi, tarlalar altın gibi parladı. İnsanlar birbirini
kardeş bildi.”
Sahara başını yana eğdi, küçük sesiyle sordu:
Sahara: ”Yedi yıl mı? Peki sonra ne oldu?”
Nil-7 sustu. İçinden bir veri akışı yankılandı; eski
kayıtları açıp kapar gibi.
Nil-7: ”Bunu gerçekten öğrenmek istediğine
emin misin? Üzülmeni istemem.”
Sahara’nın yüzü ciddileşti.
Sahara: ”Sen hep derdin ya... Gerçek, ne
olursa olsun bilinmeli diye. Lütfen anlat.”
Nil-7, gözlerini kapadı. Tıpkı bir makine değil de bir
canlıymış gibi derin bir nefes aldı.
Nil-7:
“Yedinci yılın sonunda… Başbilgin
bir sabah ölü bulundu. Zehirlendiği söylendi ama kimse kimin yaptığını
bilemedi.
Karmen, öfke ve suçluluk arasında
kaldı. Halk, birbiriyle tartışmaya başladı; meclisler parçalandı.
O karışıklıkta, tapınakların
başrahibi Narmer, ‘Tanrılar bize küstü’ dedi.
Ve halk, yeniden gökyüzüne değil,
yere bakmaya başladı.
Narmer, ‘Düzeni ben kuracağım’
diyerek iktidarı ele geçirdi.
Karmen onu durdurmak istedi… ama
o da kısa süre sonra öldü. Kimine göre suikasttı, kimine göre gönüllü bir son.
Altın çağ, sessizce karanlığa
döndü.”
Sahara’nın gözleri doldu.
Sahara: ”Yani… Alternatif tarih
senaryosu da olsa sonunda yine aynı hatayı yaptılar. “
Nil-7 başını eğdi.
Nil-7: ”İnsanlık bazen öğrenmek için değil,
hatırlamak için yaşar. Her çağda bir Karmen doğar, bir Narmer yükselir. Önemli
olan senin hangisini dinleyeceğin.”
Bölüm 34: Narmer
Dönemi - Karanlık Çağlar Başlıyor
34.1
Sahne: “Zaman Akışı - Hızlandırılmış Tarih”
Sahara yatağa kendini bıraktı ve robotuna seslendi:
“Hızlandır, Nil-7. Ama atlama; hepsini görmek istiyorum…
yıl yıl.”
Nil-7’nin göz merceği ince bir tonda parladı:
“Zaman akışı: gözlemsel hızlandırma modunda. Tamam küçük
hanım. Simülasyon hazır. ”Neuroverse™, zihinsel bağlantı
başlatılıyor, ”
Odada duvara düşen ışıklar takvim yapraklarına dönüştü.
Her yaprak bir esintiyle savrulup bir sonrakine devrildi.
Nil-7’nin vizöründe titreşen harfler belirdi: YIL
+1
Yıl 1 - Yıl 7 : Altın Çağ
Başbilgin seçimle iş başına gelir; Karmen ile birlikte
kıta barış, diyalog ve refah yaşar. Afrika olimpiyatları, Okullar, su
kanalları, halk meclisleri işler. Teknolojik keşif ve icatlar devam eder.
Yıl 8 : Kriz başlar
Altın Çağ’ın 7. yılının
ardından Başrahip Narmer'in sebep olduğu söylentiler, küçük
çatışmalar, politik gerilimler ve istikrarsızlık yükselir.
Yıl 9 : Başbilgin öldürülür / Altın Çağ’ın çöküşü
başlar”
Başbilgin suikastla ya da kaza ile hayatını kaybeder;
Karmen sarsılır.
Yıl 10 : Altın Çağın Sonu Karmen’in ölümü /
Narmer’in doğuşu
Kral Karmen ve Başbilgin aynı yıl içinde ölür veya öldürülür.
Kemet'in yönsüz kalmasını fırsat bilen Narmer
(başrahip) hızla otorite kazanır.
Başrahip Narmer, halkı “kaosun sonu”
vaadiyle bir araya getirir.
İlk kararnamesi: ”Gökyüzüne ait bilgi,
tanrıların yanında kalmalıdır.”
Yıl 10 - Yıl 72 : Narmer dönemi - Gölge Çağı (63 yıl)
Narmer’in iktidarı resmen bu aralığı kapsar (72 − 10 +
1 = 63 yıl). Bu dönemde meclisler bastırılır, kayıtlar mühürlenir
ve toplumsal denetim kurulur. Narmer, bilgelik meclislerini fesheder.
Afrika olimpiyatları yasaklanır. Afrika Birliği dağılır. Bilginler hapse
atılır. Mektepler kapatılır. Uçma turizmi tanrılara isyan sayılarak yasaklanır.
Yüzlerce Mekanik icatlar, on binlerce
tablet, harita, plan ve göksel veri; Nil’in batısında Giza'da yer
alan Kayıtlar Salonunun taş bir odasına indirilir. Kayıtlar
Salonu adı verilen bilgi arşivi mühürlenir.
Rahipler, bu odanın üstünü kum ve taşlarla
gömerek ”Sessizlik Mührü” töreni yapar.
Narmer’in emriyle, salonun üstü dev taş
bloklarla kapatılır.
Narmer, kendini tanrılar tarafından desteklenen ”Şahin
başlı tanrı himayesinde” ilan eder. Bilginler ”Karmenist
yahut Karmenci” olmakla suçlanır, Tanrılara ihanet ettikleri
iddiasıyla atsız araba ve roket ilmini bilen bilginler öldürülür.
Bilgin avına bütün halk katılır. Kemet
zindanları bilginlerin hamile eşleri ve bebekleriyle dolar. Bazı
bilginler ve öğrencileri zulümden kurtulmak için aileleriyle Afrika çöllerini
ve Nil nehrini aşmaya çalışır. Güneye giden mülteciler komşu devletlerdeki
istihbarat elemanları tarafından yakalanır. Nil'i geçip Mezopotamya'ya ulaşan
bilginler ve öğrencileri Mezopotamya’da yerel kabilelerle kaynaştı.
Onlara Sulama sistemlerini geliştirmeyi, Taştan kalıcı yapılar inşa
etmeyi, Gök olaylarını izleyip takvim oluşturmayı, Kayıt tutmak için
semboller (proto-yazı) kullanmayı öğrettiler. Ve böylece Kemet’te
mühürlenen bilgi, Fırat’ın kıyısında yeniden doğdu. İnsanlık, karanlığın
içinden ikinci kez yürümeye başladı.
Narmer Paleti’ndeki sahnelerde, bu
ünlü taş levhada Narmer, düşmanlarını cezalandırırken gösterilir. Bir sahnede
Narmer, bir düşmanı saçından tutarken topuzla vurmak üzere gösteriliyor. Alt
kısımda, kafaları kesilmiş ve hadım edilmiş düşmanlar yer
alıyor. Bu şiddet içeren taş levha, onun askeri gücünü ve
otoritesini vurgulamak için bilginleri katlettiği yere dikilir.
Tapınaklar her şehrin yönetim merkezi
olur. Gökyüzüne bakmak, suç sayılır. Halk, geceleri yıldızları
izlemek yerine tapınak ateşine bakar.
Narmer’in askerleri, atölyeleri ve fabrikaları
yıkar. Ev ev gezerek icatları toplar. Bilginlerin öğrencilerini ve saat
ustalarını hapseder. Bazı öğrenciler bilginleri tanımadığını söyleyerek
komşunu, arkadaşını, annesini, babasını, eşini, kardeşini, çocuğunu krala 'Evinde
yasak Karmen teknolojisi saklıyor' diye ihbar ederek, krala biat
eder. Bir kısmı çöllere sürülür, bir kısmı biat etmeye zorlanarak
tapınaklarda “çırak rahip” olarak eğitilir. Sadece taş ustalarına
dokunmaz.
Bilimin dili yavaş yavaş unutulur, yerine dua ve
ritüel dili geçer. Ayların isimlerini tanrılarla
ilişkilendirip ve Sirius yıldızının doğuşu gibi göksel olaylara
göre düzenler.
Afrika birliğinin tamamen dağılması için Libya,
Nubia, Kenya, Sudan, Gine krallarına suikast düzenleyerek öldürür. Kendi onay
verdiği politeist ve diktatör liderlerin kral olmasını sağlar. Afrika'nın bütün
ülkelerine dağılan icatlar toplanıp imha edilir.
Narmer, gömülen Kayıtlar Salonu’nun üzerine ”Güneş
Taşı” adıyla dev bir platform yaptırır.
Bu taş, sonradan piramitin temel katmanı olacaktır.
Rahipler, orayı ”Yeryüzü ile Göğün birleştiği
yer” ilan eder.
Yıl 73 ve sonrası : Piramit inşası / Kayıtların kesin
mühürlenmesi
Narmer’in ölümüne yaklaşırken, rahipler onun
vasiyetini açıklar:
“Gökyüzü, bir daha insan eliyle açılamasın.”
Yeni kral oğlu Hor-Aha oldu. Narmer’in izinden gitse
de göğe meraklıdır.
YIL +82 - “İlk Piramit”
Sonra Kral Zoser, Narmer’in
mühürlettiği Kayıtlar Salonu'nun tam üstüne ilk basamaklı piramidi yaptırır. Zoser’in
mimarı, rahip-bilgin İmhotep’tir.
Bu yapı, hem mezar hem mühür olur.
Piramitin tabanı altında, hâlâ Kayıtlar Salonu’nun taş
tavanı bulunur.
Halk, artık avuçlarına değil, piramitlere bakarak dua
eder.
Nil-7’nin sesi yavaşladı.
“Gözlemsel hızlandırma
durduruluyor…”
Sahara nefesini tuttu.
“Yani… piramitler aslında mezar
değil… mühür müydü?”
Nil-7’nin vizörü kısa bir süre karardı, ardından yalnızca
şu cümle belirdi:
“Evet, küçük hanım. Bilgiyi
gizlemek için yükseltilmiş taş dağlardı onlar. Teknoloji ve bilim vardı;
gömdüler Giza'ya. Aman bulunur! deyip üstüne 2,3 milyon taş blok koydular,”
Sahara gözlerini kocaman açtı:
Sahara: ”Peki… Kayıtlar Salonu bulundu mu?
Her şey orada hâlâ duruyor mu?”
Nil-7 kısa bir durak verdi, gözlerinde eski ışık
halkaları hafifçe titredi:
Nil-7: ”5000 yıl boyunca mühürlü kaldı,
taşların altında saklandı. Ama insanlık bazen kendi izini arar. Bazı
araştırmacılar 21. yüzyılda, 2025’te yeraltı rezonans haritalama
teknolojileriyle Giza Piramitleri’nin altında gizli yapılar, spiral geçitler ve
koridorlar buldular. Uydu radarları ve mikro titreşim analizleriyle
yerin altındaki yapılar, fiziksel kazı yapılmadan üç boyutlu olarak
haritalandı.”
Sahara heyecanla sordu:
Sahara: ”Peki… Kayıtlar Salonuna girildi
mi?”
Nil-7 gözlerini açtı, eski anıların külleri hâlâ
gözlerinde dans ediyordu:
Nil-7: ”Evet, küçük hanım. Piramitlerin altı
2125 yılında kazıldı, gizli geçitlerden Kayıtlar Salonu’na inildi ve her şey
bulundu. Ama bulunan icatlar zaten keşfedilmişti,. Fakat Altın Çağ döneminde 50
yılda keşfedilenlerin Gölge Çağ'da keşfedilmesi 5000 yıl sürmüştü.”
Sahara dudaklarını bükerek düşündü:
Sahara: ”Yani… bilgi oradaydı, ama insanlık
onu geç keşfetti.”
Nil-7 hafifçe başını salladı:
Nil-7: ”Evet, küçük hanım. Geçmişin
hazinesi sabırla bekledi ve insanlık hazır oldukça kapılar yavaş yavaş açıldı.”
Sahara merakla sordu:
Sahara: ”Nil-7… Kayıtlar Salonunu bana
gösterir misin? Görselleştir, lütfen.”
Nil-7 gözlerini kapadı, vizöründeki ışık halkaları
titreşti :
Nil-7: ”Tamam. Simülasyon hazır. ”Neuroverse™,
zihinsel bağlantı başlatılıyor. Hazır ol, küçük hanım. Zihnini aç ve
gözlerini kapat…”
Görüş bulanıklaşır… Sonra piramit tabanından başlayan
bir merdiven sistemi görünür. Dar geçitler, spiral rampalar boyunca uzanıyordu.
Duvarlar, eski taş tabletler ve kabartmalarla kaplıydı; üzerlerinde yıldızlar,
nehirler ve bilinmeyen semboller işlenmişti. Merkezi odada dev bir taş salon
yükseliyordu: Kayıtlar Salonu. Tavanı kubbe gibi kemerli, duvarları binlerce
küçük çekmeceyle doluydu; her çekmeceye mühürlenmiş tabletler yerleştirilmişti.
Nil-7: ”Burası… her bilginin gizlendiği
yer. Mekanik icatlar, matematiksel tablolar, yıldız haritaları, delikli
kartlar… Hepsi burada saklı. İnsanlık, bu kapıdan yavaş yavaş geçerek yeniden
keşfedecek.”
Sahara gözlerini kocaman açtı:
Sahara: ”Burası… inanılmaz… ama neden
saklamışlar?”
Nil-7: ”Çünkü Kral Narmer bilgiden korktu,
küçük hanım. Halkın kendi aklıyla değil, onun uydurduğu bin tanrılı düzenle
yaşamasını istedi. Kayıtlar Salonunu, bilgiyi korumak için değil; onu susturmak
için gömdü.”
Sahara’nın kaşları çatıldı:
Sahara: ”Yani… insanları karanlıkta tutmak
için mi?”
Nil-7: ”Evet. Işık varken gölgeler
hükmedemezdi. Narmer, yalanlarını duyurmak için gerçeği susturdu.”
Vizör bir süre sonra yavaşça kararırken, Sahara hâlâ
zihninde salonun büyüklüğünü ve gizemini hissediyordu. Nil-7’nin ışık
halkaları sönmeye başlarken, Sahara hâlâ zihninde Kayıtlar Salonu’nun taş
duvarlarını, spiral geçitlerini ve yıldız sembollerini görüyordu.
Nil-7 sessizce bir kenarda duruyordu.
Nil-7: ”Simülasyon sona erdi, küçük hanım.”
Bir süre sessizce yatağında oturdu. Derin bir nefes aldı.
Tam o sırada koridordan annesinin sesi geldi:
Anne: ”Sahara! Akşam yemeği hazır, hadi
sofraya!”
Sahara başını kaldırdı, hâlâ dalgın bir haldeydi.
Sahara: ”Geliyorum anne…”
Sahara ayağa kalktı, robotunun parlak gözlerine baktı:
Sahara: ”Bugün çok şey öğrendim, Nil-7.
Ama… sanırım biraz da üzüldüm.”
Nil-7: ”Gerçek bilgi bazen kalbi ağrıtır,
ama ışığı da ancak o karanlıkta fark ederiz.”
Sahara gülümsedi.
Sahara: ”Yemeğe dönüyorum. Yarın bana
Kayıtlar Salonu’na nasıl inildiğini anlatır mısın?”
Nil-7: ”Elbette, küçük hanım. Ama önce
enerji depolamayı unutma; hem senin hem benim için.”
Sahara kahkaha atarak odadan çıktı. Koridorda
annesinin sesi yankılandı: ”Sahara!”
Bölüm
35: SON AKŞAM YEMEĞİ (M.S. 8000)
Sahne Sahara’nın mutfağına kayar. Yemek masasında
sessizlik vardır, yalnızca çatalın tabağa dokunan sesi duyulur. Birden
annesinin sesiyle irkilir:
Nalan: ”Bugün hangi hikâyeleri dinledin
bakalım?”
Sahara, başını kaldırırken hafifçe fısıldadı:
Sahara: ”Sadece… dünyanın bir zamanlar göğe
bakmaktan korktuğu günleri.”
Nalan: ”Ne gibi?”
Sahara: ”Baba! Anne! Hikayede çok garip bir
şey oldu!”
Nalan çatalını bırakıp doğrulurken:
Nalan: ”Ne oldu yavrum? Neler gördün?”
Okan kollarını açtı:
Okan: ”Hadi anlat bakalım.”
Sahara: ”Simülasyonda… Afrika’da insanlar
altın çağı yaşıyordu. Her şey… o kadar parlak ve güzel görünüyordu ki… ama
sonra, birden… 5000 yıllık karanlık çağa gömüldüler. Halk birbirine düştü,
şehirler sustu, bin tanrı uydurup taptılar, bilgi kayboldu. Her şey bir anda…
yok olmuş gibi!”
Nalan yüzünü elleriyle kapladı, derin bir nefes aldı:
Nalan: ”Narmer’in dönemini öğrenmiş olmalı…
gerçekten de böyle korkunçtu.”
Okan kaşlarını çattı, hafifçe yere baktı:
Okan: ”Bu dönemi çocukken robotum
anlatmıştı. Tüm bilgiler… Kayıtlar Salonu’na gömülmüş.”
Sahara başını salladı, gözleri parladı:
Sahara: ”Evet! Ama Nil-7… simülasyonda bana
gösterdi. Her şey hâlâ oradaymış. İnsanlık onu yeniden keşfetmek için… binlerce
yıl beklemiş.”
Sahara yemeğini bitirene kadar bu konuyu konuştular...
Masadan kalkmak üzereyken birden babasının sesi ağır
bir ciddiyetle yükselir:
Okan: ”Sahara… seninle konuşmamız gereken
bir şey var.”
Sahara başını kaldırır. Annesiyle babasının gözlerinde
hem endişe hem de gurur vardır.
Nalan: ”Yeni görev açıklandı. Bir yıldız
gemisi… uzak bir dünyaya koloni kurmak için gidiyor.”
Sahara’nın kalbi hızla atmaya başlar.
Okan: ”Ve biz seçildik. Sen de bizimle
geliyorsun.”
Bir anlık sessizlikten sonra annesi gülümsedi:
Nalan: ”Nil-7 de geliyor tabii. Onsuz olmaz.”
Sahara, tabağını unutup başını çevirdi. Nil-7’nin
gözleri hafifçe yanıp söndü; sanki çok önceden her şeyi biliyormuş gibi
sessizce onları izliyordu.
Nil-7: "Anlattığım hikayeler seni bu
göreve hazırlamak içindi. Artık koloni görevi için hazırsın. Sıfırdan başlayıp
yeni bir uygarlık kurabilecek bilişsel donanımdasın. Benim hikâyelerim,
sadece geçmişi anlatmak değildi Sahara. Senin yolculuğun için, zihninde bir
pusula kuruyordum."
Nalan, hafifçe başını salladı,
gözlerinde hem ciddiyet hem de güven vardı.
Babası Okan: ”Gitmeden önce yapmamız
gereken bir şey var, Sahara…”
Sahara gözlerini onlara çevirdi, kalbi hızla
atıyordu. ”Nedir o?” diye sordu.
Okan derin bir nefes aldı. ”Senin için özel
bir hazırlık. Bu, sadece yolculuğun için değil, ömrün için de gerekli.”
Masadaki küçük, parlak kutuyu Sahara’ya doğru itti.
İçinde, metalik ve organik dokuların birleşimiyle neredeyse canlı gibi
kıpırdayan bir organ duruyordu. Sahara, kutuyu dikkatle inceledi.
“Nil-7… bu organ… bana
anlatabilir misin? Nasıl çalışıyor? Neden benim için tasarlandı? Eğer bunu
yapmazsak… ne olur?”
Nil-7 hafifçe parladı ve sakin bir sesle yanıtladı.
“Sahara, bu organ senin nefesinle
vücudunda oluşan serbest radikalleri topluyor ve etkisiz hâle getiriyor.
Hücrelerin zarar görmüyor, ömrün korunuyor. Tasarımı, doğal antioksidan enzimlerini
temel alıyor; ama kendi damar ağını kuruyor, metabolizmanla bütünleşiyor ve kan
akışıyla aktif çalışıyor.”
Sahara kaşlarını çattı. ”Peki… bunu
takmazsam? Normal nefes alıp, yaşamaya devam edersem ne olur?”
Nil-7 gözlerini hafifçe kısarak yanıtladı.
“Tabii ki yaşayabilirsin. Ama her
nefes, hücrelerine mikrohasar bırakıyor. Eğer organı takmazsan, zamanla vücudun
her organı yavaş yavaş çöküyor. Yirmi yıl, otuz yıl… belki elli yıl sonra,
kalbin, böbreklerin, kasların, hatta beynin bile tek tek yıpranmaya başlayacak.
Hücrelerin artık kendini onaramayacak. Yaşlanma kaçınılmaz olacak ve yaşamın
ağır bir çöküşle dolacak. Bu organ, sadece ömrünü korumakla kalmıyor; görevini
ve yeteneklerini sürdürmeni de sağlıyor.”
Sahara dudaklarını araladı. ”Başka özellikleri
de var mı?”
Nil-7 hafifçe titredi. ”Evet. Küçük
biyosensörleri sayesinde enerji seviyelerini, bağışıklık sistemini ve
hormonlarını sürekli izliyor. Minik yaraları hızla onarıyor, metabolizmanı
optimize ediyor ve seni koloni görevine hazır tutuyor. Her nefes artık seni
güçlendiriyor; sadece yaşamını değil, yeteneklerini de koruyor.”
Sahara, otodoktorun başında
dururken kaşlarını çattı.
“Peki… neden şimdi? Neden bu
organı bana daha önce takmadınız? Ya da neden daha geçe bırakmıyorsunuz?”
Nil-7’nin gözleri hafifçe yanıp söndü. Sesi derin ve
kararlıydı:
“Çünkü zamanın terazisi vardır, Sahara.
İnsan bedeni, yirmi yaşına kadar kendi savunmasını kusursuzca yapar. Çocukluk
ve gençlik boyunca hücrelerin antioksidan kalkanı çok güçlüdür. Oksijenin her
nefeste ürettiği serbest radikalleri anında temizler, tek bir yara izi bile
bırakmaz. Bu yüzden çocukların teni pürüzsüz, kasları esnektir.”
Sahara dikkatle dinliyordu; her kelime kalbine
işliyordu.
Nil-7 devam etti:
“Fakat yirmi yaşından sonra bu
kalkan zayıflamaya başlar. Önce yavaş, sonra hızlanarak. Yirmilerinde küçük
izler bırakır, otuzlarında mikrohasarlar birikir, kırklarda bu izler görünür
olur. Ve elli yıl sonra, organların tek tek çökmeye başlar. Kalp damarları
sertleşir, kaslar gevşer, beyin hücreleri zayıflar. İşte yaşlanma budur:
nefesin kendi bedenine karşı açtığı görünmez savaş.”
Sahara’nın boğazı kurudu. ”Yani… bu organ
takılmazsa… elli yıl içinde ben de çökeceğim. Fakat neden şimdi? Ben daha
9 yaşındayım. Neden 20 yaşıma gelmemi beklemiyoruz?”
Nil-7 hafifçe yanıp söndü ve sessizce yanıtladı:
“Sahara… senin durumun farklı.
Normalde organlar yirmi yaş civarında takılır, çünkü çocuk bedeni kendi
savunmasını kusursuz yönetir. Ama senin yolculuğun özel. Uzun süreli uyku
kapsüllerinde kalacaksın ve kolonileşmeye başlamadan önce metabolizmanın ve
hücrelerin, uyku kapsülünün stresine dayanıklı olmalı.”
Sahara kaşlarını çattı. ”Uyku kapsülü…
stres mi yapıyor?”
Nil-7 devam etti:
“Evet. Kapsül içinde vücut uzun
süre hareketsiz kalacak, kan akışı yavaşlayacak, metabolik denge değişecek. Bu
süreç, senin yaşını yavaşlatıyor gibi görünse de, hücrelerine mikrohasar
bırakıyor. Eğer organı şimdi takmazsak, uyku kapsülü yolculuğunun sonunda
hücrelerin yorgun ve zayıf olacak. Organ, bu mikrohasarları önlüyor, damarlarını
ve metabolizmanı optimize ediyor. Yani erken takılıyor: hem yolculuk boyunca
koruma sağlıyor, hem de senin doğal büyümeni engellemiyor.”
Nil-7'nin ışıkları sakin bir
ritimde titredi:
“Senin nefesin artık yolculuğunu
ve ömrünü koruyacak. Her nefesin seni güçlendirecek, Sahara. Bu yüzden
zamanlama kritik: dokuz yaş, uyku kapsülüne hazırlık için en uygun an.”
Sahara dudaklarını araladı ve hafifçe gülümsedi. Artık
korku yerini meraka ve heyecana bırakıyordu.
Okan hafifçe gülümsedi. ”Hazır mısın?” diye
sordu Okan. ”Hazırsan, Sahara… otodoktor seni bekliyor.”
Sahara başını salladı., heyecan ve korku arasında
gidip gelen duygularla, babası, kutuyu otodoktora yerleştirirken tereddütle
seslendi:
“Baba… canım acıyacak mı?”
Babası sakin bir tonda yanıtladı:
“Hayır, Sahara. Organ yerine
entegre edilirken, otodoktor mikrocerrahi ve nanoteknoloji kullanıyor. Hücreler
arasındaki boşluklardan geçiyor, damarlarını kendi kendine açıyor ve sadece çok
hafif bir karıncalanma hissi veriyor. Ağrı hissetmeyeceksin, sadece organın
aktifleştiğini fark edeceksin.”
Cihaz hafifçe titreşti, karın boşluğunu taradı ve iki
böbreğin arasındaki boşluğu belirledi.
Sahara derin bir nefes aldı. Otodoktor, organı
İki böbreğin arasındaki retroperitoneal boşluğuna yönlendirdi.
İlk temasla birlikte organ embriyo gibi kendi damarlarını açtı, böbreklere ve
çevre dokulara bağlandı. Kan akışı başladığında, hafif bir sıcaklık yayıldı ve Sahara,
karın boşluğunda hafif bir karıncalanma hissetti; organ, kendi damarlarını
yavaşça açıyordu.
Nil-7 yanıp söndü, sessizce onay verdi.
“İşte şimdi, nefesin seni değil,
görevini ve ömrünü besliyor. Artık sadece uzun ömürlü değil, aynı zamanda yeni
Sahra’nın öncüsüsün.”
Sahara dudaklarını araladı ve hafifçe gülümsedi.
Omzundaki titreşim, organın çalıştığını hissettiriyordu. Artık korku yoktu;
sadece merak, heyecan ve sorumluluk vardı. Sahara gözlerini kapattı, derin
bir nefes aldı ve organın hafif sıcaklığıyla bütünleşti. Artık hazırdı. Yeni
görev, yeni dünya ve yeni Sahra onu bekliyordu.
Sahara uyumadan önce Nil-7'nin
kulağına fısıldadı:
“Kayıtlar Salonu 2025’te tespit edildi, ama neden
2125’e kadar 100 yıl beklendi? Neden hemen kazmadılar?”
Nil-7: Gözlerindeki ışık halkaları hafifçe titreşti,
sesi sakin ama derin bir tonda yankılandı.
“Küçük hanım, 2025’te Giza’nın altında gizli yapılar
bulduklarında, dünya bir an için nefesini tuttu. Yeraltı rezonans haritalama,
mikro titreşim analizleri ve uydu radarları, Kayıtlar Salonu’nun varlığını
işaret ediyordu. Ama insanlık, hakikati bulduğunda bile bazen ona hazır
olmuyor. O dönemde, bazı güçlü sesler; mesela, Mısır’ın antik mirasını koruma
görevini üstlenmiş isimler, Zahi Hawass gibi; bu bulguları sorguladı, hatta
yalanladı. Onlar, piramitlerin sırlarının kutsal olduğunu ve açığa
çıkarılmasının kültürel mirası zedeleyeceğini savundular. Bilimsel topluluk da
temkinliydi; teknolojinin sınırları, bulguların kesinliğini tartışmaya açtı ve
bazıları bu iddiaları ‘abartılı’ buldu.
Ama asıl mesele, Sahara, insanlığın kalbiydi. 2025’te
dünya, savaşlar, iklim krizleri ve siyasi çalkantılarla boğuşuyordu. Kayıtlar
Salonu’nun keşfi, bir umut ışığı olabilirdi, ama aynı zamanda korku da
uyandırdı. İnsanlar, geçmişin bilgisinin kendilerini değiştirebileceğinden
çekindi. Hükümetler, bu bilginin kontrolünü ele geçirme telaşına düştü;
bazıları, Narmer gibi, bilgiyi gömmenin daha güvenli olduğunu düşündü. Kazılar
için izinler, fonlar, uluslararası anlaşmalar… Bütün bunlar, bürokrasinin ve
korkunun bataklığında yavaşladı.
100 yıl boyunca, teknoloji gelişti, ama insanlık önce
kendi nefsini fethetmek zorundaydı. 2125’te, nihayet, yeni nesil bilim insanları
ve kaşifler, cesaretle o taş kapıyı açtı. Kayıtlar Salonu’na inildiğinde,
insanlık hazırdı; ya da en azından, hazır olmaya karar vermişti. Çünkü bazen,
küçük hanım, gerçeği bulmak yetmez; onu kucaklamak için doğru zamanı beklemek
gerekir.”
...
Okan uyumadan önce Nalan'ın kulağına fısıldadı: ”Hayatım!
Yeni Dünyalar Kolonizasyon Yönetim Kurumundan şimdi haber geldi, rotada
stratejik bir revizyon yapılmış...”
İKİNCİ KİTAP BİTTİ
3. KİTAP: "YENİ SAHRA" tıkla.










Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!