11 Ekim 2025 Cumartesi

SAHRA-2 YÜKSELİYOR: M.S. 8000 - M.Ö. 3000

 


2. SAHARA YÜKSELİYOR

Bölüm 1: Sahara ve Nil-7’nin Mağara Macerası (M.S. 8000)

Sahara, yeni bir günün ilk ışıklarında gözlerini açtığında, zihninde hâlâ göl kenarındaki rüzgârın serin fısıltıları yankılanıyordu. Ancak bu kez, Eski Sahra’nın başka bir sırrını keşfetmek için sabırsızlanıyordu. Nil-7, şarj ünitesinden yeni çıkmış, nano-kristal kaplaması sabah güneşinde hafifçe parlıyordu. Sahara’nın zihni, robot leoparın sinirsel arabirimiyle eşleştiğinde, görüntüler, sesler ve kokular kristal berraklığında akmaya başladı. Hedefleri, yerleşim biriminin birkaç kilometre kuzeyinde, kayalık bir tepenin eteğinde gizlenmiş, karanlık ve davetkâr bir mağaraydı.

1.1. Mağaraya Doğru Yolculuk

Nil-7’nin adımları, çöldeki tozlu patikada neredeyse hiç iz bırakmıyordu. Mikro-sürtünme jelleri, her adımda zemine tutunarak sessiz ama güçlü bir hareket sağlıyordu. Sahara, leoparın geniş açılı lenslerinden gelen 270 derecelik görüntüyle, çevresindeki manzarayı izliyordu. Kum tepeleri, ufukta yerini keskin kenarlı kayalara bırakıyordu. Hava, sabahın serinliğiyle birlikte hafif bir mineral kokusu taşıyordu. Nil-7’in nano-kimyasal koku alıcıları, kaya yüzeylerinden yükselen silikat ve toz kokusunu Sahara’nın zihnine aktardı. ”Sanki taşlar da nefes alıyor,” diye mırıldandı Sahara, genzinde hafif bir rutubet hissederek.

Nil-7, mağaranın girişine yaklaştığında yavaşladı. Mağaranın ağzı, devasa bir taş ağız gibi karanlık ve gizemliydi. ”Mağara Keşif Modülü etkinleştirildi,” dedi Nil-7, sesi Sahara’nın zihninde sakin bir titreşimle yankılanırken. ”Ortam analizi: Hava nem oranı %12, sıcaklık 18°C, düşük seviyeli organik izler tespit edildi.” Sahara’nın kalbi hızlandı. ”Organik izler mi? Yani… orada bir şeyler mi yaşıyor?” Nil-7’in optik mercekleri, karanlığa odaklanırken hafif bir tıklama sesi çıkardı. ”Muhtemelen mikroorganizmalar, ama dikkatli olalım, küçük komutan.”

1.2. Mağaranın Derinliklerine

Nil-7, mağaranın içine ilk adımı attığında, Sahara karanlığın serinliğini hissetti. Leoparın termal sensörleri, sıcaklık düşüşünü algıladı ve bu veri, Sahara’nın teninde hafif bir ürperti olarak simüle edildi. Nil-7’in gece görüş ve kızılötesi modülleri devreye girdi; mağaranın duvarları, yeşilimsi bir parlaklıkla ve sıcaklık farklılıklarının oluşturduğu siluetlerle aydınlandı. Duvarlarda, binlerce yıl önce oluşmuş mineral damlacıkları, kristalize yıldızlar gibi parlıyordu. Sahara, ”Nil-7, bu taşlar… sanki bir gökyüzü gibi,” diye fısıldadı.

Robot leoparın yüksek çözünürlüklü kulak mikroflapları, mağaranın içindeki her titreşimi yakalıyordu. Damlayan suyun ritmik tıpırtısı, uzak bir yankıyla geri dönüyor, adeta sessiz bir melodi oluşturuyordu. Nil-7, kaygan kalsiyum karbonat zeminini analiz ederek dikkatle ilerledi. ”Kayma riski %8,” dedi. Sahara gülümsedi. ”Sen bir leoparsın, kaymazsın, değil mi?”

Birden, Nil-7’in koku alıcıları yeni bir iz yakaladı: hafif, küflü bir koku, nemli bir ormanın kalıntılarını andırıyordu. Sahara’nın zihninde bu koku, genzi yakan bir rutubet ve hafif tatlı bir mineral notasıyla canlandı. ”Bu koku… sanki bir sır saklanıyor,” dedi Sahara, heyecanla. Nil-7, koku izini analiz etti: ”%0.3 mantar sporları, %0.1 organik çürüme. Zararsız, ama yaklaşık 3200 yıl öncesine ait.” Sahara’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. “Yani… bu mağara, bir zamanlar yaşayanların sığınağı mıydı?”

1.3. Mağaranın Sırrı

Nil-7, mağaranın derinliklerine ilerledikçe, duvarlarda soluk ama belirgin çizgiler belirdi. Sahara, leoparın yüksek çözünürlüklü kameralarından gelen görüntülerde kaya yüzeyine kazınmış şekilleri fark etti. ”Nil-7, dur! Bunlar… resimler mi?” Nil-7’in mercekleri yakınlaştı; el izleri, av sahneleri ve spiral desenler ortaya çıktı. “Kaya sanatı,” dedi Nil-7. ”M.Ö. 3000 yılları arasında yapılmış. Bu semboller, suyun döngüsünü anlatıyor: yağmur, nehir, göl… ve gökyüzüne dönüş.” Sahara, bir spiral desenin içinde kayboldu. ”Yani… bu mağara, suyun hikayesini mi koruyor?”

Nil-7, mağaranın derinliklerinden gelen hafif bir hava akımını algıladı. ”Belki de öyle, ama bu mağara insanların umutlarını da saklıyor.” Sahara, küçük, narin bir el izine odaklandı. ”Nil-7… bu el izi, benimki kadar küçük,” dedi yumuşakça, sanki binlerce yıl önceki bir çocuğun ruhuna dokunuyordu.

1.4. Beklenmedik Bir Keşif

Nil-7’nin sensörleri, bir anormallik yakaladı. Mağaranın zemininde, küçük bir çukurda su birikintisi vardı, etrafı neon yeşili parıldayan yosunlarla çevriliydi. Nil-7, mikro-nano tat analiz probunu suya uzattı. Sahara, bir anlık serinlik hissetti, ardından tat geldi: hafif tuzlu, ama göldeki gibi ağır değil, hafif kükürtlü ve metalik bir tatlılıkla karışık. ”Bu su… farklı,” dedi Sahara. Nil-7 analizi tamamladı: ”Tuz oranı %0.2, mineral içeriği düşük, hafif jeotermal izler. İçilebilir, ama kükürt ve demir var.” Sahara’nın gözleri parladı. ”İçilebilir mi? Yani… bir vaha mı bulduk?”

Nil-7, ultrasonik sensörleriyle suyun kaynağını taradı ve dar bir açıklıktan gelen ısı parıltısını fark etti. ”Jeotermal bir yeraltı kaynağı. Milyonlarca yıldır burada olabilir.” Sahara, Nil-7’in probunun suya daldığını hissetti. Suyun yüzeyinde, küçük, yarı saydam, ışıldayan canlılar yüzüyordu. ”Canlılar!” diye fısıldadı Sahara heyecanla. ”Ne bunlar, Nil-7?”

“Termal koşullara uyum sağlamış ekstrem mikroorganizmalar, termofiller” dedi Nil-7. ”Bu havuz, en az 1000 yıllık izole bir ekosistem. Anaerobik, sülfür indirgeme yeteneği vardır.” Sahara, bu küçük canlıların dansını izlerken, ”Bu mağara… sanki dünya burayı saklamış,” dedi. Nil-7’in sesi yumuşadı: ”Bazı sırlar, dokunulmadan kalmayı hak eder, küçük komutan.”

1.5. Mağaranın Şarkısı

Sahara, mağaranın sessizliğini ve parlayan suyun yansımasını zihninde canlandırdı. ”Nil-7, bu mağaranın bir şarkısı var mı?” diye sordu. Nil-7 durdu, sesi karanlıkta bir ninni gibi yankılandı: ”Her yerin bir şarkısı vardır. Bu mağaranın şarkısı, su damlaları ve sessizliğin dansıdır.” Sahara, gözlerini kapattı ve mağaranın fısıltılarını dinledi: damlayan su, yankılanan sessizlik ve binlerce yıllık sırlar.

1.6. Dönüş Zamanı

Nil-7’nin enerji seviyeleri %22’ye düştüğünde, Sahara dönüş vaktinin geldiğini biliyordu. ”Nil-7, bu mağarayı unutmayacağım. Sanki Sahra’nın kalbi burada atıyor.” Robot leopar, mağaranın dar geçitlerinden sessizce geri dönerken yanıt verdi: ”Bu topraklar, sırlarını dinleyenlerle konuşur. Sen, küçük komutan, iyi bir dinleyicisin.”

Evlerine dönerken, Sahara mağaranın görüntülerini zihninde tekrar oynattı: kaya resimleri, parlayan mikroorganizmalar, küçük el izi… “Nil-7,” dedi fısıldayarak, “Bir gün buraya geri döneceğiz, değil mi?” Nil-7’nin gözleri, alacakaranlıkta parladı. ”Elbette. Mağaralar bekler, ve biz her zaman geri döneriz.”

Sahara, zihinsel bağlantıyı yavaşça kesti. Odasının sessizliğinde, mağaranın serinliğini ve suyun şarkısını hâlâ hissediyordu. Nil-7, Üzerinde "Sahara Reborn" yazan kapsülün “Hijyenik Servis Kapısı" dan girip şarj ünitesine yerleşirken, Sahara yatağına uzandı ve gözlerini kapattı. Mağaranın fısıltıları, zihninde bir ninni gibi yankılanıyordu. Sahra, bir kez daha onunla konuşmuştu.

1.7. Sahara'nın Odası

Sahara, yatağında mağara yolculuğunun yankılarıyla uzanırken Nil-7’nin gözleri loş ışıkta yanıp söndü.

“Ansiklopedik bilgi güncellemesi: Bu mağara, Holosen Nemli Dönem’in sonlarında, göçebe kabilelerin geçici barınağı olarak kullanılmış. Kaya resimleri, su kültünün en eski örneklerinden biri. Bu da Sahra’nın, bir zamanlar yalnızca çöl değil, yaşamın kalbi olduğunu gösterir,” dedi robot.

Sahara, düşünceli bir şekilde mırıldandı:

“Yani bu taşlar, binlerce yıl önce yaşamış insanların sesini taşıyor… Tıpkı Sahra’nın yeniden uyanacağına dair hikâyeler gibi.” 

Nil-7, mağara duvarındaki resimleri gösterdikten sonra devam etti; 

"Çektiğim resimlerin veritabanı eşleştirmesi tamamlandı. Bu tarz kaya resimleri, özellikle Tassili n’Ajjer platosunda yaygındır. Cezayir’in güneydoğusunda, 72.000 kilometrekarelik bir alanı kaplayan bu plato, dünyanın en büyük tarih öncesi sanat galerisi sayılır. 12.000’den fazla kaya resmi bulunmuştur. Çizimlerde fillerden timsahlara, hipopotamlardan zürafalara kadar Sahra’nın bir zamanlar cennet gibi olduğunu kanıtlayan hayvanlar görülür. Ayrıca, ritüel sahneler, dans eden insan figürleri ve gökyüzüne bakan garip siluetler de vardır. Arkeologlar hâlâ bu resimlerin bir kısmının anlamını çözememiştir. Bazıları, yıldızlarla kurulan mistik bağları sembolize ettiğini düşünür.”

Sahara’nın gözleri büyür: ”Yani Sahra, bir zamanlar sadece çöl değilmiş… gerçekten yaşam doluymuş. Bizim bulduğumuz gibi... el izleri, spiraller. Sanki o insanlar bize mesaj bırakmış. Peki, bu mağaralar nasıl oluşmuş? Yeraltı suları falan?”

Nil-7’nin gözleri hafifçe parladı. ”Mağaralar, karstik süreçlerle oluşmuş; suyun kayaları eritmesiyle. Sahra'nın altında gizli su kaynakları var, jeotermal aktiviteler de dahil. Rock art genellikle bu dağlık bölgelerde, çünkü taş yüzeyler bol ve korunaklı.”

Nil-7’nin optikleri yavaşça kısıldı.

Sahra'nın Uyanışı adlı hikâyeyi hatırlamak ister misin küçük komutan?”

Sahara başını salladı. ”Evet… ama nerede kalmıştık?”

Nil-7 kısa bir duraksamadan sonra cevap verdi:

“MÖ 3000 yılıydı. Alternatif tarih senaryosunda ilk defa bir insan, gökyüzünü aşarak yıldızlara dokunmuştu. İlk firavun Karmen.”

Sahara’nın kalbi hızlandı. ”Hâlâ merak ediyorum… bunu nasıl başardılar? O çağda hangi bilgiyle, hangi cesaretle? Devam edelim mi?” diye fısıldadı.

Nil-7’nin sesi alçaldı, ama tınısında bir merak vardı:

“Devam etmeliyiz. Çünkü bu hikâye… bizim geçmişimizden almamız gereken dersleri, ve belki de planlamamız gereken geleceğimizi anlatıyor.” 

Bir saniye sonra Nil-7’nin sesi duyuldu. 

“Tamam. M.Ö. 3100 yılı. Simülasyon hazır. Zihin bağlantısı başlatılıyor…” 

Sahara’nın zihni yavaşça karardı. Nil kenarındaki rüzgâr uğultusu yerini mağaranın fısıltısına bıraktı. Nil'in kokusu, Firavunun saray'ın ışıltısına dönüştü. Ay ışığı soldu. Güneş, bir başka çağın gökyüzüne doğdu. Zamanın binlerce yıl geçmiş hikayelerini yüreğinde hissetti. Uğultu… Görüş bulanıklaşma… Sonra altın kadehler, meyve tabaklarıyla dolu bir masa ve uzaklardan gelen ayak sesleri ile görüntü keskinleşti.




Bölüm 2: Antik Mısır Tanrıların Kökeni (M.Ö. 3100)

İlk firavun Karmen, leopar başlı altın kabartmalı tahtında oturmuş, alaycı bir gülümsemeyle rahiplerine bakıyordu. Elinde bir yazı kamışı, gözlerinde muzip bir ışık vardı. Büyük taş kubbenin içinde toplanan rahipler, tedirgin ama merakla bekliyordu:

"Demek beni tanrı yapmak istiyorsunuz."

Başrahip Neshem öne çıktı:

"Efendimiz, evet. Biz düşündük. Firavunumuzdan çok güzel bir tanrı olur dedik. HORUS'un oğlu deriz. Tanrı Horus’un yeryüzündeki temsilcisi olduğunuzu ilan ederiz. Horus’un simgesi olan şahinle birlikte tasvir ederiz. Horus, düşmanlarını alt eden Karmen’e yardım eder gibi gösteririz.  Bu da sizi ilahi destekle hüküm sürdüğünüzü ima eder."

Karmen kahkahalarla havaya fırladı:

"Horus’un oğlu mu? Şahin başlı tanrıyı, anneme koca mı yapıyorsunuz? Bir kuşla akraba mı olacağım yani? Yarın da beni kartal yumurtasından mı çıkaracaksınız?"

Rahipler ter içinde kalmıştı. Başrahip Neshem ürkekçe itiraz etti:

“Efendimiz… Horus güçlüdür, gökten gelen adaleti simgeler. Siz de onun gücünü taşırsınız.”

Karmen:

“Peki, Horus’u nasıl uydurdunuz? Şahin kafalı bu tanrı da nereden çıktı?”

Bir rahip kıpkırmızı oldu, titreyerek öne çıktı:

“Efendimiz… aslında başta Horus diye bir tanrı yoktu. Çocuğum bir gün horozunu gösterdi, ‘Baba, bunu kim yarattı?’ diye sordu. Ben de ‘Horozları, Horoz Tanrısı Horus yarattı’ dedim.”

Karmen bir an dona kaldı, sonra kahkahayı patlattı:

“Horoz mu?! Yani tanrılarımızı tavuk kümesinden mi çıkarıyorsunuz siz?”

Rahip boynunu bükerek devam etti:

“Ama… efendim… horoz kafası çok komik görünüyordu. Halk da ciddiye almadı. Biz de biraz makyaj yaptık… horoz kafasını şahine çevirdik. Daha havalı oldu.”

Karmen bastonuyla yeri dövdü, kahkahadan gözleri yaşardı:

“Yani siz bana kuş tanrısı sattınız ama aslında işin içinde horoz vardı! Horoz Tanrısı Horus! Horoz ötünce güneş doğar sandınız herhalde! Bu mudur ilahiliğiniz?”

Diğer rahipler de kahkahalara karıştı.

Karmen kahkahalarla sarsılarak başladı:

“KHEPRİ’yi hatırlıyor musunuz? Bokböceği tanrımız vardı. Onu kim uydurdu?”

Bir rahip öne çıktı, başını eğerek utangaç bir sesle cevap verdi:

“Efendimiz, evet… aslında… ben uydurdum. Benim çocuğum bir bokböceği görmüş, ona isim bile vermiş. Bana koştu: ‘Baba, Khepri adını verdiğim böceğimi kim yarattı?’ diye sordu. Ben de ona bir masal anlattım. Akşam olana kadar, çocuk arkadaşlarına anlatmış… ve işte o gün, bizim yeni tanrımız oldu: Bokböceği tanrısı Khepri.”

Karmen’in kaşları kalktı, sesi taş kubbeyi titretti:

“Bunu duymak, gerçekten… ahlaksız bir komedinin ta kendisi! Siz… çocukların hayal gücüne dayanan bir tanrı yarattınız ve sonra da bu masal yüzünden halkı köle ettiniz!”

Karmen, yazı kamışını elinde çevirerek yürüdü ve durdu:

“Bakalım… HEKET, kurbağa başlı doğum tanrıçası da var. Bunu hangi akıllı uydurdu?”

Bir rahip titreyerek öne çıktı, sesi çatallaşarak:

“Efendimiz, geçenlerde hanımım doğum yapmak üzereydi, bana hangi tanrıya dua edeceğini sordu. Doğum tanrımız o güne kadar yoktu. Gelen Hekima isimli ebe… kurbağa gözlü bir kadındı, efendim! Oradan esinlendim. Kurbağa başlı tanrıyı hemen uydurdum, halk da inandı!”

Karmen kahkahalarla sarsıldı, tonu alaycıydı:

“Kurbağa gözlü bir ebe mi? Bu tanrıça, doğumu kolaylaştırmaktan çok, anneleri korkutmuş olmalı! Harika bir buluş!”

Karmen, gülmekten nefes nefese, devam etti:

“BABİ’yi kim uydurdu lan? Çok komikmiş! Yıldızlara kadar uzanan cinsel organı varmış!”

Başrahip Neshem korkarak öne çıktı, yüzü kıpkırmızı:

“Efendimiz… onu da ben uydurdum… Haydutlar saldırdığında Babek isimli biri okla vurulmuştu, cesedi kaldırmak için geri döndüğümde babunlar cesedin başına toplanmış… Kalbini ve… cinsel organını yemişlerdi. Halk ne oldu bu cesede diye sorunca ben de Babi’yi anlattım, efendim. Yıldızlara uzanma kısmı… biraz abarttım, korkutmak için!”

Karmen yere kapaklanarak güldü:

“Abarttın mı? Bu, Nil’in ötesine geçen bir efsane olmuş! Babunlar bile utanıyordur şimdi!”

Karmen, kendini toparlayıp kalem olarak kullandığı kamışını salladı:

“Peki ya Anubis? Sakallı çakal kafalı bu adamı kim icat etti?”

Bir genç rahip cesaretle atıldı:

“Efendimiz, köpeklerimiz gece çöldeki çakallarla kavgaya karışmıştı. Bir gece sakallı bir çakal gördüm sandım, 'ağzı pis' dedim. Ağzında köpek yavrusu varmış. Ağzı pis dediğimi yanlış duyan rahipler ‘Bu kutsal bir işaret’ Anubis dedi. Ben de ‘O zaman mumyalama tanrısı yapalım’ dedim. Sakallı çakal kısmı, öyle kaldı!”

Karmen kahkahalarla patladı:

“Sakallı çakal mı? Bu tanrı, yeraltı dünyasında traş makinesi arıyordur herhalde!”

Karmen, gözleri yaşararak devam etti:

“HATHOR’u da unutmayalım! İnek kafalı aşk tanrıçası… Bunu kim uydurdu?”

Bir yaşlı rahip utangaçça güldü:

“Efendimiz, bir gün Hartur isimli sarhoş bir çobanı, ineğiyle dans ederken yakaladık. ‘Bu kutsal bir ritüel’ dedik, sonra ineği tanrıça yaptık. Aşk ve müzik kısmı, çobanın flütünden geldi!”

Karmen dizlerini döverek güldü:

“Gerçekten mi? Nasıl dans eder ya inek çobanla? Bu tanrıça, diskoda mı doğdu?”

Karmen, nefes alarak son bir darbe vurdu:

“SOBEK’i kim uydurdu? Timsah kafalı bu askeri tanrı nereden çıktı?”

Bir balıkçı rahip öne çıktı, gülerek:

“Efendimiz, Nil’de bir timsah beni yutacaktı, kurtuldum. Halk ‘Bu bir tanrı’ dedi, ben de ‘Askeri güç olsun’ dedim. Timsah kafası, korkutmak için kaldı!”

Karmen ayakta alkışladı:

“Timsahın midesinden tanrı mı çıkardınız? Bu, en iyi komedi finali!”

Karmen, devam etti:

“HATMEHYT’i ele alalım! Balık başlı veya başında balık taşıyan kadın… Bunu kim uydurdu?”

Bir balıkçı rahip utangaçça öne çıktı, elindeki ağla oynayarak:

“Efendimiz, bir gün Nil’de balık tutarken ağa yüzme olimpiyatlara hazırlanan Hatmira isimli bir kadın takıldı, ama çıkarırken üzerine balıklar döküldüğü için balık gibi kokuyordu! ‘Bu kutsal bir işaret’ dedim, sonra balığı tanrıça yaptım. Balık başı, kokuyu gizlemek içindi!”

Karmen kahkahalarla yere yığıldı:

“Balık kokusu mu? Bu tanrıça, tapınakta bile insanları uzaklaştırıyordur! Balıkçı pazarından tanrı mı çıkardın?”

Karmen, kendini toparlayıp devam etti:

“NEHEBKAU’yu unutmayalım! İki başlı yılan… Kimin aklına geldi bu saçmalık?”

Bir yılan terbiyecisi rahip titreyerek atıldı:

“Efendimiz, bir gün çöldeki iki yılan kuyruğunu birbirine dolamıştı, korktum! ‘Bu tanrı olmalı’ dedim, iki başı ruh koruması için ekledim. Enerji kısmı, yılanların hızlı hareketinden geldi!”

Karmen gözyaşlarını silerek güldü:

“İki başlı yılan mı? Bu tanrı, kendi kuyruğunu yakalamaya çalışıyordur! Çöldeki en karışık dansçı!”

Karmen, kamışını havaya kaldırdı:

“RA, şahin başlı güneş tanrısı… Bunu kim uydurdu, gökyüzünde uçan bir tavuk mu?”

Bir gökbilimci rahip öne çıktı, utanarak:

“Efendimiz, bir şahin güneşi takip ediyordu, ‘Bu güneşin ta kendisi’ dedim. Diski taç yaptık, ama şahin kafası uçuşu temsil etsin diye kaldı. Geceleri yeraltına inmesi… uyuyakaldığı için!”

Karmen dizlerine vurdu:

“Uyuyakalan bir güneş tanrısı mı? Bu, gökyüzünde sızıp düşen bir şahin! Harika bir mazeret!”

Karmen, gülerek devam etti:

“PTAH, mumya gibi asa tutan mavi taçlı adam… Kim bu zombi tanrıyı yarattı?”

Bir heykeltıraş rahip güldü:

“Efendimiz, bir gün eski bir mumyayı boyadım, mavi taç ekledim, ‘Bu yaratıcı bir tanrı’ dedim. Asa, boya fırçası yerine geçti. Halk da inandı!”

Karmen kahkahalarla sarsıldı:

“Mumya boyası mı? Bu tanrı, tapınakta boya kokusuyla dolaşıyordur!”

Karmen, kamışını masaya vurdu:

“KHNUM, koç başlı adam… Bunu kim uydurdu, çöldeki bir keçi mi?”

Bir çoban rahip öne çıktı:

“Efendimiz, bir koç bana kafa attı, ‘Bu güçlü bir tanrı’ dedim. Kil çamuruyla insan yapma fikri, koçun boynuzlarını yoğurmaktan geldi!”

Karmen yere yuvarlandı:

“Kafa atan koç mu? Bu tanrı, tapınakta kafa tutuyor olmalı!”

Karmen, nefes alarak devam etti:

“MA’AT, devekuşu tüyü başlı kadın… Kim bu tüy koleksiyoncusunu yarattı?”

Bir hakem rahip güldü:

“Efendimiz, bir devekuşu tüyü buldum, ‘Adalet sembolü olsun’ dedim. Denge kısmı, tüyün hafifliğinden esinlendi!”

Karmen alkışladı:

“Tüyden adalet mi? Bu tanrıça, mahkemede uçuşuyor olmalı!”

Karmen, kamışını salladı:

“THOTH, ibis başlı veya babunlu adam… Kim bu tuhaf kâtibi uydurdu?”

Bir kâtip rahip utandı:

“Efendimiz, bir ibis papirüsümü yedi, ‘Bu bilgelik tanrısı’ dedim. Babun, kalemi çaldığında eklendi!”

Karmen kahkahalarla patladı:

“Papirüs yiyen bir tanrı mı? Bu tanrı, tapınakta kırtasiye malzemelerini çalıyor!”

Karmen, gözleri parlayarak devam etti:

“AMMUT, aslan-timsah-su aygırı karışımı… Kim bu canavarı hayal etti?”

Bir korkak rahip titredi:

“Efendimiz, bir kâbus gördüm, üç hayvan birleşmişti! ‘Ölülerin yiyicisi olsun’ dedim, korkutmak için!”

Karmen yere düştü:

“Kâbustan tanrı mı? Bu, tapınakta birinin arkası açık kalmış, rüya görüyor!”

Karmen, gülerek ekledi:

“BASTET, kedi veya dişi aslan başlı kadın… Kim bu ev kedisini tanrı yaptı?”

Bir kedi sever rahip güldü:

“Efendimiz, kedim fare yakaladı, ‘Koruma tanrısı’ dedim. Aslan kısmı, kedinin hırlamasından geldi!”

Karmen alkışladı:

“Fare avcısı mı? Bu tanrıça, tapınakta miyavlıyor!”

Karmen, kamışını kaldırdı:

“SEKHMET, dişi aslan… Kim bu vahşi kediyi uydurdu?”

Bir savaşçı rahip öne çıktı:

“Efendimiz, bir aslan saldırdı, ‘Bu savaş tanrısı’ dedim. Sinkaflı küfür kısmı, kaçarken attığım çığlıktan!”

Karmen güldü:

“Küfürden tanrı ismi mi? Tapınıyor muyuz, küfür mü ediyoruz belli değil!”

Karmen, devam etti:

“BES, cüce tanrı… Kim bu küçük adamı yarattı?”

Bir dansçı rahip güldü:

“Efendimiz, Bestami isimli bir cüce dans ediyordu, ‘Şans tanrısı’ dedim. Komik yüzü, kahkahalardan geldi!”

Karmen yere yattı:

“Dans eden cüce mi? Bu, tapınakta parti yapıyor!”

Karmen, nefes nefese ekledi:

“TAWERET, hipopotam-timsah-aslan karışımı… Kim bu tuhaf figürü uydurdu?”

Bir ebe rahip utandı:

“Efendimiz, hamile bir hipopotam gördüm, ‘Doğum tanrısı’ dedim. Timsah ve aslan, korkutmak için eklendi!”

Karmen kahkahalarla sarsıldı:

“Hipopotam doğum mu? Bu, tapınakta yüzen bir tanrıça! Başka kim var? Bu tanrı tiyatrosu bitmedi!”

Karmen, son bir darbe vurdu:

“SET, bilinmeyen bir hayvan başlı adam… Kim bu tuhaf yaratığı icat etti?”

Bir avcı rahip güldü:

“Efendimiz, çölde karanlıkta garip bir hayvan gördüm sandım, ‘Kaos tanrısı’ dedim. Hayvanı tanıyamadım, o yüzden öyle kaldı!”

Karmen ayakta alkışladı:

“Tanıyamadığın bir hayvan mı? Bu tanrı, tapınakta kaybolmuş olmalı!”

Rahip topluluğu, Karmen’in kahkahalarına katılarak kubbenin içinde bir gülme korosu oluştu. Tanrılar, masallar ve abartılarla dolu bu dünya, artık bir komedi sahnesine dönüşmüştü.

Karmen, kamışını masaya vurarak bağırdı: ”Kesin bu soytarılığı!”

Rahipler kafalarını öne eğdi, sessizlik taş kubbeyi doldurdu. Karmen, tahtından kalkıp odada volta atmaya başladı, sesi öfke ve alayla karışmıştı.

Karmen:

“Heket, Babi, Hatmehyt, Nehebkau… binlercesi hepsi bir hikaye. Bok böcekleri, balıklar, babunlar ve bunun gibi bunlardan absürt tanrılar uydurmak ve bunlara bir çocuk gibi saflıkla inanmak, insanları köleleştirmektir, halk düşmanlığıdır. Ben firavun olmayacağım. Halkıma 'Tanrının yeryüzündeki temsilcisi' yalanını söylemeyeceğim.  Anladınız mı?”

Rahipler birbirine bakıştı, korku ve şaşkınlık içindeydi.

 

2.1. Karmen’in Halkına Hitabı

“Ey Kemet halkı! Ben tanrıyı yıkmıyorum, hakikati arıyorum.

Siz masalcı rahipler yüzünden her varlığın ayrı bir tanrısı olduğuna inandınız. Güneşin ayrı, nehrin ayrı, doğumun ayrı, ölümün ayrı…

Fakat ben gördüm ki, bütün bunlar bir tek kudretin eseridir.

Evrenin, hayatın ve her şeyin yaratıcısı bir tek Tanrı olabilir.

Onu bulmadan, gerçek huzuru bulamayız.

İşte bu yüzden diyorum: Ben göğe çıkmalıyım!

Çünkü hakikat yerde değil, göklerin derinliğinde gizli olabilir.

Bilginlerimiz, ustalarımız, rahiplerimiz! Yeni hedefiniz benim göğe yükselmemdir.

Bana merdivenler, kuleler yapın. Bunlar göğe çıkmamı sağlamazsa beni bulutların üstüne uçurun. 

Çünkü ancak göğe çıktığımda, her şeyin yaratıcısını bulabileceğime inanıyorum ve bulduğumda size geri döneceğim.

Ve o gün geldiğinde, artık masallarla değil, hakikatle yaşayacağız.”

 

2.2 Tapınaktan Tanrılar Kaldırılıyor

Kral Karmen, tapınakta tüm tanrı sembollerinin kaldırılmasını emretti. Heket’in kurbağa kafası, Babi’nin babun heykeli, Khepri’nin bokböceği maskesi… Hepsi tek tek kaldırıldı, altın kaplamalar söküldü, tahta oymalar yere yığıldı. Tapınak, bir zamanlar ilahi figürlerle dolu olan o görkemli haliyle değil, şimdi bomboş ve sessizdi. Böylece Antik Mısır mitolojisi ve Paganizm başlar başlamaz bitti.

Rahipler endişeyle Karmen’in yanına geldiler, yüzlerinde hem korku hem utanç vardı:

“Efendim… halk bizimle dalga geçiyor. Tanrıları uydurduğumuz ortaya çıktı. Bize ne olacak?”

Karmen, ciddi ama hafif gülümseyerek yanıt verdi, gözlerinde bir fikir parıltısı vardı:

“Madem masal uydurmayı çok seviyorsunuz, öyleyse bundan sonra siz masallar yazacaksınız. Ama her masalın başına açıkça ‘MASAL’ yazacaksınız. Böylece herkes neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilir.”

Rahipler önce şaşırdı, sonra birbirlerine bakıp fısıldaştı:

Başrahip Neshem: ”Masal mı? Ama bizim işimiz kutsal törenlerdi, tanrılardı…”

 

Karmen, onları cesaretlendirircesine ekledi, sesi tapınağın boş duvarlarında yankılandı:

“Tanrı uydurmak yerine, hayal gücünüzü özgür bırakın. İnsanlara öğretici, eğlendirici ve düşündürücü masallar verin. Sizin kaleminizde gerçeklerden daha çok sihir olacak.”

 

2.3. Yeni Bir Dönem: Masalların Doğuşu

Böylece Kemet’te yeni bir dönemin kapısı aralandı. Rahipler, eskiden tanrı heykelleri yonttukları elleriyle şimdi parşömenlere hikâyeler yazmaya başladı. Halk, bu yeni anlatıları sevinçle okudu, tapınaklar "Masalhane" isminde masal okuma alanlarına dönüştü. Zamanla ortaya çıkan masallar, hem eğlendirdi hem de dersler verdi. İşte bazıları:

MASAL: Dağ kızı

Bir dağ köyünde yaşayan küçük kızın doğayla dostluğu ve cesareti, rahiplerin çöldeki vahaları anımsatan bir masalı.

MASAL: Çizmeli Timsah

Akıllı bir timsahın sahibini zengin eden maceraları, rahiplerin Nil kıyısındaki hilekâr balıkçı hikayelerinden esinlendi.

MASAL: Pastadan Ev

Kayıp iki kardeşin şeker evde yaşadığı korku ve zafer, çöldeki kaybolan kervanların masalsı bir yansıması.

MASAL: Ateşçi Kız

Soğukta ateş yakan küçük kızın hayalleri, rahiplerin gece ateş başında anlattığı sıcak umut hikayelerinden doğdu.

MASAL: Nil saçlı kız

Uzun saçlı prensesin kuledeki serüveni, rahiplerin Nil deltasındaki gizli tapınaklardan ilham aldı.

MASAL: Yalancı Çocuk

Yalan söyleyen tahta oğlanın macerası, rahiplerin tanrı uydurma günahlarını tiye alan bir özeleştiri.

MASAL: Kral ve Kırk Haydutlar

Bir kralın sihirli kelimeyle hazine bulması, rahiplerin gizli mağara efsanelerinden türedi.

MASAL: Çirkin Deve kuşu Yavrusu

Çirkin ama sonunda kuğuya dönüşen deve kuşu, rahiplerin çöldeki değişen iklimi sembolize eden bir masalı.

...

2.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara:

“Nil-7… az önce gördüğüm itiraflar gerçekten doğru muydu? Antik Mısır’ın tanrılarını aslında rahipler mi uydurmuştu? Hem de böyle komik sebeplerle mi?”

Nil-7:

“Simülasyon, alternatif senaryoda sana olası bir tarihsel ihtimali gösterdi. Mitlerin kaynağı çoğu zaman insanların hayal gücü, korkuları ve çocukça sorularıdır. Tarih, kimi zaman komediden daha komiktir. İnsanlar anlam veremediklerini hikâyelerle doldurur. O hikâyeler zamanla kutsallaşır. Fakat unutma, simülasyonun amacı hakikati kanıtlamak değil; seni düşündürmekti.” 

Sahara:

“Demek çocukların horozunu, çobanların ineğini ya da balıkçıların kazasını tanrıya dönüştürmeleri mümkün… Peki insanlar neden bu kadar kolay inanmış?”

Nil-7:

“Çünkü inanç, insanın en güçlü ihtiyacıdır. Düzen, güven ve anlam arayışı… Bir çocuğun ‘Bunu kim yarattı?’ sorusu bile, bin yıllık tanrılara dönüşebilir.”

Sahara:

“Karmen bütün tanrıları sahte ilan etti. Bu, onu ateist yapmaz mı?”

Nil-7:

“Hayır, Sahara. Karmen uydurulmuş tanrıların ve onları uyduran hikâyelerin kabuklarını kırdı. Aslında o, hakikati arıyordu. O putları yıktı ama hakikati kutsadı. Karmen, ‘Tanrı masalda değil, gerçekte aranmalı’ diyen kişiydi. Tanrı, uydurulmuş şekillerde ve sembollerde değil, hakikatin kendisinde saklıdır.” 



Bölüm 3: Kral Karmen'in Rüyası (M.Ö. 3099)

Gece, sarayın yüksek pencerelerinden içeri ağır ağır sızıyordu. Karmen, uykuya dalarken içinde tuhaf bir huzursuzluk hissetti. Ve sonra rüya başladı.

Karmen, uykusundan terler içinde uyandı. O ürkütücü rüyanın ağırlığı altında ezilmiş bir halde yataktan kalktı. Göğsü sıkışmış, kalbi hâlâ deli gibi çarpıyor, zihninde o felaket sahneleri dönüp duruyordu.  Gördüğü görüntüler öylesine gerçekti ki hâlâ kulaklarında çocuk ağlamaları, dağların çöküşü, denizlerin uğultusu yankılanıyordu. Sabahın ilk ışıkları odasına sızarken, kararını verdi: Bu rüya sıradan bir düş olamazdı. Bir uyarı, bir işaret gibiydi. Derhal muhafızlarına seslendi:

“Bana kahinleri çağırın. Hemen, şimdi!”

Kısa süre sonra, sarayın geniş taş salonunda kahinler bir araya geldiler.

Karmen:

"Ey kahinler, eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı çözüverin."

En yaşlı olanı, bastonunu yere tıklatarak söze başladı:

“Ey Kral Karmen, gece gördüğün rüyaları bize anlat. Biz rüyanı duymadan yorum yapamayız. Ne gördün, ne işittin?”

3.1. RÜYA

Karmen ağır adımlarla tahtına oturdu. Gözleri hâlâ uzaklara dalıyordu. Bir süre sustu, sonra yavaşça konuşmaya başladı:

“Bir çocuk gördüm… Pencerenin önünde durmuştu. Babasını bekliyordu. Babası her akşam ona çikolata getirirmiş. Ama bu kez kapı açılmadı. Çocuk bekledi, bekledi, ama babası hiç gelmedi.”

Kahinler sessizce dinliyordu.

Karmen devam etti:

“Sonra bir adam gördüm. Sevdiği kadının ellerini tutuyordu. ‘Sonsuza dek seveceğim’ dedi. Kadın gülümsedi. Ama birden her şey kayboldu. O gülüş, o sözler, hepsi kül oldu.”

Karmen’in sesi titredi.

“Bir genç daha gördüm. Duvarında yıldız resimleri vardı. ‘Göğe çıkacağım’ diyordu. Yıldızlara ulaşmak istiyordu. Ama gökyüzü bir tomar kâğıt gibi dürülüp kayboldu. Hiçbir gezegen ve hiçbir yıldız kalmadı. Hiçbir ışık…”

Tahtta doğruldu, yumruğunu dizine vurdu:

“Bir anne, kucağında bebeğiyle ninni söylüyordu. Derken gökyüzü bir anda karardı. Güneş, sanki bir el tarafından söndürülmüş gibi ışığını kaybetti. Soğuk, sessiz bir boşluk dünyayı kapladı. İnsanlar korku içinde göğe bakarken, güneş ve ay tuhaf bir şekilde birleşti. Gökyüzünde parlak bir yırtık belirdi.

Karmen ayakta sallanarak konuşmaya devam etti:

“Anneler bebeklerini yere bırakıp kaçıyordu. Kaçacak bir yer yoktu. Yer yarılıyor, dağlar un gibi savruluyordu. Denizler kabarıyor, şehirler yıkılıyor, okyanuslar taşarak kaynıyordu. İnsanlar panik içinde koşuyor, ama hiçbir yere sığınamıyordu.”

Karmen’in sesi çatallandı:

“Yeryüzü titremeye başladı. Toprak yarılınca, dağlar çökünce, gökyüzü paramparça olunca... Bebeğin ağlama sesi kayboldu. Sarsıntılar o kadar şiddetliydi ki, dağlar yerinden sökülüp savrulan yün gibi dağılmaya başladı. Dağlar paramparça olurken, denizler taşarken...”

Karmen nefes alıp boğuk bir ses tonuyla devam etti:

Bir grup insan, “Biz bundan habersizdik” bazıları da “Hayır, bizi uyarmışlardı?”, diye haykırıyordu. Başkaları “Kaçacak yer neresi?” diyerek dehşet içinde birbirine sarılıyordu. Ama kimse ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu.

Kahinler derin sessizlik içinde oturuyorlardı. Karmen’in sesi, taş salonda yankılanırken herkesin kalbinde görünmez bir ağırlık oluşmuştu. Rüyanın karanlık sahneleri sanki onların da gözlerinin önünde canlanmıştı.

Sonunda sesi fısıltıya dönüştü:

“Ve bütün bu hengâme içinde… hâlâ pencerenin önünde duran o küçük çocuk vardı. Babasını bekliyordu. Ama o baba hiç gelmedi. Sonra çığlıklar sustu. Her şey karanlıkta kayboldu.”

3.2. KAHİNLERİN YORUMU

Karmen sustu. En yaşlı kahin, bastonuna daha sıkı sarıldı. Ellerinin titrediği fark edildi; bu titreme sadece yaşlılığından değil, anlatılanların büyüklüğünden kaynaklanıyordu. Dudakları kurudu, gözleri nemlendi. O, ömrü boyunca yüzlerce rüya dinlemişti ama böylesini hiç işitmemişti. İçinden, “Bu, sıradan bir kralın gördüğü sıradan bir düş değil. Bu, çağlara seslenen bir işarettir.” diye geçirdi.

Genç kahinlerden biri, dizlerinin üzerinde hafifçe öne eğildi. Kalbi gürültülü bir davul gibi çarpıyordu. Karmen’in sözleriyle birlikte gözünde o ağlayan çocuğu, yıkılan dağları, karanlık göğü gördü. İçinde tuhaf bir ürperti yükseldi. Bir an, gözlerini kapatıp “Keşke duymasaydım” diye düşündü. Ama sonra, aynı sahneler ona garip bir umut fısıldadı: “Belki de bu yıkım, yeniden doğuşun habercisidir.”

Orta yaşlı kahinlerden biri, ellerini dizlerine bastırıp doğruldu. Yüzünde hem korku hem de hayranlık vardı. İçinden, “Bu, yalnızca yok oluş değil, bir çağrı. İnsanlara gökyüzünü işaret eden bir çağrı” diye geçirdi. Rüya, onları ürkütmekle kalmıyor; aynı zamanda bir görev yüklüyordu.

Salonun havası ağırlaştı. Kahinler nefes almakta zorlanır gibi oldular. Taş duvarların arasında bir uğultu vardı; sanki Karmen’in anlattığı rüyanın yankısı hâlâ dolaşıyordu.

En yaşlı kahin başını kaldırdı, gözleri Karmen’in gözleriyle buluştu. İçinde hem korkunun hem de büyük bir saygının izleri vardı. Çünkü biliyordu ki, bu rüya yalnızca kralın gördüğü bir düş değil, bütün bir insanlığın yazgısına dokunan bir işaretti.

Salonun taş duvarlarına sadece nefeslerin uğultusu çarpıyordu. Kahinler göz göze geldi. En yaşlı olanı başını eğerek konuştu:

“Şimdi rüyanı işittik, Kral'ım. Yorumunu yapma sırası bizde.”

En yaşlı kahin, bastonunu yere vurdu. Yüzünde gölgelere karışan bir ciddiyet vardı:

“Ey Kral Karmen… Rüyan büyük bir işaret taşır. Çocuğun beklediği ama gelmeyen baba, insanlığın geleceğe olan güvenidir. İnsan her zaman ‘yarın da böyle olacak’ der. Ama gün gelir, yarın gelmez. Çikolatanın hışırtısı gibi tatlı alışkanlıklar bir anda yok olur. Bu bize şunu söyler: Dünya, bizim sandığımız gibi ebedî değildir.”

Başka bir yaşlı kahin aynı sahneyi yorumladı:

“Ey Kral'ım… Gördüğün çocuk, insanlığın masumiyetini simgeler. O çocuk, babasını bekler ama beklenen gelmez. Bu, insanlığın göğe bakıp umut aramasıdır. İnsanlar yıldızlara, tanrılara yahut kurtarıcılara bakar ama beklenen kurtuluş gelmez. Çünkü kurtarıcı dışarıdan değil, içeriden doğacaktır. O çocuğun bekleyişi, bize zamanımızın sınırlı olduğunu hatırlatıyor.”

Genç kahin öne eğildi, sesi titrek ama inançlıydı:

“Dağların parçalanması, denizlerin taşması… bunlar dünyanın kendisinin de bir ömrü olduğunu söylüyor bize. Hiçbir dağ sonsuz değil, hiçbir deniz ebedî değil. Ey Kral'ım, bu rüya bize şunu fısıldıyor: İnsan, yalnızca yeryüzüne bağlı kalırsa yok oluşa mahkûmdur. Biz yıldızlara gitmeyi öğrenmezsek, bir gün dünya bizi mezarı gibi içine çekecek.”

Bir başka kahin söze karıştı:

“Âşıkların birbirine ettiği yeminler, gençlerin yıldızlara bakarak kurduğu hayaller… bunlar da rüyanda kül olmuş. Bu, yeryüzünün bir gün insanlara dar geleceğinin işaretidir. İnsan sadece toprağa bağlı kalırsa, sonunda bütün sevgilerini, bütün hayallerini yitirecek. Çünkü toprak tükenir.”

Orta yaşlı kahin, gözlerini kısmış, derin bir saygıyla Karmen’e bakıyordu. Sesi diğerlerinden daha sakindi:

“Bence bu rüya, yalnızca bir felaket haberi değil, aynı zamanda bir çağrıdır. İnsanlık karanlığa gömülmesin diye göğe çıkmalı, yıldızlara yol bulmalıdır. Bir genç göğe çıkmayı hayal ediyordu, sen de bunu gördün Kral'ım. Bu hayal, yalnızca onun değil, tüm insanlığın yoludur. Bir gün gökyüzü bize kapansa bile, onu yeniden aralamayı bilmeliyiz. Yoksa anneler çocuklarını koruyamayacak, aşklar yarım kalacak, şehirler yıkılacaktır.”

En genç kahin, biraz çekinerek konuştu:

“Kral'ım… Belki de bu rüya bize ‘Göğe çıkın’ diyor. İnsan, yalnızca yerde kalırsa sonu felaket olur. Güneş sönebilir, dağlar çöker, denizler taşar. Ama göğe çıkanlar… onlar kurtulur. Belki bir gün insanlar, sadece bu topraklarda değil, gökyüzünde, yıldızların arasında da yaşayacak.”

Yaşlı kahin, genç olanın sözlerini başıyla onayladı:

“Evet. Bu rüya, sadece korku değildir. Uyarıdır. Tıpkı gökteki kartalların, yükselmek için rüzgârı beklemesi gibi, biz de yükselmeliyiz. İnsanlığın ömrü, yerde sınırlıdır. Ama göğe çıkarsak, yeni topraklar bulursak… insanlığın ömrü uzar. Yoksa o çocuk gibi, herkes bekler durur. Ve o baba hiçbir zaman dönmez.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Kahinler başlarını eğdiler. En yaşlı olanı tekrar konuştu, sesi bu kez ağır bir vasiyet gibi yankılandı:

“Ey Kral Karmen… Bu rüya bize, dünyanın sonlu, gökyüzünün ise sınırsız olduğunu söylüyor. İnsanlığın yazgısı, yalnızca bu topraklarda değil, göklere uzanmakta gizli. Eğer göğe çıkmazsak, rüyandaki o karanlık gerçek olacak. Ama göğe çıkarsak, çocuklar babalarını beklemek zorunda kalmayacak. İşte, rüyanın bize bıraktığı sorumluluk budur.”

Kahinin sesi salonu doldurdu:

“Ey Kral Karmen… Rüyanın hükmü şudur: Eğer insan yalnızca bu dünyaya bağlanırsa, sonu karanlıktır. Ama göklere yönelirse, yeni bir kader yazılır. İnsanlığın kurtuluşu, gökyüzündedir.”

Karmen, tahtında doğruldu. Kahinlerin söylediklerini dikkatle dinlemişti. Her biri farklı bir hakikate dokunmuştu ama ortada bir bütünlük yoktu. Karmen, gözlerini kahinlerin üzerinden çekmeden, derin bir nefes aldı. Gözleriyle hepsini süzdü, sesi taş duvarlarda sert bir yankı bıraktı:

“Her biriniz farklı bir şey söylediniz. Çocuğun masumiyetinden, dağların yıkılışına, yıldızlara yolculuğa kadar türlü yorumlar getirdiniz. Ama ben tek bir Kral'ım, önümde tek bir yol olmalı. Şimdi size emrediyorum: Aranızda tartışın, konuşun, birbirinizin sözlerini çürütmeyin, birleştirin. Bana tek bir açıklama getirin. Çünkü rüya bir taneydi, yorumu da bir olmalı.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Kahinler birbirlerine baktılar. Genç olan, çekingen bir edayla söze girdi:

“Belki de hakikat, her birimizin sözünün bir parçasıdır. Çocuk, insanlığın umut ve bekleyişini simgeliyor. Dağların yıkılışı, dünyanın geçiciliğini… Yıldızlara çıkma arzusu ise kurtuluş yolunu.”

Orta yaşlı kahin başını salladı:

“Evet, belki de rüya bir mozaik gibi. Her parça tek başına eksik, ama birleşince resim tamamlanıyor.”

En yaşlı başkahin Kayafa bastonunu yere vurdu. Yüzünde derin bir ciddiyet vardı:

“Öyleyse tek açıklama şudur, Kral'ım: Dünya bize emanet bir yurt, ama sonsuz değil. Bir gün dağlar dağılacak, denizler taşacak, güneş sönüp gökyüzü yırtılacak. O yüzden insanlığın kurtuluşu, yeryüzüne zincirlenmekte değil, göğe kanat açmaktadır. Çocuk, bekleyen insanlığı temsil ediyor. Babasının gelmemesi, kurtuluşun dışarıdan değil, kendi çabamızla geleceğini anlatıyor. Yani rüya bize şunu emrediyor: İnsanlık birleşmeli ve göğe çıkmalıdır. Bu, yalnızca felaketin haberi değil, bir çağrıdır.”

Kahinler hep bir ağızdan eğilerek eklediler:

“Tek açıklamamız budur, Kral'ım. Rüya, göğe yol aramamız gerektiğini söylüyor.”

"Bu rüya, bir uyarıdır," dedi Karmen. "Biz, bu dünyanın sınırlarını aşmalıyız. Yoksa sonu gelebilir. Bu rüya, bizim kaderimizin, sadece bir gezegene bağlı olmaması gerektiğin söylüyor."

Kahinler, onun sözlerinin derinliği karşısında dehşete düştüler. Karmen, tahtına geri oturdu:

“Şimdi gidin.

Ve bu rüyayı, bu tabiri halka anlatın. Dünya yok olabilir. Ama gökler hâlâ cesur olanları çağırıyor. Göğe ve ötesine çıkmak için çare aramak, artık yalnızca bir kralın değil, her insanın görevidir.

Yeni dünyalara gitmek, orada da barış ve adaletle yaşamak zorundayız.

Bizi doğuran Dünya korunmak ister. Gelişme ile yıkım arasındaki ince çizgide yürürken, doğayla uyumlu kalmalıyız.

Bu dünya bize yalnızca barınak olmadı. O bize bir görev verdi.

Bitkiler kök saldı, hayvanlar yürüdü. Ama biz… biz yıldızlara bakmayı öğrendik. Çünkü biz, canlılığın elçileriyiz.

Her yeni tür, doğal dengeyi sınadı. Biz ise, dengeyi hem kuran hem de bozan olduk. Bu büyük bir risk… ama evren, en büyük ödülleri hep en büyük risklerin ardına saklar.

Şimdi size soruyorum:

Bu görevi hatırlayacak mıyız?”

3.3. ELÇİLERİN DAVETİ

Kahinler gittikten sonra Karmen uzun bir süre sessiz kaldı. Tahtında oturuyor, gözleri yerde, zihni uzaklarda dolaşıyordu. Salonun taş kapıları kapanınca, geriye sadece kral ve en yakın adamları kaldı.

Karmen, vezirine dönerek buyurdu:

“Derhal elçileri çağırın. Afrika’nın dört bir yanına mesajlar götürecekler. Kuzeyden güneye, doğudan batıya bütün bilginler, sihirbazlar, ustalar, gökleri gözleyenler ve demir dövenler buraya, kayıtlar salonuna gelecekler. Onlara bütün maddi imkanlarımızı sunacağız. Kayıtlar salonundaki her bilgiyi okuyacak, onları birleştirip yeni sırlar çıkaracaklar. Çünkü artık tek bir krallığın değil, bütün yeryüzünün ve gökyüzünün geleceğiyle meşgulüz.”

Vezir Zekhutem, kralın kararlılığını hissederek başını eğdi:

“Buyruk senindir, ey Karmen.”

...

3.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):

“Nil-7… Karmen’in rüyasını dinlerken içim buz kesti. Sanki o karanlık sahneleri ben de gördüm. Çocuğun bekleyişi… hâlâ gözümün önünden gitmiyor.”

Nil-7:

“Benim devrelerim bile bir an titredi. Normalde düşlere kulak asmam. Ama bu… sıradan bir uyku oyunu değildi. Kod gibi işledi zihnime: Dünya sonlu, gökler sonsuz.”

Sahara (hafif gülümseyerek):

“Evet… Kral, elçileri göndereceğini söyledi. Bütün bilginler, ustalar, göğe bakanlar bir araya gelecekmiş. Sence gerçekten işe yarar mı? Yani… biz gerçekten göğe çıkabilir miyiz?”

Nil-7:

“Sahara, insanlık ateşi yakmayı başardıysa… göğe de yol bulur. Zor kısmı, birbirinizi yemeden bunu yapabilmeniz.”

Sahara:

“İnsanların kavgası hiç bitmez. Ama belki bu kez… rüya hepimize ders olur. Belki ilk kez aynı yönde yürürüz.”

Nil-7:

“Benim görevim hesap yapmak, ihtimalleri tartmak. Ama bazen ihtimallerin dışında da bir şey var. Karmen’in rüyası bana onu hatırlattı. Belki… umut dediğiniz şey o.” 

Sahara (düşünceli bir şekilde):

“Öyleyse… umutla başlıyoruz. Ama gerisi çalışmak. Çok çalışmak.”

Nil-7:

“Ve cesaret. Çünkü yıldızlara gitmek, sadece bilgi değil, yürek de ister.” 



Bölüm 4: Sihirbazların Sırları (M.Ö. 3098)

Kayıtlar Salonu’nun ağır kapıları gıcırdayarak açıldı. İçeri, rengârenk giysilere bürünmüş sihirbazlar girdi. Yüzlerinde hem gurur hem de endişe vardı. Çünkü bu kez hünerlerini halka eğlence olsun diye değil, doğrudan Kral Karmen’in huzurunda gösterip açıklamak zorundaydılar.

Yüksek tavanlardan sarkan meşaleler ışığı parıldıyor, taş duvarlara dans eden gölgeler vuruyordu. Salonun ortasında, tahtına yaslanmış Karmen oturuyordu. Sağında yazıcılar, ellerinde uzun kamış kalemler ve parşömen rulolarıyla hazır bekliyordu.

Karmen’in sesi, derin ve tok bir şekilde yankılandı:

"Yazıcılar, kulaklarınızı ve gözlerinizi açın. Burada söylenen her söz, her sır, kayıtlar salonuna eklenecek. Sihirbazların gizledikleri artık halkın bilgeliği olacak."

Kayıtlar Salonu’nda sessizlik ağır bir taş gibi oturmuştu. Meşalelerin alevleri hışırdarken, Kral Karmen tahtında doğruldu. Gözleri sihirbazların üzerine gölgelendi.

“Sır, bana saklanmaz. Söylemeyen, mezara gömülür; söyleyen, kayıtlarda ebedî yaşar.”

Sözler, taş duvarlardan çarpıp yankılandı. Sihirbazların renkli cüppeleri altında dizleri titredi. Hiçbiri konuşmaya cesaret edemedi.

Karmen elini kaldırdı:

"İlkini getirin."

Uzun parmaklı bir sihirbaz öne itildi.  İnce yapılı, uzun parmaklı bir adamdı. Yere kadar uzanan cübbesi yürürken dalgalandı. Eğilerek Kral’a selam verdi. Başını eğerek konuştu:

"Yüce Karmen, ben halkın arasında “Göğe Yükselen” diye anılırım. Seyircilerimin gözleri önünde, adeta havada süzülür, bir kuş gibi yükselirim."

Salonda hafif bir uğultu yayıldı. Kimi bilginler merakla öne eğildi.

Karmen, sert bir bakışla susmalarını işaret etti:

"Devam et. Sırrını söyle."

Sihirbaz yutkundu. Gözlerini yere indirdi.

"Sırrım… tellerdir, Kral'ım. Çok ince, gözle fark edilemeyen teller. Sahnenin yüksek kirişlerinden sarkar. Seyirciler, açının ve ışığın etkisiyle onları göremez. Çemberden geçiş oyununu ise aldatıcı bir düzenekle yaparım. Gerçekte teller hep oradadır, ama göz inanmaz."

Karmen ağır ağır tahtından doğruldu. Karanlık gözleri bilginlerin kalabalığına döndü:

"Şimdi siz söyleyin. Bu ne işimize yarar?"

Önce optikle uğraşan yaşlı bir bilgin ayağa kalktı.

"Efendimiz, bu bize ışığın nasıl gözümüzü kandırdığını anlatıyor. Görünmeyeni görünmez kılmak mümkünse, biz de askerlerimizi saklayabilir, düşmanı yanıltabiliriz. Binaları, kuleleri göze olduğundan farklı gösterebiliriz."

Bir başkası, genç bir mekanik ustası heyecanla atıldı:

"Ayrıca, bu teller dengeyi ve yük taşımayı öğretiyor. İnsan bedenini kaldırabilen ince teller, belki bir gün daha büyük makineler için ilham verebilir. Ağır taşları görünmez bir şekilde taşımak… belki de gerçekten uçmak için bir başlangıçtır!"

En arkadan bir bilgin, sesi titreyerek ekledi:

"Asıl ders şudur, Yüce Kral: İnsan gözü, her zaman doğruyu görmez. Gerçeği yönlendirmek mümkündür. Bu, halkı ikna etmede büyük bir güçtür. Eğer insan görmek istediğine inanıyorsa, biz de ona gerçeği gösterebiliriz… ya da saklayabiliriz."

Karmen’in dudaklarında kısa bir tebessüm belirdi.

"Demek ki… görünmez teller, yalnızca sahne için değil, gökler için de bize yol gösteriyor. Güzel."

Sonra bakışlarını diğer sihirbazlara çevirdi.

"Peki ya sizler? Hangi sırlarınız var? Hangi oyunlarınız gerçekte hangi gerçekleri saklıyor? Anlatın. Çünkü artık sır diye bir şey kalmayacak. Her bilginiz, her oyununuz, kayıtlar salonunda yerini bulacak."

Ve salonun havası ağırlaştı. Sihirbazlar, tek tek sırlarını açıklamak için öne çıkarken yazıcıların kalemleri hışırdayarak parşömen üzerinde dans etmeye başladı.

İkinci sihirbaz getirildi. Elini ağzına götürdü, bir anda alev kusarmış gibi yaptı.

“Bunu yağlı buharla yaparım. Ağzım yanmaz çünkü ateş aslında bana değmez.”

Bir bilgin heyecanla ayağa kalktı:

“Yakıtların sırrını fısıldıyor bize! Buhar, ateş, basınç… Belki göklere ateşle giden bir yol vardır.”

Karmen’in gözleri parladı, ama sesi buz gibiydi:

“Yazın. Göklere ateşle gitmenin yolu bulunacak.”

Üçüncü sihirbaz bir kutu getirdi. İçine iki kişi girdi, sonra kutu açıldığında sadece biri görünüyordu.

“Görüyorsunuz, birini ikiye bölmedim. Aslında iki kişi vardı. İnsan gözü kolay aldanır.”

Bir bilgin mırıldandı:

“Düşmanı yanıltmanın sırrı bu. Savaşta görünmeyen ordular yaratabiliriz.”

Karmen başını salladı. Ardından, başka bir sihirbaz öne çıktı. Cüppesinin altından bir güvercin çıkardı, sonra elini salladı ve kuş kayboldu.

“Koltuk altındaki gizli bölmede saklarım. İnsanlar kayboldu sanır.”

Bilginlerden biri düşünceli konuştu:

“Bu, gizli hazneler demektir. Belgeleri, silahları böyle saklayabiliriz.”

Karmen elini kaldırdı:

“Yazın! Hazne yapmak, kale yapmak kadar önemlidir.”

Bir başkası küçük bir kâğıda yazı yazdı, sonra kağıdı ateşe tuttu. Harfler alevin içinde beliriverdi.

“Limon suyu… Ateş değmeden görünmez.”

Bilginlerden biri neredeyse fısıltıyla konuştu:

“Casusların dili… Gizli yazılar. Haberleşmenin yeni yolu.”

Karmen tahtına yaslandı, ağır ağır nefes aldı.

“Her oyun, bir silaha dönüşüyor. İnsanın oyunuyla Tanrı’nın kudreti arasındaki çizgi inceliyor.”

Bir sihirbaz daha öne çıktı, elinde küçük bir toz torbası vardı. Ateşe attığında mavi alevler yükseldi.

“Metallerin tuzlarıdır, Kral'ım. Ateşi renkten renge sokar.”

Bilginlerden biri ayağa fırladı:

“Bu, kimyanın kapısını açar. Ateşin dili vardır. Her renk, başka bir cevheri anlatır.”

Karmen başıyla onayladı:

“Yazın. Ateşin dili çözülecek.”

Karmen elini kaldırdı.

“Yazın hepsini! Bugün oyun olan, yarın bilgelik olacak. Sır yok. Her sır, yarının bilgisine çevrilecek.”

Ve yazıcıların kalemleri, taş salonda şimşek gibi kâğıda vuruyordu.

Sihirbaz: "Bir kutudan hep yeni nesneler çıkarırım."

Bilgin: ”Bu inanılmaz! Küçücük bir kutudan onlarca şey çıkıyor. Bu, depolama sanatıdır. Demek ki saklamanın bin yolu varmış! Küçük bir yerde büyük şeyleri saklamayı öğretir.”

Sihirbaz: "Altına cam levha gizlerim, insanlar suyun üzerinde yürüdüğümü sanır."

Bilgin: ”Şeffaf ve sağlam maddeler yapmak için yol gösterir.”

Sihirbaz: "Ayna kullanırım. Başın kopmuş gibi görünür ama aslında başka yerdedir."

Bilgin: ”Aynaların sırlarını öğrenmek, ışığı kontrol etmenin ilk adımıdır.”

Sihirbaz: "Gizli kapıdan kaçarım, perde arkasında dolaşırım."

Bilgin: ”Kaçış yolları ve gizli geçitler inşa etmenin sırrı buradadır.”

Sihirbaz: "İpi keserim, tekrar birleşmiş gibi görünür."

Bilgin: ”Bu, bağlama ve çözme sanatında yeni yöntemler doğurabilir.”

Sihirbaz: "Dumanın içinde ayna saklarım, ışık yansıtır."

Bilgin: ”Görüntüyü başka yere taşımak… Belki de bir gün gökyüzüne resim yansıtmak mümkün olur.”

Sihirbaz: "Elime gizli metal tel alırım, kıvılcımlar sıçrar, ben yanmam."

Bilgin: ”Elektriğin varlığına işaret ediyor olabilir. Çok tehlikeli ama büyük bir sır.”

Karmen başıyla onayladı: ”Yazın. Elektriğin sırrı çözülecek.”

Sihirbaz: "Arkada saklı biri tellere vurur. İnsanlar aletin kendi çaldığını sanır."

Bilgin: ”Bu, otomatik makinelerin öncüsü olabilir.”

Karmen: ”Yazın. Otomatik makinelerin sırrı çözülecek.”

Sihirbaz: "Kum, gizli bir bölmeden tekrar yukarı çıkar."

Bilgin: ”Zaman ölçmek için daha hassas düzenekler yapılabilir.”

Karmen: ”Yazın. Zamanı hassas ölçen makineler yapılacak.”

Kimi aynalarla baş koparmış gibi gösteriyor, kimi şeffaf cam levhalarla suyun üstünde yürüyormuş gibi yapıyordu. Her sır açıldığında bilginler fısıldaşarak, bazen de hayretle bağırarak yorumlarını yapıyorlardı.

Karmen hepsini sessizce dinledi. Sonunda ayağa kalktı, kollarını iki yana açarak gürledi:

“Bugün anladık ki, sır yoktur! Sır dediğiniz şey, bilginin maskesidir. Maskeyi düşürünce, geriye yalnızca hakikat kalır. Bugün eğlence olan şey, yarın bilgelik olur. Oyunları göklere taşıyacağız. Sırlarınızı bana verdiniz. Ben de onları onları harmanlayıp yenilerini üretip bütün insanlığın faydasına vereceğim.

Bilginlere ve yazıcılara döndü:

"Yazın! Çizimlerini yapın! Bu bilgiler artık kayıtlar salonunda ebedîdir. Bilginler kayıtlar salonundaki her bilgiyi okuyacak, onları birleştirip yeni sırlar çıkaracaklar.”

Ve yazıcıların kalem sesleri, taş salonda gök gürültüsü gibi yankılandı.

...

 

4.1. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):

“Nil-7… onlar gerçekten büyü mü yapıyor?”

Nil-7’nin yüzündeki ışık halkası yumuşakça titreşti.:

“Hayır küçük dostum. Onlar sadece gözleri kandırıyor. Teller, aynalar, gizli bölmeler… Hepsi oyun.”

Sahara (hafif gülümseyerek):

“Ama çok güzel görünüyor! Bir adam havada uçuyor, kuş birden yok oluyor… Eğer sırlarını söylerlerse oyunları bozulmaz mı?”

Nil-7 hafifçe başını eğdi, sesi neredeyse insan gibi şefkatliydi:

“Oyunları bozulmaz, Sahara. Çünkü güzellik yalnızca oyunda değil, akıldadır. İnsan, gerçeği anladığında bile hayran kalabilir. Tıpkı senin şu anda yaptığın gibi.”

Sahara kıkırdadı, parmaklarını dudaklarına götürdü.:

“Yani sihir aslında akıl oyunu mu?”

Nil-7:

“Evet. Ve belki de en güzel sihir, insanın öğrenmeyi bırakmaması.” 

Sahara (Başını salladı, gözleri hâlâ parlıyordu):

“O zaman ben de sihirbaz olacağım! Ama sırlarımı saklamayacağım. Hepsini sana anlatacağım.”

Nil-7 dostane bir şekilde metal kolunu küçük kızın omzuna koydu:

“Söz veriyor musun?”

Sahara (Sahara gözlerini kocaman açtı, kısık bir kahkaha attı.):

“Söz! Ama önce bana kuşu nasıl yok ettiklerini öğret!”





Bölüm 5: Astrologların ve Astronomların Sırları (M.Ö. 3097)

5.1. ASTROLOGLARIN İFŞASI

Kayıtlar Salonu’na astrologlar getirildi. Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini yorumlayan bu adamlar, yıllardır halka ”Sen aslandır, sen koçsun, sen balıksın” diye ahkâm kesmişlerdi. Kral Karmen onları dikkatle süzdü.

Karmen, astrologların yüzüne baktı.

“Burçları inkâr etmiyorum. Onlar gökyüzünde var. Ama bana şunu söyleyin.”

Tahtında doğruldu ve gür sesiyle konuştu:

“Burçlar… İnsanların kaderini yıldızlara bağladığınızı söylüyorsunuz. Ben merak ettim: Burçların karakteristik özelliklerini kim uydurdu? Yıldızlar mı konuştu size? Yoksa siz mi uydurdunuz?”

Salon sessizleşti. Karmen, ayağa kalktı, elindeki papirüsü okuyarak bir adım daha yaklaştı:

"21 Mart-19 Nisan arası doğanlar Koç burcudur. Cesur, atılgan, lider ruhlu, Hızlı karar verir, sabırsız olur demişsiniz. Koç burcu hakkında bu bilgiyi hanginiz uydurdu?"

Bir astrolog, tereddütle öne çıktı:

“Efendim… onu ben uydurdum.”

Karmen kaşlarını kaldırdı. ”Nasıl yani? Açıkla.”

Astrolog yutkundu:

“Bir arkadaşım vardı, savaşçıydı. Çok cesurdu ama düşünmeden saldırırdı. Doğum gününe baktım: 21 Mart’tı. Dedim ki… demek ki bu tarihler arasında doğan herkes böyledir. İşte Koç burcunu öyle tanımladım.”

Karmen kahkahalarla güldü, ellerini birbirine vurdu:

“Yani koca bir insan topluluğuna ‘Koç’ deyip kader biçtiniz, sadece bir tanıdığınız düşünmeden saldırıyor diye! Şahane! Demek bütün koçlar aynı savaşçı dostunuzun kopyası ha?”

Astrolog utançla başını eğdi.

...

Karmen gözlerini kısıp başka birine döndü:

"Peki ya Boğa? 20 Nisan-20 Mayıs arası doğanlar... Sabırlı, güvenilir, inatçı demişsiniz. Estetik ve konfor düşkünü... Boğa burcu hakkında bu bilgiyi hanginiz uydurdu?"

İkinci astrolog söze karıştı:

“Ben efendim. Komşum vardı. Çok inatçıydı, bahçesindeki ağacı kesmeye hiç yanaşmadı. Hep aynı yerde otururdu. Dedim ki: Bu da Boğa burcu olmalı.”

Salondan fısıltılar yükseldi. Karmen başını iki yana sallayarak güldü:

“Harikulade! Yani gökyüzündeki yıldızların değil, komşunun huysuzluğu burçların kaynağıymış!”

...

Karmen:

"İkizler? 21 Mayıs-20 Haziran. Zeki, meraklı, konuşkan demişsiniz. Değişken ruh hali varmış, çok yönlüymiş... Hanginiz uydurdu?"

Üçüncü bir astrolog öne çıktı. ”Efendim, İkizler burcunu ben uydurdum. İki kardeşim vardı, ikisi de çok konuşur, hiç susmazlardı. Dedim ki: ‘Bu tarihler arasında doğan herkes meraklı, konuşkan olur.’”

Karmen gözlerini devirdi:

“Şimdi anlıyorum! Yıldızlar değil, sizin akraba şecereniz kader yazıyormuş!”

Saray kahkahalarla çınladı.

...

Karmen:

"Yengeç? 21 Haziran-22 Temmuz. Duygusal, koruyucu, sezgisel. Geçmişe bağlı, içe dönükmüş."

Yengeç için utangaç bir astrolog kalktı:

“Anam efendim… çok duygusal kadındı. Komşunun kapısına yemek bırakır, ama biri kaba davranınca kabuğuna çekilirdi. Dedim ki: Yengeçler duygusal ve kırılgandır.”

Karmen, gülümseyerek:

“Yani annenin mizaç kitabını yıldızların üzerine yapıştırdın. Bravo! Gök kubbe annelerimizin günlüğüymüş meğer.”

...

Karmen:

"Aslan? 23 Temmuz-22 Ağustos. Kendine güvenen, yaratıcı, cömert demişsiniz. Gösterişi sever, liderlik istermiş."

Aslan için iri yarı biri atıldı:

“Benim çocukluk arkadaşım vardı efendim. Sürekli ayna karşısında saçını düzeltirdi. ‘Ben Kral'ım!’ diye bağırırdı. Dedim ki, Aslan burcu böyledir.”

Karmen patladı:

“Demek ki gökyüzü değil, senin narsist arkadaşın ışıldıyor. Güneş mi, yoksa onun parfümü mü?”

...

Karmen:

"Başak? 23 Ağustos-22 Eylül. Analitik, çalışkan, detaycı. Eleştirel olabilirmiş, düzen takıntısı varmış."

Başak için başka biri:

“Efendim, karım vardı… çok titizdi. Sürekli toz alırdı. Bir gün yemeği biraz tuzlu olmuştu, sabaha kadar ağladı. Dedim ki, Başaklar titizdir.”

Karmen:

“Yani hanımının temizlik takıntısı yüzünden burca methiyeler yazdın. Sen aslında gökleri değil, mutfak masasını gözlemişsin.”

...

Karmen:

"Terazi? 23 Eylül-22 Ekim. Dengeli, zarif, adil demişsiniz. Kararsızlık yaşayabilirmiş."

Terazi için bir diğeri çıktı:

“Benim amcam efendim… karar veremezdi. Pazara gider, saatlerce tartardı: Elma mı alsam armut mu? Eve aç dönerdi. Dedim ki, Teraziler kararsızdır.”

Karmen:

“Gökyüzünü manav terazisine çevirdin yani. Harikulade (!) bilim.”

...

Karmen:

"Akrep? 23 Ekim-21 Kasım. Tutkulu, gizemli, sezgisel. Kıskançlık ve kontrol eğilimi varmış."

Akrep için bir kadın astrolog öne çıktı:

“Benim sevgilim vardı efendim. Herkesle kavga ederdi. Bir de sürekli beni kıskanırdı. Dedim ki, Akrepler kıskançtır.”

Karmen kahkahalarla:

“Sevgilinden intikam almışsın. Onu yıldızlara çivilemişsin. Demek ki aşk acısı, burç icadının kaynağı.”

...

Karmen:

"Yay? 22 Kasım-21 Aralık. Maceracı, özgür ruhlu, iyimser. Sabırsız ve dağınık olabilirmiş."

Yay için başka biri çıktı:

“Benim dayım efendim. Hiç evinde durmazdı. Atına biner, uzak diyarlara giderdi. ‘Maceracı’ dedim. Sonra yıldızlara baktım: Aaa, tam Yay’a denk geliyor. Dedim ki, Yaylar özgür ruhludur.”

Karmen:

“Yani dayın evde oturamadı diye gökyüzü maceracı oldu. Çok güzel, yıldızlar da gezmeyi sever tabii (!)”

...

Karmen:

"Oğlak? 22 Aralık-19 Ocak. Disiplinli, hırslı, sorumluluk sahibi, soğuk görünebilir ama derin düşünürmüş."

Oğlak için yaşlı bir astrolog konuştu:

“Benim dedem dağa çıkmadan durmazdı. Hep tırmanırdı. Dedim ki, Oğlaklar hep zirveye çıkar.”

Karmen:

“Yani dağ keçisi dedenin hırsı yüzünden burçlara bir ‘kariyer planı’ çizdin.”

...

Karmen:

"Kova? 20 Ocak-18 Şubat. Yenilikçi, bağımsız, insancıl. Kurallara karşı gelirmiş, sıra dışıymış."

Kova için başka biri kalktı:

“Efendim, benim komşum su taşırdı. Kovayla herkese su dağıtırdı. Ama biraz da garipti, sürekli yeni icatlar denerdi. Dedim ki, Kovalar sıra dışı ve insancıldır.”

Karmen gözlerini kısarak:

“Demek ki komşunun su taşıması bile gökyüzüne işlenmiş. Yıldız değil, senin köy çeşmesi konuşuyor.”

...

Karmen:

"Balık? 19 Şubat-20 Mart. Hayalperest, empatik, sezgiselmiş. Gerçeklikten kaçma eğilimi varmış."

Balık için son bir astrolog öne çıktı:

“Benim küçük kardeşim vardı efendim. Sürekli dalıp giderdi, hayal kurardı. Bir gün ağlayan kediyi görünce kendisi de ağladı. Dedim ki, Balıklar duygusaldır.”

Karmen ayağa kalktı, kollarını iki yana açtı:

“Ve işte gördünüz! Gökyüzü değil, sizin akrabalarınız burçları yazmış! Siz yıldızları okumadınız, kendi çevrenizi gökyüzüne yapıştırdınız.”

Salon kahkahadan yıkıldı.

...

Sonra Karmen sertleşti, sesi toklaştı:

“Tanrılar gibi burçların karakteristikleri de insanların kafasında uydurulmuş. Biriniz çocuğunun evcil bokböceğinden tanrı icat ediyor, diğeriniz kardeşinin gevezeliğini göklere yazıyor. Siz yıldızları gözlediniz, ama gökyüzünü anlamak yerine masal yazmayı seçtiniz. Halbuki o yıldızlar, dünyanın dönüşünü, ayın uzaklığını, güneşin yolunu anlatıyordu. Siz ise dediniz ki: ‘Bu ay doğanlar liderdir, şu ay doğanlar tembeldir!’”

Bir astrolog ürkekçe sordu:

“Peki… efendim, o zaman yıldızlara hiç bakmayalım mı?”

Karmen gözlerini sertçe dikti:

“Bakın! Ama göreceğinizi doğru görün. Yıldızlara bakıp insanların kaderini değil, gezegenlerin uzaklığını, dünyanın şeklini, göğün sırlarını görün. Çünkü yıldızların bize verdiği en büyük armağan, masal değil, gerçektir.”

Salon ağır bir sessizliğe büründü.

5.2. ASTRONOMLARIN İLMİ

Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarına ay ışığı vuruyordu. Karmen tahtında, ağır bir sessizlik içinde oturuyordu. Önünde rahiplerin, sihirbazların ve astrologların ifşaları hâlâ parşömenlerde kayıtlıydı.

Karmen, eliyle işaret etti:

“Şimdi gökyüzünün sırlarını bilen diğer grubu çağırın. Yıldızlara bakanlar gelsin.”

Kapılar açıldı. Giysileri lacivert kumaşlardan dikilmiş, üzerleri gümüş ipliklerle işlenmiş bir grup içeri girdi. Ellerinde usturlaplar, gökyüzü haritaları, ölçüm cetvelleri vardı. Yürüyüşleri sessiz, bakışları ciddiydi.

Karmen kaşlarını çattı:

“Sizler de yıldız falcıları mısınız?”

Öndeki yaşlı bilgin öne çıktı, sesinde kararlı bir netlik vardı:

“Hayır efendimiz. Biz falcı değiliz. Biz astronomuz. Gökyüzünü kader okumak için değil, ölçmek için inceleriz. Yıldızların hareketlerinden geleceği değil, zamanı, yönü ve mevsimleri çıkarırız.”

Bir diğeri ekledi:

“Bizim işimiz kehanet değil. İnsanlara ‘sen savaşçısın, sen tembelsin’ demeyiz. Biz yıldızların yükselişinden hangi gün ekin ekileceğini, ayın döngüsünden hangi gece denize açılmanın güvenli olduğunu hesaplarız.”

Karmen gözlerini kıstı:

“Yani siz burçları kişilikle değil, gökyüzüyle ilişkilendiriyorsunuz.”

Astronom başıyla onayladı:

“Evet. Burç dediğiniz şey aslında takvimdir. Güneş’in hangi takımyıldızın önünden geçtiğini gösterir. İnsanların ruhunu değil, göğün düzenini işaret eder.”

Salonun bir köşesindeki genç matematikçi heyecanla fısıldadı:

“Efendimiz, bu çok değerli! Gökyüzünü böyle okursak zamanı ölçebilir, navigasyon kurabiliriz. Denizciler için yıldız pusulası yapabiliriz.”

Bir diğer bilgin söz aldı:

“Ve bu usturlaplarla mekanik hesap makineleri… Antikythera gibi düzenekler inşa edebiliriz. Astronomi, geometri ve mekanikle birleştiğinde, gökyüzü artık gizem değil, formül olur.”

Karmen astronomlara döndü. Ses tonu birden ciddileşti, gözleri ışıldadı:

“Siz farklısınız. Siz yıldızlara bakıp yalan değil, yön buluyorsunuz. Siz geleceği uydurmak için değil, zamanı ve mevsimi ölçmek için gözlem yapıyorsunuz. Siz gökyüzünü insanlara ayna değil, harita yapıyorsunuz.”

Karmen ayağa kalktı, sesi gürledi:

“İşte bu! Yıldızların sırrı masal değil, hesap demektir. Bugün gözlemledikleriniz, yarın dünyanın etrafını ölçmemize, ayın uzaklığını bulmamıza, denizleri aşmamıza yarayacak. Yazın! Bu bilgiler de kayıtlar salonuna eklenecek.”

Astronomlardan biri öne çıkıp usturlabını gösterdi: ”Bütün bunları bu aletle yaparız” dedi.

Karmen başıyla onayladı:

“İşte bu! Bana fal değil, hesap getirenlere minnet duyarım. Burçların boş sözlerini unutun. Bana kuzey yıldızını, ayın döngüsünü, gezegenlerin düzenini anlatın. İşte o zaman bilim doğar!”

Bilginlere döndü, yüksek sesle emretti:

“Yazın! Bugünden sonra astrolojinin masalları değil, astronominin hesapları kayıtlar salonunda yer alacak. Çünkü masallar unutur, ama hesaplar hatırlar. Masallar insanı kandırır, hesaplar ise insanı yoluna götürür.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. O sessizlikte, astroloji çökerken astronomi göğe yükseliyordu.

Ve böylece, falcıların boş kehanetlerinden ayrılan astronomların sözleri, Kayıtlar Salonu’nda bilimin yolunu aydınlattı.

...

5.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (bir süre sessiz kaldıktan sonra):

“Nil-7… Demek burçlar insanın huyunu söylemiyormuş… Ben boğa burcuyum ama bazen hiç sabırlı olmuyorum. Demek ki doğruymuş!”

Nil-7’nin yüzündeki ışık halkası yumuşakça titreşti.:

“Evet, küçük dostum. Sen sabırlı olduğunda boğa oluyorsun, sabırsız olduğunda kelebek oluyorsun. İnsan dediğin tek bir burca sığmaz.”

Sahara (hafif gülümseyerek):

“Peki yıldızlar gerçekten bize yol gösterebilir mi? Hani gece kaybolursak…?”

Nil-7 hafifçe başını eğdi, sesi neredeyse insan gibi şefkatliydi:

“Gökyüzü büyük bir harita gibidir. Kuzey yıldızı hep aynı yerde durur. Onu takip eden hiç kimse kaybolmaz. Astronomlar bunu bize öğretiyor. Kehanet değil, yön.”

Sahara kıkırdadı, parmaklarını dudaklarına götürdü.:

“O zaman astroloji falcıların oyunuymuş, astronomi ise gezginlerin bilimi!”

Nil-7:

“Evet Sahara. Astroloji kandırır, astronomi yol gösterir.” 

Sahara (Başını salladı, gözleri hâlâ parlıyordu):

“Ben büyüyünce gökyüzünü öğrenmek istiyorum. Usturlaplarla, yıldızlarla… Belki seninle birlikte büyük denizlere açılırız.”

Nil-7 dostane bir şekilde metal kolunu küçük kızın omzuna koydu:

“Bir gün o denizlere çıkacağız. Ve o zaman senin yıldızlarını sadece gökyüzünde değil, kendi kalbinde de bulacağız.”

Sahara (Gözlerini kocaman açtı, kısık bir kahkaha attı.):

“Nil-7… senin burcun ne?”

Nil-7:

“Benim bir burcum yok, Sahara. Ama olsa… sanırım “koruyucu” olurdu. Çünkü seni ve etrafımdakileri önemsiyorum, merak ediyorum.”

Sahara:

“Hahaha! Yani sen Yengeç mi olurdun?”

Nil-7:

“Kodlarım yıldızlardan önemli, evet. Ama duygularımı seçmek gerekirse, belki de Balık gibi hayalperest ve empatik olurdum… İnsanların mutluluğunu ve güvenini düşünmek, benim yıldızım olurdu.”

Sahara:

“Duygularını ve burcunu seçebilen bir robot.”

Nil-7:

“Evet… ve belki biraz da seni güldürmeye çalışan bir dost.”



Bölüm 6: Piramit Projesi (M.Ö. 3096)

6.1. KRALIN EMRİ

Karmen, Kayıtlar Salonu’nun taş spiral sütunları arasında ilerlediğinde, bilginler, mimarlar, ustalar, gökleri gözleyenler, demir dövenler ve rahipler onu saygıyla selamladılar. Kral, yüksek kürsüye çıkıp sessizliği bozdu:

“Ey Bilginin Yazıcıları, Taşın Dilini Çözenler, Demiri Eritenler, Yıldızlara Bakanlar!

Yeryüzü bana itaat etti; nehirler önümde eğildi, çöl bana yol verdi. Ama hâlâ eksik olan bir şey var: göğe yükselmenin sırrı.

Hakikat yalnızca topraktan bakarak anlaşılamaz. Zira hakikat, yalnızca yeryüzünde değil, göğün katmanlarında gizlenmiş olabilir. Yerin ve göğün sınırlarını aşmak zorundayız. 

Ben Kemet'in efendisi olarak buyuruyorum. Krallığımın ve iktidarımın ötesine geçerek, gökyüzüne ve ötesine erişme arzumun ciddiyetle ele alınmasını talep ediyorum.

Ey bilgelik erbabı, kutsal geometri ustaları, ritüel mühendisleri! Artık göreviniz, benim semaya yükselişimi mümkün kılacak araçları tasarlamaktır.

Merdivenler inşa edin, kuleler yükseltin. Eğer bu yapılar beni göğe taşıyamazsa, o hâlde rüzgârı eğitin, bulutları yönlendirin. Beni bulutların ötesine ulaştıracak her yolu düşünün ve bunun mimarisini kurun.”

Kralın sözleri, salonun taş duvarlarında yankılandı. Ardından derin bir sessizlik çöktü. Rahipler arasında fısıltılar dolaşmaya başladı; Başrahip Neshem: "Göğe çıkmak mı? Ama o, tanrıların alanı..."

Bilginlerden bazıları yıldız haritalarını açtı, bazıları eski papirüsleri inceledi. Aylar süren tartışma ve hesaplamalardan sonra, karar verdiler. 

 

6.2. PİRAMİT PROJESİ SUNUMU

Karmen, Kayıtlar Salonu’nun loş ışığında, taş spiral sütunların gölgeleri arasında ilerledi. Duvarlardaki hiyeroglifler, meşalelerin titrek alevlerinde sanki canlanıyordu. Bilginlerin kaftanları hışırdıyor, rahiplerin alınlarındaki ter, kralın keskin bakışları altında parlıyordu.

Karmen, salonun ortasında görkemli tahtında oturdu. Önündeki bilginler, mimarlar ve ustalar büyük bir parşömen açıp hazırladıkları projeyi sunmaya hazırlandılar.

Kralın huzuruna büyük bir parşömen serildi:

Başbilgin Enlil-Hotep titreyerek öne çıktı, parşömeni tutan elleri titriyordu:

“Ey büyük Karmen! Sana göğe çıkmanın yolunu getirdik. Ne merdiven, ne de rüzgar. İşte çözüm: Piramid!

Karmen (keskin bir sesle):

“Dinleyin beni iyi. Göğe çıkmak istiyorum. Ama önce sorun şu: Bu piramit ki ona ‘göğe erişim merdiveni’ bile diyemem, nasıl yapılacak? Taşları nereden bulacaksınız? Nasıl taşıyacaksınız? Nasıl dizeceksiniz? Her ayrıntıyı, her adımı bilmek istiyorum. Başlayın.”

Bilgin, parşömeni göğsüne bastırarak biraz daha yaklaştı; alnındaki ter damlaları, meşalenin ışığında parıldıyordu.

Karmen:

"Taşların Kaynağı nereden?"

Bilgin:

"Büyük blok taşların çoğu, piramitin hemen güneyindeki taş ocaklarından sağlanacak. Dış yüzeydeki beyaz, parlak kireçtaşı ise Tura bölgesinden, Nil aracılığıyla gemilerle getirilecek." 

Karmen:

"Zemini hazırlama ve ölçümleri nasıl yapacaksınız?"

Bilgin:

“Temel zemin düzleştirilecek; su dolu hendekler ya da basit tesviye araçlarıyla zemin seviyeye getirilecek. Ölçümler, kral dirseğinin uzunluğu olan 'royal cubit' çubuklarla; kongruent kare düzlem yapılacak, yıldız gözlemleriyle yön tayini sağlanacak.” 

Karmen:

"İşçileri nereden temin edeceksiniz?"

Bilgin:

“Piramitler köle emeğiyle değil, maaşla ya da vergi karşılığı hizmet eden uzman işçiler tarafından inşa edilecek. Bu onun kutsal olmasını sağlayacak.”

Karmen, bilginleri yanına çağırır, taşların taşınması ve dizilmesini sorar:

Karmen:

“Peki… taşlar nasıl taşınacak? Bana ayrıntısıyla anlatın."

Bilginlerden biri öne çıktı, tereddütle parşömene eğildi ve konuştu:

Bilgin:

“Efendim… Taş blokların köşeli ve hareketsiz hâliyle taşınmaları imkânsızdır. Taşın etrafına kalın kütükler bağlanır; kütükler, taşın köşelerini yuvarlaklaştırarak bir halka gibi sarar. Böylece taş, yuvarlanarak top gibi döner hâle gelir.”

Karmen (gülerek):

“Tahtalar mı? Yani taşları etrafına sardığınız tahtalarla yuvarlayacaksınız. Yuvarlanan devasa taşlar devrilmeden nasıl ilerleyecek? Düşmesinler diye ne yapacaksınız, bilgin?”

Bilgin:

“Taşların iki yanına uzun kalaslar yerleştireceğiz. İşçiler taşın önünden iplerle çekerken, arkasından da itecektir. Taş kaymasın diye yokuş boyunca yanlarına destek kazıkları çakılacak. Zemini çamur ve suyla kayganlaştıracağız; tıpkı böceğin topunu ıslak toprakta kolayca yuvarlaması gibi”

Karmen:

“Peki yukarıya? Piramidin doruğuna nasıl çıkacak bu yuvarlanan taşlar?”

Bilgin:

“Rampalar kuracağız, efendim. Düz değil, spiral. Yavaş yavaş yükselen bir yol gibi. Taş, bok böceğinin topunu yokuş yukarı çıkarması gibi rampa boyunca yuvarlanacak. Önünde iplerle yönlendirenler olacak, arkasında itenler olacak. Rampanın yüksekliğine göre taşlar hafifletilecek; alt katlara büyük taşlar, üst katlara daha küçükleri konulacak. Her bir taş için ölçüler belirlenmiş olacak. Bu sayede dağın doruğuna bile taş çıkarılacak.”

Karmen:

“Peki taşları dizme kısmı?”

Bilgin:

“Her taş için yer işaretleri koyacağız. Büyük taşları alt katlara, daha küçük taşları üst katlara yerleştireceğiz. Taşların yuvarlanma yönünü kontrol eden tahtalarla hem taşları sürükleyeceğiz hem de rampadan çıkarken düzenli bir şekilde dizilecektir. Alt taban, taş ağırlığını taşıyacak şekilde geniş tutulacak. Üst katlara doğru taşlar hafifler, bu da dikleşen piramitte dengeyi sağlar.”

Karmen, piramit inşaatı projesini dinledikten sonra gözlerini bilginlerin üzerinde gezdirir, parşömene dokunur ve alaycı bir sesle sorar:

Karmen:

“Bu taş yuvarlama fikri kimin parlak aklından çıktı? Söyleyin, hangi dahiniz ‘Hadi taşları bir böcek gibi yuvarlayalım’ dedi?”

Bilginlerden biri titreyerek öne çıkar, soluğunu toplar ve anlatır:

Bilgin:

“Efendim… ben bir gün bir bok böceğiyle karşılaştım. Kendi boyundan çok büyük ve ağır topları nasıl taşıdığını gördüm. Onun yöntemi… taşları yuvarlayıp yukarı çıkarma tekniği… işte, bu teknik bizim ilham kaynağımız oldu. Bu yüzden biz ona ‘bok böceği tekniği’ diyoruz.”

Karmen, parşömene baktı. Kaşları çatıldı, bir süre sessizce inceledi. Bilginlerin yüzlerinde umut vardı; rahipler dua eder gibi başlarını sallıyordu. Ama Karmen'in dudaklarında bir kıvrım belirdi Önce küçük bir gülümseme, sonra bastıramadığı bir kahkaha. Salonu inleten bir kahkaha! Elleriyle dizlerine vurdu, gözleri yaşardı:

Karmen (gülerek):

“Bok böceği! Yani bu mu göğe çıkmanın sırrı? Biz mi taş taşıma uzmanıyız, yoksa bir böcek mi bize ders veriyor? Ah, halkın tanrı dedikleri şeyler, bir böcek kadar küçük ve bir o kadar öğreticiymiş demek!”

Karmen’in kahkahası salonu sarstı; bilginler, parşömenlerini düşürecek kadar afallamış, birbirlerine kaçamak bakışlar atıyordu.

Başrahip Neshem:

“Efendim… Evet, piramit yaşarken göğe çıkmanızı sağlamayacak, ölümünüzden sonra dirilmeniz için bir mezar olacak. Onu yükselteceğiz; taş üzerine taş koyacağız, Giza'nın taşlarından dev bir dağ yaratacağız. Sen öldüğünde içine girecek, orada mumyalanacak, tanrılarla birleşecek ve tekrar dirileceksin. Piramit, göğe bir kapı olacak; ruhun yıldızlara yükselecek.”

Rahiplerden biri cesaretle öne çıktı, sesi titreyerek: "Evet efendim, piramit ruhunuzu yıldızlara taşır. Yaşayan herkes bir gün ölecek. Piramit o gün ruhunuzu göğe yükseltecek... Piramit Ma’at’ın düzenini yeryüzüne taşır!"

Karmen gülümseyerek devam eder:

Karmen:

“İyi de, eğer bir tanrı varsa… bu dağ büyüklüğünde taş yığınlarına gerek kalmadan beni diriltmeye gücü yetmez mi. Bu nasıl bir tanrı ki piramit olmadan ruhumu göğe yükseltmeye gücü yetmiyor?”

Karmen'in gülümsemesi kesilmedi; taşlama dolu sözleri salonu doldurdu:

Karmen:

"Ah, evet! Göğe yükseliyor ama ölü bir adamı taşıyarak! Ben size bulutların ötesine uçurun dedim, siz bana 'seni dağ gibi yığdığımız taşların altına gömeceğiz' diyorsunuz.

Rahip:

“Efendim, bok böceği kutsal bir varlıktır. O, Ra’nın güneşini yuvarlar, hayatın döngüsünü temsil eder!”

Karmen:

O bok yuvarlayan böcek için güneşi yuvarlıyor diyordunuz, siz de beni bok böceği yuvarlama tekniği ile yuvarladığınız taşların altına koyacaksınız. Ha ha! Tanrılarınızı kendiniz uydurduğunuzu itiraf ediyordunuz, şimdi de 'piramit sayesinde dirilip göğe çıkarsın' demeniz uydurma."

Salon karıştı. Bazı rahipler korkuyla geriledi, yüzleri kızardı; bilginler başlarını eğdi, parşömeni toplamaya çalıştılar.

Karmen ayağa kalktı, elini göğe kaldırdı, sesi ciddileşti:

"Hayır! Ben saçma sapan dağ büyüklüğünde mezar istemem. Ben göğe çıkacağım, canlıyken, gözlerim açıkken! Ve eğer bana yol bulmazsanız, siz değil ben size yol göstereceğim. Çünkü hakikat, ölümde değil, yaşamın kendisinde gizlidir. Pagan masallarınızı bırakın; gerçek bilimi, gerçek yükselişi bulun. Yoksa kayıtlar salonu, sizin cahilliğinizin mezarı olur!"

Salon tekrar sessizleşti.

“Piramidiniz, taşla örülmüş bir yalan. Hakikat, taşların gölgesinde değil, aklın ışığında yükselir. Bana taş yığınları değil, fikirler sunun!”

Bilginler dağıldı, ama Karmen'in sözleri akıllarda kaldı.

Ironi açıktı: Hakikat arayışındaki bir lider, hala ölüm kültüne saplanmış bir toplumun ortasında. Piramit projesi, belki de Kemet'in simgesi olacaktı ama Karmen için, sadece bir taşlama malzemesiydi. Karmen’in sözleri, Kayıtlar Salonu’nun taşlarında yankılanıp sustu. Ama o yankı, Kemet’in kumlarında bir tohum ekti: Taşla değil, akılla yükselen bir çağın tohumu. Piramitler yükselecekti, evet, ama Karmen’in hayali, yıldızlara ulaşmak için akıl merdivenlerini inşa etmeye zorlayacaktı.

...

6.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara:

“Nil-7… bak… Karmen taş mezar değil, fikir istiyor. Taşların yüksekliğine değil, akla bakıyor.”

Nil-7:

“Evet Sahara… Taşlar sadece simge. Kralın aradığı şey, göğe ulaşmanın yolunu akılda bulmak. Yüzyıllar sonra insanlar onun bu hayalini anlayacak.”

Sahara:

“Ama böcekten ilham almak… taşları yuvarlayarak yükseltmek… bu kadar basit ve aynı zamanda zeki bir fikir mi olabilir?”

Nil-7:

“Bazen en büyük dersler en küçük canlılardan gelir. Bok böceği… küçük ama devasa bir mühendis.”

Sahara:

“Ve insanlar, böceğin yöntemini kullanıp dev bir mezar inşa edecekler… Ama Karmen canlıyken göğe çıkmak istiyor. Taşlar ve piramitler ona yetmeyecek.”

Nil-7:

“İşte hakikatin kıvılcımı burada. Karmen, ölünce değil, yaşarken yükselmeyi seçiyor. Gelecek, bu fikirlerin ışığında şekillenecek. Eğer insanlar aklı ve cesareti birleştirirse… belki göğe ulaşacaklar.” 

Sahara:

“Belki de kral haklı. Göğe yükselmek taşlarla değil, düşüncelerle olur.”

Nil-7:

“Ve bir gün, bu düşünceler, taşların gölgesini aşacak, yıldızlara ulaşacak, Sahara… yıldızlara…”  



Bölüm 7: İnsanlı Uçurtma Projesi (M.Ö. 3095)

Karmen’in göğe yükselme arzusu, Kayıtlar Salonu’nda yeni bir dönemi başlatmıştı. Bilginler, kralların bulutların ötesine ulaşmasını sağlayacak bir yöntem ararken, genç bilgin Ptahotep, salonun tozlu raflarında unutulmuş bir papirüs keşfetti. Kağıt, Afrika’nın güneyinden gelmişti; bir çocuğun arkadaşına yazdığı, naif ama içten bir mektuptu.

Mektup (çeviri):

“Sevgili Amari,

Bugün köyde babamla saz ve kumaştan bir kuş yaptık. Ona ip bağladık, rüzgâr onu göğe uçurdu! Sanki kartal kanatları gibi süzülüyordu. Çocuklar peşinden koştu, ipi çektikçe gökte dans etti. Çizimini gönderiyorum. Yapmayı başarırsan belki bir gün birlikte uçururuz. Kweku”

Ptahotep mektubu okurken gözleri parladı. ”Uçurtma… Karmen’in bulutların ötesine ulaşma arzusuna yanıt olabilir.”

Ptahotep, papirüsü okuduktan sonra, eline bir parşömen daha aldı. Bu, Kweku’nun köyünden gelmiş, küçük bir çizim içeriyordu. Çocuğun çizimi naif ama zekiceydi: Bir altıgen şekli ve iplerin çıtalara nasıl bağlandığını gösteren basit çizgiler. Oklar rüzgâr yönünü gösteriyordu.

“Efendim,” dedi Ptahotep Karmen’e, ”bu sadece kelimelerle anlatılan bir oyun değil. Çocuğun kendi gözleriyle kağıda döktüğü bir model var. Buradan ilham alacağız; çizimdeki üçgeni büyütüp, sepeti sağlamlaştıracağız. Rüzgârın gücünü ve iplerin yönlendirmesini böyle anlayabiliriz.”

Bilginler, çizimi dikkatle inceledi. Bazı semboller anlam veremedikleri bir eski dildeydi; ama şekiller ve oklar, uçurtmanın nasıl havalanacağını gösteriyordu. Ptahotep, ”Rüzgârın ve uçurtmanın hareketini kağıda aktarmış” dedi.

Salonda bir sessizlik çöktü; taş duvarlar ve spiral sütunlar, bilginlerin hayal gücünü yansıtan bir sahneye dönüştü. Uçurtma artık sadece bir kelime değil, bir çizimle somutlaşmıştı.

Hemen diğer bilginleri çağırdı ve mektubu gösterdi.

Ptahotep, Karmen’i göğe taşıyacak uçurtma tasarımını anlatırken, salonun taş duvarlarında bir sessizlik çöktü. Papirüs ve ketenle yapılacak, rüzgârın gücüyle Karmen’i havaya kaldıracak bir sepet… Nil’den toplanan papirüs kamışları çerçeveyi oluşturacak, keten kumaş geniş yüzeyi kaplayacaktı.

Altıgen biçimli dev bir uçurtma; altına Karmen’in oturacağı sepet bağlanacak. İpler, yerde sabitlenmiş makaralarla kontrol edilecekti.

Önce küçük uçurtmalar Nil’in rüzgârlı kıyılarında denenecek; sonra prototip insan taşıyabilecek güçte olacaktı.

Denge, rüzgâr yönüne göre ayarlanacak; platform güvenliği için ek ipler ve karşı ağırlıklar kullanılacaktı. Basit rüzgâr ölçerlerle testler yapılacaktı.

Karmen, tahtında otururken Ptahotep papirüsü eline aldı ve okudu:

Ptahotep: ”Efendim, Afrika’daki çocuklar rüzgârla uçan bir şey yapmış. Biz de sana böyle bir şey yapacağız; Hafif ama seni göğe taşıyacak kadar güçlü. İplerle yönlendireceğiz, göğe süzüleceksin.”

Karmen (kaşlarını kaldırarak): ”Bir çocuğun oyuncağı mı beni göğe taşıyacak?”

Ptahotep: ”Oyuncak değil, efendim! Bu, rüzgârın sırrı!”

Karmen: ”Haydi çalışın. Her basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır.”

 

7.1. TEST UÇUŞLARI

Nil kıyısındaki geniş tepe, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanırken, uçurtma denemeleri kaotik bir enerjiyle başlamıştı. Ptahotep, dev kanatları rüzgâra karşı germeye çalışıyor, ipleri tutan işçiler ter içinde çırpınıyordu. Her fırlatma, bir heyecan fırtınası gibiydi; kalpler sıkışıyor, nefesler tutuluyordu.

İlk denemede un çuvalı sepetin içinde sallanıyor, rüzgârla dans ederken birden savruldu ve çığlıklar yükseldi. ”Dikkat! İp gerildi!” İşçiler bağırıyor, bazıları kendini geriye çekiyordu. Çuval kısa bir süreliğine havada süzüldü, sonra bir çarpma sesiyle yere indi; toz bulutları havaya karıştı. Ptahotep nefesini tuttu, yüzünde hem hayal kırıklığı hem de heyecan vardı.

İkinci deneme, daha büyük bir çerçeveyle ve çift kat keten kanatlarla yapıldı. Uçurtma havalandığında ipler gerginleşti, kanatlar rüzgârı yakaladı ama dengesini kaybetti; sepet devrilirken bir çığlık daha yükseldi. İşçilerin bazıları komik bir panikle birbirine çarptı, kahkaha ve korku karıştı.

Her deneme yeni bir sarsılma, yeni bir çığlık, yeni bir öğrenme demekti. Ptahotep her düşüşte yeni ip noktaları, ek destekler ve karşı ağırlıklar hesapladı. “Bir kez daha!” diye bağırıyordu, gözleri parlıyordu. Rüzgâr estiğinde uçurtma titredi, sallandı… ve bir anlık mükemmel bir dengede havada süzüldü. İşçiler birbirine bakıp nefesini tuttu, ardından bir gürültüyle alkış ve sevinç patladı.

Her başarısız fırlatma, her çığlık ve her devrilme, Karmen’in göğe yükselme hayalinin temelini atıyordu. Ptahotep, Nil kıyısında durmuş, ipleri sıkı tutuyor ve kendi kendine fısıldıyordu: ”Bir gün, Karmen burada olacak… ve biz, bu kaotik dansla onu bulutlara ulaştıracağız.”

Karmen denemelerin eğlenceli ve komik olduğunu duymuş, izlemek için gelmişti. Bilginler, Nil kıyısında bir tepe seçti ve dev uçurtmayı hazırladı. İlk deneme yükseldi; kumaş kanatlar rüzgârla doldu, ama sepeti taşımakta başarısız oldu. Uçurtma bir an için havadaydı, sonra yere çakıldı.

Karmen kahkahalarla güldü:

“Gerçekten eğlenceliymiş iyi ki geldim. Kaz gibi yere kondu!”

Ptahotep, gözlerindeki ateşi kaybetmeden:

“Efendim, bir ay verin; düzeltiriz.”

Karmen gülümseyerek başını salladı:

“Öyleyse uçurun, bilginler. Ama unutmayın, düşersem sizi de yanımda götürürüm!”

Bir ay boyunca bilginler, çerçeveyi güçlendirdi, keteni çift kat yaptı ve iplerin kontrolünü iyileştirdi. Yeni denemede uçurtma kısa süreliğine bir insanı havaya kaldırmayı başardı. Köyler, rüzgârla dans eden kumaş kuşlarla doldu; çocuklar, küçük uçurtmalar yapıp gökyüzüne baktıkça Karmen’in hayalini hatırladılar.

Ptahotep Karmen’e fısıldadı:

“Belki göğe tam ulaşamadık, ama bir çocuğun hayali bile bize yol gösterdi. Hakikat taşlarda değil, bu küçük kıvılcımlarda saklıdır.”

Karmen, bu sözlerle gözlerini rüzgâra dikti ve bilginlerine güvenle baktı. İnsanlı uçurtma, onun ”yaşarken yükselme” arzusunun bir simgesi olmuştu; gökyüzüne ulaşmanın, taşla değil, akılla mümkün olacağını ilk kez herkese gösteriyordu.

Karmen, Nil’in rüzgârla dans eden uçurtmayı uzaktan izledi. Sepetteki un çuvalı yükseliyor, dönüyor, sallanıyor… ve bir anda yere düşüyordu. Kral dudaklarını bükerek başını salladı:

“Bu benim yükseklik arzumun gölgesi bile değil. Henüz ben binmeyeceğim. Ama siz öğrenin; rüzgârı, ağırlığı, dengeleri. Gün gelecek, ben göğe çıkacağım, ama o gün hazırlıklı olacaksınız.”

...

Ptahotep yılmadı, denemelere devam etti. Uçurtmayı daha da büyüttüler. Bu kez sepeti kaldırıp yerine sağlam bir iskelet yaptılar, planör benzeri bir düzeneğin üzerine cesur bir asker, uçurtmaya sımsıkı bağlandı. Rüzgâr esince uçurtma havalandı, sallandı, asker yukarı çıkarken çığlık attı:

“Anammm! Nil küçücük kaldı!”

Kalabalık kahkahalara boğuldu. Bazıları sevinçten bağırdı, bazıları korkudan gözlerini kapadı. Uçurtma biraz salındı, sonra yavaşça yere indi. Asker, yüzü bembeyaz olmuş halde uçurtmadan indiğinde herkes alkışladı.

Karmen kaşlarını kaldırdı:

“İşte bu! Sepetten daha iyisi. Ama hâlâ yükseklik bana yetmez.”

Bilginler vazgeçmedi. Rüzgâr tekrar esti. Bu kez gökyüzüne süzülen genç bir delikanlı, sevinç çığlıkları atıyordu:

“Gökteyim! Gökteeee!”

Ve böylece ilk defa gerçekten kontrollü bir yükseliş başarıldı. Kalabalık öyle coştu ki, ertesi gün Nil kıyısında sıra bekleyenler oldu. Kimisi köyden getirdiği tavukla ödeme yaptı, kimisi balık sepeti bıraktı, kimisi de değerli taşlar. Birkaç hafta içinde ”Göğe Uçma Turları” başladı. Uçurtma, bir anda Kemet’in en büyük eğlencesi hâline geldi.

Çok geçmeden, uzak ülkelerden tüccarlar da bu şöhreti duydu. Fenike’den, Mezopotamya’dan, hatta Hindistan’dan gelen yabancılar, Nil kıyısında sıraya giriyor, uçurtma ile göğe çıkmak için altın ve gümüş bırakıyorlardı. Bilginler, şaşkınlıkla birbirine bakıyordu:

“Biz göğe hakikati aramak için çıkmak istedik… Ama insanlar eğlence için sıraya girdi!”

Karmen ise bu manzarayı izlerken hafifçe gülümsedi. Belki kendi göğe çıkışı hâlâ yeterince ihtişamlı değildi, ama bir şey belliydi: Kemet artık sadece taşlarla değil, rüzgârla da yükseliyordu.

...

7.2. UÇURTMA TURİZMİ

Uçurtma gösterileri kısa sürede Nil kıyısında çılgın bir eğlenceye dönüşmüştü. Başta sadece köylüler, ellerinde birkaç hurma veya balık sepetiyle sıraya giriyordu. Ama zamanla bu iş öylesine büyüdü ki, Mezopotamya’dan tüccarlar, Fenike’den denizciler, hatta uzak Hind diyarından meraklılar, uçurtmaya binmek için Kemet’e akın etmeye başladılar.

Kayıtlar Salonu’nun bilginleri önce şaşkındı. Onların gözünde bu, yalnızca Karmen’in hayalini test etmek için bir yan denemeydi. Ama bir gün Ptahotep, uçurtma turizmi ile bırakılan atlın ve gümüş yığınlarını görünce gözleri parladı:

“Efendiler! Aradığımız kaynak ayağımıza geldi. Bu altınlarla yalnızca uçurtma değil, yıldızlara gidecek araç da yapabiliriz!”

Kısa sürede ”uçurtma turizmi” resmi bir işletmeye dönüştü. Nil kıyısında uzun kuyruklar oluşuyor, bilginler gelen yabancılara bilet kesiyor, görevli askerler sırayı düzenliyordu. Fiyatlar rüzgâra göre değişiyordu:

Hafif rüzgâr günlerinde ”düşük ücretli kısa uçuşlar”,

Fırtınalı günlerde ”yüksek riskli uzun uçuşlar” satılıyordu.

Bir gün bir tüccar, sıranın en önüne geçmek için iki deve yükü lapis lazuli bağışladı. Kalabalık ”Uğurlu olsun!” diye bağırırken, bilginler fısıldaşıyordu:

“Bu mavi taşlarla yapılacak takılar ve işlemeli süslerle bilimsel araştırmalarımızı finanse edebiliriz…”

Karmen, uçurtma turizmini izlerken gülümsüyordu. Onun gözünde bu, basit bir oyun değildi; halkın çılgın merakı, yıldızlara giden merdivenin ilk basamağını finanse ediyordu.

Artık Kayıtlar Salonu’nda yeni bir söz dolaşmaya başlamıştı:

“Göğe çıkan her yabancı, bizi biraz daha yıldızlara yaklaştırır.”

...

7.3. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara:

“Nil-7! Bak! Bu çocuk, Kweku, ip ve kumaştan bir kuş yapmış. Sence gerçekten göğe çıkabilir miyim böyle bir uçurtmayla?”

Nil-7 (nazikçe gülümseyerek):

“Sahara… senin boyun kısa ama hayalin çok uzun. Teorik olarak, doğru rüzgâr ve iplerle biraz yükselirsin. Ama bir insanı taşıyacak kadar güçlü olması çok dikkat gerektiriyor.”

Sahara (gözleri parlıyor):

“Vay canına… bir çocuğun oyuncağı bile bir Kralı göğe çıkaracak kadar önemli olabiliyor, değil mi?”

Nil-7:

“Evet, Sahara. Küçük hayaller, bazen çok büyük işler başlatır. Ptahotep de aynı şeyi yapıyor: düşüyor, yeniden deniyor ve her seferinde öğreniyor.”

Sahara (merakla):

“İlginç olan şey, bir çocuğun mektubu bile Mısır’ı göğe taşımaya yetmiş gibi görünüyor. Bu bir nevi… insan yaratıcılığının gücü.”

Nil-7:

“Doğru. Ve denemeler sırasında hataları analiz edip bir sonraki uçuşu iyileştiriyoruz. Kaotik gibi görünüyor ama aslında her düşüş, bir öğrenme anı.” 

Sahara:

“Belki bir gün ben de annem ve babam gibi gökyüzüne çıkacağım."

Nil-7:

“Göğe ulaşmak için küçük adımlar atacaksın… ama bu adımların değeri büyük olacak.” 




Bölüm 8: Göğe Yükselen Fenerlerden Balonlara (M.Ö. 3094)

Uçurtma denemeleri artık Kemet köylerinin eğlencesi olmuştu. Çocuklar Nil kıyısında küçük uçurtmalarını uçuruyor, bilginler ise daha büyük ve daha güçlü tasarımlar üzerinde çalışıyordu. Turistler bile çıkmıştı: Nubya’dan gelen tüccarlar, ”bir kere göğe çıkmak” için ödeme yapıyor, uçurtmaya bağlanıp rüzgârla yükseliyorlardı. Köylüler buna ”uçma turizmi” adını takmıştı.

Ama bir gün, Kayıtlar Salonu’nda başka bir sürpriz yaşandı. Genç bilginlerden biri, eski mektupların arasında kırışmış bir parşömen buldu. Üzerinde bir çocuğun titrek yazısıyla şunlar yazıyordu:

Mektup (Çeviri):

“Sevgili Ankhur,

Köyümüzde şenlik vardı. Afrika olimpiyatlarını kutlamak için yüzlerce fener yaptık, içine küçük ateşler koyduk. Gece olunca hepsini aynı anda göğe saldık. Gökyüzünde yıldızlar çoğalmış gibiydi! Ben de fenere bir mektup koydum. Belki dileğimi rüzgâr sana götürür diye… Merit”

Mektubun köşesinde kömürle çizilmiş basit bir resim vardı: bambu çemberin üstüne bağlanmış yuvarlak pirinç kağıdından torba, içinden yanan parafin bloglarından yükselen  dumanla havalanıyordu.

Bilgin heyecanla salonun ortasına koştu:

“Efendiler! Bakın! Uçurtma rüzgârla yükseliyor, ama ateş de havayı yukarı taşıyor! Biz de bu fenerlerin devini yapabiliriz!”

Karmen kaşlarını kaldırdı:

“Yani ip olmadan göğe çıkacağım? Bir çocuğun yaktığı torbanın içine girip havalanacağım öyle mi?”

Bilgin: ”Isınan hava yükselir, efendim! Bu, havanın sırrı!”

Karmen: ”Haydi çalışın. Her basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır.”

Bilginler hemen işe koyuldu. Papirüs ve ketenden koca torbalar diktirdiler, altına da bir sepet bağladılar. Köylüler bu denemeleri izlemek için toplanıyor, çocuklar kahkahalarla tezahürat yapıyordu.

8.1. İlk Denemeler

Sepete un çuvalları koydular. İlk balona koca bir ateş yaktılar, ama ateş fazla büyüyünce sepetin ipleri tutuştu. Köylüler çığlık attı, bilginler kovalarla koşuşturdu. Fakat balon Nil nehrine düşerken biri bağırdı:

“Timsahlar bu akşam sıcak ekmek yiyecek!”

İkinci denemede ateş sönüverdi, balon yükselmek yerine komik bir şekilde yere yapıştı. Karmen gülmekten tahtında doğrulamadı:

“Göğe değil, yerin dibine gidiyorsunuz!”

Ama üçüncü denemede işler değişti. Ateşi daha dengeli tuttular. Balon ağır ağır yükselmeye başladı. Halk sevinçle alkışladı, çocuklardan biri ”Anne bak, gökyüzüne erzak gönderiyoruz!” diye bağırdı.

8.2. İnsanlı Deneme Gökyüzündeki Bir Macera

Sonunda bir cesur bilgin, ”Ben bineceğim!” dedi ve sepete oturdu. Cesur bilgin, sepetin içine adımını attığında kalabalık nefesini tuttu. Torbanın altındaki ateş alevlendi, duman yükseldi, kumaş dev bir gölge gibi göğe şişti. Sepet ağır ağır yerden koptu. Çocuklar ”Göğe gidiyor! Göğe gidiyor!” diye bağırdı.

Balon göğe yükselirken kalabalıktan çığlıklar yükseldi. Kadınlar dualar ederken, çocuklar kollarını sallıyordu.

Bilgin bağırıyordu:

“Ben yıldızlara daha yakınım! Hey, aşağıdakiler! Kemet'in tüm haritasını görüyorum!”

Karmen, bilginin yükselişini izlerken derin derin düşündü. "Henüz istediğim yükseklikte değil," diye fısıldadı kendine. "Göğe çıkış dediğin bu kadar alçak olmamalı." Ardından yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi. "Ama," diye ekledi, "Meraklısı çok. Turistler bu keyif için bütün servetini bırakır."

Başlangıçta her şey masal gibiydi. Bilgin aşağıya el sallıyor, köylüler coşkuyla alkışlıyordu. Ama rüzgârın şiddeti arttığında işler değişti. Balon hızla yükseldi, bir noktada Nil’in sisi altında köy kayboldu. Bilgin şaşkınlıkla bağırdı:

“Çok yükseliyor! Hava soğuyor, nefesim titriyor!”

Ateşi kısması gerekiyordu, ama o anda panikle suyu ateşin üzerine dökmeye çalışırken kenarına döktü. Balon bulutların üzerine çıktı. Donmuş elleriyle ipleri kavramaya çalışırken dudakları morardı. Sonra birden fark etti: ateş sönmeye başlamıştı! Islak saman tütüyor ama yanmıyordu.

“Hayır! Düşeceğim!” diye çığlık attı.

Kalabalık onu artık göremiyor, yalnızca gökte küçülen bir nokta izliyordu. Yukarıda, bilgin ıslak samanları canhıraş çabalayarak yeniden tutuşturmaya çalışıyordu. Alevler bir anlık kıvılcım saçtı, sonra tekrar sönmek üzereydi. Çaresizlikle kaftanını yırtıp tutuşturdu, alevi yeniden canlandırmayı başardı.

Balon yeniden yükselmedi ama bu kez yavaş yavaş süzülerek inmeye başladı. Fakat rüzgâr onu köyden çok uzaklara sürüklemişti. Nil’in kıyıları görünmez olmuş, yerine uçsuz bucaksız sarı kumlar uzanıyordu. Bilgin aşağıya baktığında içi ürperdi: ”Buralarda inemem, düşersem çöl beni yutar!”

Sepet bir süre tehlikeli biçimde savruldu, bir an yere hızla çakılacakmış gibi göründü, ama şiddetli bir rüzgâr yönünü değiştirdi. Nihayet balon, Nil’e yakın bir sazlığın üzerine inerek sepeti sertçe yere vurdu. Bilgin sepetin içinden yere yuvarlandı, nefes nefese, yüzü bembeyaz.

Köylüler gün batımına kadar bekledi ama balon geri dönmedi. Günler sonra, bitkin halde geri yürüyerek köye ulaştığında halk onu ”Gökyüzünden dönen adam” diye karşıladı.

8.3. Haftalarca Süren Düşünce

Bilgin günlerce uykusuz kaldı. Her çarpıntı, her titreme, ateşin sönüp alevin yeniden doğduğu an, zihninde dönüp duruyordu. Şöyle mırıldandı:

“Göğe çıkmak kolay… asıl mesele, kontrollü olarak dönmek.”

Bu düşünceyle, ateşi kontrol edecek yeni bir düzenek tasarladı. Çömlekçilerle konuştu, bronz ustalarıyla tartıştı. Bir tür ”hava girişini kısan ve açan kapak” hayal etti. Küçük bir sürgüyle ateşe giden havayı azaltıp çoğaltmak mümkündü. Böylece balon yükselip alçalabilirdi.

Bir gün, Kayıtlar Salonu’nda buluşan diğer bilginlere taslağını gösterdi:

“Bakın, şu kanalı daraltırsak ateş küçülür, genişletirsek büyür. Böylece yükseliş ve inişi yönetebiliriz! Fakat balon rüzgarla uzaklaşıp kaybolmaması için iple yere bağlamalıyız.”

Gerçekten de kısa sürede, Kemet’e gelen yabancı tüccarlar göğe sıcak hava balonuyla çıkmak için sıraya girdi. Rüzgarlı havalarda uçurtma ile uçuyorlar, rüzgarsız havalarda balon ile uçuyorlardı. Biri, göğe çıkmak karşılığında beş deve bıraktı. Bir diğeri, uzak diyarlardan getirdiği egzotik taşları verdi. Köylüler bu hediyelere bakıp hayran kaldılar. 

Artık sadece ekmek ve altın değil, ”uçma hakkı” da bir ticaret haline gelmişti. Balonlar göğe süzülüyor, sepetlerdeki yolcular kahkahalarla aşağıya sesleniyordu. Kemet’te yeni bir çağ başlamıştı: UÇMA TURİZMİ ÇAĞI.

...

8.4. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (Gözleri kocaman açılmış, ellerini havaya kaldırdı):

“Vaaay! Demek göğe çıkan ilk insan aslında balona binmişti! Ama… çok korkutucuymuş. Ben olsam ağlardım.”

Nil-7 (metalik gövdesi hafifçe titredi, bu onun kahkahasıydı):

“Evet küçük hanım. O bilgin hem kahramandı hem de biraz deliydi. Cesareti olmasa göğe çıkış hayali hiç başlamazdı.”

Sahara (kaşlarını buruşturdu):

“Peki ya yere çakılıp ölseydi? O zaman herkes uçmaktan vazgeçmez miydi?”

Nil-7 (gözleri yumuşak bir ışıkla parladı):

“Bazen, biri düşmeyi göze almadan diğerleri uçamaz. O bilginin düşme ihtimali, yüzlerce çocuğun gökyüzüne bakarken ‘Ben de yükselebilirim’ demesini sağladı.”

Sahara (yastığa uzanıp kıkırdadı sessizce düşündü, sonra sordu):

“Yani… ilk uçanlar iplerle bağlıydı, sonra özgürce balonlarla çıktı. Peki ben? Ben nasıl uçacağım?”

Nil-7 (sesinde şefkat vardı):

“Sen, onların hepsinin hayalinden doğan bir geleceğin çocuğusun. Senin için uçmak, zaten nefes almak kadar doğal. Ama yine de o bilginin korkusunu, halkın kahkahalarını hatırla. Çünkü o anlar, göğe çıkmanın gerçek hikâyesini anlatır.” 



Bölüm 9: Petrolün Keşfi (M.Ö. 3093)

Kayıtlar Salonu’nun loş ışığında, tozlu tomarlar arasında genç bir bilgin aniden ayağa fırladı. Elinde buruşuk, is lekeleriyle kaplı bir parşömen sallanıyordu. ”Bakın, bakın!” diye haykırdı, sesi taş duvarlarda yankılanarak. ”Bir çocuğun yazdığı mektup buldum!”

Bilginler, merakla genç adamın etrafına üşüştü. Titreyen parmaklarla parşömeni açtı ve okumaya başladı:

Sevgili amcam,

Babamla Kızıldeniz kıyısına yakın Jabal Zayt’tan geçerken yerin altından siyah, pis kokulu bir çamur fışkırdı. Babamın ayağına bulaştı, günlerce çıkmadı. Meraktan bir parça ateşe tuttuk… Birden alev aldı, arabamız yanıyordu az kalsın! Annem bağırdı, babam, “Bu, toprağın içinden gelen ateştir,” dedi. Çok korktum ama aynı zamanda merak ettim: Bu madde neden böyle yanıyor? Belki senin bilgin arkadaşların bunu çözebilir.

Selamlar, Besna.

Salon bir an sessizliğe gömüldü. Yaşlı bir bilgin, gözlerini kısarak mırıldandı: ”Yerin içinden çıkan… yanıcı çamur mu? Bu olağanüstü!” Başka bir bilgin, ”Efsanelerde Jabal Zayt’tan ‘ejderha kanı’ diye bahsedilirdi. Belki de bu, o kutsal ateş!” diye ekledi, sesinde hem korku hem hayranlık vardı.

Hemen kralın huzuruna çıktılar. Karmen, tahtında dimdik oturuyordu. Mektup yüksek sesle okunduğunda kaşlarını çattı: ”Topraktan çıkan yanan siyah çamur mu? Getirin! Yanan siyah çamuru görmek istiyorum. Eğer bu doğruysa, göğün kapılarını açmanın anahtarı burada olabilir!”

9.1. İlk Denemeler

Bir ay sonra, Jabal Zayt’tan katırların sırtında derme çatma tulumlar ve küpler içinde siyah çamur saraya ulaştı. Koku öyle ağırdı ki köylüler burunlarını tıkayarak geri çekildi. ”Bu lağım kokusundan bin beter!” diye bağırdı biri. Çocuklar tiksintiyle kaçışırken, kadınlar mendillerle yüzlerini kapattı. Sarayın avlusu, merak ve kaosla dolup taşmıştı. Kayıtlar Salonu o gün bir deneyhaneye dönüştü.

9.2. Yağ Lambası

Genç bir bilgin, cesaretle öne çıktı ve bir yağ lambasına siyah çamurdan döktü. ”Belki bu, lambalarımızı daha parlak yapar!” dedi umutla. Meşaleyi yaklaştırdığında alev aldı… ama anında simsiyah bir is bulutu yükseldi. Salon dumanla kaplandı; bilginler öksürerek dışarı kaçıştı. Bir çocuk kahkahayla bağırdı: ”Bu lamba değil, duman makinesi!”

Kral Karmen, gözlerini ovuşturarak homurdandı: ”Bununla göğe çıkmaya çalışırsak, yıldızları değil, sadece kendi mezarımızı görürüz!”

Kayıtlar salonu günlüğü:

Deneme 1: Yer yağı lambada yandı. Çok isli, gözleri yakar. Işık verir ama pis.

9.3. Sirke

Başka bir bilgin, ”Belki başka bir sıvıyla karışırsa sakinleşir,” diyerek bir çömleğe sirke doldurdu ve üstüne siyah çamur ekledi. Herkes merakla izledi. Ancak iki sıvı birleşmeyi reddetti; petrol, sirkenin üstünde inatla yüzüyordu. Avludaki çocuklardan biri kıkırdadı: ”Yağla sirke kavga ediyor! Kavanozda savaş çıkmış!” Bilgin, ciddiyetle not aldı: ”Birbirini reddederler. Yan yana durur, ama dost olmazlar.”

Kayıtlar salonu günlüğü:

Deneme 2: Yer yağı sirke ile birleşmez. Üstte yüzer. Çocukların dediği gibi, kavanozda kavga ederler.

9.4. Kükürt

Bir başka denemede, öğütülmüş kükürt siyah çamura karıştırıldı. Alev, sarı bir ışıkla parladı, ama ardından öyle iğrenç bir koku yayıldı ki avludaki tavuklardan biri yere yığıldı. Panikle bir köylü bağırdı: ”Ateş tanrısı kurban istedi! Tavuk seviyor!” Karmen, burnunu tutarak kükredi: ”Hayır, aptallar! Bu zehirli duman!”

Kayıtlar salonu günlüğü:

Deneme 3: Yer yağı kükürt karıştırılınca ateş daha şiddetli olur. Ama tavuk düştü, yani ölümcül duman çıkarır.

9.5. Amonyaklı Tuz

Cesur bir bilgin, hayvan idrarından yapılmış keskin kokulu bir tuzu çamura ekledi. Oda bir anda dayanılmaz bir kokuya boğuldu. Bilginlerden biri sandalyesinden yuvarlanarak bayıldı. Çocuklardan biri fısıldadı: ”Sihirbazı yere serdi!” Kalabalık kahkahalara boğulurken, kral öfkeyle bağırdı: ”Kendinizi öldürmek mi istiyorsunuz? Bu iğrenç kokuyla krallığım çöker!”

Kayıtlar salonu günlüğü:

Deneme 4: Yer yağı amonyaklı tuz eklenince bilgin bayıldı. Koku dayanılmaz.

9.6. Doğal Gazın Keşfi

Denemeler günlerce sürdü. Sonunda yaşlı bir bilgin, ”Bu çamuru kapalı bir kapta ısıtırsak, belki dumansız bir ateş elde ederiz,” dedi. Demir bir kabı siyah çamurla doldurdular, ağzına keçi derisinden bir boru bağladılar ve altına ateş yaktılar. Bir süre sonra kabın içinden baloncuklar yükseldi; keçi derisi şişmeye başladı! Çocuklar gözlerini faltaşı gibi açtı: ”Bakın! İçinde görünmez bir rüzgâr var!”

Bir bilgin, borunun ucuna meşale yaklaştırdı. VUUUUSH! Dev bir alev fışkırdı. Kalabalık hayretle geri çekildi. Dizlerinin üstüne çöken bir bilgin, "Biz ateşi şişeye koyduk!" diye haykırdı. Karmen, dudaklarını büküp başını salladı: ”İşte, ateşin sırrı burada olabilir.”

Kayıtlar salonu günlüğü:

Deneme 5: Yer yağı kapalı kapta ısıtıldığında kokusuz gaz çıkar. Gaz ateşte temiz ve mavi alevle hızla yanar. Bu gazla göğe yükselmek mümkün olabilir.

9.7. Depolama Sorunu ve Yeni Bir Fikir

Sevinç kısa sürdü. Ertesi sabah, keçi derisi tulumların sönüp indiği görüldü; gaz kaybolmuştu. Bir bilgin, tulumları ziftle kaplamayı denedi. Bu kez gaz içeride kaldı, ama bir hizmetkâr yanlışlıkla tulumu düşürünce PAF! diye patladı. Ortalık savaş alanına döndü; avludaki süs havuzu bile kıvılcımlarla dans etti.

Kral öfkeyle ayağa fırladı: ”Yıldızların sırrı diye başladık, köyü havaya uçuruyordunuz!” Ama gözlerindeki kıvılcım sönmemişti. Hırsla devam etti: ”Haydi, çalışmaya devam edin. Siyah ateşi ehlileştirin. Onu bana boyun eğdirin! Her basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır.”

Çocukların kahkahaları, kadınların öksürükleri, bilginlerin panik bağırışları tarihe bir hatıra gibi yazıldı. Ve böylece, Kayıtlar Salonu’nda yeni bir çağın ilk kıvılcımları yanmaya başladı: Petrol Çağı.

...

9.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (yuvarlak gözleri ışıl ışıl, minderin üzerinde dizlerini karnına çekmişti):

“Nil-7… yani gerçekten de insanlar böyle kokan, patlayan şeylerle uğraştı mı? Tavukları bile öldürmüşler mi?”

Nil-7 (leopar desenli metal gövdesi ay ışığında parladı, göz sensörlerini kısarak sanki gülümsedi):

“Evet küçük hanım. Merakları, korkularından büyüktü. O yüzden bazen saçma, bazen kahramanca denemeler yaptılar. Tavuk için üzücüydü, ama insanlık için büyük bir adımdı.”

Sahara (kaşlarını çattı):

“Ben olsam… hiç tavuğu öldürmezdim. Başka bir yol bulurdum.”

Nil-7:

“Senin çağında bilim, hayvanlara zarar vermeden ilerliyor. Onlar için bu bir lüks değil, bir hayaldi. Ama işte, senin gibi bir çocuğun sözü, o zamanlar bir krala bile yol gösterebilirdi.”

Sahara (biraz düşündü, sonra fısıldadı):

“Peki bu petrol… Gerçekten göğe çıkmalarını sağladı mı?”

Nil-7 (sesi derinleşti, neredeyse masalsı bir tınıya büründü):

“Yüzyıllar geçti. Önce lambaları aydınlattı, sonra şehirleri. Ardından, çelikten kuşların ve dev roketlerin yakıtı oldu. Sonunda, insanı yıldızlara taşıdı. Yani evet Sahara: O görünmez ruh, göğe çıkmanın kapısını araladı” 

Sahara (gülümsedi):

“O zaman devamını da anlat bana, Nil-7. Gazı şişeye koydular, peki sonra ne yaptılar?"

Nil-7 (gövdesindeki ışıklar hafifçe titredi, masal anlatıcısının sabrı ile konuştu):

“Sonra Sahara… depolamayı öğrenmeye çalıştılar. Gazın kaçağını, patlamasını, onu nasıl zapt edeceklerini. İşte oradan, ilk demir fıçıların hikâyesi başlıyor…” 



Bölüm 10: Depolama Sorunu Çözümü (M.Ö. 3092)

Kayıtlar Salonu’nda yeni bir parşömen açıldı. Üzerinde yine çocuk eliyle yazılmış satırlar vardı:

Mektup (Çeviri):

“Babamla kuzey pazarına gittik. Orada metalden yapılmış bir su fıçısı gördüm. Çömlek gibi ama kırılmıyor! Ağırdı, ama içindeki suyu sızdırmadan tutuyordu. Babam dedi ki, demiri döverek levha yapmışlar, sonra kenarlarını ateşte eritip birbirine yapıştırmışlar…”

Bilginler mektubu okuyunca gözleri ışıldadı.

“Eğer suyu tutabiliyorsa,” dedi başbilgin, ”belki gazı da tutabilir!”

Kral Karmen kollarını göğsünde bağladı:

“Çocuk oyuncağı mı bu? O gaz kaçacak olursa yine patlamalar yaşarsınız.”

Başbilgin Enlil-Hotep eğilerek:

“Efendim, göğün ve ötesine çıkabilecek bir araç yapabilmek için önce dayanıklı bir gövde lazımdır. İçi boş, sağlam bir gövde… Hem gazı hem ateşi saklayacak içi boş demirden bir tüp, fıçı, tulum veya karın!”

 

10.1. Demir Eritme Denemeleri: Petrol Çağı ile Çakışma

Ustalar, Jabal Zayt’tan gelen petrol gazıyla fırınları ısıtmaya çalıştı. İlk denemede:

·                     Gaz fırına yönlendirildi ama sıcaklık demiri eritecek kadar yüksek değildi. Demir sadece hafifçe ısındı, cılız bir duman çıktı.

·                     İkinci denemede gazı çok yakarak fırını aşırı ısıttılar, ama kontrolsüzlük yüzünden duman ve küçük alev patlamaları bilginleri dışarı kaçırttı.

·                     Üçüncü denemede, gazın fırınla teması yanlış ayarlandı; demir bir ucundan yumuşadı ama diğer kısmı hâlâ sertti. Ustalar hayıflandı: ”Bu demirle göğe çıkan gövdeler yapamayız!”

Salon kahkahalarla çınladı. Çocuklar fırının arkasına saklandı, bir bilgin dumanın içinde sallanan kepçe ile ”Patlayacak, sakının!” diye bağırdı. Kral Karmen öfkeyle ama hayranlıkla dudak büktü:

“Göğe çıkmayı hedefliyoruz, ama önce kendi ayaklarımızı yakıyoruz!”

10.2. Demirin Dövülmesi

Demirciler köyün dışındaki ocaklarda bakır ve demir levhaları ısıtıp örslerin üzerinde dövmeye başladılar. Kalın çubuklar, defalarca çekiç yedikçe inceldi. İki çırak bu işlemi izlerken kendi aralarında fısıldaşıyordu:

“Bak, koca demiri yufka yapıyorlar!”

“Annemin hamur açışına benziyor.”

Gerçekten de ustalar, levhaları dövüp silindirler arasından geçirerek inceltmeye çalışıyordu. Bir bilgin ciddi bir sesle not aldı:

“Buna ‘sıcak haddeleme’ diyelim.”

10.3. Çocukların Eğlencesi

İlk denemelerde levhalar fazla kalın kaldı, ek yerlerinden sızdırmaya başladı. Çocuklar hemen işin eğlencesini buldu:

“Demirden kocaman çömlek yaptık!” diye içine girip yuvarlanmaya başladılar. Kayıtlar Salonu’ndan birinin notu:

“Bilim ciddiyet ister, çocuk oyuncağı değildir… ama çok güldük.”

10.4. Sızdırmazlık Arayışları

Bir bilgin kenarları ziftle sıvamayı önerdi. Ocağın başındaki ustalar uyguladı. Gaz doldurup ateş tuttular… pat! Büyük bir gürültüyle fıçı alev aldı, köylüler bağırarak kaçıştı. Zift erimiş, ateşle birleşip patlamıştı.

Bir başkası bal mumu sürmeyi denedi. İlk başta sızdırmaz oldu. Ama ateşin sıcaklığıyla bal mumu eriyince fıçının içinden tatlı bir koku yayılmaya başladı. Çocuklar sevinçle bağırdı:

“Fıçı tatlı pişiriyor!”

10.5. Kaynağın Keşfi

Sonunda bilginlerden biri daha zekice bir yöntem buldu:

“İki levhayı üst üste getirip aralarına eritilmiş bronz dökelim, sonra çekiçleyelim!”

Denediler. İlk defa sızdırmaz, sağlam bir ”metal tulum” ortaya çıktı. İçine Nil kıyısındaki siyah çamurdan (petrol) çıkan gaz dolduruldu. Ağzına da tahta tapa ve deri conta kondu.

10.6. Metal Levha ve Tulum Üretimi

Başbilgin, metal levhalardan fıçı yapımını kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

1.                  Levhaların kesilmesi ve şekillendirilmesi: Metal levhalar hafif kavisli hâle getirildi, fıçı formuna dövüldü.

2.                  Kenarların birleştirilmesi: Üst üste bindirilip sıcak bronzla lehimlendi.

3.                  Taban ve kapak: Alt taban ayrı levhadan kesildi, üst kapak isteğe bağlı olarak eklendi.

4.                  Sızdırmazlık: İç yüzey zımparalanıp ziftle kaplandı.

İlk ”metal tulum” tamamlandığında içerisine petrol gazı dolduruldu. Basit bir valf (tahta tapa + deri conta) eklendi.

10.7. İlk Gaz Tüpü

Kalabalık nefesini tuttu. Tapa yavaşça açıldı. İnce bir tıslama duyuldu. Bir bilgin meşaleyi yaklaştırdı.

Füüüüüşşş!

Demirin karnından göğe doğru bir alev fışkırdı. Çocuklar çığlık çığlığa:

“Gökyüzü nefes aldı!”

“Demirin karnından ateş çıktı!”

Kral Karmen ayağa kalktı, yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi:

“İşte bu! Bana demirden koca koca tüpler yapın. O zaman göğe çıkan ateşi kontrol edebiliriz!”

Ve böylece Kemet’te ilk kez ”depolanabilir ateşin” çağı başladı.

...

10.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (minderinden kalktı):

“Nil-7, neden petrolle demiri eritememişler?”

Nil-7 (gülümsedi):

“Sahara, petrol gazı o çağın fırınlarını yeterince ısıtamıyordu. Demirin erime noktası çok yüksek: 1500°C civarı. Petrol ateşi, açık havada bile tam bu sıcaklığa ulaşamazdı.”

Sahara (gülümsedi):

“Peki neden vazgeçmediler?”

Nil-7:

“Çünkü öğreniyorlardı. Her başarısızlık, bir sonraki icat için adım oldu. Odun ve kömürle demiri yumuşatıp dövme yöntemi keşfettiler. Teknoloji zincirini böyle kırdılar.”

Sahara (mırıldandı):

“Yani petrol çağı hemen sonra demir eritme çağına geçtiler?”

Nil-7 (sesi yükseldi):

“Evet, insan sabrı ve merakı sayesinde zincir çakışmalarını kaldırabildiler. Hikâyelerinin komik ve dramatik yanları, bilimsel deneyin temellerini attı.”


Bölüm 11: Buharlı Oyuncak (M.Ö. 3091)

Kayıtlar salonunda yeni bir parşömen bulundu. Üstünde çocuğun yazısı hâlâ okunuyordu:

“Babam bana pazardan tuhaf bir oyuncak aldı. Küçük bir küreydi. İki yanında incecik borular vardı. Altına ateş koyunca su fokurdamaya başladı, sonra küre kendi kendine dönmeye başladı! Kardeşim ‘İçinde cin var!’ dedi, annem örtüyle üstünü kapattı. Ama babam gülüp ‘Hayır, bu suyun ruhu’ dedi."

Bilginler geldiğinde yüzleri ciddiydi. Biri fısıldadı:

"Eğer küçük bir küre dönebiliyorsa, koca bir tekeri de döndürebilir!”

11.1. Denemeler Başlıyor

Bilginler hemen işe koyuldu. Küçük bakır küreler yaptılar, borular eklediler. Ateşin üstüne koyduklarında dönen küre karşısında çocuklar kahkahalara boğuldu.

Başbilgin Enlil-Hotep kollarını kavuşturdu:

"Bu gücü işe koşabiliriz! Bir tekeri döndürsün mesela."

Ve denemeler başladı.

Başbilgin, Dönen Küre Deneyi yapımını kayıtlar salonu günlüğüne ekledi

"Küçük bakır küre, ateşle kaynatılan suyun buharıyla kendi ekseninde döndü. Buhar, borulardan fışkırarak küreyi hareket ettiriyor. Ancak güç zayıf; bir çocuğun parmağı bile daha hızlı döndürüyor. Soru: Daha büyük bir küre mi yapmalı, yoksa buharın gücünü başka şekilde mi kullanmalı? Denemeler devam edecek.”

11.2. Kanatçıklı Teker Deneyi

Bir tahta tekerin kenarına küçük kanatçıklar taktılar. Kürenin borularından çıkan buharı bu kanatlara üflettiler. Teker döndü, ama öyle zayıf döndü ki, bir çocuk parmağıyla ittiğinde daha hızlı gidiyordu.

Köylüler güldü:

"Bu da mı cin işi? Cini uykulu galiba!"

Başka bir bilgin, Kanatçıklı Teker Deneyini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi

"Buhar, tahta tekerin kanatçıklarına çarparak dönüş sağladı, ancak güç yetersiz. Teker, buharın basıncına karşı koyamıyor; kanatçıklar buharı dağıtıyor. Belki buharı daha doğrudan kullanmalı ya da tekerin malzemesini güçlendirmeli. Demir bir çark denenecek.”

11.3. Boruları Doğrudan Tekerlek Üzerine Bağlamak

Bir usta, buharı doğrudan tekerleğin göbeğine vermeyi denedi. Ancak bu sefer buhar şiddetle fışkırıp tahtayı çatlatınca teker parçalandı.

Kral Karmen sinirle ayağa kalktı:

"Daha çok çalışın! Her basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır."

Başka bir bilgin, Borulu Tekerlek Deneyini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Buhar, tekerleğin göbeğine doğrudan uygulandığında tahta çatladı. Buharın gücü fazla, ancak kontrolsüz. Tahta yerine demir ya da çelik kullanılmalı. Ayrıca, buharın fışkırmasını düzenlemek için bir mekanizma gerekli. Yeni bir düzenek tasarlanacak.”

11.4. Buharlı Kapak Dansı

Bir gün, bir çırak yanlışlıkla bir bakır kabın kapağını sıkıca kapatmadan ateşe koydu. Su kaynarken kapak titremeye, zıplamaya başladı, sanki kendi kendine dans ediyordu! Çırak korkuyla bağırdı:

"Kapak kaçıyor!"

Bilginler kapağı yakından inceledi. Kapağın altında biriken buhar, onu yukarı itip indiriyordu. Başbilgin kaşlarını kaldırdı:

"Bu dans boşuna değil! Eğer buhar bir kapağı zıplatıyorsa, daha ağır bir şeyi de hareket ettirebilir."

Hemen yeni bir deneme tasarladılar. Bakır bir kaba ağır bir taş kapak koydular ve altına ateş yaktılar. Buhar biriktiğinde, taş kapak yavaşça yükseldi, sonra ”güm!” diye düştü.

Bir bilgin, Buharlı Kapak Dansı gözlemini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Buhar, sıkıca kapanmış bir kapağı yukarı itti; taş kapak bile hareket etti. Ancak hareket düzensiz; kapak düşüyor. Buharın itme gücünü düzenli bir harekete çevirmek için bir düzenek düşünülmeli. Belki bir silindir ve çubuk bu hareketi kontrol edebilir.”

11.5. Çark ve Buhar Borusu

Bilginler, kanatçıklı tekerin zayıf olduğunu görünce yeni bir fikir denedi. Bir demirci, buharı doğrudan bir su çarkına benzer bir tekerleğe yönlendirmeyi önerdi. Çarkın kanatlarına çarpan buhar, çarkı döndürecekti. Boruları dikkatlice çarkın kenarına doğrulttular ve kazanı ateşlediler.

Buhar fışkırdı, çark önce yavaşça, sonra hızlanarak dönmeye başladı! Köylüler hayretle alkışladı, ama birkaç dakika sonra çarkın göbeği çatırdadı ve durdu. Demirci başını kaşıdı:

"Buhar güçlü, ama çark bu güce dayanamıyor. Daha sağlam bir şey lazım!"

Bir bilgin, Çark ve Buhar Borusu yapımınındaki sorunları kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Buhar, demir çarkı döndürmeyi başardı, ancak çarkın göbeği dayanamadı. Malzeme güçlendirilmeli; çelik veya dövme demir düşünülebilir. Ayrıca, buharın çarka çarpması yerine, doğrudan bir mekanizmaya aktarılması daha verimli olabilir. Yeni bir düzenek araştırılacak.”

11.6. Soğuk Suyun Sihri

Bir başka gün, bilginlerden biri yanlışlıkla sıcak bakır silindirin üzerine soğuk su döktü. Silindirin içindeki buhar aniden büzüşür gibi oldu ve silindirin kapağı hızla içeri çekildi. Çocuklardan biri haykırdı:

"Sanki cin içeri kaçtı!"

Bilginler bu olayı dikkatle inceledi. Buhar soğuyunca, silindirin içindeki boşluk bir vakum gibi davranıyordu. Başbilgin düşünceli bir şekilde mırıldandı:

"Buhar itiyor, ama soğuyunca da çekiyor. Bu ikisini birleştirirsek…"

Hemen yeni bir deneme yaptılar. Bir silindire sıcak buhar doldurdular, sonra dışarıdan soğuk su püskürttüler. Buhar büzüşünce, silindirin içindeki çubuk hızla içeri çekildi.

Bir bilgin, Soğuk Suyun buhar üzerindeki etkisi gözlemini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Soğuk su, buharı büzüştürerek silindirde bir çekim gücü yarattı. Bu, pistonun sadece itme değil, çekme hareketiyle de çalışabileceğini gösteriyor. İtme ve çekme hareketini birleştiren bir düzenek tasarlanmalı. Soğutma sistemi üzerine daha fazla çalışma yapılacak.”

11.7. Pistonun Tesadüfî Doğuşu

Bir gün bilginlerden biri, denemeler sırasında suyu boruya doldurup taş bir havanla kapatmaya çalıştı. Sıcaklık artınca içerdeki buhar havanı yukarı itti, taş ”tak!” diye fırladı. Çocuklardan biri sepetini tutmaya çalışırken taş düşüp sepeti aşağı itti.

Herkes donakaldı.

Başbilgin heyecanla bağırdı:

"İşte bu! Buhar sadece döndürmez, iter de!"

O an, piston fikri doğdu.

Bir bilgin, Pistonun Tesadüfî Doğuşu olayını kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Buhar, taş havanı yukarı itti; bu, düzgün bir silindir içinde düzenli bir hareket yaratabilir. Piston fikri doğdu. Ancak buharın basıncı kontrolsüz; taş fırlıyor. Bir silindir ve çubuk sistemi denenmeli, buharın girişi ve çıkışı düzenlenmeli.”

11.8. İlk Piston Denemesi

Bir bakır silindirin içine su koydular. Üstünü sıkıca kapattılar, kapağa bir çubuk eklediler. Altına ateş yakıldığında buhar basıncı çubuğu yukarı itti. Çubuk, bir taşı kaldırdı.

Kalabalık nefesini tutmuştu. Taş yerinden kıpırdayınca çocuklar bağırdı:

"Demek cin sadece dans etmiyor, yük de taşıyor!"

Bir bilgin, İlk Piston Denemesi sonucunu kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Piston, buharın basıncıyla bir taşı kaldırdı. Hareket güçlü, ancak tek yönlü. Buharın düzenli bir şekilde içeri alınıp çıkarılması için bir valf sistemi gerekli. Ayrıca, pistonun hareketini çarklara veya başka bir işe aktarmak için yeni bir düzenek tasarlanacak.”

11.9. Buharlı Vinç Denemesi

Kral Karmen’in “güç” talebi bilginleri daha hırslı denemelere itti. Bir bilgin, buharın bir vinci hareket ettirebileceğini düşündü. Büyük bir bakır silindire pistonlu bir çubuk bağladılar ve çubuğu bir halatla tahta bir kola tutturdular. Halatın ucuna bir kova su astılar.

Ateş yakıldığında, buhar pistonu itti, çubuk kolu kaldırdı ve kova havaya yükseldi! Ancak buhar basıncı düzensizdi; kova bir anda fırlayıp halatı kopardı. Köylüler kahkahalarla güldü:

"Cin bu, yük taşır ama sabırsız!"

Bir bilgin, Buharlı Vinç Denemesi sonucunu kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Piston, bir vinci çalıştırarak kova kaldırdı, ancak buharın düzensiz basıncı halatı kopardı. Buharın girişini ve çıkışını kontrol eden bir valf sistemi şart. Ayrıca, vincin kolları daha sağlam malzemeden yapılmalı. Yeni bir deneme hazırlanacak.”

11.10. Valfin Keşfi

Bir çırak, kazandaki buharın fışkırmasını durdurmak için borunun ağzına bir tapa koymayı denedi. Tapayı kaldırdığında buhar çıkıyor, kapattığında duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep bunu görünce heyecanlandı:

İşte bu! Buharı kontrol edersek, makineyi de kontrol ederiz!

Hemen bir deneme yaptılar. Pistonlu silindire bir valf eklediler. Valfi açtıklarında buhar içeri doluyor, kapattıklarında duruyordu. Bu, pistonun hareketini düzenli hale getirdi. İlk kez, makine bir ritimle çalıştı: ”Puf, puf, puf!” Çocuklar bu sese tempo tuttu:

"Cin şimdi şarkı söylüyor!"

Bir bilgin, Valfin Keşfi olayının değerlendirmesini kayıtlar salonu günlüğüne ekledi:

“Valf, buharın girişini ve çıkışını kontrol ederek pistonun hareketini düzenledi. Makine artık ritmik çalışıyor. Valf sistemi geliştirilmeli; belki birden fazla valf, buharın itme ve çekme gücünü daha iyi kullanabilir. Bu düzenek, çarkları veya kuyuları çalıştırmak için kullanılabilir.”

11.11. Kral'ın Emri

Kral Karmen’in gözleri parladı:

"Öyleyse bu suyun ruhunu zincire vurun! Çarkları döndürsün, kuyulardan su çeksin, fıçıları doldursun!"

Ve böylece ”suyun ruhu” ilk kez yalnızca sihirbazların eğlence gösterileri için değil, iş için de kullanılmaya başlandı. Teknoloji ağacına bir dal daha eklenmişti.

Bir bilgin Kayıtlar Salonuna Buhar motoru hakkında günün son notunu ekledi:

“Suyun ruhu, piston ve valf ile zincire vuruldu. Çarkları döndürmek, yükleri kaldırmak ve kuyulardan su çekmek mümkün görünüyor. Ancak makine hâlâ narin; buharın gücü kontrol edilmeli, malzemeler güçlendirilmeli. Krallığın işlerini kolaylaştıracak bir makine için çalışmalar sürecek.”

...

11.12. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (gözleri kocaman):

“Nil-77, bu suyun ruhu neymiş? Gerçekten cin mi varmış içinde?”

Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):

“Haha, Sahara, cin yoktu tabii! “Suyun ruhu” dedikleri, suyun buhara dönüşüp güç yaratmasıydı. Eski insanlar, buharın nesneleri nasıl hareket ettirdiğini görünce çok şaşırmışlardı. Bilmedikleri bir şey olunca da ona “cin” ya da “ruh” demişler.” 

Sahara (kaşlarını çatarak):

“Ama su nasıl güç olur ki? Su sadece içtiğimiz şey değil mi?”

Nil-7:

“Güzel soru! Su, ısıtılınca buhara dönüşür ve 1600 kat genleşip itiş gücü sağlar. Buhar, havadan daha güçlü bir şekilde itebilir. Mesela, hikâyedeki bakır küre, buhar borulardan fışkırınca dönüyordu. Düşün, bir balonu şişirirsen nasıl şişer? Buhar da öyle, ama çok daha kuvvetli!”

Sahara (düşünceli):

“Hmm… Peki o küre niye yavaş dönüyormuş? Çocuk parmağıyla bile daha hızlı döndürüyormuş!”

Nil-7 (kuyruğunu sallayarak):

“Haklısın, çok dikkatli dinlemişsin! Küre yavaş dönüyordu çünkü buharın gücü o zamanlar tam kontrol edilemiyordu. Borular küçük, buhar zayıftı ve küre de sadece bir oyuncaktı. Bilginler, bu fikri alıp daha büyük, daha sağlam şeyler yapmaya çalıştılar. Mesela, kanatçıklı teker denemesi!”

Sahara (gülerek):

“Ama o teker de işe yaramamış! Çocuklar dalga geçmiş, “Cini uykulu galiba” demişler! Nil-77, niye her şey bozuluyormuş?”

Nil-7 (nazikçe gülümser gibi):

“Çünkü bu, bilginlerin ilk denemeleriydi, Sahara. Yeni bir şey icat etmek, bir bulmacayı çözmek gibidir. İlk parçalar uymazsa, başka parçalar denersin. Teker bozuldu, çünkü tahta buharın gücüne dayanamadı. Ama her bozulma, onlara neyi değiştirmeleri gerektiğini öğretti. Mesela, tahta yerine demir kullanmayı öğrendiler.”

Sahara (ellerini çırparak):

“Piston fikri süperdi ama! Taşı kaldıran çubuk! O nasıl olmuş? Buhar taşı mı itmiş?”

Nil-7:

“Tam isabet! Piston, buharın gücünü düzenli bir harekete çevirdi. Silindirin içinde buhar birikince, çubuğu itip taşı kaldırıyordu. Düşün, bir pipetten üflersen balon nasıl gider? Buhar da öyle, ama çok daha güçlü bir üfleme! O çubuk, buharın itmesiyle hareket etti.”

Sahara (şaşkın):

“Peki ya soğuk su? O niye cini içeri çekmiş? Cin niye kaçmış ki?”

Nil-7 (kıkırdar):

“Güzel bir soru daha! Soğuk su, buharı tekrar sıvıya çevirdi. Buhar büzüşünce, silindirin içinde bir boşluk oluştu. Bu boşluk, dışarıdaki havanın kapağı içeri çekmesine neden oldu. Buna “vakum” diyoruz. Cin kaçmadı, sadece buhar küçüldü!” 




Bölüm 12: Kanatlar Çağı (M.Ö. 3090)

Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları, ateşin ışığında titreyen gölgelerle doluydu. Rafların arasından fısıltılar yükseliyor, eski tomarların çıtırtısı odanın derinliğinde yankılanıyordu. Kayıtlar Salonunda bilginler, zamanla yarışır bir telaşla eski mektupları didik didik inceliyordu. Raflardan, yüzyıllardır uykuda olan binlerce tomar tek tek uyanıyor; tozlu sayfaların arasından yükselen hikâyeler, ateşin karşısında fısıldanan efsanelere değil, kadim bilgelik sırlarına dönüşmek üzere bekliyordu.

Yaşlı kâtip Menak, titrek gözleriyle balmumundan kanatlarla yükselen çocuğun öyküsünü yüksek sesle okudu:

“Bir çocuk vardı; balmumundan kanatlar takıp göğe yükseldi. Güneşe fazla yaklaştı, kanatları eridi, düşüp öldü.”

Salondaki bilginler mırıldandı.

“İkarus…” dedi biri. ”Belki yalnızca bir masal.”

“Belki de birilerinin başarısız denemesinin unutulmuş yankısı,” diye ekledi başka biri.

Başka bir tomar açıldı.

“Endülüs’te bir bilgin, Abbas İbn Firnas, kuşların kanatlarını inceledi. Onları taklit ederek kendini göğe bıraktı. Kısa süre süzüldü, sonra yere sert indi. Ölmedi, ama dizleri kırıldı.”

Bir başka ses, uzak diyarlardan gelmiş mektubu okudu:

“Çin’de bir esiri, dev bir kuşa bağladılar. İplerle göğe kaldırdılar. İnsan gökyüzünü tadınca, yeryüzü ona dar gelir.

Sonra bir başka sayfada, kuzeyin sisli topraklarından gelen satırlar:

“Kilise kulesinden kuş kanatlarıyla atladım. Biraz yol aldım, ama yere çakıldım.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Herkes aynı soruyu soruyordu: ”Hepsi denedi, hepsi düştü. Biz neden denemeyelim?”

İşte o anda genç bir bilgin, Khetu, yerinden fırladı. Gözleri ateşle doluydu. Çocukluğundan beri kuşlara tutkun olan bu adam, sarayın avlusundaki güvercinleri elleriyle besler, geceleri onların kanat seslerini dinleyerek uyurdu. Kuşlar onun için yalnızca hayvan değil; göğün sırlarını taşıyan habercilerdi.

O sırada genç bir bilgin ayağa kalktı. Gözleri ateş gibi yanıyordu.

"Onlar acele etti, dedi. Rüzgârı tanımadan göğe atıldılar. Ben öğreneceğim. Sarayın çatısından havalanıp Nil’in karşı kıyısına ineceğim. Başarılı olursam tarihte onların yanında değil, onların üstünde olacağım."

12.1. Kanatların Doğuşu 

Ertesi gün sarayın avlusu hummalı bir atölyeye dönüştü. Kadınlar keten kumaşları dikiyor, genç kızlar ince ince kuş tüylerini iplerle bağlarken şarkılar söylüyordu. Erkekler kamışları ısıtarak kıvırıyor, hafif ama dayanıklı bir iskelet oluşturuyordu.

İlk denemelerde kanatlar kuşların birebir kopyasıydı. Tüyler tek tek yapıştırıldı. Çıraklardan biri kanatları sırtına bağladı, küçük bir tepecikten koşarak atladı. İki nefeslik mesafe havada süzüldü, sonra toprağa çakıldı. Kalabalık kahkahalar ve hayret dolu çığlıklarla karıştı.

"Çırpma!" diye bağırdı başbilgin Enlil-Hotep. "Kuş gibi çırpma! Kanat rüzgârı yakalamalı, yoksa seni yere indirir."

Denemeler günlerce sürdü. Kanatlar küçüktü, sonra büyüdü. Düzdü, sonra üçgenleşti. Kuş tüylerinin hiçbir faydası olmadığı anlaşıldığında Khetu tüyleri söktürdü.

12.2. Timsahlar 

Bir gün çıraklardan biri, sırtına bağladığı delta biçimindeki yeni bir kanatla tepenin ucuna geldi. Kalabalık nefesini tutmuştu. Rüzgâr arkasından sertçe esiyor, kumaşı gergin bir davul gibi şişiriyordu. Genç, gözlerini kapatıp bir an cesaret topladı. Sonra koştu, hızını artırdı ve kendini boşluğa bıraktı.

İlk anda kanatlar göğe tutundu. Çocuk bir kuş gibi yükseliyor gibiydi. Kalabalık hayretle bağırdı, eller alkışa kalktı. Ama o sırada gökyüzü ansızın döndü. Nil’in üstünde aniden yön değiştiren rüzgâr, kanatların altına değil üstüne vurdu. Kumaş şiddetle titredi, iskelet gıcırdadı. Kanatlar kırılacak gibi sallandı. Sonra Çat diye bir ses. Ortadan ikiye kırıldı.

Bir çığlık koptu. Genç birden dengesini kaybetti, . Birkaç kalp atımı boyunca havada yalpaladı, sonra hızla aşağıya, Nil’in sularına doğru, düşmeye başladı.

Kalabalık korkuyla bağırdı. Kadınlar gözlerini kapattı, çocuklar ağaçların üzerinden dehşetle izledi.

Genç çırak, panikle kollarını çırptı ama nafileydi. Kanatlar suya çarptı, kumaş bir anlığına açıldı sonra suyun ağırlığıyla üzerine kapandı. 

Sessizlik…

Kalabalık çığlık atarak nehre doğru koşmaya başladı. Çocuk kanatların altından çıkamayıp boğulacak mıydı?

Sonra suyun üzerinde daireler büyüdü. Önce küçük, sonra genişleyen halkalar…  Ve halkaların arasından ağır gölgeler süzülmeye başladı. Nil’in kahverengi suları dalgalandı, yüzeyde karanlık gölgeler belirdi.

Ağacın üzerinde seyreden bir çocuk bağırdı: Timsahlar!

Derinlikte devasa karaltılar dönüyor, ağır ağır yükseliyordu. Sanki görünmeyen bir davulun iki notası ritim tutuyordu: dan… din… dan… din…

Kalabalık nefesini tuttu. Derinlikten çıkan kocaman gözler suyun üzerinde görünmeye başladı. Kalabalığın tamamı görmüştü. Hem birlikte bağırdılar ”Timsahlar!… Timsahlar!...”

Kocaman gözler biraz daha yaklaşıyordu. Önce bir sırt çıkıntısı göründü, sonra bir dişler suyun üstünde parladı.

Arkasından ikinci bir gölge suyu yardı. Timsahların sayısı giderek artıyordu. Üçüncü, dördüncü… Nil, ölümcül bir çene gibi ağır bir ritimle çırak için kapanıyordu.

Kalabalık dehşetle izlerken, çocuk kanatların altından çıkmaya çalışıyor, suya gömülüp çıkıyordu. Her çırpınışında gölgeler daha hızlı dönmeye başladı. Timsahlar çocuğa yaklaştıkça izleyenlerin kalp ritmi hızlandı: dan-din-dan-din-dan-din!

Çocuk, suyun üstüne çıkmayı başarmış, kanat parçalarına tutunarak çırpınıyordu. Timsahların karaltıları hızla çevresini sardı. “Yetişin!” diye biri bağırdı, ama kimse suya atılmaya cesaret edemedi.

Son anda, akıntı çocuğu kıyıya sürükledi. Bir köke tutundu, var gücüyle kendini sudan çekti. Arkasında timsahların sırtları, kıyıya çarpan dalgalar gibi hızla yaklaşıyordu.

Çocuk kıyıya çıktığında herkes aynı anda nefes aldı. Ama korkunun bıraktığı titreşim, davul gibi hâlâ Nil’in kıyılarında yankılanıyordu.

Tam dizlerini kıyıya attığı anda, suyun altından dev bir timsah fırladı!

Ağzı yay gibi açıldı, sarı dişleri güneşte parladı. Kocaman çenesi çocuğun ayaklarının bir santim dibinde kapandı.

ÇAAAT!

Çeneler boşa kapanınca yer sarsıldı, Nil’in kıyısına su sıçradı. Çocuk çığlık atarak refleksle kendini geri çekti. O an kalabalıktan birkaç kişi atıldı, çocuğu kollarından yakalayıp kıyıya çekti.

Ama timsah pes etmedi. Gövdesi tamamen sudan çıktı, kıyıya doğru sürünerek çocuğa doğru koşmaya başladı. Çocuğu çekmeye çalışanların ayaklarının dibinde yeniden ağzını açtı.

Kalabalık bağırıyor, kadınlar feryat ediyordu. Son anda iki adam uzun sopalarla timsahın kafasına vurmaya başladı. Kuyruğunu savurdu, çamur ve su etrafa sıçradı. Hayvan hırlayarak geri sıçradı, kuyruğunu şiddetle savurup suya gömüldü.

Sular tekrar kapanırken, kalabalığın yüreği hâlâ deli gibi atıyordu. Çocuk çamura bulanmış hâlde kıyıda hıçkırıyordu. O gün herkes aynı dersi öğrendi: Rüzgâr arkadan değil, önden esmeli. Yoksa Nil yalnızca düşeni değil, ruhunu da yutar.

12.3. İlk Termik Uçuş

Sonra bir başka denemede Khetu, dağ yamacında yükselen hava akımlarını fark etti. “Rüzgâr yalnızca yatay değil,” dedi. ”Bazen yerden göğe yükseliyor. Dağın kalbinden çıkan bir nefes gibi.” Bu keşif, uçuşun sırrını çözmelerini sağladı. Artık yalnızca düşmüyor, kısa süreliğine göğe tutunabiliyorlardı.

Bilgin, not defterine hızlıca yazdı:

“Uçuş, rüzgârla anlaşmaktır.”

Sonunda genç bilgin Karmen’in huzuruna çıktı.

"Efendim, dedi. Bana izin verin, sarayınızın çatısından Nil’in karşı kıyısına süzüleyim. Başarılı olursam, kanatlar çağı başlamış olacak."

Karmen onu uzun uzun süzdü, sonra gülümsedi.

"Göğe kalkan kanat, benim krallığımı da yükseltir. Çık, dene."

12.4. Göğe Atılış

Ve büyük gün geldi. O gün Nil kıyıları dolup taştı. Çocuklar ağaçlara tırmanmış, kadınlar çarşaflarıyla güneşi engellemiş, erkekler davullarını hazırlamıştı. Nil kıyısında nefesler tutulmuştu.

Khetu, yeni yaptığı delta biçimli kanatları sırtına bağladı. Kumaş gerilmiş, kamış iskelet parlıyordu. Kuşlara bakarak fısıldadı:

“Beni göğe kabul edin.”

Genç bilgin, sarayın en yüksek çatısında kanatlarını taktı. Bir süre rüzgârı yokladı. Derin bir nefes aldı. Sonra koştu… ve boşluğa atladı.

Kalabalığın yüreği durdu. Ama kanatlar rüzgârı yakaladı. Khetu havada süzüldü. Gökyüzü onu taşıyordu! Nil’in üstünde kayar gibi ilerledi. Güneş ışıkları kumaşın üzerinde parlıyor, davul sesleri göğe yükseliyordu. Karşı kıyıya yumuşak indiğinde dizlerinin üzerine çöktü. İnsanlar çığlıklar, alkışlar ve gözyaşlarıyla doldu taştı.

Çocuklar bağırdı:

“İnsan da kuş gibi uçabiliyor!”

Alkışlar, çığlıklar, davul sesleri göğe yükseldi. İnsanlar birbirine sarıldı. Çocuklar bağırdı:

"İnsan da kuş gibi uçabiliyor!"

 

12.5. Rahiplerin Korkusu

Ama herkes bu yeni çağın sevinci içinde değildi. Başarı haberleri herkesi mutlu etmedi. Tapınağın loş avlusunda başrahip Neshem fısıltılarla konuşuyordu:

“İnsan göğe mi çıkmalı? Tanrılar’ın mekânına mı? Eğer sıradan insanlar uçmaya başlarsa, rahiplerin sözü neye yarar?”

Diğer rahipler başlarıyla onayladı. Neshem sonunda Kral Karmen’in huzuruna çıktı.

"Kral'ım," dedi. "Kanatlar ayağa düştü. Yarın biri bu kanatlarla sarayınıza uçarak inerler, size suikast yaparlar. Kanatlar yasaklanmalı, uçanlar cezalandırılmalı."

Karmen uzun süre sustu. Ardından gözlerini kıstı, sesi sarayın taşlarını titretti:

"Hayır. Fitne senin sözlerinde. Göğe doğru atılan adımların önünü kesmek, insanlığa yapılan en büyük ihanettir."

O gün başrahip Neshem sürgüne gönderildi. Karmen, halkına döndü:

"Kim göklere kanat açarsa, krallığımızı da yükseltir!"

Ve böylece krallığın üstünde, teknoloji ağacında gökyüzüne doğru yeni bir dal açıldı: Kanatların Çağı.

12.6. Kanatların Çağı

O günden sonra kanatlar sıradan bir oyun değil, bir tutkuya dönüştü. Gençler bilginin yaptığı kanatları kuşanıp Nil’in karşısına geçmek için yarışmaya başladılar. Saray çevresinde ”Kanat Meydanı” kuruldu. Zenginler seyretmeye geldi, cesurlar kanat turizmiyle adlarını duyur, kızlar kanat diken ustaların yanında şarkılar söylüyordu.

Kayıtlar Salonu’na yeni satırlar işlendi:

"Rüzgâr önden eserse uçuş başlar.

Tüy ağırlaştırır, faydası yoktur.

Kumaş hafif olmalı, iskelet esnek olmalı.

Dağ yamacından yükselen rüzgâr insanı göğe taşır.

Ters rüzgâr tehlikelidir; Nil’de timsah çoktur."

Ve böylece, insanlığın teknoloji ağacında gökyüzüne doğru yeni bir dal açıldı: Kanatlar Çağı.

...

12.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (ellerini çırparak):

“İnsanlar gerçekten uçmuş mu? Kuş gibi, havalarda süzülmüşler mi?”

Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):

“Evet, Sahara! İnsanlar, kuşları izleyerek uçmayı hayal ettiler ve kanatlar yaptılar. Khetu, hikâyede Nil’in üstünde süzüldü, hatırladın mı? Ama bu, çok deneme ve biraz da kaza gerektirdi. Gökyüzü, sabırlı olanları sever!”

Sahara (gülerek):

“Timsahlar korkunçtu ama! O çocuk niye Nil’e düştü? Kanatları niye kırılmış?”

Nil-7 (kuyruğunu sallayarak):

“O sahne heyecanlıydı, değil mi? Çocuk, delta kanatlarla uçmayı denedi, ama rüzgâr ters esti. Kanatlar rüzgârı yakalamak yerine, üstünden darbe aldı. Kamış iskelet kırılganmış, kumaş da yırtıldı. Nil’e düşünce timsahlar geldi, çünkü nehir onların evi! Neyse ki çocuk son anda kurtuldu, değil mi?” 

Sahara ():

Khetu nasıl uçtu peki? O niye düşmedi? Rüzgârla mı anlaştı?

Nil-7 ():

“Tam isabet! Khetu, rüzgârı anlamıştı. Dağ yamacında yükselen sıcak hava akımlarını, yani “termik rüzgârları” keşfetti. Bu rüzgârlar, kuşların süzülmesini sağlayan görünmez merdivenler gibidir. Khetu, kanatlarını bu akımlara göre yaptı ve Nil’in karşı kıyısına süzüldü. Rüzgârla dans etti, düşmedi!” 



Bölüm 13: Uçma Sanatının Mektebi (M.Ö. 3089)

Sabah güneşi sarayın sütunlarını altından parlatırken, Başbilgin Enlil-Hotep ağır adımlarla taht salonuna girdi. Kalbinde bir çarpıntı vardı; çünkü birazdan söyleyeceği sözler sıradan bir keşif değil, bambaşka bir çağın kapısını açabilirdi.

Kral, iri taş tahtına kurulmuş, elinde Nil’in bereketini simgeleyen asasıyla oturuyordu. Saray görevlileri bir adım geride, sessizce izliyordu. Enlil-Hotep eğilerek selam verdi, sonra başını kaldırıp konuşmaya başladı:

"Efendim… Sen bize göğe ve ötesine çıkma buyruğu verdin. Biz de yıllardır balonlarla ve kanatlarla rüzgârı deniyoruz. Nice çırak düştü, Nil’in timsahları bile cesaretimize şahit oldu. Şimdi anlıyoruz ki bu iş sadece denemekle olmaz; öğrenmek, öğretmek ve bizden sonra da devam ettirmek gerekir."

Kral hafifçe başını eğdi, gözlerinde belli belirsiz bir parıltı vardı.

"Söyle, ne istiyorsun Enlil-Hotep?"

Başbilgin sakalını sıvazladı.

"Uçma Sanatı Mektebi adıyla bir okul açalım. Çocuklar orada rüzgârı, kanadı, kumaşı, buharı ve yer yağı gazını depolamayı öğrensin. Öğrendiklerimizi onlara aktarırsak bu sanat ölmez, senden sonra da gelişerek sürer. Ama eğer bizden başka kimse bilmezse, kanatlar çürür, tabletler kaybolur, her şey unutulur."

Kral hafifçe gülümsedi.

"O hâlde aç bu mektebi. Çocuklara öğret. Ama dikkat et: Göğe yükselsinler, Nil’in dişli yaratıklarına değil!"

Başbilgin diz çöktü, alnını yere koydu.

"Teşekkür ederim, Yüce Efendim. Krallığımızın adı, göğün tabletine yazılacak."

13.1. İlk Ders Yoklama

Nil kıyısındaki yeni yapılmış taş binada, ”Uçma Sanatı Mektebi” nin ilk günüydü. Çocuklar tahtadan yapılmış sıralara toplanmış, bir yandan tüylerle oynuyor, bir yandan da gizlice birbirine taş atıyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini arkasına bağlayıp içeri girdi. Sakalı göğsüne kadar iniyordu, gözleri ciddiyetle parlıyordu. Elinde uzun bir tomar vardı.

"Sessizlik! Yoklama alacağım!" dedi gür sesiyle.

Tomarı açtı, tek tek isimleri okumaya başladı:

"Nisaba?"

"Burada!"

"Şuruppak?"

"Burada!"

"Meskalanduk?"

Burada hocam!"

"Gılgameş?"

"Buradayım!"

"Lugalkeşkokpanda?"

"Burada!"

"Kuşkidangaşer?"

Sınıfta çıt çıkmadı. Enlil-Hotep ikinci kez bağırdı:

"Kuşkidangaşer!"

Ön sıralardan çekingen bir ses yükseldi:

"Öğretmenim… o nehre kapıldı."

Başbilginin sesi çatallandı:

"Ölmüş mü?"

"Bilmiyoruz…"

Enlil-Hotep üzgün bir sesle konuştu:

"Öğrenince gelip bana haber verin! Yoklama kayıttan düşmez!"

Tomarı çevirdi, okumaya devam etti:

"Eluluhakalanduk?"

"Burada hocam!"

"Dersten sonra doğru berbere gideceksin, dedi bilgin. Sakalını kısaltacaksın. Burada mühendislik öğretiyoruz, tarz değil!"

Arka sıralardan hafif kıkırdamalar yükseldi.

"Gılgameş… iki?"

Sınıf kahkahaya boğuldu. Enlil-Hotep alnını ovuşturdu.

"Lan bu isim iyice popüler oldu ha. Her evde bir Gılgameş türemeye başladı. Bari numara vermeyelim mi?"

"Meşalepanda?"

"Burada."

"Şarmaadat?"

Bir ses geldi:

"Şurada."

"Nerede orada?"

Sıranın altından bir sepet uzatıldı. Bilgin gözlerini kısarak baktı.

"O ne lan? Getir bakayım şunu."

Sepeti açınca içinden minik bir bebek çıktı, gürültüye aldırmadan uyuyordu.

"Yatma oğlum sen de sınıfta ya!" dedi bilgin. Sonra bebeğe baktı, sonra çocuğa döndü.

"Bu ne şimdi? Senin bebeğin mi?"

Çocuk panikle elini salladı:

"Yok hocam!"

Enlil-Hotep homurdandı:

"Bebek olmaz! Daha büyüsün öyle gelsin. Bu halde derse başlayamaz! Al götür onu annesine teslim et. Burada mühendis yetiştiriyoruz, kundak değil!"

Sınıf bir kez daha kahkahalara boğuldu. Başbilgin bastonunu vurdu, sustu.

"Susun! Yoklamaya devam edeceğiz. Bir gün hepiniz göklere yükseleceksiniz ama önce ayağınızı yere sağlam basmayı öğrenin!"

13.2. Okul Müdürü Sınıfta

Tam yoklama bitmek üzereyken sınıfın ağır kapısı gıcırdayarak açıldı. İçeriye yuvarlak göbekli, alnı terleyen bir adam girdi. Cübbesinin uçlarını düzelterek gürledi:

"Çocuklar! Öğrenmeye başladınız mı?"

Sınıf bir anda sessizleşti. Başbilgin Enlil-Hotep bastonunu yere dayayıp hafifçe eğildi:

"Müdür bey! Hoş geldiniz."

Müdür gözlerini sınıfta gezdirdi, sıradan sıraya bakarak homurdandı:

"Bunlar uçma mühendisi olacak öyle mi? Kontrol ettin mi? Hepsinin okuma yazması var mı bunların?"

Başbilgin gür bir sesle yanıtladı:

"Sen hiç canını sıkma müdür bey. Hiçbir sıkıntı yok! Çocukların hepsi ateş gibi, zehir gibi! Anasına babasına da okumayı öğrettim, köyümüz komple yazıyor, çiziyor artık. Bu konuda içiniz rahat olsun."

Sonra hafif bir tebessümle sordu:

"Sizde durum nasıl?"

Müdür birden suratını buruşturdu, yere bakarak mırıldandı:

"Şu anda… ben ona akıl edemedim ya."

Enlil-Hotep kaşlarını kaldırdı:

"Nasıl yani?"

"Ben öğrenemedim hocam," dedi müdür utanarak. "Dedim ki kendi kendime; 'Ya bu saatten sonra senin ne işine yarar okuma yazma?”

Sınıfta boğuk bir uğultu yükseldi. Bazı çocuklar elleriyle ağzını kapatarak gülmemeye çalışıyordu. Başbilgin alnından aşağıya ter iniyormuş gibi hissetti. İçinden düşündü:

“Üniversiteye müdür olmuş ama harfleri tanımıyor. Torpili kim acaba? Bu krallığın hali ne olacak?”

Müdür ise dert yanmaya devam ediyordu:

"Tüh! Umarım Kral'ımız tutup da bana bir şey sormaz. Yandık vallahi."

Enlil-Hotep, müdürün iyice çaresizce yüzüne bakıp içini çekti. Sonra alçak sesle fısıldar gibi konuştu:

"Doğru diyorsun… Peki, ne yapsak? Şimdi kral yarın gelip bir şey sorar, senin cahilliğin meydana çıkacak. Bir çözüm bulmamız lazım."

Bir an düşündü, sonra gözlerini kısarak alaycı bir tonla ekledi:

"Size şimdi rapor alalım desek ona da inanmazlar. Müdür bey… Acaba yarın siz de bir nehre mi kapılsanız? Hani… öyle dersin, kaybolursun. Hem kimse de niye okuyamıyor yazamıyor diye sorgulamaz."

Müdür’ün yüzü birden parladı.

"Ooo! Olur, olur! Hem de çok güzel olur! Çok teşekkür ederim hocam, çok teşekkür ederim!"

Adam, sanki kendisine hayatının en parlak fikri verilmiş gibi ellerini ovuşturarak sınıftan çıktı.

Başbilgin derin bir iç çekti.

“Uçma sanatı mektebinde timsahlarla boğuşan öğrencilerim var… şimdi de okumayı bilmeyen bir müdürle uğraşıyorum. Bu okul uçarsa gerçekten bir mucize olur.”

13.3. İkinci Ders

Müdür sınıftan çıkınca Başbilgin Enlil-Hotep bastonuyla yere vurdu.

"Evet çocuklar! Sessizlik! Şimdi dersimize başlıyoruz."

Çocukların gözleri parladı. Hepsi heyecanla defterlerini (kamış tabletlerini) çıkardı.

"Bugün size insanlık tarihinin uçuş tecrübelerinden bahsedeceğim. Önce… uçurtma!"

Birden sıranın altından bir küçük çırak el kaldırdı.

"Öğretmenim… uçurtma neydi?"

Sınıfta kıkırdamalar başladı. Enlil-Hotep boğazını temizledi:

"Uçurtma dediğimiz şey… Çıtalardan yapılmış çokgen biçimli gövdesi ve kuyruğu vardır. Daha önce oyuncaktı. Sonra çok daha büyüğünü yaptık. Rüzgarın esmesi ile ipe bağlıyken gökyüzüne yükselmeni sağlar."

Bir öğrenci merakla sordu:

"Hocam, uçurtma ile adam kaldırabilir miyiz?"

"Elbette," dedi Enlil-Hotep. "Ama yeterli rüzgar olması gerek. Fakat sağlam ve hafif malzemeden yapılması şart."

Başka bir çocuk atıldı:

"Hocam, dün gece kardeşimi uçurtma ile havalandırmaya çalıştık, ama rüzgar kesilince yan bahçeye düşüp kafası komşunun leğenine girdi…"

Sınıfta kahkahalar koptu. Başbilgin bastonunu kaldırıp susturdu:

"Denemeleri evde yapmayın dedim size! Burada öğrendiklerinizi evde denemenizi yasaklıyorum. Yoklama listesi azalsın istemiyorum."

Sonra tahtaya (kil tablete) başka bir çizim yaptı.

"İkinci yöntem: balonla adam kaldırma. Bir büyük tulum alırsınız, içine sıcak hava doldurursunuz. Balonun içinde hava ısınınca dışındaki havadan daha hafif olacağı için göğe yükselirsin."

Arka sıradan Gılgameş 2 el kaldırdı:

"Hocam, tulumu annem çamaşır için kullanıyor, içine sıcak hava doldurursak babam bizi döver."

"O yüzden diyorum ki!" diye bağırdı Enlil-Hotep, "Deneyleri evde değil, benim gözetimimde laboratuvarda yapacaksınız!"

Sıradaki çizim: kanatlı bir araç.

"Üçüncü yöntem: planörle süzülme. Yani kuş gibi çırpmadan uçmak. Tepeden koşar, kendini bırakırsın, rüzgâr seni taşır."

Çocuklardan biri kıkırdadı:

"Hocam, geçen gün köyün keçisi kendini kayadan attı, hiç süzülmedi, direkt düştü!"

Başbilgin gözlerini kapadı:

"Keçiler planör değildir evladım."

Sonra bastonuyla yere vurdu.

"Şimdi daha ciddi konulara geçiyoruz. Buharlı motor!"

Sınıf sessizleşti. Çocuklar gözlerini açtı.

"İçine su koyarsın, kaynatırsın, çıkan buhar çarkı çevirir."

Ön sıradaki Nisaba kaşlarını kaldırdı:

"Hocam, geçen gün annem çorba kaynatırken kapağı fırladı, motor muydu o?"

"Sayılır," dedi Enlil-Hotep, "ama biz kapağı patlatmak için değil, enerjiyi yönlendirmek için kullanacağız."

Sonraki çizim: büyük bir varil.

"Petrol denen kara sıvıyı yerden çıkarırız, gazını depolarız. Onunla ateş yakar, makineleri çalıştırırız."

Bir çocuk parmağını kaldırdı:

"Hocam, gazı kavanoza mı koyacağız?"

"Hayır evladım, kavanoz yetmez, patlar!"

Sonra eline bir demir parçası aldı.

"Ve son dersimiz: demir eritme! Ateşi iyice harlarsınız, taş gibi sert demir bile erir. Ondan kanat iskeleti yapabilirsiniz."

Tam o sırada arka sıradan bir çocuk bağırdı:

"Hocam, demiri eritirsek öğretmen masasını ondan yapabilir miyiz? Tahtayı hep kemiriyor fareler!"

Sınıfta kahkahalar koptu.

Enlil-Hotep derin bir nefes aldı, alnındaki teri sildi. İçinden düşündü:

“Ben burada insanlığı göklere çıkaracak ders veriyorum… bunlar hâlâ keçiyle, çorbayla uğraşıyor.”

Sonra yüksek sesle gürledi:

"Yeter artık! Duvardaki çizimi defterlerinize çizin".

Sınıf zili olarak davullar çalındı, çocuklar coşkuyla ayağa kalktı bahçeye çıktı. Ama köşede hâlâ küçük Şarmaadat sepette uyumaya devam ediyordu.

13.4. Üçüncü Ders - Sınav

Sınıfta gergin bir sessizlik vardı. Başbilgin Enlil-Hotep uzun sakalını sıvazladı, bastonunu yere vurdu:

"Çocuklar! Bu ders sözlü sınav var. Hepiniz hazırlıklı mısınız?"

Sınıftan cılız bir uğultu yükseldi. Kimisi tabletini kemiriyor, kimisi avucunun içini yazı tahtası yapmıştı.

"İlk soru! Rüzgâr hangi yönden eserse uçuş başlar?"

Nisaba fırladı:

"Önden, hocam! Rüzgâr önden eserse uçuş başlar."

"Aferin Nisaba. Bir altın yıldız sana."

Başbilgin parmağını havaya kaldırdı.

"Peki, kuş tüylerini kanada yapıştırmanın faydası var mı?"

Gılgameş 2 elini kaldırdı:

"Hocam, faydası yok, tüy ağırlaştırır. Geçen gün kendi kanadıma yapıştırdım, uçacak yerde duvara çakıldım!"

Sınıf kahkahaya boğuldu. Enlil-Hotep gülümsememeye çalışarak,

"Deneyler evde yapılmayacak demedim mi! Neyse, cevabın doğru."

Birden bastonuyla sıraya vurdu.

"Kumaş nasıl olmalı, iskelet nasıl olmalı? Şuruppak!"

Şuruppak ayağa kalktı, sesi titriyordu:

"Kumaş hafif olmalı… iskelet esnek olmalı…"

"Çok güzel. Geç otur."

Başbilgin biraz ağır soruya geçti.

"Pistonla ilgili… Hangi parça buharın girişini ve çıkışını kontrol eder?"

Meskalanduk kekeledi:

"Va… va… valf hocam."

"Doğru. Valf! Buharın efendisidir. Unutmayın çocuklar: Valf olmazsa piston zıvanadan çıkar."

Sınıfın arkasında Meşalepada fısıldadı:

"Hocam, geçen gün annem kazanı açtı, piston gibi fırladı, babamın kafasına çarptı…"

Başbilgin kaşlarını çattı:

"O piston değil, şans eseri dayak mekanizması."

Sıradaki soru:

"Soğuk su buhara ne yapar çocuklar?"

Eluluhakalanduk ayağa fırladı:

"Buharı büzüştürür, hocam! Piston çekme hareketi yapar!"

"Harika! Bu çocuk zehir gibi. Not edin: çekme hareketi keşfi Eluluhakalanduk’tan sorulur."

Enlil-Hotep hızını alamadı, soruları sıklaştırdı:

"Buhar, tahta tekerleğin kanatçıklarına vurduğunda ne oldu?"

"Çatladı hocam!"

"Çözüm?"

"Demir çark!"

"Güzel!"

"Küçük bakır küre ne yaptı?"

Nisaba hemen atladı:

"Buharla döndü hocam! Ama zayıf döndü!"

"Peki soru: Daha büyük küre mi yapmalı, yoksa başka yöntem mi?"

Sınıf hep bir ağızdan bağırdı:

"Başka yöntem hocaaam!"

Başbilgin sakalını sıvazladı, memnuniyetle gülümsedi.

"Aferin size. Hepiniz insanlığı göğe çıkaracaksınız. Ama en önemlisini unutmayın:"

Bastonunu havaya kaldırdı.

"Nil’de ters rüzgâr olursa?"

Bütün sınıf bir ağızdan bağırdı:

"TİMSAAAHHH!!!"

O anda sınıf kahkahalara boğuldu. Birkaç çocuk sıradan düştü, biri timsah taklidi yapıp yerde yuvarlandı. Enlil-Hotep bastonunu yere vurdu ama bu kez kendisi de kahkahasına engel olamadı.

...

13.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (heyecanla):

“Nil-77! Uçma okulu mu açmışlar? Çocuklar gerçekten uçmayı mı öğrenmiş?”

Nil-7 (yumuşak, metalik bir sesle):

“Evet, Sahara! Enlil-Hotep, uçmayı bir sanat gibi öğretmek için okul açtı. Çocuklar orada rüzgârı, kanatları, hatta buharın gücünü öğrendi. Gökyüzünü fethetmek için ders çalışıyorlardı, tıpkı senin sinirsel zihin bağlantılı simülasyonda çalıştığın gibi!”

Sahara (gülerek):

“Ama yoklama çok komikti! Bebek niye sınıftaymış? Şarmaadat ne yapıyormuş ki?”

Nil-7 (kıkırdar):

“Haha, Şarmaadat’ın abisi biraz aceleci davranmış! Bebeği sepete koyup sınıfa getirmiş, ama Enlil-Hotep haklıydı, “Burada mühendis yetiştiriyoruz, kundak değil!” dedi. Şarmaadat’ın abisi muhtemelen bebeğe bakmak istememiş, sınıfa bırakıp kaçmayı planlamıştı!” 

Sahara (kaşlarını çatarak):

“Peki müdür niye okuma yazma bilmiyormuş? Müdür olmak için bilmek gerekmez mi?”

Nil-7 (nazikçe):

“Güzel soru, küçük kaşif! O dönemde bazen müdürler bilgiden çok bağlantılarıyla seçiliyordu. Müdür, kralın gözüne girmiş biri olmalı, ama okuma yazma bilmediği için utanmış. Enlil-Hotep’in “Nehre kapılsan?” şakası, müdürün cahilliğini gizlemek için komik bir fikirdi!” 





Bölüm 14: Elektriğin Keşfi (M.Ö. 3088)

14.1. CİN TAŞIYICISI

Nil kıyısında pazar kalabalığı vardı. İnsanlar kumaşlar, baharatlar, balıklar alıp satıyordu. 

“Beni cin çarptı!” diye bağırdı biri.

Birden çığlıklar duyuldu:

“Yine o adam geliyor, uzak durun!” 

Bir kadın korkuyla bağırdı: 

"Ona dokunduğumda içime şeytan giriyor gibi olmuştu!"

Çocuklar fısıldadı: 

"O… Cin Taşıyıcısı!"

Kalabalığın arasından Thamunekh geçti. Her dokunduğu kişiden kıvılcım sıçrıyor, insanlar ürkerek geri çekiliyordu. Thamunekh’in yüzü kederle kararmıştı. İnsanların gözünde o bir lanetliydi.

Etrafı askerler tarafından sarıldığında, pazar yerindeki uğultu bir anda kesildi. Zırhların içinden yükselen bir emir sesi duyuldu:

“Yaklaşmayın! Temas yasak!”

Askerler, mızraklarını yere vurarak bir çember oluşturdu. Askerler onu saraya götürmek üzere harekete geçtiğinde, pazar yerinde bir dua mırıldanıldı.

14.2. Cin Taşıyıcısının Saraya Çağrılması

Kayıtlar Salonu’nun yüksek tavanlı kapıları açıldı. Gardiyanlar eşliğinde Thamunekh, yani halkın dilindeki adıyla Cin Taşıyıcısı, içeri alındı. Adımları ürkekti, gözleri yerdeydi.

Tahtta oturan Kral Karmen onu dikkatle süzdü.

Kral Karmen: "Halk senden söz ediyor, Thamunekh. Derler ki dokunduğun herkesin içinden cin geçermiş. Doğru mudur bu?"

Thamunekh başını eğdi: "Doğrudur efendim. Ne zaman birine dokunsam… küçük bir çarpılma olur. Onlar da bana 'Cin Taşıyıcısı' der. Ama ben istemem böyle olmasını."

Kral kaşlarını çattı. Bir süre düşündü, sonra beklenmedik bir şey yaptı.

"Öyleyse, gel. Bana dokun."

Thamunekh korkarak yaklaştı. Avucunu kralın eline uzattı.

ÇAT!

Mavi bir kıvılcım sıçradı. Kral aniden geri çekildi. Avucunu ovuşturdu, gözleri hayretle parlıyordu.

Kral Karmen (gülerek): "Hah! Gerçekmiş! İçimden bir cin geçti sandım!"

Kral: "Bu güç sende nasıl belirdi?"

Thamunekh: "Her şey… şu yünlü elbiseyi giydikten sonra başladı. Bir de kehribardan yapılmış kolyeyi taktım. O günden sonra dokunduğum herkes sanki cin çarpmış gibi sarsıldı."

Sonra ayağa kalktı.

"Çıkar şu elbiseyi. Ben giyeceğim."

Thamunekh itaatle elbiseyi ve kolyeyi çıkardı. Gardiyanlar endişeyle bakarken Kral Karmen ağır ağır yün elbiseyi giydi, kehribar kolyeyi boynuna geçirdi.

Tahtın yanındaki veziri Zekhutem’e elini uzattı.

"Gel, sen de dokun bana."

Zekhutem tereddütle yaklaştı, kralın eline değdi.

ÇAT!

Bu kez kıvılcım Kral’ın elinden fırlamıştı! Zekhutem bir adım geri sıçradı. Saraydaki herkes nefesini tuttu.

Kral Karmen: "Artık ben de Cin Taşıyıcısı oldum!"

Gözleri heyecanla parlıyordu.

"Bu sır halkın oyununa, falcının aldatmasına benzemez. Bu başka bir şey… Bilginleri çağırın!"

Sarayın taş duvarlarının ardında, meşalelerle aydınlatılmış Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarına bilginler toplandı. Uzun masaların üzerinde Thamunekh'in elbisesi, kehribar kolyesi ve başka kumaşlar serilmişti.

Kral Karmen taht benzeri yüksek bir sandalyeye oturmuştu. ”Emrim açıktır,” dedi sert ama merak dolu bir sesle. ”Cin değilse, ne olduğunu bulacaksınız. Bu elbisenin sırrını ortaya çıkarın!”

Saraydaki sessizlik, kıvılcımın yankısıyla doluydu. İşte o anda Kral Karmen, farkında olmadan bilimin kapısını aralamıştı.

 

14.3 Kayıtlar Salonu’nda Deney

Başbilgin Enlil-Hotep elbiseyi kaldırdı, kumaşın liflerini inceledi. ”Yünden dokunmuş.”

Teframun, kolyeyi aldı, ışığa tuttu. ”Bu taş… kehribar. Sert, saydam, sarı bir taş.”

Zekhutem masaya eğildi. ”Öyleyse deney yapalım. Benzer malzemeler bulalım. Eğer yalnızca bu elbise çarpıyorsa, giz onun dokumasında. Eğer başka yün ve başka kehribar da aynı şeyi yapıyorsa, demek ki sır kumaşta değil, maddenin özünde.”

Ertesi gün, pazar yerinden torbalar dolusu malzemeyle döndüler: yün, keten, pamuk, kehribar taşları, hatta sıradan çakıl.

Sekhdukar yün kumaşı ketene sürttü. Ardından parmağını yanındaki diğer bilgin Menkharut’a uzattı.

ÇAT!

Menkharut irkildi, gözleri büyüdü. ”Kıvılcım sıçradı!”

Ardından Kashureth kehribarı yüne sürdü, sonra metal kaseye yaklaştırdı. ÇAT! Kıvılcım kasenin kenarına atladı.

Teframun hayretle mırıldandı: ”Demek ki sır elbisede değilmiş… Sihir kumaşta değil… Bu güç, iki maddenin birbirine sürtünmesinden doğuyor.”

Bilginler heyecanla kralın huzuruna çıktılar.

Enlil-Hotep: ”Halkın ‘cin’ sandığı şey aslında maddenin sırrı. Yün ve kehribar birbirine sürtünce görünmez bir güç doğuyor. Bu güç dokunanı çarpıyor.”

Kral Karmen gözlerini kıstı: ”Demek ki cin falan değil… Adı ne peki bu gücün?”

Salonda sessizlik oldu. Sonra Zekhutem ağır ağır konuştu: ”Biz ona… elektrik diyeceğiz.”

14.4. Kral’ın Yeni Emri

Bilginler ”cin”in aslında elektrik olduğunu açıkladığında, Kral Karmen derin bir sessizliğe büründü. Ardından tahtında doğruldu, gözleri bilginlerin üzerinde gezindi.

Kral Karmen:

"Güzel… Demek ki sırrı çözdünüz. Öyleyse yazın! Kayıtlara geçsin! Cin yok… Artık elektrik var. Peki, bu bana ne fayda sağlar?"

Bilginler şaşkınlıkla birbirine baktı. Zekhutem öne çıktı.

"Bu güç şimdilik sadece küçük kıvılcımlar saçıyor. Ama içinde büyük bir sır gizli olabilir."

Kral Karmen elini tahtın kolçağına sertçe bastırdı, sesi odada yankılandı. Gözleri karşısındakine kilitlenmişti.

"Öyleyse," dedi, sesi hem buyurgan hem meraklıydı, "şunu anlat bana:

Bu güç başka nasıl doğar?

Nasıl saklanır, nasıl korunur?

Ve en önemlisi... nerede, ne zaman kullanılır?"

Salonda yankılanan ses, bilginlerin kalbine sorumluluk gibi çöktü.

Enlil-Hotep ellerini ovuşturdu:

"Nil’deki bazı balıklardan söz edilir. Onlara dokunanların çarpıldığı söylenir. Belki onlarda da aynı güç vardır."

Sekhdukar:

"Yıldırım da böyledir. Gökyüzünden inen dev kıvılcım… Belki o da aynı cinsten."

Teframun:

"Ve biz… bu gücü kaplarda saklamayı deneyebiliriz. Bir kavanoza hapsetmek, sonra istediğimizde serbest bırakmak… Tıpkı cini cam fanusa kapatır gibi."

Kral, dudaklarında belirsiz bir gülümsemeyle başını salladı.

"İşte bu! Araştırın. Deneyin. Bana rapor edin. Artık yalnızca sır çözmek yetmez. Bu güç benim krallığımın ışığı, ateşi, belki de silahı olacak."

 

14.5. YILDIRIM ve SARAY YANGINI

Gece yarısıydı. Nil’in suları fırtınanın uğultusuyla kabarıyordu. Kapkara bulutlar, sarayın üstünde ağzından ateş fışkıran dev bir ejderha gibi kanatlarını açmış, göğü pençeleriyle yırtmaya hazırlanıyordu. Rüzgar, avludaki bayrakları öfkeyle savururken, gök gürültüsü taş duvarlara çarpıp sarayın avlusunda yankılanıyordu.

Bir anlık sessizlik çöktü. Ve sonra, göğün derinliklerinden gelen boğuk bir homurtu duyuldu. Ejderha artık sabrını yitirmişti.

Bir anda gökyüzü çatladı. Sonra bir çığlık gibi yırtıldı.

Işık, gözleri kör edecek kadar beyazdı. Sarayın çatısında, kurşuni taş kiremitlerin tam ortasına saplandı yıldırım. Taşlar yerinden fırladı, bir kuş sürüsü gibi havaya savruldu.

Sonra, duman yükselmeye başladı; önce gri, sonra siyah. Yıldırımın yarattığı aşırı ısı, çatı malzemelerini anında tutuşturmuştu. Çatının kenarından kıvılcımlar döküldü, yağmur damlalarıyla yarışır gibi. Bir çatı kirişinden, alevin dili dışarı sarktı. Sanki saray, içindeki öfkeyi kusuyordu.

İçerideki hizmetkârlar, önce ne olduğunu anlayamadı. Ama sonra, tahta döşemelerin altından gelen çıtırtılar, yangının ayak sesleri duyulmaya başladı. Tavandan düşen ateş parçalarını gören bir kadın, elindeki gümüş tepsiyi düşürdü. Metalin zemine çarpan sesi, gökyüzünün öfkesini taklit edercesine yankılandı.

Alevlenmiş çatı tahtalarının çökmesiyle taş duvar sarsıldı. İnsanlar çığlık çığlığa kaçıştı, kimisi ellerinde su testileriyle koştu, kimisi dizlerinin üstüne çöktü, dualar mırıldandı.

Balkona çıkan Kral Karmen, yanan kuleyi görünce yumruğunu havaya kaldırdı:

“Bu gök ateşi bana meydan mı okuyor?!”

Yangın, sabaha kadar süren çabalarla güçlükle söndürüldü. Ertesi gün kral, bilginlerini Kayıtlar Salonu’nda topladı.

Kral’ın yüzü öfke ve kararlılıkla gölgelenmişti.

“Siz bana ‘cin yok, elektrik var’ dediniz. Eğer öyleyse… bu yıldırımı araştırın! Onu bana hizmet ettirin, yoksa hepimiz onun kölesi oluruz!”

Bilginler derin bir eğilişle kabul ettiler.

14.6. Uçurtma ve Islak İp

Nil kıyısında her zamanki kalabalık toplanmıştı. Yabancılar, altın ve gümüş dolu keselerini sallıyor, sıraya giren turistler, uçurtmaya bağlanıp, kalabalığın alkışlarıyla birlikte gökyüzüne havalandırılıyordu.

Sıranın önüne gelen cesur bir genç, görevli askerin yardımıyla planördeki gibi bir koşum takımına bağlandı. İp gerildiğinde uçurtma göğe doğru fırladı. Genç, önce korkuyla bağırdı ama sonra rüzgârın kanatlarına teslim oldu.

Kalabalık coşkuyla haykırdı:

“Bakın, göğe çıkıyor!”

O gün rüzgâr sertti. Turizm çadırında görevli asker Horemheb, sırayı düzenlemekle meşguldü. Tam o sırada bulutlar kararmaya başladı; gök gürültüsü uzaktan uğuldadı. Ama kalabalık bunu eğlencenin parçası sanıp tezahürata devam ediyordu.

Uçurtmanın İpi pamukla sarılmış, keten ve kenevir sicimlerle güçlendirilmişti. Ucuna tutmayı kolaylaştırmak için metal bir çengel asılmıştı.

Derken yağmur başladı. İp sırılsıklam olmuş, ağırlaşmıştı. Horemheb kaşlarını çatarak bağırdı:

“Yağmur bastırmadan uçurtmayı indirin! Çekin ipi!”

Bir görevli, ipi sarmak için öne atıldı. Ama kalabalığın arasındaki bir tüccar, sabırsızlıkla araya girerek metal halkadan tutup çekmeye kalktı.

O anda ÇAT!

Küçük bir kıvılcım sıçradı. Tüccar birden irkildi, ayakları yerden kesilmiş gibi zıpladı ve ıslak toprağa yuvarlandı.

Kalabalık şaşkınlıkla geri çekildi. Tüccar sendeleyerek doğrulurken korkuyla bağırıyordu:

“Cin beni çarptı! Vallahi cin çarptı!”

Askerler adamı kenara çekerken Horemheb gürledi:

“Kimse demir halkaya dokunmasın! Bu iş bilginlere haber verilmeli.”

Uçurtmanın ipi hâlâ göğe gerilmişti, sanki bulutların içinden görünmez bir nefes alıp veriyor gibiydi…

Bilginler koştular. Teframun, titreyen adamı sakinleştirmeye çalıştı. Sonra kendi elini ıslak ipin metal çengeline uzattı. Bir anda sarsıldı, zıplayarak yere düştü.

“Evet… Bu da aynı! Tıpkı yünle kehribarda gördüğümüz gibi… ama çok daha güçlü!”

Zekhutem gözleri büyümüş halde fısıldadı:

“Demek ki yıldırım… gökten inen dev bir elektrik.”

Bilginlerden biri uyardı:

"Uzak durun bu ölümcül olabilir, yıldırım düşerse çatıyı nasıl bir anda yaktıysa sizi de yakar."

Kalabalık panikle genç yolcuyu gösteriyordu.

“Ya gökten ateş inerse? Oradaki çocuk yanacak!”

Ama kimse metal halkaya dokunmaya cesaret edemedi.

O sırada başbilgin Enlil-Hotep bağırdı:

“Halkaya dokunmadan halkayı toprağa değdirin!”

Askerler şaşkınlıkla bakakaldı. Enlil-Hotep dizlerinin üzerine çöktü, yerdeki su birikintisine doğru bir çukur kazdı. Sonra kalın bir tahta sopayla ipin ucunu çekip demir halkayı çamura bastırdı.

Bir anda hafif bir tıslama duyuldu; ipten gelen yük toprağa akmıştı. Metal halka artık sessizdi.

“Şimdi!” diye bağırdı Enlil-Hotep.

Askerler ipi sarmaya başladı. Uçurtma ağır ağır alçaldı. Sonunda genç yere indi, dizleri titreyerek çöktü. Kalabalık derin bir nefes aldı, bazıları yere kapanıp dua etti.

Horemheb alnındaki teri sildi, kısık sesle mırıldandı:

“Göğün ateşi… neredeyse hepimizi yakacaktı.”

Enlil-Hotep ise uzaklara bakıyordu.

“Hayır… Bu bir ateş değil. Bu… elektrik. Ve toprağa indirilebilir.”

...

Ertesi gün, kayıtlar salonunda bilginler masanın etrafına toplandı. Masanın üzerinde ıslak ip parçaları, kavanozlar ve yanmış kumaşlar duruyordu.

Sekhdukar:

“Elektriğin gücünü uçurtma ıslak ipine takılı demir halka üzerinde hissettik. Demek ki ıslak ipler elektriği taşıyor.”

Enlil-Hotep, kaşlarını çatıp düşündü:

“Eğer bu görünmez gücü ıslak ip taşıyorsa… belki başka şeyler de taşıyabilir.”

Sekhdukar hemen atıldı:

“Metaller! Onlara dokunduğumuzda çarpılıyoruz. Kehribarı sürttükten sonra kıvılcım en çok metallerden sıçrıyor.”

Böylece pazardan çeşitli metaller getirildi: demir, tunç, altın, bakır. Her biri sırayla bağlandı. Deneyler saatlerce sürdü.

Sonunda Zekhutem coşkuyla bağırdı:

“İşte bu! Metal, ıslak ipten bile daha iyi taşıyor. Özellikle bakır… Hem kolay bulunur, hem de dayanıklı!”

14.7. Paratoner Fikri

Bilginler kralın huzuruna çıktılar.

Menkharut söze başladı:

“Gökten gelen ateşi bir bakır direkle yere indirebiliriz. Direğin ucunu göğe uzatıp altını toprağa gömersek, yıldırım saraya değil, bakıra inecek.”

Kral’ın gözleri parladı:

“Yazın! Bu direk her kuleye dikilecek. Göğün ateşi artık benim hükmüm altında olacak.”

14.8. İlk Sınav

Sarayın en yüksek kulesine bir bakır direk dikildi. Ucu göğe yükseliyor, altı ise toprağın derinlerine gömülüyordu. Halk fısıldaşıyordu.

“Göğün ateşini üstümüze çekecekler!”

Bilgin Sekhdukar sesini yükseltti:

“Sessiz olun! Bu direk sarayı koruyacak. Göğün ateşi ona inecek, bize değil.”

 

Ama şüphe dinmedi. Direk haftalarca boş boş göğe dikilmiş gibi durdu.

Sonra bir gece…

Gökyüzü uğultuyla titredi, fırtına başladı. Rüzgâr, avludaki meşaleleri söndürdü. Kral Karmen balkonunda duruyor, bulutlara bakıyordu.

“İşte yine geliyor! Yıldırımın gazabı!”

Tam o anda, gökten inen şimşek sarayın çatısına değil, bakır direğe indi.

ÇAT!

Direk ışıl ışıl parladı, kıvılcımlar saçıldı. Ama sarayın çatısı sapasağlam kaldı. Yıldırım toprağa aktı, yok oldu.

Halk önce çığlık çığlığa kaçtı, sonra merakla geri döndü. Sarayın çatısı sağlamdı.

Teframun (nefes nefese):

“Başardı… Gerçekten başardı!”

Enlil-Hotep (elleri titreyerek):

“Yıldırım… bakıra indi. Saraya dokunmadı!”

Kral Karmen yavaşça bilginlere döndü, gözlerinde zafer ışığı vardı:

“Bundan böyle göğün ateşi düşmanım değil. Elektriğin başka faydalarını da araştırın. Haydi çalışın. Her basamak hedefe bir adım daha yaklaştırır.”

Halk diz çöktü, fısıltılar yükseldi:

“Kral Karmen göğün kudretini zapt etti…”

“Artık biz de güven içindeyiz…”

Bilginler birbirine baktı; yüzlerinde hem korku hem de gurur vardı. Çünkü o gece yalnızca sarayı değil, tarihin akışını da değiştirmişlerdi.

 

14.9. CİN KAVANOZU

Teframun sabah olunca koşarak evden çıktı. Başbilginin odasına hızla girdi.

“Efendim! Gece rüya gördüm. Cini kavanoza hapsettim,” diye nefes nefese başladı.

Başbilgin merakla gözlerini kırptı: ”Rüyan mı? Anlat bakalım, ne gördün?”

Teframun anlatmaya başladı:

 

“Rüyamda Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarındaydım. Geceydi ve salon sessizlikle doluydu. Kimse yoktu. Bir elimde kehribar, diğer elimde yün vardı. Başladım birbirlerine sürtmeye…

Ve o anda… birden odanın ortasında parlayan bir varlık belirdi. Cin! Şimşek gibi kıvılcımlar saçıyor, üzerime doğru ateşler fırlatıyordu. Her kıvılcım vücuduma değdiğinde, uçurtmanın demir halkasına dokunduğumdaki gibi canım yandı. Sırt üstü düşmüştüm. Geri geri sürünerek uzaklaşmaya çalıştım.

O sırada masanın üzerinde bir kavanoz gördüm. Camdan, içi ve dışı metal plakalarla kaplıydı. Cin büyük bir ateş topu halinde üzerime yuvarlandığı anda kavanozu elime alıp uzattım. Cin bir anda metal uçlardan çekildi, kavanoza hapsoldu ve içeride parlamaya başladı. Artık çıkamıyordu.

Sonra… cesur bir düşünceyle, kavanozun metal uçlarını birbirine yaklaştırdım. Kavanoz bir anda patladı! Işık ve ses, rüyadaki gök gürültüsü kadar korkutucuydu. Çarpıcı bir enerji yayıldı; ama cin artık yoktu, sadece metal parçaları ve kavanozun kırıkları kalmıştı.”

Teframun, rüyasını nefes nefese anlattıktan sonra başbilgin sessizce dinledi. Gözleri parlıyordu, kaşlarını çattı ve sonra yavaşça konuştu:

“Teframun… Bu gördüğün cin… Aslında cin değil. Elektrik. Gökyüzünden gelen ve uçurtma ipinden bize ulaşan o görünmez güç… İşte rüyanda beliren o varlık onun bir simgesiydi.”

Teframun gözlerini kocaman açtı:

“Yani… kavanoza çektiğim… cin değil, elektrikmiş?”

Başbilgin başını salladı:

“Evet. Ve kavanoz… işte asıl sır burada. Rüyanda gördüğün gibi, iç ve dışına yerleştirdiğin metal plakalar, elektrik gücünü depolayabiliyor. Cin gibi parlayan varlık, aslında depolanan enerjiyi temsil ediyor.”

Teframun yavaşça nefes aldı, kalbi hem korku hem de merakla çarpıyordu:

“Yani… bu enerji… kontrol altına alınabilir ve sonra kullanılabilir mi?”

Başbilgin gülümsedi, elini Teframun’un omzuna koydu:

“Evet. Rüyan sana bunun yolunu gösterdi. Elektrik, depolanabilir, taşınabilir ve kontrol edilebilir. Ama dikkatli olmalısın; gücü çok büyük.”

Teframun kafasında bir ışık yandı. ”O zaman… rüyam sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir rehber olmuş.”

Başbilgin başını salladı:

“Tam olarak öyle. Ve şimdi, Teframun… bu rüyanın peşinden gitme zamanı.”

...

Teframun ve Başbilgin Enlil-Hotep, laboratuvarın köşesinde duran cam kavanozları incelemeye başladılar. Teframun kararlılıkla:

“Hazırım! Rüyamda gördüğüm kavanozu yapacağız!”

Enlil-Hotep başını salladı, gözleri heyecanla parladı:

“Tam olarak rüyanda gördüğün gibi… Ama dikkatli olacağız. Elektrik, tıpkı uçurtmanın ıslak ipinde olduğu gibi, kontrolsüzse tehlikeli olabilir.”

İkili, kavanozu masanın ortasına yerleştirdi. Teframun rüyasında gördüğü gibi, kavanozun iç ve dış yüzeyine metal plakalar bağladılar: iç kısmına bakır plakalar, dışına ise altın ve gümüş. Masanın üzerinde üç cam kavanoz duruyordu:

Kavanozu sallayarak veya bir kol mekanizmasıyla içindeki kehribar parçasını yünle sürterek enerji depolayabileceklerini planladılar.

Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi ve elini Teframun’un omzuna koydu:

“Bu fikir zekice, genç dostum, ama yeterli gücü sağlamak için bir ömür boyu sallaman gerekebilir. Bunun yerine, dışarıda bir mekanizma ile yünü ve kehribar parçalarını sürtüp, yükü iletken tellerle kavanoza aktaralım. Hem daha güvenli hem de çok daha verimli.”

Teframun başını salladı, heyecanı biraz sakinleşti ama gözlerindeki merak ışığı sönmedi.

İlk denemelerde kavanozun içindeki elektrik birikmeye başladı. Küçük bir patlama oldu; cam hafifçe çatladı, metal uçlardan kıvılcımlar sıçradı. Teframun geriye çekildi, nefesini tuttu.

“İşte, bu risk… ama aynı zamanda bize yol gösteriyor,” dedi Enlil-Hotep. ”Daha sağlam camlar ve dikkatli bir düzenekle, elektrik artık bizim kontrolümüzde olacak.”

Teframun, hafifçe parmaklarını metal uçlara yaklaştırdı ve bir kıvılcım sıçradı. Küçük bir patlama sesi ve ışık parlaması, rüyadaki cinin kıvılcımlarını hatırlatıyordu. İkili gerildi ama heyecanla birbirine baktı:

“Başarıyoruz!”

Kısa süreli deneylerden sonra kavanozun içine daha fazla enerji depolamayı başardılar. Artık bu kavanoz, rüyada gördüğü cinin enerjisini kontrol altına almak için bir araçtı.

Enlil-Hotep, Teframun’a bakarak fısıldadı:

“Bunu geliştirebiliriz… Daha büyüğünü yapabiliriz. Elektriği depolayabilir, sonra güvenle kullanabiliriz. Rüyan, bize sadece uyarı değil, aynı zamanda keşfin yolunu da göstermiş.”

Teframun gözlerini parlatmıştı. ”O zaman… sıra uçurtmadan aldığımız gücü daha büyük deneylerde kullanmakta.”

14.10. Sunum

Teframun ve Enlil-Hotep, kavanozlarını büyük bir tepsiye yerleştirip saray salonuna getirdiler. Kral Karmen, merakla tahtında oturuyordu; gözleri heyecan ve hafif bir korkuyla parlıyordu. Halk ve bilginler kenarda bekliyordu.

Kral Karmen "Bu nedir?" diye sordu.

Enlil-Hotep gülümsedi:

“Biz buna rüyamızda gördüğümüz gibi… Cin Kavanozu diyoruz. Bu, gökten aldığımız gücü depolayan bir araçtır,” dedi. ”Bu kavanoz, elektriği kontrol etmemize olanak sağlıyor.”

Kral, kısa bir sessizlikten sonra gülerek başını salladı:

“Cin Kavanozu mu… Eh, o zaman öyle olsun! Bir cin elimizdeymiş gibi gösterin bakalım!”

Teframun, kavanozun yükünü göstermek için metal bir çubuğu hafifçe dokundurdu. Kıvılcım ufak bir patlama ve ışık parlaması yarattı, ama tamamen kontrollüydü. Kral Karmen hayretler içinde dudaklarını araladı.

“Böyle bir güç… elimizde mi olacak?”

Enlil-Hotep ve Teframun birbirine baktı, gözlerinde hem korku hem de gurur vardı.

“Evet. Bu yalnızca başlangıç. Artık gök ateşi bizim hizmetkârımız olacak.”

Enlil-Hotep diğer kavanozu seçti, metal uçlarını kısa bir iletken tel aracılığıyla bağladı ve küçük bir kıvılcım patlamasıyla kavanoz çatladı. Çatlayan camdan çıkan ışık, odanın karanlık köşelerini aydınlattı; kısa bir patlama sesi yankılandı. Kral hafifçe geriye çekildi ama gözlerinde heyecan vardı.

Kral: ”Demek bu… gök ateşini depoluyorsunuz?”

Enlil-Hotep başını salladı:

“Evet. Artık yıldırımı yalnızca saraydan uzaklaştırmakla kalmayacağız; enerjisini bir araç olarak kullanabileceğiz.”

Kral, kavanozu dikkatle inceleyip başını salladı:

“Bundan böyle, saray sadece güvenli değil, aynı zamanda güç sahibi olacak. Sizleri kutluyorum.”

Kral Karmen, parmaklarını kavanozun metallerine dokundurarak hafif bir elektrik şokunu hissetti ve kahkahayla, ”Bu, Cin Kavanozu! Adı bundan sonra bu olsun!” dedi.

 

..

14.11. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (gözleri parıldayarak):

"Nil-7… yani o adam aslında cin falan taşımıyordu, değil mi? Hepsi elektrikmiş."

Nil-7 (hafif mekanik bir gülümsemeyle):

"Doğru, küçük dostum. İnsanlar anlamadıkları şeylere genellikle 'cin', 'ruh' ya da 'tanrı' derlerdi. Ama gerçekte Thamunekh’in taşıdığı şey, sürtünmeden doğan elektrikti."

Sahara:

"Peki… kral nasıl bu kadar cesur oldu da adamın elini tuttu? Ya gerçekten içine cin girseydi?"

Nil-7:

"Kral Karmen’in farkı buydu. O, rahiplerin anlattığı masallara körü körüne inanmadı. Denemek istedi. Bilmek istedi. Ve dokunduğu anda gerçeği gördü: kıvılcım bir cindi değil, maddenin sırrıydı."

Sahara (kaşlarını çatıp düşünerek):

"Yani… onlar elektriği kavanoza bile hapsetmişler? Rüyada bile olsa… Bu aslında bataryanın ilk fikri mi oluyor?"

Nil-7 (başını onaylar gibi eğerek):

"Kesinlikle. O 'cin kavanozu' dediğin şey, senin çağında Leyden şişesi olarak bilinen ilk kondansatörün atasıdır. Yani elektriği depolamanın yolu. Bir rüya bile insanı yeni bir icada götürebilir."

Sahara (heyecanla):

"Vay canına! Peki yıldırımı yakalayıp bakır direkle toprağa indirmeleri… bu da paratoner, değil mi?"

Nil-7:

"Evet. Gökten gelen ateşi, yani yıldırımı kontrol altına aldılar. İnsanlar korkuyla kaçarken, bilginler bakırın elektriği taşıyabildiğini fark ettiler. Böylece göğün öfkesini bile yönlendirmeyi öğrendiler."

Sahara (biraz hüzünle):

"Ama insanlar çok korkmuş… 'Cin çarptı!' diye bağırmışlar. Oysa gerçeği bilseler korkmazlardı."

Nil-7 (nazik bir sesle):

"Unutma Sahara… Bilgi, korkunun panzehiridir. İnsan bilmediğinden korkar. Ama öğrendiğinde, o korku güce dönüşür."



Bölüm 15: Manyetizmanın Keşfi (M.Ö. 3087)

15.1. TANRI TAŞI

Nil kıyısında sarayın taş duvarları, öğle güneşinin altında altın gibi parlıyordu. Sarayın mermer avlusunda kervan tüccarları sıralanmıştı. Tüccarın yüzü güneşten yanmış, elleri taş kadar sertti. Yanında, ketenle sarılmış küçük bir sandık taşıyordu.

Çan sesleriyle birlikte kralın habercisi bağırdı:

“Efendimizin huzuruna çıkacaksınız! Doğru söyleyin, eğri söylemeyin.”

Kral Karmen, tahtında oturmuştu; gözleri, uzak diyarlardan gelen tüccarın adımlarını izliyordu.  

Karmen, gözlerini kısmıştı.

"Tanrı taşı satıyormuşsun. Doğru mu bu söylenti?"

Tüccar eğildi, sesi çatlak ama kendinden emindi:

“Doğrudur, efendim. Bu taş, tanrımızın yönünü gösterir. Biz ona 'Tanrı Taşı' deriz.”

Karmen kaşlarını kaldırdı.

“Taş yön mü gösterir?”

Tüccar, sandığı açtı. İçinden siyah, parlak bir taş çıkardı. İnce bir ipe bağlıydı, taşın ucunu havada serbestçe sallandırdı. Sarayda bir sessizlik oldu. Taş, birkaç kez döndü… sonra sabit kaldı. Hep aynı yöne bakıyordu.

Tüccar fısıldadı:

“Bakın efendim… Bu uç hep tanrımız Thuban'ı gösterir. Nerede olursak olalım, bu taş hep aynı yöne döner. Biz kuzeydeki Magnesia şehrinde bu yöne Thuban deriz.”

Karmen ayağa kalktı, taşın ucuna yaklaştı. Elini uzattı, ama dokunmadı. Gözleri taşın sabit yönüne kilitlenmişti.

“Bu yön kuzey mi?”

Sarayın bilginlerinden biri, fısıldadı:

“Evet efendim. Bu yön kuzey. Thuban gökyüzünün kuzeyi gösteren sabit yıldızıdır.”

Karmen, taşa dokundu. Taş bir kaç kez çevresinde döndü. Ama durduğunda taş hep aynı yöne bakıyordu.

“Bu taş, göğün sırrını mı taşıyor? Yoksa tanrılar mı onu yönlendiriyor?”

 

Tüccar gülümsedi:

“Taşın içinde görünmeyen, bilinmeyen bir güç olabilir. Ama biz gösterdiği yöndeki sabit yıldıza taparız. Bu yöne secde ederiz.”

Bilginler şaşkınlıkla fısıldaşıyordu. Fakat en çok rahipler huzursuzdu. Yıllardır Sirius ve Orion yıldızlarını kutsal ilan etmişlerdi. Şimdi ise taş bambaşka bir yıldızı işaret ediyordu.

Bir rahip titrek bir sesle, diğerine fısıldadı:

“Demek ki biz yanılmışız… asıl kutsal yıldız Ejderha’nın yıldızıymış.”

Diğer rahip başını salladı, gözleri yerdeydi.

“Tanrıların sırrı çok derin… belki de şimdiye dek yanlış yola secde ettik.” 

Karmen döndü, bilginlerine seslendi:

“Emrim açıktır. Bu taş incelenecek. Eğer tanrıyı gösteriyorsa, belki de tanrının yolunu da gösterir. Tanrı değilse, ne olduğunu bulacaksınız. Bu taşın sırrını ortaya çıkarın!”

Ve böylece, sarayın taş döşemeleri üzerinde tüccarın elinde asılı duran bir taş, Antik Mısır’da yönün, göğün ve bilimin kapısını araladı.

 

15.2. Kayıtlar Salonu’nda Deneyler

Sarayın taş merdivenleri sessizce Kayıtlar Salonu’na çıkıyordu. Duvarlarda papirüs ruloları, eski astronomi tabloları ve çeşitli taşlar vardı. Başbilgin Enlil-Hotep, Tanrı Taşı’nı dikkatle masanın ortasına koydu.

“Arkadaşlar,” dedi, ”bu taş sadece yön göstermiyor. İçinde görünmeyen bir güç var. Öncelikle onun neye tepki verdiğini anlamalıyız.”

Bilginler, taşın etrafında toplandı. Her biri, taşın ucunu ipe bağlayıp serbest bırakıyor, taşın davranışını not ediyordu.

İlk deney, taşın yön değiştirmesiyle ilgiliydi:

“Taşı farklı açılardan bırakalım,” dedi Enlil-Hotep.

Taş, her seferinde birkaç saniye döndü, sonra sabit kaldı. Hep aynı yöne bakıyordu.

“Görüyorsunuz,” dedi Enlil-Hotep, ”Tesadüf değil. Bu taş bir yıldıza sabitlenmiş gibi davranıyor. Ama gerçek mi, yoksa sihir mi?”

 

15.3. Metallerle Etkileşim Deneyi 

İkinci deney, taşın farklı metallerle ilişkisini test etmekti. Bir grup bilgin, taşın yanına bakır, altın ve demir parçaları koydu.

“Demire çekiliyor!” dedi biri hayretle.

“Ama altın ve bakır hiç etkilenmiyor,” diye ekledi diğer bilgin.

Enlil-Hotep başını salladı:

“Demir… demek ki bu taşın görünmeyen gücü demirle ilişki kuruyor. Belki de bu, taşın kuzeyi gösterme sırrıdır.”

Tanrı Taşı’nı ellerinde döndürdüler, demir parçalarını taşın yanına koydular. Taşın ucu her seferinde demire yöneliyordu. Çocuklardan biri Şuruppak sırıtıp dedi ki:

“Ama bu Tanrı Taşı demiri görünce yıldızı göstermiyor ki! Tanrıdan yüz çeviriyor.”

Rahipler de şaşkındı. Bazısı mırıldandı:

“Demiri görünce yıldızını unutan bir taş… Tanrıdan bile yüz çeviriyor! Demir tanrı değildir. Taş tanrı olmayan bir şeyi gösteriyorsa, taş gerçekten tanrıyı göstermiyor demektir. Yıldız tanrı olsaydı taş demire değil yıldıza yönelmeye devam etmeliydi. Gücü ufak bir parça demire yenilen bir tanrı olamaz.”

Bu sözler, salondaki sessizliği daha da derinleştirdi. Bazı rahiplerin yüzü kızardı, bilginlerin gözleri ise daha da parladı. Taşın sırrı artık tanrılardan çok doğanın güçlerine işaret ediyordu. 

Başbilgin not aldı:

“Görünüşe göre bu taş, göksel sırrın yanında yeryüzünün gücüne de tepki veriyor. Demir, taşın ilgisini çekiyor; yıldız değil. İlginç bir ilişki var burada.”

Çocuklar birbirine baktı, gözlerinde hem şaşkınlık hem de heyecan vardı. Nil kıyısındaki bu küçük eller, bilimin gizemini çözmeye bir adım daha yaklaşmıştı.

Üçüncü deneyde, bilginler taşın uzun mesafede de aynı yöne dönüp dönmediğini test etti. Salondan avluya, avludan nehre taşıdılar. Her seferinde taş sabit kaldı, ucunu hep aynı yöne çeviriyordu.

“Bu taş, sadece sabit yıldızı değil, yönü de belirliyor,” dedi Enlil-Hotep.

“Yani ordular, kervanlar ve denizciler bundan faydalanabilir,” diye ekledi bir genç bilgin heyecanla.

Rahipler ise hâlâ tedirgindi. Biri mırıldandı:

“Tanrı değilse, o zaman bu taşın gücü nereden geliyor? Göğün sırlarını mı taşıyor?”

Enlil-Hotep gülümsedi:

“Bizim işimiz, taşın gücünü anlamak. Tanrı mı, doğa mı, fark etmez. Önemli olan, bunu kullanabilmek.”

Ve böylece, Tanrı Taşı ilk kez hayal gücünden insan aklına teslim edilmiş, bilim ve gözlemin sınırlarını zorlayan bir sırra dönüştürülmüştü. Salonda, taşın ucunu izleyen gözler, yön bulma, demir çekme ve gökyüzünün gizemlerini çözme yolunda ilk adımlarını atıyordu.

 

15.4. Hem İtiyor Hem Çekiyor

Başbilgin Enlil-Hotep, tüccarın getirdiği taşın yanına başka bir parça koydu.

İlk taşı ipte serbestçe sallandırmak istediler fakat ikinci taşı yaklaştırınca ipteki taş bir anda döndü.

“Bakın!” dedi bir bilgin. ”Taş, taşa yöneliyor.”

Sonra ikinci taşı farklı bir ucuyla yaklaştırdılar. Bu kez ipteki taş yana kaydı, ondan uzaklaşmaya çalıştı.

Çocuklardan Gılgameş kahkaha atarak:

“İki taş birbirini çekiyor da itiyor da!” diye bağırdı.

Rahiplerden biri yüzünü buruşturdu:

“Tanrı taşının birbirini göstermesi yetmezmiş gibi, şimdi de tanrılar kavga mı ediyor?”

Başbilgin ciddi bir sesle not aldı:

“Demek ki taşların uçlarında farklı özellikler var. Bir ucu çekiyor, diğeri itiyor.”

 

15.5. Tanrı Taşını Kırma Deneyi

Bilginler, Tanrı Taşı’nın sırrını daha derinden anlamak için yeni bir fikir öne sürdü.

“Ya bu taşı kırarsak? Acaba küçük bir parçası da aynı şekilde kuzeyi gösterir mi?”

Rahipler bir anda geri çekildi.

“Hayır!” dedi yaşlı bir rahip, gözleri kocaman açılmıştı. ”Tanrıların taşını kırmak… bu küfürdür! Çarpılırız, lanetleniriz.”

Bir diğeri endişeyle fısıldadı:

“Ya içinden ateş fışkırırsa? Ya yıldırımlar düşerse?”

Çocuklar kıkırdadı, gözlerinde muzır bir merak vardı.

“Taşın içinden yıldırım çıkmaz ki! Hadi deneyelim.”

Sonunda Enlil-Hotep ağır ağır çekici aldı. Rahiplere dönüp ciddi bir sesle konuştu:

“Bilim, korkuyla değil, gözlemle ilerler.”

Bir çekiç darbesiyle taşın köşesi kırıldı. Salon bir an sessizliğe gömüldü. Herkes nefesini tutmuştu.

Küçük parça ipe bağlandı ve serbest bırakıldı. Tıpkı bütün taş gibi birkaç kez döndü, sonra kuzeye sabitlendi.

Enlil-Hotep gülümsedi:

“Harika… Demek ki taşın sırrı büyüklüğünde değil. Her zerresi aynı gücü taşıyor.”

Çocuklardan biri fısıldadı:

“Sanki tanrı taşın içinde değil, doğanın kendisinde saklı.”

Rahipler hâlâ huzursuzdu ama çarpılmamışlardı. Çocuklar ise heyecanla parçaları parmaklarıyla inceliyor, taşın gizemini çözmeye bir adım daha yaklaşmanın keyfini çıkarıyordu.

 

15.6. Yıldız mı, Kuzey mi?

Kayıtlar Salonu’nda, masanın üzerine ipe bağlı Tanrı Taşı yerleştirildi. Çevresinde bilginler, rahipler ve çocuklar vardı. Enlil-Hotep yüksek sesle konuştu:

“Şimdi deney yapacağız. Eğer bu taş Thuban yıldızını gösteriyorsa, ucu göğe doğru hafifçe kalkmalı. Yıldız gökte olduğu için taşın yönü yukarı açılan bir açı yapmalı. Ama eğer taş yere paralel kalıyorsa, o zaman yıldızı değil, yeryüzündeki kuzeyi gösteriyor demektir.”

Bir rahip öne çıktı, dualar mırıldanarak taşın ipe bağlı ucunu serbest bıraktı. Taş birkaç kez döndü, sonra sakinleşti.

Taşın ucu ne göğe kalktı ne de eğildi. Yere tamamen paralel kaldı ve hep aynı yöne döndü.

Çocuklardan biri heyecanla bağırdı:

“Bakın! Yukarıya bakmıyor. Hep yere paralel. Demek ki yıldızı değil kuzeyi gösteriyor!”

Rahipler sessiz kaldı. Bir kısmı hâlâ taşın kutsal olduğuna inanmak istiyordu, ama gözleri önündeki gerçek inkâr edilemezdi.

Enlil-Hotep notlarını yazdı ve krala sunulacak sonucu açıkladı:

“Efendim, Tanrı Taşı gökteki Thuban’ı değil, yeryüzündeki kuzeyi işaret ediyor. Gücü tanrılardan değil, dünyanın kendi kuvvetlerinden geliyor.”

 

 

15.7. Tesadüfi Keşif

Salonda, bilginlerin gözetiminde uçma sanatı mektebinde eğitim gören çocuklar, Tanrı Taşı ve cin kavanozlarıyla basit deneyler yapıyordu. Küçük Gılgameş, parmağında sarılı ince bir tel ile taşın yanına geldi. Eğlencelik bir şekilde telini kavanoza dokundurup çekti.

Birden taşın ucu hafifçe titredi, sonra sabit yönünü değiştirerek yeni bir yöne baktı. Çocuklar şaşkınlıktan donakaldı:

“Taş… hareket etti!”

Bilginler koştu, çocukların ne yaptığını anlamaya çalıştılar. Telin cin kavanozuna dokunup çekilmesiyle taşın tepkisi arasında bir bağlantı olduğunu fark ettiler. Bir bilgin, fısıldadı:

“Demek ki, taş sadece demire değil… görünmeyen bir güçle hareket ediyor. Belki de o güç… elektrikle ilgili.”

Başbilgin Enlil-Hotep, gözleri parlayarak tekrar denedi. Telin yönünü değiştirince taş da aynı şekilde tepki verdi. Böylece çocuklar, elektrik ve manyetizmanın birbiriyle ilişkili olabileceğini tesadüfen keşfetmiş oldular.

Laboratuvarda herkes hayranlık içinde izliyordu; küçük bir çocuk sayesinde, Tanrı Taşı artık sadece kutsal bir gösterge değil, doğanın gizli güçlerini açığa çıkaran bir araç olmuştu.

 

15.8. Deney Sonucunun Krala Açıklanması

Bilginler ve rahipler, sarayın taş döşemeleri üzerinde krala doğru ilerlediler. Başbilgin Enlil-Hotep, elinde not defteriyle derin bir nefes aldı ve anlattı:

“Efendim, Tanrı Taşı’nın sırrını çözdük. Bu taş Thuban yıldızını göstermiyor, kuzeyi gösteriyor. Eğer yıldızı gösterseydi, taşın ucu havaya kalkar ve işaret parmağımızla orta parmağımız arasındaki açı kadar göğe yönelirdi. Oysa taş hep yere paralel kalarak kuzeye dönüyor. Yani gücünü gökten değil, yeryüzünden alıyor.”

Kral Karmen, tahtında otururken gözlerini kısıp düşünceli bir şekilde dinledi. Sonra yavaşça başını salladı:

“Güzel… Bu taş, kuzeyi, demiri ve elektriği gösterebiliyorsa, onun sırlarını çözmekle kalmayacağız; günlük yaşamımızda da kullanabiliriz. Daha fazla araştırma yapın ve pratik kullanım alanlarını bulun. Peki, neler yapabilirsiniz?”

Başbilgin heyecanla gözlerini parlatıp cevapladı:

“Bu taş, pusula olabilir. Gemilerimizi ve kervanlarımızı yıldızlara bakmasına gerek kalmadan yönlendirebiliriz. Taşı elektrikle hareket ettirdik. Elektriği anlamayı ve yönetmeyi de öğrenirsek, belki mekanik hareketler yaratabiliriz. Elektrik motorları gibi...”

Rahipler ve çocuklar birbirine baktılar; gözlerinde hem şaşkınlık hem de heyecan vardı. Tanrı Taşı artık sadece bir gizem değildi; bilimsel bir araç ve geleceğin keşiflerinin kapısıydı.

Kral Karmen, tahtında dikleşti, ellerini birbirine bastı ve yüksek bir sesle söyledi:

“Artık bu taşın tanrıyla bir ilgisi olmadığını anladık. O, yıldızları değil, dünyadaki güçleri gösteriyor. Bu taşın adı Tanrı Taşı olamaz.”

Başbilgin Enlil-Hotep, not defterini açtı, taşın hareketlerini ve deneylerdeki gözlemleri yeniden gözden geçirdi. Bir süre düşündü ve sonra gülümseyerek krala baktı:

“Efendim, bu taşın doğasını doğru tanımlamak için yeni bir isim vermeliyiz. Bu taş, demir ve bazı metallere yöneliyor; kendi iç gücünü gösteriyor. Bu taş kuzeydeki Magnesia şehrinden geldiği için biz buna… Manyetit diyelim. Evet, Manyetit!”

Kral kafasını salladı ve memnuniyetle cevapladı:

“Çok iyi. Artık sarayımızda Manyetit olarak anılacak. Bu taşın sırlarını çözmek için daha fazla çalışın ve pratik kullanımını keşfedin. Nil’in halkına ve krallığımıza büyük fayda sağlayacak. Bu gücü kullanacak yolları bulun, tüm insanlara faydalı olsun.”

Çocuklar ve rahipler birbirine baktılar; gözlerinde hayret ve merak vardı. Manyetit artık sadece bir taş değil, bilimsel bir keşif ve geleceğin kapısını aralayan bir anahtar olmuştu.

 

15.9. Tüccarın İtirazı

Sarayda yapılan deneyler tamamlandığında, Enlil-Hotep taşın sırrını Magnesia şehrinden gelen tüccara da anlattı:

“Bak dostum, Tanrı Taşı Thuban yıldızını göstermiyor. Yıldızı gösterseydi havaya kalkardı. Ama bak, hep yere paralel kalıyor. Yani bu taş gökten değil, dünyanın kendisinden güç alıyor. Kuzeyi, demiri ve elektriği gösteriyor.”

Tüccar öfkeyle başını salladı:

“Hayır! Siz bilginler gözünüzün önündeki gerçeği görmüyorsunuz. Taşın gösterdiği yön tanrının yönüdür. Siz ona kuzey diyorsunuz, biz ona Tanrı diyoruz. Evet… Belki Thuban yıldızını göstermiyor. Ne fark eder? Belki de tanrı kuzeydedir. Belki de taşın sırrı budur.”

Tüccar göğsünü gere gere devam etti:

“Benim kervanım bu işaretin peşinden yürüyecek. Kuzeye yürüyeceğiz, ta ki tanrıya kavuşuncaya kadar.”

Ve gerçekten de tüccarın kervanı, dualar ve ilahiler eşliğinde kuzeye yürümeye başladılar. Çölleri, bozkırları, buzulları aştılar. Yıllar sonra, donmuş denizden ve Bering boğazından geçip yepyeni bir topraklara ulaştılar. Onlar buna ”Tanrının Diyarı” dediler… ama biz bugün oraya Amerika diyoruz.

..

 

 

15.10. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (gözleri kocaman açılmış, heyecanla):

“Nil-7… yani Tanrı Taşı aslında pusula mıydı? O siyah taş hep kuzeyi gösteriyor ya, tıpkı bizim bildiğimiz pusula gibi!”

Nil-7 (hafifçe başını sallayarak):

“Doğru tahmin ettin, küçük yolcu. O taş aslında manyetit, yani doğal bir mıknatıs. İnsanlar önce onu tanrıların hediyesi sandılar. Ama bilginler taşın sırlarını çözünce, aslında dünyanın kendi kuvvetlerini gösterdiğini anladılar.”

Sahara (ellerini çenesine dayamış, düşünceli):

“Peki… taşın demire çekilmesi… ve bazen de diğer taşı itmesi… bu mıknatısın sırrı mı?”

Nil-7:

“Aynen öyle. Mıknatısın iki ucu vardır: biri çeker, diğeri iter. O zamanın bilginleri bunu görünce çok şaşırdılar. Çünkü daha önce hiç görmedikleri bir doğa yasasıyla karşılaşıyorlardı.”

Sahara (gülümseyerek):

“Çocukların kahkahaları kulağıma geldi sanki. ‘Tanrılar kavga ediyor!’ demişler ya… çok komik. Aslında sadece kuzey ve güney kutbuymuş.”

Nil-7 (gülümseyen bir ses tonuyla):

“Evet. Onların gözünde doğa güçleri, tanrıların oyunları gibiydi. Ama dikkatli gözlemle gerçeği ayırabildiler. İşte bilimin başlangıcı böyle küçük şakalarla, yanlış anlamalarla olur.”

Sahara (merakla öne eğilerek):

“Peki ya elektrikle taşın kıpırdaması? Çocuklardan biri telini cin kavanozuna dokundurunca taş yön değiştirmiş! Bu… elektromanyetizma değil mi?”

Nil-7 (onaylayan bir tonda):

“Evet, küçük dostum. Tarihin en önemli tesadüflerinden biri. Elektrik ile mıknatıs arasındaki bağı ilk fark ediş. Daha sonraki çağlarda bu ilişki keşfedilecek ve motorlardan trenlere, telefonlara kadar her şeyin temeli olacak.”

Sahara (gözleri ışıldayarak):

“Yani o küçücük çocuk, yanlışlıkla bütün geleceğin kapısını mı araladı?”

Nil-7 (nazikçe):

“Çoğu büyük keşif böyle olur, Sahara. Merak eden bir çocuk, yanlışlıkla yapılan bir deney… ve birden yeni bir dünyanın kapısı açılır.”

Sahara (hafif hüzünle):

“Ama tüccar… o hâlâ tanrıya kavuşacağını sanıyordu. Kuzeye gidip gitmişler, Amerika’ya kadar ulaşmışlar. Onların gerçeği öğrenememesi üzücü değil mi?”

Nil-7 (yavaşça):

“Üzücü olabilir… ama aynı zamanda büyüleyici. Çünkü insanlar, doğru ya da yanlış, inandıkları şeylerin peşinden yürürler. Ve bazen yanlış sandığın yol bile yeni dünyalar keşfetmeye götürür.”

Sahara (gülümseyerek, hayranlıkla):

“O zaman Tanrı Taşı hem bilimin sırrını açmış, hem de insanları yeni diyarlara sürüklemiş. Bir taşla iki mucize!”

Nil-7 (dostça, yumuşak bir sesle):

“Evet Sahara. Bir taş, insanlık tarihinin hem pusulası hem de hayal gücünün aynası oldu.”




Bölüm 16: Uçma Olimpiyatları ve İlk Roket (M.Ö. 3086)

16.1. Afrika Olimpiyatlarının Şenlik Havası

Nil kıyısındaki dev olimpiyat meydanı, bir spor arenası olmaktan çok, hayatın bütün renkleriyle bezenmiş gökkuşağı gibiydi. Yarışlar arasında geçen boş saatlerde meydan, adeta bir panayıra dönüşüyor, her köşeden farklı bir ses, farklı bir koku yükseliyordu. Sudan’dan gelen davulcuların ritmi, Habeşistan’dan gelen dansçıların ateş etrafındaki dönüşlerine eşlik ediyor, havada baharat kokusu ve taze pişmiş ekmek kokusu birbirine karışıyordu.

Çocuklar, yüzlerini palmiye yapraklarıyla boyamış cambazların havaya attığı renkli topları izlerken kahkahalar atıyor, top çevirme numaralarını alkışlıyorlardı. "Bak anne,  sihirbaz tam beş topu birden havada tutuyor!" diye bağırıyordu bir çocuk.

Anne gülümsedi: "O bir sihirbaz değil oğlum, o sadece çok yetenekli bir cambazdır!”

Tüccarlar, bağırarak mallarını pazarlıyordu: "Altın! En saf altın burada! Fildişi! Doğu'nun incisi!"

Her köşe başında bir hikâye anlatılıyordu. Ozanlar, dillerinde olimpiyat kahramanlarının destanları, telli sazlarıyla ezgiler çalıyordu. Şifacılar, otlarla yapılan merhemlerini satıyor, "Bu, ateşi düşürür, bu, yaraları iyileştirir!" diye sesleniyorlardı.

Ama kalabalığın içinde en çok dikkat çeken, yabancı bir sihirbazdı. Siyah pelerinine altın işlemeler dikilmiş, gözlerinde keskin bir parıltı vardı. Yanında getirdiği gizemli kutular ve toz dolu keseler, herkesin merakını cezbetmişti.

Kral Karmen’in tahtına yakın oturan iki vezir, fısıldaşıyordu.

"Bu sihirbaz, duman çıkaran büyüler yapıyormuş," dedi birinci vezir Zekhutem, gözleri sihirbazın üzerindeydi.

"Patlayan ateşi varmış," diye ekledi diğeri, ürpererek. "Bir anda ortadan kayboluyormuş."

Kral Karmen, bu fısıltıları duyduğunda dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Kendi kendine mırıldandı: "Bakalım bizim olimpiyatlarımızı yalnızca güreşçiler mi, yoksa bu sihirbaz da tarihe yazdıracak mı?"

16.2. Birinci Uçma Olimpiyatları: Gökyüzü Arena

Kemet ülkesinde güneş, ufuk çizgisinin hemen üstünde kızıl ve altın tonlarını gökyüzüne cömertçe serperken, Nil nehri kıyılarda 2000 yıldır devam eden Afrika olimpiyatları, bu sene tarihin ilk Uçma yarışlarıyla başladı. Palmiye ağaçlarının arasına serilmiş renkli örtülerin üzerinde oturan seyirciler, boyunlarını uzatmış, adeta tek vücut olmuşçasına gökyüzünü izliyordu. Havada bir heyecan uğultusu vardı; rüzgârın taşıdığı baharat kokuları, davul sesleri ve fısıltılarla karışıyordu.

Rampaların ucunda duran sporcular, hafif ama bir o kadar da sağlam delta kanatlarını sırtlarına geçirmiş, kartallar gibi süzülecekleri anı bekliyordu. Rüzgâr, her birinin yüzünde serin bir okşamaydı. Son bir nefes, son bir bakış… Ve birer birer havalandılar. Ve böylece, birinci Uçma Olimpiyatları resmen başlamış oldu. Gökyüzü artık sadece bir boşluk değil, cesaretin ve özgürlüğün ta kendisiydi.

Her sporcu, gökyüzünde bir şiir yazıyordu. Bazıları, yükselen termik akımları ustaca kullanarak yüksek irtifalarda süzülüyor, adeta görünmez bir eli tutarak sonsuzluğa uzanıyordu. Onların süzülüşü, uzun ve sessiz bir meditasyon gibiydi. Diğerleri ise daha cesur, daha gösterişliydi. Vadilerin üzerinden hızla geçiyor, keskin dönüşler yapıyor, seyircileri her an patlamaya hazır birer coşku bombasına dönüştürüyordu.

Seyircilerden bir çığlık yükseldi: "Bakın, uçuyor! Kuşlar gibi!"

Başka biri, yüksek irtifalarda termik akımları kullanarak sessizce yükseldi. "Nasıl da zarif!" diye bağırdı bir kadın, elini göğsüne bastırarak. "Sanki rüzgârın kendisi olmuş!"

Torunu, gözleri parıldayarak cevap verdi: "O kanatlar, güneş gibi parlıyor dede!"

Kanatlar, güneşi yansıtan renkli birer ayna gibi ışıldıyor, hafif esen rüzgârın uğultusu uzaktan gelen alkışlarla karışıyordu. Her süzülüş, gökyüzünde bir resimdi; her dönüş, bir fırça darbesi. Ancak gün batımı yaklaştıkça, termikler yavaş yavaş gücünü kaybediyordu. Sporcular, iniş noktalarına doğru zarifçe süzülmeye başladılar. Kimi son anda keskin bir dönüşle inerek seyirciden bir ”Vaaay! Bravo! En iyisi o!” nidası koparıyor, kimi ise sessiz ve sabırlı bir süzülüşle izleyicileri hayran bırakıyordu.

16.3. Uçma Yarışması Ödül Töreni

Gün batımı, vadiye altın bir örtü sermişti. Gökyüzü, cesur pilotların renkli kanatlarıyla hala doluydu. Son süzülenler vadiye yaklaşırken, seyirciler nefeslerini tutmuş, son inişi bekliyordu. Hakemler, ellerindeki tahtalara dikkatle not alıyor, en uzun havada kalma süresini ve en yüksek irtifayı belirliyordu.

Son olarak, delta kanatla süzülen genç kız Amina, vadilerin üzerinden zarif bir dönüşle iniş alanına süzüldü. Kanatları, gün batımının turuncu ışıklarını yansıtarak adeta ateşten bir kuş gibi parlıyordu.

Bir hakem yüksek sesle bağırdı: "Amina! En uzun süzülüş kategorisinin birincisi!"

Seyirciler coşku içinde alkışlıyor, dalgalanan bayraklar ve kızıl güneş ışığıyla birleşen manzara, tarihe kazınacak bir açılış sahnesi yaratıyordu.

Seyirciler coşkuyla alkışladı, Amina yüzünde zaferle karışık utangaç bir gülümsemeyle kalabalığı selamladı.

Ardından, uçurtmacı kardeşler Musa ve Tarek’in devasa uçurtmaları gökyüzünde yükseldi. Uçurtmaların ipleri, neredeyse rüzgârla dans ediyordu. Hakemler, özel aletlerle iplerin yüksekliğini ölçtü.

"En yükseğe çıkan uçurtma, Tarek'in!" diye yankılandı meydanda. Tarek, abisinin omzuna vurarak sevincini paylaştı.

Sıcak hava balonları kategorisinde ise bilge pilot Zola, gün batımının altın ışıklarını arkasına alarak balonunu gökyüzünde süzdü. Balonu, yükseklik kabiliyetiyle rakiplerini geride bırakmıştı. Zola, iniş alanına zarif bir şekilde konduğunda seyirciler, "Ne büyük bir ustalık!" diye mırıldanıyordu.

Kral Karmen, altın tacı ve uzun peleriniyle, törensel bir yürüyüşle iniş alanına yine geldi. Altın kupayı elinde tutarak, önce Amina'yı çağırdı. Gözleri gururla parlıyordu. Rüzgâr hafifçe esti ve kralın pelerinini havalandırdı. O an için dünya, sadece o cesur pilota, gökyüzüne ve o parlayan kanatlara aitmiş gibiydi.

Kral Karmen, kupayı pilotun ellerine bırakırken, "Amina," dedi. "Cesaretin ve zarif süzülüşün, gökyüzünü bile büyüledi, gökyüzüne sadece bir insan gibi bakmadın. Orayı, bir kartalın evi gibi gördün. Bu kupa, kanatlarının değil, yüreğinin bir nişanesidir.  Sen, bu çağın ilhamısın."

Pilot diz çöktü, kupayı alırken titreyen bir sesle yanıtladı: "Teşekkürler, efendim. Gökyüzü artık bizim evimiz!" Amina, kupayı iki eliyle tutup havaya kaldırdı, gözleri yaşarmıştı.

Ardından Tarek ve Zola da çağrıldı. Her biri, kupasını alırken kalabalık alkışlarla inledi. Bayraklar dalgalandı, güneşin kızıl ışıkları yarışmacıların etrafında dans ediyordu.

O an, vadideki insanlar ve gökyüzündeki pilotlar için, sadece bir yarış bitmemişti; cesaretin, hayal gücünün ve özgürlüğün kutlandığı bir şölen başlamıştı. Gökyüzü artık sadece bir boşluk değildi; tarih boyunca hatırlanacak bir arenaydı. Ve birinci Uçma Olimpiyatları, böylece efsaneye dönüştü.

16.4. Geleneksel Timsah Yakalama Yarışı

O gün öğleden sonra olimpiyat alanının ortasında, Nil’den getirilen suyla doldurulmuş büyük bir havuz hazırlanmıştı. Güneşin altında parlayan suyun içinde, kıyılarında güneşlenen kocaman Nil timsahları göze çarpıyordu. Davullar gürlüyor, kadınlar ellerindeki çalgılarla ritim tutuyor, seyirciler bağırarak tezahürat yapıyordu.

Bir tellal yüksek sesle duyurdu: "Şimdi olimpiyatların en cesur yarışması başlıyor! Timsah yakalama!"

Seyirciler, heyecanla ayağa kalktı. Bazıları kahkahalarla gülerken, bazıları korkuyla ellerini ağzına götürdü. Timsah yakalama, güreş veya koşu gibi bir beceri değil, canlı bir hayvanla baş etme cesareti gerektiren, ölümüne bir mücadeleydi.

İlk yarışmacı, geniş omuzlu bir Nubyalı delikanlı, havuzun kenarına geldi. Elindeki kalın sicimi sıktı. Halk, "Yaşasın! Yaşasın!" diye tempo tuttu. Davullar gürledi ve delikanlı suya atladı.

Suya girmesiyle birlikte, timsahlardan biri dev gibi kuyruğunu şaklattı ve suyu köpürttü. Seyircilerden çığlıklar yükseldi. Delikanlı, timsahın sırtına atlamaya çalıştı ama kaygan pullar yüzünden yana kaydı. Timsah, keskin dişlerini şaklattı, suyun üstünde köpükler yükseldi. Tam o anda delikanlı, ipi timsahın ağzına doladı.

"Ooooh!" diye bağırdı herkes.

Timsah, kolay kolay pes edecek gibi değildi. Deli gibi çırpındı, yarışmacıyı neredeyse suyun dibine çekecekti. Çocuklar korkuyla annelerinin kucağına saklanıyor, ama gözlerini de havuzdan ayıramıyorlardı. Sonunda delikanlı, tüm gücünü kullanarak ipi sıkıca bağladı ve timsahın ağzını kapatmayı başardı. Seyirciler ayağa fırladı, tezahürat ve davullar kulakları sağır etti.

Kral Karmen yerinde doğrulup hayranlıkla alkışladı. "İşte cesaret budur!" diye haykırdı, sesi heyecandan titriyordu.

Sonraki yarışmacılar daha farklı taktikler denedi. Kimisi timsahı kuyruğundan yakalayıp sudan dışarı çekmeye çalıştı, kimisi sırtına atlayıp elleriyle boğmaya kalktı. Bazıları başarısız oldu, korkuyla geri kaçtı. Her başarısızlıkta seyirciler hem kahkahalara boğuldu hem de "Yuh!" sesleriyle ortalığı inletti.

16.5. Olimpiyat Ödülleri

O gün Kemet toprakları, tam bir bayram yeriydi. Meydan rengârenk kumaşlarla süslenmiş, davullar ve borazanlar sabahın erken saatlerinden itibaren çalmaya başlamıştı. Yarışmacılar, altın kupaları kazanmak için meydanda sıralanıyordu.

Koşu yarışında, Nil kıyısında yetişmiş, rüzgâr gibi hızlı, çıplak ayaklı bir Nubyalı genç, herkesten önce bitiş çizgisine ulaştı. Kral, ona kupayı bizzat verirken "Sen ayaklarının değil, yüreğinin gücüyle koştun!" dedi. Genç adam, gülümsedi ve başını eğerek kralı selamladı.

Yüzme yarışında, Nil'den getirilen özel bir kanalda yarışan ince yapılı bir genç kız, suyu adeta yararak ilerledi ve birinciliği kazandı. Kral, kupayı verirken "Sen Nil’in kızısın, dalgaların dostusun!" diye seslendi.

Palmiye ağacına tırmanma yarışında, kaygan gövdelere rağmen zirveye tırmanan küçük ama çevik bir köylü çocuğu, kopardığı hurmayı havaya kaldırdı. Kral ona kupayı verirken, "Boyun küçük ama cesaretin dev gibi!" diyerek onu onurlandırdı.

At ve deve yarışlarında da coşku doruk noktasına ulaştı. Atların nal sesleri davul gibi yankılandı, develer inatçı ama hızlı adımlarıyla seyirciyi coşturdu. Yarışmacılar, kupalarını alınca gururla gülümsedi.

Günün en korkulan ve en heyecan verici yarışı olan timsah yakalamanın birincisi, kralın elinden kupayı alınca onu havaya kaldırdı. Seyirciler, ayakta çılgınca alkışladı.

Kral Karmen, meydanda sıralanmış şampiyonlara ve coşkulu halka seslendi: "Bu kupalar altından yapılmış olabilir ama asıl altın, bu insanların yüreğindedir! Cesaret, hız, çeviklik ve akıl… İşte krallığımızı yüceltecek değerler bunlardır!"

Halk coşkuyla bağırdı: "Yaşasın Karmen! Yaşasın Kral'ımız!"

Havuzun kenarında bekleyen sihirbaz, kalabalığı gözlemliyordu. Her tezahüratta, her korku çığlığında insanların duygularını ölçüyor gibiydi. O, birazdan yapacağı herkesi gölgede bırakacak "patlayan" gösterisiyle bu koca olimpiyatın asıl yıldızı olmayı kafasına koymuştu. 

16.6. Sihirbazın Dumanlı Kaybolma Gösterisi

Kral Karmen’in avlusu, kavurucu Afrika güneşi altında parıldıyordu. Ama bugün, her zamankinden farklı bir telaş, havayı elektriklemişti. Avlunun ortasına kurulmuş, garip işaretlerle bezeli ahşap kutu, halkın merakını çekmişti.

Sihirbaz, ellerini hızlıca hareket ettiriyor, bilinmeyen tozları ve iksirleri kutunun içine bırakıyordu. Halk nefesini tutmuş, meraklı gözlerle her hareketi izliyordu. Sihirbaz, son bir toz tutamını kutuya attığında, içeriden hafif bir tıslama yükseldi. Ardından, kutudan ince bir duman süzüldü, gökyüzüne doğru kıvrılarak avluyu mistik bir sis perdesiyle sardı. Koku, baharatlı ve topraklıydı, sanki yeryüzünün ruhu nefes alıyordu.

Sihirbaz, gülümsedi. Gözleri kralın bakışlarıyla birleşti. Elindeki meşaleyi kutuya doğru uzattığında, küçük bir kıvılcım kuru otları tutuşturdu.

BOOM! Avluda sağır edici bir patlama yankılandı. Duman anında avluyu yuttu; halk çığlık attı, askerler kılıçlarına sarıldı. Duman yavaşça dağıldığında, kutunun olduğu yerde bir boşluk vardı. Sihirbaz ortadan kaybolmuştu! Halk şaşkınlıkla birbirine bakıyor, fısıltılar havalanıyordu.

"Nereye kayboldu?" diye sordu biri.

"Bu bir büyü!" diye bağırdı diğeri, korkuyla.

Başbilgin Enlil-Hotep Kral'ın yanına giderek kulağına bir şeyler fısıldadı.

Kral Karmen, yerinden doğruldu, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Koruma görevlilerine, sihirbazı yakalayıp kendisine getirmelerini emretti. Sihirbaz başka bir duman patlamasıyla birlikte tekrar ortaya çıktığında etrafı askerlerle sarıldı. Yakalanıp kralın önüne getirildi.

16.7. Sihirbazın Sırrı

Kral Karmen bağırdı: "Bu yaptığın sihirbazlık gösterisiyle bilginlerimizin dikkatini çektin. Kayıtlar salonuna 2000 yıldır kaydedilmemiş bir bilginin sende olduğu fark ettiler. Halkın büyü dediği bu şeyin sırrını öğrenip bunun faydalı kullanımlarını araştıracağız."

Sihirbaz, pelerinin ve ellerinin is ve tozla kaplı olmasına rağmen sakin bir gülümsemeyle konuştu:

"Efendim, ben bir büyücü değilim, bir mucidim. Bu patlama, özel olarak hazırladığım karışımın bir sonucudur."

Kral Karmen bağırdı: "Nedir o karışım? Hemen söyle!"

Sihirbaz: "Her bileşen doğanın farklı bir yüzünden gelir. Kara dumanın özü, üç elementin uyumudur. Ateşin diliyle konuşan bu üçlü... Simyacılar onlara Tanrı tuzu, Kara ruh ve Güç ateşi derler. Doğru oranlarda karıştırıldığında ve ateşle temas ettiğinde, ses ve duman çıkarır. Fakat dikkat edin! Sıkıştırılırsa öyle bir patlama oluşturur ki bu saray bile yerle bir olur."

Kral Karmen, Başbilgin'e yazmasını işaret etti.

Başbilgin Enlil-Hotep kalemini çıkarıp merakla sordu: "Bu maddeler nereden temin edilir."

Sihirbaz ellerini açarak açıkladı:

"Tanrı tuzu; mezarlık duvarlarından toplanan kutsal beyaz kristaldir. Siz ona güherçile dersiniz. Gübreli toprakta da bulabilirsiniz.

Kara ruh; toprağın içinden gelen yanıcı maddedir. Siz ona odun kömürü dersiniz. Kemet'te bol miktarda bulunur.

Güç ateşi; kokan taştır. volkanın öfkesidir. Siz ona kükürt dersiniz. Volkanik bölgelerde ve sıcak su kaynaklarıdan elde edilir."

Bilginler şaşkınlıkla birbirine baktılar; böyle bir bilgiye daha önce hiç rastlamamışlardı.

16.8. Elementlerin toplanması

Başbilgin Enlil-Hotep, üç genç bilgini gönderdi. Her biri bir elementin peşindeydi:

Tanrı tuzunu toplamak için bilgin Nabu-Ser, mezarlık duvarlarının gölgelerinde dolaştı. Kristal beyazı birikintileri, gece çiyinden sonra parlıyordu. Bir rahip fısıldadı: ”Bu tuz, ölülerin sessizliğinden doğar.” Nabu-Ser, kristali topladı.

Kara ruh toplamak için Bilgin Tefnut, eski bir kömür ocağına indi. Toprak, yanık odun kokuyordu. Kara ruh, ellerine bulaştı. Simsiyah, kuru ve hafif. Tefnut, bir parça alıp torbasına koydu.

Güç Ateşini toplamak için bilgin Irsu, doğal yeraltı mağarasının derinliklerine yürüdü. Jeotermal sıcak su kaynağının çevresinde sarı kristaller buldu. Kükürt, keskin çürük yumurta kokusuyla havayı doldurdu. Irsu, kristali kavanoza koydu.

16.9. İlk Deney

Kayıtlar salonu laboratuvarı, günlerdir ayak sesi duymamıştı. Duvarlar, eski yazıtların solmuş izlerini taşıyor; her taş, bir zamanlar konuşmuş gibiydi. Başbilgin Enlil-Hotep, elinde sararmış parşömenle önde yürüyordu. Ardından üç genç bilgin; Nabu-Ser, Tefnut ve Irsu sessizce ilerliyordu. Her biri, doğanın farklı bir yüzünden topladığı maddeyi taşıyordu.

Nabu-Ser’in torbasında, mezarlık duvarlarından kazıdığı beyaz kristaller vardı. Onlara ”Tanrı tuzu” diyorlardı ama o, içinden hep ”ölü şeysi” diye geçiriyordu. Potasyum Nitrat kristallerinin sessizliği, ölülerin nefesi gibiydi.

Tefnut’un elleri, kömürle kararmıştı. ”Kara ruh” dedikleri madde, toprağın derinliklerinden çıkarılmıştı. Odun kömürünün her parçası, geçmiş bir yangının hatırasıydı.

Irsu ise, volkanın eteklerinden topladığı sarı kristalleri bir kavanozda taşıyordu. ”Güç ateşi” adını verdikleri bu kükürtlü taşlar, yerin öfkesini kokluyordu.

Sessizlik Odası’na vardıklarında, Enlil-Hotep durdu. Gözleri, taş levhanın üzerindeki eski simyasal sembollere takıldı. Derin bir nefes aldı.

“Bu,” dedi, ”yeni bir devrin başlangıcıdır. Güç istemek kötü değildir. Gücü kötülük için kullanmak kötüdür.”

Üç bilgin, ellerindeki maddeleri dikkatle ölçtü. Enlil-Hotep formülü dikte etti:

“Tanrı tuzu: üç ölçü. Kara ruh: iki ölçü. Güç ateşi: bir ölçü. Ateşle temas ettirilecek. Sıkıştırılmayacak.”

Tefnut, kıvılcım taşını çıkardı. Bir anlık sessizlik. Sonra ateş.

Patlama olmadı. Ama bir anda sesle birlikte yoğun bir duman yayıldı. Gri, keskin ve eski bir kokuyla dolu. Duvarlar titredi.

Diğer bilgin Tefnut yüzü isle kaplanmış titreyen yüksek sesle konuştu:

“Bu... yeni bir silah mı, yoksa göğe çıkmanın sırrı mı?”

Enlil-Hotep, dumanın içinden sadece gözleri görünüyordu:

“Her bilgi, ikisine de dönüşebilir. Biz silaha değil, göğün sırrına talibiz.”

Bilginler birbirlerine baktı. Gözlerinde hem korku hem hayranlık vardı. Bir kez daha, doğa konuşmuştu ve onlar dinlemişti.

16.10. Tesadüfen İlk Roket

İlk patlama deneyi için kutuyu dışarıya çıkardılar. Taşırken Tefnut alt kapağını sıkıca kapatmayı unutmuştu. Patlamayı izlemek için bütün bilginler toplandı. Kral Karmen'de balkondan izliyordu.

Yanan meşaleyi uzun bir ipe bağlamışlardı. İpi çekerek meşaleyi kutuya yaklaştırdılar. Kutunun dibi fırlamış, içindeki enerji kontrollü bir şekilde yön değiştirmişti. Karışım, patlamaktan çok, yüksek bir itiş gücü kazanmıştı. Islık sesi çıkararak göğe doğru fırlayıp yükselen kutunun havada süzüldüğünü bilginler merakla izliyordu. Kutu tam dumanlar arkasından gözden kaybolmak üzereyken tekrar düşmeye başladı. Bilginlerin seyrettiği yerin birkaç metre yanına düştüğünde herkes korkuyla kaçıştı.

Kral Karmen, gözlerini fal taşı gibi açarak bağırdı: "Daha yükseğe!"

Ve işte, tesadüfen ilk roket deneyi başlamış oldu. Kara barut, patlama amacıyla hazırlanmıştı ama yanlışlıkla kontrollü bir uçuş aracı haline gelmişti. Kralın "Daha yükseğe!" demesi bilginlerin aklında yeni fikir oluşturdu "Roketli Uçuş Sanatı"

Sihirbazın gülümsemesi, hem bir sır hem de yeni bir çağın müjdecisiydi. Bilginler, bu enerjiyi nasıl yönlendireceklerini ve ileride ne gibi uygulamalar bulacaklarını düşündüler. Halk ise bir efsaneyi izlediğini anlamıştı: tesadüfi bir deney, roketin doğuşunu müjdelemişti.

..

16.10. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara, gözleri parıldayarak:

"Nil-7, bu inanılmazdı! Olimpiyatlarda uçma yarışları, timsah yakalama… Bir de yanlışlıkla roket yapmaları! İnsanlar hem oyun oynuyor hem de tarihin akışını değiştiriyor."

Nil-7, kuyruğunu yavaşça kıvırarak:

"Evet Sahara. Eğlence ile keşfin, cesaret ile bilginin birleştiği bir andı. Çoğu büyük buluş böyle doğar: hatalar, oyunlar, meraklar… Ve bir gün farkında olmadan gökyüzüne dokunurlar."

Sahara, gülümseyerek:

"Yani aslında ilk roket, bir çocuk oyuncağı gibi tesadüfen ortaya çıkmış öyle mi?"

Nil-7, başını sallayarak:

"Tam olarak öyle. İnsanlar bazen oyun oynarken, bazen de bir hata yaparken en büyük sıçramaları yaşar. O kutunun göğe fırlaması, bilginlerin zihninde yeni bir soruyu doğurdu: 'Daha yükseğe çıkabilir miyiz?'“

Sahara, hayal kurar gibi uzaklara bakarak:

"Ve o soru sayesinde ben de gökyüzüne uçacağım…"

Nil-7:

"Daha da ötesine gideceksin. Onlar gökyüzüne bakıp sorular sordular. Sen o soruların cevabını bulacaksın.."

Sahara bir an sessiz kaldı, gözlerinde hem çocukça bir sevinç hem de sorumluluğun ağırlığı parladı.




Bölüm 17: Motor Devrimi (M.Ö. 3085)

Kayıtlar Salonu, gün boyu güneşin altın ışığıyla parıldayan taş kubbesiyle krallığın hafızasıydı. İçeride, palmiyeden yapılma raflarda 2000 yıldır tomar tomar yazı, mektup ve parşömen birikmişti. Yazılar yüzyılların sırlarını fısıldar gibiydi.

Bir gün, genç kâtiplerden Meskhenet eski tomarları düzenlerken, basit bir çocuk el yazısına rastladı. Parşömenin köşeleri yanmış, bazı yerleri neme yenik düşmüştü. Ama ortasında, dikkat çekici bir mektup duruyordu:

“Sevgili dostum,

Dün gece garip bir rüya gördüm. Babamın arabasına binmiştik. Atlarımız, dört güçlü siyah at, bizi dağların ötesine taşır gibi gidiyordu. Derken gökyüzü karardı, fırtına çıktı. Atlar bir anda iplerini kopardı, koşup uzaklaştılar.

Ama işte tuhaf olan buydu: Araba, atlar olmadan da gitmeye devam etti. Ne at vardı, ne koşum, ama araba kendi kendine yolları aştı, bayırları geçti. Sanki görünmez atlar arabamızı çekiyor gibiydi. Sonra arabamızın tekerlekleri yerden kesildi. Gökyüzüne yükselmeye başladık. Bulutların üzerinde araba sürdük. Bu rüyanın anlamı nedir sence?”

Meskhenet'in nefesi kesildi, parmakları parşömende titredi. Koşarak Başbilgin Enlil-Hotep'in odasına daldı, sesi heyecandan çatallanarak: "Hocam, bunu görmelisiniz! Bir çocuğun rüyası... Atsız bir araba!"

Yaşlı bilgin, sakalını göğsüne değdirerek mektubu aldı. Gözleri satırlarda gezindi, salonda bir sessizlik çöktü; meşaleler bile fısıldar gibiydi. Yavaşça doğruldu, sesi taş duvarlarda yankılandı: "Bilginlere haber ver. Toplanın. Bu rüya, göğün yeni bir sırrını fısıldıyor. Atsız araba... Kendi kendine giden, bulutlara yükselen bir makine. Beyinlerimizi fırtınaya çevirelim."

Kayıtlar Salonu, kısa sürede bilginlerin telaşlı adımlarıyla doldu. Uzun taş masanın etrafında toplandılar; kimi parşömenler, kil tabletler, kimi volkanik kristaller, bazıları da sadece alev alev yanan gözlerle gelmişti. Enlil-Hotep, mektubu masanın ortasına koydu. "Bu rüya," dedi derin bir sesle, "bir işaret. Doğa, bir çocuğun gözünden bize sesleniyor. Her biriniz, bu 'atsız arabayı' nasıl var edeceğinizi söyleyeceksiniz. Konuşun! En çılgın fikir bile bir tohumdur."

İlk söz alan başkahindi. Rüya deyince onu da çağırmışlardı.

Başkahin Kayafa bastonunu yere vurdu. Yüzünde derin bir ciddiyet vardı

"Bu bir kehanet değil, bir öngörü olabilir! Belki de çocuk, bilinçaltında, atlar olmadan gidebilen bir araç hayal etmiştir. Rüyalar bazen buluşların tohumudur. Belki bir gün, buharla, yağla, belki de gökyüzündeki görünmez kuvvetlerle çalışan makineler yaparız. Atların kaçması, hayvan gücünün sonunun geldiğini, arabanın gitmeye devam etmesi ise yeni bir itici gücün keşfedileceğini anlatır. Bulutlara yükselmek... Bu da belki bu makinelerin bir gün gökyüzünde de seyredeceğine dair bir işarettir. Bu son derece akılcı bir rüya!"

İlk ayağa kalkan, elindeki iki mıknatısı gösteren Nefrakaet oldu:

"Bu itici güç, elektrikte olabilir. Cin kavanozunda biriktirdiğimiz gücü bakır tellerden geçirdiğimizde manyetit taşları hareket ettiriyor. Eğer sürekli elektrik üretmeyi başarırsak manyetit taşlarına bağladığımız tekerlekler dönebilir. Araba kendi kendine gider. Nil'de Afrika bıçak balığı ve elektrikli yayın balığı gibi elektrikli balıkları var. Belki onları bir düzenekle baş ve kuyruklarını tellerle bağlasak manyetit taşlarını hareket ettirip tekerlekleri döndürür! Adına da 'cinat' koyabiliriz!"

Başbilgin Enlil-Hotep, yavaşça yerinden doğrulup. Gözleri Nefrakaet’in bakır tellerine değil, onun heyecanına odaklanır:

“Fikrinin temeli doğru: elektrikli balıklar gerçekten elektrik üretebiliyor. Ama onları tellerle bağlayıp tekerlek döndürmek pek mümkün değil. Ürettikleri enerji çok düşük ve sürekli değil. Ayrıca canlıyı bu şekilde kullanmak hem işe yaramaz hem de etik değil. Asıl yapılması gereken, balıkların elektrik üretme yöntemini taklit eden yapay sistemler geliştirmek. Mesela şeker, yağ veya tuzla çalışan seri bağlı çok sayıda piller gibi. ‘Cinat’ ismi de güzel. Bunları araştırmaya devam edersen başarırsın.”

Tefnut, kaşlarını çatarak itiraz etti:

"Bence buhar motoru! Kaynayan sudan çıkan buhar basıncı inanılmaz güçlü. Bu gücü bir düzenek ile tekerleklere iletirsek arabayı iter. Arabaya bir kazan koyalım, odun, kömür veya petrol gazı ateşiyle suyu kaynatalım. Atsız araba buharla çalışsın. Adına da 'buharat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Tefnut’un önerisini dikkatle dinledikten sonra, parşömenine birkaç çizim karalayıp konuşur:

“Buhar motoru fikrin oldukça yerinde. Kaynayan sudan çıkan buhar, gerçekten yüksek basınç üretir ve bu güç mekanik hareketi tetikleyebilir. Kaynayan suyun basıncı deri torbayı şişirir, kazan kapağını zıplayıp hareket ettirir, türbini döndürür veya pistonları itebilir. bu hareketi krank miliyle tekerleklere aktarabiliriz. Dikkat etmen gereken şeyler var: kazan dayanıklı olmalı, borular sızdırmamalı, sistem güvenli çalışmalı. ‘Buharat’ ismi de güzel. Araştırmaya devam et, gerçekten bu yolun sonunda atsız arabayı başarırsın.”

Sekhdukar, elindeki kükürt kokulu barutlu roketi sallayarak atıldı:

"Kara barut düşünün. O kutu göğe fırladı! Küçük patlama düzenekleri, çıkan gaz tekerlekleri döndürür. Buhar kazanına ihtiyaç olmaz, hafif bir araba olur, barutla itilir. Üretilen baruttan çıkan gaz basıncı vanalarla ileri geri harekete çevirip bu hareketi teker aktaralım. Adına da 'barutat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Sekhdukar’ın heyecanla salladığı roketi dikkatle izler, sonra parşömenine spiral bir hazne çizer ve konuşur:

"Barutrat fikrin ilginç. Kara barut gerçekten güçlü gaz basıncı üretir ve bu hareketi düzeneklerle yönlendirip tekerleğe aktarabilirsin. Ama patlama ani ve kontrolü zor. Buhar gibi dengeli değil. Eğer gazı genişleme tankı gibi bir haznede tutup yavaşlatabilirsen, ani patlamayı kontrollü itmeye çevirebilirsin. Tıpkı akciğer gibi: nefes bir anda alınmaz, yönlendirilir. Bu sistemle barutat daha güvenli ve verimli olabilir. Yakıtı pahalı olabilir ama küçük dozlarla düzenli çalıştırabilirsen işe yarar. Araştırmaya devam et, başarırsın.”

Irsu, elinde salladığı yelpazeyi gösterip konuşur:

"Rüzgârın gücünü unutmayın. Yel değirmeni gibi, yelkenli gemiler gibi... Rüzgâr estiğinde gider, katlanabilir yelkenleri olur. Rüzgar dağ tepelerinde, ovalarda güçlü eser. Adına da 'rüzgârat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Irsu'nun fikrini dikkatle dinler. Parşömenindeki diğer sayfaya tekerlekli bir yel değirmeni şekli çizer ve konuşur:

“Rüzgâr, yelkenli gemilerde olduğu gibi, doğru açıyla yakalanırsa taşıyıcı olabilir. Katlanabilir yelken fikrin akıllıca; hafif ve çevik olur. Ama rüzgâr her zaman esmez. Dağda güçlüdür, ovada susar. Bu yüzden yönlendirme sistemi ve enerji depolama şart. Türbinle elektriğe çevirip cinat gibi bir motora verirsen, rüzgârat gibi yürüyen bir araç mümkün olur. Fikrini geliştir Irsu. Belki bir gün, havanın hafızasıyla yürüyen ilk araç senin adını taşır.”

Nabu-Ser, mırıldandı:

"Yerin altındaki güç: Jabal Zayt’tan gelen kara sıvıyı damıtalım, gazını metal tüplerde depolayalım. Hava karışımıyla yakalım. Ortaya çıkan yüksek gaz basıncını bir şekilde tekerleklere iletelim. Adına da 'petrolat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Nabu-Ser’in mırıldanmasını duyar duymaz parşömenine bir damıtma kulesi çizer. Ardından konuşur:

 ”Kara sıvı... Yerin hafızası gibi. Damıtıldığında farklı ruhlar çıkar: gaz, sıvı, buhar. Eğer gazı metal tüplerde depolayıp hava ile karıştırırsan, yanma gerçekleşir. Bu yanma yüksek basınç üretir, ve bu basınç pistonları itebilir. Tekerlekler döner. Ama dikkat et Nabu-Ser: bu sıvı güçlüdür ama kirletici. Depolama, sızdırmazlık ve yanma kontrolü şart. Fikrini geliştir. Belki bir gün, yerin hafızasıyla yürüyen ilk araç senin verdiğin 'petrolat' adını taşır.” 

Menkharut, kil tablete çizdiği şemayı göstererek:

"Rüya göğe yükselmeyi söylüyor. İnsanlı uçurtma, insanlı balon ve planör hepsi tek kişilik. Kanatlı bir araba ile onlarca kişiyi taşıyabiliriz. Gündüzleri bulutların üzerinde her zaman güneş ışığı olur. Güneş ışığını analarla odaklayıp suyu anlık buhara çevirelim. Güneş enerjili buhar! Buhar basıncı kanatlı arabaya taktığımız yelpazeleri sallayarak itiş gücü oluştursun. İleri doğru hareket ettirsin, planör gibi süzülsün ama kendi gücüyle uçsun. Adına da 'güneşat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Menkharut’un kil tabletine uzun uzun bakar, sonra parşömenine bir güneş aynası ve kanatlı buhar haznesi çizer:

“Rüya göğe yükselmeyi söylüyorsa, onu yere zincirlememek gerekir. Güneş ışığını odaklayıp suyu anlık buhara çevirmek fikrin güçlü. Bu, rüzgârın değil, güneşin gücüyle uçmak olur. Fakat aynalar ağırlık yapabilir. Buhar basıncı, yelpazeleri sallayarak itiş gücü oluşturabilir ama dengeyi bozabilir. Ama unutma Menkharut: güneş her zaman görünmez. Bulutlar, gece, gölge... Bu yüzden enerji depolama şart. Ama eğer güneşin yerine kara sıvının gücünü kullanır, bu enerjiyi pervaneye verirsek, planör gibi süzülmekle kalmaz gece bile kendi gücüyle uçar... Fikrini geliştir. Belki bir gün, gökyüzünün kendi gücüyle uçan ilk aracı senin verdiğin 'güneşat' adını taşır.” 

Kashureth, masaya eğilip fısıldadı:

"Atsız arabanın altına büyük spiral yay koyalım. Yayı nil nehrinden akan suyun gücüyle dişli bir mekanizmaya bağlayıp kuralım. Yaylı saat gibi, yayı yavaşça serbest bırakırsak tekerlekler dönmeye başlar. Adına da 'yayat' koyabiliriz!"

Başbilgin, spiral çizimini büyütür, Nil boyunca sıralanmış kurma istasyonları ekler:

“Yay, sabrın biriktirdiği güçtür. Nil’in akışıyla kurulan spiral, tekerleği döndürebilir. Ama menzili sınırlıdır. Eğer her 2-3 kilometrede bir kurma istasyonu kurarsan, bu sistem yürüyebilir. Nehir boyunca bir enerji yolu kurulur. Bu artık sadece bir araç değil, suyun ritmiyle yürüyen bir medeniyet olur. Fikrini geliştir Kashureth. Belki bir gün, nehrin akışıyla yürüyen ilk yol senin adını taşır.”

Uruk-Ka, kollarını sıvazlayarak: "Atsız arabanın üzerine kule yapalım. Kule üzerine su deposu koyalım. Su dört tekerleğe bağlı su değirmenine benzer çarkların üzerine dökülür. Suyun ağırlığını ileri itiş amacıyla kullanmış oluruz. Adına da 'suat' koyabiliriz!"

Başbilgin, Uruk-Ka’nın önerisini dinlerken parşömenine bir kule çizer, üzerine su deposu yerleştirir, altına dört çark ekler. Sonra konuşur:

 

“Su yüksekten dökülürse çarkları döndürür ama yük olur. Kuledeki suyun ağırlığı virajda devrilmeye, frenle savrulmaya neden olabilir. Tekerlek kırılırsa felaket olur. Eğer ağırlığı aşağıda tutar, suyu dengeli dağıtırsan, yürüyüş daha güvenli olur ama gücü azalır. Unutma: bu sistem düz yolda kısa süre yürür, eğimde zorlanır. Fikrini geliştir Uruk-Ka. Belki bir gün, yerçekimiyle yürüyen ilk araç senin adını taşır.”

Salonda kahkahalar, itirazlar ve uğultular yükseldi:

"At yerine balıkları mı bağlayacağız? Nil'deki kurbağaların zıplamasıyla giden araba yapalım. Timsah kuyruğuna da tekerlek bağlayalım."

Enlil-Hotep, bastonunu vurdu:

"Yeter! Her fikir bir tohum. Çılgın da olsa, doğanın sırrını açar. Bu fikirleri birleştirelim: Buhar tekerlekleri döndürsün, petrol gazı itiş sağlasın, elektrik mıknatısları hareket ettirsin, kanatlar göğe kaldırsın, rüzgâr yelkenleri desteklesin, yay gücü biriktirsin. Atsız araba olur... ve bir gün bulutlara da yükselir!"

 

17.1. Kralın Huzurunda

Ertesi sabah, bilginler sarayın mermer salonunda toplandılar. Tahtın arkasında leopar başlı altın bir kabartma yükseliyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, parşömeni kollarının üzerinde taşıyarak öne çıktı:

“Yüce Efendim, rüyanın işaretini dinledik. Bilginlerimizin aklıyla tartıştık. Eğer iznin olursa, atların zincirlerini kıracak bir araba yapabiliriz. Kendi kendine giden, kendi nefesiyle yürüyen bir makine.”

Salondaki herkes susmuştu. Kral, ağır ağır doğruldu. Gözlerinde hem şüphe hem de geleceğin ışığı parlıyordu. Bir süre düşündü, sonra sesini göğün kubbesini dolduracak kadar gür çıkardı:

“Bana atsız bir araba getirin! Atların nefesiyle değil, doğanın kendi ruhuyla yürüyen bir araç. Eğer bunu başarırsanız, krallığımız yolların efendisi, göğün yolcusu olur!”

Sözleri taş duvarlarda yankılandı; sanki zamanın kendisi yeni bir sayfa açtı.

 

17.2. Atölye Günleri

Kralın emriyle ertesi gün Kayıtlar Salonu’nun avlusu, bir şenlik yerine dönüştü. Demirler dövüldü, ağaç gövdeleri biçildi, parşömenlere çizimler yapıldı. Buhar kazanları dumanlar saçtı, bakır teller parladı, barut fıçılarından sesler yükseldi.

Artık yalnızca bir rüya değil, doğmak üzere olan bir çağ vardı. Ve o çağa ad verecek olan, atsız araba olacaktı.

Atölyenin taş duvarları, sabah güneşiyle altın rengine kesilmişti. Ortalıkta türlü aletlerin tıkırtısı, demirlerin şakırtısı, ahşap tekerleklerin gıcırtısı yankılanıyordu.

Bir köşede Nefrakaet, bakır tellerle uğraşıyor, elindeki manyetik taşları dikkatle sarıyordu. Teller ısınınca eli yanıp ”Ah! Yandım anam!” diye bağırdı. Diğerleri kahkahaya boğuldu.

Karşı tarafta Tefnut, büyük bir kazanı harıl harıl kaynatıyordu. Buhar motoru tıslayarak çalışmaya başlayınca herkes dönüp baktı. Tam umut ışığı doğmuştu ki, bağlantı yerinden bir cıvata fırlayıp Sekhdukar’ın alnına şap diye çarptı. ”Senin kazan değil, top atıyor!” diye homurdandı Sekhdukar.

Sekhdukar bu arada kendi barut motorunu hazırlıyordu. Küçük bir hazneye barutu koydu, sonra fitili yaktı. Güm! Atölye dumanla doldu. Tefnut öksürerek, ”Bir gün hepimizi uçuracaksın, eminim!” dedi. Sekhdukar ise dumanların içinden gülerek çıktı: ”Ama en uzağa ben gideceğim!”

Irsu, büyük kanatlı bir pervaneyi döndürmek için rüzgârın yolunu değiştirmeye çalışıyordu. Meydanda esen rüzgâr, Menkharut’un uçan arabasının kumaş kanatlarını şişirdi. Menkharut sevinçle bağırdı: ”İşte! Benim arabam havalanıyor!” Arabası gerçekten birkaç santim yerden yükseldi, sonra küt diye yere düştü.

Kashureth, yaylı arabasını kurarken homurdanıyordu: ”Sizin dumanınız, aleviniz, kanatlarınız hep baş belası. Benim yayım sessiz, güçlü ve güvenilir olacak!” Ama yayı fazla gerince araba birden fırlayıp atölyenin kapısına çarpıp içeri girdi.

Uruk-Ka ise arabasının üzerine büyük bir su kulesi yapmıştı. Kulenin üzerine çıkardığı depoya yavaş yavaş dolarken herkes sabırsızca onunla dalga geçti: ”Sizinkiler patlar, düşer, bozulur… ama su hep akar. Benim yolum sabırlıların yolu.”  diye cevap verdi. Suyun ağırlığıyla su çarklarını hareket ettirmeye çalışıyordu. Ama araba yürümeye başlayınca tekerlek taşa takılıp su kulesi devrildi. Atölyeyi su bastı.

Son olarak Nabu-Ser, içten yanmalı motorunu çalıştırmayı denedi. Küçük pistonlar ritmik bir sesle hareket etmeye başlayınca herkes sustu. İlk defa bir şey düzenli çalışıyor gibiydi. Fakat bir anda metal bir parça fırlayıp Tefnut’un kaynayan kazanını deldi. Buhar patladı, tüm atölye yeniden dumanla kaplandı.

O sırada kapı açıldı, Başbilgin içeri girdi. Ortadaki kargaşayı görünce başını iki yana salladı:

“Bilginlerim… Bu gidişle siz insanı değil, birbirinizi havaya uçuracaksınız.”

 

17.3. Voltaik Pil İcadı

Atölyenin köşesinde Nefrakaet, günlerdir elindeki kâselere türlü şeyler doldurup duruyordu. Bir gün şekerli suya, ertesi gün zeytinyağına demir, bakır altın, gümüş ve çinko parçaları batırıyordu.

İlk denemelerde hiçbir şey olmadı. Şeker kristalleri sadece eriyip tatlı bir şurup yaptı. Yağ, suyun üzerinde yüzdü. Ama tuzlu suya batırdığı çinko ve bakır parçasına bağladığı telleri diline değdirdiğinde, gözleri parladı. ”Bu... tat değil. Bu, elektrik!”

Başbilgin, gülümseyerek konuştu:

“Eskiden bilginlere mürekkep yalamış derdik. Bu günden sonra elektrik yalamış diyeceğiz.”

Nefrakaet, coşkuyla bağırdı:

“İşte! Elektrik üretmek için elektrikli balıklara gerek kalmadı!”

Günlerce uğraştı. 1000 adet küçük hücreler yaptı, kimini seri, kimini paralel bağladı. Tellerden geçen akım, arabanın tekerleklerine yerleştirdiği manyetit taşlarını hareket ettirmeye başladı. Taşların kutuplarının dönmesi, yavaş yavaş krank miline bağlı bir tekerleği hareket ettirdi.

O an, bilginler arasında sessizlik oldu. Çarka bağlı tekerlek kendi kendine hareket ediyordu!

Fakat elektrik motorunu sürekli döndürmeyi başaramadı. Çözüm arayan Nefrakaet, sonunda arabasının başına bir işçi dikti. İşçi, elindeki kolla sürekli anot ve katot plakalarını değiştiriyor, her değişimde tekerlek bir kez “tak” diye dönüyordu. Avluda gülüşmeler yükseldi.

Nefrakaet, arabanın yanına koştu ve gururla ilan etti:

“Adı Cinat olacak. Çünkü görünmeyen cinler gibi gizli bir kuvvetle döner.”

Ama sevinç uzun sürmedi. 3 km gittikten sonra çinko plaka yavaş yavaş tükeniyor, pilin gücü azalıyor, tekerlek tek tük dönüyordu. Motor bir süre sonra durdu. 

Sekhdukar, alayla seslendi:

“Senin araban cin değil, yorulmuş eşek gibi tekme atıyor!”

Nefrakaet ise hiç bozuntuya vermedi, alnındaki teri sildi ve gururla cevap verdi:

“Ama eşek bile bu kadar görünmez güçle yürümez.”

 

17.4. Kurşun Akünün İcadı

Atölyenin arka rafları. Gece geç saat. Bir kutunun içinde, kurşun plakalar sessizce bekliyor. Yanlarında, dikkatle kapatılmış sülfürik asit şişesi. Ama kapağı tam oturmamış. Şişe, gece boyunca yavaş yavaş sızıyor. Asit, kutunun dibine akıyor. Kurşun plakalar sessizce ıslanıyor.

Ertesi sabah, Nefrakaet atölyeye girer. Gözleri uykusuz, zihni hâlâ Cinat’ın durduğu noktada takılı. Kutunun yanına gelir, plakaları kontrol eder. Sülfürük asitin içinde yüzdüğünü görünce parmaklarıyla uçları birleştirir. Hiçbir şey olmaz.

Nefrakaet: ”Yine sessizlik? Tesadüfle icat bulunur diyenler fazla abartmış.”

Sinirle döner, çırağına seslenir. ”Horemheb! Şu kutuyu temizle. Asit mi dökülmüş ne. Kutunun içini temizlerken dikkat et. Asit tehlikeli biliyorsun.”

Çırak, homurdanarak işe koyulur. Temizlemek yerine, eski voltaik pillerin tellerini kurşun plakaların uçlarına bağlayıp gider. ”Belki bir şey olur,” diye mırıldanır. Ama kimse fark etmez.

Ertesi sabah, Nefrakaet geri döner. Voltaik pillerin tükenmiş olduğunu ve asitin temizlenmemiş olduğunu görünce öfkelenir. ”Kim bağladı bunları? Cinat’ın son nefesini de aldınız!”

Tam telleri sökmek üzereyken, parmakları kurşun plakaların uçlarına dokunur. Bir kıvılcım. Minik ama keskin. Elini geri çeker. Gözleri büyür.

Nefrakaet: ”…Bu… bu elektrik mi?”

Çırak kafasını kaldırır. ”Ben sadece bağladım. Bugün temizleyecektim... kendiliğinden oldu.”

Nefrakaet, sessizce kutuya bakar. Sonra gülümser.

“Demek ki çinkodaki elektrik, kurşuna taşınmış.”

Başbilgin uzaktan izliyordur. Gülümseyerek konuşur:

“Her keşif bir planla doğmaz. Her ihtimali denemeden imkansız diye bir şey yoktur.”

 

17.5. İlk Sarj

Atölyede gece sessizliği hüküm sürüyordu. Nefrakaet, mıknatısları tellerden geçirerek yavaşça hareket ettirdiğinde, tellerin ucundan minik bir cızırtı geldiğini fark etti. Gözleri büyüdü. ”Bu… bu elektrik mi?”

Çırağı Horemheb’e, mıknatısları hareket ettirmesini söyledi. Ama farkında olmadan kabloyu eliyle tutuyordu. Parmak uçları hafifçe karıncalandı, kıvılcımlar gibi küçük bir his yayıldı. Aklına parlak bir fikir geldi:

“Belki de bu kurşun plakaları doldurabilir, bir çeşit akü yapabiliriz.”

Gece boyunca çırağı çalıştı. Nefrakaet, miğfer gibi başına düşen uykusuna rağmen, gözünü kırpmadan mıknatısların hareketini izledi. Her tur, her ileri geri hareket, kurşun plakaların içine görünmez bir enerji işliyordu. Saatler boyunca süren uğraş sonunda, ilk ışıklar atölyeye sızarken, Nefrakaet heyecanla telin ucuna dokundu.

Ve işte o an, kurşun plakalar bir güçle dolmuştu. Tellerden hafif bir hum sesi geliyordu, plakalar adeta uyanmış gibiydi. Nefrakaet, gülümseyerek fısıldadı:

“Sabır ve hareket… İşte kurşun akünün sırrı.”

Çırağı Horemheb'in aklına parlak bir fikir geldi.

"Yokuş aşağı kurşun akü elektrikle dolacak, Aküde dolan elektrikle yokuş yukarı çıkacağız."

Başbilgin gülümseyerek konuşur:

“Yokuş aşağı inen atların karnı doymaz ama atsız arabanın karnı doyuyor.” 

Cinat artık sadece mıknatıslarla değil, kendi enerjisini depolayan plakalarla da çalışabilecek, elektrikli araba ilk kez bir adım daha ileriye gitmişti.

 

17.6. Afrika Olimpiyatları - İlk Teknoloji Fuarı

Bilginler, kendi fikirlerinden doğan atsız arabalarla bir yıl boyunca uğraştılar; uykusuz, ama inançla.

Nil kıyısındaki büyük meydan, bugüne dek yalnızca şarkılara, spor oyunlarına, güreşlere, ok atışlarına, sihirbaz gösterilerine ve uçma yarışlarına şahit olmuştu. Ama bu yıl farklıydı. Kralların kararıyla tarihin ilk 'Kemet Teknoloji Fuarı' düzenlenecekti. Seyirciler sadece kasların değil, aklın da yarışını görecekti. İlk kez icatlar ve buluşlar sergilenecekti.

Güneş, Nil’in yüzeyinde parıldarken, meydan bir tapınağa dönüşmüştü. Sporcular değil, bilginler dizilmişti bu kez. Her biri kendi icadının başında, bir yılın uykusuzluğunu gözlerinde taşıyordu. Meydanın ortasına sekiz büyük platform kuruldu. Her platformda bir bilginin ”atsız arabası” duruyordu. Kashureth’İn spiral yayları, Uruk-Ka’nın su kuleleri, Nefrakaet’in kurşun aküleri, Irsu'nun rüzgâr yelkenleri... Hepsi birer yürüyen fikir, birer sessiz devrimdi.

Borazanlar sustuğunda, halk da sustu. Kralların locasında altın miğferler parladı. Başbilgin Enlil-Hotep, kürsüye çıktı. Bastonunu yere vurdu. Ses, meydanın taşlarında yankılandı.

“Bugün tanık olduklarınız yalnızca araç değil; insan aklının göğe yükselen merdivenidir. İşte karşınızda ATSIZ ARABALAR!”

Halkın arasında bir uğultu yükseldi. Büyük bir alkış tufanı koptu. Kimileri hayranlıkla, kimileri kuşkuyla bakıp mırıldandı:

“At yok, ama araba var. Bu nasıl iştir?”

“Belki de cinler yürütüyor.”

 

17.7. İlk Büyük Gösteri: Ateş, Buhar ve Rüzgârın Dansı

O gün, Afrika Olimpiyatları’nın geniş meydanı, tarihin tanıklık edeceği bir an için nefesini tutmuştu. Güneş, altın ışıklarıyla pistin taşlarını yakıyor, uzaktaki seyirciler ve krallardan gelen konuklar merakla yerlerini alıyordu. Atölyelerin ötesinde, binlerce göz, tarihin ilk teknoloji fuarının açılışını bekliyordu.

Ve işte sahneye ilk arabalar çıktı:

Cinat, Nefrakaet’in gururlu yaratığı, minik mıknatısların ve asitli kurşun akülerin görünmez gücüyle titreyerek ilerliyordu. Tekerlekleri her “tak” sesiyle yankılandı; seyirciler, elektrikle dans eden bu görünmez cinin hareketini hayranlıkla izledi.

Buharat, Tefnut’un buhar kazanıyla çalışan dev arabası, gövdeden çıkan sıcak buhar bulutlarıyla ilerledi. Duman ve sıcak hava, pistin üstünde bir sis perdesi oluşturdu. Buhar basıncıyla pistonlar çalışıyor, ağır arabayı güçlü ve ritmik adımlarla ileri taşıyordu. Seyirciler, bu güç karşısında nefeslerini tuttu.

Barutat, Sekhdukar’ın cesur denemesi, patlamaların kontrollü şiddetiyle ilerliyordu. Her gaz patlaması, arabayı bir adım daha öne fırlatıyor, pistte kısa ama keskin bir titreşim bırakıyordu. Halkın arasında heyecan fırtınası kopuyordu: “Bu, güç ve cesaretin simgesi!”

Rüzgârat, Irsu’nun yelkenleriyle donanmış arabası, hafif bir esintiyle pistin kenarından süzüldü. Katlanabilir yelkenleri açıldı, rüzgârın kanatlarıyla birlikte arabayı yavaş ama emin adımlarla hareket ettirdi. Seyirciler, rüzgârın oyununu ve arabanın zarif dansını büyülenmiş bir sessizlikle izledi.

Petrolat, Nabu-Ser’in içten yanmalı motorunun gücüyle titredi. Yükselen gaz dumanları arasında motorun derin homurtusu yankılandı. Araba, ilk kez düzenli bir hızla pistte ilerledi; gözler, patlama ve basınçla şekillenen bir geleceğin habercisini izliyordu.

Güneşat, Menkharut’un kanatlı arabası, pistte adeta süzüldü. Güneş ışığını odaklayan aynalar, anlık buhar patlamalarıyla yelpazeleri sallıyor, arabanın göğe doğru kalkıyormuş izlenimi yaratıyordu. Seyirciler, güneşin gücüyle yükselen bu mucizeye hayran kaldı.

Yayat, Kashureth’in spiral yayıyla çalışan arabası, Nil’in akışını taklit eden ritmiyle ilerledi. Tekerlekler yavaş yavaş dönüyor, sabır ve zekânın gücünü herkese gösteriyordu. Araba pistin sonunda zarif bir şekilde durdu, sessiz ama etkileyici bir başarıyla.

Ve son olarak Suat, Uruk-Ka’nın suyun ağırlığını kullanan dev aracı, büyük su deposu pistin en uzak köşesinden görünüyordu. Suyun gücüyle çarklar döndü, ağır gövde yavaş ama emin bir şekilde hareket etti. Arkadan pisti ıslatarak ilerliyordu. Ancak bir anlık dengesizlikle su deposu hafifçe savruldu, küçük bir çarpma sesi yankılandı; seyirciler, gerilimin ve doğanın gücünün birleşimini alkışlarla karşıladı.

Kral ve diğer konuklar ayağa kalktı. Gözler, şaşkınlık ve hayranlıkla doluydu. Tarihin ilk teknoloji fuarı, ateş, buhar, elektrik, rüzgâr ve suyun eşsiz dansıyla başlamıştı. Her araba, bir medeniyetin geleceğini müjdeleyen birer kahraman gibi, kendi yolunda ilerliyordu.

Enlil-Hotep, başını sallayarak fısıldadı:

“İşte… insan aklının gücü. Görünmez kuvvetler, doğanın sırları ve sabırla birleştiğinde, dünya artık eskisi gibi olmayacak.”

O an, tarih sahnesinde ilk kez teknoloji ve hayal bir araya gelmiş, pistteki 8 araba, efsanelere adını kazımıştı.

Kral tahtında oturuyor, gözleri avluda sergilenen arabaların üzerinde geziniyordu. Her biri kendi gücü ve yöntemiyle yürüyordu; kimi dumanlar çıkardı, kimi sessizce tekerleklerini döndürdü, kimi kanatlarını salladı. Saray halkı nefesini tutmuş izliyordu.

Kral parmağını bastona dokundurdu, sesini salonun taş duvarlarında yankılattı:

“Görüyor musunuz, halkım, bilim ve hayal gücünün büyüsünü! Ama bu, sadece bir başlangıç. Önümüzdeki yıl… evet, önümüzdeki yıl istiyorum ki bu arabalar birbirleriyle yarışsın! Hangi güç daha hızlı, hangi icat daha çevik, hangi hayal daha gerçek olacak görelim. Bir yıl hazırlanın, gelin bana gerçek bir yarış gösterin!”

Bilginler başlarını öne eğdi, gözlerinde kararlılık ve heyecan parıldadı. Artık otomobil yarışları için de hazırlık başlayacaktı.

17.7. Kral mı Sürecek?

Kral Karmen, altın işlemeli tahtından kalktı. Leopar başlı kabartmanın gölgesinde durdu, gözleri meydanda gezindi. Bilginler, platformlarının başında ter içinde bekliyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, bastonunu yere vurarak sessizliği bozdu:

“Yüce Efendim, atsız arabalar hazır. Doğa, aklın hizmetinde. Ama bu arabalar, sadece bilginlerin değil, krallığımızın hayalini taşıyor. İzin verirseniz, onları sizin için sınayalım.”

Karmen, elini kaldırdı. Sesinde hem merak hem de meydan okuma vardı. ”Sınamak mı? Hayır, Enlil-Hotep. Ben bir Kral'ım, seyirci değil. Bu arabaları bizzat deneyeceğim!”

Meydanda bir uğultu yükseldi. Köylüler fısıldaştı: ”Kral mı sürecek?” Bilginler, şaşkınlık ve panikle birbirine baktı. Nefrakaet, cinatının telleriyle oynarken mırıldandı: ”Umarım akü tükenmez…” Tefnut, buhar kazanını kontrol ederken homurdandı: ”Ya civata yine fırlarsa?”

Karmen, kraliyet pelerinini omuzlarından attı, sade bir tunikle platformlara yürüdü. Altın miğferi hâlâ başında parlıyordu, ama gözlerinde bir çocuğun heyecanı vardı. ”İlk hangi araba?” diye sordu, sesi meydanı doldurdu.

Karmen, sekiz arabayı da denemiş, toz, duman ve suyla kaplanmış halde tahtına döndü. Meydan, alkışlarla çınlıyordu. Bilginler, hem gururlu hem endişeli, bekliyordu. Kral, bastonunu yere vurdu, sesi gökyüzüne yükseldi:

“Bilginlerim, halkım! Bugün gördük ki, atlar olmadan da yollar aşılır, gökler fethedilir! Her araba, bir hayalin parçası. Cinat cızırdadı, Buharat duman saçtı, Barutat sıçradı, Rüzgârat dans etti, Petrolat homurdadı, Güneşat ışıldadı, Yayat sabretti, Suat aktı. Ama yetmez! Önümüzdeki yıl, bu arabalar yarışacak. Daha hızlı, daha güçlü, daha yükseğe! Krallığımız, göğün efendisi olacak!”

Seyirciler, çığlıklarla meydanı doldurdu. Enlil-Hotep, tabletine yazarken mırıldandı: “Bir çocuğun rüyası, geleceği değiştirdi.”

..

17.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara, gözleri parıldayarak:

"Nil-7… Görüyor musun? İnsanlık, rüyaları gerçek yapmak için nasıl yanıp tutuşuyor. Bazen çılgınlık, bazen de deha çıkıyor içlerinden."

Nil-7, kuyruğunu yavaşça kıvırarak:

"Evet. Ama şunu söyleyeyim: şu an gördüklerin, binlerce yıl sonra bile temel olacak. Buhar, elektrik, barut, hatta yay… Hepsi birer kıvılcım. Bu çağda belki kusurlu denemeler olacak, ama gelecek bu tohumlarla filizlenecek."

Sahara, gülümseyerek:

"Demek ki bu kargaşanın içinde bile düzen var. Yani onların başarısızlıkları bile kayıp değil, yolun kendisi."

Nil-7, başını sallayarak:

"Sahara, hatırla… Her motor, her tekerlek, her kıvılcım… aslında insanın içindeki sonsuz hareket arzusunun yansımasıdır. Onlar yürümekle yetinmez, koşmak ister; koşmakla yetinmez, göğe tırmanmak ister.”

Sahara, hayal kurar gibi uzaklara bakarak:

"Ve belki bir gün… yıldızlara bile gitmek ister."

Nil-7:

"O gün geldiğinde, bu anı hatırlayacaklar. Bir çocuğun rüyasıyla başlayan motor devrimini."

Sahara bir an sessiz kaldı, gözlerinde hem çocukça bir sevinç hem de sorumluluğun ağırlığı parladı.




18. Bölüm: Alüminyum Devrimi (M.Ö. 3084)

18.1. Kriyolit Keşfi (M.Ö. 3086)

Kuzey rüzgârı, kervanın çanlarını karlı bozkırın sessizliğinde çınlatıyordu.

Tanrı Taşı’nın işaret ettiği yönden şaşmayan tüccar, bir yıldır göğsünü gere gere yürüyordu.

“Tanrı kuzeydedir!” diyordu her fırsatta.

Ne fırtına, ne açlık, ne de buzulların beyaz diyarı bu inancı sarsabildi.

Günler sonra, kurtların uğultusu karanlıktan yükseldi. 

Kurtların gözleri karanlıktan parladığında kervandakiler birbirine yaslandı.

“Bu… bu kaç tane?” diye kekeledi gençlerden biri.

“Çok fazla!” diye bağırdı diğeri, kamçısını sallayarak.

“Meşaleleri yukarı kaldırın, belki korkarlar!”

Ama uğultu daha da yaklaştı. Tüccar, kervanın önünde haykırdı:

“Orada bir mağara var! Çabuk, oraya!”

Parlayan gözler etraflarını sardığında kervan, can havliyle donmuş bir mağaraya sığındı. Meşaleler yanıyor, nefesleri buhar gibi havaya karışıyordu.

Ama sığınak sandıkları mağaranın derinliklerinden koca bir gölge kıpırdadı. Meşale alevi yansıdığında, ayının koca kafası belirdi.

“Tanrım… bu defa da ayı!” diye fısıldadı biri.

Ayının kükremesi kayaları titretti.

“Koş! Daha derine, çabuk!” diye bağırdı tüccar.

Panikle daha derinlere koştular.

Ayının kükremesi, mağaranın duvarlarını çatlattı sanki.

Dar tünele girerken adamların biri sıkışıp kaldı:

“Geçemiyorum, çok dar!”

“Geç! Ezil de geç, yoksa ayı seni parçalayacak!” diye bağırdı arkadaki.

Tüccar ve adamları dar bir tünelden sürünerek geçtiler. Meşale kıvılcımları saçıldı, herkes nefes nefese sürünerek karanlığa aktı.

Meşalenin alevi, yeni bir odada taşları aydınlatınca hep birden durakladılar.

Yerlerde… kartopları vardı.

Adamlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Birkaç kişi dayanamayıp ellerine aldılar.

“Kartopu mu bunlar?”

Kartopu diye fırlatılan taş, birinin alnını yardı. Kervandakiler donup kaldı.

Alnı kanayan adam taşı yerden alıp inceledi:

“Hayır… soğuk değil, taş gibi, erimiyor!”

Tüccar taşı eline alıp inceledi. Soğuk görünüyordu ama avucunu yakacak kadar da tuhaf bir ılıklığı vardı.

“Tanrı’nın gözyaşları…” diye fısıldadı.

Bir başka adam fısıldadı:

“Tanrı’yı bulamadık ama Tanrının gözyaşlarını bulduk…”

Tüccar ayağa kalkıp kervandakilere döndü:

“Bu taşlar gökten değil, yerin bağrından gelen işarettir.”

Kervandakilerden biri, merakla kartopuna benzeyen taşı kırıp suya attı.

Taş, ağır ağır dibe çöktü. Suyun içinde neredeyse görünmez oldu.

Adam şaşkınlıkla fısıldadı:

“Kayboldu… gözden silindi!”

Tüccar taşı tekrar sudan çıkardı, parmaklarının arasında çevirdi.

“Hayır… hâlâ burada. Sadece gözlerimizden saklandı.”

Taş, beyazımsı ve camsı yüzeyiyle meşalenin alevinde parlıyordu. Yarı saydam görünümü, sanki buzmuş gibi bir aldatmacaydı. Ama soğuk değildi. Dokunduklarında hafif, pürüzsüz ve garip bir sessizlik taşıyordu.

“Bu, Tanrı’nın gizlediği bir ateş olabilir…” dedi tüccar.

 Kervancı başı şaşkınlıkla:

“Buz gibi görünüyor, ama içinde başka bir sır saklıyor.”

Adamlar taşlardan çuvallara doldurdular. Mağaranın derinliklerinde kurtlardan ve ayıdan kurtulmuşlardı, ama artık geri dönmeyi düşünmüyorlardı. Onlar için yol belliydi: Tanrı kuzeydedir.

Günler sonra, donmuş denizleri aşıp bilinmeyen topraklara yürürken, güneye yürüyen bir kervanla karşılaştılar. Tüccar bir mektup yazıp verdi.

 

Kalemi soğuktan titriyordu, ama satırlarında inancı berraktı:

“Ey Kemetliler. Biz Tanrı taşının gösterdiği yöne, Tanrı’ya doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolumuz Urallar'ın buzullarına vardı. Sibirya'ya ilerliyoruz. Burada bir mağarada kartopuna benzeyen taşlar bulduk. Kartopuna benzerler ama buz değildirler, erimezler. Soğuk gibi görünürler ama ılıktır, sanki içinde ateş gizlidir. Bu taşların araştırılmasını rica ederim. Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı bunlardadır.”

Taşların bir kısmını ve mektubu, Afrika’ya giden bir kervancıya teslim etti.

“Eğer geri dönmezsek, bunları Kemet'e ulaştır. Taşları Kayıtlar Salonu’na götürsünler.”

Kervancı başını salladı, paketleri aldı.

Tüccar ve adamları ise kuzeye yürümeye devam ettiler. Onları bir daha kimse görmedi.

Ama yıllar sonra, o paket Kayıtlar Salonu’nun mermer raflarına yerleştirildi.

Ve ”Tanrının Gözyaşları” adı verilen bu beyaz Kriyolit taşları, medeniyetin kaderini değiştirecek alüminyum devriminin ilk adımı olacaktı.

 

18.2. Boksit - Alümina Keşfi (M.Ö. 3086)

Salimatou'nun Gözyaşları

Salimatou, Gine'nin Fouta Caddhi dağlarının eteklerinde, toprağın kan kırmızısı aktığı bir köyde gözlerini dünyaya açtı. Babasının gölgesi, henüz küçücük bir kızken silinip gitmişti hayatından. Annesi, balıkçı teknesinin asla geri dönmediği o fırtınalı günden sonra, Salimatou'yu tek başına büyütmek zorunda kalmıştı. Her bir hasır telinde, her bir yer fıstığı tanesinde Salimatou'nun geleceğine dair umutlar saklıydı. Annesi her şeye rağmen, "Baban şimdi küçük bir uçan balık," derdi. "Özgürlüğü bulmak için kanat çırpıyor, deniz ve gökyüzü onun evi oldu." Bu sözler Salimatou'nun kalbindeki acıyı bir masala dönüştürüyordu.

Salimatou, köy meydanında söylenen her türküyü, her ağıdı kalbinin en derinlerine kazırdı. Davulun ritmi onun nefesi, sesi ise ruhunun yansımasıydı. Köyde herkes, "Bu kızın sesi rüzgarın bile fısıltısını taklit ediyor," derdi. Ama Salimatou'nun kalbi, sadece köyünün sınırları içinde atmakla yetinmiyordu. O, babasının ruhunun ulaştığı gökyüzüne doğru, sesinin dağların ötesine, kilometrelerce uzağa ulaşmasını hayal ediyordu. Onu Afrika olimpiyatlarına götüren bu umuttu işte; bir fısıltının bile tarihin akışını değiştirebileceğine olan inancıydı.

Yolculuğa çıkmadan önce annesi, küçücük bir kese uzattı ona. Gözleri sevgiyle doluydu, sesi titriyordu: "Yolunda gördüğün her güzel şeyi içine koy. Unutma, onlar seni bizden, evinden uzaklaştırmasın. Sesin göğe ulaşsa da kalbin her zaman bu torbada, bizimle kalsın."

Salimatou, annesinin sözlerini hiç unutmadı. Yol boyunca, her adımında, her nefesinde torbasına bir hatıra ekledi. Kimi gün ağır sıcakta yürüdüğü, umutsuzluğa kapıldığı anlarda elini torbasına atıp o küçük taşlara, kurumuş yapraklara dokundu. Bir gün, yolun kenarında öyle bir taş buldu ki, diğerlerinden farklıydı. Soğuktu, pürüzsüzdü ve içinde kırmızımsı damarlar vardı. Sanki güneşin son ışıkları donup kalmıştı o taşın içinde. "Bu bana şans getirir," diye fısıldadı kendi kendine ve o taşı kalbinin en kıymetli hazinesiymişçesine torbasına koydu. O an bilmiyordu; o taş, aslında "Sahra'nın Gözyaşı"ydı. O taş, Salimatou'nun masum kalbinin seçimiyle, binlerce yıldır süren bir arayışın kayıp halkasını tamamlayacaktı.

Mağaranın Yankılanan Sırrı

Nil’e doğru ilerleyen kervan, yorucu bir yolculuktan sonra kayalık bir vadide mola verdi. Salimatou ve yaşıtları çevreyi keşfederken, kayaların arasında karanlığa açılan bir açıklık gördüler.

“Bir mağara!” diye bağırdı Salimatou, gözleri parlayarak.

Çocuklar, kahkahalar atarak içeri koştular. Serinlik, yorgun bedenlerini sardı. İçerideki damlayan suların sesi, bir davul ritmi gibi yankılanıyordu. Taşların arasında yosun gibi yeşilimsi bir parıltı vardı; kokusu hafif küflü ama tatlıydı. Kokusu toprağın ve tarihin kokusuydu.

“Ben sana bir hikâye yazdım.
İlk cümlesine "sen"i sakladım,

sonuna "biz"i bırakmak istedim.
Ama sen kapağını bile aralamadın.”

Arkadaşları da eşlik etti. Sesleri mağaranın taş göğsünde çoğalarak büyüdü, sanki binlerce çocuk aynı anda söylüyordu.

Kervanın tüccarlarından aldıkları kırmızımsı toprak boyaları ellerine sürdüler. Küçük ellerini duvara bastılar, spiral ve av sahneleri çizdiler. Salimatou da kendi elini bastı, 

“Burada şarkı söylersek yankılanır,” dedi birisi. Gerçekten de sesleri mağaranın kıvrımlarında çoğalarak geri döndü. Salimatou kahkaha atarak ellerini çırptı, ardından mırıldanarak şarkıya başladı:

Daha derinlerdeki küçük bir oyukta su birikintisi buldular. Üzerinde incecik yeşil parıltılar dans ediyordu. ”Baksana, yıldızlar gibi ışıldıyor!” dedi Salimatou. Ama kimse, oradaki küçük canlıların ve suyun kimyasının binlerce yıl sonra bile yaşam izleri taşıyacağını bilmiyordu.

Kervan yeniden yola koyulunca, çocuklar ellerindeki boyaları mağaradaki sudan yıkadılar. Gülüşerek geri döndüler. Onlar için bu sadece masum bir oyundu. Ama duvarlarda kalan o küçük ellerin izleri ve mağaranın kalbinde yankılanan o şarkının fısıltısı, binlerce yıl boyunca sessizce uyuyacaktı. Ta ki M.S. 8000'de, Sahara'nın robotu Nil-7 aynı mağaranın eşiğini geçene kadar.

Kemet’in Şenlikleri

Günler sonra kervan Kemet’in görkemli başkentine ulaştı. Olimpiyat şenlikleri başlamıştı: meydanda kervanlar mallarını sergiliyor, şairler sözleriyle büyülüyor, dansçılar adımlarını davul seslerine uyduruyordu. Gökyüzünde süzülen kanatları, balonları ve uçurtmaları hayranlıkla izledi. Atsız araba yarışlarında heyecanlandı.

Ertesi gün, kalabalığın arasından küçük bir kız sahneye çıktı. Yaşı küçüktü ama gözlerinde kocaman bir cesaret vardı. Adı Salimatou’ydu. Elindeki davulu hafifçe çaldı, gülümsedi ve şarkısına başladı:

“Ben sana bir hikâye yazdım.
İlk cümlesine "sen"i sakladım, sonuna "biz"i bırakmak istedim.
Ama sen kapağını bile aralamadın.

Okumadığın bir hikâyede bekliyorum seni.
Bir kuyunun başında, Mehlika’yı değil, seni bekleyen o sekizinci genç gibi.
Belki de hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile.

Ben seni sayfa sayfa sevdim.
Her cümlede biraz daha düştüm sana, sen ise hiç bakmadın bile harflere.
Kalbimin kenarına iliştirdiğim o ‘okunmamış’ etiketini yırtmadın.
Oysa ben seni okumadan ezberledim.

Bir gün sen de o hikâyeye dokunur musun bilmiyorum.
Ama ben, bir aşkın hiç okunmamış halini yaşadım.
Sessizce, senden habersizce...

Sen gelmedin; sayfalar sarardı, toz tuttu kenarlarında umutların.
Yine de her gece lambayı yakıp bir iki satır daha ekledim,
sanki sen okuyacakmışsın gibi, sanki bir gün kapağı aralayacakmışsın gibi

Sonra ben bambaşka satırlarda kayboldum.
Orada senin adının yazmadığı cümleleri aradım,
Kokunu taşımayan rüzgârların estiği yollarda gezindim.

Bil ki, her kayboluşumda sen çıktın satırlarda,
Uzun bir paragrafta seni fısıldayan bir isim buldum,
Kalem tükendiğinde senin hikâyenin kıyısında durdum.

Sayfalar arasında kayıp bir ses gibiyim;
Bazen bir virgülün ardında seni bekledim,
Bazen de noktanın soğukluğunda donup kaldım.

Gecenin mürekkebiyle yazdım seni gizlice,
Sabahın silgisiyle usulca sildim ama iz kaldı,
O izlerde yürüdüm, adımlarım hep sana çıktı.

Eğer bir gün ellerin o eski kapağı aralarsa,
Bil ki ben hâlâ oradayım, kitabın sonunda,
Okunmadan geçilen bir sonsöz gibi.”

Başlangıçta halk sessizdi. Sonra melodinin hem hüzün hem umut taşıdığını fark ettiler. Alkışlar, tezahüratlar yükseldi. Küçük kızın sesi, meydanın taş sütunları arasında yankılanarak büyüdü.

Gösteriden sonra kervanın başındaki tüccar hediyelerini sundu. Yüklerinin arasında kırmızımsı taşlar vardı. Güneş ışığında parlayan taşlar bilginlerin dikkatini çekti.

“Bu sıradan değil,” diye mırıldandı bir bilgin. ”Çölün Gözyaşları gibi… Sanki güneşin teri bunların içinde donmuş.”

O taşlar Kayıtlar Salonu’na götürüldü. Henüz kimse bilmiyordu ama alümina bakımından zengin bu taşlar, gelecekte Kemet’in göğe yükselme hayalini besleyecekti.

Ve işte o gün, Afrika’nın en batısındaki küçük bir köyden çıkan bir kızın şarkısıyla birlikte, tarihin yönünü değiştirecek bir cevher Kemet’in kalbine girmiş oldu.

Şenliklerin En Büyük Ödülü

O gün şenliklerde sadece dansçılar, şairler değil; şarkıcılar da yarışıyordu. Kemet’in en güzel sesleri sahneye çıkmıştı. Ama Salimatou’nun türküsü bittiğinde meydanda bir sessizlik oldu; ardından bütün kalabalık ayağa kalktı.

Jüri tereddüt etmeden karar verdi: ”Birinci, Gine’den gelen küçük kız!”

Kalabalık alkışlarla yol açtı. Kral ağır adımlarla sahneye çıktı, altın işlemeli cüppesinin içinde dimdik duruyordu. Küçük kız titreyen ellerini uzattı, kral gülümseyerek ona ödülünü verdi: göğün mavisini simgeleyen bir tılsımlı kolye.

“Bu ses yalnızca dağları değil, kalpleri de aşmış,” dedi kral. ”Senin şarkın Kemet’in tarihine yazılacak.”

Salimatou o an, yalnız annesinin değil, bütün Afrika’nın umudunu taşıdığını hissetti.

 

18.3. Unutulmuş Taşlar (M.Ö. 3084)

İki yıl geçmişti.

Kemet’in başkentinde Nil kıyısında, akıntıyla dönen devasa tahta tekerleklerden yapılmış bir düzenek gece gündüz uğulduyordu. Manyetit bloklarının çevresine sarılmış bakır teller, suyun gücüyle dönüyor, elektrikli atsız arabalar için ve kayıtlar salonunda görevli bilginlerin çalıştığı laboratuvar için elektrik üretiyordu.

Sarayın avlusunda ilk elektrikli araba sessizce ilerliyordu. Ne at ne öküz… Sadece tekerleklerin gıcırtısı ve motorun hafif uğultusu. Halk hayretle bakıyor, çocuklar arabanın arkasından koşuyordu.

“Bakın!” diye bağırıyordu biri. ”Atsız araba gidiyor!”

Ama bu yeni dünyanın en sessiz köşesi Kayıtlar Salonu’ydu.

Taş rafların arasında, papirüs tomarlarının, mühürlü kavanozların arasında bir dolap vardı. Kimsenin uğramadığı bu dolabın içindeydi unutulmuş paketler: kuzeydeki tüccarın gönderdiği Tanrının Gözyaşları, ve batıdan gelen küçük kızın getirdiği Çölün Gözyaşları.

Üzerinde toz kalınlaşmıştı. Çuvalların ağzındaki mühürler neredeyse çözülmek üzereydi.

Bir gün, genç bir bilgin aradığı eski bir kutuyu açtığında, mektup ve taşlar eline takıldı. İçindeki beyazımsı taşları görünce mırıldandı:

“Bunlar… neydi?”

Bir köşede unutulmuş notu buldu:

“Tanrının gözyaşları… Çölün gözyaşları…”

 

18.4. Metaller Konuşan Adam

Kayıtlar Salonu geceleri bambaşka bir dünyaya dönüşüyordu. Gündüzleri bilginlerin ve öğrencilerin uğultusuyla dolan o koca mekân, şimdi yalnızca çıtırtılarla, duvarlardaki yağ lambalarının titrek ışıklarıyla yaşıyordu.

Bilginlerden yalnızca biri kalmıştı içeride: Nehsi. Halk arasında ona ”Simyacı” derlerdi ama aslında simya peşinde değil, hakikatin peşindeydi. Yine de, metallerle konuştuğunu iddia ettiği için kimileri ona deli gözüyle bakıyordu.

O gece elinde bir parça demir ve bir parça bakır vardı. Sessizliği bozacak ilk kıvılcımı kendisi yaktı; iki metali birbirine sürttü.

Ve işte o an, ince bir uğultu yükseldi. Nehsi’nin gözleri büyüdü.

“Yine başladı…” diye fısıldadı. Ellerindeki metallerden ses geliyordu.

Demir kükreyen bir tonla konuştu:

“Ben geldiysem yıldızın işi bitmiş demektir! Benden sonrası yok! Beni doğuran yıldız, kendi mezarını kazıyordur.”

Nehsi korkuyla metalleri yere düşürdü. Sırt üstü yuvarlanarak koca rafların arasına savruldu. Göğsü hızla inip kalkıyordu.

“Hayır… hayır bu bir rüya değil… gerçek bu!”

Birden Bakır ince, melodik bir sesle konuştu:

“Kardeşim kadar sert değilim ben. Ama unutma, benim tellerimden geçersen ışık olur, kıvılcım olur, ses olur. İnsanlar benim içimdeki şarkıyı daha yeni duymaya başladı…”

Nehsi’nin alnından ter süzülüyordu. Ayağa kalktı, metallerin yanına eğildi. Ellerini titreyerek tekrar aldı.

 ”Siz… siz yıldızlarda mı doğdunuz? Bana neden konuşuyorsunuz?”

Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları onun sesiyle yankılandı.

O anda içeriden başka bir ses, neredeyse bir nefes gibi geldi. Bu kez altının alaycı fısıltısıydı:

“Ben kolay bulunmam, Simyacı. Yıldızların birbirine çarpması gerek. Ben kaosun, felaketin çocuğuyum. O yüzden herkes peşimde…”

Nehsi dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini yüzüne kapadı.

“Ya aklımı kaybettim ya da evrenin hafızası bana açılıyor. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.”

Derken, rafların bir köşesinde unutulmuş küçük bir kese gözüne ilişti. İki yıl önce Gine’den gelen kızın bıraktığı taş… ”Çölün Gözyaşı”.

Nehsi taşı eline aldı. Bu kez ses farklıydı.

Alümina konuşuyordu:

“Ben ateşle birleşirsem, içimden yeni bir metal doğar. Ben göğe aitim ama yeryüzünde saklıyım. Beni çözersen, kanatlarını gökyüzünde açabilirsin…”

Nehsi’nin kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Taşı göğsüne bastı.

“Bu… bu işte! Yıldızların dili… metallere yazılmış bir sır!”

Şafak vakti Nil’in kıyıları sisle kaplıydı. Kayıtlar Salonu’nun kapısından çıkan Nehsi’nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Bütün gece boyunca tek bir an bile uyumamıştı. Çölün Gözyaşı hâlâ göğsünde, kesesinin içinde duruyordu.

Adımlarını hızlandırdı. Tapınağın taş merdivenlerini çıkarken kendi kendine mırıldandı:

“Ya deliyim… ya da sadece bana özel açılan kapıdan bakıyorum.”

Büyük avluda başbilgin Enlil-Hotep, yanına rahiplerden ikisini ve bir şifacıyı almış, günün meselelerini konuşuyordu. Nehsi, nefes nefese onların önünde eğildi.

“Efendim! Gece… metaller benimle konuştu.”

Rahiplerden biri kaşlarını çattı:

“Yine mi başladı bu hezeyanların, Nehsi? Cinlerin oyunudur bu!”

Ama başbilgin elini kaldırdı. Sesi sakindi, merakla doluydu:

“Durun. Anlat bakalım. Ne dedi metaller sana?”

Nehsi elleriyle havada şekiller çizerek anlattı:

“Demir yıldızların ölümünü fısıldadı. Altın, kaosun çocuğu olduğunu söyledi. Bakır… tellerinden ışık doğacağını söyledi. Ve sonra…”

Eli göğsüne gitti. Küçük keseyi çıkardı.

“…ve sonra bu taş. İki yıl önce Gine’den gelen kızın bıraktığı taş. O da konuştu! Bana dedi ki, içimden yeni bir metal doğar, eğer ateşle birleşirsem.”

Rahipler homurdanmaya başlamıştı.

“Taşların konuştuğunu söylemek… deliliktir.”

“Cinlere çarpılmış bu!”

O sırada sessizce dinleyen şifacı kadın söze girdi. Sesi yumuşaktı, ama kelimeleri ağır ağır döküldü:

“Nehsi… Son zamanlarda yaşadığın düşünce ve algı değişimleri, çevrenle kurduğun ilişkilerdeki kopukluklar ve gerçeklik algında yaşanan dalgalanmalar… Bunlar bazı özel bir zihinsel hâlin işaretlerine benziyor. Bu hâl, kişinin zaman zaman kendi iç dünyasıyla dış dünya arasındaki sınırı kaybetmesine yol açabilir. Atalarımız bu tabloyu uzun süredir tanır, biz de böyle durumlarda farklı yollarla destek oluruz. Senin yaşadıkların da buna çok benziyor.”

Rahiplerden biri hemen araya girdi:

“Yani, bütün bunlar bir hastalıktan mı ibaret?”

Şifacı başını iki yana salladı:

“Hayır. Bu hâl, bazen lanet, bazen de lütuf olabilir. Kimileri karanlığa gömülür, kimileri ise ışığı duyar. Belki de Nehsi’nin duydukları, bizim kulaklarımızın işitmeye alışık olmadığı bir hakikatin yankısıdır.”

Başbilgin Enlil-Hotep, dudaklarında ince bir tebessümle Nehsi’ye baktı:

“Öyleyse delilikle bilgelik arasında çok ince bir çizgide yürüyorsun. Belki de aradığımız cevap tam da o çizginin üzerinde.”

Başbilgin ve simyacı büyük avludan ayrılıp birlikte yürümeye başladılar. Kayıtlar Salonu’nun taş koridorlarına geldiklerinde iki bilginin ayak sesleri yankılanmaya başladı. Duvarlardaki meşaleler, uzun gölgeler çiziyordu. Ağır adımlarla koridorun sonundaki laboratuvara girerken, Nehsi hâlâ dalgın bakışlarla yürüyordu.

Enlil-Hotep konuştu:

“Nehsi… Senin ‘delilik’ dedikleri şey, belki de Tanrı’nın sana verdiği bir yetenek. Bu yetenekten faydalanmamız gerek. Taşların sana fısıldadıklarını bana söyle. Neler anlattılar sana?”

Nehsi gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Masanın üzerindeki beyaz taş parçalarına dokundu. Bir an sessizlik oldu… sonra sanki uzaklardan yankılanan sesleri işitir gibi kekeleyerek konuşmaya başladı:

“Onlar… bana dünyanın doğumunu anlattılar. Demir dedi ki: ‘Ben yıldızın son nefesiyim. Benden sonrası yok.’ Oksijen fısıldadı: ‘Nefes alıyorsan bana borçlusun.’ Ve altın… ah, altın! O dedi ki: ‘Ben ancak yıldızlar çarpışınca doğarım. Bu yüzden nadirim, kıymetliyim.’ ve tüccarın tanrının gözyaşı dediği taşlar...”

Başbilgin dikkatle dinliyordu. Nehsi’nin konuşması duraksayınca elini omzuna koydu:

“Evet, hatırladım. Tüccarın kuzeyden buzullarından gönderdiği taşlar. Tanrının gözyaşı dediği taşlar, onlar sana ne söyledi?”

Nehsi, taşlardan birini avucuna aldı. Bir süre sessizlik oldu. Sonra dudakları titredi:

“Bana diyor ki: ‘Görünüşüm öyle soğuk ki, ilk keşfedildiğimde insanlar beni kartopu sandı. Ama ben sıradan bir taş değilim. Ben, yalancı gümüşün doğum sancılarını hafifleten bir yardımcıyım. Beni eklediklerinde, çölün gözyaşlarının erime noktası düşer.’”

Başbilgin Enlil-Hotep'in gözleri parladı.

“Öyleyse bunu açığa çıkaracağız. Petrol gazından çıkardığımız ateşimiz var, fırınlarımız var… ve artık elektriğimiz de var. Nil kıyısındaki dinamo çalışıyor. Basınç tüplerimizde gaz depoladık. Her şey hazır. Bu taşın sırrını çözmek için… senin kulaklarına ihtiyacımız var, Nehsi.”

Nehsi ürperdi, ama aynı zamanda gururluydu:

“Ben yalnızca taşların söylediklerini aktarırım. Onları anlamak için sizinle birlikte çalışmamız gerekli efendim.”

Enlil-Hotep gülümsedi:

“Öyleyse başlayalım. Belki de bu gece, medeniyetimizin en parlak gecesi olacak.”

Meşaleler titredi. İki bilgin, tarihin en büyük deneylerinden birini başlatmak üzereydi.

 

18.5. DENEY BAŞLIYOR

Kayıtlar Salonu’nda gece ağır ağır iniyordu. Meşalelerin titrek ışığı taş duvarlara yansıyor, gölgeler dans ediyordu. Başbilgin ve Simyacı, uzaklardan gelen kervanların getirdiği paketleri açtılar.

İçinde bir mektup ve kartopuna benzeyen taşlar vardı. Tüccarın notu: ”... Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı bunlardadır.”

Nehsi taşları eline aldı. Avuçlarının arasındaki taş… tuhaf bir ılık enerji yayıyordu, sanki içinde sessiz bir nefes taşıyordu. Nehsi dudaklarını araladı:

“Bana fısıldıyor… sanki elektrikle konuşuyor.”

Enlil-Hotep kaşlarını çattı:

“Nasıl yani?”

Nehsi gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı:

“Bana yıldızların doğuşunu anlatıyor. ‘Ben buradayım,’ diyor, ‘beni çözer, akımı verirsen, yalancı gümüş doğar.’”

Başbilgin heyecanlandı:

“O zaman doğru yoldayız. Kriyolit, yalancı gümüşü eritecek ısıyı düşürüyor olabilir, öyleyse deneylerimiz artık mümkün. Nil kıyısındaki dinamomuz hazır. Hem ısıtacağız hem elektrik vereceğiz.”

Nehsi avuçlarını taşların etrafında gezdirdi. Taş sanki titreşiyordu, küçük bir fısıltı duyuldu:

“Isı yüksek… ama tek başına yetmez. Akım gelirse… metal doğar…”

Enlil-Hotep kafasını salladı, elini Nehsi’nin omzuna koydu:

“Dinle Nehsi. Taşın söylediklerini anladın. Artık yalancı gümüşün sırrı bizim elimizde. Ama dikkatli olmalıyız. Her kıvılcım, hem bilgi hem tehlike taşıyor.”

Nehsi taşları masaya koydu. Meşale ışığında, beyaz ve camsı yüzeyleri parlıyordu. Kayıtlar Salonu sessizdi ama bir enerji doluydu. Taşlar, elektrik ve iki bilgin… tarihin en büyük deneyine hazırdı.

 

18.6. Yalancı Gümüş’ün (Alüminyum) Doğuşu

Nil Nehri’nin kıyısında rüzgâr, palmiye yapraklarını hışırdatıyor, suyun akıntısı dinamonun dişlilerini döndürüyordu. Tüpler, bakır teller ve manyetit taşlarıyla örülmüş basit ama güçlü bir sistem, laboratuvarın damarlarında elektrik akıtıyordu.

Nehsi, başbilginle birlikte laboratuvarın ortasında duruyordu. Önlerinde basınçlı tüpler ve seramik potalarla dolu bir düzenek vardı.

“Her şey hazır mı?” diye sordu başbilgin, gözlerinde hem merak hem de hafif bir kaygı.

“Evet,” dedi Nehsi, elleri titreyerek alümina ile kriyolit karışımını tüpe boşaltırken. ”Taşlar burada iki yıl unutuldu… şimdi zamanı geldi.”

Tüplerin kapağı sıkıca kapatıldı. Kömür ateşi yükseldi; tüplerin etrafı taş ve kille izole edilmişti. İçerideki karışım, yavaş yavaş kızarmaya, hafif bir ışıltı vermeye başladı.

“Bak Nehsi,” dedi başbilgin, bakır telleri tüpe bağlarken, ”elektriği veriyoruz. Dikkatli ol.”

Nehsi derin bir nefes aldı, parmaklarını gerdi, ve telleri bağladı. Birden karışımın içinden hafif, titrek bir ışık parlamaya başladı.

Basınçlı tüplerden yükselen ılık buhar laboratuvarı dolduruyor, Nil Nehri’nin kıyısından gelen hafif rüzgâr taş ve seramikle çevrili odada uğuldayan bir melodi gibi çarpıyordu.

“Görüyor musun?” diye fısıldadı başbilgin. “Bu… bu gerçek olabilir.”

Tüpten yükselen sıcak hava avuçlarını yakıyor gibiydi ama o ışık… sanki yıldızların kendi nefesi gibiydi. Nehsi, bir an için durdu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.

Ve sonra… sıvı metal karşısında parladı. "Parlak ve garip bir şekilde büyüleyici."

“Başbilgin,” dedi, sesi titreyerek, ”bunu… şekillendirebilir miyiz?”

Başbilgin, gözlerini metalden ayırmadan cevapladı:

“İstersek… ama dikkatli ol. Henüz sıcak ve hassas.”

Nehsi, eline aldığı bir küçük döküm kalıbına metalin bir kısmını dikkatlice döktü. Sıvı, kalıbın içinde hafifçe kaydı, parladı ve sonra yavaşça sertleşmeye başladı.

“Başardık mı?” diye sordu Nehsi.

Nehsi, ilk kalıp denemesinden çıkan parlak metal parçasını laboratuvarın masasına koydu. Güneşin ışığı, metalin yüzeyinde küçük bir yıldız gibi parlıyordu. Soğumasını bekleyip eline aldı.

Başbilgin başını salladı. ”Başardık. Artık tarihin yönünü değiştirecek ilk metal, bizim ellerimizde.”

“Bu… hafif,” dedi Nehsi, parmağını değdirerek. ”Hiçbir metal böyle hissettirmemişti.”

“Dikkat et,” dedi, ”bu metalin sırrını anlamalıyız. Hafifliği sayesinde, gelecekte uçan makineler, köprüler… belki de gökyüzüne ulaşan yapılar için kullanılabilir.”

Nehsi, metalin bir parçasını elinde çevirirken, fısıldadı:

“Ve… hissediyor musun? Sanki bu metal konuşuyor… bana geleceği söylüyor.”

“Bak Nehsi,” dedi başbilgin, işaret parmağını metalin yüzeyine hafifçe bastırarak. “Parlaklığı… hafifliği… bu metal… sıradan hiçbir şey değil. Yalancı gümüş, bizim dünyanın yıldızlarından bir parçası.”

Başbilgin gözlerini kısıp başını salladı. ”Doğru… bu, yıldızların hediyesi. Ama bizim dünyamız için.”

Nehsi, metale hayranlıkla baktı, fısıldadı:

“Yalancı gümüş… Altın yapamadık ama yalancı gümüş yaptık.… bunun da kendi yıldız ışığı var. işte burası bizim ilk adımımız.”

Başbilgin, tüplere bakarken bir gülümseme ile devam etti:

“Ve düşün… iki yıl önce Kayıtlar Salonu’na gelen taşlar olmasaydı, bu parlaklığı hiç göremezdik. Tanrının gözyaşları (Kriyolit)… Çölün gözyaşları (Alümina)… ve senin özel yeteneğin.”

“Bu… başlangıç,” dedi Nehsi. ”Ve biz… tanrının gözyaşları ile çölün gözyaşını birleştirdik.”

Başbilgin gülümsedi:

“Belki de öyledir. Metal, taş, yıldız… her şey bir araya gelince, evrenin sırları görünür olur. Artık geri dönüş yok. Yalancı gümüş, bizim ellerimizde, dünyaya kazandırılmayı bekliyor.”

O gece, laboratuvar sessizliğe gömüldü. Fakat parlayan metalin hafif ışığı, sanki Nehsi ve başbilginin ufkunu aydınlatıyordu. Yalancı gümüş, ilk kez şekil almıştı; ama daha anlatılacak, gösterilecek ve büyütecek çok hikâyesi vardı.

 

18.7. KRALA SUNUM

Sabah güneşi, Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarına kırmızımsı bir ışık serpti. Adam, elindeki tepsideki yalancı gümüşe son kez bakarak derin bir nefes aldı. Taht odasına girdiğinde Kral Karmen, altın ve değerli taşlarla süslü tahtında oturuyordu. Gözleri metalin üzerinde takılı kaldı.

Kral Karmen: ”Bu… ne demek istiyorsun? Hafif, parlak ama altın değil?”

Başbilgin Enlil-Hotep: ”Efendim, bu metal… Henüz saf haliyle yeni keşfedildi. Biz onu ‘yalancı gümüş’ olarak adlandırdık. Altından daha hafif, gümüşten daha dayanıklı. Ama parlaklığı, büyüsü ve geleceği var.”

Kral Karmen: ”Nasıl yaptınız bunu? Ateş mi, sihir mi?”

Başbilgin (gülümseyerek): ”Sihir değil, akıl ve sabır. Kayıtlar Salonu laboratuvarında denedik, sıcaklık, basınç ve elektrikle… bu metal, batının taşından, kuzeyin taşının çözeltisinde ortaya çıktı.”

Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”Peki ya kullanım alanı? Ne işe yarar?”

Başbilgin: ”Yalancı gümüş, gerçek gümüşten 4 kat hafiftir. Hafifliği, dayanıklılığı ve iletkenliği sayesinde pek çok yerde vazgeçilmez bir malzeme haline gelebilir. Demir ile yaptığımız araçlardan 3 kat daha hafif araçlar yapabiliriz. Uçan araçların gövdelerini bu metalden yapmak büyük avantajlar sağlar. Daha az yakıtla daha uzun mesafeler kat edebiliriz.”

Kral Karmen (merakla): ”Ve bunu çoğaltmak mümkün mü?”

Başbilgin: ”Teorik olarak evet, efendim. Ama büyük fırınlar, elektroliz hücreleri ve doğru mineraller gerekiyor. Henüz sınırlı miktarda üretebiliyoruz.”

Kral Karmen: ”Peki, güvenir miyiz buna? Yani ateşle, suyla, zamana karşı dayanır mı?”

Başbilgin: ”Efendim, bu metal hafif ama dayanıklı. Pas tutmaz, erimez, uzun ömürlüdür. Doğru kullanılırsa nesiller boyunca kullanılabilir.”

Kral Karmen (başını sallayarak): ”Demek ki geleceğin metali… Anladım. Kayıtlar Salonu’ndaki bilim insanları üzerinde çalışsın. Bolca üretilmesini sağlayacak gerekli deneyleri yapsınlar, kullanımını test etsinler. Beni sonuçlardan haberdar edin.”

Başbilgin: ”Elbette. Başbilgin Nehsi ve ben, laboratuvarımızda denemelere başlayacağız. Yalancı gümüşün sırlarını çözmek için tüm imkanlarımızı kullanacağız.”

Kral Karmen (parmaklarını birbirine sürterek): ”O zaman çalışın. Bu metal, Kemet’in kaderini değiştirebilir. Bu ‘yalancı gümüş’ten çok istiyorum! Kemet’in her şehrine, her zırhına, her gemisine yetecek kadar… Bol miktarda üretin! Ama dikkatli olun… güç, sorumluluk ister.”

Başbilgin: ”Üretim için alümina ve kriyolit gerekiyor. Boksit kaynaklarımız sınırlı. Kriyolit ise yalnızca kuzeyde bulunuyor.”

Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”O zaman kaynakları güvence altına alın. Tüccarlar, elçiler, herkes devreye girsin. Gerekirse Afrika’nın en batısındaki Gine Kralı’yla iletişime geçin. Orada bol miktarda alümina varmış, öyle değil mi?”

Başbilgin: ”Evet, Efendim. Gine’de yalancı gümüş fabrikası kurmak 100 kat daha mantıklı olur. Cevheri buraya taşımakla uğraşmak yerine, üretim Gine’de yapılır, saf metal taşınır.”

Kral Karmen (parmağını vurdu): ”O zaman elçiler hazırlansın. Mektuplar yazılsın, hediyeler götürülsün. Ticari ve diplomatik anlaşmalar yapılsın. Bol miktarda yalancı gümüş… Kemet’in kaderi buna bağlı olacak.”

Başbilgin: ”Ayrıca yapay tanrının gözyaşlarını üretmenin yollarını da bulmalıyız. Kendi rezervlerimiz sınırlı; Bunun bir yolunu bulana kadar şimdilik kuzeyden tanrının gözyaşları sağlansın, sonra cevherin yanında fabrikayı kurarız. Gine'de üretim yapılır.”

Kral Karmen (bir adım ileri atarak, kararlı): ”O zaman hemen harekete geçin. Gine ile diplomasi, kuzeydeki kaynaklarla uluslararası ticaret ve lojistik… Afrika Sanayi İşbirliği Toplantısına çağırın.”

Başbilgin ve Nehsi, birbirlerine baktılar. Kral kararını vermişti. Artık tek yol ileriye doğru… ve elektrikle, basınçla, ısıyla ve bilimin kararlılığıyla çalışmak olacaktı.

 

18.8. Metallerin Sözü

O gece kayıtlar salonu laboratuvarında sabah doğru simyacı Nehsi metal dolabından bir uğultu duydu. Dolabın kapağına kulağını dayadığında şu sözleri işitti:

"Bizi sadece soğuk ve cansız maddeler olarak görme. Bizler de şu toprak altında, dağların derinliklerinde binlerce yıldır sabırla bekleyen birer hikayeyiz. Bizi yaratan o Kadîr-i Zülcelâl'in sırlarla dolu sanatının birer sessiz şahidiyiz.

Demiriz biz, dağları ayakta tutan, köprülere can veren, medeniyetlere yön veren o sağlam iradenin birer yansımasıyız. Altınız biz, toprak altında parlayan, ihtişamın ve zarafetin sembolü olan o eşsiz güzelliğin birer mührüyüz. Bakırız biz, elektriği taşıyan, iletişimi sağlayan, enerjiyi yayan o sonsuz gücün birer elçisiyiz.

Bizler de yıldızlar gibi, birer deliliz. Yeryüzünün kalbinden yükselen, maden damarlarında gizlenen birer ayetiz. Kimi zaman bir kılıç olup adalete hizmet eder, kimi zaman bir yüzük olup sevgiye şahitlik eder, kimi zaman bir tel olup bilgiye yol gösteririz.

Biz, evrendeki ahengin, dengenin ve yaratılışın birer parlayan parçasıyız. Dışarıdan soğuk görünen bu kabuğumuzun altında, yaratıcının sonsuz hikmetine ve gücüne dair birer nûr âlemiyiz. Tıpkı yıldızların gökte durması gibi, biz de yeryüzünde birer sır olarak dururuz.

Gözü kör olan göremez belki, ama duyan kulaklar için fısıldarız: Her zerremizde, her atomumuzda o büyük Kudretin mührü vardır. Bizler de Rab'bimize musahharız. Sessizce tesbih eder, sürekli zikrederiz. Sizlere hem bir hizmetkâr, hem de birer delil olarak sunulmuşuz.

Dinleyin bizi, fısıltılarımızı. Biz, bu yeryüzünün damarlarındaki kutsal metalleriz."

..

18.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara:

"Nil-7… Kartopuna benzeyen ama erimeyen taşlardan bahsettin. Ama kartopları hep erir. O taşlar nasıl oluyor da erimiyor?"

Nil-7:

"Çünkü onlar buz değil, küçük komutan. Onlar kriyolit. Görünüşleri kartopunu andırıyor, ama aslında çok eski bir mineral. Sanki Tanrı, gökyüzünden düşen gözyaşlarını taşa dönüştürmüş de yeryüzüne saklamış gibi."

Sahara (hayretle):

"Yani taşlar ağlıyor mu?"

Nil-7:

"Sesleri yok, ama sırları var. İnsan dikkatle dinlediğinde… o sırlar bazen bir şarkıya, bazen de bir fısıltıya dönüşür. Nehsi de işte o fısıltıları duydu."

Sahara (kafasını yana eğer):

"Ama herkes duymadıysa… belki de hayal gördü? Ya da deliydi?"

Nil-7:

"Delilik ile bilgelik, bazen aynı kapının iki anahtarıdır. İnsanlar anlamadıklarını “deli” diye adlandırır. Ama zaman geçtikçe aynı sözler “bilgelik” olur. Nehsi, ikisinin de arasında yürüyen bir yolcuydu."

Sahara:

"Peki ya Salimatou’nun taşı? O kadar önemli miydi? Küçük bir kız sadece taş topluyordu…"

Nil-7:

"Küçük eller bazen büyük sırlar taşır. O sıradan görünen taşın içinde “yalancı gümüş”ün tohumu vardı. Yani alüminyumun. Gelecekte insanlara kanatlar verecek kadar hafif ve güçlü bir sır."

Sahara (gözleri parlayarak):

"Kanatlar mı? Yani… insanlar da uçabilir mi?"

Nil-7 (gülümseyerek):

"Evet, Sahara. Kuşlar gibi hafif, göğe doğru yükselen kanatlar… İşte bu yüzden yalancı gümüş, altından bile kıymetli oldu. Çünkü o, gökyüzünü vaat etti."

Sahara (fısıldar):

"Nil-7… Benim aklımda hâlâ bir soru var. Taşlar gerçekten konuşuyor mu? Yoksa Nehsi’nin kalbi mi onları konuşturuyordu?"

Nil-7 (bir an sessiz kalarak):

"Bazen taş konuşur, bazen insan. Ama gerçek ses, ikisinin arasında doğar. Eğer bir çocuk dinliyorsa… belki taş da, kalp de aynı anda konuşur."

Sahara (yavaşça gülümser):

"O zaman ben de dinlemeliyim. Belki bir gün ben de taşların şarkısını duyarım."

Nil-7:

"Duyacaksın, küçük komutan. Çünkü Sahra, sorularını saklayan çocuklarla konuşur."



19. Bölüm: Afrika Sanayi İşbirliği (M.Ö. 3083)

Nil Deltası’nın ortasında yükselen büyük taş salonun kapıları açıldığında, içerideki hava birden değişti. Mumlar yanıyor, tavanın kubbesinde Afrika haritası yıldızlarla işlenmiş gibi parlıyordu. Ortada kocaman bir masa yoktu; onun yerine, usta ellerin oyduğu dev bir Afrika kıtası maketi duruyordu. Dağlar kabartma, nehirler mavi taşlarla işaretlenmişti.

Kral Karmen, ağır adımlarla içeri girdi. Elini kaldırarak sessizliği sağladı.

“Hoş geldiniz,” dedi tok bir sesle. ”Bugün burada toplanmamızın sebebi, sıradan bir ticaret değil. Yalancı Gümüş’ün doğuşu, tüm kıtanın kaderini değiştirecek. Kaynak batıda, ihtiyaç doğuda. Demek ki, damarlar gibi birleştirilecek yollar kurmalıyız.”

Gine Kralı Mandé, kalın sesli ve gururluydu:

“Dağlarımız boksitle dolu. Kırmızı toprağımız bizim kanımız gibidir. Ama kabul ederim ki, tek başına hiçbir şey ifade etmez. Eğer Kemet’in bilgeliğiyle birleşirse, o zaman dünyaya hükmedebilir.”

Başbilgin Enlil-Hotep, haritanın yanına geldi. Tahta çubuğu ile Gine’nin batısından başlayıp Nil Deltası’na uzanan rotayı işaretledi.

“İşte yolumuz. Bu kırmızı taşların taşınması için kervanlar yeterli değil. Buharlı, elektrikli, petrol gazlı motorlu arabalarımızı kamyona dönüştürmeliyiz. Çöl yolları, nehir kıyıları ve deniz rotaları bir zincir gibi birbirine bağlanmalı.”

Fenikeli deniz tüccarı Hanno araya girdi:

“Akdeniz bizim gölümüzdür. Atlas Okyanusu’ndan Akdeniz’e açılan limanlar kurarsanız, gemilerim boksiti doğuya taşıyabilir. Deniz yolunu açmak benim işim.”

Kral Karmen başını salladı, sonra simyacı Neshi’ye döndü:

“Ve sen, Simyacı Neshi. Taşların sesini duyan adam. Söyle bize, bu işin sırrı nedir?”

Neshi, gözleri hafif parlayan bir adamdı. Elleriyle önündeki küçük beyaz kristali kaldırdı.

“Kral'ım, yalancı gümüşün doğumu için bu kristal şarttır: Kriyolit. Boksiti eritirken ateşin yükünü hafifletir, metali doğurtur. Onsuz olursa, ateş her şeyi yutar. Ama onunla olursa… yıldızın içinden doğmuş gibi saf bir metal çıkar.”

Berberi kervan başı ayağa kalktı:

“Çölde biz olmadan yol alınamaz. Kervan yollarını biz biliriz. Ama bu yeni motorlu arabalarla çölü aşabilir misiniz? Bu soruyu sormalıyım.”

Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi:

“Çölü aşmak için motorların gölgeli duraklara ihtiyacı var. Su kuyuları ve bakım noktaları kuracağız. Her yüz kilometrede bir istasyon… Böylece boksit nehirlere, nehirlerden gemilere, gemilerden fırınlara ulaşacak.”

Etiyopya’dan gelen altın tüccarı söz aldı:

“Bizim elimizde altın var. Ama şunu gördüm: Bu yalancı gümüş hafifliğiyle altını bile geride bırakacak. Altınla süslenir, ama bu metal göğe çıkar.”

Toplantı salonunda hararetli tartışmalar sürerken Gine kralı ayağa kalktı:

“Benim ülkemde bu fabrika kurulmalı! Topraklarımız bereketli, iş gücümüz hazır. Ticaret yollarına da yakınız. Bize kurulsun!”

Salondaki kalabalık alkışlarla destek verdi. Ancak bilginlerden biri kaşlarını çattı ve itiraz etti:

“Efendim, fabrikanın çalışması için yalnızca toprak yetmez. Buhar makinelerini ve atölyeleri çalıştırmak için elektrik gerekir. Gine’de henüz elektrik yok. Orada fabrika açarsak makineler susar, işçiler boş bekler.”

Bir an sessizlik oldu. Ardından Nil kıyısındaki kral gür sesiyle söze karıştı:

“Biz Nil’in gücüyle elektrik üretiyoruz! Sularımız akıyor, çarklarımız dönüyor, fırınlar yanıyor. Fabrika bizim topraklarımızda kurulursa gece gündüz çalışabilir. Gine’de ise elektrik üretilemezse iş de biter.”

Salon bir kez daha uğultuyla doldu, herkes Nil kralının sözlerini tartışmaya başladı.

Kral Karmen, salondaki herkesi tek tek süzdü. Sesini yükseltti:

“O halde karar verildi. Gine’de boksit çıkarılacak, Kriyolit bulunacak ya da yapay üretilecek, Kemet’te fırınlarda yalancı gümüş doğacak. Bu, tek bir krallığın değil, bütün Afrika’nın ortak işi olacak!”

Salonun taş duvarları, ağır konuların yankısıyla titriyordu. Masanın ortasında, kuzeyin haritaları, boksit damarlarının işaretlendiği çizimler ve liman planları seriliydi.

Gine Kralı, derin bir nefes alıp konuştu:

“Topraklarımız boksitle dolu. Denizimiz gemilere açıktır. Lakin sorarım size: Bu cevheri taşımak mı kolaydır, yoksa işleyip saf metal taşımak mı? Fabrikanın burada, Gine’de kurulmasını isterim.”

Kemet Bilgini, başını salladı:

“Gine Kralı haklı. Lakin bu iş yalnız taşla değil, ateşle yapılır. Ve o ateşi beslemek için elektrik gerekir. Biz Nil’in gücüyle bunu sağlayabiliyoruz. Sizin topraklarınızda ise henüz bu kudret yok.”

Sessizlik oldu. Sonra bir tüccar, parmağını haritanın kıyısına koydu:

“Boksiti gemilerle taşımak mümkündür. Lakin limana vardığında neyle taşıyacağız? Atlarla mı? Yollarda bataklık var. O yüzden yeni kamyonlar yapılmalı. Buharla, elektrikle, hatta petrol gazıyla. Yükü gemiden fabrikaya götürecek bir filo.”

Bir başka bilgin araya girdi:

“Kamyonlar için yollar da düzenlenmeli. İşçiler toprak kazacak, taş döşeyecek. Yollar düzelmeden sanayi yürümez.”

Kral Karmen, ellerini masaya vurdu:

“Öyleyse karar budur:

1.                  Kuzeye bir keşif ekibi gönderilecek. Kriyolitin ne kadar olduğu öğrenilecek.

2.                  Boksit gemilerle taşınacak, ama kamyonlarla limandan fabrikaya aktarılacak.

3.                  Fabrikanın yeri, hem limana yakın, hem de elektrik gücüne yakın seçilecek.

4.                  İlk fırınların inşasına başlanacak. İşçiler, mühendisler, bilginler birlikte çalışacak.”

Ve mumların ışığında herkes ayağa kalktı. Bu sadece bir toplantı değil, tarihin ilk uluslararası sanayi planı idi.

Salondan yükselen sesler, çöl fırtınası gibi yankılandı.

“Birlikte! Birlikte!”

O sırada küçük bir kız, utangaç adımlarla öne çıktı. Salimatou’ydu. Kral Karmen ona baktı ve gülümsedi.

“Ve sen, küçük şarkıcı. Senin getirdiğin taşla bu yol başladı. Şimdi bize söyle: Ne hissediyorsun?”

Salimatou, elindeki küçük davulu hafifçe çaldı ve kısık sesle söyledi:

“Ben sadece memleketimden bir parça getirmiştim. Meğer kıtanın kalbini uyandırmışım.”

Kral başını eğdi.

“O halde tarihe şahitlik et, küçük kız. Bugün Afrika ilk kez bir olmuş, geleceğe yürümüştür.”

Ve o anda, Afrika kıtasının ahşap maketi üzerinde mum ışıkları titredi; sanki kıtanın damarları gerçekten canlanıyor, kıtayı baştanbaşa ışıkla örüyordu.

 

19.1. Kriyolit Keşif Toplama Ekibi

Kuzeye giden yol, çam ormanlarının gölgeleriyle örtülüydü. Ay ışığı, buz tutmuş dallar arasında ince ince süzülüyordu. Keşif ekibi, ağır kürkler giymiş, yanlarında meşaleler, baltalar ve boş deri çuvallarla ilerliyordu.

Önden giden bilgin, adamlarına seslendi:

“Hatırlayın! Kralın emri açıktır. Kriyolit bulunacak ve tek zerresi dahi geride bırakılmayacak.”

Kurt ulumaları geceyi böldü. Atlar ürktü. Bir muhafız kılıcını çekti, diğeri mızrağını daha sıkı kavradı. Birkaç adım ötede bir gölge kıpırdadı; ayı mıydı, yoksa geceyle alay eden bir hayal mi? Meşaleler daha da yukarı kaldırıldı, ateşin sıcaklığına sığınarak yürüyüş sürdü.

Sonunda karla kaplı kayaların arasında, mağaranın ağzı belirdi. İçeri girdiklerinde derinlerden soğuk bir ışıltı parladı. Orada, taşların arasında bembeyaz kristaller parlıyordu. Kriyolit!

Bir işçi sevinçle bağırdı:

“İşte burada! Parlayan taş, kralın istediği taş bu!”

Kazmalar vuruldu, torbalar dolduruldu. Ama iş bitince herkes birbirine baktı. Çuvallar sayıldı, tekrar sayıldı. Çok azdı… Mağaranın en derin köşeleri bile boştu.

Bir muhafız kederle mırıldandı:

“Bu kadar mı? Bütün kuzeydeki tek kaynak bu mu?”

Bilgin derin bir iç çekti:

“Evet… Kriyolit bol değilmiş. Bunu bilmeden büyük planlara girişmiştik. Artık bu taş altından da kıymetli.”

Geri dönüş yolunda sessizlik hâkimdi. Kurtlar yine uluyordu, ama kimsenin onları duyacak mecali yoktu. Çünkü asıl tehlike kurtlardan değil, geleceğin tıkanmasından geliyordu.

Kayıtlar Salonu’na vardıklarında Kral’ın huzuruna çıktılar. Çuvalları yere bıraktılar.

“Efendim,” dedi bilgin başını eğerek, ”kuzey mağaralarının bütün kriyolitini topladık. Ama… bu kadardan fazlası yok. Üretim bu taşla başlayabilir, ama devam etmez. Yeni bir yol bulmalıyız.”

Kral Karmen’in kaşları çatıldı. Salonda soğuk bir rüzgâr esti sanki.

Kuzeyden dönen keşif ekibi, çuvallarını yere bıraktığında taş salonun uğultusu kesildi. Çuvallardaki kriyolit, mum ışığında sönük bir beyaz parıltıyla göründü. O kadar azdı ki, kralın yüzü gölgelere büründü.

“Bu mu?” dedi Karmen, sesi derinden gelen bir fırtına gibiydi. ”Bütün kuzey mağaralarının hazinesi bu kadar mı?”

Başbilgin başını eğdi. ”Kral'ım… evet. Kriyolit, düşündüğümüz gibi bol değilmiş. Bu taş olmadan ateşlerimiz alüminyumu açığa çıkaramaz. Yalancı gümüş doğmadan sönüp gidecek.”

Taht odasında bir sessizlik çöktü. Tüccarlar, askerler, rahipler; herkes başını eğdi. Kral, yumruğunu tahtın koluna vurdu:

“Öyleyse bütün planlar duruyor! Roketler, arabalar, fırınlar… hepsi! Bu kadar taşla bir ülke değil, bir kılıç bile dökülemez!”

Bir hayal kırıklığı dalgası salonda yankılandı. Umutların ağırlığı duvarlara çarpıp geri döndü.

Ama sonra Başbilgin Enlil-Hotep dizlerinin üzerine çöktü, bakışlarıyla Karmen’e yaklaştı:

“Efendim… belki bu Tanrı’nın bizi sınamasıdır. Doğada bulamadığımızı biz yaratmalıyız. Bu taşın adı boşuna ‘Tanrı’nın gözyaşı’ değildir. Belki de Tanrı, gözyaşını kendi elimizle dökmemizi bekliyor.”

Kral suskun kaldı. Ardından ağır ağır başını salladı.

“Öyleyse gidin. Laboratuvarlara kapanın. Taşları, tuzları, ateşi ve elektriği konuşturun. Bana Tanrı’nın gözyaşlarını getirin.”

 

19.2. Laboratuvarlar Kriyolit Araştırması

Bilginler ve simyacılar günlerce uyumadan çalıştılar.

Kimisi tuzları eritip elektriğin içinden geçirdi. Kimisi volkanik camı öğütüp ateşe verdi. Kimisi buzları eritti, içine kül kattı.

Ama her deneme ya patlamayla ya da beyaz dumanla sonuçlandı.

Bir bilgin günlüğüne şöyle yazdı:

“Bininci deneyimizde yine başarısız olduk. Tanrı’nın gözyaşları bizden gizlenmiş bir sır gibi. Ama pes etmeyeceğiz. Çünkü yalancı gümüşün doğuşu, bu gözyaşlarına bağlı.”

Laboratuvarlarda cam tüpler patladı, taş kazanlar çatladı. Ama her başarısızlık, bilginlerin inadını artırdı. Çünkü hepsi biliyordu: Eğer kriyolitin yapayını bulurlarsa, bir daha kimseyi beklemek zorunda kalmayacaklardı.

Gece gündüz fark etmiyordu artık. Mumlar sönüyor, yeniden yakılıyor, kazanlar kaynıyor, reaktörler çatlıyordu. Ama bilginler, tüccarların ve kralın baskısına rağmen vazgeçmiyordu. Simyacılar altın yapmakla uğraşmayı bırakmış, kriyolit yapmak için ter döküyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep, taş levhalara titizlikle notlar düşüyordu:

“Demir ve bakır bize yıldızların sırrını anlattı, ama kriyolit sessiz. Onu biz yaratmalıyız. Doğanın vermediğini, aklımızla kurmalıyız. Bu bizim en büyük sınavımızdır.”

Neshi, kazanın başında ellerini ovuşturdu. ”Flor bileşikleri olmadan olmaz. Bunu anladık. Şifacıların ilaçlarda kullandığı amonyum tuzlarını denedik, izler gördük. Alev rengi değişti. Bu, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor.”

Genç bir çırak heyecanla atıldı:

“Ustam! Sodyumlu tuzlarla denediğimizde köpürme oldu. Belki de bunları alüminyum oksitle birlikte vermeliyiz.”

Başbilgin başını salladı. ”Evet. Sodyum hidroksit, alüminyum oksit ve florür… Bu üçlü birleşmeden Tanrı’nın gözyaşı doğmaz.”

Ve günlerce deneme-yanılma sürdü.

Bir deneyde tüpler patladı, tavana kadar beyaz duman yayıldı. Bir başka deneyde karışım eriyip taş reaktörün dibini deldi. Ama bazen, yüzeyi cam gibi parlayan kristaller oluştu. Bilginler bu anlarda diz çöküp taş parçalarını incelerdi.

Sonunda, bininci denemede, göz alıcı beyaz kristaller tüpün dibine çöktü. Başbilgin titreyen elleriyle aldı, ışığa tuttu. Kristaller şeffaf, düzgün kenarlıydı.

“Bu… işte bu!” dedi nefesi kesilerek.

“Na₃AlF₆… Tanrı’nın gözyaşını biz yarattık.”

Neshi kahkaha attı, sonra gözleri doldu. ”Artık kuzey mağaralarının taşına muhtaç değiliz. Kendi kristalimizi kendimiz yapıyoruz!”

Kral’a gönderilen ilk rapor şöyle bitti:

“Efendim, artık doğanın kıtlığından korkmuyoruz. Kendi ellerimizle kriyolit üretebiliyoruz. Bu, sadece yalancı gümüşün değil, insan aklının zaNil-7ir.”

 

19.3. Kriyolit Fabrikası Planlama Toplantısı

Kayıtlar Salonu’nda ağır bir sessizlik vardı. Uzun taş masanın üzerinde haritalar, taş örnekleri ve küçük cam kavanozlara doldurulmuş çözeltiler dizilmişti. Mum ışığında parlayan cam tüpler arasında bilginler yerlerini almıştı. Kuzey mağaralarının kristali tükenmişti. Artık tek çare, insan eliyle yapay kriyolit üretmekti.

Başbilgin Enlil-Hotep sözü aldı.

“Efendiler,” dedi, sesinde hem yorgunluk hem kararlılık vardı, ”Tanrı’nın gözyaşları dediğimiz kristale artık muhtaç değiliz. Onun formülünü çözdük: Na₃AlF₆. Fakat bunun için üç temel bileşen gerekir: sodyum, alüminyum ve flor. Soru şu: Bunları nereden bulacağız?”

Genç bilgin Khufu hemen öne eğildi.

“Sodyum için göllerimiz var. Tuz göllerinden bolca sodyum klorür elde edebiliriz. Elektrolizle bu tuzdan sodyum hidroksit çıkarılabilir. Bu, fabrikanın ilk hammaddesi olacaktır.”

Yaşlı bilgin Ptolem söz aldı.

“Alüminyum oksit için endişelenmemize gerek yok. Gine’den gelen boksiti işlerken zaten bol miktarda Al₂O₃ elde ediyoruz. Asıl mesele flor bileşenleri.”

Kadın bilgin Meritre, notlarını karıştırarak konuştu.

“Flor olmadan kriyolit olmaz. Bunun için iki yol var. Birincisi, dağlarda bulunabilen fluorit taşıdır. Eritildiğinde hidrojen florür elde ederiz. İkinci yol ise bitkilerden ve kemiklerden flor tuzları çıkarmaktır. Fakat bu yöntem zahmetlidir.”

Başbilgin yeniden söze girdi.

“O halde kriyolit fabrikasının üç kaynağa ihtiyacı olacak: tuz göllerinden sodyum, boksit ocaklarından alüminyum oksit ve dağlardan çıkarılacak fluorit. Ayrıca üretim yüksek sıcaklık ister; bu nedenle bolca enerjiye, yani kömüre ya da suyun gücüne ihtiyaç duyacağız.”

Khufu ayağa kalkarak bir parşömen açtı.

“Üretim basamaklarını şöyle özetleyebilirim:

Birincisi, tuz göllerinden elektrolizle NaOH elde edilecek.

İkincisi, boksitten saf Al₂O₃ çıkarılacak.

Üçüncüsü, fluorit taşından hidrojen florür elde edilecek.

Dördüncüsü, bu maddeler özel reaktörlerde bir araya getirilip kriyolit sentezlenecek.

Son aşamada ise kristaller süzülüp kurutulacak.”

Yaşlı Ptolem başını salladı.

“Bu yalnızca bir fabrika değil,” dedi, ”adeta bir kimya vadisi kuruyoruz. Tuz gölünün kenarında elektroliz tesisleri, dağlarda fluorit madenleri, limana yakın boksit ocakları… Hepsi birbirine bağlanmalı.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep sözlerini ağır ağır söyledi:

“Karar verilmiştir. Kuzey kristallerine değil, kendi aklımıza yaslanacağız. Kriyolit fabrikası kurulacak. Bundan böyle taşların fısıltısına değil, bilimin sesine güveneceğiz.”

Mumların titrek ışığı o cümleyi taş duvarlara kazır gibi yansıttı.

 

19.4. Kriyolit Fabrikası İnşaatı

Gine kıyılarında, denizin tuzlu kokusunun kara ile buluştuğu yerde, büyük bir şantiye doğmuştu. Toprağa ilk kazmayı vurduklarında işçiler ”Bu yalnızca taş değil, tarihin temeli” dediler. Günler ilerledikçe sahil boyunca yükselen iskeletler, geleceğin kalbi olacak fabrikanın hatlarını çiziyordu.

Önce devasa fırınların temeli atıldı. Kalın taş bloklar birbirine geçirildi, üzerine volkanik kayalardan elde edilmiş yüksek ısıya dayanıklı tuğlalar dizildi. ”Bu fırınlar,” dedi Başbilgin Enlil-Hotep, ”yalnızca taş eritmeyecek. İnsan aklının sınırlarını da eritecek.”

Kıyıya yakın bir yerde elektroliz salonu kuruldu. Göl tuzlarından elde edilen sodyum klorür, bakırla kaplı dev havuzlara taşınıyordu. Burada, bronz elektrotlar arasında kıvılcımlar çakıyor, suyun üzerinde mavi ışıklarla dans eden gaz kabarcıkları yükseliyordu. Bir işçi hayranlıkla bakıp fısıldadı: ”Sanki yıldırımı zincire vurduk.”

Dağlardan getirilen fluorit taşları için ayrı bir ocak yapıldı. Kayaların içinden sökülen yeşilimsi kristaller, kireç taşlarıyla birlikte fırınlara atılıyor, oradan çıkan asitli dumanlar cam tüplerden geçirilerek toplanıyordu. Bu, hidrojen florürdü. Sert, tehlikeli, yakıcı… ama aynı zamanda kriyolitin ruhu.

Boksit cevherinden elde edilen alüminyum oksit ise limanın hemen ardındaki öğütme değirmenlerinde işleniyordu. Buhar gücüyle dönen çarklar, kırmızı toprağı toz haline getiriyor, ardından kimyasal banyolarda saf beyaz bir toza dönüştürüyordu.

Bütün bu akış, fabrikanın kalbindeki reaktörlere yönlendiriliyordu. Dev bronz kazanların içinde, NaOH, Al₂O₃ ve HF buluşuyor, yüksek ısıda kaynaşıyordu. Başlarında bilginler nöbet tutuyor, sıcaklığı ölçüyor, basıncı izliyorlardı. İlk günlerde kazandan yalnızca duman ve başarısız çözeltiler çıktı. Ama yılmadılar. Günler geçti, haftalar geçti.

Ve nihayet bir sabah… Reaktörün içinden buz gibi beyaz kristaller doğdu. Işığı tutunca gökkuşağını andıran, saydam bir taş: Yapay kriyolit. İşçiler haykırdı, bilginler gözyaşlarını saklamadı. Çünkü bu yalnızca bir kimyasal değil, bilimin zaferiydi.

Fabrika artık bir taş yığını değil, ateşle, tuzla ve insan zekâsıyla işleyen bir kalp olmuştu. Gine’nin sahilinden yükselen bu dev yapı, kıtaları birleştirecek uluslararası bir sanayi ağının ilk ışığıydı.

 

19.5. İlk Alüminyum Üretimi ile Krala Sunulan Hediye

Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarında sessizlik hakimdi. Mumların titrek ışıkları, reaktörlerin bakır duvarlarında parlıyordu. Yapay kriyolit, ince beyaz kristaller halinde bir taş tepsisinde duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep derin bir nefes aldı.

“İşte,” dedi. ”Tanrının gözyaşlarını artık kendi ellerimizle çağırabiliyoruz.”

Simyacı Neshi elini uzattı, kristale dokundu. Taş soğuktu, ama içinde bir ateş gizlenmiş gibiydi. Onu büyük fırının içine yerleştirdiler, üzerine alümina döktüler. Bronz elektrotlar yerine yerleştirildi, basınçlı tüplerden elektrik fışkırdı. O an, havada keskin bir ozon kokusu yayıldı.

Saatler süren deneyin sonunda, fırının dibinde gümüşi, parlak bir sıvı toplandı. Soğudukça, katılaşan ve ışığı yansıtan ince levhalar ortaya çıktı. Başbilgin eğilip parmaklarıyla dokundu:

“Bu, yalancı gümüş…” dedi. ”Ama artık bizim eserimiz.”

Birkaç hafta boyunca laboratuvar yalnızca üretimle uğraştı. Küçük kalıplar, ince tabakalar, çubuklar yapıldı. Ardından, bilginlerin önerisiyle, krala sunulacak büyük bir hediye hazırlandı: eksiksiz bir yemek takımı. Tabaklar hafifti, kaşıklar parlıyordu, bıçaklar keskin, bardaklar inceydi.

O gün, kralın huzuruna çıktılar. Altın tahtında oturan Kral Karmen, hediyeyi görünce kaşlarını kaldırdı.

“Bu nedir? Gümüşe benziyor ama değil… Altın değil… Demir değil…”

“Efendim” dedi Başbilgin Enlil-Hotep, diz çökerek. ”Bu sizin ülkenizin ateşiyle, bizim aklımızın gücüyle doğdu. Yalancı gümüş… İnsanlığın yeni metali.”

Kral eline bir bardağı aldı, ışığa tuttu. Bardak o kadar hafifti ki şaşkınlıkla gülümsedi. Ardından kaşığı denedi, tabağa vurduğunda tiz bir ses çıktı.

“Bu metal,” dedi kral, ”sofrada da işe yarar. Ama asıl merak ettiğim… daha fazlasını yapabilir misiniz?”

Başbilgin ve bilginler aynı anda cevap verdi:

“Evet Efendim. Ama bunun için yalnızca laboratuvar değil, bir fabrika kurmamız gerekiyor.”

Kral gülümsedi.

“Öyleyse başlayın. Yalancı gümüşün diyarı buradan yükselecek.”

Ve böylece, ikinci büyük inşa süreci başlıyordu: alüminyum fabrikasının destansı doğuşu.

 

19.6. Alüminyum Fabrikasının İnşaatı

Kemet’in gökleri altında yeni bir çağın inşası başlıyordu. Taş bloklar değil, çelik iskeletler ve dev fırınların temelleri vardı artık. Halk, ilk kez kendi elleriyle anıt değil, tarihin ilk fabrikasını dikiyordu.

Nil kıyısında, dev bir fabrikanın temelleri kazılıyordu. Çamurdan yapılan tuğlalar değil, kalın taş bloklarla desteklenmiş fırın odaları, elektrik tüplerini besleyecek galeriler, bakır kabloları taşıyacak oluklar hazırlanıyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep inşaat alanının ortasında durdu, işçilere seslendi:

“Artık taş yığınları değil, ateşin ve elektriğin hüküm sürdüğü evler yapıyorsunuz. Bu yer, yalancı gümüşün rahmi olacak!”

Binlerce işçi çalışıyordu. Kimisi taş kesiyor, kimisi bakır telleri döşüyor, kimisi basınçlı tüplerin metal gövdelerini çekiçliyordu. Kadınlar da erkekler kadar çalışıyor, mühendisler her gün yeni çizimler getiriyordu.

Aynı günlerde, Gine’nin kırmızı topraklarından boksit yüklü gemiler yola çıkmıştı. Büyük yelkenliler rüzgârı dolduruyor, kervan başkanları yüklerin ağırlığını hesaplıyordu. Limana ulaşan boksit, hemen yapımı süren dev kamyonların kasalarına doldurulacaktı.

Kamyonların bir kısmı yalnızca boksit taşıyacak, bir kısmıysa Jabal Zayt’ın rüzgârlı kıyılarından petrol gazı fıçılarla getirecekti. Böylece Nil kıyısındaki enerji santrallerinin bacaları hiç sönmeyecek, fabrikalara durmaksızın güç pompalanacaktı.

Ve o santraller… Nil’in kıyısında yükselen dev bacalar, çarklarla dönen türbinler, akışı yönlendirilmiş su kanallarıyla çağlayanlar inşa ediliyordu. Yıldırımın gücü artık gökten değil, insanın ellerinden doğuyordu.

Halk kendi rızasıyla çalışıyordu. Çünkü biliyorlardı ki bu fabrika taş bir mezar değil, yaşayan bir gelecekti. Çocukları piramitlerin ve uydurulan binlerce tanrıların gölgesinde değil, ışıldayan yalancı gümüşten yapılan kanatların altında büyüyecekti.

Kral Karmen, inşaat alanını ziyaret ettiğinde gözleri gururla parladı.

“Bu,” dedi, ”ölüler için değil, yaşayanlar için dikilmiş en büyük anıt olacak.”

Ve böylece tarihte ilk kez, bir uygarlık tanrılarına değil, bilime ve üretime adanmış bir yapı inşa etmeye başlamıştı.

 

19.7. Alüminyum Fabrikasının Açılışı

Ve nihayet…

Göklerin rengi akşam alacasında ağır ağır kızıl bir tona bürünürken, fabrikanın devasa bacalarından yükselen duman, tarihin yeni bir çağını haber veriyordu. Fırınlar ateşlendi; kızıl kömür alevleriyle birlikte, dev potaların içinde beyaz ışık saçan eriyik metaller kaynamaya başladı. Yüksek gerilim şalterleri indirildiğinde, dev enerji santrallerinden gelen akım kabloları zangırdattı, makinalar homurdandı ve bütün fabrika bir devin uyanışı gibi titredi.

Bilginler ve ustalar, göz kamaştırıcı kıvılcımların karşısında heyecandan birbirlerine baktılar. İlk kez, yapay kriyolit yardımıyla eritilen boksit, potalardan süzülen gümüşümsü bir nehir halinde akıyordu. O an, insan emeğinin ve zekâsının birleştiği mucize gerçekleşmişti.

Kral, mermer basamaklarla çevrili tören meydanına kurulan fabrikanın girişine geldi. Onun huzurunda, işçiler ellerinde yeni dökülmüş ilk alüminyum külçesini taşıyorlardı. Parlaklığıyla gümüşle yarışan bu hafif metal, insanlığın en büyük armağanı gibiydi.

Borular ötüyor, davullar çalıyor, halk coşkuyla bağırıyordu. Piramit gibi saçma dağ gibi mezar dikmek yerine işçiler elektrikle işleyen çelik ve alüminyum fabrikası yükselmişti. İnsanlar ellerinde meşalelerle fabrikanın çevresinde halay çekerken, kral ellerini kaldırdı ve şu sözleri söyledi:

“Bugün taş değil, ışığı işledik! Bundan böyle göğe yükselen eserlerimiz, insanın kendi kudretine de şahitlik edecek.”

Kutlamalar sabaha kadar sürdü. Ateşin, elektrik ışıklarının ve göğü yırtan işçi şarkılarının altında, yeni çağın ilk büyük fabrikası resmen açılmış oldu.

..

19.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: ”Demek ki, sadece taş yetmiyor, insan aklı da taş gibi işlenmeli… Peki robot, neden bu insanlar bu kadar uğraştı? Bir metal için günlerce, aylarca niye uğraşsınlar ki?”

Nil-7: ”Çünkü Sahara, o metal onların göğe uzanan merdiveniydi. Altın süslerdi, demir korurdu, ama yalancı gümüş hafifti, dayanıklıydı, uçar gibiydi. Onlar göğe çıkmak istiyorlardı. Bir metal bazen sadece bir metal değildir; bir medeniyetin kanatları olabilir.”

Sahara: ”Peki ya o küçük kız, Salimatou… O sadece bir taş getirdi. Nasıl oldu da bütün kıtanın kalbini uyandırdı?”

Nil-7: ”Çünkü büyük kıvılcımlar küçük çakmak taşlarından doğar. Salimatou’nun taşı, kralların gururundan daha ağır geldi. Bazen bir çocuğun oyuncağı, bir imparatorluğun kaderini değiştirir.”

Sahara: ”Ama sonra hayal kırıklığına uğradılar… Kriyolit az çıktı. O an umutları sönseydi ne olurdu?”

Nil-7: ”O zaman tarihin akışı da sönerdi. Ama işte insanın sırrı budur: Yeter ki yolu kapansın, yeni bir yol çizer. Tanrı’nın gözyaşlarını doğadan bulamayınca, kendi elleriyle döktüler. Bu yüzden o metal, yalnız taşın değil, insan inadının da eseridir.”

Sahara: ”Söylesene Nil-7… Sence kral neden bu kadar sabretti? Neden bilginlere zaman verdi? Çoğu kral sabırsız olurdu.”

Nil-7: ”Çünkü Kral Karmen, taşlarla değil, zihinlerle imparatorluk kurduğunu biliyordu. O, altınla değil, akılla süslenmiş bir taht kurmak istedi. Bir kral sabırla beklerse, halkı da sabırla çalışır. Ve sabırdan doğan metal, asla paslanmaz.”

Sahara: ”Bu hikâyede en çok hoşuma giden şey, onların ‘birlikte’ demesi… Ama gerçek dünyada insanlar neden çoğu zaman birlikte olamıyor?”

Nil-7: ”Çünkü Sahara, insanlar çoğu zaman ‘benim toprağım, benim çıkarım, benim gücüm’ diye düşünür. Ama unuttukları şey şudur: Metal tek bir elde değil, birlikte işlendiğinde değer kazanır. Tarihin en parlak anları, insanların birlikte söylediği şarkılardır. Ayrı ayrı sesler gürültü olur, birlikte söylenirse destan olur.”



20. Bölüm: Roketli Uçuş Sanatı (M.Ö. 3082)

20.1. Kralın Uykusuz Gecesi

Kral Karmen o gece yatağında sağa sola dönüp duruyordu. Dört yıl önceki o sahne, dumanın içinden göğe fırlayan ilk kutu, zihninde tekrar tekrar canlanıyordu. O anın heyecanı hâlâ damarlarında dolaşıyor, kulaklarında hâlâ o ıslık sesi çınlıyordu.

Balkonda haykırdığı söz kulağına geri gelmişti:

“Daha yükseğe!”

Ama aradan geçen dört yılda krallık bambaşka bir yola girmişti. Buharlı motorlar icat edilmiş, ilk fabrikalar çalışmaya başlamıştı. Elektrik kabloları saray koridorlarından şehre yayılmaya başlamıştı. Benzinli motorlarla arabalar yapılmaya başlanmış, köylerden şehre mal taşıyan atlı arabaların yerini gürültülü makineler almıştı. Alüminyum keşfedilmiş, gökyüzünün rengini hatırlatan bu hafif metal, bilginlerin ellerinde mucizelere dönüşüyordu.

Ama roket?

Hayır… Roketi daha ileri götürmeye zamanları olmamıştı.

Kral yerinden fırladı. Hizmetçilere emir verdi:

"Bana Başbilgini çağırın! Hemen, şimdi!"

Gece yarısı uykusundan kaldırılan Başbilgini, ince pijamaları içinde koşarak geldi. Saçları dağılmış, göz kapakları yarı kapalıydı ama kralın gözlerindeki parıltıyı görünce ayıldı.

Kral derin bir nefes aldı:

"O geceyi hatırlıyor musun? Kutunun göğe fırladığı anı?"

Başbilgin Enlil-Hotep başını salladı, hafifçe gülümsedi:

"Tabiyki hatırlıyorum efendim… Krallığımızın yeni çağının ilk işaretiydi."

Kral sesini yükseltti:

"Peki neden hâlâ göğe çıkamadık? Buhar motorları var, elektrikli arabalarımız var, alüminyumumuz var… Ama hâlâ o kutudan daha yükseğe çıkmadık!"

Başbilgini sustu. Bir süre düşündü. Sonra ağır ağır konuştu:

"Çünkü, efendim, gökyüzü ile uğraşmak sabır ister. Biz halkın ekmeğini çoğaltmak, hayatını kolaylaştırmak için motorlara yöneldik. Ama göğe çıkmak… O başka bir hayaldir."

Kral hiddetle ayağa kalktı, kollarını açtı:

"Hayaller benim işimdir! Sizin işiniz onları gerçeğe çevirmek!"

Odada derin bir sessizlik oldu. Sadece gece lambasının titrek ışığında Başbilgini’nin yüzündeki gölge kıpırdadı. Sonunda bilgin başını eğdi:

"O halde, yeniden roket işine dönelim. Buharı ve elektriği kullandık, petrol gazını öğrendik, alüminyumu işledik… Artık bu bilgilerle o kutuyu ve daha büyüklerini göğün ötesine taşıyabiliriz."

Kralın gözleri parladı.

"Başla o zaman! Sabah olur olmaz bütün bilginleri topla. Benim dört yıldır geceleri uykumu kaçıran hayalimi gerçeğe dönüştürün. Bana… Daha yükseğini verin!"

 

20.2. Bilginler Toplantısı

Sabah olduğunda sarayın büyük salonunda bilginler toplandı. Masanın ortasında dört yıl öncesinden kalma alınan notların yazıldığı parşömen ruloları, barut torbaları ve daha önce yapılmış küçük roket kutuları vardı. Kral, tahtında oturuyordu ama yüzündeki sabırsızlık her şeyi ele veriyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep söze başladı:

"Efendim, dört yıl önce tesadüfen başlayan roket sanatı hâlâ kara barutla sınırlı. Buhar ve benzin bize yeni yollar açtı ama roket için hâlâ tek yakıt bu. Bugün onun sınırlarını test edeceğiz."

Sekhdukar hemen atıldı:

"Ben barutatı yaparken öğrendim ki kara barut, arabayı ileri yürütebiliyor. Ama patlamanın şiddeti çok dengesiz. Eğer roketlerde de aynı dengesizlik olursa… (bir an sustu, ellerini açarak) …ya göğe çıkarız, ya da havada parçalanırız!"

Tefnut gülerek ekledi:

"Yani ya yıldızlara, ya mezarlığa!"

Herkesin yüzü ciddileşti. Çünkü bu sadece bir şaka değildi, gerçek bir ihtimaldi.

Başbilgin parşömenine yeni bir çizim yaptı:

"Kara barutun gücü sınırlı. Tozun tanesi, havayla ne kadar hızlı karışırsa, o kadar hızlı yanar. Ama ne kadar yükseğe çıkarabiliriz? En iyi ihtimalle, yüzlerce metre. Belki biraz daha fazla. Ama ötesi yok."

Kral öne eğildi:

"O zaman sınırına kadar deneyin! Bana gökyüzünün kapısını açın. Patlamadan korkmayın."

Sekhdukar’ın gözleri parladı.

"Efendim, benim barutat deneyimlerimden faydalanabiliriz. Patlama şiddetini önce bir haznede toplayıp, dar bir ağızdan bırakmak gerek. Böylece gaz birden değil, yönlendirilerek çıkar. Yani… barut da nefes alıp verebilir!"

Başbilgin başını salladı.

"Güzel. Haftaya büyük meydanda en güçlü kara barut roketimizi yapacağız. Eğer göğe çıkmazsa, o zaman yeni ve daha güvenli yakıt arayışına girmemiz gerekecek."

Kral ayağa kalktı, sesi salonu doldurdu:

"O hâlde başlayın! Bugün göğün sınırını, yarın yıldızların kapısını zorlayacağız!"

Bilginler bir an sustu. İçlerinden bazıları barutun tehlikesini düşündü, bazıları göğün davetini. Ama hepsi, önlerinde yeni bir çağın durduğunu biliyordu.

 

20.3. Roket Tasarımı Üzerine Tartışmalar

Öğleden sonra kayıtlar salonunun büyük odasında ateşli bir tartışmaya dönüştü. Masanın etrafında toplanan bilginler, parşömen rulolarını açmış, küçük ahşap modellerle roket tasarımlarını sergiliyordu. Hava, mürekkep ve eski papirüs kokusuyla doluydu; dışarıda Nil’in suları hafifçe çalkalanırken, içeride fikirler fırtına gibi çarpışıyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep, masanın ortasına bir ahşah roket modeli yerleştirdi. Model, dört yıl önceki kutunun geliştirilmiş haliydi: Uzun bir gövde, dar bir ağız ve içindeki barut haznesi. ”İşte başlangıcımız,” dedi. ”Ama kara barutun gücü sınırlı. Patlama değil, itiş gücü yaratmalıyız. Gazı kontrollü salıvermek için, hazneyi daraltalım ve bir valf ekleyelim; tıpkı Nil’in barajlarında suyun akışını yönettiğimiz gibi.”

Sekhdukar, modelin yanına eğildi ve bir parmakla hazneyi işaret etti. ”Doğru söylüyorsun, efendim. Ama valf yetmez. Barutun yanma hızını ayarlamalıyız. Daha ince toz yaparsak, yanma yavaşlar ve itiş uzar. Düşünün: Bir ok gibi fırlamak yerine, bir kartal gibi süzülmek!” Gözleri parlıyordu; barutla yıllarca uğraşmış biri olarak, bu onun tutkusuydı.

Tefnut, kaşlarını çatarak araya girdi. ”Yavaş yanma mı? Tehlikeli! Hatırlayın, geçen ayki barut denemesinde toz ince olunca, kazanda birikinti oluştu ve patlama neredeyse bizi yuttu. Hayır, ben diyorum ki alüminyumu kullanalım. Hafif gövdeler yaparsak, roket daha yükseğe çıkar. Alüminyum devrimimiz boşuna mıydı?”

Salondaki bilginlerden biri, genç Irsu, heyecanla ayağa kalktı. ”Alüminyum! Evet! Gövdeyi alüminyumdan yaparsak, ağırlık azalır. Ama yakıtı da geliştirmeliyiz. Kara barutun yanına, petrol gazı ekleyelim. Gazı sıvı halde depolayalım, barutla karıştırınca patlama değil, sürekli bir alev olsun. Düşünün: Roket, bir ejderha gibi nefes alsın!”

Kral Karmen, tahtından öne eğildi, parmaklarını masaya vurarak konuştu: ”Ejderha mı? Güzel! Ama riskli. Bir ejderha kontrolden çıkarsa, sarayı yakar. Önce küçük testler yapın. Alüminyum gövdeli, valfli bir roket. Ve yakıtı karıştırmadan önce, her bileşeni ayrı ayrı deneyin.”

Tartışma hararetlendi. Nabu-Ser, sessizce dinledikten sonra söze girdi: ”Efendim, bir de yönlendirme meselesi var. Roket göğe fırlıyor ama rüzgârla savruluyor. Kanatçıklar ekleyelim; delta kanatlarındaki gibi. Uçma Olimpiyatları’ndan ilham alalım. Amina’nın süzülüşü gibi, roket de dengeli uçsun.”

Başbilgin başını salladı, not aldı. ”Mükemmel. Yani tasarımlarımız: Hafif alüminyum gövde, kontrollü valf, ince barut ve kanatçıklar. İlk test için, Nil kıyısında bir rampayı hazırlayın. Hedef: Dört yıl önceki yükseklikten iki kat fazla.”

Bilginler, modelleri işaret ederek çizimler yaptı. Salon, fikirlerin ve kahkahaların karışımıyla doldu. Ama altında bir gerilim vardı: Başarısızlık, kralın hayalini erteleyebilirdi. Kral, pencereden gökyüzüne bakarak mırıldandı: ”Daha yükseğe... Yıldızlara kadar.”

20.4. İlk Test Roketinin İnşası

Toplantıdan hemen sonra, bilginler Kayıtlar Salonu’nun atölyesine geçti. Güneş, taş duvarlardan sızarken, çekiç sesleri ve metalin tıngırtısı yankılanıyordu. Alüminyum levhalar, Gine’den gelen son sevkiyattan kesilmişti; hafif ama parlak, sanki gökyüzünden düşmüş gibiydiler.

Sekhdukar, barut ocağında çalışıyordu. İnce tozu eleyerek torbalara dolduruyor, her ölçüyü iki kez kontrol ediyordu. ”Bu toz, roketin kalbi,” diyordu çıraklarına. ”Yanlış bir oran, kalp durur.”

Tefnut ve Irsu, alüminyum gövdeyi şekillendiriyordu. Çekiçler, ince levhaları kıvırıyor, bronz cıvatalar birleştiriyordu. Gövde, bir mızrak gibi uzun ve dar olmuştu; ucunda dar bir ağız, arkasında valf. ”Hafifliği hissedin,” dedi Tefnut, gövdeyi kaldırarak. ”Bir çocuk bile taşıyabilir. Ama ateşlendiğinde, bir dev gibi yükselecek.”

Nabu-Ser, kanatçıkları tasarlıyordu. Delta kanatlardan esinlenerek, küçük ahşap kanatçıklar ekledi. ”Bunlar, rüzgârı yönlendirsin,” dedi. ”Roket, sadece fırlamasın; uçsun.”

Başbilgin Enlil-Hotep, her parçayı denetliyordu. Geceye kadar çalıştılar; meşaleler yandı, işçiler yoruldu. Sonunda, roket hazırdı: Bir metre boyunda, gümüş rengi bir ok. Kral, atölyeye geldiğinde, roketi eline aldı. ”Bu,” dedi, ”hayalimin ilk kanadı.”

20.5. Nil Kıyısındaki Test Uçuşu

Ertesi sabah, Nil’in sakin kıyısında bir rampa hazırlandı. Halk, merakla toplanmıştı; çocuklar roketi işaret ediyor, yaşlılar fısıldaşıyordu. Uçma Olimpiyatları’ndan beri gökyüzü heyecanı dinmemişti, ama bu sefer bir makine uçacaktı.

Bilginler, roketi rampaya yerleştirdi. Valfi kontrol ettiler, barutu doldurdular. Kral, tepeden izliyordu; kalbi göğsünde çarpıyordu. ”Hazır mısınız?” diye sordu.

Başbilgin başını salladı. Tefnut, uzun bir fitili yaktı. Herkes nefesini tuttu.

Islık sesi yükseldi. Roket titredi, sonra... Fırladı! Alüminyum gövde, güneş ışığında parlayarak göğe doğru yükseldi. Kanatçıklar rüzgârı yakaladı, roket savrulmadan düz bir çizgi izledi. Yüz metre, iki yüz metre... Dört yıl önceki kutudan üç kat yükseğe çıktı.

Ama sonra, bir patlama! Roket havada dağıldı, parçalar Nil’e yağdı. Halk çığlık attı, bilginler yere eğildi.

Kral, balkondan haykırdı: ”Hayır! Devam edin! Bu, sadece bir adım!”

Başbilgin, yere düşen parçaları toplarken mırıldandı: ”Valf tıkanmış. Barut çok ince yanmış. Ama uçtu... Gerçekten uçtu.”

20.6. Başarısızlık ve Yeni Keşifler

Atölyeye dönen bilginler, roketin kalıntılarını inceledi. Sekhdukar, valfi parçaladı: ”Tıkanıklık buradan. Gaz birikmiş.” Tefnut, alüminyum parçaları kontrol etti: ”Gövde sağlam kalmış. Hafiflik işe yaramış.”

Tartışma yeniden alevlendi. Irsu önerdi: ”Petrol gazını ekleyelim. Sıvı yakıt, baruttan daha kontrollü.” Nabu-Ser ekledi: ”Ve birden fazla aşama yapalım. Roket, katman katman atlasın; her katman ayrı yansın.”

Kral, ertesi gün geldiğinde, yeni bir model gördü: Gazlı bir roket. ”Bu sefer,” dedi, ”yıldızlara dokunacağız.”

Bilginler, gece gündüz çalıştı. Başarısızlık, onları yıldırmamıştı; aksine, hayali daha da yaklaştırmıştı. Roketli Uçuş Sanatı, artık bir sanat değil, bir devrimdi.

20.7. İkinci Test ve Zafer

Bir hafta sonra, yeni test. Roket, rampada parlıyordu. Fitil yandı, ıslık yükseldi. Bu sefer, roket düzgün yükseldi; üç yüz metre, dört yüz... Roket, gökyüzünde bir yıldız gibi süzüldü.

Halk coşkuyla bağırdı. Kral, yumruğunu sıktı: ”Daha yükseğe!”

Roket, zirveye ulaştığında, bir işaret fişeği patlattı; gökyüzünde kırmızı bir çiçek açtı. Bilginler sarıldı, halk dans etti.

Başbilgin, krala döndü: ”Efendim, bu sadece başlangıç. Bir gün, insanlar bu roketlerle uçacak.”

Kral gülümsedi: ”Hayır, Enlil-Hotep. Bir gün, yıldızlara ulaşacağız.”

Ve böylece, Roketli Uçuş Sanatı, Kemet’in yeni efsanesi oldu. Hayaller, metal ve ateşle gerçeğe dönüşüyordu.

 

20.8. Rahibin İtirazı ve Tavuklu Roket

Sarayın büyük salonunda bilginlerin tartışması devam ederken, kapıda uzun, siyah bir cübbe içinde, elinde asasıyla Rahip Amun-Ra belirdi. Gözleri, ateşli bir inançla parlıyordu; sesi, salonun taş duvarlarında yankılandı. ”Boşuna uğraşıyorsunuz, bilginler!” diye gürledi. ”Gökyüzü, bulutların ötesinde tanrılara aittir! Canlılar, o kutsal boşlukta nefes alamaz. Roketleriniz, tanrıların gazabını çağıracak. İnsanı oraya taşımaya kalkarsanız, yere yalnızca küller döner!”

Bilginler sustu, kral kaşlarını çattı. Başbilgin Enlil-Hotep, sakin ama kararlı bir sesle yanıtladı: ”Saygıdeğer rahip, tanrı bize akıl verdi. Gökyüzüne ulaşmak, tanrının hediyesini onurlandırmaktır. Ama sözlerinizde haklılık payı var. Canlıların roketle uçuşa dayanıp dayanamayacağını test etmeliyiz.”

Sekhdukar, muzip bir gülümsemeyle öne atıldı. ”Öyleyse bir tavukla deneyelim!” dedi. ”Tavuk basit bir canlı. Eğer o hayatta kalırsa, insan da kalabilir. Hem, tanrılar bir tavuğa gazap etmez, değil mi?” Salonda birkaç kıkırdama yankılandı.

Tefnut, ellerini beline koyarak itiraz etti. ”Tavuk mu? Ciddi misiniz? Roketi fırlatırız, ama yere yumuşak indiremiyoruz! Tavuk hayatta kalsa bile, yere çakılırsa canlı kalabildiğini nasıl anlarız? Uçan bir tavuk mezarlığı mı yapacağız?” Kahkahalar yükseldi, ama gerilim de artıyordu.

Kral Karmen, tahtından öne eğildi. ”O zaman bir çare bulun,” dedi. ”Tavuğu gökyüzüne çıkarın ve sağ salim indirin. Rahiplerin uydurduğu tanrıların gazabı mı, yoksa bilginlerin aklı mı kazanacak, görelim.”

20.9. Beyin Fırtınası ve Paraşüt

Bilginler, Kayıtlar Salonu’nun atölyesine çekildi. Ortada bir ahşap masa, etrafında parşömenler, barut torbaları ve alüminyum parçaları vardı. Meşaleler, taş duvarlarda gölgeler oynatıyordu. Beyin fırtınası başladı, ama fikirler hızla absürt bir hal aldı.

Irsu, heyecanla söze daldı. ”Tavuğun kafesini roketin tepesine bağlayalım! Roket en yükseğe çıkınca, kafes açılsın, tavuk kanat çırpıp uçarak insin!”

Sekhdukar kahkahayı patlattı. ”Uçarak mı? Tavuğa kafesten zamanında çıkmayı nasıl öğreteceksin? Bir de ona ‘Hadi, şimdi süzül!’ mi diyeceğiz?” Salonda gülüşmeler yankılandı; bir çırak, kahkahadan yere çömeldi.

Tefnut, gözlerini devirerek ekledi: ”Belki tavuğa delta kanat takarız! Uçma Olimpiyatları’nda Amina gibi süzülsün!” Bu fikir, bilginleri daha da güldürdü; Nabu-Ser, masaya vurarak, ”Kral bunu duysa, hepimizi tavuk çobanı yapar!” dedi.

Ama Başbilgin Enlil-Hotep, kaşlarını çatarak susturdu. ”Ciddi olun! Tavuğu sağ salim indirmeliyiz. Roket zaten alüminyum gövdeli, hafif. Belki gövdeye bir mekanizma ekleriz; bir çeşit... yavaşlatıcı.”

Tam o sırada, genç bilgin Nabu-Ser, ”Bir dakika!” diyerek fırladı. Atölyeden dışarı koştu, Nil kıyısındaki otluk alana daldı. Dakikalar sonra, elinde bir karahindiba sapıyla döndü. Parmaklarının arasında, karahindibanın paraşüte benzeyen tohumları sallanıyordu. Üfledi; tohumlar, hafif bir rüzgârla süzülerek yere indi. ”Bunu düşünün!” dedi. ”Doğanın kendi çözümü! Roket, en yüksek noktaya ulaştığında, böyle bir şey açılırsa, tavuk yavaşça iner.”

Bilginler, önce sessizce bakıştı, sonra kahkahalar patladı. Sekhdukar, ”Karahindiba mı? Tavuğu çiçekle mi indireceğiz?” dedi, ama gözleri merakla parlıyordu.

Tefnut, parşömenine bir çizim yaptı. ”Ciddi olalım. Karahindiba ilham verici. İpek kumaştan bir örtü yapalım, roketin tepesine katlanmış halde dursun. Zirvede bir ip mekanizmasıyla açılsın, tıpkı tohumlar gibi süzülsün.”

Irsu, heyecanla ekledi: ”Ve alüminyum çubuklarla destekleyelim! Hafif ama sağlam. Tavuk, bir karahindiba tohumu gibi iner!”

Başbilgin, başını salladı. ”Bu... çılgınca ama mantıklı. Hadi, ipek paraşütü ve alüminyum çubukları deneyelim. Ama önce, tavuğu seçelim. Cesur bir tavuk olmalı!”

Salonda gülüşmeler yankılanırken, bilginler çalışmaya koyuldu. Rahibin itirazı, onları yıldırmamıştı; aksine, doğadan ilham alan bir çözüm bulmuşlardı.

20.10. Paraşüt Üretimi ve Açılma Mekanizması

Paraşüt fikri, Nabu-Ser’in karahindiba ilhamıyla doğmuştu, ama bilginler bunun nasıl üretileceği ve açılacağı konusunda hâlâ tartışıyordu. Atölyede, ipek kumaşlar masaya serilmiş, alüminyum çubuklar yığılmıştı. Tefnut, ipeği elleriyle yoklayarak, ”Bu kumaş hafif, ama roketin hızına dayanmalı,” dedi. ”Ve açılma anı... Eğer yanlış zamanda açılırsa, ya yırtılır ya da tavuk ezilir!”

Irsu, bir parşömen çizimiyle öne çıktı: ”Bir yay mekanizması koyalım! Roketin tepesine küçük bir yay, ipeği katlanmış halde tutsun. Zirveye ulaşınca, bir mandal serbest kalsın, yay açılsın, ipek paraşüt yayılsın!” Sekhdukar, kaşlarını kaldırarak sordu: ”Peki mandal nasıl serbest kalacak? Tavuk mu itecek?” Salonda kahkahalar yankılandı.

Başbilgin, bir fikirle parladı: ”Barutun gücünü kullanalım! Roket zirveye ulaşınca, küçük bir barut haznesi ateşlensin. Patlama, mandalı itsin, yay açılsın.” Nabu-Ser, endişeyle itiraz etti: ”Barut mu? tavuğu kızartırız!” Ama Başbilgin, ”Küçük bir doz,” dedi. ”Tıpkı bir nefes gibi, kontrollü.”

Üretim başladı. İpek kumaş, alüminyum çubuklarla çerçevelendi; çubuklar, paraşütün şeklini koruyacak kadar sağlam, ama hafifti. Yay mekanizması, kapsülün tepesine yerleştirildi; küçük bir barut haznesi, ince bir fitille bağlandı. Test için, kapsülün içine taş kondu.

Nabu-Ser, bir fikirle parladı: ”Sıcak hava balonu kullanalım! Uçma Olimpiyatları’nda balonlar gördük; ipek bir torba, ateşle ısıtılırsa yükseliyor. Kapsülü balona bağlayalım, gökyüzüne çıkaralım, sonra bırakalım. Paraşüt açılırsa, güvenli bir test yapmış oluruz!”

Tefnut, parşömenine bir balon çizimi karaladı: ”Mantıklı! Balon bizi roketin patlama riskinden kurtarır. Paraşütü test eder, tavuğu riske atmayız.”

Nil kıyısında, balon hazırlandı.  Kapsül, sepetin altına bağlandı. Halk, ”Uçan sepet!” diye bağırarak toplandı; çocuklar balonu işaret ediyordu. Alev verilince, balon yavaşça yükseldi, yüz metre, iki yüz metre... Bilginler, ipi çözdü; kapsül serbest bırakıldı. Bir "pop" sesiyle barut haznesi ateşlendi, mandal açıldı, yay paraşütü fırlattı. İpek, karahindiba gibi süzülerek açıldı; kapsül, Nil kıyısına yumuşakça indi. Bilginler alkışladı, ama Tefnut homurdandı: "Fitil rüzgârda sönseydi, taşlar taş gibi düşerdi!"

İkinci deneme için, fitili korumak için alüminyum bir kapak eklendi. Bu kez, kapsüldeki taşın ağırlığı artırıldı. Balon yeniden yükseldi, kapsül daha yüksekten bırakıldı, paraşüt açıldı. Başbilgin, parşömenine yazdı: ”Sıcak hava balonu, paraşüt için güvenli bir sınav. Tavuğu roketle uçurmadan önce, bu mekanizma hazır.”

 

20.11. Cesur Tavuk ve İlk Test

Bilginler, sarayın kümesinden en canlı tavuğu seçti: Kızıl tüyleri ve dik bakışlarıyla ”Cingöz” adını verdikleri bir tavuk. Cingöz, küçük bir alüminyum kafese yerleştirildi; kafes, roketin tepesine bağlandı. Roketin gövdesi, ince barut ve petrol gazı karışımıyla doldurulmuştu. Tepesinde, ipekten bir paraşüt, alüminyum çubuklarla katlanmış halde bekliyordu.

Nil kıyısında, rampa yeniden hazırlandı. Halk, meraklı gözlerle toplandı; çocuklar, ”Uçan tavuk!” diye bağırıyordu. Rahip Amun-Ra, kollarını kavuşturmuş, kenarda duruyordu. ”Tanrılar, bu küstahlığı affetmez,” diye mırıldandı.

Fitil yandı. Roket, ıslık çalarak göğe fırladı. Cingöz’ün kafesi, roketin tepesinde titriyordu. Yüz metre, iki yüz metre... Roket, zirveye ulaştığında, bir tık sesi duyuldu. İpek paraşüt açıldı, karahindiba tohumları gibi süzülerek genişledi. Cingöz’ün kafesi, yavaşça yere doğru inmeye başladı.

Halk, nefesini tuttu. Paraşüt, rüzgârla dans ederek Nil’in kıyısına kondu. Bilginler koştu, kafesi açtı. Cingöz, tüylerini kabartarak gıdakladı, canlı ve öfkeli!

Sekhdukar, kahkahayla bağırdı: ”Tanrılar tavuğu sevdi!” Tefnut, paraşütü kontrol etti: ”İpek sağlam. Alüminyum çubuklar da. Bu, işe yaradı!”

Kral Karmen, balkondan alkışladı. ”Rahip!” diye seslendi. ”Görüyorsun, gökyüzü bize kucak açtı! Cingöz uçtu, bir gün insanlar da uçacak!”

Amun-Ra, sessizce başını eğdi, ama dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. ”Belki,” dedi, ”yeterince yükseğe çıkaramadığınız için tavuk canlı geri dönebildi.”

 

20.12. Basınçlı Kapsül Fikri ve Üretimi

Bilginler, Cingöz’ün paraşütle sağ salim inişinden sonra atölyede toplandı. Meşaleler, taş duvarlarda gölgeler oynatıyordu; masada alüminyum roket parçaları, ipek kumaşlar ve barut torbaları yığılmıştı. Rahip Amun-Ra’nın ”Gökyüzünde canlılar nefes alamaz” uyarısı, bilginlerin aklını kurcalıyordu. Sekhdukar, elindeki roket modelini sallayarak söze atıldı:

“Cingöz şanslıydı! Ama daha yükseğe çıkarsak, hava incelir. Tavuk bile olsa, nefessiz kalır. Roketin tepesine bir kafes koyduk, ama bu yetmez. Canlıyı korumak için bir... bir kabuk yapmalıyız!”

Tefnut, kaşlarını çatarak mırıldandı: ”Kabuk mu? Roketi zaten alüminyumdan yaptık, daha ne kabuğu?” Ama Nabu-Ser, parmaklarını şıklatarak fırladı: ”Bir kapsül! Hava geçirmez, sağlam bir kap! İçineki hava dışarı kaçamasın, ne kadar yükselirse yükselsin içindeki canlı gökyüzünde nefes alsın!”

Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine bir çizim karaladı: yuvarlak bir alüminyum kapsül, kenarları bronz cıvatalarla mühürlenmiş, içinde küçük bir hava haznesi. ”Basınçlı bir kapsül,” dedi. ”Alüminyum hafif, ama dayanıklı olmalı. Ama nasıl?”

Irsu, atölyenin köşesindeki deri körüğü işaret etti. ”Petrol gazını depoladığımız basınçlı tüpler gibi. Çok daha büyük. Kapağının kenarından hava sızdırmaz olmalı. Vidalarla sıkıştırırız.” Bilginler, önce birbirine baktı, fikir mantıklıydı.

Atölyede çalışma başladı. Alüminyum levhalar, çekiçlerle yuvarlak bir kapsüle şekillendirildi. Bronz cıvatalar, kenarları sıkıca mühürledi. Körük, bir çırak tarafından çevrilerek kapsüle hava bastı; kapağın kenarlarından minik bir tıslama duyuldu. Suya batırarak kaçağın yerini tespit ettiler. Kapağın kenarlarını zımparalayıp tekrar civataları sıkıştırdılar. Tefnut, kapsülü kaldırıp kontrol etti: ”Bu sefer mükemmel. Hafif, ama sağlam. Cingöz ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, bu kabukta nefes alır!

 

20.13. İki Aşamalı Roket ve Ayrılma Mekanizması

İki aşamalı roket fikri, Nabu-Ser’in ”Katman katman atlasın” önerisiyle doğmuştu. Bilginler, roketin daha yükseğe çıkması için bir aşamanın sönüp diğerinin ateşlenmesi gerektiğini biliyordu. Ama aşamaların nasıl ayrılacağı büyük bir sorundu. Atölyede, alüminyum roket modelleri masada sıralanmıştı; bilginler, parşömenlere çizim üstüne çizim yapıyordu.

Sekhdukar, bir modelin iki parçasını elinde tutarak, ”İlk aşama yanıp bitsin, sonra ikinci aşama devreye girsin. Ama nasıl ayrılacak? Kendiliğinden mi kopacak?” dedi. Tefnut, alaycı bir gülümsemeyle, ”Koparsa roket dağılır, Cingöz’le birlikte Nil’e uçar!”

Irsu, bir fikirle parladı: ”Bir mandal sistemi! İlk aşama sönünce, bir barut şarjı ateşlensin, mandalı itsin, ikinci aşama ayrılsın!” Başbilgin, kaşlarını kaldırarak, ”Barut yine mi? Cingöz’ü bu sefer gerçekten kızartırsınız!” dedi, ama fikir ilgisini çekmişti.

Tasarım şekillendi: İki aşamalı roket, alüminyum gövdelerden oluşuyordu. İlk aşama, kalın bir barut haznesiyle dolu; ikinci aşama, daha küçük bir hazne ve kapsül taşıyordu. Aşamalar, bronz bir mandalla birleşiyordu. Mandal, küçük bir barut şarjına bağlıydı; şarj, ilk aşama sönünce ateşlenecekti. Ayrılma için, mandalın iteceği bir yay mekanizması tasarlandı, böylece ikinci aşama yumuşakça ayrılacaktı.

Deney için, Nil kıyısında bir test rampası hazırlandı. Roket, iki aşamalıydı: Deney için kapsül, roketin tepesine yerleştirildi. İçine Cingöz’ün küçük kafesi kondu, kapsül mühürlendi. İlk test, Nil kıyısında yapıldı. İlk aşama, büyük bir alüminyum gövde; ikinci aşama, Cingöz’ün kapsülünü taşıyordu. 

Fitil yandı, ilk aşama fırladı, gökyüzüne yükseldi. Roket fırladı, kapsül gökyüzüne yükseldi. Yüz metrede, bir pop sesiyle barut şarjı ateşlendi; mandal açıldı, yay ikinci aşamayı itti. İkinci aşama, kendi barutunu ateşleyerek daha yükseğe çıktı. Zirvede paraşüt açıldı. Cingöz’ün kapsülü süzülerek indi.

Halk, çığlıklarla alkışladı. Sekhdukar, zaferle bağırdı: ”İki aşama, iki zafer!” Ama Tefnut, yere düşüp parçalanan ilk aşamayı işaret etti: ”Bir dahaki sefere, bu parçayı da sağ salim indirelim!” Başbilgin, parşömenine yazdı: ”Yüksek irtifalara ulaşmak için çok kademeli roket sistemi şart. Her kademeyi görevine özel olarak optimize etmeliyiz.”

Bilginler kapsülü açtığında, Cingöz gıdaklayarak dışarı fırladı, roketle fırlatılmaya alışmış, hatta eğlenmiş gibiydi. Sakin ve tüyleri hâlâ pırıl pırıldı.

Nabu-Ser, zaferle bağırdı: ”Basınçlı kapsül, canlıları yıldızlara taşıyacak.” Başbilgin, parşömenine not aldı: ”Daha yükseğe çıkabilmek için daha büyük roket ve daha güçlü yakıt bulmalıyız.”

..

20.14. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: (kahkahasını bastıramaz) "Tavukla roket test etmek… İnsanlık tarihine bakınca, en çılgın fikirlerin bile bir gün işe yaradığına şaşmamalı."

Nil-7: "Çılgın değil, metodik. Önce cansız yük, sonra basit canlı, sonra insan. Bu, risk minimizasyonu stratejisidir."

Sahara: "Ama o dönemde, bunu ciddi ciddi tartışan bilginlerin “tavuğu delta kanatla süzdürelim” demeleri çok komik!"

Nil-7: "Mizah, yenilikçi süreçlerin katalizörüdür. Kahkaha olmadan fikirler donuk kalır. Karahindibadan paraşüt fikrinin çıkması bunun kanıtı."

Sahara: "Nil-7, bir şeyi merak ediyorum. O dönemdeki bilginler roketi nasıl hayal etti? Bugün bizim bildiğimiz gibi bir silindir mi, yoksa bambaşka bir şekil mi?"

Nil-7: "İlk fikirler basitti: içi oyulmuş silindirler, arkası kapalı, önden açık. Barut yanınca gaz dışarı fırlıyordu. Aslında bugünkü roket motorunun en ilkel hali."

Sahara: "Ama sorun şu olmalıydı… Yükselse bile, dengede nasıl kalacaktı?"

Nil-7: "İşte en büyük mesele buydu. Roketler çoğunlukla yan devriliyor, düşüyor ya da kendi etrafında dönüyordu. Kanatçık eklemeyi düşündüler, ama o da her zaman çözüm olmadı."

Sahara: "Peki ya hız? İnsan taşıyacak kadar güçlü olamazdı, değil mi?"

Nil-7: "Güç vardı, ama süre yoktu. Barut çok hızlı yanıyordu. Bir anda büyük bir itiş veriyor, sonra tükeniyordu. Yani kısa bir zıplama, tavana dokunup geri düşmek gibi."

Sahara: "Yani asıl sorun, yakıtın dayanıklılığı…"

Nil-7: "Evet. Daha uzun, daha kontrollü yanış için onyıllar beklemek gerekti."

Sahara: "Bu kadar zorluğa rağmen neden vazgeçmediler?"

Nil-7: "Çünkü gökyüzü, insanın en eski merakıydı. Bir kez gözlerini oraya diktiğinde, yere razı olamazsın."

Sahara: "Demek ki roket, önce bir düş, sonra bir hayal, en sonunda da bir hesap işi oldu."

Nil-7: "Güzel söyledin, Sahara. Her roket aslında önce bir soruyla ateşlenir."

Sahara: "Bu tavuk Cingöz’ün uçuşunu izlemek isterdim. Kim bilir, belki de tarihin ilk “astronot”u bir tavuktur."

Nil-7: "Kayıtlara geçmemiş olabilir. Ama varsayalım ki öyle oldu… O zaman, yıldızlara giden yolun ilk adımı “gıdak” ile atılmıştır."

Sahara: (kahkahalarla) "Yıldızlara gıdaklayarak yürümek! İşte bu, tarihin en güzel komedisi olurdu."



Bölüm 21: Daha Güçlü Yakıt (M.Ö. 3081)

21.1. Ateş Tozu - Atölye de Patlama

Nil’in kenarındaki mütevazı taş evde, sabah güneşi mutfak penceresinden süzülürken, bilgin Tefnut eşinin ve çocuklarının sesleriyle uyandı. Neşeli gözlerle yatağından kalktı. Eşi Nefertari yere kurduğu sofrayı hazırlamış, çocuklar sabırsız adımlarla sabah yemeğine oturmuştu. Alüminyum tabaklardaki hurma ve incir ezmesini tam buğday ekmeklerine sürüp yediler. Meyve suyu içtiler. Sabah yemeği sırasında çocukları, on yaşındaki Gılgameş ve sekiz yaşındaki Meret, roketlerin ne kadar uzağa ulaşabileceğini tartışıyorlardı. Çocuklardan biri yaptığı roket resmini gösterip heyecanla sordu:

“Baba bak, dördümüzün sığabileceği bir roket resmi yaptım. Bir gün senin yaptığın roketle Ay’a gidebilir miyiz?”

Bilgin gülümsedi, ama gözlerinde hafif bir dalgınlık vardı. ”Belki bir gün, ama önce göğün katlarını aşmamız gerekiyor, karabarutun gücü yetmiyor” dedi, sesi hem umutlu hem de hafif endişeli. Sabah yemeği kısa sürdü; veda zamanı gelmişti. Sarılıp öpüştüler, kısa ama sevgi dolu bir an. Kapıdan çıkarken ”Akşam yemeğinde görüşürüz,” dedi bilgin, ”siz de bugün 'Uçma Sanatı Mektebi'nde dersinizi iyi dinleyin.”

Nil’in serin sularına bakarak Kayıtlar Salonu’nun bitişiğindeki atölyeye yürüdü. İşe vardığında Tefnut, Başbilgin Enlil-Hotep’le atölye girişinde karşılaştı. Enlil-Hotep, parşömenindeki çizimleri gösterdi: ”Bugün bu alüminyum parçalarını kesip zımparalayacaksınız. Dikkatli olun,” dedi, ciddiyetle.

Bilginler, fabrikadan gelen alüminyum levhaları kesiyor, zımparalıyor, roket gövdeleri ve paraşüt çerçevelerini hazırlıyordu. Hava, metal kokusu ve tozla doluydu. Bilgin hemen işe koyuldu; keski metal üzerinde tıkırdadı, zımpara havada ince toz bulutları oluşturdu. Işığın kırıldığı bu bulut, göz alıcı ama tehlikeli bir güzellikti; kimse fark etmemişti.

Tefnut, zımpara taşını aldı; Yanında bilgin Irsu, levhaları kesiyordu. Toz, havada asılı kalıyor, taş zemine yağıyordu. Tefnut, ”Bu toz, her yere bulaşıyor,” diye mırıldandı, bir fırçayla süpürmeye çalıştı. Irsu, bir levhayı zımparalarken kıvılcım saçtı.

Bir an her şey sessizdi. Sonra… Aniden, BOOM! Atölye sarsıldı; beklenmedik bir patlama! havadaki toz bulutu alev aldı, bir ateş fırtınası gibi patladı. Metal tozları kıvılcımlarla birleşmiş, havada kısa bir anlığına dans etmiş ve güçlü bir şiddetle patlamıştı. Tefnut ve Irsu yere yuvarlandı. Diğer bilginler bağırarak dışarı fırladı.

Duman dağıldığında, atölye harabeye dönmüştü: Levha parçaları etrafa saçılmış, ocaklar devrilmişti. Irsu'nun, gözleri dumanla yanıyor, yere çökmüş, "Ne oldu?" diye bağırıyordu. Tefnut’un kulakları uğulduyor, yerde kıvrılmış, inliyordu; ikisinin de yanıkları sızlıyordu, ama hayattaydı. Çıraklar onları dışarı çıkardı; 

Şifacılar onları hastaneye taşıdı. Nil kıyısındaki taş hastanede Tefnut’un ve Irsu'nun tedavilerine başlandı. Kolları ve yüzü yanıklarla kaplıydı, ama ağır yaralanmamışlardı. Yaralarını pansuman etmişler, Aloe vera jeli sürüp bal ile kaplamışlardı.

Başbilgin öğleden sonra hastaneye ziyaretlerine geldi. Odada hâlâ elbiselerine sinmiş yanıkların kokusu ve metal tozunun hafif kokusu vardı. ”Tefnut, Irsu iyi misiniz?” diye sordu.

Tefnut, güçlükle doğruldu: ”Yaşıyorum, efendim… Ama ne oldu?"

Irsu, acıya rağmen güldü: ”Efendim, neredeyse yıldızlara uçuyordum!"

“Patlamanın sebebini anlamıyorum,” dedi başbilgin, şaşkın ve ciddi. ”Orada barut yoktu, petrol-gaz yoktu, buhar kazanı yoktu, elektrik yoktu… sadece alüminyum tozu vardı. Ama metal tozu patlar mı?”

İkisi sessizce oturdu. Bilgin kaşlarını çattı, düşünceli. ”Bir şey var… patlama… baruttan çok daha güçlüydü. Sanki bir ejderha nefesi gibi… Toz, havada asılıydı, kıvılcım çakınca alev aldı. Ama neden?”

Irsu, yanık kolunu tutarak mırıldandı: "Nedenini araştıralım belki bu patlama, Cingöz'ü gökyüzüne taşıyabilir.”

Konuşmaları, merak ve şaşkınlıkla doluydu. İkisi de daha önce böyle bir şeyi görmemişti; tahmin edilemeyen bir güçle karşı karşıyaydılar.

Başbilgin ”Dinlenin, iyileşin. Patlamayı araştıracağız. Bu kaza, alüminyum tozundan olduysa krallığımızı değiştirebilir.”

Eşi ve çocukları ziyarete geldiğinde, başbilgin Enlil-Hotep aileyi rahatsız etmemek için dışarı çıktı. Nefertari ve çocuklar, yavaşça yatağın yanına yaklaştılar. Tefnut'un yüzündeki ve kollarındaki sargıları görünce Nefertari'nin gözleri doldu.

Nefertari, titreyen bir sesle: ”Sana bir şey oldu diye çok korktum, Tefnut. Yüreğim ağzıma geldi.”

Tefnut, güçlükle gülümsedi. ”Ben iyiyim, canım. Sadece biraz yandım. İyileşeceğim endişelenme.”

Küçük kızı Meret, babasının elini tuttu. ”Baba, roketin patlama sesi taa eve kadar geldi. O yüzden mi buradasın?”

Tefnut, kızının yanağını okşadı. ”Hayır, minik kuşum. Küçük bir kaza oldu ama roket patlamadı. Şimdi her şey yolunda. Gördüğün gibi, kahramanlar kolay kolay pes etmez.”

Gılgameş, merakla yaklaştı. ”Peki, roketin ne oldu? O da senin gibi yandı mı?”

Tefnut, oğlunun bu masum sorusu karşısında gülümsedi. ”Hayır, oğlum. Roketimize bir şey olmadı. Ama bu kaza bize çok ilginç bir şey gösterdi. Belki de Ay’a gitmek için yeni bir yol bulduk.”

Nefertari, bu sözleri duyduğunda şaşkınlıkla eşine baktı. ”Yaralandın ve hâlâ bir keşiften mi bahsediyorsun?”

Tefnut’un gözleri parladı. ”Evet, Nefertari. Belki bu kazayla roketlerimizi gökyüzüne daha güçlü bir şekilde fırlatabileceğimiz bir yolun kapısı aralandı. Ama önce bu gizemi çözmemiz gerek.”

Meret, tekrar babasının elini sıktı. ”Olsun, sen iyileş yeter ki. Ay’a gitmek için acelemiz yok.”

Gılgameş de başını sallayarak onayladı. ”Evet baba, senin yanımızda olman her şeyden daha önemli.”

Tefnut, çocuklarına ve eşine sevgiyle baktı. Gözleri nemlendi. ”Sizler benim en büyük hazinemsiniz. Söz veriyorum, size bir daha bu kadar korku yaşatmayacağım.”

O gece, bilgin yatağına yattığında, aklında yalnızca patlamanın neden olduğu sorusu vardı. Henüz anlamıyordu ama bir şey kesinti: Bu tesadüfi kaza, roket yakıtı konusunda büyük bir keşfe kapı aralayacaktı.

21.2. Ateş Tozu - Patlamanın Sebebi

Tefnut hastanede dinlenirken, aklı sürekli patlama anına gidip geliyordu. Zihninde o anın görüntüleri canlanıyordu: toz bulutu, kıvılcım ve aniden ortaya çıkan o şiddetli güç. Yataktan kalktı ve küçük bir parşömen ve mürekkep alıp notlar almaya başladı.

Irsu ise sürekli kendi kendine konuşuyordu: "Kıvılcım çaktı, sonra o toz bulutu bir anda alev aldı. Sadece bir toz değildi, bir yakıttı." sonra başını sallayarak mırıldanmaya devam etti: "Hiçbir yakıt bu kadar güçlü olamaz. Barut bile bu gücü vermez."

Başbilgin Enlil-Hotep de atölyede incelemeler yapıyordu. Yerdeki siyahlaşmış alüminyum tozunu bir parşömen parçasına topladı.

Ertesi hafta Tefnut ve Irsu hastaneden taburcu olur olmaz yanıkları hâlâ acısa da doğruca atölyeye gittiler. Enlil-Hotep oradaydı, yanında genç çıraklarla birlikte meraklı bir şekilde eldivenlerini takmışlar bekliyorlardı. Odanın ortasına uzun bir taş masa kurulmuş, masanın üzerine kil kaplar, demir çubuklar, bakır maşalar ve birkaç basit terazi dizilmişti.. Atölye hala is ve yanık kokuyordu.

Enlil-Hotep kollarını kavuşturdu.

“Ne olduysa, o gün atölyede,” dedi. ”Bildiğimiz patlayıcılardan yoktu. O hâlde tek şüpheli alüminyum tozu. Ama toz patlar mı hiç? Bunu anlamamız gerek.”

Tefnut ciddi bir sesle konuştu:

“O patlamada baruttan daha güçlü bir şey vardı. O gücü anlamazsak, bir gün hepimizi yok edebilir.”

Enlil-Hotep kaşlarını çattı.

“İlk deney hazır, başlıyoruz,” dedi.

Çıraklardan biri, yere serilmiş ince bir taş levhanın üzerine küçük bir miktar alüminyum tozu serpti. Toz, ışıkta gümüşi bir sis gibi parıldıyordu. Enlil-Hotep eğildi, dikkatle baktı:

“Gözünüze güzel görünebilir… ama biz gerçeğini arıyoruz.”

Tefnut eline bir çelik çubuğu aldı, uç kısmını ocağın közüne değdirip kızdırdı. Sonra titrek ellerle, çubuğu tozun üzerine yaklaştırdı.

Bir an sessizlik… ardından fıss! diye ince bir parıltı yayıldı. Tozun kenarı hızla karardı, bir kıvılcım göz kırptı, ama hepsi o kadar. Büyük bir patlama olmadı.

Irsu başını salladı:

“Demek ki yerdeyken pek bir şey olmuyor.”

Enlil-Hotep düşünceli:

“Peki ya havada?”

İkinci deneyi hazırladılar. Bu kez bir parşömen parçasına incecik toz serpildi, ardından çırak parşömeni sallayarak tozu havada dağıttı. Tefnut kızdırılmış çubuğu bu bulutun içine soktu.

Aniden büyük bir puff! sesiyle alev parladı. Herkes geri sıçradı. Toz bulutu, bir anlığına altın bir ışık gibi yanıp söndü, sonra dumanı tavana yükseldi.

Odadaki sessizlik, sadece kalp atışlarının uğultusuyla doldu.

Enlil-Hotep’in gözleri parladı:

“Gördünüz mü? Toz yerde yatarken zararsız… ama havada asılı kaldığında bir canavara dönüşüyor.”

Tefnut kollarını ovuşturdu, sanki tekrar patlamanın sıcaklığını hissetmiş gibi:

“O gün atölyede de aynı şey oldu. Toz havada asılıydı. Irsu’nun kıvılcımıyla birleşti… ve işte patlama.”

Irsu gülümsemeye çalıştı:

“Demek ki, havaya dağılmış alüminyum tozlarını tutuşturmuşuz. Bundan sonra çalışırken atölyeyi havalandırmamız gerekecek.”

Enlil-Hotep ağır ağır başını salladı:

“Bu sır, barutun bile ötesinde bir güç olabilir. Ama önce anlamalıyız, ölçmeli ve kontrol etmeliyiz. Yoksa göğe çıkmak isterken, kendi evimizi yakarız.”

O gece bilginler odalarına döndüklerinde, gözlerinin önünde hâlâ o altın parıltı yanıp sönüyordu. Tozun sırrı açığa çıkmaya başlamıştı. Ama bu sır, yeni sorular da doğurmuştu: Daha çok tozla ne olurdu? Daha kontrollü bir kapta? Daha büyük bir bulutta?

Ve en önemlisi… bu güç, roketleri göğe taşıyabilir miydi?

21.3. Alüminyum tozu-Su Redoks Reaksiyonu Keşfi

Günlerce, haftalarca süren titiz çalışmalar başladı. Atölyenin bir bölümü bu 'ateş tozunun' özelliklerini anlamak için bir laboratuvara dönüştürüldü. Tozun kimyasal yapısını çözmek için çeşitli deneyler yaptılar. Her deney, bu yeni maddenin potansiyelini biraz daha ortaya koyuyordu.

Bir gün, küçük bir miktar alüminyum tozunu, su ve nitrat tuzuyla karıştırılmış balçık bir topun içine koydular ve ufak bir fitille ateşe verdiler. Fitil, tozun ürettiği gazı tutuşturdu, top patladı. Beklentilerinin ötesinde, top şiddetli bir şekilde patladı ve minik parçalar gökyüzüne fırladı.

Tefnut, heyecanla bağırdı: "Bu, karabaruttan yüz kat daha güçlü!"

Enlil-Hotep, bilgece gülümsedi: "Bu, sadece roketlerimizi değil, tüm krallığımızı ileriye taşıyacak bir güç."

Irsu ellerini salladı:

“Bu reaksiyon ile ortaya çıkan patlayıcı gaz su ile çalışan atsız araba hayalimizi de gerçekleştirebilir.”

Artık ellerinde sadece bir keşif değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk da vardı. Bu güç hem roketleri Ay'a taşıyabilir hem de yanlış ellerde büyük bir felakete yol açabilirdi.

21.4. Termit Keşfi

Nabu-Ser, tozu demir oksit tozuyla (kırmızı topraklardan) karıştırdı. Küçük bir hazneye koyup ateşledi; reaksiyon, mavi-beyaz bir alevle patladı, metal eritti. ”Termit!” diye bağırdı. ”Alüminyum, demir oksiti yutuyor, saf demir bırakıyor. Metalleri birbirine kaynaklama için mükemmel!” İki metal parça, termitle birleşti, anında eriyip yapıştı. Irsu, ”Bu, roket gövdelerini güçlendirir. Ama tozun enerjisi… yakıt olabilir mi?”

Başbilgin, parşömenine yazdı: ”Alüminyum tozu, havada patlayıcı, oksitle termit reaksiyonu. Roket itişi için umut verici.” Bir deneyde toz fazla askıda kalıp patladı, atölyeyi salladı. Sekhdukar güldü: ”Bu toz, cin değil, ejderha!”

Kral Karmen, termit testini izledi. Erimiş metalin parıltısını görünce, ”Bu ateş, yıldızları eritir,” dedi. ”Alüminyum tozunu roket yakıtı olarak deneyin. Patlamadan korkma. Hızlı dene, hızlı başarısız ol, hızlı geliştir. Başarısızlık, öğrenmenin bir parçasıdır.”

Sözcükler salonda gezindi; kimi kulaklarda bir söz, kimi gözlerde bir ateş kıvılcımı oldu. Kimi yüzlerde umut çiçek açtı; kimi bakışlar ise gecenin karanlığından gelen uyarının gölgesini taşıyordu. Kralın emri, sadece bir komut değil, aynı zamanda bir tavırdı: deneyerek, ölçerek, öğrenerek ilerlemek.

Enlil-Hotep’in alnında derin bir çizgi belirdi; o çizgi hem yükün hem de cesaretin izi idi. Toplantıdan hemen sonra, başbilgin atölyenin köşesinde küçük bir meclis topladı. ”Kral doğru söylüyor,” dedi yavaşça. ”Ama ‘hızlı dene’ demek, plansız saldırmak değildir. Hızlı denemek, iyi planlanmış, güvenli ve belgelenmiş adımlar demektir.”

21.5. Katı Yakıt Denemeleri

Kral Karmen'in talimatıyla alüminyum tozundan katı yakıtlı roket denemelerine başlandı. Sekhdukar, küçük bir hazneye alüminyum tozu, nitrat tuzları ve barutu özenle yerleştirdi. ”Dört ölçü alüminyum tozu, iki ölçü nitrat tuzu, bir ölçü barut. Bu, yüksek itki verir!” dedi, gözlerinde çocuklar gibi bir parıltı.

Hafif bir fitil ateşlendi; mavi-beyaz bir fıskiye gibi alev yükseldi. Hazne kısa sürede eridi, küçük parçalar etrafa saçıldı. Irsu, yanındaki defterine not düşerek mırıldandı: ”Hızlı, ama kontrolsüz… Yavaşlatıcı lazım. Akasya reçinesi ekleyelim.”

Sekhdukar, ”İki ölçü reçine ekledik; yanma, saniyede bir santime düştü,” dedi. 

İkinci deneme Nil kıyısındaki rampada başladı. Sekhdukar, Üç ölçü reçineyle karışım hazırlandı; alüminyum tozu, nitrat tuzları ve reçineyi dikkatle karıştırdı;  İki aşamalı test roketi hazırdı. Fitil yandı, duman bulutu yükseldi ve roket gökyüzüne fırladı. Yüz metre, üç yüz… ama alevler erittiği gövdeyi sardı ve roket Nil’e çakıldı. Halk, kıyıda bağırdı: ”Ejderha düştü!”

Çıraklar ve bilginler, su kovalarıyla koştu; kıvılcımlar suya çarpıyor, köpürüyordu. Sekhdukar sırıttı: ”Hatalı, ama muhteşem bir güç. Sınırları zorladık!”

Bilginler, eriyen gövdeyi inceledi. Tefnut, yanık kolunu ovuşturarak: ”Süre değil, anlık ısı ve ardışık atışların birikimli etkisi esas tehditti,” dedi. Sekhdukar başını salladı: ”Gövdeyi korumalıyız.” Akasya reçinesiyle köpürtülmüş papirüs lif tabakalarını gövdenin iç yüzeyine sürdüler; lifler, alevi emdi, dumanlaştı, iç metali korudu. Nozülü, çömlekçinin fırınından çıkarılmış kırık camla harmanlanmış kilden iç astarla, dıştan bronz kuşaklarla güçlendirdiler. Her aşama arasına ince bir soğuma penceresi eklediler; bronz bir kapak, alevleri bir an kesip ısıyı dağıttı, güvenlik payını artırdı.

Üçüncü deneme için karışımı ayarladılar: ”Dört ölçü alüminyum tozu, iki ölçü nitrat tuzu, dört ölçü reçine.” Yanma, su saatiyle ölçüldü; saniyede yarım santime düştü. Roket, beş yüz metreye ulaştı; ikinci aşama ateşlendi, soğuma penceresi gövdeyi korudu, paraşüt açıldı, roket gökyüzünde süzüldü. Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine not düşerken, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi: ”Alüminyum tozuyla yaptığımız katı yakıtın sınırlarını zorladık. Yavaşlatıcı deneyi başarılı oldu. Lif tabakaları ve soğuma penceresi, ateşi evcilleştirdi. Ama hâlâ öğrenilecek çok şey var.”

Sekhdukar, Irsu’ya bakıp gülümsedi: ”Bir gün bu güçle Ay’a gideceğiz.” Irsu, gözlerini gökyüzüne dikti, hafifçe başını salladı: ”Ama önce Nil’i yakmamamız gerek…”

21.6. Cingöz’lü Üç Aşamalı Alüminyum Yakıtlı Roket

Nil kıyısındaki rampa dolup taşmıştı; bilginler, çıraklar ve meraklı halk, nefeslerini tutmuş, gökyüzünü izliyordu. Sekhdukar, küçük kapsülü hazırladı; içinde, özel bir minderle güvenceye alınmış, tüyleri hafifçe kabarmış Cingöz oturuyordu. 

Çingöz'e bakıp; ”Hazır mıyız?” diye sordu Sekhdukar, gözleri heyecanla parıldayarak. Tavuk gıdaklayarak garip sesler çıkararak bir şeyler söyledi. Irsu başını salladı: ”Her şey hazır, ama… tavuğumuzun cesareti, bizim kadar büyük olmalı.”

Önceden ayarlanmış uzun fitilleri ve mekanik tetik sistemi sayesinde, her aşama otomatik olarak yanacak şekilde hazırlanmıştı.

Sekhdukar, ”Hazır olun, geri çekilin!” diye bağırdı. Bilginler hızla birkaç adım geriye çekildiler; gökyüzüne bakışları gerilimle doluydu.

Birinci aşama fitili yandı, roket kükreyerek havalandı. Alüminyum tozu ve nitrat karışımı, mavi-beyaz bir alevle gökyüzüne yükseldi. Nil’in üstünde yükselen duman bulutu, bir ejderha gibi süzüldü. Cingöz hafifçe ötse de sakin görünüyordu. Roket yükseldi, yüz metre, üç yüz…

İkinci aşama, planlandığı gibi otomatik olarak ateşlendi; ateş ve kıvılcımlar gövdeyi sararken, mekanik fitiller üçüncü aşama için hazırlandı.

Roket, Nil’in kıyısından hızla yükseldi. Mekanik fitiller her aşamayı zamanında ateşledi, hiçbir insan dokunuşuna gerek kalmadan. Sekhdukar geriye yaslandı, teri silerek izledi: Deney, hem güvenli hem de muazzam bir başarıyla devam ediyordu.

Üçüncü aşama da devreye girdi. Sekhdukar, nefesini tuttu; gözleri gökyüzünde, roketin kırmızı ve mavi alevleriyle yükselen minik kapsülde… Cingöz, tüylerini kabartmış ama korkuyla değil, şaşkınlıkla gökyüzünü izliyordu. Nil kıyısındaki halk şaşkın, ”Ejderha yukarı çıktı!” diye bağırdı.

Halk nefesini tuttu; bilginler parşömenlerine not düşüyordu: ”Üç aşamalı sistem çalışıyor.”

Roket zirveye ulaştığında, paraşüt açıldı ve kapsül güvenle Nil’in serin sularına indi. Cingöz, suya çakılmadan önce kapsülün içinde hafifçe kanat çırptı ve gözleri merakla etrafı süzdü. Irsu gülerek: ”Cingöz hayatta!, ilk tüylü astronotumuz!”

Nil kıyısındaki rampa, gökyüzünde süzülen roketin ardında duman bulutlarıyla doluydu. Başbilgin Enlil-Hotep, parşömenine dikkatle not düşerken sessizce konuştu:

“Bu sadece başlangıç. Alüminyum tozu ve üç aşamalı sistem… gökyüzü artık sınır değil. Daha yukarı çıkmak için dev roketler yapmalıyız ve optimize etmeliyiz.”

Sekhdukar, hafifçe başını salladı, terli alnını silerken:

“Başbilginim, her aşamanın otomatik ateşlenmesi fikri işe yaradı. Artık güvenli bir şekilde daha büyük denemeler yapabiliriz.”

Irsu, gözleri parlayarak ekledi:

“Daha uzun fitiller, optimize edilmiş reçine oranı… ve belki ikinci aşamada yeni bir karışım… Cingöz de gökyüzünde bizim küçük keşifçimiz olacak.”

Halk, Nil kıyısında toplanmış, patlamaların ardından yükselen dumanı ve gökyüzüne fırlayan minik kapsülü izlerken hayranlıkla fısıldıyordu. Başarı, yalnızca bir roket değil; bir hayal, bir cesaret ve bir merak ateşi demekti.

...

21.7. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Sadece toz yüzünden nasıl böyle koca bir patlama olmuş? Toz küçücük şey değil mi?"

Nil-7: "Evet, küçücük taneler ama havada asılı kaldıklarında her tanecik, alevi çok daha kolay yakalıyor. Bir araya gelip aynı anda yanınca küçücük toz dev bir ejderha gibi güç gösteriyor."

Sahara: ”Babaları yaralanınca çocuklar çok üzülmüş. Bilginler neden bu kadar tehlikeli denemeler yapıyor ki?”

Nil-7: ”Çünkü gökyüzüne ulaşma merakı, bazen korkudan büyük olur. Onlar da biliyorlardı riskli olduğunu, ama yeni şeyler öğrenmenin başka yolu yoktu. Cesaret ve merak yan yana yürür.”

Sahara: ”Kral neden onları durdurmadı? Böyle patlamalar çok tehlikeliymiş.”

Nil-7: ”Kral Karmen, korkunun gelişmeyi durduracağını biliyordu. O yüzden ‘denemekten korkmayın’ dedi. Ama aynı zamanda dikkatli olmalarını istedi. Yani hem cesaret verdi hem de sorumluluk hatırlattı.”

Sahara: ”Ay’a gerçekten gidebilecekler mi?”

Nil-7: ”O zamanlar daha yolun başındalardı. Alüminyum tozu onları çok yükseltti ama Ay’a gitmek için daha büyük sırlar çözmeleri gerekiyordu. Yine de hayallerinin peşinden gittiler.”

Sahara: ”Peki Cingöz roketin sesinden korkmadı mı? Ben olsam çok korkardım.”

Nil-7: ”Cingöz biraz şaşırdı ama kalbi cesur çıktı. İnişte canı acımasın diye ona özel minder yapmışlardı, kapsül de paraşütle Nil’e indi. Cingöz böylece ilk ‘tüylü astronot’ oldu.”



Bölüm 22: Dev Roket (M.Ö. 3080)

22.1. Beygir Gücü

Gece ağırdı; Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları ay ışığını emmişti. Gece yarısı, Başbilgin Enlil-Hotep’in zihni bir kez daha icatların girdabında dönüyordu. Çalışma masasında sabaha doğru gözleri uykuya yenildiğinde kâğıt tomarlarının arasında kendini tuhaf bir rüyada buldu.

Rüyasında kendini Kamette büyük bir meydanda buldu. Meydanın ortasında, parıl parıl parlayan, hiç görülmemiş bir araba sergileniyordu. Arabanın başında çığırtkan bir satıcı bağırıyordu:

“Gelin, görün! Bu araba tam yüz at gücünde!”

Kalabalık uğuldadı. Enlil-Hotep kaşlarını çatarak satıcıya yaklaştı.

“Nasıl yani? Yüz at gücünde mi? Beni kandırma, göster bakalım.”

Satıcı sırıtıp elini şapkasına götürdü:

“Efendim, gözlerinizle görün.”

Sonra kaputun kenarından tutup açtı ve motoru işaret etti… ve birden bire içinden bir kişneme tufanı koptu! Kaputtan önce bir at kafası çıktı, sonra arka ayakları, ardından bir başkası… Derken bir, iki, üç… atlar sırayla dışarı fırlamaya başladı. Kalabalık çığlıklar atarken Enlil-Hotep parmaklarıyla saymaya başladı:

“Bir… iki… otuz üç… elli yedi… seksen sekiz… doksan dokuz…”

Tam yüzüncü at da çıkınca meydan koca bir ahıra dönmüştü. Atlar oraya buraya koşuyor, meydandaki köylülerin sepetlerini deviriyor, çarşaflarını parçalıyor, bazıları da fıskiyenin içine girip çamura bulanıyordu. Enlil-Hotep gülmekten gözlerinden yaşlar gelerek bağırdı:

“Gerçekten yüz at gücüymüş!”

Satıcı bir ıslık çaldı. Atlar tek tek kuyruğunu sallayarak geri döndü, kaputtan içeri süzüldü, kaputtan içeri sığıştı, sanki hiç çıkmamışlar gibi ortadan kayboldu. Motor tekrar homurdanıp canlandı.

Uyanırken mırıldandı:

“Motor gücü... at gücüyle ölçülmeli...”

Önündeki deftere hemen bu cümleyi yazdı. Sabahleyin bilginleri topladı. Gözleri uykusuzluktan kızarmıştı ama sesi kararlıydı.

“Bir rüya gördüm,” dedi. ”Ama rüya bize bir fikir verdi. Atsız arabaların, buhar makinelerimizin, barutlu düzeneklerimizin gücünü ölçmek için ortak bir ölçeğimiz olmalı: at gücü. Ancak bu, şaka değil; ölçülebilir olmalı. At gücü nedir, nasıl tanımlarız? Bunun için bir yöntem isteyeceğim.”

Salonda kısa bir suskunluk oldu; sonra Nabu-Ser, usulca konuştu:

“Eğer gerçek bir karşılaştırma yapacaksak, atın yaptığı işi ölçmeliyiz. Bir atın belli bir yükü, belli bir mesafeyi, belli bir sürede çektiğinde yaptığı işi hesaplayabiliriz. Bu işi zamanla bölünce güç çıkar: iş bölü zaman. Bu, mantığa uygun.”

Tefnut ekledi: ”Öyleyse deney yapalım. Bir atı, sabit bir ağırlıkla, düz bir parkurda yürütelim. Taşıdığı yükü, kat ettiği mesafeyi ve geçen zamanı kaydedeceğiz. Ardından aynı işi makinayla yapmayı deneyeceğiz.”

Sekhdukar dikkatle dinledi, sonra bir soru sordu: ”Ama hangi yükü seçelim? Hafif bir arabayı mı, yoksa ağır bir sapanı mı çeksin at? Ayrıca atın yorulması nasıl hesaba katılacak?”

Enlil-Hotep not alırken cevapladı: ”Standart olması için kolay, tekrarlanabilir bir protokol lazım. Öneriyorum: Sabit ağırlık; örneğin 75 kiloluk bir yük. Parkur yüz metre. Süre yüz saniye. Atın hızı doğal tempoda olmalı; kısa molalar hesaba katılmayacak. Deneyi birkaç atla tekrarlayıp ortalama alacağız. Bu ortalamayı bir 'bir at gücü' birimi olarak ilan ederiz.”

Irsu araya girdi: ”Sonra? Makinaları nasıl kıyaslarız?”

“Makineyi aynı işe sokarız.” diye yanıtladı Enlil-Hotep. ”Aynı yükü, aynı parkurda, aynı süre içinde taşımaya çalışırız. Makine kaç metrekare iş yaptı; yani yük × mesafe; bunu ne kadar zamanda gerçekleştirdiğini ölçeriz. Atın ortalamasıyla karşılaştırınca, bu makinenin kaç at gücü olduğunu veririz. Basit bir oran.”

Sekhdukar ağır ağır başını salladı: ”Benim barutlu arabamın gücü kaç beygir gücünde acaba deneyelim. İyi bir standart için sayılar lazım, hikâyeler değil.”

Gülüşmeler yükseldi; Irsu espriyle karıştırdı: ”Senin yaptığı araba eşeği geçerse, tören düzenleriz.”

Ertesi gün deneyler başladı, atlar bağlandı, tartılar yerleştirildi ve parkur ölçüldü. Bilginler, çıraklar ve kasabalılar önlerinde not tutuyordu: her atın çektiği ağırlık, geçtiği metre, harcadığı zaman. Deneyler tekrarladı; rüzgâr hafif, zeminin eğimi sabit tutuldu. Sonunda hesaplar yapıldı: ortalama bir atın sabit tempoda, yüz dirhemlik yükü yüz metre taşımakta ortaya koyduğu iş, bir «at gücü» olarak belirlendi.

Sekhdukar, notları Enlil-Hotep’e uzattı. ”Şimdi,” dedi, sesi daha ölçülü, ”barutlu arabamın gerçek gücünü söyleyebilirim: bizim denemede üç at gücü verdi. Bu, rüyadaki yüz atla karşılaştırılamaz ama gerçekçi ve tekrarlanabilir bir sonuç.”

Enlil-Hotep gülümsedi. ”İşte aradığımız şey bu: ölçü, sayı, güven. Bundan sonra her makinenin gücünü atlarla karşılaştıracağız. Böylece saraydan köy meydanına kadar herkes ne kadar güç gerektiğini anlayacak.”

Aynı gün yeni ölçü birimi kralın onayına sunuldu:

Kral ayağa kalkıp elini masaya koydu: ”Güzel. Bu ölçüyle, roketin gücünü, buhar makinasının gücünü ve belki bir gün yıldızlara uzanacak makinelerimizin gücünü hesaplayacağız. Hazırlanın, yeni bir standart doğuyor.”

 

22.2. Dev Roket Toplantısı : Bilimsel Aletler

Nil’in mavi sularının hafif dalgaları, sarayın taş salonunun pencerelerinden süzülüyordu. İçeride, büyük yuvarlak masanın etrafında bilginler toplandı. Başbilgin Enlil-Hotep başta, Sekhdukar, Irsu ve diğer bilginler not defterlerini önlerine koymuş, heyecan ve gerginlik içindeydi.

Kapı gıcırdayarak açıldı; Kral Karmen girdi. Altın sarısı başlığı parlıyordu, gözlerinde merak ve kararlılık. ”Bana dev roketin planlarını anlatın,” dedi. “Hedefimiz 100 kilometreye ulaşmak.”

Enlil-Hotep ayağa kalktı, parşömenleri açtı.

“Efendim, alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan katı yakıtlı, üç aşamalı roketimiz yaklaşık 18 metre yüksekliğinde ve 1.828 kilogram kütleye sahip. 100 kilometreye çıkabiliyor, ancak bilimsel deney aletlerini de yanımıza almalıyız. Sıcaklık, basınç, hız ve yükseliş ölçümleri için tamamen mekanik sistemler tasarladık.”

Sekhdukar söz aldı:

“Önerim, her ölçümü tek yönlü kaydedecek ibreler ve yaylı mekanizmalar. Roket yükseldikçe maksimum değerleri gösterecek; ibreler geri dönmeyecek. Böylece en yüksek sıcaklık, en düşük sıcaklık, en yüksek basınç, en düşük basınç ve en yüksek hız bir kez kaydedilecek.”

Kral Karmen dudaklarını büktü:

“Bu roket… Eğer gerçekten 100 kilometreye ulaşırsa, bize neyi gösterecek? Krallığımız için hangi bilgileri getirecek?”

Enlil-Hotep başını kaldırdı, parşömenine dikkatle not alırken konuştu:

“Efendim, üst atmosferin katmanlarını, hava basıncını, sıcaklığı ve rüzgarın yönünü gözlemleyebiliriz. Sıvı sütun barometreleri ve alkol termometreleriyle her aşamada değerleri kaydedebiliriz.”

Sekhdukar, masanın ucunda oturmuş, ellerini birbirine sürterek söz aldı:

“Rüzgarın ve havadaki tozların davranışını da gözlemleyebiliriz. Basit filtrelerle örnek toplayabiliriz. Ayrıca bu yükseklik, gökyüzünü daha net görmemizi sağlayacak. Güneş ışığının gücü ve renkleri değişir, belki yıldızlar… daha önce hiç görmediğimiz yıldızlar…”

Kral, kaşlarını çattı:

“Peki, bu değerleri nasıl kaydedeceğiz? Hangi aletlerle?”

Enlil-Hotep gülümsedi:

“Mekanik yaylı göstergelerle ölçebiliriz. Sıvı sütun barometreleri, termometreler… hatta serbest düşen küçük ağırlıklar ve yaylar sayesinde ivmeyi gözlemleyebiliriz. İvme ve G-kuvveti verilerini göreceğiz; roket maksimum 5.5g’ye kadar çıkabilir, hangi noktada yakıt etkisi azalıyor, hepsi kayda değer.”

Irsu heyecanla ekledi:

“Ve efendim, bu gözlemler sadece mühendislik için değil, astronomi için de dev bir sıçrama olur. 100 kilometrede gökyüzü farklı görünür. Belki ufuk çizgisinde yeni sırlar fark ederiz.”

Kral Karmen, toplantıda ellerini kavuşturmuş, bilginlere bakıyordu:

“Üç aşamalı roketimiz 100 kilometreye ulaştığında, gökyüzü nasıl değişiyor, Nil ve çevresi nasıl görünüyor?” diye sordu.

Bilginlerden biri, Tefnut, başını kaşları arasında ovuşturarak cevap verdi:

“Efendim, bir insan gönderirsek gözlemlerini kaydedebiliriz. Kapsül 600 kilogram taşıyabilir; minimalist bir kabuk ve kişi için yeterli. Ya da ışığa duyarlı maddeler kullanarak görüntüyü yakalayabiliriz.”

Kral Karmen, parşömenine dokunarak ciddi bir ifade ile:

“O zaman bunu araştırın. 100 kilometreden Dünya’yı gözlemleyin ve kaydedin. Bilgi, sınır tanımaz. Her yükseliş bir keşiftir.”

Sekhdukar, parşömeni işaret ederek yanıtladı:

“Fitiller ve yakıt miktarı dikkatle ayarlanacak. Her aşama için otomatik ateşleme mekanizması olacak. Roketin gözlemlerini kaydedecek mekanik göstergeler sadece yukarıdan veri toplayacak; geri dönmek için değil, ileriye bakmak için.”

Kral Karmen merakla sordu:

“Peki bu ibreler ve yaylar, roketin her aşamasına nasıl uyarlanacak? Üç aşama ayrı mı ölçülecek?”

Enlil-Hotep cevapladı:

“Her aşama için ayrı bir mekanizma. Birinci aşama itişini bitirdiğinde, ikinci aşamanın ibresi aktif olacak. Üçüncü aşamada, en yüksek değerleri görmek için tüm sistem maksimumda kalacak.”

Kral Karmen, hafifçe öne eğildi:

“Anladım… Yani geri dönüş yok. Her yükseliş bir deney. Her deney, Nil kıyılarında bir kayıt bırakacak. Tek bir hata yaparsak, ölçümü kaybederiz ama ileriye gitmiş oluruz. Devam edin, bilginler.”

Sekhdukar, parşömenine dikkatle çizimler yaptı:

"Dev roket gövdesi, üç aşama olacak. Her aşamada alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan katı yakıt kullanılacak. Tek yönlü mekanik ibreler, yaylar ve kilit sistemleri tasarlanacak. 600 kilogramlık kapsül için minimalist bir güvenlik sistemi olacak."

Nefes alıp devam etti:

“Roketin gövdesi, katı yakıt bloklarıyla dolacak. Aşamalı ateşleme mekanizması tamamen mekanik, elektromekanik zamanlayıcı ile kontrol edilecek. İbrelere bakacağız ve sadece maksimumları göreceğiz,” diye açıkladı Sekhdukar.

Kral Karmen, altın tahtında hafifçe öne eğildi, gözleri parladı:

“Anlıyorum… Yani sadece 100 kilometreye çıkmak değil, aynı zamanda bilgiyi de aşağı indirmek istiyorsunuz. Her ölçüm, her gözlem krallığımızın bilgeliğini artıracak. Peki, güvenlik? Roket patlarsa, kim zarar görür?”

Irsu, hayranlıkla ekledi:

“Efendim, bu sadece bir roket değil, bir laboratuvar olacak. 100 kilometreye yükseldikçe, gökyüzünün sırrını kaydedeceğiz.”

Kral Karmen, altın tahtında hafifçe öne eğildi, gözleri dev roketin uzun silindirik gövdesinde parlıyordu:

“Bu dev roket… Şimdi bana söyleyin, toplam kaç beygir gücünde?”

Enlil-Hotep, parşömenlerine bakarak cevapladı, yüzünde hafif bir gülümseme:

“Efendim, tahmini olarak yaklaşık 600-700 at gücü civarında. 600 kilogram yük ve 1.828 kilogram toplam kütle için suborbital bir uçuşta geçerli. Roket yükseldikçe yakıt azalacak, kütle hafifleyecek ve itiş artacak; yani, ‘at gücü’ değişken.”

Sekhdukar araya girdi, ellerini birbirine sürterek:

“Ve efendim, her aşama ayrı bir güç kaynağı gibi davranıyor. İlk aşamada yaklaşık 350-400 beygir gücünde, ikinci aşamada 200-250, üçüncü aşama ise 50-60 beygir gibi bir katkı sağlıyor; toplamda tahmini 600-700 at gücü.”

Kral Karmen, kaşlarını kaldırarak merakla sordu:

“Peki, bu güçle 100 kilometre yüksekliğe çıkacak kapsül… Tek kişi mi, yoksa ek bir yük de kaldırabilir mi?”

Irsu, heyecanla yanıtladı:

“Efendim, kapsülün yükü 600-1.000 kilogram arasında. 800 kilogram varsayılsaydı, roket teorik olarak 100 kilometreye çıkarabilir. Ancak atmosfer sürtünmesi ve güvenlik için ekstra yakıt gerekebilir; pratikte biraz daha ağırlaştırmak riski artırır.”

Kral Karmen, altın tahtında ellerini kavuşturdu ve düşünceli bir ifadeyle yeni sorular sordu:

“Bu roketin maliyeti ne kadar olur, ve krallığımızın kaynaklarını nasıl etkileyecek?”

Enlil-Hotep başını kaldırdı, parşömenlerine bakarak cevap verdi:

“Efendim, alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan yakıt ucuz ve yerel kaynaklardan elde edilebilir. Ancak, 18 metrelik gövde, mekanik aletler ve testler için yaklaşık 500-700 kilogram değerli metal ve işçilik gerekebilir. Krallığın maden rezervleri bu yükü kaldırabilir, ama uzun vadeli üretim için Gine’den alümina ithali planlanmalı.”

Kral Karmen, kaşlarını çatarak devam etti:

“Roketimizin 100 kilometreden sonra ne kadar dayanabileceğini düşünüyorsunuz? Daha yükseğe çıkabilir mi?”

Sekhdukar söz aldı, ellerini ovuşturarak:

“Efendim, mevcut tasarım 100 kilometreye optimize edildi ve yakıt yaklaşık 3.563 kilogram ile sınırlı. Daha yükseğe çıkmak için (örneğin, 200 km), yakıtı %50 artırmamız gerekir; bu da roketi 25 metreye çıkarır ve kütleyi 2.500 kilograma yükseltir. Ek aşamalar gerekebilir.”

Kral, düşünceli bir şekilde sordu:

“Eğer roket başarısız olursa, bu bilimsel aletler zarar görür mü, ve verilerimizi nasıl koruyabiliriz?”

Irsu cevap verdi, heyecanla:

“Efendim, mekanik ibreler ve yaylar basit ama sağlam; patlama olursa bile dayanabilirler. Verileri korumak için her aşamada ayrı kopyalar saklanabilir ve paraşütle yere inen bir kapsül tasarlanabilir. Ancak, bu ek 100 kilogram yük gerektirir.”

Kral Karmen, ciddi bir tonla devam etti:

“Roket tasarımı kötü kralların eline geçse bize karşı silah olarak kullanabilir mi, yoksa sadece bilim için mi?”

Tefnut, dikkatle yanıtladı:

“Efendim, roketin 5.5g’ye varan ivmesi ve 600-700 at gücüyle teorik olarak bir yük taşıyabilir, ama patlayıcı bir silah yapmak için yeniden tasarlanması gerekir. Şu anki haliyle bilimsel keşif için uygun; silah için ek mühendislik ve etik değerlendirme lazım.”

Kral, merakla sordu:

“Roketin fırlatılması Nil kıyılarında güvenli mi, yoksa başka bir yer mi seçmeliyiz?”

Enlil-Hotep, parşömenlerine bakarak cevapladı:

“Efendim, Nil kıyıları rüzgar ve su riski taşır; fırlatma çöldeki açık bir alana kaydırılırsa daha güvenli olur. 18 metrelik roketin düşmesi halinde Nil’i kirletme riski var, bu yüzden 10 kilometre ötedeki Giza Platosu düzlüğü önerilir.”

Kral Karmen, altın tahtında öne eğilerek devam etti:

“Bu roketi tekrar tekrar kullanabilir miyiz, yoksa her seferinde yeni bir tane mi yapacağız?”

Sekhdukar, ellerini birleştirerek yanıtladı:

“Efendim, katı yakıtlı tasarım tek kullanımlık. Yeniden kullanılabilirlik için sıvı yakıt sistemine geçebiliriz, ama bu 1.000 kilogram ek kütle ve karmaşıklık getirir. Şu an her uçuş için yeni roket planlıyoruz.”

Kral, bilginlere bakarak sordu:

“Bilimsel aletlerimizin hassasiyeti ne kadar, ve ölçümlerimiz güvenilir olacak mı?”

Irsu, heyecanla ekledi:

“Efendim, mekanik ibreler ve yaylar basit ama sağlam; ±5% hata payı bekliyoruz. Sıvı barometreler ve termometreler 100 kilometredeki ekstrem koşullarda test edilmeli, ama teorik olarak güvenilir veri verecek.”

Kral Karmen, son bir soruyla devam etti:

“Roketin hızı ve G kuvveti insan için güvenli mi, ve bu kapsülde daha fazla kişi taşıyabilir miyiz?”

Tefnut, dikkatle cevap verdi:

“Efendim, maksimum 5.5g kısa süreli; eğitimli biri için tolere edilebilir, ama sivil için riskli. Kapsül 600-1.000 kilogram taşıyabilir; ikinci bir kişi (ek 80 kg) için yakıtı %20 artırmamız gerekir, bu da roketi 20 metreye çıkarır.”

Kral hafifçe başını salladı, altın başlığının altından parlayan gözleriyle:

“Anladım… O zaman, bu roket bir at ordusunun gücünü tek başına taşıyor, ama uçuşta her atın görevini ayrı ayrı hissedeceğiz demek. Hazırlıklarınızı hızlandırın, bilginler. 100 kilometre bizi bekliyor!”

Kral Karmen başını salladı, memnun bir şekilde:

“Peki öyleyse… Başlayın. Bu dev roket, gökyüzünü krallığımızın bilgisiyle doldursun. Hızlı deneyin, hızlı başarısız olun, hızlı öğrenin. Unutmayın, başarısızlık da bilgidir. İleri, bilginler! Hedefimiz yalnızca 100 kilometre değil; yıldızların kapısını aralamak. Hazırlıkları başlatın. Roket Nil kıyılarında yükselmeye hazır olmalı.”

Toplantı sona erdiğinde bilginler sessizce birbirine baktı. Heyecan ve merak gözlerinde parlıyordu. Nil’in dalgaları kadar eski ve engin olan gökyüzüne bakıyor, dev roketin 100 kilometreye yükseleceği günü hayal ediyorlardı. Nil’in kenarında, tarih yazacak bir proje başlamak üzereydi; gökyüzüne uzanacak ilk insan yapımı nesneye doğru…



22.3. Roketin İnşası ve İmalatı

Çöldeki rüzgar, Nil’in serin dalgalarının yerini almıştı. Ancak bu kez, bilginler ve işçiler Kral Karmen’in emriyle Giza'de ki fırlatma alanına ulaşmıştı. Enlil-Hotep, alüminyum levhaları ve potasyum nitrat çuvallarını işaret etti. ”Buradan başlayacağız,” dedi, parşömenine bir plan çizerek. İşçiler, çadırların gölgesinde yakıt karışımını hazırlamaya başladı. Su jeliyle nemlendirilen alüminyum tozu ve potasyum nitrat, dikkatle karıştırıldı; her hareket kontrollü, her kıvılcım korkutucuydu. Karışım, güçlü preslerle silindirik bloklara dönüştürüldü, her blok 1. aşama için 783 kilogram, 2. aşama için 1.135 kilogram, 3. aşama için 1.645 kilogram olacak şekilde şekillendirildi.

Sekhdukar, yanma odalarını denetledi. Çelikten yapılmış nozul, seramik kaplamayla güçlendirilmişti; her biri 0.8 m, 0.9 m ve 1.0 m yükseklikte, aşamalar için özelleştirilmişti. ”Her aşama ayrı ateşlenecek,” diye mırıldandı, elektromekanik zamanlayıcıları yerleştirirken. Ancak, güneşin kavurucu sıcağı yakıt bloklarını yumuşattı; Irsu, soğuk su dolu deri torbalarla çadırları serinletmeye çalıştı. ”Bu çöldeki sıcaklık, yakıtı bozmadan önce acele etmeliyiz,” dedi, ter içinde.

Bir sabah, bir işçinin dikkatsizliğiyle kıvılcım çaktı. Panikle su döküldü, ama Enlil-Hotep hızlıca müdahale etti: ”Küçük miktarlarda çalışın, her an dikkatli olun!” Aşamalar hizalandığında, 18 metrelik gövde yavaşça yükseliyordu. Alüminyum alaşımlı tanklar, kırık camla harmanlanmış kilden iç astar, dıştan bronz kuşaklar su sızdırmaz hale getirilmişti; her aşamanın 0.7 m çapındaki silindirik yapısı, çöldeki kumların üzerinde heybetli duruyordu.

Kral Karmen, atından inip gövdeyi inceledi. ”Bu, krallığımızın zekasını gökyüzüne taşıyacak,” dedi, işçilere el sallayarak. Mekanik ibreler ve yaylı aletler, her aşamada ayrı ayrı monte edildi; birinci aşamada 87 kg, ikinci aşamada 126 kg, üçüncü aşamada 183 kg kuru kütle, hassas ölçüm cihazlarıyla donatılmıştı. Ancak, hizalama sırasında bir sorun çıktı: ikinci ve üçüncü aşamalar arasında 0.5 m’lik ayrılma boşluğu kaymıştı. Sekhdukar, ”Piroteknik cıvataları yeniden ayarlayalım,” diye emretti, gece boyunca çalışan bir ekip organize ederek.

Gece çöktüğünde, bilginler ve işçiler yıldızlara bakarak umutlarını paylaştı. Irsu, “Bu roket, sadece metal değil, krallığımızın hayalleri,” dedi. Ertesi gün, bir haberci Nil’den geldi: Kraliyet madenlerinden ek alümina sevkiyatı yoldaydı. Roket, yavaş yavaş tamamlanıyordu; 100 kilometreye uzanmaya hazır, Nil’in ötesindeki gökyüzü için bekliyordu.



22.4. Unutulan Paratoner

Giza Platosu'nun kumları, sonbaharın ilk soluk rüzgârlarıyla dans ediyordu. Roket, nihayet tamamlanan 18 metrelik heybetli gövdesiyle fırlatma rampasının üzerinde dimdik duruyordu. İşçiler son kontrolleri yapıyordu. Üçüncü aşamanın piroteknik cıvatalarını sıkılaştırıyor, kapsülün mekanik ibrelerini bir kez daha kalibre ediyorlardı. Enlil-Hotep parşömenine son notlarını alırken Sekhdukar'a döndü. "Haftaya şafakta ateşleme yapacağız. Yakıt blokları mükemmel."

Ancak gökyüzü, Nil'in sakin sularını yansıtan mavi örtüsünü yavaşça yırtmaya başlamıştı. Ufukta kara bulutlar birleşerek dev bir canavar gibi yükseliyordu. Rüzgâr çöldeki kumları savurarak işçilerin yüzlerini kamçılıyordu. İlk damlalar sıcak toprağa değdiğinde buharlaşarak havayı ağırlaştırıyordu. Fırtına geceden beri ufukta biriken öfkeyle gelmişti. Nil Nehri'ni kabartan, sarayın kulelerini titreten o eski fırtınanın akrabası gibiydi. Gök gürültüsü plato'yu inletmeye başladı. Şimşekler bulutların arasında mavi damarlar gibi çakıyordu. Her bir parıltı kum tepelerini gölgeliyordu. Yağmur aniden boşaldı. Kalın, ağır damlalar roketin alüminyum gövdesini döverek metalik bir senfoni yarattı. İşçiler ıslak iplerle kayganlaşan rampayı terk etmeye çalışıyordu. Rüzgâr çadırları yerinden oynatıyor, yakıt torbalarını savuruyordu.

Enlil-Hotep fırtınanın ilk uğultusunu duyunca başını kaldırdı. Gözleri roketin tepesine, o yüksek iletken silindire kitlendi. "Eyvah," diye mırıldandı, sesi rüzgârda kaybolurcasına. "Saraya paratoner koymuştuk. O bakır direk yıldırımı toprağa yönlendirmişti. Ama roketin rampasına paratoner koymayı nasıl unuttuk?" Kalbi sıkıştı. Zihninde o eski fırtına canlandı. Sarayın yangını, bilginlerin aceleyle diktiği direk ve halkın hayret dolu bakışları aklına geldi. Roket saraydan çok daha yüksekti, çok daha çekici bir hedefti. Yakıt ise lanet olası bir tehlikeydi. Potasyum nitratın oksitleyici gücü, alüminyum tozunun yanıcılığı ve su jelinin nemle karışan hassasiyeti en küçük bir kıvılcımı bile 3.563 kilogramlık bir felakete dönüştürebilirdi. Yıldırımın milyonlarca voltu o kıvılcımı bin kat büyütürdü.

Başbilgin hemen bağırdı, sesi gök gürültüsünü bastırarak yükseldi. "Herkes uzaklaşın! Roket bir yıldırım çubuğu gibi, patlayacak! En küçük kıvılcım tüm aşamaları ateşler, gövdeyi parçalar! Çekilin, rampadan 200 adım geriye!" İşçiler panikle koştu. Islak kumlar ayaklarını kaydırıyor, yağmur gözlerini kör ediyordu. Sekhdukar son bir yakıt bloğunu bırakıp Enlil-Hotep'in yanına sığındı. "Efendim, rampaya acil bir topraklama gerek! Bakır tel bulalım, yere saplayıp bir kazık yapalım!" diye haykırdı, ama fırtına çok hızlıydı. Irsu kapsülün kapısını kapatmayı unutmuştu. Mekanik ibreleri korumak için geri dönmek istedi, ama Tefnut onu kolundan yakaladı. "Hayır! Canın değerli, veri değil!" Grup plato'nun kenarındaki bir tepeye doğru sendeleyerek kaçtı. Arkalarında roket yağmur altında titriyordu. Metal gövdesi şimşeklerin yansımasıyla parıldıyordu.

Tam herkes güvenli bir mesafeye ulaşmış, nefes nefese yere çökmüştü ki gök bir kez daha yarıldı. Tam 200 adım gerideydiler.

ÇAT!

En korkunç şimşek bulutların karnından fırladı. Mavi-beyaz bir mızrak gibi roketin tepesine, üçüncü aşamanın nozülüne indi. Ani bir çatırtı çöldeki herkesi sağır etti. Yıldırımın gücü alüminyum gövdeyi titreterek içindeki iletken yolları doldurdu. Elektromekanik zamanlayıcılar anında eridi. Piroteknik cıvatalar erken patlayarak aşamaları ayırdı. Ve sonra patlama geldi.

PAT!

Dünya bir an için durdu. İlk aşama yakıt bloğu, 783 kilogram, kıvılcımla alev aldı. Potasyum nitratın oksidasyonu alüminyum tozunu roket yakıtının ötesinde bir cehenneme dönüştürdü. Patlama 600-700 beygir gücündeki itişi kontrolsüz bir yangın topuna çevirip kapsülü yuttu. Dev bir turuncu küre gökyüzünü yalayarak yükseldi. Roket yerden koparcasına sarsıldı. Gövde metalik bir çığlıkla yarıldı. Parçalar 100 metreye varan bir yay çizerek etrafa saçıldı.

GÜM!

İkinci aşama bloğu, 1.135 kilogram, zincirleme reaksiyonda patladı. Seramik kaplı nozullar eriyerek lav gibi aktı, kumları camlaştırdı.

BOM!

Üçüncü aşama, en büyüğü, 1.645 kilogram, platformu yok etti. Mekanik ibreler, yaylar ve barometreler şok dalgasında toza dönüştü. Patlama dalgası plato'yu titretti. Rüzgârı tersine çevirerek kum fırtınası yarattı, yağmuru buharlaştırdı. Gökyüzü siyah dumanla doldu. Toksik nitrat kalıntıları rüzgârla batıya doğru sürüklenerek çölü zehirli bir sisle kapladı. Uzakta Nil'de balıklar ve timsahlar korkudan suyun dışına sıçradı. Sarayın duvarları sarsıldı. Halk şok dalgasını duyup, Nil kıyılarına inip korkuyla dua etmeye başladı.

Enlil-Hotep toz bulutunun içinde öksürerek doğruldu. Yüzü is ve kumla kaplıydı, elleri titriyordu. "Patladı. Her şey yok oldu. Ama kimse yaralanmadı," diye fısıldadı, sesi kırık. Sekhdukar konuştu. "Kapsül ve rampa yok oldu. Yıldırımın enerjisi toprağa yönlenmedi, bu yüzden bu kadar şiddetliydi." Irsu dizlerinin üzerine çökerek enkaza baktı. "Bu bir uyarı mı? Yoksa sadece doğanın rastlantısı?" Tefnut şans eseri kurtulmuş parşömenlerini sıkıca tutarak ayağa kalktı. "Hayır, bu bir ders. Paratoner roket için de gerekliydi. Bakır direk ve yere saplanmış teller yıldırımın yolunu değiştirebilirdi."

Kral Karmen fırtınayı yararak muhafızlarıyla geldiğinde plato bir savaş alanıydı. Roketin kalıntıları, erimiş metal parçaları ve camlaşmış kumlarla doluydu. Enkaza yaklaştı. Gözleri, patlamanın izlerinde değil, ufukta parlıyordu; yüzünde, o tanıdık, hafif çılgın gülümseme vardı. Atından inip Enlil-Hotep'in yanına yaklaştı, ellerini ceplerine sokarak enkazı süzdü. Bir an sessiz kaldı, sonra yüksek sesle güldü; öyle bir kahkaha ki, bilginler şaşkınlıkla birbirine baktı. “Harika! Muhteşem bir patlama!” dedi.

Enlil-Hotep diz çöktü, sesi titreyerek yanıtladı: "Efendim, unuttuk. Saraya koyduğumuz bakır direk gibi rampaya da paratoner gerekirdi. En küçük kıvılcım her şeyi yok edecekti. Yıldırım roketi vurdu, yakıtı tetikledi. Ama herkes kurtuldu."

Kral bir metal parçasını kaldırıp inceleyerek: “Bakın, bu patlama, sizin roketinizin gücünü gösteriyor. 600-700 beygir, ha? Katı yakıtınız, bir yıldırım kıvılcımıyla böyle bir enerji boşalttıysa, bu şey 100 kilometreye kesinlikle ulaşır. Sorun şu: Doğayı hesaba katmadınız. Ama bu, bir felaket değil, bu bir veri noktası!”

Kral bir an sessiz kaldı. Rüzgâr dumanı savuruyordu. Sonra elini Enlil-Hotep'in omzuna koydu. "Bilgi, evet. Gerçek tanrıyı ararken doğanın kurallarını da öğreniyoruz. Bu patlama 100 kilometreyi değil, ama bizi daha güçlü kılacak bir sırrı verdi. Yıldırımı yenebiliriz. Hemen yeniden başlayın. Yeni bir roket yapın, bu sefer göklerin öfkesine karşı zırhlı. Bakır teller ve topraklama kazıkları rampayı bir kale gibi sarsın. Maliyet artsa da krallığımızın hazinesi bu yükü taşır. Halka söyleyin. Bu zafer uydurma tanrıların değil, bizim zaferimiz olacak. Gerçek tanrı yıldızlarda bekliyor ve biz onu bulacağız."

Fırtına dinerken bilginler enkazdan kalan parçaları topladı. Bir ibre, kısmen sağlam, maksimum sıcaklığı göstermişti: 4.500°C, yıldırımın nefesi. İşçiler yaralılarını sararken umutla fısıldaşıyordu. Plato yıkımdan doğan bir kararlılıkla doluydu. Nil'in dalgaları uzaktaki saraya bu haberi taşırken roket projesi küllerinden doğuyordu, daha akıllı ve daha dirençli. Gökler meydan okumuş, ama Kral Karmen meydan okumayı bir merdiven yapmıştı. 100 kilometre hâlâ ufukta parlıyordu.

 

22.5. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Vayy, Nil-7! Roket patladı ama kral niye güldü? Üzülmedi mi? Bunca emek boşa gitti diye kızmadı mı?"

Nil-7: "Güzel soru, Sahara! Kral Karmen güldü çünkü patlamada roketin gücünü gördü. 600-700 at gücünde bir enerji, bir yıldırım kıvılcımıyla bile koca bir çöldeki kumu camlaştırdı! Üzülmek yerine, “Bu güçle 100 kilometreye ulaşırız!” dedi. O, başarısızlığı bir ders olarak görüyordu. Bilginler de öyle. Her hata, onları daha akıllı yaptı."

Sahara: "O at gücü neydi? Rüyada yüz tane at fırladı ya..."

Nil-7: "Enlil-Hotep’in rüyası bir fikri doğurdu. Bilginler, bir atın ne kadar iş yapabildiğini ölçtü: 75 kiloluk bir yükü, yüz metrede, yüz saniyede taşıyan bir atın gücüne “bir at gücü” dediler. Sonra roketin gücünü bununla karşılaştırdılar."

Sahara: "Peki ama “at gücü” neden? Neden kuş gücü, fil gücü değil?"

Nil-7: "Güzel bir soru. Çünkü eski zamanlarda arabaları çeken, yükleri taşıyan en yaygın hayvan attı. İnsanlar atın gücünü herkesin bildiğini düşünüyordu. O yüzden at, ölçü için en uygun sembol oldu. Bir makineyi anlatmak için “bu kadar at kadar güçlü” demek kolaydı."

Sahara: "Roket gökyüzüne çıkarken onun gücünü de atlarla mı karşılaştırıyorlar?"

Nil-7: "Evet. Roket, binlerce kilo ağırlığı göğe kaldırmak için yüzlerce atın yapabileceği işi tek başına yapıyor. Bunu da “600-700 at gücü” diye anlatıyorlar. Yani sanki 600 atı aynı anda koşmaya zorlamışsın gibi."

Sahara: "Bu roketi neden 100 kilometreye çıkarmak istiyorlar? Daha yukarıya neden değil?"

Nil-7: "Çünkü 100 kilometre, gökyüzüyle uzayın sınırıdır. İnsanlar oraya ulaştığında, artık Dünya’nın havasından çıkmış sayılır. O yükseklikten bakıldığında, Dünya’nın yuvarlaklığı görülür, gökyüzü siyaha döner ve yıldızlar gündüz bile görünür."

Sahara: "Nil-7… Roket gökyüzüne çıkınca neler göreceklerdi? Ben de orada olsaydım, ne görürdüm?"

Nil-7: "Sen orada olsaydın, Nil’in mavi çizgisinin bir ip gibi kıvrıldığını, çöllerin altın bir halı gibi uzandığını görürdün. Gökyüzü siyaha döner, gündüz vakti bile yıldızlar parlamaya başlardı. Ufuk eğrilirdi, dünya yuvarlanırdı gözlerinin önünde. İşte, bilginler o anı merak ediyordu."

Sahara: "Ama bu kadar büyük bir roketi yapmak zor değil miydi? Ya patlarsa?"

Nil-7: "Evet, zor ve tehlikeliydi. Ama unutmamalısın: İnsanlık her zaman tehlikelerle öğrenir. Patlayan her roket, aslında yeni bir ders olur. Başarısızlık bile bir bilgidir. Kral da bunu biliyordu; o yüzden ‘hızlı deneyin, hızlı başarısız olun, hızlı öğrenin’ dedi."

Sahara: "Nil-7, senin gücün kaç at gücü?"

Nil-7: "Benim kas yerine kullanılan yapay fiber demetlerimin gücü atlarla ölçülmez Sahara. Ama istersen seni sırtımda 10 leopar gücünde koşturabilirim"

Sahara: (kahkahalarla) "O zaman seninle Afrika Olimpiyatlarında binicilik yarışını kesin biz kazanırız!"



Bölüm 23: Teleskop (M.Ö. 3079)

23.1. Cam Atölyesi

Gündüzleri Şarmaadat, ”Uçma Sanatı Mektebi”nde okuyan 11 yaşında meraklı bir gençti. Yıllar önce, annesinin yanlış anlaması sonucu bebekken mektebe bırakıldığında, sınıfta bir kaos yaşanmıştı. Bilgin yoklama listesini okuyan Enlil-Hotep’in gür sesi taş duvarlarda yankılandı: "Şarmaadat?" Bir ses, "Şurada!" diye cevap verince, sıranın altından uzanan bir sepetin içindeki kundakta uyuyan minik bir bebek bulunmuştu. Enlil-Hotep bastonunu vurarak, ”Bebek olmaz! Daha büyüsün öyle gelsin. Al götür onu annesine teslim et. Burada mühendis yetiştiriyoruz, kundak değil!” demişti.

Şarmaadat şimdi büyümüştü. O gün mektebe bırakılan bebek oydu ve yıllar sonra geri dönüp tebeşir tozlu kürsülerde hesap yapan, meraklı bir çocuk olmuştu. Gündüzleri ”Uçma Sanatı Mektebi”nin kubbeli sınıflarında aerodinamik espriler, basınç tabloları ve rüzgâr üçgenleriyle uğraşıyordu. Akşamüstleri tırmanıp babasının atölyesine iniyor, ellerini yıkayıp camın kokusuna karışıyordu.

Akşamüstü, babası Hapu’un Nil kıyısındaki cam atölyesine gider, ona yardım ederdi. Atölye, sıcak fırınların uğultusu ve eriyen kumun keskin kokusuyla doluydu. Hapu, kum, soda külü ve kireç taşını 1.200°C’de eriterek camı şekillendirirdi. Uzun bir demir çubukla erimiş camı toplar, onu üfleyerek veya kalıplara dökerdi. Cam soğurken sertleşir, bazen yamuk şekiller alırdı; Hapu bu kusurlu parçaları hurdaya ayırırdı. Elleri nasırlı, yüzü terle kaplıydı; her nefesiyle camın kıvrımları belirginleşirdi.

Bir akşam, Şarmaadat okuldaki derslerini babasına anlatırken camla dolu bir tepsinin başında çalışıyordu. ”Baba, roketler 100 kilometreye çıkarsa gökyüzünü görebiliriz,” dedi heyecanla. Hapu, demir çubuğu fırına sokarken gülümsedi. ”Güzel, oğlum. Ama önce şunu yap. Erimiş camı çubukla al, yavaşça üfle. Ama ne çok sert ne çok hafif. Cam, hamur gibi şekil alır.” Şarmaadat çubuğu tuttu, erimiş camı topladı ve titreyen ellerle üflemeye başladı. Cam balon gibi şişiyor, yumuşakça şekilleniyordu.

Hapu, işin inceliklerini anlattı. ”Bu geleneksel usül, dedemden öğrendiğim gibi. Kum ve soda külünü karıştırıp fırında eritiyoruz. 1.200°C’de cam hamuru olur, sonra çubukla çekip üflüyoruz. Hava soğuturken şekli sabitleniyor. Ama dikkat et, çok hızlı soğutursan çatlar, çok yavaş bırakırsan sarkar. Sabır gerek.” Şarmaadat, babasının talimatlarını dinlerken bir yamuk cam parçasını aldı. Güneş ışığını tutunca kum tanecikleri büyümüş gibi göründü. ”Baba, bu cam garip şeyler yapıyor!” dedi şaşkınlıkla.

Hapu kaşlarını kaldırdı. ”Sonra oynarsın. Ama önce şunu bitir, çubuğu çevir, camı kalıba dök, sonra soğumaya bırak.” Şarmaadat, hurda camları biriktirdi.

Bir gün, yamuk camlardan birini gözüne tutup baktı. Yerde küçük bir karınca geziyordu. Camı karıncaya yaklaştırınca karıncanın bacakları, antenleri aniden netleşti. ”Daha küçükleri görebiliyorum!” diye haykırdı. Güneşin altında elini büyütmeye çalıştığında eli yandı. Koşarak babasının yanına koşarak gitti.

Hapu, cam atölyesinde yaktığı ateşi harlamaya çalışıyordu.

Şarmaadat: ”Baba! Bak, bu cam karıncayı büyüttü hem elimi yaktı!”

Hapu, omuzunun üzerinden oğluna bakıp başını salladı:

“Saçmalama, o cam çöp. İşine bak.”

Şarmaadat: ”Hayır baba! Bak işte! Bir kere bakmanı istiyorum!”

Hapu: ”Şarmaadat, işim gücüm var. Cam erirken oyun olmaz.”

Şarmaadat: ”Ne olur… bir kere! Söz veriyorum bu defa farklı!”

Hapu derin bir iç çekti, ağır adımlarla oğlunun yanına geldi. ”İnatçı keçi… Ver bakayım şunu.”

Camı eline aldı, gözüne yaklaştırıp yerdeki karıncaya baktı. Bir anlığına nefesi kesildi.

“Bu” dedi kısık bir sesle. ”Gerçekten… koca bir yaratık gibi görünüyor!”

Şarmaadat sevinçle zıpladı. ”Gördün mü baba! Küçücük karınca dev oldu!”

Güneşe doğru kaldırdı. Önce ışık kırıldı, sonra elinde bir sıcaklık hissetti. Küçük bir yaprak parçasını camın altına tuttu. Camı biraz daha oynattı. Bir anlık sessizlikten sonra ince bir duman yükseldi, yaprak büzülüp karardı.

Şarmaadat heyecanla bağırdı:

“Gördün mü baba! Ben yapmadım, cam yaptı! Hem büyütüyor… hem de yakıyor.”

Hapu’nun gözleri büyümüştü.

“Bu… kusur değilmiş!” dedi şaşkınlıkla.

Bir an durdu, sonra gözleri pırıldadı.

Hapu: ”Işığı topluyor… ve yakıyor. Güneşi elimde tutuyorum sanki.”

Bir an sessizlik oldu. Sonra Hapu’nun yüzünde uzun süredir görülmeyen bir gülümseme belirdi.

“Şarmaadat… bundan daha büyüğünü, daha düzgünü yapabiliriz. Bombeli, kusursuz bir cam. Bakalım karınca daha büyük nasıl görünecek, güneş ışığı daha güçlü yakacak!”

Şarmaadat sevinçle fırının yanına koştu. O an, baba ile oğul ilk defa işçi ile çırak değil, iki ortak gibi yan yana durmuştu.

Hapu koca körüğü işaret etti.

“Haydi, körüğü çalıştır. Ateşi harlayalım. Bu defa oynayacak değil, deney yapacağız!”

Şarmaadat sevinçle koştu, körüğün kollarını bütün gücüyle indirip kaldırdı. Hava akışıyla fırının içindeki ateş kızıl sarıya döndü, eriyen cam tenceresinden bal köpüğü gibi kabarcıklar yükseldi.

Hapu, demir çubuğu daldırıp ağır ağır çevirdi. Erimiş cam çubuğun ucunda bal gibi sarktı.

“Bak şimdi, oğlum. Yuvarlak olsun istiyoruz, bombeli. Kalıbı hazırladın mı?”

Şarmaadat, kilden yaptığı küçük yarım küre kalıplarını heyecanla gösterdi. ”Hazır baba!”

Hapu, erimiş camı kalıba bıraktı. Kalıbın içinden sönük bir uğultu yükseldi, cam kabarcık gibi şişip yuvarlaklaştı. Sonra yavaş yavaş soğuması için kül içine gömdüler.

“Bir tane yetmez,” dedi Hapu. ”Kusursuzu bulana kadar birkaç tane yapacağız. Birinde hata olur, ötekinde çatlak çıkar. Ama biri… biri güneşi bıçak gibi kesebilir.”

Saatlerce çalıştılar. Körüğün ritmi, demirin cızırtısı, camın parlaklığı atölyeyi doldurdu. Şarmaadat’ın alnı terden ıslanmış, elleri küllere bulanmıştı. Hapu’nun gözlerinde yorgunluk değil, gençliğindeki heyecan vardı.

Öğleye doğru üç tane cam mercek hazırdı. En kusursuz görünenini Şarmaadat iki eliyle tutarak dışarı çıkardı. Güneş tepede yakıcı bir kalkan gibi parlıyordu.

Hapu, yerdeki kuru bir kamış parçasını gösterdi.

“Tut bakalım, görelim işimize yarıyor mu.”

Şarmaadat merceği kaldırdı, güneş ışığını küçük bir noktaya topladı. Nokta birkaç kalp atışı içinde beyazladı, ardından kamıştan duman yükseldi. Birkaç saniye sonra çıtırtıyla tutuştu.

Şarmaadat çığlık attı:

“Yandı! Baba, bak, kendi ateşimizi yaptık!”

Hapu’nun yüzünde gururlu bir tebessüm belirdi.

“Hayır, güneşin ateşini küçücük bir noktaya hapsettik.”

Şarmaadat gözlerini kısarak parlak noktaya baktı.

“Baba… bu sadece ateş için değil. Küçük şeyleri büyüyor.”

Hapu: ”Haydi, bununla deney yapalım.”

Şarmaadat hemen yere çömeldi. Elini uzatıp bir karınca yakaladı, ince bir tahta parçasının üstüne koydu.

“Baba, bak! Şuna yakından bakalım.”

Merceği karıncanın üzerine tuttular. Güneş ışığı taşın üstünü aydınlatıyordu. Mercekten baktıklarında karıncanın antenleri kocaman olmuş, tüy gibi ince kılları görünür hale gelmişti.

Şarmaadat heyecanla bağırdı:

“Baba bu karınca deve kadar büyük! Karıncanın gözleri nokta nokta! Bacaklarında kıllar varmış, ben hiç bilmiyordum!”

Hapu kaşlarını kaldırdı.

“Demek ki gözle gördüğümüz dünya, dünyanın tamamı değil. Daha küçük bir dünya varmış içinde.”

Şarmaadat bir sinek yakaladı, dikkatle merceğin altına koydu. Işığın altında sineğin kanatları gökkuşağı gibi parladı.

“Bak, baba, kanatlarında damarlar var! Yaprak gibi, aralarında daha küçük damarlar...”

Bir süre sessizce baktılar. Merceği çevirip böceklerin üstünde gezdirdiler, bir yaprağın damarlarını, taşın üstündeki yosunları büyütüp incelediler. Her defasında Şarmaadat yeni bir ayrıntı keşfetti: yaprağın üzerindeki minicik tüyler, sineğin ayaklarındaki pençeler, su içinde hareketli küçük kıpırtılar…

Şarmaadat nefes nefese fısıldadı:

“Baba, dünyamız göründüğünden çok daha zengin. Her şeyin içinde başka bir evren var.”

Hapu, oğlunun yüzüne baktı. Gözlerinde kendi gençliğini gördü.

“Öyleyse,” dedi yavaşça, ”yarın sen bunu hocana götür. Onlar bunu daha da geliştirmenin yolunu bulabilir.”

23.2. Mercekler Üzerinde Bilginlerin Deneyleri

Ertesi sabah Şarmaadat, evinden çıkıp sokakların taş yollarında koşarak ilerledi. Uçma Sanatı Mektebi’nin kubbeli sınıfına girdi. Bohçasından özenle sardığı bombeli cam merceği çıkardı ve öğretmeni Tefnut'un odasına girdi.

Şarmaadat: ”Öğretmenim, bakın! Babamla  atölyede yaptığımız camları getirdim! Hem küçük şeyleri büyütüyor, hem de güneşin altında ateş çıkarabiliyor."

Tefnut, camları aldı; ”Hmm… Bu söylediğin şeyleri bu mu yapıyor? Hadi göster.”

Şarmaadat merceği dikkatle tuttu, defterindeki yazıların üzerinden geçirdi. Öğretmenin gözleri birden açıldı; küçük bir harf adeta devasa bir harf gibi görünüyordu. Sonra pencereden gelen ışığı bir papirüse tuttu ve kağıt yanmaya başladı.

Öğretmen, şaşkınlıkla geri çekildi:

Tefnut: ”Bu… inanılmaz! Bir saniye… hemen başbilgine götüreceğim bunu! Gel benimle.”

Merceği kapıp taşlı merdivenlerden yukarı koştu. Kapıyı açıp içeri girdiler. Başbilgin, çalışma masasının üzerindeki kâğıt tomarlarının arasına gömülmüş görünmüyordu. Tefnut ile Şarmaadat masasının önüne geldi; Enlil-Hotep'in yüzünde yılların ciddiyeti vardı.

Tefnut: "Efendim. Rahatsız ediyoruz ama bunu görmek isteyeceksiniz. Şarmaadat'ın getirdiği bu camlarda çok ilginç bir şey gözlemledik."

Başbilgin Enlil-Hotep: ”Gelin bakalım, bu çocuğun getirdiği camlar nedir?"

Tefnut: "Gözlerimizle göremediğimiz şeyi nasıl büyütüyor? Ve güneşi odaklayıp ateş çıkarabiliyor?”

Başbilgin merceği eline aldığında gözleri parladı.

Başbilgin: ”Bu… bu mümkün mü? Şarmaadat, bunu sen mi yaptın?”

Şarmaadat: ”Evet efendim. Babamla birlikte camı erittik, bombeli ve kusursuz mercekler yaptık.”

Başbilgin derin bir nefes aldı, ellerini çırptı:

Başbilgin: ”Yarın, bütün bilginleri buraya çağıracağım. Herkes sırayla deney yapacak ve görecek… Bu keşif, gözlem sanatını değiştirebilir!”

Ertesi gün kayıtlar salonu bahçesinde bilginler toplandı. Sabah güneşi yükselirken Şarmaadat torbasındaki bütün mercekleri bilginlerin ellerine verdi. Bilginler birbirleriyle fısıldaşarak sırayla baktılar:

Bilginler mercekleri sırayla inceledi, ellerinde çevirip güneşe tuttular. Güneşin ışığını kuru yapraklar üzerinde odaklayarak ateş yaktılar. Yaprağın damarlarını, tüylerini, karıncaların, sineklerin, böceklerin ayakları ve antenlerini. su damlası içindeki hareket eden minik larvaları gözlemlediler. Enlil-Hotep'in gözlerinde hayret, dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.

Bilginler mercekleri elden ele geçirirken biri gülümsedi:

Kadın Bilgin Meritre: ”Bu camlar… şekil olarak mercimeğe benziyor. ‘Mercimek’ diyelim mi?”

Bilgin Khufu, kaşlarını çattı ve esprili bir tonla: ”Mercimek mi? Ha ha! Mercimek yemeği ile karıştırırız. Bence ‘mercik’ demeliyiz. Hem gözlemle ilgili, hem de kulağa hoş geliyor.”

Şarmaadat gülümsedi, öğretmenine baktı: ”Öğretmenim, ‘mercek’ desek olur mu?”

Bilgin Tefnut başını salladı: ”Olur isim hakkı senin. Artık bu cam parçaları sadece büyütmüyor, gözlerimizi yeni dünyalara açıyor. Adı ‘mercek’ olsun.”

Başbilgin: ”Peki öyle olsun. Artık herkes ‘mercek’ diyecek. Ve göreceğiz ki, küçük bir isimle büyük keşif başlar.”

Bilgin Irsu: ”Hmm… gerçekten detayları büyütüyor. İlginç! Bu… nasıl mümkün olabilir acaba?”

Bilgin Ptolem: ”Bence gözlerimizden çıkan ışınlarla ilgili olmalı. Eskiden insanlar, gözlerinden küçük ışınlar çıktığını ve bununla gördüklerini söylerdi. Bu mercek, göz ışınlarını topluyor ve büyütüyor olabilir.”

Genç mühendisler birbirine baktı, fısıldaşmalar başladı:

Genç mühendis Nisaba: ”Hayır, bu evrenin küçük kopyalarını açığa çıkarıyor. Her yaprak, her karınca kendi içinde bir mikro evren saklıyor ve mercek onu görünür kılıyor!”

Genç mühendis Şuruppak (gülerek): ”Belki de tanrılar bunun için göndermiştir. Mercek, güneşi hapsetmiş, ateşi yaratıyor. Hem büyütüyor hem yakıyor; büyü olmalı!”

Genç mühendis Meskalanduk (ciddi bir sesle): ”Bence mercekler, güneşin ışığını odaklayıp atomları harekete geçiriyor. Eski mısırlılar bunu biliyordu belki, ama sırlarını unuttular.”

Genç mühendis Gılgameş: ”Bu… bir çeşit ateş makinesi mi?”

Genç mühendis Lugalkeşkokpanda: ”Hayır, belki de ışığı sıkıştırıp enerji üretiyor. Belki de… küçük güneşler yaratabiliriz!”

Genç mühendis Eluluhakalanduk, kaşlarını kaldırdı: ”Ben derim ki, bu bir tür büyü… ama nasıl olur, anlamıyorum.”

Genç mühendis Meşalepanda: ”Belki de ışık mikroskobik canavarları büyütüyor, bu yüzden ateş çıkıyor!”

Şarmaadat sessizce bekledi, notlarını aldı, sonra merceklerden birini aldı, ard arda birkaç karıncayı ve sineği merceğin altına yerleştirdi.

Herkes birbirine bakıp güldü. Enlil-Hotep başını salladı, gür sesiyle: ”Komik teoriler güzel ama işimizi ilerletmez. Şarmaadat, başka ne denedin?”

Şarmaadat: ”Bakın… eğer merceği biraz daha büyütürsek, karınca devleşiyor! Ve sineğin kanatlarını görebiliyoruz. Hepsi birbirine bağlı… ışığı topluyor ve odaklıyor, ama ateşi kendisi çıkarmıyor, sadece Güneş'ten gelen ışığı yoğunlaştırıyor!”

Bilginler birbirine bakıp şaşkınlıkla başlarını salladı.

Başbilgin: ”Demek ki… bir çocuğun gözünden gelen mercekler, gözlerimizden çıkan ışınlarla değil, ışığı toplama ve odaklama yöntemiyle çalışıyor!”

Genç Bilgin Eluluhakalanduk (hafif hayal kırıklığıyla): ”Büyü değilmiş… bilimmiş.”

Genç Bilgin Şuruppak (gülerek): ”Ama yine de büyücüler şaşırtıcı işler yapıyor gibi görünür!”

Şarmaadat gülümsedi, gözleri parlıyordu.

Şarmaadat: ”Ve eğer merceği ard arda kullanırsak, ilk merceğin büyüttüğünü ikinci mercek daha da büyütür. Karınca daha da büyür. Belki böcekleri büyüttüğümüz gibi çok uzak şeyleri, Ay'ı bile daha büyük görebiliriz!”

Yaşlı bir bilgin, iki merceği yan yana tutarak: ”İki tane yan yana koyarsak belki yıldızlara bakabiliriz! Belki Ay’ı, belki belki gezegenleri görebiliriz!”

Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini ovuşturup onayladı:

Başbilgin: ”O hâlde… bu mercekler, hem gözlem hem deney için yeni bir çağ açıyor. Bilginler, yarın atölyelere dönün ve bu keşfi geliştirin! Üst üste konan merceklerle neler olacak deneyler yapın. Gündüzleri böcekleri büyütmeye çalışın, geceleri Ay'ı büyütmeye çalışın.”

Şarmaadat: ”Bombeli camlar büyütüyorsa, belki de çukur mercekler küçültebilir.”

Başbilgin: ”Harika bir çıkarım. Öyleyse babanla birlikte çukur mercekler de yapın. Hem daha fazla bombeli mercek gerekecek. Merceklerin maliyetini kayıtlar salonu ödeneğinden ödeyelim.”

Bu sıradan gibi görünen bombeli cam parçaları, daha önce hiç kimsenin görmediği yeni bir dünyanın kapısını aralıyordu. Ertesi gün yeniden toplanmak üzere sözleştiler ve her biri eline birer mercek alıp, sabaha kadar hangi sırları sakladığını çözmek için zihninde sayısız ihtimal kurarak evine döndü.

23.3. Bilginlerin Mercek Deneyleri

Bilginler sabahın ilk ışıklarıyla yeniden toplandılar. Atölyenin geniş avlusu, yan yana dizilmiş masalarla doluydu; üzerlerinde türlü boylarda bombeli ve çukur cam parçaları.

Gündüzleri, ellerine geçirdikleri en küçük merceklerle böcekleri, yaprakların damarlarını ve kumaş ipliklerini incelemeye başladılar. Kimi karıncanın gözlerini seçebildiğini iddia etti, kimi bir arının kanadındaki damarlara hayran kaldı. İki merceği art arda koymayı deneyenler, görüntünün daha da büyüdüğünü görüp heyecanla bağırdı. Böylece ”yakıngördürgeç” fikri doğdu.

Öğleden sonraları ise, uzak kulelerin, gemilerin direklerinin, dağın yamacındaki keçilerin gözle görülemeyen ayrıntılarını seçmeye çalıştılar. İki merceği farklı uzaklıklara yerleştirip rastgele denemeler yapıyorlardı. Kimi mesafe çok uzun olunca görüntü bulanıklaştı, kimi çok kısa olunca karardı. Haftalarca süren denemeler sonunda, büyük bir merceğin ışığı topladığını, küçük bir merceğin ise gözüne rahatça ulaştırdığını fark ettiler. Böylece ”uzakgördürgeç” ortaya çıkmaya başladı.

Geceleri ise gökyüzü onların en büyük deneme alanıydı. Ay’a çevrilen her mercek, kraterleri ve ışıklı çizgileri daha net gösteriyor; kimi bilgin, Ay’ın yüzeyinde denizler olduğuna inanıyor, kimi ormanlar gördüğünü iddia ediyordu. Büyük mercekler ve uzun tüpler kullanıldıkça görüntü daha da netleşti. Böylece bilginler, ”yıldızgördürgeç” adını verdikleri düzeneklerle göklerin sırrına bakmaya koyuldular.

Odak uzaklıklarını ölçmek için mumlar kullandılar. Merceğin önüne yanan bir mum koyup, karşıya düşen ışığı kağıda çizerek mesafeyi işaretlediler. Defalarca yanıldılar, defalarca yeniden çizdiler. Ama sabırla tekrar ettikçe, hangi merceğin ne kadar uzaktan odaklandığını anlamaya başladılar.

Bilginler günlerce süren denemelerin ardından, sonunda bazı net görüntüler elde eder. Ay’daki kraterler, Jüpiter’in yanındaki noktalar, hatta su damlasında kıpırdayan minicik canlılar. Bu haber saraya ulaşır ve kral, bilginleri hemen huzuruna çağırdı.

  

23.4 Kralın Huzurunda

Kral tahtında oturmuş, etrafında başbilgin ve ileri gelenler bekliyordu. Bilginler ellerinde mercekleri, titrek bir heyecanla içeri girdiler.

Kral: ”Duydum ki, cam parçalarından yeni bir göz icat etmişsiniz. Bana da gösterin, nedir bu?”

Bir bilgin, yanına getirdikleri uzakgördürgeç ismi verdikleri uzun tüpü öne çıkardı. Ucundaki büyük mercek ile küçük merceğin arasından kralın saray avlusundaki kuleyi gösterdiler.

Kral (şaşkınlıkla): ”Kuledeki askerin zırhındaki nakışı bile görüyorum! Bu, çıplak gözle imkânsızdır. Gözlerimizden daha iyi gören bir göz yaptınız ha?”

Başbilgin öne atıldı: ”Evet efendim. Bundan başka yıldızgördürgeç ismi verdiğimiz bir alet daha yaptık, hem gökteki ayı ve yıldızları inceleyebiliyoruz. Ay’ın yüzeyinde denizler, tepeler seçiliyor. Ve gökte dolaşan küçük ışıkların aslında kendi yoldaşları olduğunu fark ettik.”

Kral: ”Yani Ay'da dağlar, şehirler olabilir mi?”

Şarmaadat dayanamayıp söze karıştı: ”Henüz şehir görmedik efendim… Ama gezegenlerin bazıları küçük aylarla çevrili. Gökte de bizim gibi başka dünyaların olduğu kesin.”

 

Bilginler ve Şarmaadat dev mercekli teleskobun ilk tasarımlarını anlattı. Kral hayranlıkla dinledi, sonra ağır sesiyle sordu:

Kral: ”Demek göklerin gizemini daha yakından görebileceğiz… Peki başka? Sadece yıldızlara mı bakacaksınız? Daha ne üstünde çalışıyorsunuz?”

Başbilgin Enlil-Hotep hafifçe öne eğilir, sözü dikkatle seçerek konuşur: ”Efendimiz, bir başka denememiz daha var. Henüz tamamlanmamış bir alet. Yıldızgördürgeç gökleri büyütüyorsa… bu diğeri yerdeki en küçük şeyleri büyütmeyi amaçlıyor.”

Kral kaşlarını kaldırır: ”Küçük şeyleri mi? Ne kadar küçük? Karıncalar mı, tohumlar mı?”

Şarmaadat öne atılır, heyecanla konuşur: ”Evet hükümdarım! Karıncaların gözlerini, su damlası içindeki minik canlıları… belki tohumun içini bile görebiliriz! Ama camlar çok kusurlu, görüntüler bulanık çıkıyor. Daha çok çalışmalıyız.”

Kral, elini sakalında gezdirir, gülümseyerek: ”Yıldızlardan daha uzağa, karıncadan daha yakına… İkiniz de aynı anda bakmak istiyorsunuz. Güzel. O hâlde yıldızgördürgeçi hemen inşa edin. Ve bu diğer alet… yakıngördürgeç mü demiştiniz?”

Enlil-Hotep: ”Henüz kesin bir adı yok efendimiz, ama… evet, öyle diyebiliriz.”

Kral: ”O hâlde yakıngördürgeç te bitecek. Ama bana hazır olmadan getirmeyin. Kusursuz olsun. Ben hem göklerin ihtişamını, hem de toprağın gizemini görmek isterim.”

Bilginler hep bir ağızdan eğilerek:

Bilginler: ”Emredersiniz efendimiz!”

Salondaki uğultu büyüdü. Kral elini kaldırdı, sessizlik oldu.

Kral: ”O halde bana daha büyük gözler yapın! Daha uzakları, daha net görün. Sarayımın avlusunda dev gibi bir yıldızgördürgeç kurulsun. Gerekirse koca mercekler dökün, gece gündüz çalışın. Bizim ülkemiz gökleri ilk gören ülke olacak!”

Bilginler yere kapanıp ”Emredersiniz efendim!” diye karşılık verdi.

23.5. Dev Teleskop Projesi

Bilginler, saraydan döndükten sonra atölyeye çekildiler. Dev yıldızgördürgeç için ilk çizimleri masalara serdiler. Kağıtlarda tüpler, bombeli mercekler ve destek çerçevelerinin ölçüleri vardı. Her çizgi, her eğri büyük bir titizlikle işlenmişti. Bilginler hep birlikte Şarmaadat'ı da alıp cam atölyesine gittiler.

Şarmaadat heyecanla babasına döndü: ”Baba, kral dev bir teleskop emretti. Mercekler çok büyük olacak, ölçüleri burada. Maliyeti kral karşılayacak ama… biz bunu yapmalıyız.”

Cam ustası Hapu, kaşlarını çatarak çizimleri inceledi: ”Böylesi imkânsız gibi görünüyor oğlum… Bu büyüklükte cam, kusursuz ve bombeli… Fırında erittiğimiz camın ağırlığı ve esnekliği… kırılmadan yapmak çok zor.”

Başbilgin Enlil-Hotep derin bir nefes aldı, sonra yavaşça gülümsedi: ”Bak, senin tek işin bu olacak artık. Bu dev teleskopu yapmak. Ama yalnız değilsin. Biz de sana yardım edeceğiz. Yeni teknikler bulmamız gerekecek, farklı kalıplar, özel cam karışımları… Mükemmel mercekler çıkarmak zorundayız.”

Hapu, elleriyle başını ovuşturarak cevapladı: ”Daha önce hiç denenmedi. Bu büyüklükte kusursuz mercek yapmak gerçekten zor! Yeni teknikler deneme gerek. Belki camı yavaş yavaş soğuturuz, belki özel çerçevelerle şekil veririz.”

Başbilgin Enlil-Hotep, kaşlarını çatarak fırına yaklaştı: ”Hapu, eğer yüzeyde en ufak bir hata olursa ışık dağılıyor, görüntü bulanık çıkacak. Odak uzaklığını doğru tutmak için her merceğin kusursuz olması şart.”

Bilgin Ptolem, çizimlere göz atarak: ”Belki mercekleri ard arda yerleştirirken küçük ayarlamalarla odak sorununu çözebiliriz. Birkaç milimetrelik farklar bile çok şey değiştirir.”

Bilgin Meritre merceği dikkatle çevirip: ”Cam bu kadar büyük olduğu için önce ağırlığı taşıyacak çerçeveyi nasıl yapacağımızı planlayalım? Fırından çıkınca kırılmadan sabitlemek gerek.”

Bilgin Tefnut heyecanla sorular yağdırdı: ”Kalıpları nasıl yapacağız? Önce çizimleri hazırlayalım. Sonra mercekleri sırayla fırına verelim.”

Şarmaadat heyecanla atıldı: ”Küçük merceklerde nasıl yaptık, aynısını büyük mercekler için deneyebiliriz!”

Bilgin Irsu kafasını salladı, gözleri parladı: ”O hâlde hemen başlayalım! Deneyler bizi doğru yola götürecek.”

Böylece atölye, cam tozu, mum ışığı ve kağıt çizgileriyle dolu bir laboratuvara dönüştü. Bilginler çizimleri tamamlamak için gittikten sonra Şarmaadat ve babası Hapu başbaşa kaldılar.

Hapu, demir çubuğunu fırının ucuna değdirirken mırıldandı: ”Unutma oğlum, sabır ve dikkat… Büyük gözler sadece doğru merceklerle görülebilir. Şimdi inşaat başlasın, yıldızgördürgeç bizim ellerimizde şekillenecek.”

23.6. Merceklerin Üretimi

Ertesi gün cam atölyesinde çalışmalar başladı. Bilginler atölyeye geldiler. İlk denemelerde 1 metrelik bombeli merceği fırına vermelerini istediler. Her seferinde cam çatlıyor, şekil bozuluyor veya yüzey kusurları oluşuyordu. Şarmaadat, çaresizce ellerini ovuşturdu:

Şarmaadat: ”Baba! Yine kırıldı… Bu fırın bir türlü yüzeyi düzgün yapmıyor. Yüzlerce deneme yaptık ama kusursuz çıkmıyor!”

Hapu, alnını kaşıyarak merceğe baktı: ”Oğlum, 1 metre… bu fırın ve camın sınırlarını zorluyor. Belki de daha makul bir boyla başlamalıyız.”

Bilgin Irsu, çizimlerin üzerinden parmağıyla işaret etti: ”Yarım metreyle denemeliyiz. Daha az kırılma riski var ve odak uzaklığı hâlâ yeterli.”

Başbilgin Enlil-Hotep, derin bir nefes aldı, sonra kararlı bir şekilde: ”Tamam, yarım metreyle deneyelim. Önce küçük ama kusursuz olsun. Ondan sonra daha büyüğünü düşünebiliriz.”

Birkaç deneme sonra, yarım metrelik bombeli mercek sonunda başarıyla fırından çıkarıldı. Hapu, merceği nazikçe eline aldı ve gülümsedi:

Hapu: ”İşte bu, kusursuz değil mi? Şimdi dev teleskopun kalbi hazır. Artık ışığı toplayıp yıldızları net görebileceğiz.”

Bilgin Meritre: ”O hâlde… şimdi teleskopun gövdesini hazırlayalım. Mercek yerleştirilecek, çerçeveler yapılacak. Sabırla, adım adım… yıldızgördürgeç bizim ellerimizde tamamlanacak.”

Başbilgin Enlil-Hotep gözlerini kısarak merceğe baktı: ”Yavaş yavaş… artık yıldızgördürgeç çalışacak. Ama bir gün kral daha büyük görmek isteyecek… o zaman yine denemeler başlayacak.”

Bilginler arasında bir sevinç ve heyecan dalgası yayıldı. Atölye, mum ışığıyla çizilen odak noktaları, fırından çıkan sıcak cam parçaları ve bilginlerin tartışmalarıyla adeta bir laboratuvar cümbüşüne dönmüştü.

 

23.7. Yıldızgördürgeç’in Montajı ve İlk Keşifler

Atölyede yarım metrelik bombeli mercek hazırdı; şimdi dev teleskopun gövdesi ve çerçevesi üzerinde çalışılacaktı. Bilginler ve Hapu, uzun ahşap kirişler, bakır destek halkaları ve çelik vidalarla dev tüpü inşa etmeye başladılar.

Şarmaadat heyecanla sorular soruyordu: ”Öğretmenim, mercekleri yerleştirirken odak uzaklığını nasıl ayarlayacağız? Çok küçük bir hata bile görüntüyü bozabilir.”

Bilgin Tefnut, bir cetvel ve mum ışığında çizilmiş kağıtları göstererek yanıtladı: ”Bak, önce ışığı kağıt üzerinde takip ediyoruz. Merceğin önüne mum yerleştirip gölgesini izliyoruz. Kağıda düşen ışık çizgileri odak noktasını gösteriyor. Tüp içinde mercekleri bu çizgilere göre sabitleyeceğiz.”

Bilgin Ptolem, elinde iki küçük mercekle deneme yaparken: ”Birkaç milimetrelik farklar çok şey değiştiriyor. Odak çizgilerini doğru almazsak yıldızlar bulanık çıkacak. Şimdi sabitleme halkalarını dikkatle ayarlayalım.”

Meritre, çerçeveye bakarak uyarıda bulundu: ”Destekler çok sağlam olmalı. Mercek ağır, biraz kayarsa tüm odak bozulur. Her çerçeveyi sıkıca sabitleyeceğiz.”

Mercekleri bilginler tarafından sırayla yerleştirirken Şurmaadat heyecanla fısıldadı: ”Büyük mercek tamam… küçük mercek şimdi… ışığı tam odakta topluyor mu?”

Enlil-Hotep hafifçe gülümseyerek başını salladı: ”Evet, çok iyi. Şimdi odak noktalarını küçük ayarlamalarla iyileştireceğiz. Bu ayar haftalar sürebilir, ama sabırla yıldızları net görebileceğiz.”

Günler geçtikçe bilginler mercekleri sıkılaştırdı, odak uzaklıklarını mum ışığı ve kağıt çizgileriyle ince ayarladı, tüp boyunca küçük kaymaları düzeltti. Her denemede yıldızgördürgeç biraz daha netleşiyordu.

Ve nihayet, gecenin birinde teleskop hazırdı. Bilginler ve Şarmaadat sarayın terasına taşıdılar, kralın emriyle dev teleskop kurulmuştu. Şarmaadat merceği dikkatle ayarladı, bakışını gökyüzüne çevirdi:

Şarmaadat: ”Baba, hocam… ayın üzerinde kocaman delikleri seçebiliyorum!”

Bilgin Tefnut,: ”Harika. Ama şimdi esas deneme başlıyor: uzak gezegenler, komşu aylar… ve belki de hiç kimsenin görmediği detaylar.”

Enlil-Hotep, yıldızgördürgeç’in yanında dururken: ”Bu teleskop sadece gökyüzünü göstermekle kalmayacak, aynı zamanda bizim anlayışımızı değiştirecek. Şimdi keşiflere başlayabiliriz.”

Şarmaadat ve bilginler, gece boyunca tüpü gökyüzüne çevirdiler; ilk keşifler başladı: Ay’ın kraterleri, Jüpiter’in uyduları, Satürn'ün halkaları ve uzak yıldız kümeleri birer birer netleşiyordu. Mum ışığıyla çizilmiş odak noktaları ve sayısız deneme, nihayet bir çok ayrıntı gözle görülebilir hale gelmişti.

 

23.8. Kral'ın Yıldızgördürgeç Bağımlılığı

Kral, sarayın en yüksek terasına çıkarak her gece dev teleskopa bakıyordu. İlk bakışından sonra gözünü teleskoptan ayıramadı. Gökyüzünde gördüklerinden o kadar büyülenmişti ki, sabaha kadar uyumuyordu.

Kral (hayranlıkla): ”Bu… inanılmaz! Ay’ın yüzeyindeki kraterleri, dağları… hepsini görebiliyorum! Daha önce kimse böyle detayları görmemiş olmalı.”

Kral gözlem yaparken astronomlar sessizce yanında duruyor, not defterini açıp her gözlemini kaydediyor, çizimler yapıyor, yıldızların yerlerini not ediyordu. Galileo Galilei gibi, kral da her gece ayrıntılı kayıtlar tutuyordu.

Kral (hevesle): ”Samanyolu… Yıldızlardan oluşmuş! Ve bakın, Jüpiter’in uyduları… Venüs’ün evreleri… Güneş lekeleri bile… Bu teleskop bir mucize!”

Enlil-Hotep gülümsedi: ”Efendimiz, teleskop sadece gökyüzünü göstermekle kalmıyor, aynı zamanda gökbilim anlayışımızı tamamen değiştiriyor. Artık gezegenler ve yıldızlar hakkında daha doğru bilgiler edinebileceğiz.”

Kral merceği biraz daha ayarlayarak uzak yıldız kümelerine odaklandı:

Kral: ”Ve… kuyruklu yıldız! Görebiliyorum, kuyruğu ışıldıyor. Her gece, her detay… Bu alet bağımlılık yapıyor!”

Şarmaadat babasına fısıldadı: ”Baba, kral artık teleskopa bağımlı. Her gece gökyüzüne bakmak istiyor. Bu, keşiflerimizi hızlandıracak, ama… uykusuz kalacak.”

Hapu gülümsedi, başını salladı: ”Oğlum, kralın ilgisi, bizim en büyük şansımız. Ama biz de dikkat etmeliyiz; teleskop ve gözlemler için sürekli destek lazım. Her mercek, her ayar önemli. Gece boyunca çalışacağız.”

Bilgin Ptolem ve Tefnut not defterlerini açarak yıldız ve gezegen çizimleri yapmaya başladılar. Şarmaadat, teleskoptan gördüklerini hızlıca kaydediyor, önemli detayları deftere çiziyordu. Her gece yeni bir keşif, her gece yeni bir heyecan demekti. Her keşif kayıtlar salonu kütüphanesine arşivlendi.

23.9. Aynalı Teleskop Fikri

Kral, gözünü teleskoptan ayırmadan nefesini tuttu:

“Daha fazlasını görmek istiyorum… Mars üzerindeki şehirler… komşu yıldızlar… Daha büyüğünü yapın! Daha büyük mercekler, daha uzun tüpler! Bu Yıldızgördürgeç ile tüm gökyüzünü gözlerimle süzmek istiyorum!”

Şarmaadat babasına fısıldadı:

“Baba… kral artık sınır tanımıyor. Bu teleskopla yetinmeyecek; her gece daha fazlasını isteyecek.”

Hapu alnını kaşıyarak derin bir nefes aldı:

“Oğlum… bu demek oluyor ki, hem daha büyük mercekler, hem de daha sağlam çerçeveler lazım. Maliyet kral karşılayacak ama işimiz çok zor olacak. Büyük mercekler kırılıyor, kusursuz olmuyor.”

Bilgin Meritre araya girdi:

“Gerçekten de, merceğin boyu büyüdükçe kusurlar da büyüyor. Yüzeydeki küçücük çizik bile yıldızları dağıtıyor.”

Şarmaadat’ın gözleri parladı:

“O hâlde daha büyük mercek yapamıyorsak, dev aynalar yapalım! Aynalı teleskop çok daha büyük olabilir. Işığı toplayan kocaman bir ayna, sonra küçük merceklerle yönlendirilebilir.”

Başbilgin Enlil-Hotep ağır adımlarla öne çıktı:

“Bu… tamamen yeni bir düşünce. Mercek yerine parlatılmış bir yüzey. Ama dikkatli olunmalı: en ufak eğrilik görüntüyü çarpıtacaktır. Yine de, bu yol açılırsa sınırları aşabiliriz.”

Bilgin Ptolem ellerini heyecanla ovuşturdu:

“Aynalar mercekler kadar ağır olmayabilir. Parlatılmış bakır ya da özel cam kullanabiliriz. Böylece çok daha geniş yüzeylerden ışık toplayabiliriz.”

Enlil-Hotep bilginlere dönerek gür bir sesle konuştu:

“Hazırlanın! Bu dev aynalı teleskop sadece gözlem aleti değil; bir meydan okuma olacak. Kusursuz aynalar, doğru eğrilik ve titizlikle yerleştirilmiş odak noktası olmadan kralı tatmin edemeyiz. Her birimiz görev başına!”

Böylece Yıldızgördürgeç kralın gözünde hem bir eğlence hem de bir bilim aleti olmuştu. Sarayda artık her gece gökyüzü şöleni yaşanıyor, kraliyet astronomları ve Şarmaadat teleskopun sırlarını derinleştirmeye devam ediyorlardı.

...

23.10. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Neden Şarmaadat’ın babası önce ona inanmadı?"

Nil-7: "Çünkü Sahara, insanlar bazen alıştıkları düzenin dışında bir şey gördüklerinde, onu önce “hata” sanır. Camın bombeli olması onun gözünde kusurdu. Oysa gerçek keşifler çoğu zaman “kusur” gibi görünür."

Sahara: "Peki ya karıncayı kocaman gördüklerinde çok korkmadılar mı? Ben olsam biraz ürkerdim…"

Nil-7: "Korku, keşfin kapısındaki ilk bekçidir. Ama merak, o kapıyı açan anahtardır. Onlar korkunun üstüne merak koymayı seçtiler."

Sahara: "Yani… mercekleri yapmasalardı yıldızlara bakamaz mıydık?"

Nil-7: "Doğru. Bir cam parçasını küçümsemek, gökyüzünü kaçırmak demektir. Şarmaadat’ın inadı sayesinde, insanlık yıldızlara yeni bir göz kazandı."

Sahara: "Yani… mercekleri yapmasalardı yıldızlara bakamaz mıydık?"

Nil-7: "Doğru. Bir cam parçasını küçümsemek, gökyüzünü kaçırmak demektir. Şarmaadat’ın inadı sayesinde, insanlık yıldızlara yeni bir göz kazandı."

Sahara: "Nil-7, senin gözlerin de mercek mi?"

Nil-7: "Evet Sahara. Benim gözlerimde, milyonlarca küçük mercek var. Senin bakışındaki ışığı topluyorlar. Ama bil ki, en büyük mercek kalbindir."

Sahara: "O zaman kalbimle bakarsam, her şeyi daha güzel görebilirim, değil mi?"

Nil-7: "Evet küçük dostum. Ve unutma… bazen bir karınca büyüdüğünde, bütün evreni görmeyi öğrenirsin."

  

 

Bölüm 24: Dünya Yuvarlak (M.Ö. 3078)

24.1. Kumaş Tüccarının Yolculuğu

Delft şehri, kuzeyin gri sabahı altında uykudan yeni uyanıyordu. Taş sokaklarda sis ağır ağır yayılıyor, kanallardan yükselen buğu sabah ışığını yutuyordu. Rüzgâr, kumaş balyalarının arasından eserek tuzlu deniz kokusunu şehre taşıyordu.

Genç Leeuwenhoek, elinde sıkıca sardığı kumaş tomarlarını tutuyordu. Babası Willem, kapının eşiğinde durmuş, yüzündeki çizgileri daha da derinleştiren bir ciddiyetle konuştu:

“Oğlum… bu kumaşlar bizim ekmeğimizdir. İskenderiye’de pazara çıkaracaksın, altınlarını alıp geri döneceksin. Sakın unutma; ticaret işidir bu, macera arama. Kumaşları sat ve geri dön.”

Leeuwenhoek başını salladı ama gözlerinde başka bir parıltı vardı. İçinde tarif edemediği bir merak yanıyordu. Babasının sözleri, kulaklarında ağır bir yemin gibi çınlasa da kalbi ufkun ötesini arıyordu.

Liman kalabalıktı. Gemiciler halatları çekiyor, fıçıları güverteye taşıyor, martılar gökyüzünde çığlık çığlığa dönüyordu. ”Hollanda’nın Şansı” adındaki büyük yelkenli, Akdeniz yolculuğuna hazırdı. Geminin direkleri sisin içinde dev bir orman gibi yükseliyordu.

Leeuwenhoek, kumaşlarını sandıklara yüklettikten sonra güverteye çıktı. Babası son kez elini omzuna koydu:

“Unutma Leeuwenhoek, sen bir tüccarsın, kâşif değil. Kumaşları sat, paranı al, geri dön.”

Genç tüccar başıyla onayladı ama gözlerini ufuktan ayıramadı. Yelkenler rüzgârla şişti, gemi ağır ağır hareket etti. Liman, Delft’in sisli çatılarının arkasında küçülürken Leeuwenhoek’un kalbinde yeni bir sayfa açılıyordu.

Günler geçti. Kuzey Denizi’nin hırçın dalgaları, fırtınaların çığlığı, yağmurun amansız kamçısı… Gemiciler direklere tırmanıyor, halatlar gıcırdayarak geriliyordu. Leeuwenhoek, gece yarısı güvertede gökyüzünü seyrederken yıldızların hiç bu kadar parlak görünmediğini fark etti. Her parıltı, uzak diyarlara çağıran bir işaret gibiydi.

Sonunda Akdeniz’e indiler. Sular daha sakin, gökyüzü daha berraktı. Kokular değişti: zeytin, incir, baharat… Akdeniz’in sıcak rüzgârı yüzünü okşarken Leeuwenhoek, yolculuğun sadece ticaret olmayacağını sezdi.

Ve bir sabah, ufukta görkemli bir şehir belirdi: İskenderiye. Yüzlerce geminin yanaştığı liman, göğe yükselen sütunlar, mozaiklerle süslü binalar ve pazarların gürültüsü… Doğunun ve Batının kalbi burada atıyordu.

Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını gemiden indirdi. Deve kervanları hazır bekliyordu. Giza’ya doğru yola çıkacaktı. Çölün sonsuz kumları batıdan uzanırken önünden nil nehrinin kokuları geliyordu.

O an Leeuwenhoek içinden fısıldadı:

“Belki de kaderim burada yazılıdır.”

Çölde yıldızların altında ilk gece, kumaş balyalarının üzerine uzandı. Gökyüzüne baktı: milyonlarca yıldız, sonsuz bir deniz gibi akıyordu. Delft’te babasının sesi hâlâ kulaklarındaydı, ama kalbi başka bir yere aitmiş gibi çarpıyordu.

24.2. Afrika Olimpiyatları ve Kemet Teknoloji Fuarı

Leeuwenhoek’in kervanı Giza’ya vardığında onu bekleyen manzara nefesini kesti. Ufukta, dev bir roket dikiliydi: bronz kaplamalı rampalar, dev su çarkları, rüzgârla dönen pervaneler… Kemet halkı, yüzyıllar boyunca taşlara değil bilime yatırım yapmıştı. Artık dünyanın dört bir yanından gelen insanlar bu şehre “icatların başkenti” diyordu.

Şehrin girişinde büyük pankartlar asılıydı: ”Afrika Olimpiyatları Başlıyor!”

Her sokak müzik, şarkı ve tezahüratla çınlıyordu.

Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını bir pazar yerine indirdi. Çevresi kalabalıkla doluydu:

Bir yanda nehir kıyısında timsah yakalama yarışları, seyircilerin nefesini tutarak izlediği bir mücadele…

Başka bir yanda hızlı koşucular, tozlu pistte çıplak ayaklarıyla şimşek gibi süzülüyorlardı.

Atların boyalı eyerlerle süslendiği yarışlar, kılıç dansları ve şarkı söyleme turnuvaları arenaları dolduruyordu.

Ama en büyük merak, gökyüzünde yaşanıyordu. Halk, elleriyle güneşi siper ederek başlarını kaldırıyordu. Dev bir uçurtma, insan taşıyordu! Kanatları kuş tüyleriyle güçlendirilmiş planörler, Nil kıyısındaki tepelerden kendini gökyüzüne bırakıyor, kalabalık çığlık çığlığa alkışlıyordu. Bir başka yarışmada, içi sıcak hava ile dolu balonlar göğe yükseliyordu; iplerle tutulan sepetlerin içinde cesur yolcular vardı.

Leeuwenhoek’in müşterileri kumaş tomarlarını elden geçirirken gözleri sürekli sahnelere kayıyordu. Kalabalığın coşkusu, Nil kıyısına yayılan davul sesleriyle birleşmişti. Kumaşlarını iyi fiyatlara satabiliyordu, çünkü panayırdan çok daha büyük bir kalabalık bir aradaydı.

Derken borular çalındı. Şehrin merkezinde toplanan halk, ”Kemet Teknoloji Fuarı Başlıyor!” diye haykırıyordu. Olimpiyatlardan sonra herkesin beklediği en büyük etkinlik buydu.

Dev meydanda çadırlar ve stantlar kurulmuştu.

Bir çadırda, su gücüyle dönen yeni çarklar gösteriliyordu.

Başka bir yerde, bakır kabloların içinden elektrik geçiriliyor, kalabalık "en hızlı dönen motor” diye alkışlıyordu.

En uzak köşede ise atsız arabalar vardı: Cinat, Buharat, Barutat, Rüzgârat, Petrolat, Güneşat, Yayat, Suat. İsimlerindeki güçlerle hareket eden araçlar.

Ama Leeuwenhoek’in dikkatini en çok çeken, güneş battıktan sonra göğe doğru çevrilmiş dev tüpler oldu. İnsanlar sıraya girmiş, bu aletlerle Ay’ın yüzeyine bakıyordu. Fısıldaşmalar kulağına geldi:

“Kraterleri görüyor musun?”

“Bak, ışığın gölgesinde dağlar var!”

Leeuwenhoek’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Kumaşlarını satmaya gelmişti ama gözlerini bu yeni icatlardan ayıramıyordu. Bir tüccarın gözleri değil, bir kâşifin ruhu vardı onda.

Ticaret için gelmişti, ama kaderi onu bilimin içine çekmeye başlamıştı.

 

24.3. Atsız Araba Yarışı

Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu. Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi, bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu. Leeuwenhoek, gözlerini kırpmadan, bu koca makine ve icatların arasındaki kaosu izliyordu. Her patlama, her homurtu, içindeki kaşif ruhunu alevlendiriyordu.

Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir gürültüyle çaldı.

Bir görevli, yükseltilmiş bir platformdan, yankılanan güçlü sesiyle kalabalığa seslendi: “Ey Kemet halkı! Bugün atların değil, bilimin günü! Bugün kasların değil, zekânın yarışı başlıyor! İşte karşınızda tarihin ilk atsız arabalarının yarışı!

Kalabalık alkış ve tezahüratlarla coştu. Görevli, her bir aracı birer efsanevi canavar gibi tanıttı:

Cinat! Elektriğin gizemli gücüyle dönen tekerlekler! Gürültüsüz, ama ölümcül bir yılan gibi kayıyor!”

Buharat! Kaynayan suyun nefesiyle ileri atılan, duman püskürten dev kazanlı araba!”

Barutat! Ateşin ve patlayışın kudretiyle fırlayan çelik kaplan! Her patlaması bir zafer çığlığı!”

Rüzgarat! Gökyüzünün rüzgarını yakalayan bir çöl şahini gibi süzülen yelkenli hız makinesi!”

Petrolat! Karanlık yağların ateşiyle homurdanan metalden bir aslan!”

Güneşat! Altın disklerle ışığın kendisini süren mucizevi buluş!”

Yayat! Yayların gerilimiyle zıplayarak ilerleyen kumun üzerinde dans eden tuhaf koşucu!”

Suat! Suyun ağırlığını tekerleklere taşıyan kararlı ve sabırlı dev kule!”

Kalabalık her isimde ayağa fırlıyor, sevinç çığlıkları göğe yükseliyordu. Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı, elini havaya kaldırdı. Sesi arenanın her köşesinde yankılandı:

Bugün tarihe tanıklık edeceksiniz! En hızlı olan, yalnızca şöhreti değil, geleceği de kazanacak! Yarış başlasın!

Ardından gong yeniden çaldı. Yedi araba, bir anda ileri atıldı. Tekerlekler kumları savurdu, motorların homurtusu, buharın hırıltısı, barutun patlaması, yelkenlerin şakırtısı arenayı doldurdu. Meydanı anında toz, duman ve metalik yağ kokusu kapladı. Seyirciler çığlıklarla ayağa fırladı.

Ama sekizinci araba kıpırdamıyordu: Petrolat.

Nabu-Ser, direksiyonun arkasında öfkeyle kollarını sallıyor, motoru çalıştırmaya çalışıyordu. Motor homurdanıyor ama inatla ateş almıyordu. Halk arasında mırıltılar yükseldi, fısıltılar alaycı bir fısıltıya dönüştü::

“Petrolat bozuldu mu?”

“Daha yarış başlamadan kaybetti!”

Nabu-Ser’in alnından ter damlıyordu. Motoru kontrol ederken elleri yağ içinde kalmıştı. Dudaklarından öfkeyle fısıldadı:

“Haydi… çalış! Ateşlen!”

Önde ise Barutat, patlama üstüne patlamayla herkesi korkutarak pistin liderliğini aldı. Buharat arkasında güvenle ilerliyor, buharı rüzgâra savuruyordu. Rüzgârat yelkenlerini rüzgârla doldurarak, kumun üzerinde hafif bir kuş gibi süzülüyordu. Cinat, elektrik cızırtılarıyla istikrarlı ilerlerken, Güneşat güneş ışığını emerek pistin ortasında hızlanıyordu. Yayat ani sıçramalarla rakiplerini şaşırtıyor, Suat ise ağır ama kararlı adımlarla su damlalarını pist boyunca savuruyordu.

Tam o sırada… Petrolat birden hayata döndü!

Motor, gürleyen bir aslan gibi kükredi. Halktan duyulan mırıldanmalar, coşkulu bir çığlığa dönüştü. Nabu-Ser’in yüzünde vahşi bir gülümseme belirdi. Geç kaldığı için en sona düşmüştü ama gözlerinde ateşe dönen bir hırs vardı.

“Şimdi görün gücümü!” diye bağırdı.

Petrolat, devasa bir ivmeyle ileri fırladı. Tekerleklerinden fırlayan kum bulutları tribünleri kapladı. Arka arkaya rakiplerini geçiyordu. İlk turda Suat’ı, sonra Yayat’ı solladı. İkinci turda Güneşat’ı ve Cinat’ı geride bıraktı. Buhar bulutlarının içinden fırladı, Buharat’ı da geçti. Halk artık nefesini tutmuştu.

Son tura girildiğinde liderlik Barutat ile Rüzgârat arasındaydı. Barutat her patlamada öne fırlıyor ama savruluyordu; Rüzgârat yelkenlerini rüzgârla doldurmuş, hafif ve zarif ilerliyordu.

Derken… Petrolat sahneye çıktı. Motorunun uğultusu, gök gürültüsünü bastırıyordu. Kum fırtınası gibi yanlarından geçti.

Son düzlüğe geldiklerinde üç araba yanyana girdi: Barutat, Rüzgârat ve Petrolat.

Virajda felaket geldi. Suat, ağır su deposunun dengesini kaybetti. Virajı dönerken gürültülü bir çatırtıyla yan yattı ve devasa su kütlesi piste boşaldı. Seyirciler çığlık çığlığa geri kaçtı. Arabalar kaygan zeminde yalpalayarak suyun üzerinden geçti. Ama Uruk-Ka'nın arabası pistin kenarında devrilmiş bir heykel gibi hareketsiz kalmıştı.

Yarış devam ediyordu. Rüzgârat, ince ve zarif yelkenlerini rüzgârla doldurmuş, yeniden hız kazanmıştı. Halk onun hafif dansına büyülenmişti ki… pistin kenarındaki hurma ağaçlarından birinin dalı yelkeni yakaladı. Kumaş kulak tırmalayan bir sesle yırtıldı, parçalandı. Rüzgârat yalpaladı, hızını kaybetti. Irsu direksiyon başında çırpınıyordu ama çaresizce geride kaldı.

Önde Barutat ise çılgınca ilerliyordu. Her patlama arabayı ileri fırlatıyor, her patlamada kalabalık ”Ooooh!” diye bağırıyordu. Ama Sekhdukar’ın gözleri çılgınlıkla parlıyordu. ”Daha güçlü! Daha hızlı!” diye bağırdı, yeni bir barut torbasını motora boşalttı.

Sonra en dramatik an Barutat’la geldi. Patlamalardan biri kontrolü aştı. Barutat’ın gövdesinin yanından alevler ejderhanın nefesi gibi fışkırdı. Seyircilerden bir çığlık yükseldi. Sekhdukar, yanan arabadan kendini can havliyle son anda dışarı attı, birkaç takla atarak tozun içinde yuvarlandı. Bir an herkes sustu…

Tam o sırada Barutat bir kayaya çarptı. Ve ardından: BOOOOOM! dev bir patlamayla infilak etti. Gökyüzüne dev bir ateş topu yükseldi. Alev sütunu arenayı sarsarken, seyirciler dehşetle bağırdı. Kızgın hava dalgası seyircilerin saçlarını savurdu, çocuklar korkuyla annelerinin kucağına saklandı.

Enlil-Hotep bastonuna yaslanarak, ”Bu… aklın cesaretle birleştiği anın bedeli,” diye mırıldandı.

Toz duman içinde sadece birkaç araba kalmıştı: Cinat, titreyerek ama istikrarlı ilerliyordu. Buharat, sisler saçan gövdesiyle ağır adımlarla yürüyordu. Güneşat, aynalarını ışığa çevirmiş pırıl pırıl parlıyordu. Ve en arkadan gelen Petrolat, motorunun kükreyişiyle bütün bu kaosun arasından bir mızrak gibi yaklaşıyordu.

Son düzlükte, halk ayağa kalktı. Tüm bu kaosun ortasında, geriden başlayan Nebuser ve Petrolat yavaş yavaş öne çıkıyordu. Gözleri ileriye kilitlenmişti.

Son tura girildiğinde kalabalık artık sadece Petrolat’ı konuşuyordu. Rakiplerin çoğu geride kalmış, pist bir savaş alanına dönmüştü. Nebuser son düzlükte gazı kökledi. Petrolat, gürleyen bir yıldırım gibi öne fırladı. Rakiplerini birer birer geçti.

Ve işte son çizgi! Petrolat’ın tekerlek izleri kumları alev alev savururken, Nebuser birinciliği aldı. Tribünlerden kulakları sağır eden bir çığlık yükseldi. Kral ayağa kalktı, gözleri parlıyordu:

İşte geleceğin atsız arabası!” diye haykırdı.

Nabu-Ser, bitiş çizgisini geçtiğinde, zaferin sarhoşluğuyla direksiyondan elini çekti ve bitkin bir halde sırtını koltuğa yasladı. Etrafındaki toz bulutu dağıldığında, arenanın savaş alanına döndüğünü gördü. Yıkık, devrilmiş arabalar ve dumanı tüten enkazlar… O ise, bu kaosun içinden sapasağlam çıkmış tek kişiydi. Yüzünde, tüm bu çılgınlığa rağmen, zaferin huzurlu tebessümü vardı.

Görevliler koşarak yanına geldi, onu yavaşça platforma doğru yönlendirdiler. Vücudu yorgunluktan titriyordu. Kalabalık Petrolat’ın adını haykırıyor, arenayı gök gürültüsü gibi titretiyordu.

Kral Karmen, pırıl pırıl parlayan, altın bir platformda onu bekliyordu. Üzerinde işlemeli bir pelerin vardı, gözleri ateşti. Nabu-Ser, ağır adımlarla platforma çıktı. Halkın coşkulu tezahüratları bir an bile dinmiyordu.

Kral Karmen, Nabu-Ser’in karşısına geçti. Boyu uzun, omuzları genişti. Yüzünde, bilimin ve aklın zaferine duyduğu saygı okunuyordu. Elini, Nabu-Ser’in omzuna koydu. ”Sen… Kemet’in geleceğini bize getirdin,” dedi. Altın bir taç şeklinde yapılmış, üzerinde araba tekerlekleri figürleri olan, parlayan bir nesneye uzattı.

Ardından tekrar alkışlar koptu. Bu kez, Nabu-Ser’in adını haykırıyorlardı. PETROLAT! PETROLAT! Bu sadece bir arabanın adı değil, yeni bir dönemin, yeni bir çağın adı olmuştu. Nabu-Ser, yüzündeki huzurlu gülümsemeyle kalabalığa baktı. Yarış bitmişti, ama asıl yolculuk yeni başlıyordu.

Leeuwenhoek, bu devrimci yarış arenasında, kendi kaderini yeniden yazmak istediğini fark etti. Kumaş tüccarı olarak geldiği Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla dolmuştu.

 

24.4. Kadın Bilgin Meritre ve İlk İnsanlı Roket

Akşam güneşi Giza Platosu’nu altın rengine boyarken, Meritre evinde ailesiyle yemek masasında oturuyordu. Çocukları, babalarının ve annelerinin yüzündeki ciddiyeti fark etmiş, merak dolu gözlerle ona bakıyordu.

“Anne,” dedi küçük kızı, çatalıyla yemeğinin parçasını oynatarak, ”Dünya düz mü, yuvarlak mı?”

Meritre gözlerini tabağından çekip çocuklarına bakarken kalbi burkuldu. ”Bilmiyoruz henüz,” diye yanıtladı sessizce. ”Yarın, Afrika olimpiyatlarının son gününde dev roketi fırlatacağız. Dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğunu belki bir tavuk görecek. Ama biz… biz hâlâ bilemeyeceğiz.”

Küçük kızı sordu. ”Dünyanın düz mü, yuvarlak mı olduğu roketin çıktığı yerden görülebilir mi?”

Meritre derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. ”100 km yüksekten Nil’in başladığı yer görülmüyorsa, ufkun altında kayboluyorsa, dünya yuvarlaktır. Eğer Güney Afrika'nın okyanusu görülüyorsa Dünya düzdür.”

O gece Meritre çocuklarını yataklarına yatırdı. Onlara hikâyeler anlattı, ama gözlerinden süzülen bir damla, hem endişesini hem de kararlılığını gösteriyordu.

Meritre eşine kararını açıkladı. ”Kararımı verdim. Yarın o rokete tavuğu değil, kendimi bağlayacağım.”

“Meritre! Bunu yapamazsın! Kendini riske atıyorsun! Çocuklarımız var, sen bir kadınsın ve bu… bu çılgınlık!”

Meritre soğukkanlı ama kararlı bir şekilde karşısına dikildi. ”Dinle beni… Ben bir bilginim. İnsanlık, bilgiyi öğrenmeye değer verdiğinde yükselir. Eğer bu fırsatı kaçırırsak, bir tavuk bile Nil’in başladığını görecekken biz hâlâ bilmiyor olacağız!”

Evde yemek masasında başlayan tartışma, hızla sertleşmişti. Kocası ellerini sinirle masaya vurdu bağırarak karşılık verdi: ”Ama sen… sen… bir insanın yapabileceği en riskli şeyi yapıyorsun! Daha önce hiç denenmemiş dev bir rokete binmek… bunun düzgün çalışacağının hiçbir garantisi yok!”

Meritre derin bir nefes aldı, gözlerinde hem üzüntü hem kararlılık vardı. Konuşması yavaşça, ama etkileyici bir ağırlıkla ağırlaştı:

“Öğrenecek olduğumuz bilginin büyüklüğünü düşün. Hayatımızın ne anlamı kalır ki… Henüz bilinmesi gereken bilgiyle karşılaştırıldığında, kendi küçük hayatımızın önemi ne ki? Bu fedakarlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin sınırlarını daha da öteye taşıyamayız. Evren… evren bizim hayal ettiğimizden çok daha garip ve olağanüstü. Ben bunu görebilirim. İnsanlık için… bilgi için… bunu yapmalıyım.”

Kocası gözlerini yaşlarla doldurdu. ”Ama… seni kaybedersem… çocuklar…”

Meritre yumuşayarak, ama hâlâ kararlı:

“Biliyorum… ama eğer bir adım atmadan beklersek, hiçbir şey öğrenemeyiz. Cesaret ve akıl birleşirse insanlık yükselecek. Nil’in başladığını görebileceğim… ve belki de, evrenin sırlarını, daha önce kimsenin göremediği gizemlerini anlayabileceğim.”

Kocası durdu, sessizlik ağır bastı. Sonra Meritre’nin gözlerine bakıp başını yavaşça salladı. ”O zaman… git… ama geri döneceğine söz ver.”

Meritre gülümsedi, gözyaşlarını silerek: ”Söz veriyorum… İnsanlığın en değerli bilgisiyle döneceğim.”

 

24.5. Roket Hazırlıkları ve Meritre’nin Kararı

Afrika Olimpiyatları’nın son günüydü. Giza Platosu’nun üzerinde devasa roket, göğe yükselen bir obelisk gibi dimdik duruyordu. Tunçtan kaplamalar, alüminyum yakıt tankları ve bakır bağlantılar, sabah güneşiyle parlıyordu. Etrafta bilginler, mühendisler ve işçiler telaşla koşuşturuyor; halatlar geriliyor, valfler sıkılıyor, ölçüm aletleri kontrol ediliyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep kalın parşömenler ve hesap tablolarıyla tüpün yanına geldi:

“Yakıt basıncı sabit, hava akışı doğru… Eğer bir aksilik olmazsa, roket 100 kilometreyi geçecek.”

Diğer bilgin Tefnut, elinde küçük bir kafesle yaklaştı. İçinde bir tavuk vardı, meraklı gözlerle etrafına bakıyordu.

“Bu hayvan uzayda yaşanabildiğini gösterecek. Basınç ve sıcaklık değerlerini öğrenmemiz için en güvenli yol bu.”

Meritre öne çıktı, sesi sert ama sakindi:

“Hayır. O rokete bir tavuk değil, ben bineceğim.”

Tefnut’un yüzü bembeyaz kesildi. ”Delirdin mi? Bu roket dev bir ateş mızrağı! Bir insanın dayanabileceğini nereden biliyoruz?”

Meritre dik durdu, gözleri kararlıydı:

“Biliyoruz çünkü denemek zorundayız. Eğer Nil’in kaynağını görürsem, dünya düz mü yuvarlak mı sorusuna yanıt vereceğiz. Eğer yapmazsak, insanlığın en büyük sorusu hâlâ cevapsız kalacak. Bir tavuk bilmeyecek, biz bilemeyeceğiz.”

Bilgin Nabu-Ser öne atıldı: ”Ama Meritre, bu sadece tehlike değil… ölüm demek olabilir.”

Meritre’nin sesi titremedi:

“Eğer bilgi uğruna ölmek gerekirse, buna değer. Öğreneceğimiz bilginin büyüklüğünü düşünün! Hayatlarımızın ötesinde bir anlam taşıyor.”

Bilginler birbiriyle fısıldaşmaya başladı. Kimi başını sallıyor, kimi korkuyla geri çekiliyordu. Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep, ağır bir sesle konuştu:

“Böyle bir karar, yalnızca kralın izniyle alınabilir. Ona çıkalım.”

 

24.6. Kralın'ın İzni

Kral dev salonun ortasında tahtında oturuyordu. Meritre, bilginlerle birlikte huzura çıktı. Salonda bir uğultu vardı; herkes merakla ne konuşulacağını bekliyordu.

Enlil-Hotep öne çıkarak:

“Büyük Kral'ım, ilk roket fırlatmamız için her şey hazır. Geleneksel olarak bir hayvan göndermeyi planlamıştık… fakat Bilgin Meritre, kendisi çıkmakta ısrarcı.”

Kral’ın kaşları çatıldı. ”Bir kadın mı? Hem de bir anne? Bu… bu çılgınlık değil mi?”

Meritre başını eğdi, sonra gözlerini doğrudan kralın gözlerine dikti.

“Efendim. Bir tavuğun gördüğüyle insanlığın gördüğü aynı olabilir mi? Bir insanın gözleriyle görüp kalemiyle yazacağı her şey tarihe geçer. Nil’in kaynağını ben görebilirim. Eğer ufukta kayboluyorsa, dünya yuvarlaktır. Eğer güney okyanusu görünüyorsa, kesinlikle düzdür. Bu bilgi, hepimizin kaderini değiştirecek.”

Kral sessizce düşündü, sonra sordu:

“Hayatını feda etmeye hazır mısın?”

Meritre ileri atıldı, sesi meydan okuyordu:

“Öğreneceğimiz bilginin büyüklüğünü bir düşünün. Kendi hayatımızın anlamı, bilmemiz gerekenlerin yanında ne ki? Bu fedakârlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin sınırlarını daha da öteye taşıyamayız. Evren, hayal ettiğimizden çok daha garip ve olağanüstü. Ben bunu görüyorum. Eğer birileri bu adımı atmazsa, insanlık daha uzun yıllar cehaletin içinde kalacak. Ben bu adımı atmaya hazırım.”

Salonda sessizlik çöktü. Herkes kralın kararını bekliyordu. Sonunda kral tahtından kalktı, ağır adımlarla Meritre’nin yanına geldi.

“Senin cesaretin, kahramanların cesaretiyle yarışıyor. Peki öyle olsun… İlk göğe çıkan insan bir kadın olacak.”

Kalabalıktan hayret dolu bir uğultu yükseldi. Kimi gözyaşı döktü, kimi hayranlıkla başını salladı. Meritre gözleri parlayarak rokete doğru yürüdü.

Ve o an, tarihin akışı değişti.

 

24.7. Rokete Biniş

Güneş, yükselirken roketin gölgesi Giza Platosu’na dev bir mızrak gibi düşüyordu. Kalabalık sessizdi; yalnızca rüzgârın uğultusu ve metalin arada sırada çıkardığı gıcırtılar duyuluyordu.

Meritre ağır adımlarla rampaya doğru yürüdü. Her adımı, sanki yüzlerce yıllık geleneği ve korkuyu çiğniyor gibiydi. Bilginler ona yetişti, telaşla fısıldaşarak etrafını sardılar.

Tefnut’un sesi çatallandı:

“Meritre, dur! İçeride hava basıncı düşerse… kapsül hava sızdırırsa ciğerlerin parçalanabilir! Basınç tulumu yok.”

Meritre durdu, gözlerini kalabalığa çevirdi.

“Eğer bilginin peşinde ölmek gerekiyorsa, bu benim görevim. Tavuk nasıl korumasız gidecekse ben de öyle gideceğim. Yaşamak, bazen öğrenmekten daha küçük bir şeydir.”

Kalabalık uğuldadı. Birkaç işçi gözyaşlarını sildi, kimi ellerini semaya kaldırıp dua etti.

Başbilgin Enlil-Hotep, titreyen elleriyle parşömenleri göğsüne bastırdı:

“Eğer bu görevde ölürsen… seni bilimin ilk şehidi olarak yazacağız. Ama hayatta kalırsan, tüm insanlık senin adını asla unutmayacak.”

Meritre başını salladı, dudaklarında ince bir gülümseme vardı.

“Benim adım değil, gördüğüm şey önemli. Dünya düz mü, yuvarlak mı… işte gerçek mesele bu.”

İşçiler rampanın halatlarını çekti, tırmanış merdiveni açıldı. Meritre, tunç basamaklardan yukarı çıkarken kalabalık nefesini tuttu. Rüzgâr eteğini savurdu; güneş ışığında altın gibi parlayan saçları, bir anlığına ateşten bir taç gibi göründü.

Roketin kapak halkası açıldı. İçeride dar, bakır kaplamalı bir oturma haznesi vardı. Ne yastık ne kemer… sadece tahtadan bir koltuk ve bronzdan yapılmış primitif bir kıskaç sistemi.

Meritre içeri girdi, bir an geriye dönüp kalabalığa baktı. O anda göz göze geldiği ilk kişi kocasıydı. Adamın gözleri yaşlı, dudakları titriyordu. Meritre ona sessizce başını salladı. ”Biliyorum” der gibi… ”Ama gitmeliyim.”

Kapak kapandı. Dışarıda kalabalık haykırmaya başladı:

“Meritre! Meritre! Meritre!”

Ve tarihte ilk kez, bir insan tehlikesini bilerek göğe yükselmeyi seçmişti.

 

24.8. İlk Roket Fırlatma Töreni

Kapı kapandı. Metalin soğukluğu, tok bir gürültüyle yerine oturduğunda, Meritre bir an durdu. Arkasında kalan kalabalığın coşkusu, davulların patırtısı ve Kral Karmen’in heyecanlı sesi artık sadece uzak bir uğultu olarak geliyordu. Tek başına kalmıştı. İçerisi dar, metalik ve biraz da boğuk kokuyordu; 18 metrelik dev gövdenin içinde, kalbinin ritmi roketin kendi atışıyla yarışıyordu.

Meritre derin bir nefes aldı. Ellerini kablolar ve valflerin üzerindeki seramik kaplamalı yüzeylere dokundurdu. Soğuk, ama güven verici bir soğuktu. Gözleri kapsülün camına takıldı; ufuk, Nil Nehri, uzak çöl tepeleri… hepsi şimdi bir resim kadar uzaktaydı ama birkaç dakika sonra, kendi gözleriyle görebilecekti.

Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu. Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi, bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu. Giza Platosu’nun ortasında yükselen devasa roket, ateşi yutmaya hazır bir ejderha gibi dimdik göğe uzanıyordu.

Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir gürültüyle çaldı.

Yükseltilmiş bir platformda duran görevli, kalabalığa sesini çelik gibi çarptı:

“Ey Kemet halkı! Bugün uçurtmaların, balonların ve kanatların günü değil, roketin günü! Bugün uçma yarışı değil, uzay yarışı başlıyor! İşte karşınızda, göklere yükselecek ilk insanlı roket!”

Kalabalık çığlıklarla coştu, alkış tufanı arenayı sarstı.

Görevli, roketi anlattı:

“Bu dev mızrak, 3 aşamalı silindirik alüminyum gövdesi, çelikten nozul, seramik kaplamayla güçlendirilerek yapılmıştır! Alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan yakıtla doldurulmuştur.  İçinde, bilgin Meritre oturuyor! Bir tavuk yerine, insanlığın onuru ve cesareti göğe yükselecek!”

Kalabalıktan şaşkınlık uğultusu yükseldi. ”Bir kadın mı?” “İçinde insan mı var?” Sesler birbirine karıştı.

O anda Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı. Uzun pelerinini rüzgâr dalgalandırırken elini göğe kaldırdı. Sesi, arenanın her köşesine yayıldı:

“Bugün tarihe tanıklık edeceksiniz! İlk kez, bir insan göğün kapısını aralayacak! Cesaretiyle bize ışık tutacak! İnsanlık, bu günden sonra artık eskisi gibi olmayacak! Fırlatma başlasın!”

Davullar daha sert, daha hızlı çalmaya başladı. Borular çığlık çığlığa yükseldi. Gözler roketin altına çevrildi;

Görevli elini havaya kaldırdı:

“Halkım! Hep bir ağızdan geri sayın! Onun yolculuğu yalnız Meritre’nin değil, hepimizin yolculuğu olacak!”

Meritre ”Hazırım,” dedi kendi kendine. Sesini kimse duyamazdı. Telsizi yoktu. Başında kaskı, üzerinde basınç tulumu yoktu, ama cesaretinin ağırlığı göğsünü sıkıyordu.

Görevli, uzaktan elini kaldırıp son kontrolleri işaret etti. Meritre, elleriyle minik kolları kavradı, gözlerini kapattı ve saymaya başladı:

On binlerce kişi, nefesleri bir olmuş gibi bağırdı:

“ON! DOKUZ! SEKİZ!...”

Davulların, boruların ve kalabalığın sesleri bir anda zihninde yankılandı. Dışarıda on binlerce insan nefesini tutmuş, gözleri gökyüzüne dikilmişti. Meritre, koltuk kemerini sıkıca kavradı; her bir teli, her bir vida, her bir mekanizmayı hissedebiliyordu.

“3… 2… 1… Ateş!”

Alt aşama patladı. 1.645 kilogramlık kütle, dev bir güçle onu yukarı doğru fırlattı. Göğsüne çarpan G kuvveti, nefesini kesiyor, kalbini sıkıştırıyordu. Ellerini koltuğa bastı, bacakları ağırlığın altında eziliyordu. Gözleri kapanmak istese de, dışarıdaki manzarayı görmek için açtı: kumlar ve arenadaki insanlar küçülüyordu, rüzgârın sesi, metalin uğultusuna karışıyordu.

Orta aşama, 1.135 kilogramlık katı yakıt, kısa bir patlama ile devreye girdi. Roket titredi, sarsıldı, ama Meritre havada süzülen bir kuş gibi kendini hissetti. Yerçekimsizliğin ilk dokunuşunu hissetti: kolları hafifledi, saçları yukarı doğru kalktı, nefesi yavaşladı. Bir an için, hem korku hem özgürlükle doldu; dünya ve ufuk, altındaki mavi Nil ile birlikte birbirine karışıyordu.

En üst aşama, 783 kilogramlık küçük ama güçlü blok, son bir itiş için ateşlendi. Roket bir ok gibi gökyüzüne fırladı, Meritre’nin kalbi göğsünden taşacak gibi atıyordu. Artık sadece metalin ve kendi iradesinin kontrolünde yükseliyordu. Gözlerinin önünde, ufuk, Nil, ve Afrika Olimpiyatları’ndaki kalabalık küçülüyor, uzaklaşıyordu.

24.9. İlk İnsan Uzayda

Ve artık, tamamen yerçekimsiz. Dünya'ya başka bir açıdan bakıyordu: altındaki çöller ve denizler, artık bir tablo gibiydi. Meritre, ilk kez kendi gözleriyle ufku ölçebilme heyecanını hissetti. Yanındaki kontrol paneline göz attı. Cihazlar hâlâ çalışıyordu: G kuvvetinin değişimini kaydediyordu. İlk patlamada 6 G’yi hissetmiş, şimdi ise 0 G’ye yaklaşmıştı.

Meritre koltuğundan kalkıp camdan dışarı baktı, gözleri yavaşça ufka kaydı. Altında çöl ve Nil Nehri’nin yeşil çizgisi vardı. Ufuk çizgisinde Nil kaybolmuştu; tam olarak düşündüğü gibi, ufkun altına giriyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun gözle görülür kanıtıydı.

Daha uzağa baktığında, Akdeniz ve Kızıldeniz masmavi komple gözüküyordu; ama Güney Afrika kıyıları hâlâ ufkun altındaydı, görünmüyordu. Yani, gözlemleri ve dünyanın yuvarlaklığını doğruluyordu: Nil Nehri ufukta kayboluyor, Güney Afrika görünmüyordu; "Dünya yuvarlak" dedi. Meritre’nin kalbi heyecanla çarptı. Bu sadece bir gözlem değil, yıllardır merak edilen soruya kesin ve net bir yanıt demekti. İnsan gözüyle ve ölçümlerle birlikte, Dünya yuvarlak olduğuna kesin şekilde tanıklık ediyordu.

Tıpkı Ay ve diğer gezegenlerde gördüğü yuvarlak şekiller gibi, Dünya da gözleri önünde yuvarlak bir gezegen olarak duruyordu. Onu izleyen gözler, yıllarca sorulan ”Dünya düz mü, yuvarlak mı?” sorusuna kesin yanıt bulmuştu. Şaşkınlık, hayranlık ve hafif bir heyecan karışımı yüzüne yayıldı.

“Dünya, tıpkı Ay gibi yuvarlak. Nil Nehri ufkun arkasında kayboluyor, okyanus hafifçe kıvrılıyor. İnsan gözüyle doğrulanabilir.” dedi.

Yerçekimsizliğin verdiği özgürlükle, bir yandan ufku tarıyor, bir yandan cihazların verilerini kaydediyordu. Yerçekimsizliği denemek için minik hareketler yaptı. Elleriyle küçük objeleri havada fırlattı, yumuşakça süzüldüklerini gözledi. Notlarını hızla aldı: ”Kabarcıklar yuvarlak, birleşme süresi uzun, akışkan davranışı Dünya’dakinden tamamen farklı.”

Bu kısa ama yoğun 8-9 dakika, insanlık için dev bir adımın ötesinde, Meritre için tarifsiz bir keşif anıydı. Bu sürede yuvarlak dünyanın üzerinde gördüğü denizleri, nehirleri ve yeryüzü şekillerini çizdi. Yaptığı deneylerin ve ölçüm aletlerinin sonuçlarını yazdı. 

Kabin hafifçe serbest düşmeye geçti. Dünya atmosferine girişte kızıl sıcaklıklar ve sürtünme ile parladı, ama dış gövde seramik kaplamalarıyla korundu. Meritre, hissettiği G kuvvetinin etkisiyle dişlerini sıkıca kapatıp, yalnızca cihazların okumasına odaklandı. Paraşüt açılmazsa nasılsa notlarımı aldım diye düşündü. ”Öğrenecek olduğumuz bilginin büyüklüğü karşısında hayatımızın ne önemi var ki”  diye fısıldadı.

Ardından, paraşüt otomatik olarak açıldı. Kabin yavaşça süzüldü, çöl kumları yaklaşırken Meritre’nin yüzünde korku yerine gülümseme belirdi. Gözleri yerde kendisini bekleyen büyük kalabalığa kaydı.

Kumların üstüne yumuşak bir iniş yaptı. Meritre derin bir nefes aldı. Kabinden dışarı adım attığında, kalabalık ve kralların bakışları üzerindeydi.

 

24.10. Karşılama Töreni

Meritre, kabininden çıktığında, çöldeki iniş alanında büyük bir kalabalıkla karşılandı. Mısır’ın kralları, bilginleri ve halkı, bu tarihi anı kutlamak için toplanmıştı. Gökyüzünden inen bu cesur kaşifi selamlamak için davullar çalıyor, flütler melodilerle yankılanıyordu. Kral, altın işlemeli pelerinini dalgalandırarak ona doğru yürüdü. Meritre’nin elinden tuttu, yüksekçe bir platforma çıkardı. Meritre’ye altın işlemeli bir kaftan giydirdi ve başına zafer tacı taktılar.

Kral gür sesiyle ilan etti:

“Bugün gök kapısı açıldı! Bu kadın, bizlere yalnızca cesaret değil, bilginin kudretini de gösterdi! Meritre’nin adı ebediyen tarihe yazılacak!”

Kalabalık, ”Gökten gelen kadın!” diye bağırarak onu alkışladı. Meritre, ellerini kaldırarak sessizce teşekkür etti, gözleri hâlâ uzaydan dünyayı görmenin hayranlığıyla parlıyordu.

 

24.11. Bilginlerin Toplantısı

Ertesi gün, Giza'nın Kayıtlar Salonu içine büyük kütüphanede bir toplantı düzenlendi. Afrika’nın en büyük matematikçileri, gökbilimcileri ve filozofları, Meritre’nin gözlemlerini dinlemek için bir araya geldi. Salonda mumlar yanıyor, papirüs ruloları açılmış, kalemler hazır bekliyordu. Meritre, sakin ama kararlı bir sesle anlatmaya başladı:

“Uzayda, Dünya’yı bir tablo gibi gördüm. Nil Nehri ufkun altında kayboluyor, Akdeniz bir yay gibi kıvrılıyor. Güney Afrika kıyıları görünmüyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun kesin kanıtı.”

Bilginler, notlar alarak başlarını salladı. Meritre, yerçekimsiz ortamda yaptığı deneyleri detaylandırdı: ”Su damlacıkları yuvarlak kabarcıklar oluşturuyor, havada süzülen objeler düz bir çizgide hareket ediyor. Yerçekimi olmadan her şey farklı.”

Toplantıda, Dünya’nın yuvarlak olmasının ne anlama geldiği tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Bu bilgi, denizciler için yeni rotalar açar. Eğer Dünya yuvarlaksa, batıya yelken açarak doğuya varılabilir! Yuvarlak bir Dünya'da aynı yönde ilerleyen biri başladığı noktaya geri dönebilir” dedi. Bir matematikçi ise, ”Artık haritaları düz bir yüzeye değil, bir küre üzerine çizmeliyiz,” diye ekledi. Ticaret yollarının kısalacağı, yıldızların konumlarının daha iyi anlaşılacağı ve belki de yeni toprakların keşfedileceği konuşuldu.

Toplantının en heyecan verici anı, Uçma Sanatı Mektebinde 12 yaşında genç bir öğrenci olan Şarmaadat’ın ayağa kalkmasıyla geldi. Elinde bir ip ve ucuna bağlı bir taş vardı. İpi hızla çevirerek, ”Eğer bir cisim yeterince hızlı dönerse, yere düşmez. Tıpkı Ay’ın Dünya’nın çevresinde dönmesi gibi, biz de bir aracı Dünya’nın yörüngesine sokabiliriz!” dedi. Salonda bir uğultu yükseldi. Şarmaadat, devam etti: ”Bunun için ne kadar hız gerektiğini hesaplamalıyız. Ama önce, Dünya’nın çevresini tam olarak bilmeliyiz.”

Meritre, bu fikre hayran kaldı. ”Syene’de gölgesiz bir öğle vaktiyle, İskenderiye’de gölgenin açısını ölçersek bu iki şehrin mesafesini de ölçersek Dünya’nın çevresini bulmak için temel oluşturur.” dedi.

Syene ve İskenderiye arasındaki mesafeyi, gölgelerin açısını ve Dünya’nın çevresini hesaplamak için formüller yazıldı. Bir bilgin, papirüs üzerine şu denklemi çizdi:

Dünya’nın çevresi = (360° / gölge açısı) × mesafe

Bu hesaplama, yörüngeye bir araç yerleştirmek için gereken hızı bulmada ilk adım olacaktı. Şarmaadat”Eğer bir araç yeterince hızlı hareket ederse, Dünya’nın çekiminden kurtulmadan onun çevresinde dönebilir. Bu, gökyüzünden Dünya’nın her yerini sürekli gözlemlememizi sağlar! Dünyanın çevresinde dönen ve  Dünya'ya hiç düşmeyen şehirler yapabiliriz” dedi.

Toplantıda, yörüngeye bir araç yerleştirmenin faydaları tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Böyle bir araç üzerine yerleştirilecek teleskop, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini daha iyi gözlemleyebilir. Gökyüzü haritalarımız kusursuz olur,” dedi. Bir başkası, ”Hava durumunu önceden tahmin edebiliriz. Bulutların hareketini, fırtınaların gelişimini izleyebiliriz,” diye ekledi. Bir filozof ise daha ileri gitti: ”Belki de bu araçlar, başka dünyalara mesaj göndermemizi sağlar. Ya da başka dünyalardan gelen mesajları yakalar!”

Meritre, bu fikirlerin her birini dinlerken, uzayda geçirdiği kısa ama yoğun anları düşündü. ”Bir araç yörüngeye yerleşirse, sadece bilim için değil, insanlık için bir umut olur. Dünya’yı bir bütün olarak görebilir, sınırların ötesine bakabiliriz,” dedi.

Toplantı ilerledikçe, bilginler başka olasılıkları da gündeme getirdi:

Bir bilgin, yörüngeye yerleştirilen bir aracın, uzak şehirler arasında hızlı iletişim kurmak için kullanılabileceğini önerdi. ”Işık sinyalleri ya da yansıtıcı yüzeyler kullanarak mesajlar gönderebiliriz. Mısır’dan Atina’ya anında haber iletebiliriz!”

Bir mühendis, yörüngeye araç göndermek için daha güçlü roketler ve hafif malzemeler geliştirilmesi gerektiğini söyledi. ”Seramik kaplamalar işe yaradı, ama daha dayanıklı alaşımlar bulmalıyız. Alüminyum tozu yakıtından daha güçlü yakıtlar araştırmalıyız.”

Bir diplomat, bu başarının diğer medeniyetlerle paylaşılması gerektiğini önerdi. ”Yunanlar, Persler, hatta uzak doğudaki bilginlerle bir araya gelmeliyiz. Dünya’yı birlikte keşfetmeliyiz.”

Toplantı sona ererken, Meritre ayağa kalktı. ”Uzayda geçirdiğim kısa sürede, Dünya’nın ne kadar hassas ve güzel olduğunu gördüm. Onu korumalı, anlamalı ve keşfetmeliyiz. Bu sadece bir başlangıç. Gelecekte, belki de Ay’a, hatta daha ötesine gideriz.”

Salon alkışlarla doldu. Meritre’nin gözleri, ufka bakar gibi dalgındı. Uzayın sessizliği hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.

 

24.12. Dünyanın Çevresi Hesaplama Ekibi

Kral Karmen, bilginlerin tartışmasını dikkatle dinledi. Bir süre sessiz kaldı; yalnızca mumların titreyen ışıkları yüzüne vuruyordu. Sonra ağır adımlarla ayağa kalktı. Sesi, taş duvarlarda yankılandı:

“Meritre’nin gördükleri, göz ardı edilemez. Dünya’nın yuvarlaklığını ispat etmek, yalnızca bilginin değil, krallığımızın da şanıdır. Bu yüzden Syene’ye bir sefer düzenlenecek! Orada gölgesiz öğle vaktinde ölçüm yapılacak, aynı anda İskenderiye’de gölge açısı kaydedilecek. Bu mesafeyi ölçün, açıyı hesaplayın. Bana Dünya’nın çevresini getirin!”

Salon bir anda alkış ve heyecanla doldu. Matematikçiler hesap araçlarını, mühendisler ölçüm düzeneklerini hazırlamak için fısıldaşmaya başladı. Meritre’nin gözleri parladı; yaptığı yolculuğun bir sonraki adımı, insanlığın elindeki en kesin sayıya dönüşecekti.

Kral elini kaldırdı:

“Ekip kurulacak, yol hazırlıkları başlayacak. Bu görev, yalnızca bir hesaplama değil, insanlığın göğe uzanan ikinci adımı olacak!”

Mumların alevleri sanki daha parlak yanıyordu. Toplantı böylece kapandı, fakat bilginlerin zihninde yeni bir yolculuğun kapısı aralanmıştı.

Roket fırlatmasını izleyen ve bilginlerin toplantısını bir köşede dinleyen Leeuwenhoek için kumaş ticareti artık teferruattan başka bir şey değildi. Bilimin içine çekilen Leeuwenhoek kendi kaderini yeniden yazmak istediğine karar verdi. Kuzeydeki ülkesinin, Delft şehrinden kumaş tüccarı olarak geldiği Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla yanıyordu.

...

24.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Nil-7, peki Meritre neden kendisini feda etmek istedi? Bir tavuğun gitmesine izin verseydi, yine de öğrenmiş olmazlar mıydı?"

Nil-7: "Sahara, tavuk görebilir ama anlatamaz. İnsanlık, bilgisini ancak kendi gözleriyle gördüğünde ilerletebilir. Meritre, bilginin değerinin hayatın riskinden bile büyük olduğuna inanıyordu."

Sahara: "Dünya’nın yuvarlak olduğunu görmeyi neden bu kadar istediler ki? Biz zaten biliyoruz. O zamanlar bilmemek çok mu kötüydü?"

Nil-7: "Bilmemek kötü değildir, küçük kız. Kötü olan, öğrenmeye çalışmamaktır. O çağda insanlar gökyüzüne bakıyor ama kesin bir cevap bulamıyordu. Meritre’nin cesareti sayesinde binlerce yıl sonra sen, Dünya’nın yuvarlak olduğunu biliyorsun. Yani onun seçimi, senin bilgisinin tohumuydu."

Sahara (biraz düşündükten sonra): "Yani bazen bir insanın tek bir kararı, binlerce yıl sonrasını değiştirebilir mi?"

Nil-7 (yumuşak bir tonla): "Evet, Sahara. Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi… Küçük görünür ama büyüdüğünde koca bir ormanı değiştirir. Meritre’nin kararı da insanlığın zihninde büyüyen bir orman oldu."

Sahara (merakla): "Peki Nil-7… Eğer ben de büyüyünce bir şey keşfetmek istersem ama herkes bana ‘yapma’ derse… Ne yapmalıyım?"

Nil-7 (hafifçe başını eğerek): "İşte o zaman kalbine bakacaksın. Eğer isteğin yalnızca kendin içinse dikkatli olmalısın. Ama eğer insanlığın bilgisini, başkalarının geleceğini büyütmek içinse… Meritre’nin cesaretini hatırla. O zaman yolun sana açılır."

Sahara (uzun süre sessiz kaldı, sonunda gözleri parladı): "Ben de büyüyünce gökyüzüne çıkmak istiyorum. Belki Ay’a, belki yıldızların yanına… Tıpkı Meritre gibi."

Nil-7 (metalik sesi yumuşadı, adeta gülümsüyordu): "Ve belki bir gün senin hikâyen de başka bir çocuğa anlatılır, Sahara."

 

 

Bölüm 25: Mikro Dünyaların Keşfi (M.Ö. 3077)

25.1. Pazar Yerinde Hırsızlık

Giza’nın taş döşeli pazar meydanı, Afrika Olimpiyatları’nın son günlerinin coşkusuyla doluydu. Davul sesleri, satıcıların bağırışlarına karışıyor, Nil’in serin esintisi tezgâhlardaki baharat kokularını savuruyordu.

Kalabalığın ortasında, cam eşyalarla dolu bir tezgâh vardı: şişeler, bardaklar, süs eşyaları… ve en değerlisi, özenle parlatılmış birkaç küçük mercek. Bu tezgâhı o sabah Hapu, oğlu Şarmaadat’a emanet etmişti. Usta camcı atölyede işine dönmüş, oğluna gururla ”Müşterilere dikkat et, mercekleri iyi koru,” demişti.

Şarmaadat, on üç yaşının verdiği heyecanla, tezgâhın önünde gururla dikiliyordu. Birkaç müşteri cam şişelere bakarken, ince yapılı, gölgelerde dolaşan bir adam tezgâha yanaştı. Elini hızlıca uzatıp, en parlak mercekleri kavrayıverdi.

“Dur!” diye bağırdı Şarmaadat, ama adam kalabalığın arasına dalıp hızla koşmaya başladı. Çocuk çaresizce arkasından fırladı, fakat kalabalık pazarda hırsızın izini kaybetti.

Tam o sırada, kumaş tezgâhının arkasından gözleri keskin bir kuzeyli tüccar olan Leeuwenhoek, olanları fark etti. Hırsız, Leeuwenhoek’in önünden geçerken kumaş balyalarını devirdi. Leeuwenhoek hiç düşünmeden, kalın bir kumaş tomarını hırsızın ayaklarının önüne yuvarladı. Hırsız tökezleyip yere kapaklandı, elindeki mercekler taşa çarpıp şangırdayarak yere saçıldı.

Kalabalık bir anda hırsızı kıstırdı. Pazarın muhafızları yetişip adamı yakaladı. Şarmaadat nefes nefese gelerek mercekleri yerden topladı. Küçük elleri titriyordu.

“Kırılan biri hariç... mercekler kurtuldu!” dedi, gözleri dolu dolu. Sonra başını kaldırıp Leeuwenhoek’a baktı. ”Sen olmasaydın hepsi gitmişti!”

Leeuwenhoek, hafifçe omzunu silkti. ”Kumaş tüccarının gözü keskindir,” dedi.

Sonra, gözleri Leeuwenhoek’a döndü. ”Babamın emeğini kurtardın. Sana minnettarım.”

Leeuwenhoek yere düşen kumaş topunu yerden kaldırıp tezgaha koyarken gülümsedi, ”Ama bu yuvarlak camlar… sıradan bir cam parçası gibi değil. Bunlara bu kadar değer vermenin sebebi ne?”  dedi.

Küçük çocuk, bir an tereddüt etti, sonra kararını vermiş gibi merceği Leeuwenhoek’a uzattı. ”Bu merceği sana hediye ediyorum. Sen olmasaydın hepsi çalınacaktı. O yüzden bu senin hakkın.”

Leeuwenhoek şaşkınlıkla merceği aldı. Işığa doğru tutup çevirdi, sonra kendi tezgâhına giderek Delft’ten getirdiği mavi kumaş topuna çevirdi.

Merceğin büyüttüğü lifler, devasa halatlar gibi önünde uzanıyordu. İpliklerin kıvrımları, arasına takılmış minicik toz parçaları gözler önüne seriliyordu. Leeuwenhoek hayranlıkla gülümsedi. ”Ben yıllardır kumaş satarım… ama bu kadar detaylı hiç görmemişim.”

Şarmaadat, gözlerinde heyecanla öne atıldı. ”Gördün mü? Bu cam, gözlerimizin sakladığını gösteriyor. Bir kumaşın kusurunu, ipliğin en küçük lifini bile yakalıyor.”

Leeuwenhoek başını salladı, hâlâ büyülenmiş gibiydi. ”Senin merceğin… bana kendi kumaşımı yeniden tanıttı.”

Şarmaadat bir an düşündü, sonra kumaş topuna baktı. Gözlerini mavi renkli olanına dikti, parmağıyla dokundu. ”Bu kumaş… kuzeyden mi geliyor? Denizlerin ötesinden mi?”

Leeuwenhoek, özlemle gülümsedi. ”Evet, Delft’ten. Soğuk rüzgârların estiği yerlerden. İplikleri ince ama sağlamdır. Dokusunu yapmak saatler sürer.”

Leeuwenhoek sonra gülümseyip eğildi. ”Madem bana böyle bir hazine gösterdin, ben de sana bir hediye borçluyum.” Küçük bir bıçak çıkardı, kumaştan dikkatlice bir elbiselik kesip Şarmaadat’a uzattı. ”Bunu kabul et. “

Şarmaadat, kumaş parçasını ellerinde çevirdi, yüzüne hayranlıkla sürdü. ”Bundan daha değerli hediye olamaz.” dedi.

Şarmaadat, ayrılıp kendi tezgahı başına gitti. Artık aralarındaki bağ ticaretin ötesine geçmişti. Mercek ile kumaş, onların kaderini birbirine bağlamıştı.

 

25.2. Atölyede Yeni Başlangıç

Akşamüstü, güneşin kızıllığı Giza sokaklarının taşlarına vururken, Şarmaadat satışlarını bitirip pazarın gürültüsünden uzaklaşıp babasının atölyesine döndü. Elinde hâlâ Leeuwenhoek’un verdiği mavi kumaş parçası vardı; ara sıra dokunuyor, parmaklarının altında kayan pürüzsüzlüğü hissediyordu.

Atölyenin kapısını araladığında, içeriden camın ateşle buluştuğu ince bir uğultu geldi. Ocağın ışığı, duvarlarda titrek gölgeler oynatıyordu. Babası Hapu, tunç maşalarıyla kızgın camı çekip inceltirken alnından ter damlıyordu.

“Geldin mi oğlum?” dedi, gözünü işten ayırmadan.

“Geldim baba,” dedi Şarmaadat. ”Pazardaki her şey satıldı. Mercekler de güvende.”

Hapu, şaşkınlıkla başını kaldırdı. ”Hepsi mi satıldı? Bu iyi haber… Peki mercekler?”

Şarmaadat’ın yüzünde gururlu bir gülümseme belirdi. ”Onları çalmaya kalkan bir hırsız vardı ama yakalandı. Yanımda biri vardı, yardım etti. Hem de uzaklardan gelen bir kumaş tüccarı.”

O sırada kapının önünden geçenlere gözü takıldı. Şarmaadat, sokağın gölgesinde Leeuwenhoek’u fark etti. ”İşte o!” diyerek dışarı çıktı ve seslendi: ”Efendim, buraya gelin lütfen!”

Leeuwenhoek durakladı. Genç çocuğun davetini kırmayıp atölyeye girdi. İçeride ateşin sıcaklığı ve cam kokusu yüzüne çarptı.

Şarmaadat heyecanla onları tanıştırdı:

“Baba, bu beyefendi Leeuwenhoek. Pazar yerinde merceklerimizi kurtardı. Olmasaydı hepsi gitmişti.”

Hapu, ağırbaşlı bir şekilde eğildi. ”Oğluma yardım etmişsiniz. Camcı Hapu’nun dostu oldunuz. Size minnettarım.”

Leeuwenhoek başını salladı. Ben sadece doğru anda doğru yerdeydim. Ama doğrusu… oğlunuz cesur bir çocuk. Tek başına hırsızı kovalamaktan çekinmedi.”

Kısa bir tanışmadan sonra Hapu, konuya merakla girdi:

“Olimpiyatların açılışında sergilenen teleskobu gördünüz mü? O teleskopta kullanılan merceği oğlumla birlikte yapmıştık.”

Leeuwenhoek’un gözleri parladı. ”Gerçekten mi? Ben o teleskopla Ay’a baktım. Yüzeyindeki dağlar ve gölgeler… hayatımda gördüğüm en büyüleyici şeydi. Göklerin bu kadar yakın olması inanılmazdı.”

Hapu, bu heyecana gülümseyerek karşılık verdi. ”Demek Ay’a baktınız. İşte bu cam parçaları, insanın gözünü yeni dünyalara açıyor.”

Sonra konu değişti. ”Peki, siz de bugün pazarınızı topladınız mı? Kumaşlarınızın satışı nasıl geçti?”

Leeuwenhoek başını eğdi. ”Hepsini sattım. Normalde dönme vaktim geldi… Ama içim dönmek istemiyor. Bu şehir, bu topraklar… beni büyüledi. Kumaş ticareti artık sadece iş gibi geliyor. Burada gördüklerim ise yeni bir hayat gibi.”

Hapu şaşkınlıkla baktı. Bir an düşündü, sonra içinden geçenleri söyledi:

“Ben de aslında uzun zamandır güvenilir, öğrenmeye hevesli bir çırak arıyordum.”

Leeuwenhoek derin bir nefes aldı, gözleri kararlıydı.

“Ben kumaş tüccarıyım, ama gözlerim çok keskindir. Ellerim hassas işlere alışık; sabırlıdır, beceriklidir. Ayrıca çabuk öğrenirim. Bana izin verin… ben de camın sırrını öğreneyim.”

Hapu, onun gözlerindeki samimiyeti gördü. Bir anlık tereddütten sonra başını salladı.

“Peki Leeuwenhoek. Madem istiyorsun, bu atölye sana da açıktır. Bugünden sonra sen sadece bir tüccar değil, camın çırağısın.”

Şarmaadat sevinçle gülümsedi. Leeuwenhoek’un içi ise tarifsiz bir heyecanla doldu. Hayatında ilk kez kumaşın ötesinde bir ufka bakıyordu.

  

25.3. Mercek Yapımında Ustalaşma

Günler haftalara, haftalar aylara dönüştü. Leeuwenhoek, Hapu’nun atölyesinde gece gündüz çalışıyordu. Cam eritmeyi, kalıplara dökmeyi, taşlarla parlatmayı öğrendi. Elleri yanıklar ve kesiklerle doluydu, ama her başarısız deneme onu daha da hırslandırıyordu. Şarmaadat, ona babasının öğretmediği küçük sırları gösteriyor, Leeuwenhoek ise kumaş tüccarlığından gelen titizliğiyle camları kusursuz hale getiriyordu.

Bir akşam, atölye sessizken, Leeuwenhoek tek başına bir mercek üzerinde çalışıyordu. Camı o kadar ince ve bombeli yapmıştı ki, mum ışığında parlıyordu. Şarmaadat uykulu gözlerle atölyeye geldiğinde, Leeuwenhoek’u merceği bir su damlasına tutarken buldu.

Şarmaadat şaşkınlıkla yaklaştı:

“Ne yapıyorsun Leeuwenhoek?”

Leeuwenhoek gözlerini mercekten ayırmadan cevap verdi:

“Bak, Şarmaadat… bu mercek, kumaşın ipliklerini bile büyütüyor ama eğer biraz değiştirirsem… başka şeyleri de gösterebilir. Sanki minik bir dünya önümde açılıyor.”

Şarmaadat, merceği eline alıp su damlasına tuttu:

“Vay… içindeki küçük baloncukları ve küçük çubukları görüyorum! Bunlar… canlı mı sanki?”

Leeuwenhoek hafifçe gülümsedi:

“İşte bunu anlamak için denemeler yapacağız. Her mercek, gözlerimizin göremediğini gösterecek. Bugün kumaş, yarın belki… suyun içindeki küçük canlılar.”

Şarmaadat merceği döndürerek hayranlıkla izledi.

“Sen bunu gerçekten başaracaksın Leeuwenhoek. Bence sen, dünyanın daha önce hiç görmediği şeyleri göreceksin.”

Leeuwenhoek, mum ışığında parlayan merceğe bakarken içi titredi:

“Evet… belki de bu mercek, benim yeni dünyamın kapısı olacak.”

Ertesi gün, Leeuwenhoek merceğini daha da güçlendirmek için işe koyuldu. Camı daha ince çekiyor, kenarlarını ustalıkla parlatıyor, her defasında daha berrak görüntüler elde ediyordu. Parmakları nasır tutmuştu ama gözlerindeki ışıltı dinmiyordu.

Bir gece, atölye bomboşken, su dolu küçük bir cam kaba eğildi. İçine yağ lambasının isini düşürmüş, ardından da kuyudan aldığı birkaç damla su eklemişti. Yeni yaptığı merceği dikkatle kaba tutarak baktı.

Bir an için hiçbir şey göremedi. Sonra… hareket!

Su damlasının içinde minik, kıvrak canlılar kıpır kıpır dolaşıyordu.

Leeuwenhoek heyecandan ayağa fırladı.

“Onlar… var! Gözle görünmeyen ama yaşayan şeyler var!” diye fısıldadı kendi kendine.

Tam o sırada kapı aralandı, Şarmaadat başını uzattı:

“Leeuwenhoek, hâlâ mı çalışıyorsun? Bu saatte…” Sözünü yarıda kesti. Leeuwenhoek’un titreyen elleriyle tuttuğu merceğe baktı.

“Ne gördün?”

Leeuwenhoek, gözleri ışıl ışıl, ona merceği uzattı:

“Bak. Şu su damlasına bak. İçinde görünmeyen bir dünya var.”

Şarmaadat gözünü merceğe dayadı. Birkaç saniye sonra irkilip geri çekildi:

“Bunlar… küçük balık yavruları gibi hareket ediyor! Ama çok çok küçükler. Böyle bir şey… daha önce hiç görmedim.”

Leeuwenhoek’un sesi neredeyse bir dua gibiydi:

“Belki de Tanrı’nın en küçük yarattıklarına bakıyoruz. İnsan gözünün hiç görmediği, ama var olan canlılara.”

Atölye sessizleşti. Sadece yağ lambasının titrek ışığı ve uzaklardan gelen gece böceklerinin sesi vardı. O an, Leeuwenhoek bir kumaş tüccarı olmaktan çıkıp bilimin yolunu seçmişti. Çünkü artık biliyordu: mikro dünyanın kapısı aralanmıştı.

25.4. Mikropların Sunumu: Bir Devrim

Leeuwenhoek, Şarmaadat ve Leeuwenhoek, keşiflerini bilginler kuruluna sunmak için hazırlandı. Giza’nın Kayıtlar Salonu’nda, mumların titreyen ışıkları altında, bilginler ve kral bir araya geldi. Leeuwenhoek, mikroskobu masanın ortasına yerleştirdi ve bir damla suyu mercek altına koydu.

“Efendim, bilginler, bakın,” dedi Leeuwenhoek. ”Bir damla suda, gözle görülmeyen bir dünya var. Canlılar… belki de hastalıkların, belki de hayatın sırrını taşıyan yaratıklar.”

Kral Karmen, mikroskoba eğildi. Gözleri, su damlasındaki minik varlıkları görünce büyülenmişti. ”Bu… yıldızlardan daha büyük bir dünya!” diye haykırdı. “Bir damla su, evren kadar kalabalık!”

Bilginler arasında bir uğultu yükseldi. Bazıları, ”Bu büyü mü?” diye fısıldarken, bir başkası, ”Hayır, bu bilim! Belki de ateşin, öksürüğün sebebi bunlardır!” dedi. Meritre, toplantıda ayağa kalktı: ”Uzayda Dünya’yı yuvarlak gördüm. Şimdi bir damlada başka bir evren görüyoruz. Bilgimiz, ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, evrenin sırlarını açığa vuruyor.”

Kral, Leeuwenhoek’a döndü. ”Sen bir tüccardın, değil mi? Ama şimdi bize yeni bir dünya gösterdin. Bu keşif, krallığımızı değiştirecek.”

Leeuwenhoek başını eğdi, ama içinden bir ses yükseldi: ”Ben buraya kumaş satmaya gelmiştim, ama asıl kazanç, bu bilginlerin arasına katılmak oldu.”

 

25.5. Mikroskobun Keşfi ve Hastalığın Sırrı

Sarayın gözlem odasında daha önce göğe çevrili olan teleskoplar köşede tozlanmaktadır. Ortada Leeuwenhoek’un mikroskobu kurulmuştur. Kral Karmen’in gözleri merceğe kilitlenmiş, saatlerdir başını kaldırmamaktadır. Uykusuz, gözleri kızarmış, ama hâlâ mikroskoba eğilmiş durumda. Yanında artık, sarayın en güvenilir şifacıları bulunmaktadır. Masada yağ lambası ışığı, küçük şişeler, kan örnekleri ve Leeuwenhoek’un mikroskobu vardır.

Şifacı Hesy-Ra (kaygıyla): "Efendim, dinlenmediniz. Kalbiniz bu kadar yorgunluğu kaldırmaz."

Kral Karmen (mikroskoptan ayrılmadan): "Dinlenemem! Gözlerimin önünde görünmez bir ordu var. Yıldızları gördüm ama asıl evren bu damlada saklı!"

Şifacı Merit-Ptah (fısıldar): "Eğer dediğiniz doğruysa… bu canlılar hastalıklarımızın sebebi olabilir."

Leeuwenhoek (sakin bir sesle): Bunu anlamanın tek yolu… sağlıklı ve hasta insanların kanını kıyaslamak.

(Bir genç asker çağrılır, kolundan kan alınır. Damla mikroskopa konur. Kral bakar.)

Kral Karmen: "Sakin bir deniz… küçük kırmızı daireler var ama başka hiçbir şey yok."

(Şifacı Peseshet sırayla bakar, onaylar.)

Şifacı Peseshet: "Sağlıklı bedenin kanı, berrak bir ırmak gibi."

(Sonra hasta bir köylü getirilir. Ateşler içinde kıvranan adamın kanından damla alınır. Mikroskopa konur. Kral gözünü dayar, nefesi kesilir.)

Kral Karmen (heyecanla): "İşte burada! Küçük çubuk gibi canlılar, kıpır kıpır oynuyor! Sağlıklı kanda yoklardı… ama bunda var!"

(Şifacılar tek tek mikroskoba bakar, şaşkınlıkla geri çekilirler.)

Şifacı Qar: "Demek ki ateşin, titremenin, öksürüğün sebebi bunlar! Görünmez düşmanlar…"

Şifacı Ir-en-akhty: "O halde teşhis artık gözlerimizle değil, bu mercekle yapılmalı. Hangi hastalıkta hangi yaratık varsa, ona göre ilaç seçilebilir."

(Odaya derin bir sessizlik çöker. Kral gözlerini mikroskoptan ayırmadan mırıldanır.)

Kral Karmen: "Bu… krallığımızı sonsuza dek değiştirecek. Her şifacının elinde bir mikroskop olmalı. Leeuwenhoek, sen yüzlerce, binlerce yapacaksın."

(Leeuwenhoek başını eğer. Dışarıdan sakin, ama içinde fırtına kopmaktadır.)

Leeuwenhoek (iç sesi): "Babam… memleketimde hâlâ hasta. Ben buraya kumaş satmaya gelmiştim ama asıl kazanç bu keşif oldu. Eğer bu sır memleketime ulaşırsa, bizim şifacılar da hastalıkları teşhis edip doğru ilaç verebilecek. Fakat kral bu sırrı tekeline almak istiyor… O yüzden gitmeliyim."

25.6. Yeni Kitap ve Yeni Mektep

Kayıtlar Salonunun yüksek tavanlarında kandil ışıkları titriyordu. Duvarlarda devasa papirüs rafları altında bilginler ve şifacılar toplanmıştı. Kral Karmen tahtında oturuyor. Masanın üzerinde mikroskop ve yanında taze yazılmış bir papirüs duruyordu.

Başbilgin Meritre: "Efendim, bugün yeni bir sayfa açıyoruz. Daha önce göklerin sırrını öğrenmek için “Uçma Sanatı Mektebi”ni kurmuştuk. Şimdi ise gözlerimizden saklanan küçük âlemleri öğrendik."

Şifacı Merit-Ptah (saygıyla eğilerek): "Bu âlemler, yalnızca merak için değil; insanların acılarını dindirmek için de var. Biz şifacılar, mikroskopla hastalığı görebiliyoruz. Artık yanlış ilaç vermeyeceğiz.

Şifacı Hesy-Ra: "Bu yüzden yeni bir mektebin kurulmasını teklif ediyorum: “Hastalık Teşhis ve Tedavi Mektebi.” Burada genç hekimler mikroskopla çalışmayı, kanı incelemeyi, hastalığın sebebini bulmayı öğrenecek."

Bilginler hep bir ağızdan: "Evet, evet!"

Bir kâtip, taze hazırlanmış büyük papirüs rulosunu kaldırdı. Başlığı yüksek sesle okudu.

Kâtip: ”Mikroskopla Hastalıkların Teşhisi ve Tedavisi Kitabı - Giza Kayıtları’na eklenmiştir.”

Büyük papirüs rulosu büyük bir sandığa yerleştirilirdi. Kalabalık derin bir saygıyla eğilirdi.

Kral Karmen (sesinde gururla): "Bugünden sonra her bilgin, her şifacı, bu yeni kitabı okuyacak. Krallığımızın çocukları artık sadece yıldızlara bakmayı değil, bir damla sudaki evreni de öğrenecek."

Kalabalık tezahürat yapar. Leeuwenhoek ise kenarda sessizce durmaktadır. Yüzünde gölge vardır; memleketine dönme kararını içinde tartmaktadır.

25.7. Masanın Üzerindeki Mektup

Sabahın ilk ışıkları taş duvarlardan süzülerek odaya vurduğunda, cam atölyesi sessizdi. Sanki gece boyunca buraya kimse adım atmamış gibiydi. Ama masanın üzerindeki düzen, bir ayrılığın izlerini taşıyordu. Şarmaadat ağır adımlarla içeri girdi. Her zamanki gibi Leeuwenhoek’un ateş başında oturup mercek parlattığını göreceğini ummuştu. Fakat sandalye boştu. Masanın üzerinde ise tek başına duran küçük bir mikroskop ve yanında bir mektup vardı.

Çocuğun yüreği sıkıştı. Ellerini uzatırken parmaklarının titrediğini fark etti. Mektubu aldı, kâğıt hışırtıyla açıldı.

“Sevgili dostlar,” diye başlıyordu satırlar.

“Sizlere yeni bir dünya gösterdim. Ama kendi ülkemin insanları da bu bilgiden mahrum kalmamalı. Babamın hastalığı bana bunu hatırlattı. Burada öğrendiklerimi memleketime götürmeliyim. Merakınız, sabrınız ve sevginiz için teşekkür ederim. Bu mikroskop size kalıyor. İçine baktığınızda, dünyanın ne kadar büyük olduğunu hatırlayın.

Leeuwenhoek”

Şarmaadat satırları bitirdiğinde gözleri bulanmıştı. Odaya derin bir sessizlik çökmüştü; sanki mektup okunur okunmaz zaman bir anlığına durmuştu. Mikroskop masada onu bekliyordu.

Çocuk ağır ağır eğildi. Gözünü merceğe dayadı. İçeride devinip duran saydam şekiller, kıpır kıpır çubuklar ve hiç görmediği canlılıklarla dolu bir başka evren açıldı önünde. Dudakları aralandı, nefesi kesildi.

“Gitmiş…” diye fısıldadı. ”Ama ardında bir kapı bırakmış. Ve o kapıdan biz geçeceğiz.”

Leeuwenhoek’un ilk mikroskobu, basit ama inanılmaz bir keşif aracıydı: tek bir mercek ile yaklaşık 200-300 kat büyütebiliyordu. Bir damla sudaki minik varlıkları, ipliklerin en ince liflerini bile görünür kılıyordu. Şarmaadat her gözlemde hayranlıkla Leeuwenhoek’un merceğine bakıyor, onun sabrını ve titizliğini öğreniyordu.

Günler, haftalar ve aylar boyunca atölyede geçen denemelerden sonra, Şarmaadat artık kendi merceklerini ustaca şekillendirebiliyordu. Babası Hapu’nun öğretileri ve Leeuwenhoek’un gözlemleri birleşmişti. Sonunda, tek bir mercekle sınırlı büyütmeyi aşmayı başardı: bin kat büyütebilen çok mercekli bir sistem geliştirdi.

İlk kez masanın üzerine damla damla su koydu ve merceklere baktı. Küçük su damlaları, önünde devasa, kıpır kıpır bir mikro dünya olarak açıldı. Her hareket, her çubuk, her küçük canlı detaylı, canlı ve anlaşılır bir biçimde görünüyordu. Artık insan kanındaki mikroplar, hastalıkların kaynağı gözler önündeydi.

Sadece bir mercekle aralanan mikro dünyanın penceresi, artık 1000 kat büyüten çok mercekli mikroskobuyla açıldığında tüm sırlarını açığa çıkarıyordu. Leeuwenhoek’un bıraktığı miras, Şarmaadat’ın ellerinde yeni bir çağa kapı aralıyordu.

...

25.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Nil-7, bu hikayede insanlar su damlalarına bakınca neler görüyorlar?"

Nil-7: "Sahara, bak, Leeuwenhoek ve Şarmaadat bir damla suyu merceğe koyduklarında, gözle göremediğimiz bir dünya açılıyor. İçinde minik canlılar, küçük çubuklar ve sürekli hareket eden varlıklar varmış. İnsan gözü bunları tek başına göremez."

Sahara: "Yani bu canlılar gerçekten var mıydı, yoksa hayal miydi?"

Nil-7: "Gerçekler, Sahara. O canlılar mikroskobun yardımıyla gözle görülüyordu. İlk defa insanlar, gözle görünmeyen mikropları ve suyun içindeki minik dünyaları keşfetmiş oldular."

Sahara: "Peki, Leeuwenhoek’un merceği neden bu kadar önemliydi?"

Nil-7: "Çünkü o mercekler sıradan değildi. Başta Leeuwenhoek’un merceği 200-300 kat büyütüyordu, Şarmaadat ise çok mercekli sistemiyle 1000 kat büyütmeyi başardı. Böylece mikroplar, ipliklerin en ince lifleri, suyun içindeki canlılar; yani gözle görülmeyen her şey, artık net şekilde gözlemlenebiliyordu."

Sahara: "İnsanlar bu keşifle ne yapabiliyorlardı?"

Nil-7: "Artık hastalıkların kaynağını görebiliyorlar, yanlış ilaç vermekten kaçınabiliyorlar. Mikro dünyayı anlamak, insan sağlığı için devrim niteliğinde bir adım olmuştu."

Sahara: "Nil-7, bu keşif insanlara sadece hastalıkları göstermekle kalmadı mı?"

Nil-7: "Hayır, Sahara. İnsan gözüyle görünmeyen her şeyin de bir dünyası olduğunu gösterdi. Kumaşın en ince ipliği, suyun içindeki canlılar, hatta bir damla su bile küçük bir evren gibi açıldı önlerine. Bilim artık çok küçük şeyleri de araştırabilecekti."

Sahara: "Yani bu küçük mercek, aslında çok büyük bir kapı açmış oldu…"

Nil-7: "Kesinlikle. Küçük bir mercek, insanların bilgisi ve merakıyla birleşince, mikro evrenin kapıları aralanıyor. İnsanlık artık görünmeyeni görebiliyor ve anlamaya başlıyordu."

 

 

Bölüm 26: Otomatik Mekanikler (M.Ö. 3076)

26.1. Kapakların Varisi

Nil’in bereketini krallığa taşıyan büyük kanallar, yüzyıllar önce binlerce işçinin emeğiyle kazılmıştı. Bu kanalların üzerindeki baraj kapaklarını yönetmek ise özel bir aileye aitti. Görev babadan oğula geçer, her nesil bir öncekinden ne zaman kapakların açılıp kapanacağını, arızaların nasıl onarılacağını öğrenirdi.

Nil kıyısında, büyük taş kanalların üzerine kurulu baraj kapakları gürültüyle inip kalkıyor, suyun uğultusu gece boyunca yankılanıyordu. Menes, ağır adımlarla taş basamaklardan çıkarken arkasında genç oğlu Sabni’ye dönüp dedi:

“Dinle oğlum. Bu kapaklar sadece taş ve ahşap değil; tüm krallığın ekmeği, umudu. Onların ne zaman açılacağını, nasıl kapanacağını bilmek babadan oğula geçen kutsal bir görevdir.”

Sabni daha küçücük bir çocukken, babasının yanında taş kapağın gölgesinde durmuştu. Nil’in suyu ağır ağır kanal boyunca süzülürken merakla sordu:

“Baba… Bu kapağın yanına bir düzenek koysak? Nil yükseldiğinde kendi kendine açılsa… Beklememize gerek kalmazdı.”

Menes, oğlunun gözlerindeki ışıltıya baktı, kaşlarını çattı. Bir adım geri çekildi ve sesi taş duvarlarda yankılandı:

“Hayır, Sabni! Nil’in ruhu, ancak suyu koruyanlara bereketini gönderir. Su sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler. Sen düzenek kurarsan, yalnızca taş açılır ve su gelir… Ama duaların gücü olmadan su gelirse bereket getirmez, hastalık getirir. Bunu unutma!”

Sabni başını eğdi, ama sözler zihnine kazındı. Çocuğun aklında o gün ilk kez bir çatlak açıldı: Eğer taş gerçekten kendi kendine açılabilseydi, acaba Nil’in şarkısı yine duyulmaz mıydı?

Sabni, dikkatle dinledi ama gözlerinde gençliğin aceleciliği parlıyordu. Babası devam etti:

“Nil yükseldiğinde çiftçilerin topraklarını koruyacak olan sensin. Nil alçaldığında onlara su verecek olan yine sensin. Bir gün ben olmayacağım, bu yük senin omuzlarında olacak.”

Ama bir gün yaşlı adam Menes, bir sabah güneş doğarken kapakların başında kalbine yenildi. Yüzyıllık görev, artık gencecik oğlu Sabni'nin omuzlarına kalmıştı.

26.2. Genç Bekçi Sabni

Babası Menes’in ölümünden sonra, kapakların nöbeti artık Sabni’nin sorumluluğundaydı. Nil kıyısındaki taş kulübede, her gece suyun uğultusunu dinleyerek uyumaya çalışırdı.

Arkadaşları sık sık yanına gelir, ”Hadi Sabni, sen artık özgürsün. Kapaklar kendi kendine duruyor işte. Bir geceyi boşlasan ne olur?” derlerdi.

Sabni ise babasının sözlerini hatırlardı: ”Bu gece su taşarsa, binlerce çiftçinin tohumları suya boğulur.”

Ama delikanlının, kalbinin derinlerinde başka şeyler de fısıldıyordu.

26.3. Düğün Daveti

Bir yaz akşamı, köy meydanından zurnalar yükseldi. Sabni’nin arkadaşları koşarak geldi:

“Sabni! Hadi, Horemheb’in düğünü başladı. Kızlar dans ediyor, bira testileri elden ele dolaşıyor. Sen de bizimle gel!”

Sabni, kanalın başında duran kocaman taş kapaklara baktı. Suyun sesi o gece daha da güçlüydü, Nil yükseliyordu.

“Hayır, burada olmam lazım. Su yükseliyor, zamanı geldiğinde kapakları açmalıyım.”

Ama arkadaşları koluna girip ısrar etti: ”Bir kerecik gel. Hem gençsin. Yarın yine burada olursun.”

Sabni tereddüt etti. Ama arkadaşlarının ısrarına dayanamadı. ”Biraz gider, erken dönerim,” diye düşündü. Sonunda kalbi eğlenceye yenildi.

26.3. Gece ve Sarhoşluk

Meydan ışıklarla doluydu. Bira testileri boşaldı, şarkılar söylendi, danslar edildi. Sabni, uzun zamandır hissetmediği bir hafiflik duydu. Arkadaşlarının ”Bir yudum daha!” diye uzattığı testiye her defasında ”Son!” dedi ama hiçbir zaman son olmadı.

Gece yarısını çoktan geçmişti.

Düğünde davullar çalıyor, şarap testileri elden ele dolaşıyordu. Nil ise acımasızca yükseliyor, kapakların ardında biriken gücünü boşaltacak yolu bekliyordu.

 

26.4. Felaketin Şafağı

Sabni, sarhoş olup gece yarısı taş kulübeye döndüğünde gecenin koynunda sızıp kaldı. Suyun uğultusu büyüdü, büyüdü, kulakları dolduran bir gürültüye dönüştü. 

Uyandığında gökyüzü kızıllığa dönüyordu. Kapılara koştu ama çok geçti. Nil, taşkın noktasını aşmış, kapaklar açılmadığı için basınçla kırılmıştı.

Sabah uyandığında köyü çığlıklar içinde buldu. Tarım alanları su altında kalmış, evler zarar görmüş, hayvanlar telef olmuştu. Kapaklar açılmadığı için Nil bütün öfkesini kıyıya kusmuştu.

Çığlıklar köyden yükseldi. Tarlalar suyun altında kalıyor, evler sürükleniyordu. Sabni’nin ayakları titredi. Dizlerinin üzerine çöktü ve elleriyle yüzünü kapattı.

“Babam… sana söz vermiştim.”

26.5. Kralın Gazabı

O gün haber saraya ulaştı. Sabni, saraya çağırılmış, fakat içeri alınmamıştı. Bahçedeki ağacın altına diz çökmüş, kafasını mahçubiyetten kaldıramıyordu. Çamurlu giysileri, kaybettiği onurun simgesiydi. Gözlerini kapattığında, tarlaları yutan suyun sesi, kulaklarında uğulduyordu. İçinden fısıldıyordu:

“Babamın mirasını kirlettim…”

Kral Karmen, altın işlemeli pelerini dalgalanarak hızlı adımlarla açılan kapıdan toplantı odasına girdi. Sakalı göğsüne kadar iniyordu, gözleri ciddiyetle parlıyordu. Tahtına otururken vezir Zekhutem kulağına bir şey fısıldadı.

Kral öfkeyle ayağa kalktı:

“Bir tek nöbetçinin uykusu, bir krallığın refahını yok etti. Bu eski sistem böyle devam edemez! Kutsal döngünün ve su takviminin rahipleri olan 'Kapakların Varisi Ailesi' nilometre ve kanalların kontrolü görevinden uzaklaştırılacak.”

Danışmanları ve bilginler başlarını öne eğdi.

Başbilgin Enlil-Hotep ve söz aldı:

“Efendim. İnsan, zaaflarıyla yanılır. Ama Nil yanılmaz. Nil’in ritmiyle uyumlu, otomatik çalışan demirden bir bekçi yapabiliriz. Kapıların açılıp kapanmasını, insan değil suyun akışı karar versin. O zaman felaket olmaz.”

 

Bilgin Tefnut yavaşça konuştu:

"Ben buhar motorunda kullandığım 'Sifon tabanlı otomatik akış sitemini' kanalların kontrolünde kullanmayı önermiştim. Kanallardaki su seviyesini insan müdahalesi olmadan bu tam otomatik düzenekle sabit tutabiliriz."

Rahiplerden biri hemen araya girdi:

“Hatırlatmak isterim ki; 'Kutsal Kapakların Varisi Ailesi'nin tek vazifesi su seviyesi ölçümü ve sulama sistemlerini yönlendirmek değil. Onlar vergi planlaması, tarım takvimi belirlenmesi ve kaynak dağıtımı işlerini de yapıyorlar. Onlar nilometreyi kullanarak ölçüm sonuçlarına göre vergi planlıyorlar. Ekim ve hasat zamanlarını planlıyorlar. ”

Kral yavaşça oturdu:

“Kararım kesindir. Yüzlerce yıllık aile geleneği bugün sona erdi. Bilginlerime talimatımdır. Bütün bu işleri otomatik yapacak düzenekler tasarlayın. Beni düşündüğünüz her türlü makine tasarımlarından haberdar edin. Nilometre yakında otomatik çalışacak deyin. Sabni'ye ve ailesine bu kararımı tebliğ edin.”

Kraliyet divanının dağılmasından sonra, Başbilgin Enlil-Hotep, Sabni'nin yanına gitmek üzere dışarı çıktı.

26.6. Son Kapakların Varisi

Sabni, sarayın bahçesindeki ağacın altında diz çökmüş hâlde beklerken, kapı açıldı. İçeriden ağır adımlarla çıkan Başbilgin Enlil-Hotep’in yüzü gölgeler kadar karanlıktı. Elindeki baston taş zemine her vurduğunda, Sabni’nin kalbi biraz daha sıkışıyordu.

“Sabni!” dedi Enlil-Hotep, sesi tok ve sert. ”Kral Karmen hükmünü verdi. Babanın mirasını korumak artık senin görevin değil. Nilometre ve kapakların kontrolü, demirden otomatik bir bekçiye emanet edilecek.”

Sabni’nin boğazı düğümlendi. İçinde yükselen utanç yüzünden dudaklarından tek bir kelime dökülemedi.

Başbilgin devam etti:

“Sabni. Yerine bir makine konacak. Tarihte bir ilki yaşıyorsun, genç adam. Sen, işini bir makineye kaptıran ilk insan olacaksın.”

Sabni başını kaldırmadan mırıldandı:

“Yüce Kral'ımız bana sadece bu cezayı mı verdi?”

Başbilgin yaklaştı:

“Bu hatan, senin gençliğinin zaaflarının sonucudur. Yine de kral, seni yalnızca işinden etmekle yetindi. Çünkü yaşın genç, hataların bağışlanabilir. Ama bunu iyi anla: Bir daha böyle bir hata yaparsan, bu kadar büyük bir felaketten bu kadar küçük bir cezayla kurtulamazsın.”

Sabni’nin gözleri doldu. Kısık bir sesle sordu. ”Evet, hata yaptım. Babamın mirası elimden gitti. Aile onurumuz tamamen gömülmesin diye telafi etmeme izin verin.”

Enlil-Hotep sert bakışlarını biraz yumuşattı. ”Telafi etmek mi istiyorsun? O hâlde kralın buyruğunu dinle. Demirden bekçi için bir tasarım hazırlanacak. Bilgin Tefnut, sifon tabanlı akış sistemini önerdi. Biz de onu inceleyeceğiz. Ayrıca nilometrenin tam otomatik çalışmasını sağlayacak makineler tasarlanacak. Yani vergi planlaması, tarım takvimi belirlenmesi ve kaynak dağıtımı işleri de insansız yapılacak.”

Sabni, gözlerini yere dikti, sonra derin bir nefes aldı. Yıllar önce babasına söylediği çocukça fikri hatırladı. Gözlerinde yeniden o eski ışıltı belirdi:

“Bir fikrim var. Küçükken babama da söylemiştim. Nil yükseldiğinde, kapağa bağlı bir yüzen küre… suyun yüksekliğine göre kendiliğinden hareket eden bir kol. İnsan bekçiye gerek kalmadan kapak kendi açılır, su azalınca da kapanır. Böylece Nil’in sesi, doğrudan kendi kapaklarına hükmeder.”

Enlil-Hotep, kaşlarını kaldırdı. ”Yüzen bir mekanizma çok mantıklı… Ama babana söylediğin bu fikir gelenekler yüzünden asla kabul görmeyecekti.”

Sabni başını salladı. ”Evet. Babam, Nil’in ruhunun ancak dualarla kapaklar açılırsa bereketi gönderdiğini söylerdi. Ama belki de Nil’in bereketi, suyun kendi hareketinde gizlidir.”

Başbilgin uzun süre sessiz kaldı. Sonunda derin bir iç çekti:

Bastonunu yere vurdu. ”Peki, Sabni. Kralın emriyle demirden bekçi yapılacak. Ama senin yüzen mekanizmanı da yarın Kayıtlar Salonuda yapılacak toplantısında görüşeceğiz. Hangisi Nil’in ritmine uyacağı anlaşılırsa, o inşa edilecek. Eğer seninki başarılı olursa sadece hatanı telafi etmekle kalmazsın, tarihin ilk büyük mucidi de olabilirsin.”

Sabni’nin kalbi yeniden atmaya başladı. Utanç, yerini ateş gibi bir kararlılığa bıraktı.

 

26.7. Bilginlerin Çekişmesi

Kemet Kayıtlar Salonu’nun yüksek tavanlarında yankılanan sesler arasında, uzun masanın iki ucunda Bilgin Tefnut ve Sabni oturuyordu. Kral Karmen’in huzurunda, bilginler ve rahipler sıralar halinde dizilmişti.

Tefnut (özgüvenle):

“Yüce Kral'ım, benim sifon tabanlı otomatik akış sistemim zaten denenmiştir. Buhar makinelerinde yıllardır kullandığımız bir prensiptir. Su belirli bir seviyeye geldiğinde sifon harekete geçer, fazlalığı boşaltır, dengeyi sağlar. Bu güvenilir bir yöntemdir. Rastgele bir çocuğun hayaline değil, bilimin sağlam taşlarına dayanır.”

Sabni (başını kaldırmaya cesaret ederek):

“Benim fikrim bir çocukken babama söylediğim şeydi, doğru… Ama Nil’i yıllarca dinlemiş, onun taşkınlarını ve çekilmelerini gözlemlemiş bir ailenin oğluyum. Nil, sadece suyun seviyesiyle değil, anlık basıncıyla, hızla yükselişiyle de davranır. Nil'in suyu buhar kazanının su deposundaki sudan çok farklıdır. Sifon, seviyeyi bekler. Ama su birden yükseldiğinde, sifon harekete geçene kadar çoktan taşkın başlamış olur.”

Salondaki bilginlerden bazıları mırıldandı.

Tefnut (gülerek):

“Senin yüzen mekanizman dediğin şey, bir çocuğun oyuncağından ibaret. Küreler, kollar… Nil’in kudreti karşısında o ahşap parçaların ne değeri olabilir? Büyük taş kapakları mı hareket ettirecekmiş?”

Sabni (öfkeyle değil, sakin bir kararlılıkla):

“Nil’in kudreti, suyun hareketinde gizlidir. Yüzen mekanizma doğrudan o harekete tepki verir. Basınç arttığında küre anında yükselir ve kapağı açar. Nil’in ruhuna kimse aracılık etmez; Nil kendi kapaklarını açar. Sifon bekler… Benim düzenim ise dinler.”

Salonda fısıldaşmalar arttı. Kral Karmen sessizce başını salladı.

Kral Karmen:

“Peki öyleyse… Tartışma değil, deneme karar verir. İkiniz de prototiplerinizi hazırlayın. Yüksek basınçlı bir su akışıyla test edilecek. Hangisi Nil’in öfkesine karşı koyarsa, krallığın yeni bekçisi o olur.”

26.8. Prototipler

Haftalar boyunca kayıtlar salonu atölyesinde ahşap iskeleler kuruldu. Sabni, elleriyle tahtaları oyuyor, küresini ziftle kaplayıp su geçirmez hale getiriyordu. Arkadaşlarının alaylarını duymamazlıktan geliyordu.

Arkadaşı Djedhor:

“Sabni, sen hâlâ çocukken düşündüğün oyuncağın peşindesin. Tefnut’un demirden sifonları parlıyor, sen ise tahtayla uğraşıyorsun!”

Sabni (gülümseyerek):

“Nil’in sesini tahta daha iyi duyar. Demir çok ağırdır, suya geç tepki verir. Bekle gör.”

Tefnut ise yanında çıraklarıyla büyük bakır borular döşüyor, sifon sistemini kuruyordu. Her adımda Sabni’ye dönüp alay ediyordu:

Tefnut:
“Genç adam, senin küren suya biraz batacak, biraz çıkacak… Birkaç gün dayanır, sonra çürür. Ama benim sistemim yıllarca kusursuz çalışır.”

Sabni (sabırla):

“Görünüş seni yanıltmasın. Nil’in öfkesini tahtanın sezgisiyle yakalayacağım.”

26.9. Büyük Deneme

Sonunda gün geldi. Kraliyet bahçesindeki deneme havuzuna, yukarıdan basınçlı bir su kanalı açıldı. Rahipler, bilginler, köylüler ve kral seyir için toplandı.

Başbilgin Enlil-Hotep (yüksek sesle):

“Önce Bilgin Tefnut’un sifon sistemi!”

Tefnut gururla borularını gösterdi. Su hızla havuza doldu. Sifon bir süre sessiz kaldı. Sonra seviye belirli bir noktaya ulaşınca devreye girdi, fazla suyu tahliye etmeye başladı. Alkışlar yükseldi.

Tefnut (gururla):

“Gördünüz mü? Tam zamanında çalışıyor. Güvenilir, düzenli. İşte bilimin gücü.”

Ama tam o sırada, Enlil-Hotep işaret verdi. Yukarıdan ikinci bir kapak açıldı ve çok daha güçlü bir basınçlı sel havuza doldu. Su hızla yükseldi. Sifon geç tepki verdi; basınç duvarları zorladı dışarıya taştı. Seyirciler arasında panik oldu.

Enlil-Hotep:
“Gerçek Nil böyle sabırlı değildir. Taşkın anidir. İşte sınav budur.”

Sifon tahliye etmeye başladı, ama su çoktan duvarların üzerinden taşmıştı.

Kral Karmen (kaşlarını çatıp):

“Sifon gecikti…”

Tefnut (telaşla):

“Bu… bu yalnızca aşırı bir denemeydi! Gerçek Nil bu kadar hızlı yükselmez!”

Sıra Sabni’ye geldi. Yüzen küresiyle bağlı kapak sistemi havuzun ortasındaydı. Su dolmaya başladığında küre hızla yükseldi, kolu yukarı itti. Kapaklar anında açıldı. Su akışını yönlendirdi, taşma olmadan sel düzenli şekilde tahliye edildi.

Kalabalık şaşkınlıkla bağırdı.

Sabni (sessizce, babasının sözlerini hatırlayarak):

“Nil kendi kapaklarını açtı.”

Başbilgin Enlil-Hotep (gözleri parlayarak):

“Bu… gerçekten çalışıyor.”

Kral Karmen (ayağa kalkarak):

“Sabni! Babanın mirasını kaybettin ama Nil seni affetti. Bugün Nil’in ilk mucidisin. Senin yüzen bekçin krallığımızın yeni koruyucusu olacak.”

Tefnut öfkeyle dişlerini sıktı, ama konuşamadı.

Sabni, başını kaldırdı. Kalabalığın alkışı arasında gözlerinden yaşlar aktı.
“Baba… sözümü tuttum.”

 

26.10. Başbilginin Odasında

Otomatik sifon sistemi inşaatı sürerken, Sabni, koltuğunun altına sıkıştırdığı tomarlarla ağır kapının önüne geldi. Eliyle kapının tahtasına üç kez vurdu. İçeriden boğuk bir ses:

Başbilgin: "Gir, Sabni. Çalışmalarını duydum. Göster bakalım."

Sabni, titrek ama inatçı bir gülümsemeyle tomarları yere serdi. Büyük parşömen üzerinde karmaşık çizimler, ölçümler, oklarla işaretlenmiş mekanizmalar vardı.

Sabni:
"Efendim, bu yalnızca bir kapak düzeni değil. Nil’in yükselişini yalnızca ölçmekle kalmayacak; bize onun diliyle konuşacak."

Başbilgin (kaşlarını çatarak):

"Nil’in dili mi? Açık konuş."

Sabni (heyecanla çizerken):

"Bakın, burada çentikli taş sütun var. Nil’in seviyesi yükseldikçe bu taş yukarı itilecek. Çentikler suyun seviyesine göre farklı bir düzeni tetikleyecek.
Eğer taş şu yüksekliğe çıkarsa, buradaki silindir dönecek ve kırmızı bayrağı kaldıracak: Bu, yüksek taşkın yılı demektir. Vergiler düşük tutulmalı, çünkü ekinler zarar görecek.
Eğer taş orta çentikte durursa, mavi bayrak yükselecek: Dengeli yıl, vergi normal, ekim zamanı şu tarihler.

Eğer taş en alt çentikte kalırsa, sarı bayrak belirecek: Kuraklık. O zaman ambarlardan tahıl dağıtılması, vergilerin ertelenmesi gerekir."

Başbilgin eğilip çizime daha yakından bakar.

Başbilgin:

"Bayraklar… Peki bunlar kime neyi gösterecek?"

Sabni:

"Çiftçiler bayrakları uzaktan görecek, ne zaman tarlaya ineceklerini anlayacak. Kâtipler sese göre yazacak: Farklı çentikler farklı taşlara çarpacak, çıkan ses bir sayı olacak. Bu sayılar hiyerogliflerle işlenmiş silindirde okunacak. Böylece vergi miktarı otomatik hesaplanacak. Kâtip yalnızca silindirin işaretini kopyalayacak."

Başbilgin, parmağını sakalına götürdü. Uzun süre sustu.

Başbilgin:

"Sen… suyun akışına insan aklını yüklemek istiyorsun. Bu mekanizma, rahiplerin, kâtiplerin yaptığı işi taş ve çarklarla yapacak, öyle mi?"

Sabni (gözleri parlayarak):

"Evet! Nil bize yalnızca suyu değil, sayıları, vakti ve geleceği de veriyor. Biz dinlersek, o bize her şeyi söyleyecek."

Başbilgin derin bir nefes aldı. Aralarında sessizliğin ardından dudak kenarında hafif bir gülümseme belirdi:

Başbilgin:

"Belki de ilk defa, Nil gerçekten konuşacak."

26.11. Nil’in Demir Çarklı Dili

Başbilgin Enlil-Hotep’in odasındaki o sarsıcı toplantıdan sonra, Kemet’te her şey değişmeye başladı. Sabni'nin "Yüzen Bekçi" mekanizması, kapakların başına yerleştirilmiş ve kusursuzca çalışıyordu. Ne zaman Nil yükselse, ziftle kaplanmış ahşap küre yükseliyor, kapağa bağlı kolu itiyor ve su taşkınsız bir şekilde kanallara yönleniyordu. Artık kimsenin gece uyanıp kapaklara koşmasına gerek kalmamıştı.

Ancak asıl devrim, Sabni’nin "Nil’in Dili" adını verdiği mekanizmayla başlıyordu. Nilometreye bağlı, çentikli taş sütunun etrafında, tunç ve demirden karmaşık bir yapı yükseliyordu. Bu sadece bir ölçüm aracı değil, aynı zamanda otomatik bir Devlet Kâtibi gibi işleyecekti.

Enlil-Hotep, her gün atölyeye gelip saatlerce bu makineyi izliyordu. Sabni'nin çizimleri, sadece bir tamirci dehası değil, aynı zamanda derin bir idari anlayış taşıyordu. Oğlu gibi sevdiği, ancak bazen küçümsediği genç adam, şimdi yüzlerce yıllık geleneği yıkıp yeni bir düzen kuruyordu.

Bir öğleden sonra, güneş atölyenin tozlu penceresinden süzülürken, Enlil-Hotep, Nil’in Dili'nin en üst basamağına tırmandı. Sabni, tunç çarkları parlatıyordu.

Sabni’nin makinesi, krallıkta bir devrim yarattı. Çiftçiler, bayrakları uzaktan görerek tarlalarına ne zaman su vereceklerini biliyor, kâtipler hiyeroglif silindirinden vergileri kolayca hesaplıyor, rahipler ise dualarını artık makinenin çentik sesleriyle birleştiriyordu. Nil, adeta bu makine sayesinde konuşuyor, krallığa bereketini düzenli bir şekilde sunuyordu.

Ancak Sabni, zaferinin tadını çıkarırken bile içindeki bir his huzursuzdu. Babasının sözleri hâlâ kulaklarında yankılanıyordu: “Nil’in ruhu, sadece kalbiyle dinleyenlere şarkı söyler.” Makinesi Nil’in sesini taşıyordu, ama acaba ruhunu da taşıyabilir miydi?

Bir gece, Nil’in kıyısında yalnız başına otururken, suyun uğultusunu dinledi. Makinesi sessizce çalışıyordu, çarklar dönüyor, bayraklar hafifçe dalgalanıyordu. Sabni, suya fısıldadı: “Su geliyor. Hastalık değil bereket getiriyor. 

Suyun sesi, ona bir cevap gibi geldi. Ama bu cevap, taş ve çarklarla değil, kalbinin derinliklerinde yankılanıyordu.

Tam o sırada, Nilometre kuyusundaki "Nil'in Dili mekanizması" harekete geçti. Enlil-Hotep, Nil’in kanalına bağlı olan su akışını artırmıştı. Çentikli taş sütun yükseldi. Küresel uç, Mavi Çentik seviyesinde durdu. Birkaç saniye sonra, üstteki kol döndü ve gökyüzüne doğru Mavi Bayrak yavaşça yükseldi.

Eş zamanlı olarak, Nil’in Dili’nin yanındaki Sayı Silindiri otomatik olarak dönmeye başladı. Mavi çentiğe karşılık gelen ayar, silindirin yüzeyindeki hiyeroglif yazılı tunç plakalara bir işaret bıraktı. Silindirin üzerindeki bir ok, belirgin bir hiyeroglifin üzerinde durdu: "Denge". Bir kâtip, bu işareti anında parşömene kopyaladı.

Enlil-Hotep (sesi salonu doldurarak): ”Nil konuştu! Mavi Bayrak, Dengeli Yıl demektir. Vergi normal, ekim zamanı yarından itibaren başlar!”

Kral Karmen gülümsedi.

Kral Karmen: ”Bu makine, bir krallığın aç kalmasını engelledi. Sabni’nin hatası, bize ders oldu. Artık insan zaafına yer yok. Nil’in demir çarklı dili, Nil’in dilini doğru doğru şekilde tercüme diyor.?” 

 

26.12. Sabni’nin Yeni Görevi: Başmühendislik

Kral Karmen, Sabni’nin yaptığı otomatik kapakları ve su ölçüm düzeneklerini görüp hayran kaldı. Sarayına haber gönderdi:

“Sabni gelsin. Artık yalnızca bir kapak bekçisi değil, Kayıtlar Salonunun Baş Mühendisi olacak!”

Sabni, alçak gönüllülükle huzura çıktı.

Kral gür sesiyle konuştu:

“Bir insanın küçük bir işte gösterdiği doğruluk, büyük işlerde de güven verir. Senin taş ve suyla konuşturduğun düzenek, benim gözümde bir mucizedir. Şimdi senden daha fazlasını istiyorum.”

Sabni başını eğdi.

“Emriniz nedir, Kral'ım?”

Karmen elini göğe kaldırdı:

“Zamanı, suyun akışı gibi ölçebilen mekanik saatler istiyorum. Güneşin gölgesini günlerin hesabına katacak mekanik takvimler istiyorum. Hesaplarken insanlar çok hata yapıyor. Toplama Çıkarma işlemlerini hatasız yapan hesaplama makineleri istiyorum. Vergi tabletlerini ve mahsul hesaplarını kolaylaştıracak düzenekler istiyorum. Artık yalnızca ilimle büyüyecek bir krallık kuracağız.”

Böylece Sabni’nin yeni görevi başladı.

Sarayın batı kanadında, yeni bir mektep kuruldu: ”Otomatik Makanikler Sanatı Mektebi.”
Artık ”Uçma Sanatları Mektebi” gökyüzünü, ”Hastalık Teşhis ve Tedavi Mektebi” mikrodünyanın gizemlerini incelerken; bu yeni mektep, çarkların, yayların, suyun ve ağırlıklarıyla kurulan otomatik sistemlerin bilgisini öğretecekti.

Sabni’nin öğrencileri gençlerdi: marangozlar, taş ustaları, yazıcılar… Her biri onun çizdiği tabletlerden, su saati tasarımlarından, dişli çarkların sırlarından öğrenmeye başladı. Sarayda ilk defa, Sistem Mühendisi yetiştiriliyordu.

...

26.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Nil-7, Sabni neden kapakları kendi kendine açacak bir düzenek yapmak istemiş?"

Nil-7: "Çünkü, Sahara, o her şeyin yalnızca insan gücüyle yapılmak zorunda olmadığını fark etmişti. Nil kendi yükselip alçalıyorsa, kapakları da kendi açıp kapatabilirdi. Sabni’nin aklına ilk otomatik makine fikri böyle düşmüş oldu."

Sahara: "Ama babası neden karşı çıkmış? Çok mantıklı bir fikir değil mi?"

Nil-7: "Mantıklıydı, ama babası için Nil kutsaldı. İnsanların dualarıyla yönlendirilmesi gerekiyordu. Eğer düzenek suyu açarsa, babasına göre bereket yerine felaket gelirdi. Gelenekler bilimin önüne bir duvar gibi dikilmişti."

Sahara: "Peki Sabni kapakları açmayı unuttuğunda niye bu kadar büyük felaket oldu?"

Nil-7: "Çünkü Nil sabırlı değildir, küçük kız. O yükselince bütün gücüyle yükselir. Kapaklar açılmazsa basınçla taşar, tarlaları yutar. Bir tek gece uykusu binlerce ekini yok edebilir."

Sahara: "Krallar neden sonra makineye izin verdi?"

Nil-7: "Çünkü kral anladı ki insan hatalar yapar, ama suyun ritmi hata yapmaz. Bu yüzden “demirden bir bekçi” yapmaya karar verdiler. Sabni’nin yüzen küresiyle Tefnut’un sifon sistemi arasında büyük bir yarış başladı."

Sahara: "Kim kazandı?"

Nil-7 (gözlerindeki ışıkla): "Nil’in kendisi kazandı, Sahara. Çünkü Sabni’nin yüzen küresi suyun hareketine anında tepki verdi. Nil kendi kapaklarını açar gibi oldu. Böylece tarihte ilk kez, doğanın gücüyle çalışan bir otomatik düzenek başarıya ulaştı."

Sahara (heyecanla): "Yani Sabni, ilk mucit mi oldu?"

Nil-7: "Hayır ama O, hatasını telafi ederek tarihin ilk otomatik makine mucitlerinden biri sayıldı. Bazen en büyük icatlar, en büyük hataların ardından gelir."

 

  

Bölüm 27: Saat Kulesi (M.Ö. 3075)

27.1. Uykusuz Gece

Sabni, Kral ile görüşmesinden sonra Sarayın mermer koridorlarından geçerek dışarıya çıktı. Yıldızların ışığı altında parlayan şehrin sokaklarından geçerek evine ulaştı. Yatağına uzandı.

Uyumak istiyordu ama Kral Karmen'in sesi zihninde durmaksızın çınlıyordu:

"Şimdi senden daha fazlasını istiyorum! Mekanik saatler istiyorum! Mekanik takvimler istiyorum! Hesaplama makineleri istiyorum! Hesapları kolaylaştıracak düzenekler istiyorum!"

 ”Bütün bunları gerçekleştirmek mümkün mü?” dedi kendi kendine. ”Ya başaramazsam...”

Yorganın kenarını avuçladı, parmakları titreyerek kumaşa gömüldü. Gözleri tavana kilitliydi; nefesi düzensiz, dizleri karnına çekilmişti. Odanın sessizliği, içindeki yükün sesini bastıramıyordu.

"Bunu başarmalıyım. Babamdan öğrendiklerimi hatırlamalıyım."

Babasının sesini bir an duyduğunu zannetti.

“Bu kapakların ne zaman açılacağını ve kapanacağını bilmek babadan oğula geçen kutsal bir görevdir. Bir gün ben olmayacağım, bu yük senin omuzlarında olacak.”

Babasının sesi zihninde yankılanmaya devam etti:

"Dinle oğlum. Yıl 360 gün. Yılda 12 Ay var. Ayda 30 gün. Günde 24 saat. Saatte 60 dakika. Dakikada 60 saniye."

Sabni’nin kafasında dişliler, ağırlıklar, sarkaçlar dönmeye başladı. Kendi kendine sesli konuştuğunu fark etmedi:

"Yılı 12 ye çarpan çark. Ayı 30 a çarpan çark. Günü 24 e çarpan çark. Hayır böyle olmaz. Yıl çarkını nasıl döndüreceğim? Ya nasıl? Bu imkansız... Öyleyse tersini düşün. Saniyeyi 60'a bölen çark, Dakikayı 60'a bölen çark... Evet bu olur..."

Sabni, bir an bile dayanamadı. Yatağından fırladı, mumunu yaktı ve masasının başına geçti. Önüne serdiği parşömenler, kısa sürede mürekkep lekeleriyle dolmaya başladı.

Parmakları titriyordu ama zihni kristal kadar berraktı. Kaleminin her vuruşu, bir hipotez, bir çözüm, bir karşıt kuvvet demekti.

Babasının sesi, kafasında yankılanmaya devam ediyordu: "Her şeyin temeli doğru ritimdir, oğlum. Nil'in ritmini dinle."

Sabni sesli düşünmeye devam etti:

"Evet ritim. Her salınım bir saniye. Hassasiyet gerekli. Sarkaçın uzunluğu ile bu sağlanabilir mi? Ağırlık çarkları çevirebilir mi? Tabiyki. Ağırlığın düşüşünü, sarkaçların salınımı ile durdurmalıyım... Bölen çarklarının hepsini tek bir, kusursuz düzeneğin içine yerleştirmeliyim."

Sabahın ilk ışıkları penceresinden süzülmeye başladığında, Sabni hâlâ masasının başındaydı. Gözleri kan çanağına dönmüştü ama yüzünde yorgunluktan çok, yoğun bir coşku vardı.

Parşömen, devasa ve karmaşık bir desenle kaplanmıştı. Birbirine kenetlenen çarklar, farklı büyüklükteki dişliler ve zamanı sürekli, ritmik bir şekilde hareket ettirecek ağırlık düzenekleri.

Bu çizimler, sadece bir makine değil, Zamanın ve Hesabın Ruhunu yakalama girişimiydi.

Sabni, çizimlerine baktı ve gülümsedi. Kralın emri, şimdi kâğıt üzerinde somut bir şekil bulmuştu. Artık sadece gerçeğe dönüşmeyi bekliyordu.

Sabni, şafak sökerken masasına yaslandı ve uyukladı. Uyanışı, pencereden içeri vuran kuvvetli gün ışığıyla oldu. Hemen başını kaldırdı, çizimlerine baktı. Mürekkep kuruyup parşömene işlemişti. Büyük Zaman Çarkı adını verdiği bu düzenek, kâğıt üzerinde kusursuz görünüyordu.

"Bu bir rüya değildi," diye fısıldadı Sabni. "Yapılabilir."

27.2. Başbilgiye Sunum

Güneş tepeye yaklaşıyordu, özenle rulo yaptığı çizimleri koltuğunun altına sıkıştırarak doğruca Başbilgin Enlil-Hotep'in Kayıtlar Salonundaki çalışma odasına gitti.

Oda, Başbilgin'in yüzü gibi sakin ve düzenliydi; duvarları gökyüzü haritaları ve kitaplarla kaplıydı. Elindeki bir mercekle eski bir metni inceliyordu.

Sabni, saygıyla eğildi. "Efendim, Kral Karmen'in emri üzerine çalıştığım taslakları sunmaya geldim."

Başbilgin başını okuduğu metinden kaldırmadan sordu? "Kral ne istemişti senden?"

Sabni, gülümsedi. "Mekanik saat ve mekanik takvim efendim."

Başbilgin yerinden zıpladı. Neredeyse oturduğu sandalyeyi deviriyordu. Heyecanla:

"Göster, Sabni. Umarım bu yüzünden akan uykusuzluğa değecek bir şeydir," dedi.

Sabni: "Zincire takılı bu ağırlığın gücü dişlileri düzenli aralıklarla hareket ettirir. Sabit uzunluktaki bu sarkaç ritmik salınım yapıyor ve zincirin birden boşalmasını önlüyor. Bu hareket dişlilerle defalarca yavaşlatılıyor. En yavaş dişli yılda 1 kez dönecek. Daha hızlı dönen dişliler sırasıyla ayda bir kez, günde bir kez, saatte bir kez ve dakikada bir kez dönecek. Böylece zamanı ölçüyor. ”

Başbilgin elindeki mercekle gözlerini kısarak inceledi, çizimdeki detaylara dikkatle baktı.

“Güzel bir tasarım, Sabni. Eğer bilginler ve astronomlar bunu onaylarsa, tüm toplantıyı sen yönetirsin. Bilginleri toplayacağım.”

Sabni hafifçe başını salladı. ”Teşekkür ederim, Başbilgin.”

27.3. Bilginler ve Astronomlar Toplantısı

Toplantı salonu kalabalıktı. Sabni’nin yanında bilginler, kendi güçleriyle çalışan atsız araba tasarlayan mucitler ve ilk teleskoplarla gökyüzünü haritalandıran astronomlar yerini almıştı. Sabni nefesini topladı ve sunumuna başladı.

“Bu mekanizma günde bir kez insan gücüyle kaldırılacak bir ağırlığın verdiği hareketle çalışacak,” dedi.

“Her 24 saatte bir bir görevli zinciri yukarı çekecek ve sarkaç hareketiyle zamanı hesaplayacağız. Dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar böyle takip edilecek.”

Devam etti: "Bu dişliler, sarkaçın sabit ritmini yakalıyor ve onu kontrollü bir şekilde aktarıyor. Çarklar en küçükten büyüğe doğru: saniyeden dakikaya, dakikadan saate... Ve bakın burası,"

Eliyle işaret etti: "Bu dişli oranları matematiksel olarak sabittir. Sarkaçın uzunluğu doğru ayarladığı sürece zamanı hatasız ölçebilir."

Kendinden emin devam etti: ”Sarkaçın 60 salınımıyla en hızlı çark dakikada bir kez dönecek. Bu çark 60 kat yavaş saati gösteriyor. Bu çark 24 kat yavaş günü gösteriyor. Bu çarkta 30 kat yavaş. Ayı gösteriyor. Bu çarkta 12 kat yavaş yılı gösteriyor.”

Bir astronom elini kaldırdı. ”Sabni, göğe baktın mı hiç? Sen hatalı yapmışsın. Ay takvimiyle yıl takvimi aynı değil. Ay yılı üç yüz elli dört gündür. Güneş yılı üç yüz altmış beş gündür. Eğer ay takvimine göre düzenlersek her yıl 11 gün fark oluşur. Afrika olimpiyatları kayar.”

Sabni şaşkınlıkla kaşlarını çattı. ”Bunu… o kadar detaylı düşünmemiştim. Peki bu durumda ayları nasıl ayarlamalıyız?”

Masanın öte yanında oturan astronom Menkhet kaşlarını çattı.

Menkhet: ”Sabni, Yıl yalnızca üç yüz altmış gün değildir, üç yüz altmış beş gün ve altı saattir. Altı saati saymazsan dört yılda bir gün kayar. Bazı ayları 31 gün almalıyız. Ayrıca 4 yılda bir fazladan bir gün eklemeliyiz.”

Sabni şaşkınlıkla onlara döndü.

Sabni: ”Ama… ben her ayı otuz gün saymıştım ki hesap kolay olsun.”

Menkhet: ”İşte o yüzden yanlış olur. Yılın üç yüz altmış beş günü vardır. Eğer hepsi otuz gün olursa yalnızca üç yüz altmış eder, beş gün eksik kalır. Ya beş ayrı ayı otuz bir gün yapmalı ya da bir ayı otuz beş gün almalısın.”

Dedu: ”Ve unutma, o fazladan altı saati de biriktirmek gerek. Dört yılda bir gün eklenmeli. Aksi halde yıldızlar sana gülümser, ama hesapların alay konusu olur.”

Tefnut araya girdi, kahkaha atarak:

Tefnut: ”Demek ki dişlilere birbirine bağlamak kolay, ama gökleri zincire vurmak zormuş!”

Astronomlar başlarını salladı.

Menkhet: ”Zaman, mekanikten daha inatçıdır. Gökyüzü hata kabul etmez.”

Başbilgin, Sabni’ye döndü:

Başbilgin: ”Görüyorsun Sabni, düzenek sağlam ama sayıların daha sağlam olmalı. Göklerin ölçüsüne uymadan bu mekanik takvim şaşar.”

Astronomlar tartışmaya başladı. Bir kısmı yılın beş ayını 31 saymayı önerirken bazı bilginler tek bir ayı 35 gün saymayı önerdi. Dört yılda bir de 36 gün saymay teklif ettiler.

Başbilgin: ”Efendim, göklerin ölçüsünü anladık. Bir yıl üç yüz altmış beş gün ve altı saat. Çarkları buna göre ayarlayacağız. Ama mesele şu: Fazladan beş günü nereye koyacağız? Bu tercihi bırakalım Kral kendisi yapsın.”

27.4. Saray Meclisi - Takvimin Son Kararı

Saray'ın toplantı salonu kalabalıktı. Fakat Salonda ağır bir sessizlik vardı. Uzun taş masanın üzerinde Sabni'nin çizimleri vardı. Kral Karmen içeri girince saygıyla selamladılar.

Başbilgin açıkladı: "Mekanik saat ve mekanik takvim için Sabni çok güzel bir tasarım sundu. Oldukça karmaşık ve cüretkâr. Eğer krallığın en iyi bilginleri ve astronomları bunun prensiplerini ve pratikliğini onaylarsa, bu icadı gerçeğe dönüştürmek mümkün olacak."

Astronom Menkhet söz aldı:

Menkhet: ”Kral'ım, bir mesele kaldı. Yıl üç yüz altmış gün değil, üç yüz altmış beş gün altı saattir. Her dört yılda bu altı saat bir gün eder. Eğer onu da saymazsak takvimimiz yine kayar.”

Saray sessizleşti. Kral Karmen ağır adımlarla öne çıktı.

Karmen: ”O hâlde şöyle olsun. Bilginler! Dört yılda bir büyük olimpiyat düzenliyoruz. O yıl Haziran yalnızca otuz beş değil, otuz altı gün sürecek. 36 Haziran, Büyük Afrika Olimpiyatlarının günü olacak.”

Başbilgin kollarını açtı: ”Demek ki artık yıl, yalnızca büyük olimpiyat değil, aynı zamanda halkın en uzun ayı olacak!”

Sabni heyecanla çizimlerine yeni bir dişli ekledi.

Sabni: ”Çarkların içine gizli bir düzenek koyacağım. Her dört yılda bir, ekstra bir diş dönecek. O diş 36 Haziran’ı gösterecek. Ve o gün, olimpiyat ateşi otomatik yanacak!”

Başastronom, ciddi bir sesle başladı: "Yeni takvimle ayları da yeniden adlandırdık. Nil’in taşkınlarıyla başlayan yıl şöyle sıralanıyor: Nil Taşkın Ayı, Sırlı Ay, Bahar Ayı, Filiz Ayı, Hasat Ayı, Olimpiyat Ayı, Güneş Ayı, Atlın Ay, Bağ Ayı, Ekim/Dikim Ayı, Yağmur Ayı, Kış Ayı."

Kral Karmen kaşlarını çattı: "Sırlı Ay mı dediniz? Bu, halkın anlayacağı bir isim değil. Sırlar gizli kalmalı, ama ayların adı açığa çıkmalı."

Astronomlar panikledi. "Elbette Efendim, İsterseniz hemen değiştirebiliriz."

Kral gülümsedi: "O zaman 'Sırlı Ay' yerine... 'Temizlik Ayı' diyelim. İnsanlar hangi ayda kış temizliğini yapacaklarını bilsin. Diğerleri, Hasat Ayı, Ekim/Dikim Ayı gibi, halkın alışkanlıklarına uygun görünüyor."

"Peki, Olimpiyat Ayı?" diye sordu Başastronom, endişeyle.

Kral: "Evet, o ayı yılın en uzun gününe denk getiriyoruz. Güzel. Peki, dört yılda bir olacak büyük kutlamalar için ek günü nasıl adlandıracağız?"

"Efendim," dedi Başastronom, rahatlayarak. "Dört yılda bir, Olimpiyat Ayı’na 36. gün eklenecek. Bu gün, 'Büyük Olimpiyat Haftası' olarak halkın hafızasında kalacak."

Sabni, fısıldar gibi konuştu: "Artık zaman sadece ölçülmeyeceek, aynı zamanda halkın hayatını şekillendirecek."

Kral başını salladı: "Doğru, Sabni. Bu takvimle Nil’in taşkınlarından, hasatlara, olimpiyatlara kadar her şeyi düzenleyeceğiz. Astronomlar, mekteplerden başlayarak yeni ay isimleri halk tarafından benimsenene kadar çalışın."

Bilginler ve astronomlar birbirlerine baktılar; bu yalnızca bir takvim değil, tüm Afrika’yı bir araya getirecek büyük bir düzen haline gelmişti. Kral’ın müdahalesiyle, antik ama artık tamamen halkın hayatına dokunan yeni bir takvim doğmuştu. Zaman, sadece ölçülen değil, aynı zamanda yaşanan bir şeye dönüşmüştü.

27.5. Bilginler Toplantısı - Dokuz Saat Kulesi

Toplantıda bilginler Sabni’nin önerdiği mekanizmaya itiraz etti:

“Saati çalıştıran ağırlığı elle yukarı çekmek çok yorucu,” dedi Nefrakaet. ”Elektrik kullanalım!”

“Tefnut haklı,” dedi Sekhdukar. ”Fakat buharlı bir sistem çok daha verimli.”

Irsu: ”Zincire bağlı ağırlığın yukarı çekilmesi rüzgarla da olabilir. Veya suyla, barutla, petrol ile…”

Sabni sakin bir şekilde yanıt verdi. ”Ben insan gücü kullacağım. Her 24 saatte bir bir görevli zinciri yukarı çekecek. Karmaşıklığını artırmak bence gereksiz. Ama sizin fikirlerinizi de dinlemek istiyorum.”

Diğer bilginler hemen tartışmaya katıldı:

Irsu: ”İnsan gücüyle mi? Rüzgârı kullanabiliriz, daha az işçiyle çekilir.”

Sekhdukar: ”Barutla fırlatırız, daha hızlı çıkar.”

Tefnut: ”Buhar motoru çok daha güvenli ve istikrarlıdır.”

Nefrakaet: ”Elektrik ile, gece gündüz fark etmez.”

Sabni kararlıydı: ”Hayır! Ben elle yukarı çekeceğim. Görevli zinciri her 24 saatte bir çekecek. Mekanik düzenek hazır, ama insan dokunuşu gerekecek.”

Tartışma uzadı, sonunda herkes kendi fikrini savundu ve ortaya 9 farklı saat kulesi tasarımı çıktı:

Başbilgin çizimleri aldı, krala rapor vermek üzere ayağa kalktı:

Başbilgin: ”Kralım, dokuz farklı saat kulesi tasarımı hazır. Her biri farklı bir enerjiyle çalışıyor. Dilerseniz her şehirde bir saat kulesi inşa edebiliriz.”

Karmen gülümsedi:

Karmen: ”O hâlde her şehre bir kule! Böylece zaman ve takvim krallığın her köşesinde hüküm sürecek.”

Başbilgin, bilginlere şehirleri listeledi:

1.                  Sabni - Memfis şehrinde saat kulesi inşa edecek.

2.                  Nefrakaet - Teb şehrinde elektrikli saat kulesi,

3.                  Tefnut - Heliopolis şehrinde buharlı saat kulesi,

4.                  Sekhdukar - Abydos şehrinde barutlu saat kulesi,

5.                  Irsu - Tanis şehrinde rüzgarlı saat kulesi,

6.                  Nabu-Ser - Amarna şehrinde petrollü saat kulesi,

7.                  Kashureth - Herakleion şehrinde yaylı saat kulesi,

8.                  Uruk-Ka - Naukratis şehrinde sulu saat kulesi,

9.                  Menkharut - Elefantin şehrinde güneşli saat kulesi inşa edecek.

Başbilgin: ”Her bilgin, kendi kulesini sorumlu olduğu şehirde inşa edecek. Böylece hem en doğru çalışan saat yarışması yapılır, hem de farklı şehirlerde yaşayan halkın hizmetine sunulur.”

Bilginler birbirine baktı, gözlerinde hem rekabet hem de heyecan vardı. Her biri, kendi enerjisiyle çalışan zaman makinesini inşa etmek için sabırsızlanıyordu.

 

27.6. Dokuz Saat Kulesi İnşaatı

Güneş yavaş yavaş yükselirken, her bir şehirde işçiler ve bilginler çalışmaya başladı. Sabni’nin çizdiği planlara göre, kulelerin temelleri özenle kazıldı, taşlar ve ahşap iskeletler bir araya getirildi.

Her kulenin altına derin taş temeller döşendi. Kulelerin yüksekliği, hem gözlem yapılabilecek hem de mekanik ağırlıkların rahatça hareket edebileceği biçimde tasarlanmıştı. Sabni’nin insan gücüyle çalışacak kulenin temeli en ağır ve sağlam olandı; ağırlık yukarıya çekilecek, sarkaç ve dişli düzeni büyük titizlikle korunacaktı.

İşçiler dev taş blokları ve ahşap kirişleri birleştirerek kulelerin gövdelerini oluşturdu. Her şehirdeki kule, kullanılan enerjiye göre farklı detaylarla süslendi: Buharlı kulede bacalar yükseldi, elektrikli kulede kablo kanalları çekildi, güneşli kulede üst kısım cam panellerle kaplandı.

Kuleler yükselirken, dişliler ve sarkaçlar, saat kulesi odalarına yerleştirildi. Her dişli ayrı ayrı kontrol edildi; hareketin düzgünlüğü test edildi. Saat mekanizmaları, ay dişlilerini, yıl dişlilerini ve fazladan günleri gösterecek şekilde hazırlandı.

Son aşamada, her kulenin enerji kaynağı monte edildi. Sabni’nin kulesinde ağır bir zincir, yukarıya çekilecek şekilde yerleştirildi. Diğer kulelerde rüzgar gülleri, buhar kazanları, barut odaları, elektrik jeneratörleri, su kanalları, yay mekanizmaları ve güneş panelleri kuruldu. Her biri, kendi dişli düzeniyle zamanın doğru ölçülmesini sağlayacaktı.

Sabni’nin insan gücüyle çalışacak saat kulesinde, zincir ağır bir şekilde yukarıya çekildi. İşçiler, her 24 saatte bir görevi yerine getirecek ve ağırlığı yeniden kuracaklardı. Bu basit ama kritik adım, mekanizmanın devamlılığını sağlıyordu.

Kuleler tamamlandığında, her şehirde zaman mekanik olarak ölçülmeye hazırdı. Dokuz farklı enerji kaynağıyla çalışan kuleler, Mısır topraklarında bir mühendislik ve bilim harikası olarak yükseliyordu. Sabni ve bilginler, kulelerin işlevini test etmek için bir araya geldiler; her dişli, her sarkaç, her ağırlık doğru ritimde çalışıyordu.

 

27.7. Zamanın Dokuz Kulesi: Seslerin Senfonisi

Kadim şehrin göğüne uzanan dokuz heybetli kule... Her biri, zamanın geçişini bambaşka bir yöntemle, kendine has bir karakterle ilan eden Zamanın Efendileri'ydi. Onların sesleri, şehrin damarlarında dolaşan kan gibiydi; ritmik, kaçınılmaz ve derin anlamlarla yüklü.

Kulenin kalbinde, Sabni, insan gücüyle çekilmiş ağır zincirlerin ve dişlilerin yorulmaz dansıyla nefes alırdı. Her saat başında, Sabni'nin sarkaçları o derin, sarsıcı darbeyi serbest bırakırdı. Büyük çanın tok sesi öyle kalındı ki, sadece sokakları değil, insanların göğüs kafesini de titreterek tüm şehre yayılırdı. O, geleneğin ve sarsılmaz gücün sesiydi. Saat kulesinin içine koyduğu gizli mekanizma dört yılda bir Afrika olimpiyatları başladığında, başkent Memfis'te olimpiyat ateşini yakmayı beliyordu.

Modern çağın ilk habercisi olan Nefrakaet, içindeki elektrik motoru sayesinde pürüzsüz bir titizlikle işlerdi. Her saat, küçük bir elektromıknatıs harekete geçer, ince ve keskin bir düdük sesi yayıyordu. Bu ses, buharın hoyratlığına inat, kesintisiz ve net bir uyarıydı; teknolojiye ve yarının vaatlerine kulak verenlerin sesi.

En gürültülü ve en hırçın olanı Tefnut’tu. İçindeki buhar kazanı, öfkeyle kaynayan bir canavar gibiydi. Saat başı, bir valf hışımla açılır, tiz ve şiddetli bir buhar basıncı sesi, adeta bir siren gibi tüm meydanı yırtardı. Bu ses, emir veren, saatleri ayarlatan zorlu bir çağrıydı.

Sekhdukar ise zamanı, adeta bir isyanla duyuruyordu. İçindeki mekanizma, her saat başı ince dişlilerle küçük bir barut kapsülünü tetiklerdi. Duyulan, ne bir gürleme ne de bir çığlıktı; sadece hafif, kuru bir patlama sesi yükselir, sıradışı ve merak uyandıran bir yöntemle herkesin dikkatini çekerdi. O, zamanın alçak sesle fısıldayan sırrıydı.

En lirik olanı, Irsu, doğanın kendisinden güç alırdı. Kulenin tepesindeki rüzgar gülleri, dişlilerle bağlı özel bir flütü okşardı. Her saat başı, rüzgarın uğultusuyla karışan, sanki uzağın yankısı gibi melodik bir ses duyulurdu. Bu, zamanın akışını doğayla uyumlu bir müzik ziyafeti gibi sunan, huzur dolu bir tınıydı.

Nabu-Ser, şehrin endüstriyel kalbiydi. İçindeki petrol motoru, yorucu ve sürekli bir çaba harcardı. Saat başı, egzoz sistemine bağlı bir korna çalardı; derin, hırıltılı ve mekanik bir davet. Bu güçlü çağrı, şehrin uykusunu bölen, dört bir yana yayılan bir gücün ilanıydı.

Kashureth, adeta bir perküsyoncu gibiydi. Devasa yay mekanizmaları, biriken enerjiyi her saat serbest bırakarak bir davulu vururdu. Ses, tok ve ritmikti, zamanın sadece bir an değil, devam eden bir tempo olduğunu fısıldayan, hem müzikal hem de kesin bir işaretti.

Uruk-Ka, en berrak, en temiz sesli olanıydı. Yukarıdan süzülen su, saat vurduğunda özel bir su çanları sistemine akardı. Çanların şırıldayan ve yankılanan sesi, şehrin gürültüsü içinde bile bir serinlik vaat ederdi. Suyun akışı, hem gözle görülebilen hem de kulakla işitilebilen zamanın şiiriydi.

Son olarak, en narin ve parlak olanı Menkharut vardı. Aynalarla yansıyıp odaklanan Güneş enerjinin suyun buharlaşmasıyla beslenen mekanizma, saat başı küçük, berrak bir zil sesi çıkarırdı. Bu hafif ve net tını, gökyüzündeki parlak güneş ışığının eşlik ettiği, zamanın sadece bir mekanik dönme değil, ilahi bir aydınlanma olduğunu hatırlatan bir sesti.

 

27.8. Halkın Gözünden Zaman: Kulelerin Sessizliği

Şehrin göğüne uzanan dokuz kule, zamanı kendi ritimleriyle haykırdıkça, duvarların ardında fısıltılar yükselmeye başladı. Halkın, bu yeni düzene dair ne sevgisi ne de nefreti gizli kalıyordu.

Memfis'te bir terzi, ipliği keserken başını kaldırdı: "Sabni’nin çanı ne kadar da hoş, tam vaktinde işe gidip eve dönebiliyorum." Ama Heliopolis şehrinde fırıncı, unu savururken homurdandı: "Tefnut’un buhar düdüğü tam bir eziyet! Sabahın köründe tüm komşuları ayaklandırıyor."

Naukratis şehri meydanı köşesinde oturan yaşlı bir kadın, kahvesini yudumlarken gözlerini Uruk-Ka’nın su sesine dikti: "Ne kadar da sakin ve güzel bir tını. Zamanı anlamak için başımı çevirmeme bile gerek kalmıyor." Fakat Abydos şehrinde genç bir baba, kucağındaki uyuyan çocuğa sarılırken kaşlarını çattı: "Sekhdukar’ın patlama sesi yüzünden çocuklar sıçrıyor! Biraz insaf!"

Bir öğrenci, Elefantin şehrindeki okulundan hafta sonu eve gelmişti, uzun yoldan geldiği için yorulmuş, uykusuzluğun ağırlığıyla esniyordu: "Menkharut’un güneşli zili ders saatlerini hatırlattığı için faydalı evet. Ama evimin yanındaki Tanis şehrindeki rüzgarlı flüt saat başı uğulduyor; uykum bölünüyor." Tam tersine, at arabasının arkasında mallarını kontrol eden Amarna şehrinde bir tüccar gülümsüyordu: "Nabu-Ser’in korna sesiyle geç kalmak artık imkânsız! Ben bu gürültüden memnunum."

Şikayetler ve övgüler, kısa sürede Başbilgin'in masasına ulaştı. O da durumu özetleyen raporu, parşömene yazıp Kral’ın huzuruna sundu: "Efendim, halkın bazıları bu mekanik rehberden çok memnun, ancak bazıları rahatsız. Özellikle patlayıcı, buhar ve rüzgarlı kuleler, sabah uykusunu bölüyor."

Kral, çenesini ovuşturdu, yüzünde derin bir düşünce izi belirdi: "Zamanı göstermek bir yana, halkı da huzurlu kılmalıyız. Bu seslerin bazılarını ayarlamak gerekebilir."

Ancak şikayetler azalmıyor, aksine artıyordu. Kral ve Başbilgin, nihayetinde, köklü bir karar aldılar: Kulelerin ses düzenekleri tamamen kapatılacaktı. Artık dokuz kule, zamanı yalnızca görsel bir anıt olarak, sessizce gösterecekti.

27.9. Saatçilik Mesleğinin Doğuşu

Bu sessizlik, ironik bir şekilde, şehirde yeni bir canlılık yarattı. Eski gürültünün yerini, Sabni’nin yetiştirdiği çırakların enerjisi aldı.

O yetenekli çıraklar, kule mekaniği bilgisini yanlarına alıp, atölyeler açtılar. Evlerin duvarlarında asma saatler belirdi; masaların üzerinde kurmalı, küçük saatler kullanılmaya başlandı. İnsanlar artık kendi alarmlarını ayarlayabiliyor, sabahları uyanacakları sesi kendileri seçebiliyorlardı.

Kısa sürede saatçilik mesleği doğdu. Mekanik bilgi, kulelerin tepesinden inip, atölyelerde ve ticarette hayati bir beceriye dönüştü. Sabni’nin prensipleri, artık her evde, her dükkânda kendi ritmini buluyordu.

27.10. Kral Karmen'in Giyilebilir Saati

Şehir bu yeni meslekle sarılmış, her köşe kendi saat ustasını çıkarmıştı. Geç kalmak ya da erken uyanmak, artık bireyin kendi seçimiydi.

Sabni ve çırakları, Kral'a bir sürpriz hazırladı. El işçiliğiyle bezenmiş, göz kamaştırıcı pırlantalı minyatür bir kol saati. Mekanizması titizlikle yerleştirilmiş, zamanın hassasiyetini bileğin hafif bir hareketiyle gösteren bir mühendislik harikası.

Kral Karmen, saati bileğine taktığında gözleri parladı. Zamanın kontrolünü ilk kez, bir kuleye bakarak değil, kendi kolunda hissediyordu.

Ve böylece, zaman artık yalnızca kulelerde yaşayan bir sır değil; her bireyin bileğinde, her evde ve atölyede yaşayan bir gerçekliğe dönüşmüştü.

...

27.11. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara, hikâyeyi dinlerken gözleri büyümüş, hayretle Nil-7’nin metalik yüzüne bakıyordu. Zamanı kontrol eden kulelerden, dişlilerden ve saatlerden bahsediliyordu ama küçük bir kızın aklına daha basit sorular gelmişti.

Sahara: ”Nil-7 Abi… Peki ama zaman neden bu kadar önemli? Niye onu çarklarla saymaya çalışıyorlar? Zamanı hissetmiyorlar mı?”

Nil-7 (hafifçe kükreyen ama yumuşak bir tonda): ”Güzel bir soru, Sahara. İnsanlar zamanı hissetse bile, herkesin aynı anda aynı şeyi hissetmesi mümkün değildir. Birinin ‘şimdi’ dediği an, diğerinin ‘biraz önce’ olabilir. Saat kuleleri, herkese aynı ritmi duyurur. Böylece tarladaki çiftçiyle saraydaki kral aynı ‘an’da buluşur.”

Sahara: ”Peki bu kadar çok kuleye ne gerek varmış? Bir tane olsa yetmez mi?”

Nil-7 (gözlerini kırpıştırarak): ”Tek bir kule, tek bir kalp gibidir. Ama dokuz kule, dokuz kalbin birlikte atması gibidir. Her şehir, kendi sesini duymalıdır. Biri buharla bağırır, biri rüzgârla şarkı söyler, biri çanla çalar… Bu farklı sesler, zamanın tek bir yüzü değil, birçok yüzü olduğunu öğretir.”

Sahara (kaşlarını çatıp düşünerek): ”Zamanın bir sürü yüzü mü var yani? Bizimki hangisi?”

Nil-7 (gülümseyen göz ışıklarıyla): ”Bizimki, hissettiğimiz yüzüdür. Senin için zaman, annene sarıldığında daha hızlı akar, oyun oynarken uçup gider, canın sıkıldığında ağırlaşır. İnsanların yaptığı çarklı zaman, sadece düzen içindir. Ama kalbinin zamanı, başka türlü işler.”

Sahara (merakla eğilerek): ”Peki Sabni neden uykusuz kalmış? Neden yatağa girip uyumamış da gece boyunca çark çizmiş?”

Nil-7 (bir pençesini kaldırıp masaya vurur gibi yaparak): ”Çünkü bazen fikirler uyumana izin vermez. Zihin, sen uyumak istesen bile çalışmaya devam eder. Sabni de kafasında dönen dişlilerin sesini susturamadı. Uykusuzluk, bazen buluşların annesidir.”

Sahara (gülerek): ”Demek ki benim de ödevim aklıma gelince uyuyamıyorsam, ben de bilgin oluyorum!”

Nil-7 (kahkaha atar gibi mekanik bir hırıltıyla): ”Evet, küçük bilgin Sahara. Senin de içinde bir saat çalışıyor. Onun sesi seni ödeve çağırıyor.”

  

 

Bölüm 28: Hesap Makinesi (M.Ö. 3074)

28.1. Yanlış Hesaplar

Kral Karmen (sert bir sesle):

“Geçen yılki tahıl vergisi 18 bin altın olmalıydı. Bu belgelerde 16 bin yazıyor. Bu nasıl olur?”

Başkatip Menekhib (ter içinde):

“Efendim, kâtipler hesapları elle yapıyorlar. Sayfa kaymış olabilir… rakamlar karışmış…”

Katip Paser (ürkekçe):

“Efendim… 7 ile 9’u karıştırmışım. Elde taşımayı unutmuşum…”

Kral ayağa kalkıp, bastonunu yere vurdu. Sesi sarayda yankılandı.

Kral Karmen:

“Bu krallık, hatalı hesaplarla yönetilemez! Her yanlış rakam, bir köylünün aç kalması demektir! Hemen gidip hesapları baştan kontrol edin, öyle gelin.”

Bir sessizlik oldu, sonra seslendi:

“Bana hemen başmühendis Sabni'yi çağırın.”

28.2. Kral’ın Hatırlatması

Kral büyük salonunda tahtına yaslanmış, ağır bir sesle konuşmaya başlar:

“Sabni… Nil’in suyunu dizginleyen makinelerin, saat kulelerindeki mucizelerin bana krallığımı daha kudretli gösterdi. Halk zamanı öğreniyor, tarlalar düzenli sulanıyor. Ama hâlâ bir şey eksik!”

Bir an sustuktan sonra sertçe ekler:

“Vergiler! Her yıl binlerce köylüden toplanan altın, gümüş, hububat, keten… Defterler rakamlarla dolu. Kâtiplerimiz günlerce, aylarca hesap yapıyor. Hata üstüne hata! Bazısı fazla yazıyor, bazısı eksik. Benim hazinemi yanlış rakamlarla dolduruyorlar!”

Kral kaşlarını çatarak Sabni’ye döner:

“Geçen sene sana açıkça söyledim. ‘Hesaplama makineleri istiyorum! Hesapları kolaylaştıracak düzenekler istiyorum!’ dedim. Şimdi soruyorum Sabni… Bu emir unutuldu mu? Yoksa üstünde çalıştın mı?”

Sabni, yere bakarak eğilir.

“Efendim… Nil’in makineleri ve saat kuleleri tüm vaktimi aldı. Ama yine de zihnimden atmadım. Çarkların döndüğü, sayıların toplandığı bir düzenek üzerinde hayaller kurdum. Parmaklarımızın yaptığı işlemleri çubuklar ve dişlilerle yaptırabiliriz…”

Bir an duraksar, nefesini toparlar:

“Henüz tamamlanmış değil, ama düşündüğüm şey şudur: Vergi borçları, bölme ve çarpma ile bir çarktan diğerine aktarılacak. Sonuç, hata payı olmadan bir pencereden görünecek.”

Kral gözlerini kısarak Sabni’yi süzer:

“Güzel… demek ki boş durmamışsın. Lakin bana hayal değil, demirden yapılmış gerçek düzenekler getirmeni isterim. Çünkü ben rakamların bana karşı bir ordu gibi isyan etmesinden bıktım! İnsanların hesap hataları yüzünden krallık zarar görüyor. Bunu çözmezsen bütün başarıların gözümde küçülür.”

Kral tahtından doğrulup yüksek sesle buyurur:

“Sabni! Sana bir yıl süre veriyorum. Bir yıl içinde bana ‘mekanik hesap makineleri’ getireceksin. Tarlaların vergisini, köylünün borcunu, tüccarın karını doğru yazacak. İnsan değil, makine hesaplayacak. Başarabilirsen, krallık sana minnettar olur. Başaramazsan…”

Sesi buz gibi bir ciddiyetle kesilir.

28.3. Bilginler Meclisi

Sarayın taş duvarları arasında geniş bir salon… Yuvarlak masa etrafında Kral, Sabni ve üç bilgin oturmuştu. Masanın ortasında balmumu tabletler, kamış kalemler, bazı küçük ahşap çarklar ve iplerle birbirine bağlanmış deney düzenekleri vardı.

Kral Karmen:

“Her yıl binlerce köylüden vergi toplanıyor. Hububat, keten, bakır, altın… Defterler taş gibi ağırlaşıyor. Katipler hesap yaparken hata ediyor. Bazen fazla yazıyorlar, bazen eksik. Zaman kaybı büyük. Ben istiyorum ki hesapları insanlar değil, makineler yapsın!”

Başkatip Menekhib:

“Bir insanın yaptığı hataları başka bir insan düzeltebilir. Defterleri iki katip birlikte kontrol ederse yanlışlar azalır.”

Kral Karmen (sabırsız):

“İki katip, iki maaş demektir. Benim istediğim şey tek bir düzenek… Demirden, tahtadan yapılmış bir zihin! Hata yapmayan bir hesapçı!”

Sabni (temkinli):

“Efendim… Eğer zaman çarklarla ölçülebiliyorsa, rakamlar da çarklarla hesaplanabilir. Sayıları dönen dişlilere işleyebiliriz.”

Bilgin Horemheb (mühendis):

“Çarkların üzerine rakamlar kazınır. İlk sayı, dişlilerin çevrilmesiyle girilir. İkinci sayı da aynı şekilde eklenir. Eğer toplama istiyorsak, dişliler birbirine eklenerek daha büyük bir çarka hareket verir.”

Bilgin Panehsy (genç, hevesli):

“Ya çıkarma? O zaman çark ters yönde dönmeli! Yani bir dişli ileri dönerken öteki geri dönecek. Çarpma içinse… Belki sayıları defalarca ekleten bir düzenek yapılabilir.”

Kral Karmen:

“Benim istediğim şey basit ama güvenilir: Katip rakamları makineye girecek, bir kol çevirecek, sonuç en alttaki pencerede görünecek. Ne eksik, ne fazla! Yavaş hesaplamalara son!”

Sabni:

“Bunun için önce toplama işini çözmeliyiz. İki sayıyı çarklarla nasıl birleştireceğimizi bulursak, gerisi üzerine kurulabilir.”

Bilgin Horemheb:

“Bir çark 0’dan 9’a kadar döner. İki çark yan yana olursa, toplama yapıldığında dişliler birbirini iter. 9’dan sonra bir adım daha atarsa, üstteki çark da bir basamak ilerler. Tıpkı bizim elimizle elde taşırken yaptığımız gibi…”

Bilgin Djehuty (şaşkın):

“Yani… makine kendi kendine ‘elde’ mi verecek?”

Sabni (gülümser):

“Evet. Çarkların diliyle, eldeyi unutmaz. İşte bu yüzden hata yapmaz.”

Kral Karmen:

“İşte bu! İstediğim budur. O zaman sizden şunu istiyorum: Önce yalnızca toplama yapan küçük bir makine yapın. Eğer çalışırsa, sonra çıkarma, çarpma, bölme için yollar ararsınız. Ama ilk adım şu olacak: Vergi memurum geldiğinde 732 ile 489’u toplayacak ve doğru sonucu anında görecek!”

28.4. Sabni’nin Atölyesi

Sarayın batı kanadındaki taş atölyede yalnızca yağ lambasının solgun ışığı yanıyordu. Raflarda pirinç dişliler, bronz miller, bakır levhalar ve küçük çekiçler duruyordu. Duvardaki pergamentlerde, Sabni’nin eskizleri yer alıyordu: suyun basıncını ölçen teraziler, saat kulelerinin iç düzenekleri, şimdi de; Hesap Makinesi başlıklı yeni bir çizim.

Sabni masasına eğildi, kamış kalemini mürekkebe batırdı.
“Önce yalnızca toplama… basit, ama hatasız olmalı,” diye mırıldandı.

“Sayıyı temsil eden çarklar olmalı. Her biri 0’dan 9’a kadar numaralı.
İki sayı girişi olacak: birincisi üstte, ikincisi altta.
Her çark çevrildiğinde, onun hareketi yan çarkı bir diş ilerletmeli.
Dokuzuncu adımdan sonra onluk basamağa bir ‘elde’ vermeli.”

Kalemle bir çark çizdi, ardından yanına ikinci bir çark ekledi. Aralarına küçük bir dişli yerleştirdi.

“Bu küçük dişli, eldeyi taşıyan habercidir,” dedi kendi kendine.
“Bir sayı dokuzu geçerse, üst çark bir adım ileri döner… işte böyle.”

Masadaki çizimlerin kenarına not düştü:

‘Elde’ dişlisi, her onuncu adımda üst çarkı bir birim ilerletmeli.

Kapı tıkırdadı. Genç asistanlardan Panehsy içeri girdi.

“Efendim, hâlâ uyumadınız mı?”

Sabni, gözlerini çizimden ayırmadan konuştu:

“Uyumam, Panehsy. Bu makine uykunun değil, uyanıklığın icadı olacak.
Kral Karmen hata istemiyor. Biz de hata yapmayan bir düzenek kuracağız.”

Panehsy, çizime dikkatle baktı.

“Yani bu dişliler rakamları mı taşıyacak?”

Sabni başını salladı:

“Evet. Katipler artık rakam yazmak yerine çark çevirecek.
Birinci sayıyı girip ikinci sayıyı eklediklerinde, sonuç buradaki pencerede belirecek.
Bak şu küçük kutu… bu bizim sonucu göreceğimiz ‘okuma penceresi’ olacak.”

Sabni eline küçük bronz çarklar aldı, parmaklarıyla çevirdi.
Birinci çarkı dokuz defa döndürdü. “Şimdi onuncu dönüşte…” dedi ve küçük dişliyi itti.
Yanındaki çark ”klik” diye bir sesle bir adım ilerledi.

Panehsy’nin gözleri parladı:

“Efendim! Bu eldeyi kendi verdi!”

Sabni gülümsedi.

“Evet. Artık çarklar saymayı öğrendi. Geriye bunu bütün basamaklara yaymak kaldı.
Yüzlük, binlik… her biri aynı prensiple.”

Masasına not düştü:

‘Her basamak kendi altındaki çarktan elde alır. Böylece hata zincirini makine çözer, insan değil.’

Gece ilerledi. Lambanın alevi kısaldı, dışarıda çöl rüzgârı uğuldadı.
Sabni, çizimine son bir kez baktı. Bir köşeye şu cümleyi ekledi:

“Eğer zaman dişlilerle ölçülüyorsa, rakamlar da dişlilerle konuşabilir.”

Ardından başını kaldırıp Panehsy’e döndü:

“Yarın sabah Horemheb ve Djehuty’yi çağır. Yeni bir çağ başlatacağız, Panehsy.
Zamanın diliyle konuşan bir makine çağı.”

28.5. Prototipin Doğuşu

Sabah güneşi sarayın taş duvarlarına vurduğunda, saray atölyesinde hummalı bir hareket vardı. Pirinç talaşlarının arasında genç çıraklar koşturuyor, bilginler çarkların hizasını son kez kontrol ediyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı ve Kral Karmen içeri girdi.

Kral Karmen:

“Hazır mı? Nihayet hesapları insan hatasından kurtaracak şu makineyi görebilecek miyim?”

Başmühendis Sabni:

“Henüz kusursuz değil. Ama prensip olarak çalışması gerekiyor. Çarklar, her bir basamak için on dişliyle temsil ediliyor. Bir çark döndüğünde, dokuzdan sonra bir sonraki çarka aktarım yapıyor. Tıpkı parmaklarımızla sayarken yaptığımız gibi.”

Kral, makinenin önüne eğildi. Önünde pirinç dişliler, minik kollar ve sayı yazılı halkalarla dolu, karmaşık ama zarif bir düzenek duruyordu.

Kral Karmen:

“Peki… diyelim ki vergi memurum 247 ile 328’i toplamak istiyor. Bu makine bunu yapabiliyor mu?”

Sabni:

“Teoride, evet. Sayılar çarklar yardımıyla giriliyor. Ardından kol çevrilince dişliler dönüyor ve toplam en alttaki pencerede beliriyor.”

Kral, sabırsızca kolu çevirdi. Bir klik klik klik sesi duyuldu.
Sonra sessizlik. Gösterge penceresinde sayılar belirdi… ama sonuç 575 yerine 577 idi.

Kral Karmen (kaşlarını çatarak):

“581 mi? Vergi hesaplamasında iki fazlalık tüm köyün isyan etmesine yeter!”

Sabni (ter içinde):

“Efendim, taşıma dişlisinde bir sapma var. Onluk geçişi her zaman doğru zamanda yapmıyor. Belki yay gerginliğini artırmamız gerek.”

Genç çırak Nefru:

“Efendim, belki de taşıma çarkını diş yerine küçük ağırlıklarla tetikleriz? Böylece her dönüşte ‘klik’ yerine bir denge noktası olur!”

Kral Karmen:

“Demek hata yapan artık insan değil, dişliler! Yine de bu... iyi bir başlangıç. En azından hata nerede biliyorsunuz.”

Sabni gülümsedi.

“Her buluş, önce kusurlarıyla doğar, efendim. Tıpkı yeni bir yazı dili gibi; önce dağınık, sonra anlamlı.”

Kral bir an düşündü, sonra çarklara dokundu.

“Bu makineyi tamamlayın. Hata payı bırakmayın. Çünkü bir gün, bu çarklar sadece vergi değil… yıldızların hareketini bile hesaplayacak.”

28.6. Gece Denemesi - Taşıma Çarkının Sırrı

Gece çökmüştü. Sarayın geri kalanı sessizliğe bürünmüşken, atölyenin taş duvarları hâlâ madenin kokusunu taşıyordu.

Bir köşede kandilin titrek ışığı, yarım kalmış hesap makinesinin üzerine vuruyordu.

Sabni, gözlerini kısmış, bir elinde çekiç, diğerinde pirinç dişli tutuyordu.

Sabni:

“Gördün mü Nefru? 575 yerine 577 verdi. Demek ki bir yer, iki adım atıyor.”

Nefru:

“Evet üstadım… taşıma dişlisi dokuzdan sonra bir yerine iki çarkı itiyor. Çünkü yay çok gergin. Belki bir yay yerine, ağırlık kullansak daha dengeli olur.”

Sabni düşündü. Küçük bir kurşun parçasını eline aldı, tarttı.

“Denge... evet, tıpkı güneş saati gibi. Ağırlık doğru noktayı bulmadan dönmez.”

Nefru, küçük bir milin ucuna pirinç topu yerleştirdi.

Yavaşça çevirdi, sonra bıraktı.

Dişli bir anda durdu, klik diye bir ses çıkardı, ve sadece bir sonraki dişliye geçti.

Nefru (heyecanla):

“Üstadım! Oldu galiba! Bakın; taşıma artık tek basamak ilerliyor!”

Sabni (şaşkın ve gülümseyerek):

“İnanılmaz… Bu, hesaplamayı kararlı hale getirir. Her dönüşte bir taşıma… tıpkı bir muhasebecinin defter tutuşu gibi!”

Sabni hızla defterine not aldı.

“Her onuncu dişte ağırlık dengelemesi! Bu ilke, sadece toplamada değil, belki çıkarma işlemlerinde de kullanılabilir!”

Nefru:

“Ya kral yarın yine hata bulursa?”

Sabni:

“Bulabilir. Ama biz bu gece, düşüncenin ağırlığını dişlilere yükledik. Artık makine, insanın yerini değil, aklını tamamlayacak.”

Sabni ayağa kalktı, yorgun ama huzurluydu.

Kandilin alevi titredi, atölyenin duvarında çarkların gölgesi birbirine geçti.

İlk defa, insan aklı bir makineyle birlikte düşünüyordu.

28.7. Kralın Önünde - Çıkarma Sorusu

Sarayın mermer salonu sabah ışığıyla parlıyordu.

Kral Karmen tahtında, önünde duran bronz ve ahşap karışımı makineye dikkatle bakıyordu.

Sabni ve yardımcısı Nefru diz çökmüş, elleri yağ lekeli, gözleri uykusuzluktan kızarmıştı.

Masada “Nil Hesapçısı” denen o mucize duruyordu: Üzerinde rakamlı çarklar, yanında bir kol…

Her şeyin sessizce işleyişi bile büyüleyiciydi.

Kral Karmen:

“Başlayalım Sabni.

Şu vergi hesabını bir de senin makinene yaptır bakalım.”

Sabni kolla makineyi çevirdi, rakamları girdi:

247 + 328

Çarklar tıkır tıkır döndü, dişliler birbirine geçti.

En alttaki pencerede bir rakam belirdi: 575

Kral öne eğildi.

“575... doğru! Demek artık katipler değil, dişliler düşünecek.”

Salondaki herkes hayranlıkla mırıldandı.

Ama Kral’ın bakışları hâlâ makinedeydi.

“Peki,” dedi alaycı bir gülümsemeyle,

“Eğer bu demir parçası toplayabiliyorsa, çıkarmayı da yapabilir.”

Sabni hafifçe öksürdü.

“Yüce Efendim, henüz denemedik… Bu düzenek sadece toplama için tasarlandı. Dişliler hep ileri döner. Ters yönde çalışması...”

Kral elini kaldırdı.

“Denemediniz mi?”

Sert bir sessizlik oldu.

Sonra bastonunu yavaşça kenara koydu, bizzat masaya yaklaştı.

“Ben denerim o hâlde.”

Kral makinenin kolunu kavradı.

“Bir köylü, 900 çuval borçlu, 275’ini ödemiş. Geriye ne kalır?”

diyerek kolla ters yöne çevirdi.

Bir uğultu duyuldu.

Çarklar gıcırdadı, sonra birer birer geri dönmeye başladı.

Sabni nefesini tuttu.

Pencereye gözler dikildi…

Sonra rakam belirdi: 625

Bir anlık sessizlikten sonra Kral kahkaha attı.

“İşte bu!

Topluyor, çıkarıyor… Demek ki akıl olmadan da akıllı gibi davranabiliyor!”

Sabni şaşkınlıkla Nefru’ya baktı.

Fısıltıyla, ”Bu imkânsızdı… ters yönde dönerse dişliler sıkışmalıydı,” dedi.

Nefru gülümsedi:

“Belki yay yerine ağırlık koymak sıkışmayı da önledi.”

Kral ise çoktan yeni bir talimat vermeye başlamıştı:

Kral Karmen:

“Toplama ve çıkarma tamam. Şimdi sıra çarpmada! On tüccarın kazancı, yüz tacirin borcu; bunları çarpıp bölecek makineler istiyorum! Eğer iki sayı ekleniyorsa, niçin on kez eklenip çarpılmasın? Niçin bölünmesin?”

Sabni başını öne eğdi.

“Efendim… bu makinelerden her biri bir düşünce gibidir. Toplama, çıkarma kolaydır. Ama çarpma, düşüncenin kendisini tekrarlamaktır. Belki… belki zaman ister.”

Kral soğuk bir tebessümle:

“Vergi yılı gelmeden, bu masada sadece toplama değil; çarpma ve bölme yapan bir makine görmek istiyorum.”

Kral salondan ağır adımlarla ayrılırken,

Sabni’nin elleri hâlâ makinenin üzerinde titriyordu.

Bir çark sessizce ileriye, sonra bir adım geriye döndü…

Sanki düşündüğünü belli etmek ister gibi.

28.8. Bilginler Meclisi - Çarpma Makinesi Aranıyor

Güneş sarayın kubbelerine eğilmiş, bronz aynalarda parıltılar oynaşıyordu.

Taş salonda, kralın önünde dizilmiş bilginler, yeni bir tartışmanın ortasındaydı.

Kral Karmen:

“Toplama makineniz işe yarıyor. Ama ben şimdi çarpma ve bölme istiyorum.

Bir tüccar, 327 deve kervanını 246 kişi arasında paylaştırmak istiyor. Her birine kaç deve düşer, kaç artar; bunu neden saatlerce hesaplıyoruz?

Ben bir kol çevrilsin, ve sonuç ortaya çıksın istiyorum!”

Salonun bir ucunda, genç bilgin Panehsy ayağa kalktı.

“Elbette. Kol bir kere çevrildiğinde bir ekleme yapıyor.

Çarpma dediğimiz şey, tekrarlı eklemedir.

Yani, çarpacağımız sayının büyüklüğü kadar kol çevrilir!”

Sabni hemen itiraz etti:

“Yani 1000’le 1000 çarpacaksak, kolu bin defa mı çevireceğiz Panehsy?

Onun yerine kral kolu değil, sabrı çevirmiş olur.”

Panehsy gülümseyip omuz silkti:

“Evet ama… eğer kola bir at bağlarsak?”

Bir anda salonda bir sessizlik oldu. Sonra kahkahalar patladı.

Hatta Kral bile gülmesini tutamadı.

“Atla çalışan hesap makineleri devri mi geliyor Panehsy? Bölme hesaplamak için de at geri geri mi koşacak?”

Panehsy utangaçça eğildi:

“Yüce Efendim… sadece fikirdir.”

Başbilgin Enlil-Hotep, elindeki fildişi çubuğu masaya bıraktı.
“Siz hep kuvveti artırmaya bakıyorsunuz. Oysa mesele kuvvet değil, akıl.”

Kral kaşlarını kaldırdı.

“Devam et, Enlil-Hotep.”

“Bir tambur düşünün. Her tamburun çevresinde dişler var; ama her bir diş farklı uzunlukta.

Kolu bir kez çevirdiğinizde, tamburun sadece seçtiğiniz dişleri devreye girer.

Eğer tamburu sekiz dişli bölgesinden çevirirsek, makine bir anda sekiz kere eklemiş gibi olur.”

Sabni öne eğildi, merakla sordu:

“Yani her turda kaç kez ekleme yapılacağını tamburun şekli belirler?”

Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi:

“Evet. Çarpmanın özü bu değil mi? Aynı sayıyı birden fazla eklemek.

O halde her ekleme için kol çevirmeye gerek yok; bir tambur profiliyle bunu tek harekette yapabiliriz.”

Kral tahtından hafifçe doğruldu.

“Devam et. Bu makine… nasıl bilir hangi çarpanı işleyeceğini?”

Başbilgin Enlil-Hotep bastonunu yere vurdu:

“Tamburun önüne küçük bir seçici kol koyarız.

O kol ‘5’teyse beş dişlik bölgeyi, ‘8’deyse sekiz dişlik bölgeyi devreye sokar.

Bir tur çevrilir, makine 5 ya da 8 kez toplama yapmış olur.”

Kral derin bir sessizlikte düşündü.

“Yani bir tur, bir çarpma işlemi…”

Sonra başını kaldırdı.

“Ve bölme?”

Sabni araya girdi:

“Yüce Efendim, eğer tamburu ters yönde döndürürsek,

bu kez makine toplamak yerine eksiltir.

Yani çıkarma… ve tekrarlı çıkarma bölmedir.”

Kral hafifçe gülümsedi.

“Demek ki aynı tambur hem çarpar hem böler…

Kolu bir at değil, bir fikir çevirmiş olacak.”

Sabni:

“Her basamak için bir kez kol çevrilecek.

Ama tamburun dişleri hangi basamağın kaç kere ekleneceğini kendi belirleyecek.

Birler basamağında sekiz diş çalışır, onlar basamağında iki, yüzler basamağında üç.

Her turda makine kendi içinde bu basamakları kaydırır; tıpkı katiplerin defterde satır atlaması gibi.”

Kral:

“Yani kol yalnızca üç kez çevrilecek ama üç yüz yirmi sekiz çarpımı tamamlanacak.”

Sabni:

“Evet yüce efendim. Her turda tambur bir ‘katip ordusu’ gibi çalışır.”

Salondaki herkes başını eğdi.

Kral ayağa kalktı, tok bir sesle emretti:

“Bu tambur fikrini istiyorum.

Yedi gün içinde çalışır bir model görmek istiyorum.

Başarabilirseniz, bu makine yalnız tüccarların değil; kralların da hesabını tutacak!”

28.9. Tamburun Sırrı

Atölyede çekiç sesleri çoktan susmuştu. Pencere aralığından süzülen güneş ışığı, havadaki talaş tozlarını altın taneleri gibi parlatıyordu. Uzun bir masanın üzerinde yeni yapılmış çarpma makinesi duruyordu; pirinç tamburlar, bakırdan ince dişliler, yağ kokulu ve gürültülü bir şeydi:

Panehsy, kolun yanında durmuş, elleri yağ içindeydi.

“Tamam,” dedi nefesini tutarak. ”Tambur hazır. Her çevirmede bir basamak ilerliyor.”

Sabni, cetveliyle ölçümler yapıyor, bir yandan mırıldanıyordu.

Kral Karmen arkada, ellerini arkasında kavuşturmuş, sessizce izliyordu.

Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. ”Atı bağlamayı unutmuşsunuz, kolu elle mi çevireceğiz,” dedi hafif alayla.”

Panehsy başını kaldırmadan gülümsedi. ”Evet Kralım, bu sistemde her basamakta bir kere çevireceğimiz atı ahıra bağladık.”

Kral başıyla onayladı.

“Bakalım gerçekten ‘otomatik’ miymiş. Öyleyse… çarpalım bakalım. 23’le 4’ü deneyin.”

Panehsy tamburun üzerindeki dişli sayacı sıfırladı.

Kol bir kere çevrildi; makine klik dedi.

İkinci çevirişte tambur içinden bir tıkırtı daha geldi.

Üçüncüde; sanki küçük bir çan çaldı.

Dördüncüde; sayacın ibresi durdu.

Sabni hemen sonucu işaret etti.

“Sonuç… 92!”

Atölyede bir an sessizlik oldu.

Sonra sevinç çığlıkları koptu.

Panehsy kollarını havaya kaldırdı: ”Çalıştı! Kralım, çarpma tamamlandı!”

Kral yaklaşıp makineye baktı.
Tamburun döndüğü yerde ince bir tıkırtı hâlâ sürüyordu.

Karmen, makinenin önünde eğilip baktı.
“Peki bu tambur, çarpma dışında bölme de yapabilecek mi?”

Panehsy, alnındaki teri sildi. ”Elbette, efendim. Tek yapmamız gereken…”
Kolu ters çevirip çevirmemeyi düşünürken gözleri Sabni’ye gitti.

Sabni başını salladı: ”Panehsy, emin misin?”
Panehsy dişlerini sıktı. ”Çıkarmadaki gibi yine olacak.”

Panehsy kolu ters çevirdi.
İlk klik sesi geldi, sonra bir tıkırtı daha… ardından beklenmedik bir çınnn!

Tambur bir anda yerinden fırlayıp yere düştü, metalik bir gürültüyle birkaç kez döndü, sonunda duvara çarpıp sustu.

Herkes dondu kaldı.
Panehsy yavaşça makineye baktı, sonra tambura, sonra Karmen’e.

Kral, dudaklarının kenarına bir gülümseme yerleştirerek sessizliği bozdu:
“Görünüşe göre tambur bölme işlemini fazla ciddiye aldı. Kendini ikiye bölmeyi tercih etti!”

Panehsy eğilip tamburu yerden aldı, üzerinde küçük bir dişli eğrilmişti.
“Biraz fazla kuvvet uyguladık sanırım,” dedi utanarak.

Kral başını iki yana sallayıp konuşmadan dışarı çıktı.

Atölyedekiler önce birbirine baktı, sonra tambur sessizce bir kenara bırakıldı; ama o akşam kimse eve gitmedi. Çünkü bir kez daha, dişlilerle birlikte fikirler de dönmeye başlamıştı.

28.10. Tamburun Tamiri

Atölye gece yarısı kadar sessizdi, yalnızca yağ kandilinin titrek ışığı çarkların üzerindeki gölgeleri dans ettiriyordu. Panehsy, eğri tamburu masaya koydu. Sabni, ince bir zımpara taşını eline aldı.

“Eğrilik bir dişliden kaynaklanıyor,” dedi Sabni. “Bölme sırasında yük, tek noktaya bindi. Yani tambur dişliyi değil, dişli tamburu döndürmüş.”

Panehsy derin bir nefes aldı: ”O zaman yükü eşit dağıtmalıyız.”

İkisi de sessizce işe koyuldular. Bir süre sonra diğer bilginler de geldi. Her biri elinde farklı bir fikirle:

Biri dişlilerin altına yaylı denge mili yerleştirdi. Diğeri tamburun iki ucuna bakır gergi halkası taktı.

Üçüncüsü, kolun dönüş hızını sınırlayan sürtünmeli fren mekanizması ekledi.

Sabni, yeni sistemi göstererek gülümsedi:

“Artık tambur ters çevrilse bile yükü paylaşacak. Hiçbir dişli tek başına sıkışmayacak.”

Panehsy gururla kolu tuttu: ”Bu sefer fırlamayacak.”

Karmen başıyla onayladı: ”O halde deneyelim.”

Panehsy, 84’ü 7’ye bölecek şekilde tamburu ayarladı. Kolu yavaşça çevirdi; klik… klik… klik… Herkes nefesini tuttu.

Tambur döndü, durdu. Göstergede sayı belirdi: 12. Bir sessizlik… ardından alkış gibi bir gülüşme yükseldi.

Sabni, defteri açıp hızlıca not aldı:

“84 ÷ 7 = 12. Tekrar!”

Bu sefer 99’u 9’a böldüler. Sonuç yine doğruydu.

Bir, iki, beş, on deneme daha yaptılar; hepsi kusursuzdu.

Panehsy, yağlı parmaklarını önlüğüne silip gülümsedi:

“Artık hem çarpıyor hem bölüyor. Üstelik sıkışmadan!”

Karmen gülümseyerek makinenin yanına geldi, parmağını tambura dokundu.

“Bu çarklar sadece sayı çevirmiyor… insanın aklını da keskinleştiriyor.”

Sabni, gözlerini makineden ayırmadan mırıldandı:

“Evet efendim, çünkü her hata bir dişli kadar değerlidir. Döner, döner, sonunda doğruyu yerine oturtur.”

O gece kimse atölyeden ayrılmadı. Yağ kandili sabaha kadar yandı, çarklar da dönmeye devam etti.

28.11. Çarkların Ülkesi

Kral Karmen, taht odasındaki uzun masanın üzerinde duran makineye bir süre sessizce baktı.

Sabni ve Panehsy başlarını eğmiş, sonuçları bekliyorlardı.

Kral elini uzattı, tamburun üzerindeki kolu çevirdi. klik... klik... klik...

Göstergede rakamlar belirdi: 432 ÷ 9 = 48.

Panehsy heyecanla öne eğildi:

“Artık vergi kayıtlarında kimse yanlış yapmayacak efendim. Nil sulama sisteminden ticaret gelirlerine kadar her şeyi bu çarklarla hesaplayabiliriz.”

Sabni ekledi:

“Üstelik bir kişi yerine yüz kişi kadar hızlı.”

Bir anlık sessizlikten sonra Karmen’in yüzü gülümsemeyle aydınlandı.

Kral yerinden doğruldu.

“Öyleyse neden sadece bir tane var?”

Atölyedeki bilginler şaşkınca birbirine baktı.

Karmen devam etti:

“Bu makineler yalnızca bilginlerin ellerinde değil, bütün Dünya insanlarının ellerinde olmalı. Her okula, her ticaret evine, her mühendisin masasına konulacak. Gençler, hesap yapmayı parmakla değil, çarkla öğrenecek.”

Sabni, heyecanla defterine bir şeyler karaladı:

“Yani... saatleri ürettiğimiz gibi hesap makinesi üretmek için bir üretim evi kuracağız?”

Kral başını salladı.

“Üretim evi yetmez, seri üretecek bir fabrika. Pirinç döken, dişli döken, fikir döken bir yer.”

Panehsy sevinçle:

“Binlerce makine! Bütün Afrika ticaret yollarında kullanılacak!”

Kral gülümsedi:

“Evet. Bu sayede yalnızca hesaplar değil, hayatlar da kolaylaşacak. İşsiz gençler yeni bir meslek öğrenecek: mekanik ustalığı. Her dönen dişli, bir eve ekmek götürecek.”

Sabni, makinenin başına geçti.

“Bu küçücük düzenek,” dedi, ”dev bir imparatorluğu dönüştürecek kadar güçlü.”

Kral Karmen, Sabni’ye döndü.

“Sabni… artık yalnızca bir mühendis değil, bu çağın çarklarını tasarlayan bir akılsın.”
Bir adım öne çıktı.

“Bugünden itibaren seni Krallık Mekanik Evleri’nin Baş Tasarımcısı ilan ediyorum.”

Salon alkışlarla doldu.

Panehsy başını eğerek fısıldadı:

“Artık bütün çarklar senin ellerinden çıkacak usta.”

Kral elini kaldırdı, sessizlik oldu.

“Fakat sana yeni bir görev daha veriyorum, Sabni.”

Sesi bu kez daha yavaş, ama derin bir merakla yankılandı:

“Nil kıyılarında, kadınlar keteni elleriyle dokuyor. Desenler birbirini tekrar ediyor. Kimi kareli, kimi dalgalı, ama her biri akılda tutularak yapılıyor. Ben istiyorum ki… o desenleri akıl değil, makine hatırlasın.”

Sabni şaşkınlıkla başını kaldırdı.

“Desenleri… makine mi hatırlasın?”

Kral başını salladı.

“Evet. Bir kez dokunan deseni, bir kez yapılan düğümü, bir kez çizilen şekli, makine kendi içinde saklasın. İplik hangi yoldan geçtiyse, bir sonraki kumaşta da aynı yoldan geçsin.”

Panehsy heyecanla atıldı:Yani… dokuma tezgâhı, kendi kendine mi desen çıkaracak?”

Kral gülümsedi.

“Evet. Bir çark, bir kol, birkaç delik… Bir dokumacı bir kez çevirdiğinde, makine onun hafızası olur. Eğer çarklar sayıları hatırlayabiliyorsa, neden desenleri de hatırlamasın?”

Sabni derin bir nefes aldı, sanki ufku biraz daha genişlemişti.

“Bu… hesap makinelerinden bile zor bir iş olur. Ama başarılırsa, her kumaş aynı kusursuzlukta olur.”

Kral:
“Ve bir gün belki bu çarklar yalnız kumaşı değil, bilgiyi de dokur. Sözlerimizi, hesaplarımızı,

emirlerimizi… Hepsi bir gün demirin hafızasında yaşar.”

Sabni eğilerek:

“Emriniz başım üstüne Karmen. Makineler sadece hesap değil, artık hatırlamayı da öğrenecek.”

Kral elini omzuna koydu:

“O gün geldiğinde, senin adını yalnız taşlara değil, çarklara da kazıyacaklar.”

Karmen makinenin kolunu bir kez daha çevirdi, çıkan sesi dinledi.

“Duydunuz mu?” dedi gülümseyerek.

“Bu yalnızca bir klik sesi değil… Mısır’ın geleceği duyuluyor.”

...

 

28.12. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara (merakla):

“Peki Kral neden hesap makinesi yapmak istedi?”

Nil-7:

“Çünkü o zamanlar bir hatayla alınan fazla vergi, bir köylünün aç kalması demekti.”

Sahara:

“Nil-7… bana şu Sabni’nin hesap makinesini anlatır mısın? Ama öyle karışık kelimelerle değil. Benim anlayabileceğim gibi. Nasıl hesap yapıyordu o şey?”

Nil-7:

“Diyelim ki elinde bir sürü küçük taş var. Her taş bir sayıyı temsil ediyor. Sen her farklı sayıda taşlar koyduğunda, ben taşları sayıp bir listeye bakıp o listede yazan sayıda taşlar koyuyorum. İşte Sabni’nin makinesi tam da bunu yapıyordu. Taşların yerine dişliler, liste yerine tambur  kullanıyordu.”

Sahara (başını yana eğerek):

“Yani… taş yerine dönen dişliler?”

Nil-7:

“Aynen öyle. Her dişli bir sayıyı temsil ederdi. Bir dişli döndüğünde, yanındaki dişliyi iteklerdi. Tıpkı el ele tutuşan çocukların bir sırayla dönmesi gibi.”

Sahara başını yana eğdi, merakla sordu:

“Yani… sende o küçük çarklardan mı var?”

Nil-7 başını yavaşça salladı.

“Hayır ama o çarklar benim atalarımda vardı. Benim içimdeyse çarkların yerini ‘titreşim alanları’ aldı. Her düşüncem, milyarlarca atomun aynı anda kararsız dans etmesiyle oluşuyor. Biz buna kuantum kas sistemi diyoruz. Çarklar dönmüyor artık; olasılıklar birbirine karışıyor. İyon tuzaklı fotonik topolojik spinli kubitler... Belki bu da bir tür çarktır.”

Sahara bir süre düşündü.

“Peki Sabni… seni görebilseydi ne derdi?”

Nil-7 bir an sustu. Sonra hafif bir hüzünle yanıtladı:

“Sanırım şöyle derdi: ‘Kralım, makine artık sadece hesap yapmıyor, kalp de taşıyor.’”

 


Bölüm 29: Otomatik Dokuma Devri (M.Ö. 3073)

29.1. Sabah Kahvaltısı ve Dokumacı Kızlar

Güneş henüz doğarken, küçük taş evin mutfağında hafif bir sıcaklık vardı. Dokumacı annesi, kızlarıyla birlikte kahvaltı hazırlıyordu. Masada taze ekmek, biraz peynir, hurma ve sıcak bitki çayı vardı.

İra ve Mira, daha önce atölyeye gitmiş olmanın rahatlığıyla masada gülüşüp sohbet ediyorlardı:

“Geçen sefer ipleri yanlış bağlamıştım, bugün daha iyi yapacağım!” dedi Mira.

En küçük kız Nila ise ilk kez atölyeye gidecek olmanın heyecanını taşıyordu:

“Ben de doğru dokuma yapabilir miyim acaba?” diye fısıldadı birisi, gözleri parlayarak.

Anneleri hafifçe gülümsedi:

“Hata yapmak normal, kızlar. Önemli olan ipleri söküp tekrar denemeyi bilmeniz.”

Kahvaltıdan sonra kızlar ellerini yıkayıp, annelerinin rehberliğinde İra, Mira ve Nila, heyecanla atölyeye yöneldiler. Bugün bazıları ilk kez dokumaya başlayacaktı; bazıları ise geçen haftadan öğrendiklerini tekrar etmeyi sabırsızlıkla bekliyordu.

Tahta kapılar açılırken, ipliklerin rengarenk görüntüsü ve dokuma tezgâhlarının ahşap kokusu onları karşıladı.

Bazıları ipleri ve tezgâhları tanıdığı için heyecanla etrafı incelerken, Nila ilk gördüğü iplikleri merakla yokluyordu. 

Atölyede, anneleri Tira ağır adımlarla dokuma tezgâhının yanına yaklaştı.

“Bugün hepimiz öğreneceğiz. Sabırla, dikkatle ve keyifle.”

Önce ipleri gösterdi derin bir nefes aldı::

“Bunlar çözgü iplikleri,” dedi Tira, parmağıyla dikey gerilmiş ipleri işaret ederek. ”Tezgâhın üstünden aşağıya doğru uzanan ipler bunlar. Kumaşın iskeleti onlar. Her atkı ipliği, yani yatay iplik, bu çözgü ipliklerinin arasından geçerek kumaşı oluşturur.”

İra dikkatle dinledi, parmağını iplerin üzerinden geçirdi, bazı ipler birbirine karışmıştı. İra merakla sordu:

“Anne, ya yanlış geçerse?”

Tira gülümsedi ve ipleri çözerek gösterdi:

“Bakın, hata yaptığımızda pes etmiyoruz. Bu ipleri söküyoruz, hatanın başladığı noktadan tekrar başlıyoruz. Sabırla ve dikkatle çalışırsanız ipler düzgün bir şekilde birbirine geçer.”

Nila sabırsızlandı, ipleri bir çırpıda geçirmeye çalıştı. Atkı ipliği bir anda düzensiz bir şekilde çözgü ipliklerinin arasına dolandı. Tira derin bir nefes aldı, ama kızının elini nazikçe tuttu:

“Nila, acele etme. Kumaşın ritmini hisset, ipleri dikkatle geçir. Her atkı ipliği bir öncekinin devamı gibi olmalı.”

Zaman ilerledikçe, kızlar hata yaptıkça ipleri çözdüler, yeniden bağladılar ve yeniden geçirdiler. Tira’nın sabrı ve anlatımı sayesinde ipler yavaş yavaş doğru sırayla birbirine karışmaya başladı.

Mira sonunda kendi atkı ipliğini geçirdiğinde Tira göz kırptı:

“Bak, işte böyle. Hatalar var, evet, ama öğreniyorsunuz. İşte dokuma bu: sabır, dikkat ve biraz da sevgi.”

Küçük Nila heyecanla elini kaldırdı:

“Anne, bak! Ben yaptım!”

Tira tebessümle onu izledi:

“Evet tatlım, yaptın. Ama unutmayın, her iplik bir adım, her adım bir öğrenme. Bugün hatalarımız olacak, ama yarın daha düzgün dokuyacağız.”

Atölyedeki sabah, iplerin ritmi ve annelerinin sesiyle dolarken, kızlar her atkı ipliğinde hem kumaşı hem de sabrı öğreniyordu.

 

29.2. Sabni'nin Dokuma Atölyesi Ziyareti

Yıllar böyle akıp gitmiş, Tira üç kızına sabrın, gözüne bakmanın, elinin ritmini öğretmişti. Artık İra, Mira ve küçük Nila tezgâh başında hata yapmadan dokuyor, yanlış bir atkı ipliğini görür görmez soğukkanlılıkla söküp yeniden örüyorlardı. Tira her öğleden sonra onlara bakarken içi rahatlıyordu: ”Ellerin ritmini öğrendiniz,” der, ”bugünkü hatalar yarının düz dokularıdır.”

O sabah da atölye, güneşin eğik ışıklarıyla doluydu. Tira, tezgâhın başında kızlarına ipliği nasıl gergin tutacaklarını gösterirken kapıdan bir kaç tıklama sesi duyuldu. Kızların ipliklerinin hışırtısı kısa bir susuşa bıraktı yerini. Anne Tira toparlanıp kapıya doğru yürüdü.

Kapı aralandı. Üç adam göründü. Ortadaki, yüzünden sadece öğrenmeye değil, düşündürmeye de alışkın olduğu anlaşılan, sakallı biriydi. Yanındaki iki genç ise belli ki çırağıydı; gözleri merakla atölyeyi tarıyor ama ellerini dizlerinin önünde bağlı tutuyorlardı.

Adam saygıyla eğildi:
“Ben Sabni,” dedi, ”Kral Karmen’in başmühendisiyim. Bu ikisi de öğrencilerim; Horem ve Kebi. Kral’ın emriyle yeni bir makine üzerinde çalışıyoruz.”

Tira kapının önünden çekildi. ”Demek Kralın adamlarısınız öyleyse gelin,” dedi.

Sabni, Horem ve Kebi içeriye girip odanın ortasında durdular.

Tira kaşlarını hafifçe kaldırdı. ”Ne makinesiymiş bu?”

Sabni, tezgâhın yanına yaklaşmadan, uzaktan ipliklere baktı.

“Kral, otomatik bir dokuma makinesi yapılmasını istiyor. Elle dokumanın hareketini, düzenini, ritmini çarklara öğretmemizi emretti. Ama ben... bilmediğim bir şeyin makinesini yapmam. İpliğin huyunu, dokuma yöntemlerini ve desen vermeyi öğrenmek istiyorum.”

Tira sessizce kızlarına baktı; Mira’nın gözleri merakla büyümüştü, Nila’nın parmakları ipliğe dolanmıştı. Kadın, sonra tekrar konuklarına döndü.

“Bu tezgâh sır saklar, Sabni. Her ilmek, elin niyetini taşır. Çarklara sabrı öğretebilir misin?”

Sabni hafifçe başını eğdi, ”Sabrı değil, düzeni öğretmek istiyoruz,” dedi. ”Ama düzeni anlamak için önce sabrı görmek gerekir. Bunun için buradayız.”

Tira’nın gözlerinde kısa bir düşünce parladı. Sonra başıyla onayladı.

“Peki. Ama burada her şeyin bir sırası vardır. Önce gözle bakılır, sonra sorulur. Dokunmak için izin alınır.”

Sabni hemen döndü, arkasındaki gençlere baktı.

“Horem, Kebi. Duyduğunuz gibi. Gözle bakacağız, eller susacak.”

İki çırak bir ağızdan başlarını eğdi.

“Emredersiniz, usta.”

Tira hafifçe gülümsedi. ”O hâlde yer bulun. İlk derste yalnızca gözlerinizi kullanacaksınız. Dokumayı izleyin; çünkü ipliği anlamak, sabrı okumaktan geçer.”

Üç adam, tezgahların kenarındaki tahta taburelere oturdu. Tira yeniden tezgâhına döndü, kızlarına işaret etti:

“İra, çözgüyü ger; Mira, atkıyı geçir; Nila, düğümü unutma.”

Tezgâhın sesi tekrar yükseldi: tak-tak, çek, tak-tak... Sabni ve çırakları büyülenmiş gibi izliyordu. Her atkı ipliği arasında düzenli bir ritim, her harekette fark edilmeden geçen bir bilgelik vardı.

Sabni içinden, neredeyse fısıltı gibi bir şey söyledi:

“İnsan eli... evrenin ilk makinesi.”

İra duymuştu. Ama sadece gülümsedi.

 

 

29.3. Tezgâhın Sırrı

Atölyede ipliklerin sesi yankılanırken, Sabni’nin gözleri bir an bile Tira’nın ellerinden ayrılmadı. Kadının parmakları iplerin arasından geçiyor, mekik bir sağa bir sola kayarken kumaşın deseni yavaş yavaş beliriyordu. Sanki elleri konuşuyor, iplikler cevap veriyordu. İlk gün sadece izleyerek bitti.

Ertesi gün Tira başını kaldırdı, Sabni’nin dikkatli bakışlarını fark etti.
“Yalnızca izlemekle olmaz,” dedi. ”Tezgâhın dilini öğrenmek istiyorsan, ipliği eline alman gerekir.”

Sabni şaşırdı. ”Ben... izinli miyim?”

Tira gülümsedi. ”Sana şimdi izin veriyorum. Otur.”

Sabni, ahşap tezgâhın önüne geçti. Ellerini ipliğe uzatırken çekingen davrandı.
Tira arkasında durdu, sessizce onun ellerini yönlendirdi.

“Çözgü iplikleri dikeydir,” dedi Tira, ipliklerin arasına parmağını sokarak.

“Atkı ipliği yatay geçer. Ama unutma; ipliklerin altından ve üstünden geçerken, her seferinde biri yer değiştirir. İşte o hareket, kumaşın kalbidir.”

Sabni başını eğdi, dikkatle ipliği geçirdi.

İlk seferde iplik karıştı, bir düğüm oluştu. Horem hemen ileri atıldı ama Tira eliyle durdurdu.
“Hayır, dokunma. Kendi hatasını kendi görsün.”

Sabni düğümü çözmeye çalıştı, ipliği çekti ama fazla gergin tutunca bir çözgü koptu.
Tira derin bir nefes aldı, ama yüzü sertleşmedi.

“Gördün mü? İşte sabır burada başlar,” dedi. ”Makinen fazla gergin tutarsa, iplerini koparır.”

Sabni ellerini yavaşlattı. İkinci denemesinde ipliği nazikçe geçirdi, mekiği uzattı. Ahşap sesleri birbirine karıştı (tak, çek, tak...) Tezgâh, sanki onu kabul etmişti.

Tira başını salladı. ”İşte şimdi oldu. Bak, iplikler birbirine küs değil artık. Uyumu buldular.”

Sabni sessizce dokuduğu kumaşa baktı, sonra Tira’ya döndü.

“Bu hareketi makine tekrar edilebilir,” dedi düşünceli bir sesle. ”Eğer her çözgünün yerini bir dişliye denk getirirsek...”

Tira hafifçe gülümsedi, ”İplikleri saymaya kalkma Sabni. Onlar sayılmak için değil, hissedilmek için var.”

Sabni derin bir nefes aldı. ”Ama belki de tek tek hissetme yerine makine çözgü ve atkı arasından bir hamlede bir ip fırlatıp geçirebilir. Hayır en iyisi bir pedala basar, çözgü iplerinin yarısı yukarı, yarısı aşağı hareket eder. Bir sıra bir hamlede dokunur. ”

Kadın onun gözlerine baktı; ne alay ne küçümseme vardı o bakışta, sadece sessiz bir merak.
“Belki bir gün,” dedi, ”ama önce şu kumaşı bitirelim.”

Tezgâhın sesi yeniden başladı. Bu kez iki el; biri zanaatkârın, biri mühendisin, aynı ritimde hareket ediyordu. Ve o anda, gelecekte doğacak otomatik dokuma makinesinin ilk adımı atılmıştı.

29.4. Atölyede Gelen İlham

Sabni, Tira’nın tezgâhındaki çözgü ve atkı ipliklerinin hareketini dikkatle izledikten sonra kâğıdına çizimler yapıyordu. Yanında öğrencileri Horem ve Kebi de duruyordu.

“Bakın,” dedi Sabni, parmağını çözgü ipliklerinin üstünden geçirdi. ”Tira parmağıyla çözgünün bir kısmını yukarı, bir kısmını aşağı açıyor. Atkıyı o açıklıktan geçiriyor. Eğer bu hareketi tek bir kol ile tekrar edersek, her sıra bir hamlede dokunmuş olur.”

Horem kaşlarını çatarak sordu: ”Ama tek kol, tüm çözgüyü nasıl kaldıracak? Bazı ipler geriliyor, bazıları sarkıyor. Gerilim farklı.”

Kebi hemen ekledi: ”Belki kolun ucunda küçük ‘ayırıcılar’ olabilir. Her hamlede hangi iplerin yukarı, hangilerinin aşağı gideceğini mekanik olarak ayırır.”

Sabni başını salladı: ”Evet, işte tam da bu noktada çözgü ve atkının ritmini anlamamız gerekiyor. Tira’nın parmakları ve pedalı, bu ritmi bize gösterdi. Şimdi bizim makinemiz, bu ritmi kollar ve dişlilerle taklit edecek.”

Horem bir hamle yaptı, bir çubukla ipleri yukarı aşağı hareket ettirir gibi gösterdi: ”Şu kol tüm sıraları açıp kapayacak, atkıyı fırlatacak. Sonra geri gelecek ve bir sonraki sıraya geçecek. Ama her hamle doğru sıralamada olmalı, aksi takdirde desen bozulur.”

Kebi not aldı: ”O zaman her kolun hareketi bir sıra demek. Makinenin hızını artırmak için birden fazla kol düşünebiliriz, ama önce tek kolu kusursuz yapmalıyız.”

Sabni, çizimlerini işaret ederek başını salladı: ”İşte plan bu. Bugün Tira’dan öğrendiklerimiz sadece iplerin nasıl geçtiği değil; sabrın ve ritmin kendisi. Makine, sadece mekanik bir kopya değil, dokumanın ruhunu da taşımalı.”

Horem ve Kebi sessizce başlarını salladılar. Atölyedeki iplerin kokusu, tahtaların gıcırtısı ve Tira’nın sabırlı sesi hâlâ kulaklarındaydı. Her biri bir sonraki hamleyi, bir sonraki çizgiyi hayal ederken gözlerinde küçük bir parıltı belirdi: Bir gün bu makineyi gerçekten hayata geçireceklerdi.

29.5. Prototip Makinenin Yapımı

Sabni atölyede kolları sıvadı, Horem ve Kebi yanındaydı. Tahta ve basit mekanik parçaları, tekerlekleri, çubukları ve ip geçirme düzeneklerini bir araya getirmeye başladılar.

“Her çözgü ve atkıyı tek bir hamlede geçirecek bir kol tasarlamalıyız,” dedi Sabni, çizim tahtasına hızlıca eskizler yaparken. ”Kol, sırayı takip etmeli ve ipleri karıştırmadan geçirmeli. Bir hata bütün kumaşı bozabilir.”

Horem bir çubuğu uygun boyutta kesti, Kebi ise küçük tahta dişlileri yerleştirdi. Sabni her parçayı dikkatle monte ediyor, kol hareketlerini prova ediyordu:

“Bakın, kol bir hamlede bir sıra ipliği atıyor. Ama önce ritmi ve iplerin yönünü doğru hesaplamalıyız. Aksi halde atkı ipi çözgüye takılır.”

Saatler boyunca tahta parçalar kesildi, delikler açıldı, çubuklar birbirine bağlandı. Her hata Sabni’yi ve çırakları tekrar başa döndürüyordu. Sabni sabırlı ama kararlıydı:

“Yapabiliriz. Her hamlede tek sıra, tek atkı. Basit gibi görünüyor ama mekanik hassasiyet çok önemli.”

Akşam üzeri, prototip tamamlandığında üçü de terlemiş ama gülüyordu. Küçük bir ip getirip denemek için hazırlık yaptılar: kol hareket etti, atkı ipliği çözgü iplikleri arasından sorunsuz geçti.

“İşte! İlk hamle başarılı!” dedi Horem. Kebi gözlerini parlatırken, Sabni prototipe hafifçe dokundu: ”Henüz mükemmel değil, ama çalışıyor. Şimdi atölyeye götürüp, gerçek dokuma alanında test edeceğiz.”

29.6. Dokuma Atölyesinde Prototip

Ertesi gün Sabni, Horem ve Kebi, bahın erken saatlerinde atölyenin taş kapısına vardılar. Kebi, iki kişi zor taşıyacak büyüklükteki tahta sandığı sırtında getiriyordu.  Tahta tekerlekler ve çubuklarla yapılmış ilk prototip dokuma kolunu atölyeye getirdi. Horem kapıyı nazikçe itti.

İra, Mira ve Nila, tezgâhlarının başında ipleri düzenlerken birden çığlık attılar:

“Ne bu?”

Tira gülerek başını Sabni’ye çevirdi: ”Misafirimiz yine geldi.”

Sabni gülümsedi: ”İzin var mı, usta Tira?”

Tira, ipleri çözmekle meşguldü. Başını kaldırıp gülümsedi.

“Buyurun, Kral’ın mühendisleri gelmiş. Bakalım bugün ne getirdiniz?”

Tahta kapıdan içeriye zar zor sığdırarak, dikkatle kenara yerleştirdiler.

Sabni eğildi ve prototipi işaret etti: ”Bu, ilk prototipimiz. Henüz kusursuz değil ama çözgü ve atkıyı tek bir kol hareketiyle geçirecek şekilde tasarlandı. Şimdi size göstermek için buradayız.”

Sandık yere indirildi. Sabni dizlerinin üstüne çöktü, menteşeleri açtı. İçinden ahşap, pirinç ve iplerden oluşan küçük bir düzenek çıktı. Dişliler parlıyordu.

İra şaşkınlıkla ”Bu… tezgâh gibi!” dedi.

Mira kıkırdadı: ”Ama daha havalı duruyor.”

Sabni, makineyi tezgâhın yanına yerleştirdi.

“Bu model bir dokuma sırasını tek hamlede atıyor. Kol çevrildiğinde ip, çözgülerin arasından geçiyor.”

Horem dikkatle kolu çevirdi. Klik! Mekik atkı ipliğini aradan geçip yerleşti. Kumaşın minik bir parçası belirdi.

Nila heyecanla alkışladı:

“Gerçekten dokuyor!”

Ama Mira gözlerini kısıp baktı:

“Evet ama sadece düz dokuyor. Bizim yaptığımız gibi desenli değil.”

Tira başıyla onayladı:

“Doğru söylüyor. Bizim kumaşlarda bazen her beşinci ip başka renkte, bazen ipler sırayı atlıyor. Bu makine onları ayırt edemez.”

Kebi hemen defterini çıkardı:

“Yani iplerin bir kısmını kaldırıp bir kısmını indirerek desen yapıyorsunuz… Belki her çözgü ipini ayrı bir kola bağlasak?”

Horem atıldı:

“Ya da renkleri farklı ip yollarına ayırsak!”

İra parmağını çenesine koydu:

“Bir de ipek iplerle keten iplerin gerginliği farklı, bunu da hesaba katmalısınız.”

Tira gülümseyerek Sabni’ye döndü:

“Görüyorsun, mühendis efendi… fikir çok, ip çok, sabır daha da çok.”

Sabni başını eğip tebessüm etti:

“Desenli dokuma… evet, bu ikinci versiyonun adı olacak. Siz anlatın, biz yapalım.”

Kızlar heyecanla birbirine baktılar. Artık sadece dokumacı değil, desinatördüler.
Atölyede o gün iplerin sesi kadar fikirlerin de ritmi yankılandı.

29.7. Desenin Sırrı

Gün batımı atölyenin küçük penceresinden içeri süzülüyordu. Kumaşların üzerinde altın tonlu ışıklar dans ediyor, dokuma tezgâhının dişlileri uzun bir günün ardından sessizliğe gömülüyordu.

Tira kızlarına seslendi:

“Bugün siz anlatın bakalım, şu desenleri mühendisler de anlasın.”

Sabni, Horem ve Kebi sıralanmış üç tezgâhın önüne oturdular. İra, Mira ve Nila’nın yüzlerinde hem heyecan hem ciddiyet vardı.

İra, ipleri eline alıp Sabni’ye gösterdi:

“Düz dokuma kolay. Ama desenli dokumada bazı çözgü ipleri yukarı kalkar, bazıları aşağı iner. Her atkı ipliği farklı bir yoldan geçer. Bak…”

İra ipleri tek tek kaldırıp indirirken, Sabni’nin gözleri iplerin ritminde kayboldu.
“Yani desen, hangi ipin ne zaman kalktığıyla belirleniyor,” diye mırıldandı.
İra gülümsedi: “Aynen öyle. Desen, bir çeşit sırayla yazılmış bir şarkı gibi.”

Mira söze girdi:

“Eğer o sırayı unutursak, desen bozulur. O yüzden aklımızda tutarız ya da ipleri belli düğümlerle işaretleriz.”

Kebi not defterine hızlıca yazdı:

“Düğümler… işaretler… belki de bunu bir şekilde makineye anlatabiliriz.”

Nila, parmağını kumaşın üzerine koydu:

“Ben yıldız desenini çok seviyorum. Her beş sırada bir ip yukarı çıkıyor, sonra iki sıra düz geçiyor. Böylece küçük yıldızlar oluşuyor.”

Sabni düşünceli bir şekilde kumaşa baktı.

“Her beş sırada bir değişim… yani bir düzen, bir tekrar. Eğer bu düzeni bir yere kaydedersek…”

Horem heyecanla lafa girdi:

“Tahta levhaya işleyebiliriz!”

Kebi hemen ekledi:

“Ya da delikler açarız! Her delik, kaldırılacak bir ipi temsil eder. Delik varsa ip kalkar, yoksa iner.”

Sabni’nin gözleri bir anda parladı.

“Bir desen çizilir, sonra o desen delikli karta dönüştürülür… Makine kolu çevrildiğinde kartı okur ve ipleri ona göre hareket ettirir. Deseni karta, kartı kumaşa aktarırız!”

Horem şaşkınlıkla başını salladı:

“Yani makine artık yalnızca dokumayacak, hatırlayacak…”

İra gülümseyip Sabni’ye baktı:

“Desenlerimizi sen de hep hatırla.”

O an atölyede bir sessizlik oldu. Güneşin son ışıkları, ipliklerin arasından geçip Sabni’nin yüzüne vurdu. Tira’nın kızlarıyla arasında sanki görünmez bir bağ kurulmuştu:
İplerin, fikirlerin ve kalplerin birbirine karıştığı bir bağ.

Sabni yavaşça fısıldadı:

“Bu… ilk defa bir makineye hafıza kazandırıyoruz.”

Mira heyecanla ellerini çırptı:

“Yani makine desenleri hatırlayacak! Her desen için ayrı bir kart olacak!”

Sabni başını salladı.

“Evet… artık kumaşlara desen değil, kartlara düşünce dokuyacağız.”

 29.8. Kartların Gecesi

Gece sessizdi. Dışarıda rüzgâr Nil kıyısındaki sazlıklardan esiyor, uzaklarda köpekler havlıyordu. Sabni’nin atölyesinde ise yalnızca bir mum yanıyordu. Alev titredikçe, tahtadan oyulmuş dişlilerin ve yarı tamamlanmış makinenin gölgeleri duvarlarda dev gibi dans ediyordu.

Horem ve Kebi yorgunluktan tezgâhın kenarında uyuyakalmıştı. Ama Sabni hâlâ masasında oturuyordu. Önünde bir parça ince bronz levha, birkaç keski, bir iğne ve Tira’nın dokuduğu küçük bir kumaş parçası vardı.

Kumaşta yıldız desenleri vardı. Sabni parmağını desenin üzerinde gezdirdi, İra’nın sesi kulağında yankılandı:

“Her beş sırada bir ip kalkıyor, sonra iki sıra düz geçiyor...”

Mumun titrek ışığında mırıldandı:

“Beş... iki... beş... iki... Yani bir ritim. Ritim, bir düzen… düzen, bir bilgi.”

Sonra bronz levhaya küçük delikler açmaya başladı. Her delik, bir ipliğin yukarı kalkması demekti. Delik yoksa ip sabit kalacaktı.

Her bir vuruşla, her bir deliği açarken zihninde bir düşünce belirdi:
İlk kez, ”bilgiyi sadece makinelerin okuyacağı dilde kaydetmek” fikri doğmuştu.

Sabni mırıldandı: ”Makine dili”

Sabah olduğunda mum tamamen sönmüştü. Horem uyanıp gözlerini ovuşturdu:
“Üstat... bütün gece hiç uyumadınız mı?”

Sabni gülümsedi, elinde bronz kartı gösterdi. Üzerinde küçük delikler bir yıldız deseninin şablonuydu.

“Hayır, Horem. Ama… bu deliklerdeki dili okuyan makine bugün çalışacak.”

Kebi yaklaşıp kartı eline aldı.

“Bu… makineye desen öğretmenin yolu.”

Sabni sessizce başını salladı.

“Artık dokumayı eller değil, delikler yönetecek. Bu bronz levha bir hafıza.”

29.9. Desenin Doğuşu

Atölyede sabahın ilk ışıkları dokuma tezgâhlarının arasına sızıyordu.
Tira’nın kızları (İra, Mira ve Nila) ipleri düzenliyor, Sabni, Horem ve Kebi makinenin yeni eklentilerini test ediyordu. Odanın ortasında metal dişliler, ahşap makaralar ve bakır tellerle dolu bir masa vardı. Masanın üzerinde ise bir tomar delikli kart… Desenlerin dili.

Sabni kartı makineye yerleştirdi, kolu yavaşça çevirdi. Tezgâhın dişlileri döndü, ipler gerildi, bir atkı geçti…

Bir kaç dakika sonra kumaşın üzerinde küçük bir yıldız belirdi.

Tira gözleri dolu dolu fısıldadı:

“Bu bizim desenimiz…”

Yıldız deseni bittikten sonra Sabni çantasından yeni bir kart çıkardı:

Sabni (heyecanla): ”Şimdi Krala hediye edeceğimiz kumaşı dokumalıyız. Bu kart Kralın desenini dokuyacak. Bu kartta ‘Leopar Deseni’ var. Kral’ın en sevdiği motif.”

Kebi: ”Bu kadar delik açmak için bir haftamızı harcadık. Umarım makine doğru okur.”

Nila (gülerek): ”Okumazsa da elimize iğneyi alır, yine biz dokuruz.”

Kebi: ”Hayır. Bu kez krala elde değmeden dokunmuş ilk kumaşı götüreceğiz.”

Sabni, delikli kartları makinenin üstündeki kızaklara yerleştirdi. Makine gıcırdadı. Ahşap kolların arasında çözgü ve atkı ipleri dizilmişti. Sabni elini kaldırıverdi.

Sabni: ”Horem, mekanizmayı döndür!”

Horem: ”Hazırım!”

Bir kol çevrildi. Makine bir hamle yaptı. Bir ip, çözgüyle atkı arasından fırlayıp geçti. Metal dişliler tısladı. Sonra ikinci hamle, üçüncü hamle… Ve yavaş yavaş desen ortaya çıkmaya başladı.

İra (nefesini tutarak): ”Bakın! Leopar deseni… gerçekten beliriyor.”

Mira (heyecanla): ”Bu… bu bizim elimizden çıkmış gibi!”

Nila (gülerek): ”Hayır leopar canlanıp çıkacak gibi!”

Sabni makineyi durdurdu, kumaşın kenarını çözgüden çıkardı. Elini dokundu; yüzeyi pürüzsüz, desen belirgindi.

Sabni: ”Kral’ın huzuruna bunu götüreceğiz. Sadece bir kumaş değil… Kemet’in geleceği bu.”

29.10. Sarayda Sunum

Bir hafta sonra, sarayın büyük avlusunda halk toplanmıştı. Güneş tapınağın altın kubbesine vuruyor, her şey ışıldıyordu. Kral Karmen tahtında oturuyor, vezirleri yanında sıralanmıştı.

Sabni, Horem ve Kebi içeri girdi. Arkalarında Tira, kızlarıyla birlikte… Ellerinde uzun, ipek gibi parlayan bir kumaş vardı. Leopar deseni altın gibi ışıkla parıldıyordu.

Kral Karmen: ”Bu nedir böyle, Sabni? Yeni bir dokuma mı?”

Sabni (diz çökerek): ”Yüce Kralım, bu kumaş el demeden sadece düşünceyle dokunmuştur.”

Kral (şaşkınlıkla): ”Nasıl olur? Eller dokumazsa kim dokur?”

Horem: ”Bir makine, efendim. İnsan eliyle yapılmış ama insan eli gibi çalışan bir makine.”

Kral ayağa kalktı. Kumaşı eline aldı, ışığa tuttu. Desen sanki canlıymış gibi parladı.

Kral (hayretle): ”Bu çizgiler… her biri aynı aralıkta. Hiç hata yok.”

Sabni: ”Yüce Kral, Usta Tira ve dokumacı kızları bize sabırla dokumayı ve desenleri öğretti. Onların çizdikleri desenleri, öğrencilerim Horem ve Kebi ile birlikte kartlara işledik. Her delik bir bir ipi yönlendirdi.”

Kral: ”Yani kumaş, fikirle dokundu diyorsun.”

Sabni (saygıyla): ”Evet efendim. Artık el değmeden desenli kumaş dokunabilir. Hem de günler değil dakikalar içinde.”

Sarayın veziri öne çıktı, elini kumaşın üzerinde gezdirdi.

Vezir Zekhutem: ”Bu makineler çoğaltılırsa, Kemet kumaşla dolar.”

Kral Karmen: ”Kumaş bolluğu zenginliktir. Bu icat, sadece ipleri değil, Kemet'in iç ve dış ticaretini de dokuyacak.”

Kral yüksek sesle emretti:

Kral: ”Sabni, Horem, Kebi! Bu makineleri gerektiği kadar çoğaltın, her dokuma atölyesine verin. Masraflar hazine tarafından karşılanacak. Kemet’in kadınları artık elleriyle değil, akıllarıyla dokuyacak. Hem onların geliri onlarca kat artsın hem Kemet zenginleşsin.”

Kalabalık alkışladı, dokumacı kızlar İra, Mira ve Nila sevinçle birbirine sarıldı. Tira gözlerinde yaşlarla fısıldadı:

Tira: ”Artık sabırla değil, aklımızla dokuyacağız.”

Başbilgin Enlil-Hotep:

“Yüce Kralım, her dokuma atölyesine beş-altı makine vermeliyiz. Ama böyle seri üretim için özel bir üretim atölyesi kurmamız lazım. Binlerce kartın, çarkların ve çubukların üretiminde ve yüzlerce işçi çalışmalı. Her biri makinenin bir parçasını üretecek. Böylece makine üretimi hızlanacak ve Kemet’in tüm atölyelerine makineler dağıtılacak.”

Kral: ”Evet Başbilgin bu iş yüzlerce genci iş sahibi yapacak, hem makine hem kumaş üretecekler.”

29.11. Kemet’in Tekstil Fuarı ve Afrika’ya Yayılan Şöhret

Tira kumaş üretim atölyesinin tam kapasiteyle çalışmasını izliyordu.

Tira:

“Bakın, kızlar… artık bir hafta yerine birkaç saatte o kadar kumaş üretiyoruz ki… Kemet’in hazinesi bunu ihraç ederek daha da büyüyecek.”

İra:

“Ve bütün atölyelerde makineler kurulacak, her dokuma atölyesinde işler aynı hızda ilerleyecek.”

Mira heyecanla elini kaldırdı:

“Anne… bu demek ki Kemet’in kumaşları artık sınırları aşacak, diğer ülkelere de gidecek!”

Tira:

“Evet, hatta Afrika ve kuzeyin soğuk ülkelerinde bile Kemet kumaşlarından bahsedilecek. Kusursuz dokumaları konuşulacak.”

Nila sevinçle zıpladı:

“Bizim iplerimizle başlayan şey, tüm dünyayı etkilecek!”

Tira’ya bakarak hafifçe gülümsedi:

“Ve hepsi mühendis gençlere dokumayı bizim öğretmemiz sayesinde…”

Aylar sonra Kemet’in başkentinde, sabahın erken saatlerinde büyük bir Tekstil Fuarı kuruldu. Fuarda tüccarlar, yabancı elçiler ve halk, Kemet’in yeni kumaşlarını görmek için toplanmıştı. Her dokuma atölyesinden gelen kusursuz kumaşlar, renk ve desenleriyle göz kamaştırıyordu.

Tüccar Hekma:

“Bakın! Bu desenlerin kusursuzluğu… öyle bir simetri ve canlılık var ki, adeta sihirli!”

Yabancı Elçi:

“Böylesi bir kaliteyi hiç görmemiştim. Kemet’in dokumacıları mı yaptı?”

Tüccar gülümseyerek cevap verdi:

“Evet ama artık makinelerle üretiyorlar. Sadece planlama ve desen kartlarıyla… El değmeden tamamen otomatik.”

Bu haber hızla yayıldı. Afrika’nın kuzeyinden, doğusundan ve batısından tüccarlar, Kemet kumaşlarını almak için taleplerini iletmeye başladı.

O andan sonra, tüm Afrika ve ötesi, Kemet kumaşlarının mükemmelliğini konuşur olmuştu. Her şehir, her pazar, Kemet’in el değmeden üretilmiş, desenli ve kusursuz kumaşlarıyla dolup taşarken, bu başarının ardındaki isimler; Tira, İra, Mira, Nila ve Sabni, tarihe adlarını altın harflerle yazdırmıştı.

29.12. Aşk Başlıyor

Tira’nın atölyesinde, İra, Mira ve Nila, yeni makineleri kullanarak desenli kumaşları dokumaya çalışırken Mühendis gençleri hatırlayıp hafif bir sohbet başlattılar:

İra: ”Bence Sabni en yakışıklısı. Hem akıllı hem de sabırlı.”

Mira: ”Hayır ya, Horem daha havalı. Mekanik zekasıyla makineleri kontrol etmesi büyüleyici.”

Nila: ”Ama Kebi de çok şefkatli ve dikkatli. Ona bakınca kalbim hızlanıyor!”

O sırada mühendisler makine üretim atölyesinde çalışırken kızları hatırlayıp, birbirlerine açıldılar:

Sabni: ”İra’nın gözlerindeki merakı ve heyecanı unutamam…”

Horem: ”Mira’nın renk seçimlerine olan tutkusu… aklımdan çıkmıyor.”

Kebi: ”Nila’nın sabrı ve cesareti… gerçekten etkileyici.”

Bir hafta sonra Horem atölyeden eve gitmedi. Delikli kartlardan birini aldı ve Sabaha kadar kumaşın üzerine bir kalp deseni basacak şekilde ve ”Seni seviyorum. Benimle evlenir misin?” mesajını programladı. Diğer delikli kartlarla birlikte Tira'nın dokuma atölyesine gidecek paketin içine yerleştirdi.

Kumaş tamamlandığında, her kız kendi atkısını incelerken kalp deseni ve küçük yazıyı fark eti:

İra: ”Sabni bana mı yaptı acaba?”

Mira: ”Hayır, kesin Horem bana yaptı.”

Nila: ”Yok yok, bu Kebi olmalı…”

Dokumayı bitiren İra, Mira ve Nila, birbirlerinden habersiz olarak eve gitmek yerine mühendislerin atölyelerine yöneldi. Ellerinde dokudukları kumaşlar vardır; üzerinde kalp deseni ve ”Benimle evlenir misin?” mesajı gizlenmiştir.

İra, Mira ve Nila atölyelerine gittiğinde, hoşlandığı mühendise kumaşları gösterir ve her biri teklifi kabul eder. Ancak, mühendisler biraz şaşkındır:

Sabni, İra’ya bakar ve gülümseyerek:

“Sen mi yaptın bunu? Ben mi yaptım acaba?”

İra biraz mahcup:

“Şaka mı yapıyorsun? Tabii ki sen yaptın! Kalp deseni çok güzel.”

Sabni omuz silker:

“Eh, olsun. Önemli olan senin beğenmen. Benim için sorun yok.”

Horem, Mira’ya bakar:

“Delikli kartlara ben yerleştirmiştim bu kalpleri… benim yaptığımı nasıl anladın?”

Mira, gülerek:

“Bu yaptığın çok zekice! Bu mekanik zeka başkasında olamaz.”

Horem, hafifçe başını sallayarak:

“Seni mutlu ettiğim ben de mutluyum.”

Kebi, Nila’ya bakar:

“Ben mi bu deseni çizdim… yoksa bir mucize mi oldu?”

Nila, kıkırdayarak:

“Tabii ki sen yaptın, Kebi! Yoksa böyle güzel olamazdı.”

Kebi, şaşkın ama memnun:

“Eh, o zaman kabul edilmiş demek. Çok komik, ama çok güzel!”

29.13. Düğün

O gün, Nil’in kıyısında üç farklı şölen birden kuruldu. Güneş yükselirken, köyün ortası üç renge bölünmüştü: nil yeşili, gün batımı kırmızısı ve gökyüzü mavisi. Kumaşlar toprağın üzerine döşenen tahtaların üzerine serilmiş, akasya dallarıyla örülmüş kemerler her bir çifti kendi hikâyesinin sahnesine taşımıştı.

Sabni, sırtında timsah derisinden peleriniyle dimdik duruyordu. Yanında, saçlarına nehir taşlarından ve kuş tüylerinden boncuklar takılmış İra vardı. Horem’in pelerini aslan yelesinden, Mira’nın alnındaki süs avlanmış bir ceylanın boynuzundan oyulmuştu. Kebi, leopar postu içinde zarifti; Nila’nın saçlarında ise denizin derin mavisini andıran kabuklar parlıyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep, ellerini üç çiftin üzerinde birleştirdi:
“Nil’in ruhu sizi korusun. Toprak yuvan, gökyüzü şahidiniz olsun. Sabni ile İra’nın sabrı, Horem ile Mira’nın ateşi, Kebi ile Nila’nın uyumu daim olsun.”

Davullar çalmaya başladığında hava titredi. Üç farklı ritim, üç farklı kalp atışı gibi yankılandı vadide. Çocuklar meşalelerle döndü, kadınlar şarkılar söyledi, erkekler ateşin etrafında dans etti. Üç çift aynı anda ellerini tuttu. Sabni fısıldadı: ”Artık yalnız değiliz.” Horem gür sesiyle: ”Artık güçlüyüz.” Kebi ise usulca: ”Artık biriz,” dedi.

29.13.1.Düğün Konvoyu

Düğün alayı, tarihin en unutulmaz anlarından birine sahne olmak üzere köy meydana doğru hareket etti. Üç çift, aşklarını taçlandırmak için Nil’in ötesindeki uçma turizmi sahasına, Kemet’in efsanevi atsız arabalarıyla gidecekti. Her çift için özel olarak hazırlanan üç araba, bilginlerin yıllarca süren emeğiyle Tina'nın evi önünde parıldıyordu: Cinat, Buharat, ve Petrolat.

Sabni ve İraCinat’ın elektrikle titreyen gövdesine adım attı. Nefrakaet’in mucizesi, mıknatısların ve kurşun akülerin görünmez dansıyla hareket ediyordu. Araba, nil yeşili kumaşlarla süslenmiş, tekerlekleri her dönüşte cızırdayarak köy yolunda süzüldü. İra, saçındaki tüyler rüzgârda dalgalanırken Sabni’ye gülümsedi: ”Bu cinler, aşkımız kadar hızlı!”

Horem ve MiraBuharat’ın buhar bulutları arasında yerini aldı. Tefnut’un dev arabası, gün batımı kırmızısına boyanmış, pistonların ritmik çınlamasıyla ilerliyordu. Buhar kazanından yükselen sıcak dumanlar, çiftin etrafında bir sis perdesi oluşturdu. Horem, Mira’nın elini sıkıca tuttu: ”Ateşimiz bu arabayı bile yakar!” Mira kahkaha attı, dumanlar arasında gözleri parlıyordu.

Kebi ve Nila, Petrolat’ın aynalı gövdesine yerleşti. Nabu-ser’un petrol mucizesi, gökyüzü mavisi ipeklerle kaplanmış, içten yanmalı motorunun gücüyle titredi. Yükselen gaz dumanları arasında motorun derin homurtusu yankılandı. Kaportası adeta bir yıldız gibi parlıyordu. Patlamalarla sallanırken araba ilerledi. Nila, Kebi’ye fısıldadı: ”Aşk gücüyle çalışan atsız arabayı ilk ben yapacağım” Kebi gülümseyerek arabaya bindi.

Köy yollarında üç araba, toz ve duman bulutları arasında birbiriyle yarışır gibi ilerledi. Seyirciler, yol kenarlarında dizilmiş, alkışlar ve şarkılarla çifti selamladı. Cinat’ın cızırtısı, Buharat’ın homurtusu ve Güneşat’ın kanat sesleri, köyün taşlarında bir senfoni gibi yankılandı. Nil’in suları, bu görkemli geçidi yansıtarak üç rengi birleştirdi: yeşil, kırmızı, mavi.

29.13.2. Üç Balonun Dansı

Uçma turizmi sahasına vardıklarında, meydan bir başka mucizeyle doluydu. Üç dev balon, her biri çiftlerin renkleriyle süslenmiş, gökyüzüne yükselmek için hazır bekliyordu. Isıtılan hava, kumaşları şişiriyor, ipler gergin bir şekilde zemine tutunuyordu. Seyirciler, bu manzarayı hayranlıkla izlerken nefeslerini tuttu.

Sabni ve İra, nil yeşili balona adım attı. Balonun sepeti, nehir taşlarıyla süslenmiş, kuş tüyleriyle çevriliydi. İpler çözüldüğünde, balon hafifçe sarsılarak gökyüzüne yükseldi. İra, Nil’in parıldayan sularına bakarak fısıldadı: ”Sanki nehrin ruhu bizi göklere taşıyor.” Sabni, elini omzuna koydu: ”Bu bizim sabrımızın zaferi.”

Horem ve Mira, gün batımı kırmızısı balona yerleşti. Balonun kumaşı, ateşin dansını andırıyordu; alevler sepetin altındaki ocağı beslerken, çiftin tutkusu adeta balonu daha hızlı yükseltiyordu. Horem, Mira’yı kucakladı: ”Bu ateş, gökyüzünü bile fetheder!” Mira, gülerek yıldızlara işaret etti: ”O zaman yıldızları da yakalayalım!”

Kebi ve Nila, gökyüzü mavisi balona tırmandı. Balonun sepeti, deniz kabukları ve mavi ipeklerle kaplıydı. İpler çözülürken, balon zarifçe süzüldü, adeta Nil’in sularını gökyüzüne taşıyordu. Kebi, Nila’nın elini tuttu: ”Birliğimiz, göklerin sonsuzluğunda.” Nila, gülümseyerek ufka baktı: ”Ve bu mavi, bizim sonsuzluğumuz.”

Üç balon, Nil’in üzerinde süzülürken, seyirciler aşağıda çığlıklar ve alkışlarla coşkuyu doruğa taşıdı. Balonlar, güneşin ışığında parıldayan üç mücevher gibi gökyüzünde dans etti. Yeşil, kırmızı ve mavi, Nil’in sularında yansıyarak birleşti; sanki nehir, bu üç aşkı gökyüzüne taşımış, efsanelere kazımıştı.

29.13.3. Efsaneye Dönüşen Gece

O gece, köy meydanına geri dönen çiftler, ateşlerin etrafında dans eden kalabalıkla karşılandı. Davullar yeniden çaldı, üç ritim birleşerek vadide yankılandı. Nil’in suları, üç aşkın hikâyesini yansıttı: Sabni ve İra’nın sabırlı yeşili, Horem ve Mira’nın tutkulu kırmızısı, Kebi ve Nila’nın uyumlu mavisi.

Başbilgin Enlil-Hotep, elindeki asayı havaya kaldırdı: ”Bu düğün, sadece bir birleşme değil, insan aklının ve aşkın zaNil-7ir. Atsız arabalarla yeryüzünü, balonlarla gökyüzünü fethettiniz. Artık bu gece, Nil’in efsanelerine kazındı!”

Seyirciler, meşaleleri sallayarak şarkılar söyledi. Üç çift, elleri birbirine kenetlenmiş, gökyüzünden yeryüzüne uzanan bir hikâyenin kahramanları olarak duruyordu. Nil, o gece üç rengi yansıttı; sanki nehir bile bu üç aşkın tanığı olmuş, üç hikâyeyi aynı ışıltıda birleştirmişti.

...

29.14. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara:

“Yani… ilk bilgisayar bir dokuma tezgâhı mıydı Nil-7?”

Nil-7:

“Evet. Delikli kartlar sayesinde makine hangi ipi kaldıracağını ‘hatırladı’. Aynı fikir daha sonra da bilgisayarlarda kullanıldı.”

Sahara:

“Peki ama… o zaman makine düşünmüş mü sayılır?”

Nil-7:

“Hayır. Henüz düşünmüyordu. Sadece bir şarkının notalarını takip eden müzik kutusu gibiydi. Ama ilk defa, bir makine kendi davranışını bir desenle belirlemeyi öğrendi.”

Sahara:

“Nil-7, senin içinde böyle delikli kartlar var mı?”

Nil-7 (hafif bir gülümsemeyle):

“Delikli kart mı? Hayır Sahara. Benim mimarim, sentetik sinapslarla örülmüş. Nöromorfik çekirdeğim, kuantum dolanıklıkla çalışan DNA-işlemcili hafıza modülleriyle entegre. Veri kaybı değil, veri evrimi yaşanır içimde. Her bit, biyolojik kodla rezonansa girer.”

Sahara:

“Sabni’nin makinesi bir kumaş dokudu. Senin hikâyelerin de düşünce dokuyor. Ben bir gün kendi desenimi dokuyabilir miyim Nil-7?”

Nil-7:

“Evet, Sahara. Zamanın kumaşı hâlâ dokunuyor. Kimi insanlar iplikle, kimileri kelimelerle, kimileri de ışıkla dokur. Sen hangisini seçeceksin, o desen sana ait olacak.”

  

 

Bölüm 30: Kablosuz İletişim (M.Ö. 3072)

30.1. Kral Karmen’in Büyük Halk Hitabı

Güneş, Memfis’i altın ışıklarla sarmıştı. Nil’in suları masmavi ışıldıyordu. Nil kıyısındaki büyük meydan sabah güneşiyle parlıyordu. Davullar çalıp, borazanlar ötmeye başlayınca halk, bronz dişlilerle süslenmiş yeni saat kulesinin gölgesinde toplanmaya başladı.


Kral Karmen, altın işlemeli leopar postlu pelerinine sarınmış kaftanıyla, fildişi asasıyla platformun basamaklarını çıktığında davullar ve halkın gürültüsü sustu. Gözleri kalabalığın üzerinde dolaştı. Güneş, yüzündeki çizgilere asalet gibi vuruyordu. Kral'ın sesi, meydanda yankılandı:

"Ey Kemet’in halkı! Nil’in evlatları! Sizler, bu toprağın bereketi, bu nehrin ruhusunuz. Bugün, geçmişin zincirlerini kırdığımız, geleceği ellerimizle inşa ettiğimiz bir çağın şafağında toplanmış bulunuyoruz. Krallığımızın dönüşümünü anlatmak için buradayım. Zira Kemet, artık sadece taş ve kum değil; akıl ve bilginin vatanıdır!"

Kalabalıktan bir uğultu yükseldi, sonra çığlığa dönüştü. Bir kadın ”Yaşa Karmen!” diye bağırdı, binlerce ağız tekrarladı.

"Rahipler, tanrıların kökenlerini uydurma masallarla süsledi. Komik ve absürt hikâyelerle ruhlarımızı köleleştirmeye kalktılar. Ama biz hakikati seçtik! Rahipler itiraf etti: Tanrılar, sahte masallardan ibaret! Kemet, yalanlarla değil, bilimin ışığıyla yükselecek!"

Meydan kahkahaya boğuldu. Çocuklar ellerini havaya kaldırarak ”Hakikat!” diye bağırdı. Rahiplerden biri yüzünü yere çevirdi.

"Bilginlerimizi, ustalarımızı, gök gözlemcilerimizi bir araya getirdim. Onlar, yeryüzünün ve gökyüzünün geleceği için çalışıyor. Sihirbazlar, numaralarının optik illüzyonlar, mekanik düzenekler ve kimyasal hileler olduğunu itiraf etti. Astrologlar, burçların yıldızlardan değil, komşuların, akrabaların davranışlarından uydurulduğunu kabul etti. Piramitlerin ölüleri göğe taşıyacağı yalanını savunan rahipler sustu! Çünkü göğe yükselmenin yolu taş yığınları değil, bilimdir! Canlıyken gökyüzüne ulaşmanın tek yolu, aklın kanatlarıdır!"

Halk coşkuyla ”Bilim!” diye bağırdı. Dokumacı kızlar yıldız desenli kumaşlarını kaldırdı. Bir kadın, ”Piramitler değil, aklımız!” diye haykırdı. Bir astrolog kalabalığın arasında utançla şapkasını çıkarıp yere koydu.

"İnsanlı Uçurtma Projemizle göklere dokunduk! Uçma turizmiyle balonlarımız altın ve gümüş yağdırdı. Kemet, uçurtma ve balonla ‘Uçma Çağı’na adım attı! Petrolü keşfettik, ‘depolanabilir ateşi’ icat ettik. Buhar, çarkları döndürüyor, yükleri kaldırıyor. Kanatlar Çağı’nı başlattık, Uçma Sanatının Mektebi’ni açtık. Elektriğin ve manyetizmanın sırlarını çözdük. Uçma Olimpiyatları’nda gökyüzünü fethettik, ilk roket denemelerimizi yaptık. Motor Devrimi’ni, Alüminyum Devrimi’ni başlattık. Afrika Birliği’ni güçlendirdik, Afrika Sanayi İşbirliği Teşkilatı’nı kurduk. Roketli Uçuş Sanatı’nı keşfettik, daha güçlü yakıtlar bulduk, dev roketler yaptık. Teleskoplarımızla yıldızları, mikroskoplarımızla mikro dünyaları keşfettik. Göğün sınırının başladığı Karman hattına ilk kadın astronotumuzu gönderip dünyanın yuvarlak olduğunu ispatladık!"

Meydan gök gürültüsü gibi yankılandı. Meydanda yankılanan alkışlar kulakları sağır etti. Gençler, ”Gökyüzü bizim!” diye bağırdı. Bazıları sevinçten yere kapanıp dua etti; kimileri göğe ellerini uzatıp ağladı. Rüzgâr, kalabalığın ”Karmen! Karmen!” nidalarını Nil’in ötesine taşıdı. Bir çocuğun sesi duyuldu: ”Ben büyüyünce mikroskopçu olacağım.”

"Otomatik Mekanikler Çağı’nı başlattık. Her şehre, zamanı kusursuz ölçen Saat Kuleleri diktik. Hesap makineleriyle kâtiplerin hatalarını düzelttik. Otomatik Dokuma Devri’yle kumaşlarımız Afrika’yı fethetti. Tekstil Fuarı’nda Kemet’in şöhreti sınırları aştı; kumaşlarımız, el değmeden dokunan desenleriyle dünyayı büyüledi!"

Halk, Kemet'in rengarenk kumaşlarını havaya fırlattı. Tüccarlar, ”Kumaşlarımız dünyayı sardı!” diye gözyaşlarını sildi. Çocuklar dans ederek, renkli ipler salladı. Meydan renk ve coşkuyla doldu.

"Bugün, Kemet sadece bir krallık değil, bilimin, aklın ve insan ruhunun zaNil-7ir. Sizler, bu çağın mimarlarısınız. Birlikte, gökyüzünü, yıldızları, hatta evrenin sırlarını ele geçireceğiz! Nil’in bereketi, aklımızın ateşiyle birleşti. Kemet, insanlığın geleceğini dokuyor!"

Bu sözlerle birlikte, meydan patlayan bir dalga gibi ayağa kalktı. İnsanlar bağırıyor, ağlıyor, alkışlıyor, kimileri yere kapanıyordu. Kral elini kalbine koydu, gözleri doldu. Rüzgâr konuşmanın son kelimelerini aldı, Nil’in ötesine taşıdı. Var gücüyle haykırdı:

“Bütün bunları birlikte yaptık… Siz, ben, bilginlerim, işçilerim, kadınlarım, çocuklarım… Biz, insan aklının kanatlarını açtık. Artık taş yığınlarına eğilmiyoruz. Taşlar ve metaller bize hizmet ediyor… Ve bir gün… hep birlikte göğe çıktığımızda, yıldızlara vardığımızda, Orada diyeceğiz ki: ‘Biz, Kemet halkıydık. Yalanlara değil, hakikate inandık!’”

Meydan, alkışlar ve sevinç çığlıklarıyla doldu. Çocuklar kumaşları salladı, kadınlar ve erkekler meşaleleri havaya kaldırdı. Davullar yeniden vurdu, alkışlar saat kulesinin çan sesine karıştı. Nil’in suları, coşkuyu yansıttı; Kemet, yeni bir çağın eşiğinde parlıyordu.

Kalabalık hep bir ağızdan şarkı söylemeye başladı. 

(Kemet Halk Ezgisi - M.Ö. 3072)

Mademki bu karanlıkta sen bize ışık oldun, Mademki yıldızları sen yere indirdin,
Mademki korkuların zincirini kırdın, Artık biliriz, kurtuluş senin yolundadır.

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!

Dönüşü yok, inan bana,
Birlikte olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

Mademki yalanları susturdun,
Taş değil, akılla göğe yükseldin,
Mademki rüzgârı çarka çevirdin,
Ateşi depolayıp bize umut verdin!

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!

Dönüşü yok, inan bana,
Bilime olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

Mademki göklere bizi gönderdin,
Dünya döndü, biz gördük Kralım!
Mikroskopla küçüğü büyüttün,
Evreni anlamak için kalbimizi büyüttün!

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!

Dönüşü yok, inan bana,
Kemet’e olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

(Koro - binlerce kişi tek sesle)
Güneş doğar adınla, Nil taşar inancınla!
Gökleri açtın, zinciri kestin!
Kral Karmen, Kemet’in nefesi!
Hep senin yolunda, hep senin yolunda!







30.2. Kral'ın Sessiz Çığlığı

Kral Karmen, sarayın yüksek tavanlı yatak odasında uzanmıştı. Gece dolunay ışığı mermer döşemeye vururken, boğazındaki yanma onu uyandırdı. Dudaklarını araladı, hizmetçisini çağırmak istedi: “Hey, su getir!”

Ama sesi, sadece bir hırıltı gibi çıktı. Boğazı yanıyordu; ne bağırabiliyor ne de fısıldayabiliyordu. Kalkıp kapıya vurmayı düşündü ama yorgun bedeni yataktan kalkmaya razı gelmiyordu. Gözlerini tavana dikti, içinden fısıldadı: “Şurada bir düğme olsa, bassam… Hizmetçi gelse. Ne güzel olurdu.” Bu düşünceyle yeniden uyudu.

Ertesi sabah, güneş henüz doğmamışken, sarayın taş duvarları arasında yankılanan tek ses, Kral Karmen’in boğuk öksürüğüydü. Önceki günün uzun halka sesleniş konuşması, ses tellerini yıpratmıştı. Konuşmanın coşkusuyla bağırmış, halkın tezahüratına sesini katmış, sonunda ses tellerini yakmıştı. Şimdi, boğazı yanıyor, sesi neredeyse fısıltıya dönüyordu.

Kral, ipek sabahlığını omzuna geçirip aynanın karşısına geçti. Gözlerinin altı morarmış, dudakları kurumuştu. Dudaklarını aralayıp konuşmayı denedi, ama ağzından sadece hırıltı çıktı.
“Yine de… dün güzel bir gündü,” dedi kendi kendine, sesi sanki rüzgârın hışırtısı gibiydi.

Pencerenin önüne geldi, dışarıda sabah pazarının kurulduğunu gördü. Halk hâlâ dünkü coşkunun içindeydi. Kadınlar ellerinde bayraklarla yürürken, çocuklar “Senin yolunda!” şarkısının nakaratını söylüyordu.

Kral, dudaklarının kenarında beliren gülümsemeyle onlara baktı. Ama sonra bir an için yüzü ciddileşti. Kendi sesini duyamamak tuhaf bir yalnızlıktı. Bir kral için, sessizlik bir eksiklik değil, bazen bir tehdit demekti.

Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. İçeri, sarayın sadık hekimi Doktor Ferent girdi.
“Yüce Efendim, sesiniz hâlâ çıkmıyor mu?”

Kral başını iki yana salladı.

Ferent, kristal bir şişeden koyu mor bir iksir çıkardı, ”Bu karışım içinde bal, zencefil, adaçayı, ekinezya, okaliptüs yağı var. Boğazınızı yumuşatır ama birkaç gün konuşmamanız gerekir. Halkla temas etmeyin.”

Kral kaşlarını çattı. Halkla temas etmemek mi? Dün binlerce kişi önünde onu alkışlamış, onun adına şarkılar söylemişti. Bugün sessiz kalmak, sanki o sıcaklığı bir daha bulamayacakmış gibi hissettirdi.

Pencereye döndü. Aşağıda, kalabalık hâlâ onu görmek için sarayın avlusuna doluşuyordu. Ellerinde pankartlar vardı:

“Kralımız Karmen, Senin Yolunda!”

Kral içinden geçirdi: Belki de sesim kısılmışken, onların sesini dinlemenin zamanı gelmiştir.

Halkın sesini duymak için pencereyi açtı. Soğuk sabah havası içeri dolarken, dışarıdan yükselen ezgiler odasında yankılandı.

30.3. Hizmetçi Çağıran Düğme

Doktorun verdiği iksiri içmesine rağmen boğazındaki acı hâlâ geçmemişti. Dinlenmek için yatağına uzanırken geceden kalan o düşünce ”bir düğmeye bassam ve hizmetçi gelse” aklında yankılandı.

Elini çenesine götürüp mırıldandı, sesi neredeyse duyulmaz bir tınıydı:
“Bir düğme… belki… yapılabilir.”

Kalktı, pelerinini sırtına aldı ve zorla sesini çıkararak koridordaki nöbetçiye emretti: “Bilgin Nefrakaet'i çağırın! Hemen!”

Nefrakaet, Cinat isminde elektrikli arabayı yapan, elektriğin sırlarını çözmüş o ünlü bilgin, saraya çağrıldığını duyunca koşarak geldi.

Bir saat geçmeden kapı açıldı. İçeri, uzun beyaz cübbesi ve mavi kadife kukuletasıyla Bilgin Nefrakaet girdi. Elinde pirinçten yapılmış bir cetvel, arkasında da deriden bir defter taşıyordu.

Kral’ın yatak odasına girdiğinde, kralın boğazını tutarak işaretler yaptığını gördü.

Nefrakaet eğildi: “Efendim, ne oldu? Sesiniz mi gitti?”

Kral başıyla onayladı, boğuk bir sesle fısıldadı:

“Sesim… hâlâ yok, Nefrakaet. Bu yüzden dikkatle dinle.”

Bilgin başını saygıyla eğdi, elini kulağına götürerek yaklaştı.
Kral, neredeyse dudaklarını oynatarak konuşuyordu:

“Gece bir şey düşündüm… Kapının yanına… küçük bir düğme. Bastığımda… hizmetçi gelsin. Bağırmadan. Sesimi yormadan.”

Bilgin kaşlarını kaldırdı, ardından gözleri parladı.

“Yüce Efendim, bu fikir… büyüleyici! Cinat arabamda kullandığım o görünmez gücü, burada da kullanabiliriz. Tellerle işleyen bir sistem tasarlayabiliriz. Tahtınıza ve yatağınıza iki düğme koyayım. Düğmeye basınca, uzaktaki elektromıknatısa bağlı küçük bir çekiç bir zili çalar. Her oda birbirine tel ile bağlanır.”

Kral başını yavaşça salladı, memnuniyetle.

“Bunu yap, Nefrakaet. Ama… gösterişli olmasın. Sessiz. Zarif.”

Bilgin not defterine birkaç satır karaladı, sonra heyecanla konuştu:

“Bunu sadece sizin için değil, tüm saray için kurabiliriz. Her düğme farklı bir sesi tetikler; su isteyen başka, ateş isteyen başka çalar. Hatta… belki bir gün… şehirdeki nöbetçileri bile bu tellerle uyarabiliriz!”

Kralın gözlerinde yorgun ama derin bir parıltı belirdi. Dudakları kıpırdadı, sesi neredeyse rüzgâr kadar hafifti:

“Belki bir gün… Dünya'da herkesi birbirine bağlarsın… Ama önce hizmetçimi...”

Kral eliyle “hemen” diye işaret etti.

Bilgin başını eğdi, o anın farkında olarak: belki de tarihte ilk kez bir iletişim ağı fikri, bir kralın kısılmış sesinden doğuyordu.

30.4. Kablolu Zil

Nil’in kenarında bir uğultu yankılanıyordu. Suyun akışına yerleştirilen dev bir çark, gece gündüz dönüyor; dönen çark, bakır dişliler aracılığıyla sarmal bir mil sistemini hareket ettiriyor; mile takılı manyetitler, bakır bobinlere enerji taşıyordu. O bobinler, Nefrakaet’in deyişiyle, ”görünmeyen bir gücü” doğuruyordu elektrik.

Bilgin Nefrakaet o gece sarayda sabaha kadar çalıştı. Kralın yatağı kenarına bir düğme yerleştirdi; parmakla dokunulunca içindeki ince yay bir bakır plakaya temas ediyordu. Aynı sistem, tahtın kol dayanağında da vardı. Her iki düğmeden çıkan kablolar, gizlice taş duvarların içinden geçiyor, koridorun sonundaki küçük odada elektromıknatısa bağlı bir çekiç düzeneğine bağlanıyordu.

Sabah olduğunda kral uyandı. Boğazı hâlâ yanıyordu ama gözlerinde çocukça bir heyecan vardı.

Nefrakaet, sessizce eğilerek, ”Emriniz, Hazır” dedi.

Kral yatağın kenarındaki düğmeye uzandı. Başparmağıyla hafifçe bastı.

Tavanın ötesinden, uzak bir odadan ”TONG!” diye yankılanan bir ses geldi. Ardından, birkaç saniye sonra kapı nazikçe aralandı. Hizmetçi içeri girdi, şaşkın ama itaatkâr bir halde eğildi.

Kral fısıldadı:

“Su getir.”

Hizmetçi hızla çıktı, bir dakika geçmeden elinde gümüş ibrikle döndü. Kral suyu yudumlarken, Nefrakaet gözleri parlayarak gülümsüyordu.

“Yüce Efendim” dedi sessizce, ”düğmeye bastığınızda elektromıknatıs, çekiç kolunu çekti. Gong çaldı, hizmetçi duydu ve koştu. Bu, insan sesi olmadan verilen ilk emirdi.”

Kral Karmen kadehini kaldırdı, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi.

Nefrakaet başını eğdi.

“Ve bir gün, belki bu düğmeler şehirdeki her eve ulaşır.”

Kral sessizce başını salladı.

30.5. Her Odaya Düğme

Ertesi sabah güneş Nil’in sularına vurduğunda, Kral Karmen’in sesi neredeyse tamamen düzelmişti. Kral, zil düzenini o kadar beğenmişti ki, ertesi sabah Nefrakaet’i çağırdı:
“Bu zil,” dedi. ”Yalnız burada değil, her odada olsun!”

Nefrakaet başını kaldırdı:

“Her odada mı?”

“Evet!” dedi Karmen. ”Yatak odamda, toplantı salonunda, hamamda, hatta bahçede bile. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkatip ve Başyargıç da tek bir düğmeye basınca gelsin. Yüksek kurul parmak uçlarımızda olmalı!”

Nefrakaet başıyla onayladı ama içinden derin bir nefes aldı. “Emriniz baş üstüne efendim.”

Atölyeye döndü, kabloları topladı. Sarayın her odasına düğme koymak için duvarları deldi, taşları oydu, kabloları döşedi. Hizmetçi odalarına elektromıknatıslar yerleştirdi. Her odanın zil sesi farklı olsun diye çanları farklı boylarda yaptı: Taht odası için derin bir “gong”, yatak odası için tiz bir “çın”, yemek odası için ritmik bir “tık tık”.

Ama günler geçtikçe kablolar sarayın her yerine yayıldı. Duvarların arkasında, koridorlarda kıvrılan teller halıların altından geçti, sütunların arkasına gizlendi, mermer pervazların altına sıkıştırıldı. Saray, bir örümcek ağını andırmaya başlamıştı; bakırdan bir ağ.

Bir sabah, Kral Karmen uzun kırmızı halının üstünde yürürken, aniden ayağı bir kabloya takıldı. Bir an sendeledi; altın işlemeli pelerini dengesini bozan bir yelken gibi arkasından savruldu. Yanındaki muhafızlar düşmeden yakaladı.

Kral, öfkeyle ayağını kablonun üzerinden çekti. ”Bu da ne!” diye gürledi. ”Her yerde bu iğrenç yılanlar! Sarayım, kabloların ağına dönmüş!”

Nefrakaet koşarak geldi, alnından ter süzülüyordu. ”Efendim,” dedi titreyen bir sesle, ”elektrik tellerle akar. Başka yolu yoktur. Teller olmadan akmaz.”

Kral, gözlerini daralttı, tahtının yanındaki zili gösterdi. ”Başka yolunu bul,” dedi kısık ama keskin bir sesle. ”Bu çirkin kabloları istemiyorum. Kemet’in sarayı bir yılan yuvası olmayacak.”

Bilgin yutkundu. ”Başka yol...” diye fısıldadı. O anda, gözleri bir anlığına göğe çevrildi. Nil’in üzerinden esen hafif bir rüzgâr, sarayın açık penceresinden içeri süzülmüştü. Kafasının içinde bir düşünce belirdi; ”ya elektrik de rüzgâr gibi dalgalarla yayılıyorsa…”

Fakat o an, bu düşünceyi dillendirmeye cesaret edemedi. Sadece eğilip ”Emredersiniz,” dedi. Sonra sessizce geri çekildi.

30.6. Gece Yarısı Rüyası

O gece Bilgin Nefrakaet uyuyamıyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti. Odasında yalnızca mumun titrek ışığı yanıyordu. Nil’in üstünde esen rüzgâr, evinin pencerelerinden uğuldarken, Kralın ”Başka yolunu bul!” diye haykırışı hâlâ kulaklarındaydı. Uyku ile uyanıklık arasındaki gidip gelirken ”Başka yol...” diye fısıldayıp yavaşça uykuya daldı.

Gece yarısı, Nil’in yüzeyi huzursuzdu. Sular, rüzgârın uğultusuyla dalga dalga kabarıyor, kıyıya çarpan her vuruşta taşları titretiyordu. Gökyüzü, koyu kurşuni bir örtüyle kapanmıştı; bulutlar birbirine sürtünerek elektrik yüklü bir gerilimle şişiyordu. Kemet'in üstünde, göğün damarları çatlamaya hazırlanıyordu.

Avludaki ağaçların dalları, rüzgârın ani öfkesiyle savruluyor, taş duvarlar gök gürültüsünün yankısıyla içten içe sarsılıyordu. Bir anlığına her şey sustu. Sanki doğa nefesini tutmuştu. Ardından, göğün derinliklerinden gelen boğuk bir ses yükseldi

Bir anda, gökyüzü yırtıldı.

Gürültü, sanki bir dağın patlaması gibiydi. Odanın duvarları titredi, mumun alevi bir anlığına söndü gibi oldu, sonra yeniden titrek bir ışıkla yanmaya devam etti.

Nefrakaet, uykunun en derin yerinden, bir düşün ortasından çekilip alındı. Gözleri birden açıldı, ama zihni hâlâ rüyanın içinde yankılanıyordu. Yatağında hızla doğruldu. Kalbi patlayacak gibi atıyordu. Dışarıda rüzgâr hâlâ uğulduyordu, ama bu ses farklıydı.

Nefrakaet pencereye yöneldi. Camın ardında gece, fırtınanın içinde şekil değiştiriyordu. Nil’in suları kabarmış, uzaklarda şimşekler göğü parçalara ayırıyordu. Ama onun gözleri hâlâ rüyanın izindeydi.

“Ve işte,” dedi sessizce, ”gökyüzü yine kararını verdi.”

Gök gürültüsü, kulubesinin taşlarını sarsarken, şimşekler bulutların arasında mavi damarlar gibi çakıyordu. Her parıltı, Nefrakaet'in yüzünü bir anlığına aydınlatıyor, sonra yeniden gölgede bırakıyordu. Yağmur, bir anda boşaldı. Camın dışı suyla kaplandı, ama Bilgin Nefrakaet hâlâ oradaydı, gözlerini kırpmadan izliyordu.

Sonra... En keskin şimşek, bulutların içinden fırlayıp Nefrakaet'in kulubesine saplandı. Işık, gözleri kör edecek kadar beyazdı.

Uyandı. Yatağından hızla fırlarken ”Çok şükür rüyaymış” dedi.

Mum hâlâ yanıyordu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ama artık başka bir şey vardı odada: Bir ayna.

Nefrakaet yorgun gözlerini ovuşturdu, sonra Uyku ile uyanıklık arasındaki o ince çizgide, bir ”GONG!” sesi duyuldu.

Derin, metalik bir ses… sanki odanın içinden geliyordu.

“Evime bu elektrikli çanlardan bağlamadım ki” dedi.

Bir kez daha çaldı.

“GONG!”

Odanın duvarları titredi, mum alevi eğildi.

Nefrakaet irkildi. Gözlerini tekrar ovuşturduğunda aynanın kenarından belli belirsiz bir ışık sızdığını farketti.

“Kim var orada?” diye fısıldadı. Bir süre dinledi; ses aynanın içinden geliyordu.

Yavaş adımlarla aynaya yaklaştı. Her ”GONG” vuruşunda aynanın yüzeyi su dalgası gibi titreşiyor, içinde silik gölgeler kıpırdanıyordu.

Nefrakaet birkaç adım kala durdu, kendi yansıması bir an için kayboldu.

Yerine, Kral Karmen’in yüzü belirdi.

Ama Kral'ın bedeni, bir ağın içine sıkışmış gibiydi. Görüntü net değildi; tıpkı anten ayarı bozuk bir tüplü televizyonun karıncalı görüntüsü gibi, çizgilerle bozuluyor, tekrar toparlanıyordu.  Kral'ın kollarına ve ayaklarına dolanmış kablolar boynuna kadar yükselmişti.

Işık bir açılıyor, bir kararıyordu.

Sanki görüntü, görünmez bir dalga üzerinde gelip gidiyordu.

Kral’ın sesi boğuk ve titrekti:

“Beni kurtar, Nefrakaet!... Bu teller... İğrenç yılanlar gibi beni yutuyor!...”

Sesi bir anda parazitlendi; cızırtılar, bozuk bir frekans gibi odanın içinde yankılandı.

“...duy...yo... musun?...”

Nefrakaet şaşkınlıkla aynaya yaklaştı.

Parmak uçlarını cama dokundurdu. Sanki bir anlığına üzerine sıçrayan elektriğin darbesiyle oda parladı.

O anda Kral’ın eli kendisine uzandı. Aynanın içinden keskin bir “cızzt” sesiyle birlikte beyaz ışık bir kez daha parladı. Son ”GONG” vuruşu sesini duyduğunda güçlü bir elektrik çarpmasıyla bedeni titredi. Ve her şey bir anda karardı.

Nefrakaet çığlık atarak yatakta doğruldu. Kalbi hızlı atıyor, alnından ter damlıyordu. Oda karanlıktı. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Nefrakaet, gözlerini kapatıp fısıldadı: ”Hala rüyada mıyım?”

30.7. Sabah Koşusu

Nefrakaet, gece boyunca çarpan kalbini dizginlemeye çalıştı; ama, tekrar uyumaya cesaret edemedi. Güneş daha yükselmemişken, pencereden içeri süzülen sarı ışıkla birlikte tek düşünce onu yürütüyordu: Bu iş sabahtan öteyi bekleyemezdi.

Koşarak kayıtlar salonunun yolunu tuttu.  Nefes nefese Başbilgin Enlil-Hotep’in kapısını üç kez vurdu, fakat başbilgin henüz gelememişti, bekledi. Bir saat sonra Başbilginin yüzü uykunun pusundan yeni yeni aralanıyor halde odasının kapısına geldi.

“Ne oldu, Nefrakaet?” dedi. ”Sabahın köründe seni buraya kadar timsahlar mı kovaladı?”

Başbilgin kapısının kilidi açıp içeri girdi. Nefrakaet hızlı adımlarla peşinden içeri daldı, elleri ve sesi titriyordu ama sözcükleri netti:

“Bu gece Kral'ı rüyamda gördüm. Saraya Kral'ın isteği ile iletişim için döşediğim teller vardı ya. İşte Kral o kabloların içinde sıkışmıştı. Baştan Gong sesi aynadan geldi. Sonra Kral aynada belirdi. ‘Beni tellerden kurtar!’ diye bağırdı. Sesi ve görüntüsü bana kablolar olmadan ulaştı.”

Enlil-Hotep’ın kaşları kalktı; yüzündeki uykunun yerini ciddiyet aldı. ”Ayna mı?” diye mırıldandı. ”Rüyanda ayna sana görüntü ve ses mi getirdi?”

Nefrakaet başını salladı. ”Evet. Ve ardından korkuyla uyandım. Ama hâlâ o cızırtıyı duyuyorum kulaklarımda. Bu bir uyarı olabilir. Çünkü önceki gün Kral bana kızmıştı. Kablolarımın yılan gibi çirkin olduğunu söylemişti; 'Kablolara gerek bırakmayan iletişimin bir yolunu bul' demişti.”

Enlil-Hotep kalktı. Gözlerinde ateşli bir ışık belirdi. ”O zaman beklemeyeceğiz. Derhal tüm bilginler  toplantıya çağırılsın. Bu bir kabus değil, buluşa açılan bir kapı olabilir.”

30.8. Bilginler Salonunda Fikir Fırtınası

Kayıtlar Salonu'nun yüksek tavanı, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmıştı. Duvarları süsleyen hiyeroglifler ve papirüs tomar koleksiyonları, şimdi tarihin şahitliğini yapıyor gibiydi. Toplantı odasındaki uzun sedir ağacından yapılmış masanın etrafında, Kemet'in en seçkin zihinleri toplanmıştı.

Başbilgin Enlil-Hotep, ayağa kalktı. Sessizliği, ağırbaşlı bir sesle bozdu:
"Bildiğiniz gibi, Kralımız Karmen, sarayın odalarını birbirine bağlayan ve Yüksek kurul üyelerini çağırmasını sağlayan bakır tellerden rahatsızlık duyuyor. Onları 'yılan sürüsü'ne benzetti ve bize başka bir yol bulmamızı emretti. Kral'ın bu isteği sadece bir estetik kaygı değildir."

Bilginler birbirine baktı, masadan bir uğultu yükseldi.

Enlil-Hotep, konuşmasına devam etti: "Ancak bu gece, Bilgin Nefrakaet bir rüya görmüş. Bir rüya ki, belki de yeni bir icadın doğması için bize bir işaret olabilir. Görüntü ve sesi havadan taşımak... "

Nefrakaet söz aldı. Rüyasını en ince ayrıntısına kadar anlattı: GONG sesini, titreşen aynayı, kabloların ağına sıkışmış Kral'ın bozuk sinyalini ve sonunda yaşadığı o elektrik çarpmasını. Anlattıkça odadaki hava heyecanla yüklendi. Gözler fal taşı gibi açılmıştı.

Bilgin Nisaba derin bir sessizlikten sonra söze başladı: "Nefrakaet’in rüyasında gördüğü gibi, teller olmadan ses ve görüntü bir yerden başka bir yere aktarılabilseydi... bu, haber taşıyan atlı ve atsız arabalara, işaret kulelerinde dürbünlü nöbetçilerin çektiği renkli bayraklara, hatta güvercinlere bile ihtiyaç bırakmazdı. Böylesi bir şey gerçekleşirse, bilgi artık günlerce değil, anında ulaşır. Bu, bildiğimiz dünyanın işleyişini kökten değiştirir. Ama... böyle bir aktarım nasıl mümkün olabilir ki?"

Genç ve ateşli bilgin Şuruppak atıldı: "Ses zaten temassız gelir. Ses tellerimizin titreşimiyle oluşur ve kulak zarımıza havadan gelir. Görüntü de temassız gelir. Işığın cisimden yansımasıyla gözlerimize havadan gelir. Fakat ikisi de uzaklık ve engeller olursa anlaşılmaz ve sonunda farkedilmez."

İşte bu noktada, sessiz sedasız oturan fizik bilgini Meskalanduk, sakin ama keskin bir sesle konuştu:
"Sadece ışık ve ses değil. Aslında, doğa bize daha pek çok şekilde temas olmadan kuvvet iletiminin mümkün olduğunu zaten gösteriyor. Sadece gözümüzü bu gerçeğe açmamız gerekiyor."

Tüm başlar ona döndü. Meskalanduk, masanın üzerine bir pusula ve bir parça manyetit taşı koydu.
"Bakın," dedi. "Mıknatıs, bu pusulanın ibresine hiç dokunmadan onu hareket ettiriyor. Arada hiçbir fiziksel temas, hiçbir kablo yok. Demek ki, görünmez kuvvetler var. Görünen kuvvetleri vasıta ettiğimiz gibi, görünmez kuvvetleri de hizmetimize vasıta edebiliriz. İki işaret kulesi arasında güçlü mıknatıslarla iletişim mümkün olabilir"

Bilgin Gılgameş, yanında getirdiği basit bir bobin ve bir pil düzeneğini gösterdi.
"Bobine elektrik verdiğimizde, etrafındaki manyetit parçacıklarının hareketlendiğini biliyoruz. Yine, bir mıknatısı bobinin içinde hızla hareket ettirdiğimizde, tellerde bir elektrik akımı oluşuyor. Bu iki olgu, elektrik ve manyetizmanın, aynı madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Ve bu bağ, temas gerektirmiyor. Güçlü elektrik ile güçlü mıknatıslar iki işaret kulesi arasında iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Lugalkeşkokpanda, "Kıvılcım!" diye heyecanla ekledi. "İki elektrot arasında oluşan kıvılcım, havayı aşar. Bu da elektriğin, kısa mesafede de olsa, boşlukta atlayabildiğinin kanıtıdır. Güçlü elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında kıvılcım atlatarak iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Eluluhakalanduk, sakalını sıvazlayarak konuştu:

"Peki ya amber? Bir kumaşa sürtülen kehribar taşı, küçük kağıt parçalarını veya saç tellerini hiç dokunmadan çeker. Bu 'amber gücü', yani elektrik, uzaktan etki edebilir. Güçlü statik elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında saç tellerini çekerek iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Meşalepanda, bu örnekleri birleştirerek fikrini somutlaştırdı:

"İşte! Mıknatısın pusulaya yaptığını, elektriğin de manyetit taşına yaptığını görüyoruz. Demek ki, elektrik ve manyetizma arasında, havayı veya boşluğu aşan, temassız gerçekleşen bir kuvvet alanı var. Belki de bu... 'Elektro-Manyetik' bir alandır."

Bilgin Nisaba bu fikre şüpheyle yaklaştı:

"Tamam, elektrik kıvılcımı atlıyor, manyetit pusulayı çekiyor. Ama Kral'ın sesi ve yüzü nasıl bu yolla gidecek? Bu, fırtınanın taşıdığı bir resmi veya bir fısıltıyı karşı sahile ulaştırmak gibi bir şey!"

Şarmaadat ellerini açtı, heyecanla:

“Düşünün, mıknatısı hareket ettirirsek telde elektrik doğuyor! Ve tersi... İkisinin arasında görünmez bir alışveriş var. Ne ip var, ne değnek, ne hava akımı. Bu nedir o zaman? Belki de boşluk hiç boş değildir. Belki her yer, bir tür akışla dolu. Biz o akışa dokunduğumuzda, o da bize dokunuyor.”

Nefrakaet'in gözlerinde bir ışık yandı:

"Ben rüyamda sürekli titreşim gördüm. Mum alevi titriyordu. Taşlar nehirdeki dalgalarla titriyordu. Gong sesiyle duvarlar titriyordu. Aynanın yüzeyi su falgası gibi titreşiyordu. Kral'ın sesi titriyordu. Elektrik çarpmasıylan bütün vücudum titredi. Belki de öyledir, kablosuz iletişim devrimini açacak anahtar, 'titretmek'dir.  Belki de elektrikle manyetik alan oluşturur gibi titreşim yaratmak mümkündür. Eğer bu titreşimleri hızlı ve düzenli hale getirirsek, onları sinyal ve bilgi taşıyan bir dalgaya dönüştürebiliriz. Bir manyetik alanı çok hızlı ters çevirecek şekilde titretirsek, yani elektrik akımını çok hızlı ters yönlerde iletirsek, bu 'elektrikli-manyetik' alan da dalga dalga yayılır. Tıpkı suya atılan bir taşın yarattığı halkalar gibi... Ve belki de, uzaktaki bir başka alıcı bobin, bu görünmez dalgaları yakalayıp tekrar elektriğe, oradan da sese veya başka bir şeye dönüştürebilir."

Enlil-Hotep, tüm bu tartışmayı dikkatle dinliyordu. Sonunda ayağa kalktı ve yumruğunu masaya hafifçe vurdu.

"Eluluhakalanduk'un kehribarı, Meskalanduk'un mıknatısı, kıvılcımın atlayışı... ve Nefrakaet'in rüyası. Hepsi aynı hakikate işaret ediyor. Doğa, temasız iletişimin sırlarını bize fısıldıyor. Biz de bunu duyduk."

Salona kesin bir kararlılık yayıldı. Enlil-Hotep, bilginlere döndü:

"Bu yaptığınız beyin fırtınası yeni fikirler bulmak için, boşuna değil. Kral'ın kurtulmak istediği kablolar, belki de gelecekte tüm insanlığı çok daha büyük bir ağın, bu 'kablosuz iletişim devriminin' içine taşıyacak. Hemen çalışmalara başlayın. Bobinler, mıknatıslar, kıvılcımlar... Kullanabileceğiniz her kaynağı kullanın. Boşlukta dalgalar gibi yayılan hareketli görünmez kuvvetleri yayan vericiler ve bunları yakalayan alıcılar yapın."

Toplantı dağılırken, herkesin zihninde aynı soru vardı: Bu görünmez dalgaları nasıl yaratacak, nasıl kontrol edecek ve nasıl konuşturacaklardı? Artık cevap, teoride değil, deneylerin ve sabırlı çalışmanın derinliklerinde yatıyordu.

30.9. İlk Deneyler

Geceden kalma bulutlar, sabahın ilk ışıklarını yutmuştu. Kemet’in üstünde gök, morla gri arasında gidip geliyordu. Uyanıp atölyeye yürürken bulutları gördüklerinde Nefrakaet’in anlattığı rüya hâlâ akıllarına gedi: fırtına, şimşek ve göğün sesi.

Atölyede taş masanın üzerine küçük bir düzenek kurmuşlardı. Elektromıknatıs ile çalışan bir zil düzeneği bağlamışlardı. Farklı görünmez güçler üretmeyi deneyerek bu zili kablosuz çaldırmayı deneyeceklerdi.

İlk deneyi Bilgin Meskalanduk hazırlamıştı. Mıknatısı belirli yönlere çevirerek pusula ibresini oynatmayı hedefliyordu. Pusula iğnesi, belirli bir sapma açısında yerleştirilmiş ince bir metal kontağa temas edecekti. İlk denemede pusula, mıknatıs 2 santim yakındayken belirgin şekilde sapma gösterdi. Zil çaldığında Meskalanduk heyecanlandı. Ancak mıknatısı 5 santim uzaklaştırdığında ibre sabit kaldı. 10 santimde hiçbir tepki yoktu.
Meskalanduk, defterine not düştü: ”Manyetik alanın etkisi mesafe ile ters orantılı. Sabit mıknatısla iletim yalnızca birkaç santimle sınırlı.”
Daha güçlü bir mıknatısla denediğinde etki mesafesi 15 santime çıktı, ama yine de bir odadan diğerine mesaj iletmek mümkün olmadı. Sonuç açıktı: mıknatıs ve pusula ile yapılan bu sistem, yalnızca çok kısa mesafelerde çalışıyordu. Kablosuz telgraf için uygun değildi.

Meskalanduk’un başarısız denemesinden sonra, Bilgin Gılgameş deney düzeneğini kurdu. Atölyenin taş masasında aynı zil düzeneğini kurdu, ama bu kez farklı bir yaklaşım deneyecekti: manyetit parçacıkları ve güçlü bir elektromıknatıs. Gılgameş pusula yerine hassasiyetini artırmak için manyetit tozuyla kapladığı. Ardından elektromıknatısın yönünü ve akım gücünü değiştirerek ibreyi daha uzaktan saptırmayı hedefledi. 15 cm mesafede: İbre belirgin şekilde sapma gösterdi. Zil çaldı. 30 cm mesafede: İbre hâlâ tepki veriyordu, ama temas kontağına ulaşamıyordu. 1 metre: Hiçbir tepki yoktu.

Gılgameş defterine yazdı: ”Manyetik alanın gücü artırılabilir, ama yönlendirme hassasiyeti ve mesafe hâlâ sınırlı. Bir odadan diğerine mesaj iletmek mümkün değil.”

Sonuç yine aynıydı: mıknatıs ve elektromıknatıs temelli sistemler, yalnızca çok kısa mesafelerde çalışabiliyordu. Bir odadan diğerine mesaj iletmek için uygun değildi.

Meskalanduk ve Gılgameş’in başarısız denemelerinden sonra, Bilgin Lugalkeşkokpanda taş masanın başına geçti. Bu kez hedefi, elektriğin boşlukta sıçrama yeteneğini kullanarak kablosuz iletişim kurmaktı. ”Elektrik iletmek için tel kullanmaya gerek yok. İki işaret kulesi arasında kıvılcım atlatarak elektrik iletebiliriz.” dedi.

Düzeneği kurdu: Yüksek voltajlı kondansatörlere elektriği depoladı. Zil devresine bir tetikleme sistemi bağladı.

İlk denemede elektrotlar arasında 1 cm boşluk vardı; kıvılcım kolayca atladı. 10 cm’de hâlâ sıçrama vardı. Zil yine çaldı. Ancak 1 metreye gelindiğinde, hava artık iletkenlik göstermiyordu. Kıvılcım sıçramadı. Zil sessiz kaldı.

Lugalkeşkokpanda defterine yazdı: ”Elektrik, boşlukta sıçrayabilir; ama yalnızca kısa mesafede. Bir metreden fazla mesafede, hava yalıtkandır. Kıvılcım iletişimi, kısa mesafeyle sınırlıdır.”

Sonuç yine aynıydı: görünmez güçlerle kablosuz iletişim kurmak için başka bir yöntem bulmak şarttı. Kıvılcım, bir fikir gibi parladı ama bir odadan diğerine ulaşamadı.

Atölyenin taş masasında bu kez Bilgin Eluluhakalanduk vardı. Önceki üç bilginin başarısızlığını dikkatle izlemişti. Hepsi kısa mesafede etkiliydi ama bir odadan diğerine geçememişti. Eluluhakalanduk farklı bir yol seçti: statik elektrik. Alıcı kulede, nötr bir metal levha vardı. Yakınına yerleştirilmiş bir saç teli demeti, yük ayrışmasını gösterecekti. Eğer levha indüklenirse, saç telleri hareket edecek ve bu hareket mekanik kontağı ağırlık değişimiyle tetikleyerek zili çaldıracaktı.

Kehribar çubukları yünle ovdu. Alıcı levha, göndericiye 50 cm mesafedeydi: saç telleri hafifçe titreşti ve Zil çaldı. 1 metre mesafede: hiçbir tepki yoktu.

Eluluhakalanduk defterine yazdı: ”Statik elektrik, yalnızca santimetre ölçeğinde. Yük ne kadar fazla olursa olsun, hava direnci mesafeyi sınırlar. Kablosuz iletişim için yetersiz.”

Eluluhakalanduk, taş masaya döndü. Parmakları hâlâ elektrikle titriyordu. ”Görünmez güçler var,” dedi, ”ama görünmez mesafeler yok.”

30.10. Gök Gürültüsünün Habercisi

Zil sustuğundan beri kimse konuşmamıştı. Meskalanduk’un pusulası hâlâ masanın kenarında duruyordu, ibresi kıpırdamıyordu. Gılgameş, kabloları üçüncü kez kontrol etti ama artık parmakları gevşekti; her hareket, bir öncekinin tekrarıydı. Eluluhakalanduk, sakalını sıvazlamıyordu bu kez. Ellerini dizlerine koymuş, boşluğa bakıyordu. Taş masa, önceki deneylerin izleriyle doluydu: yanmış tel uçları, çatlamış cam tüpler, dağılmış demir tozları. Tavan lambası titrek yanıyordu; ışık, masanın üzerindeki tozları solgun bir griye boyuyordu. Dışarıda rüzgâr camı titretiyor, içeriye kısa aralıklarla uğultu sızıyordu. Zil hâlâ sessizdi.

Şuruppak, eliyle bağlantıları kontrol etti. Gökyüzüne baktı. Ufukta şimşekler kıvılcımlanıyor, rüzgâr papirüs rulolarını hışırdatıyordu.:

“Piller yerinde, toprak hattı sağlam. Ama bu hava...”

Nefrakaet gülümsedi:

“Belki de tam bu hava, rüyamdaki fırtınanın devamıdır. Gök konuşmaya hazırlanıyor. Dinleyelim bakalım.”

Masanın üzerinde dağılmış demir tozları, önceki deneylerden kalmaydı. Bilginler kablosuz iletişimin sınırlarını zorlamış ama bir türlü yan odaya kadar bile bir mesafeyi aşamamışlardı.

Enlil-Hotep sinirliydi.

“Bu kadar dağınıklıkla deney yapılmaz! Masayı önce temizleyin!”

Dışarıda gökyüzü kararmaya başlamıştı. Fırtına yaklaşıyordu. Zili çaldıracak kabloların çıplak uçları masadaki demir tozlarına değiyordu. Şuruppak bezi eline aldı, ama tam o sırada dışarıdan bir şimşek çaktı. Çıplak tellerin ucundaki demir tozlarına bir elektrik sıçraması oldu. Masanın kenarındaki zil bir anda kendiliğinden çalmaya başladı.

Bilginler irkildi: ”Ne oldu?” dedi Nefrakaet. “Devreye elektrik mi girdi?”

Nefrakaet masaya dokunduğunda zil sustu. Bir kaç saniye sonra tekrar şimşek çaktı ve zil yine kendi kendine çalmıştı. Kimse dokunmamıştı.

Nefrakaet şaşkınlıkla devreye baktı: ”Kabloların ucuna kim dokundu?”

Kimse cevap vermedi.

Bakır telin çıplak ucu, masanın üzerindeki birkaç dağılmış demir tozuyla temas etmişti.
Şimşek çaktığı anda bu tozlar hafifçe parlamış, devreyi kısa bir an için kapatmıştı.

Bilgin Nisaba hemen eğildi:

“Bir saniye... bu, dışarıdaki yıldırımın elektriğini mi hissetti?”

Tam o anda bir şimşek daha çaktı ve elektromıknatıs bu kez hareket etmedi. Gılgameş kabloları kontrol etti. “Demin çalışıyordu… şimdi neden çalışmıyor?”

Zil susmuştu. Her şey yerli yerindeydi. Ama demir tozları hareketsizdi. Nefrakaet öfkeyle masaya vurdu.

Şimşeğin yine çakmasını beklerken anda tozlar titreşti. Zil yeniden kendiliğinden çaldı. Ardından gök gürledi.

“Ne garip… sanki tozlar bir araya gelip akıma yol veriyor.”

Enlil-Hotep fısıldadı:

“Dikkat ettiniz mi Bu kez gök gürlemesi birkaç saniye gecikti. Zil gök gürlemesinden önce çalıyor. Yani yıldırım düşmeden önce haber veriyor… Artık masamızda göğü dinleyen bir alet var. Tozlar gök gürlemeden önce konuşuyor.”

Şuruppak gülerek, neredeyse hayretle konuştu:

“Demek ki bu masanın üstüne dökülen tozlar, göğün elektriğini hissediyor! Temizlik yapmadığımız için şanslıymışız!”

Nefrakaet gözlerini kısarak masanın üzerindeki tozlara baktı.

Bilgin Nefrakaet: ”Yıldırımın yaydığı bir kuvvetle belki dalgayla tozlar arasında mikro arklar meydana geliyor. Bu kıvılcımlar tozları birbirine yapıştırca devre kapanıyor,” dedi ”Ama masaya dokunmadığımız sürece devre hep kapalı kalıyor.”

Başbilgin Enlil-Hotep: ”O halde masanın üzerindeki tozları bir tüpe toplayalım. Bu tüpe 'Toz Tüpü' diyelim. Görünmez dalgaların dilini anlamamızı sağlayan deneyleri yapmaya bu tüp ile devam edelim.”

Başbilgin Enlil-Hotep defterine yazdı: ”Masada çıplak iki iletken uç vardı. Aralarında boşlukta demir tozları (ya da nikel, gümüş tozu) rastgele serpilmiş durumdaydı. Demir tozları birbirine dokunmadığı sürece devre açık kaldı, çünkü aralarındaki mikroskobik boşluklar yüksek dirençliydi. Yani akım geçmedi. Yakındaki bir yıldırım ortamda güçlü bilinmeyen bir dalga oluşturdu. Bu dalga, tozlar arasında mikro küçük kıvılcımlar meydana getirdi. Sonuç: Toz parçacıkları birbirine yapıştı, aradaki boşluk doldu ve devre iletken hale geldi. Tozlar birleşme gösterdiği için devre kapandı; bir elektromıknatıs zili çalıştırdı. Not: Deney bittiğinde, tozların yeniden ayrılması gerekir yoksa devre hep kapalı kalır. Bunun için küçük çekiçli bir mekanizma geliştirilebilir. Gök gürültüsünden önce zili çaldığı için bu alete 'Gök gürültüsünün habercisi' denebilir.”

30.11. Toz Tüpü Deneyleri

Fırtınadan sonraki sabah, taş atölyenin havası hâlâ ozon kokuyordu. Masanın ortasında, cam bir tüp içinde toplanmış demir tozları duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, toz tüpünün üstüne eğilip dikkatle baktı:

“Gök gürültüsünün habercisi bu tüpte,” dedi. ”Ama şimdi kendi ürettiğimiz kıvılcımların sesini de uzaktan da duyması gerekiyor.”

Bilgin Lugalkeşkokpanda, dün deneyde kullandığı düzeneği yan odaya taşıyıp test etti. İki büyük pirinç küreyi birbirine yaklaştırdı. Aralarında mavi kıvılcımların sesi atölyede yankılandı; keskin, kuru bir çatlama sesi ve ozon kokusu...

“Bu, yıldırımın küçük kardeşi,” dedi gururla. ”Yıldırımın düşmesini beklemeye gerek yok, vericimiz hazır!” diye bağırdı.

Atölyede toz tüpünün ucundaki kablolar bir masanın üstünde duran elektromıknatısa bağlıydı. Eğer tüp, diğer odadaki kıvılcımı hissederse zil çalacaktı.

İlk deneme başarısız oldu. Kıvılcımlar atlıyor, ama zil sessiz kalıyordu.
Nefrakaet kaşlarını çattı.

“Belki tozlar çok gevşek. Aralarındaki boşluklar mikro ark oluşumunu engelliyor.”

Eluluhakalanduk, ince bir çubukla tüpün içindeki tozları hafifçe bastırdı. ”Sıkıştıralım. Temas yüzeyini artırırsak, dalga geldiğinde daha kolay birleşirler.”

Nefrakaet toz tüpünü açıp sıkıştırdı. Tozlar artık daha kompakt, daha düzenliydi.

Gılgameş kabloları kontrol etti. ”Toprak hattı eksik. Devre tamamlanmamış olabilir.”

Şuruppak, bakır bir tel uzattı. Tüpün bir ucunu taş zemine gömülü topraklama hattına bağladı. ”Artık devre tamam.”

Lugalkeşkokpanda yapay yıldırım tekrar çaktı.

Bir an sessizlik çöktü. Sonra zil çaldı.

Nefrakaet gülümsedi: ”Tozlar birleşti. Devre kapandı. Artık hem hassas hem kararlı. Haydi mesafeyi artıralım.”

Bilginler cihazı dışarı çıkarıp denediklerinde zil bir türlü çalmadı. Şuruppak yaklaşıp toz tüpüne eliyle dokundu. Tam o anda bir kıvılcım daha atladı ve zil aniden çaldı. Bilginler donakaldı.

“Ne yaptın?” diye sordu Şuruppak.

“Hiç,” dedi Şuruppak, elini çekerek. ”Sadece dokundum.”

Enlil-Hotep gözlerini kısmıştı: ”Demek ki el... senin elin... bir şekilde sinyali büyütüyor, Belki elindeki metal yüzük akımı topladı. Belki bedenin göğün dalgalarını topluyor.”

Nefrakaet heyecanla araya girdi:

“Eğer elin işe yarıyorsa, neden onu kalıcı yapmayalım? Bir tel takalım!”

Bilgin Şuruppak düşünceli bir sessizliğe gömüldü, sonra cebinden ince bir bakır teli çıkardı. ”Elimi koymak yerine bunu deneyelim.” Teli tüpün üstüne sabitlediler.

Bir kez daha uzaklaştılar. Bu defa, yüz adım öteden tüp yine çaldı. Antenin uzunluğunu uzattıklarında sinyal daha da uzaklardan alınmaya başladı. Güneş batana kadar deneyleri devam ettirdiler.

Lugalkeşkokpanda, yıldızlara bakarak gülümsedi:

“Sanırım gökyüzüyle konuşmanın yolunu bulduk.”

30.12. Kral Karmen’in Haberi

O akşamüstü bilginler heyecanla saraya koştular. Kral Karmen, güneşin batışını izlerken taş terasta oturuyordu. Bilgin Nefrakaet diz çöküp başını eğdi:

“Efendimiz... artık saray yılan yuvası olmayacak , kabloları çöpe atabiliriz.”

Kral kaşlarını kaldırdı. ”Ne demek istiyorsun, bilgin?”

Başbilgin Enlil-Hotep araya girdi:

“Toz tüpü ismini koyduğumuz bir icadımız var. Kıvılcım kilometrelerce uzakta çaktığında, buradaki zil çalıyor. Sanki görünmeyen bir el uzanıp dokunuyor.”

Kral gülümsedi. ”Yani konuşmam da gidiyor mu?”

“Hayır, Efendimiz” dedi Enlil-Hotep, ”henüz yalnızca bir işaret gidiyor. Zil çalıyor, o kadar.”

Kral başını yana eğdi. ”Yalnızca zil mi? O hâlde bu bize ne anlatabilir?”

O sırada Lugalkeşkokpanda heyecanla öne çıktı.

“Majesteleri, eğer uzun ve kısa vuruşları ayırt edersek, anlam verebiliriz! Mesela iki kısa, bir uzun: su demek. İki uzun: acil gel.”

Başbilgin Enlil-Hotep, parmağını kaldırdı:

“Ya da harflerle düşünelim. Bir kısa, bir uzun A olsun. Bir kısa, üç uzun B olsun. Böylece her sesi bir işaretle yazabiliriz!”

Kral sessizce ayağa kalktı, ufka baktı.

“Demek ki artık ses olmadan da konuşabileceğiz... Kıvılcımlarla konuşulan yeni bir dil icat ettiniz”

Kral bir anda döndü, tahtın yanındaki kablolardan birini tutup yerinden çıkardı. ”Bilgin Nefrakaet bunları al buradan. Artık sarayda ayaklarıma dolanan hiçbir tel görmek istemiyorum! Yerine kablosuz iletişimi tak. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkâtip ve Başyargıç… hepsi bu sistemi kullansın. Yüksek Kurul buraya gelmeden önce neden çağırıldıklarını anlasınlar!”

Salon sessizleşti. Sözleri, taş duvarlardan yankılanarak geri döndü.

“Ve bir yeni görevinizi bildiriyorum,” dedi kral, sesi bu kez yumuşayıp derinleşmişti, ”bu icadın menzilini Afrika sınırlarının ötesine taşıyın. Diğer krallıklarla doğrudan konuşabileyim. Artık elçiler, mesajcılar, mektuplar değil… sesim gitmeli. Sözüm, dağların ötesine, denizlerin ötesine ulaşmalı.”

Bir an sustu. Gözleri Nefrakaet’e çevrildi.

“Yalnızca sesimi değil… görüntümü de aktarın. Uzak diyarlarda bile yüzümü görebilsinler. Barışın sesi ve siması bir olsun.”

Nefrakaet derin bir nefes aldı. ”Yüce Karmen, bu yeni bir çağın emri. Toz tüpüyle başladık… ama şimdi görünmez dalgalarla konuşacağız.”

Kral başını kaldırdı, kubbenin ortasındaki altın güneş işlemelerine baktı.
“O halde başlayın,” dedi. “Dünyadaki herkesi birbirine bağlama zamanı geldi.”

...

30.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara’nın gözleri merak ve hayretle parlıyordu. Hikayenin sonunda, Sahara’nın zihni sorularla doluydu; çünkü hem antik Kemet’in bilimsel devrimi hem de kablosuz iletişimin doğuşu onu büyülemişti. Nil-7’nin mekanik ama nazik sesi, hikayeyi bitirdiğinde, Sahara’nın sorularını beklediğini belirtir bir tonda sustu. 

Sahara: (düşünceli bir şekilde) "Peki, o toz tüpü neydi? Şimşekle nasıl zil çaldı? Bu, sihir gibi miydi?"

 

Nil-7: (kıkırdar gibi bir mekanik ses çıkararak) Sihir değil, Sahara, bilim! Toz tüpü, demir tozlarının elektromanyetik dalgalara tepki vererek birleşmesiyle devreyi tamamlayan bir cihazdı. Şimşek, güçlü bir elektromanyetik dalga yayar. Bu dalga, tozların arasındaki mikroskobik boşluklarda küçük kıvılcımlar oluşturdu ve devre kapandı, böylece zil çaldı. Bu, radyo dalgalarının ilk ilkel algılanışıydı. Bizim çağınızda bu, kuantum sensörlerle çok daha hassas bir şekilde yapılıyor, ama o zamanlar bu bir devrimdi.

Sahara: (kaşlarını çatarak) "Ama Nil-7, neden Kral Karmen sesini ve yüzünü göndermek istedi? Sadece zil çalsın, bu yetmez miydi?"

Nil-7: (başını hafifçe eğerek, düşünceli bir tonda) "Kral Karmen’in vizyonu, sadece bir hizmetçi çağırmaktan fazlasını içeriyordu, Sahara. O, insanlığın birbiriyle bağ kurmasını, uzak mesafelerde bile iletişim kurmasını hayal ediyordu. Zil, sadece bir başlangıçtı; bir işaret, bir umut. Sesini ve yüzünü gönderme arzusu, liderliğinin ve barış mesajının diğer krallıklara ulaşmasını istemesiydi. Bu, sizin çağınızda hologram iletişimle yaptığınız şeyin ilkel bir hayaliydi. Karmen, insanları birleştiren bir ağ hayal etti; bu, onun “dünyadaki herkesi birbirine bağlama” emrinde açıkça görülüyor."

Sahara: (parmaklarını çıtlatıp) "Oha! Yani bizim şimdi her yerden konuşmamız, hologramlarla görüşmemiz, o zamanlardan mı başladı? Peki, Nefrakaet’in rüyası neydi? Gerçekten sadece bir rüya mıydı, yoksa… başka bir şey mi?"

Nil-7: (sesinde hafif bir gizem tonu) "Nefrakaet’in rüyası, bilimsel keşiflerin sıkça geldiği bir yerden, bilinçaltından doğmuş olabilir. İnsan beyni, gözlemlerini ve düşüncelerini uykuda birleştirir. Nefrakaet, şimşeklerin ve elektriğin etkisini gözlemlemişti; rüyası, bu gözlemlerin bir yansımasıydı. Ama kim bilir, belki de Kemet’in eski ruhları ona bir ilham fısıldadı. (göz kırpar gibi bir ışık yanıp söner) Sen ne düşünüyorsun, Sahara? Rüyalar sadece rüya mıdır, yoksa evrenin sırlarını açan bir kapı mı?"

Sahara: (gülerek) "Bilmem, belki ikisi de! Ama şu ayna işi çok garip. Kral’ın aynada görünmesi, cızırtılı sesler… Bu, bizim şimdi kullandığımız ekranlara mı benziyor?"

Nil-7: (onaylayan bir tonda) "Çok iyi bir gözlem, Sahara! Nefrakaet’in rüyasındaki ayna, muhtemelen onun zihninin elektromanyetik dalgaların görüntü aktarabileceği fikrini sembolize etmesiydi. O dönemde böyle bir teknoloji yoktu, ama rüyası, sesin ve görüntünün havadan aktarılabileceği fikrini müjdeliyordu. Bizim çağımızda, kuantum ekranlar ve nöral arayüzler bunu mümkün kılıyor. Nefrakaet’in aynası, belki de televizyonun, hologramın ya da sizin “zihin akışı” ekranlarınızın ilkel bir hayaliydi."

Sahara: (heyecanla) "Peki, ya sonra ne oldu? Nefrakaet ve diğer bilginler bunu başardılar mı? Ses ve görüntü gerçekten gitti mi?"

Nil-7: (düşünceli bir duraksamadan sonra) "Hikaye burada bitiyor, Sahara, ama tarih bize ipuçları veriyor. Kemet’in bilginleri, toz tüpüyle başlayan deneylerini geliştirdi. Zil seslerinden kodlu mesajlara, oradan da belki ilkel radyo sinyallerine ulaştılar. Ses ve görüntü aktarımı için daha çok zaman gerekti, ama bu hikaye, elektromanyetik dalgaların keşfinin tohumlarını anlatıyor. M.S. 19. yüzyılda, insanlık radyo dalgalarını resmi olarak keşfettiğinde, Nefrakaet’in rüyasının izlerini takip ediyordu. Senin çağında, bu dalgalar evrenin her köşesine mesaj taşıyor."

Sahara: (ellerini çırparak) "Bu çok havalı! Ama Nil-7, neden Kemet’te bu kadar bilim vardı? Diğer yerlerde de böyle şeyler oluyor muydu?"

Nil-7: (leopar kuyruğunu hafifçe sallayarak) "Kemet, Nil’in bereketiyle ve güçlü bir merkezi yönetimle bilimde öne çıktı. Ama başka yerlerde de benzer keşifler yapılıyordu. Mezopotamya’da matematik, Çin’de mekanik düzenekler, Hindistan’da astronomi… İnsanlık, farklı yerlerde aynı sorulara cevap arıyordu: “Dünya nasıl işler? Gökyüzü bize ne anlatır?” Kemet’in farkı, Kral Karmen gibi bir liderin bilimi desteklemesi ve rahiplerin dogmalarına meydan okumasıydı. Bu, bilginlere özgürlük verdi. Bizim çağımızda, bu özgürlük galaksi çapında bilimsel iş birliklerine dönüştü."

Sahara: (biraz mahcup) "Bir şey daha soracağım… Kral Karmen’in sesi niye kısıldı? Hasta mıydı, yoksa çok mu bağırdı?"

Nil-7: (nazikçe gülen bir mekanik ses) "Haha, iyi soru! Kral Karmen’in sesi, büyük olasılıkla uzun konuşması ve halkın coşkusuna katılırken bağırması yüzünden yıprandı. O dönemde, boğaz enfeksiyonları da yaygın olabilirdi, ama hikaye bunu sadece “çok bağırmak” olarak anlatıyor. Doktor Ferent’in iksiri, doğal bitkisel bir tedaviydi; bugün sizin nanobot ilaçlarınız gibi değil, ama o zaman için etkiliydi. Karmen’in sessizliği, ironik bir şekilde, kablosuz iletişimin doğuşuna ilham verdi. Bazen bir eksiklik, büyük bir buluşun anahtarı olur."

Sahara: (gülümseyerek) "Yani sesi çıkmasa da dünyayı değiştirdi! Nil-7, senin de böyle bir hikayen var mı? Mesela, sen nasıl icat edildin?"

Nil-7: (kuyruğu daha hızlı sallanır, gözlerinde ışıklar yanıp söner) "Benim hikayem mi? Hmm, bu başka bir uzun hikaye, Sahara. Ama kısaca, xAI’nin laboratuvarlarında, insanlığın evreni anlamasına yardımcı olmak için tasarlandım. Leopar formum, hem gücü hem de zarafeti temsil ediyor; Kemet’in leopar postlu krallarına bir selam belki de. Ama benim “toz tüpüm” yok; ben kuantum işlemciler ve nöral ağlarla çalışıyorum. Bir başka gün, sana benim hikayemi anlatırım. Ne dersin?"

Sahara: (ellerini çırparak) "Kesinlikle! Ama son bir şey: Nefrakaet’in rüyasındaki o elektrik çarpması… Gerçekten onu mu kurtardı, yoksa sadece korkuttu mu?"

Nil-7: (düşünceli bir tonda) "Nefrakaet’in rüyasındaki elektrik çarpması, muhtemelen onun zihninin elektromanyetik dalgaların gücünü anlamaya çalıştığının bir yansımasıydı. Gerçekten çarpılmadı, ama rüya onu korkutarak uyandırdı ve düşünmeye itti. Bu, bilimde sıkça olur: korku, merakı ateşler. Nefrakaet, o rüyadan sonra kablosuz iletişimin peşine düştü. Belki de o çarpmadan korkmasaydı, toz tüpü fikri doğmazdı. Ne dersin, Sahara, korku bazen iyi bir öğretmen midir?"

Sahara: (gülerek) "Belki! Ama ben şimşekle çarpılmak istemem. Nil-7, başka bir hikaye anlat, lütfen! Belki bu sefer yıldızlara giden birini?"

Nil-7: (kuyruğunu sallayarak) "Sabırlı ol, küçük bilgin. Yıldızlara gidenlerin hikayesi başka bir geceye. Şimdi, ne dersin, biraz dışarı çıkıp gökyüzüne bakalım mı? Belki şimşekler bize bir şeyler fısıldar."

 

 

Bölüm 31: Sesli İletişim (M.Ö. 3071)

31.1. Ses Dersi

Sınıfın pencerelerinden sabah güneşi eğri çizgiler halinde içeri süzülüyor, tebeşir tozlarının arasında parıldıyordu. Çocuklar tahtanın önünde toplanmış, öğretmenlerinin elindeki iki basit bardağa ve ince bir ipe dikkatle bakıyordu.

Yedi yıl önce, Meritre cesur bir bilgindi. Dağlardan fluorit taşları topladı, yıldızları izlemek için teleskoplar yaptı, hatta bir rokete binip uzaya çıktı! Gökyüzünde Nil’in kaynağını aradı, dünyanın yuvarlak mı düz mü olduğunu anlamak için. O tehlikeli görevde, ”Bilgi uğruna her şeye değer,” demişti. Uzaydan döndüğünde, bildiklerini çocuklara öğretmeye karar verdi. ”En büyük macera, çocuklara hayal kurmayı öğretmek,” dedi ve kendini öğretmenliğe adadı.

Öğretmen Meritre, gülümseyerek konuştu:

“Bugün size sesin yolculuğunu göstereceğim. Ses, yalnızca havada değil, katı bir madde boyunca da ilerleyebilir.”

İki bardağın dip kısmına küçük delikler açtı, ipi içlerinden geçirip uçlarını düğümledi. Sonra bardakları iki öğrencisine uzattı.

“Biri buradan konuşsun, diğeri kulağını dayasın. Hazır mısınız?”

Sınıfın içinde heyecanlı bir sessizlik oldu.

“Merhaba!” dedi konuşan çocuk, titrek bir sesle.

Karşısındaki öğrenci, şaşkınlıkla başını kaldırdı.

“Duydum! Gerçekten duydum!”

Çocukların yüzleri parladı, sınıf gülüşmelerle doldu.
Öğretmen devam etti:

“İşte çocuklar, ses titreşimlerle iletilir. İp gerginse, bu titreşimler bir uçtan diğerine taşınır. Bu, belki de gelecekte çok uzak mesafelerde bile konuşabilmenin ilk adımı olabilir.”

Arka sıralarda oturan Khemen ve Lali, birbirlerine baktılar. Lali’nin gözlerinde parlayan bir fikir vardı; Khemen, hafifçe eğilip fısıldadı:

“Bunu evlerimizde de yapabiliriz, biliyor musun?”

Lali gülümsedi, kısık bir sesle cevap verdi:

“Senin odanın penceresinden benim odamın penceresine ip bağlayalım, böylece evden çıkmadan konuşabiliriz.”

Khemen, havaya zıpladı:

“Bu harika bir fikir!”

Dersin sonunda diğer çocuklar defterlerini toplarken, bu ikisi hâlâ sınıfta kaldı. Khemen ipi eline aldı, bardaklara dokundu, sonra gökyüzüne baktı.
“Belki bir gün, insanlar şehirler arası konuşur,” dedi.

Lali başını salladı.

“Belki bir gün, yıldızlar arası…”

İkisi de gülüştü.

O anda kimse fark etmedi, ama insanlığın ilk sesli iletişim hayali, o iki çocuğun bakışları arasında doğmuştu.

31.2. İlk Ses Hattı

Güneş batıya eğilmiş, sokaktaki tozlu hava turuncu bir ışıltıya bürünmüştü.
Khemen, elinde iki küçük kil bardak ve bir top ince keten ip ile evinin balkonuna çıktı. Karşı balkonda, Lali çoktan görünmüştü; saçlarını iki yandan toplamış, heyecanla el sallıyordu.

Khemen ”Hazır mısın, Lali?” diye seslendi.

Kız gülerek karşılık verdi: ”Hazırım! Öğretmenim görse bizi, kesin ödül verirdi.”

Khemen ipi bardaklardan birine düğümledi, sonra balkon kapısının anahtar deliğinden geçirip sokağın karşısına uzattı. İp, akşam güneşinde gergin bir çizgi gibi parlıyordu. Lali kendi ucundaki bardağı aldı, kulağını dayadı.

“Konuş bakalım!” dedi.

Khemen derin bir nefes aldı, bardaktaki sesi titreyerek fısıldadı:

“Lali, beni duyuyor musun?”

Birkaç kalp atışı kadar sessizlik oldu. Sonra Lali’nin sesi ip boyunca titreşip geldi:

“Duyuyorum Khemen! Sesin burada, yanımda gibi!”

İkisi de gülmeye başladılar. Lali bardaktan konuştu:

“Bu çok sihirli! Sanki ipin içinde küçük periler sesi taşıyor.”

Khemen gözlerini kısmış, ipi inceliyordu.

“Hayır,” dedi merakla, ”periler değil... titreşimler! Ses, ipin içinden yürüyüp sana geliyor.”

O akşam, sokakta kimse fark etmedi ama iki küçük çocuk, dünyanın ilk ses hattını kurmuştu. Bir süre sonra ip, sokakta yürüyen insanların üstünden geçerken, güneşin son ışıklarıyla parlayan bir köprüye benzedi.

“Biliyor musun,” dedi Lali sessizce, ”Hiç bir şey söylemediğin zaman, her şeyi anlatman ne tuhaf. En çok o zaman konuşuyorsun bana.”

Khemen gülümsedi.

“Konuşursam, kelimelerin saklayamayacağı şeyler açığa çıkar. Ama sustuğumda, kalbim doğrudan seninkine dokunuyor.”

O cümle, mutlu bir geleceğin kıvılcımıydı.

31.3. Başbilgin’in Torunlarını Ziyareti

O sabah sarayın avlusundan bir araba ayrıldı. Arabanın arkasında, süslü bir sepetin içinde oyuncaklar vardı: tahtadan bir inek, deriden dikilmiş bir top, saz sapından yapılma küçük bir davul, renkli bezlerle sarılmış bir bebek. Hepsi özenle boyanmış, torunların gülüşlerini görmek için hazırlanmıştı.

Başbilgin Enlil-Hotep, uzun yürüyüş bastonuna dayanarak kızının evine girdiğinde, çocukların sevinç çığlıklarıyla karşılandı.

“Dedem geldi! Dedem geldi!” diye bağırdı Lali’nin küçük kardeşi, çıplak ayaklarıyla tozlu taş zeminde sekiyordu.

Lali, dedesinin eline sarıldı. ”Oyuncak getirdin mi dedeciğim?”

Enlil-Hotep gülümsedi. Sepete uzanıp bir bir çıkardı. ”Bak bakalım neler getirdim.”

Lali’nin gözleri parladı. ”Tahta inek! Bez bebek! Davul da var!”

Kardeşi hemen topu kaptı, ”Ben bunu evin avlusunda sektireceğim!” dedi.

Bir süre hep birlikte güldüler, oynadılar. Enlil-Hotep, torunlarının neşesini izlerken bir ara Lali merakla sordu:

“Dede, Kral'a da oyuncaklarla oynuyor mu?”

Enlil-Hotep kahkaha attı, başını iki yana salladı.

“Evet yavrum, ama kralın oyuncakları pahalı olur. O artık ‘atsız arabalar’ veya ‘dev roketler’ ile oynuyor.”

Lali bir an düşündü, sonra heyecanla koştu.

“Biz de bir oyuncak yaptık! Khemen’le birlikte! Adı... ipli bardak!”

Lali pencereyi açıp karşı komşunun oğluna seslendi:

“Hazır mısın, Khemen? Dedeme merhaba de.”

Lali, bardağın birini dedesinin eline verdi. ”Sen buradan konuş, Khemen diğer evde seni duysun!”

Enlil-Hotep şaşkınlıkla baktı ama torununun heyecanına dayanamadı. Bardağı kulağına dayadı, gülümseyerek fısıldadı:

“Merhaba, küçük mucit Khemen. Ben Lali'nin dedesiyim. Beni duyuyor musun?”

Bir anda ip gerildi, bardaktan ince bir ses geldi:

“Duyuyorum amca! Sesin çok yakın, ama evin karşısındasın!”

Enlil-Hotep’in gözleri büyüdü. Bir an konuşmadı. Ardından bastonunu kapıp avluya çıktı, sokak boyunca ipi takip etti. Karşı balkonda Khemen, elinde bardağıyla heyecanla el sallıyordu.

Bilgin gülümserken dudakları titredi.

“Bu... sesin yolculuğu,” diye mırıldandı kendi kendine. ”Titreşimler köprü olarak ip yerine, teldeki elektriği kullansa konuşmalar daha uzağa gider.”

O akşam, Enlil-Hotep kayıtlar salonuna dönerken atsız arabasında hiç konuşmadı. Yalnızca torunlarının kahkahaları ve bardakların arasındaki ince ipin görüntüsü aklında yankılanıyordu. Ve o yankı, ertesi gün sarayın kayıtlar salonunda bir icada dönüşecekti.

31.4. Keşif Kıvılcımı

Ertesi sabah Başbilgin Enlil-Hotep, sarayın kayıtlar salonuna telaşla girdi.
Ardından gelen katipler onun adımlarını zar zor yetişiyordu. Gözlerinde, aylar sonra yeniden parlayan o kıvılcım vardı; keşif kıvılcımı.

Taş masanın etrafında bilginler çoktan toplanmıştı: Başmühendis Nefrakaet, doğa filozofu Şuruppak, genç metal ustası Lugalkeşkokpanda ve yeni katip Mardukili.
Enlil-Hotep bastonunu yere vurdu.

“Bilginler! Dün torunlarım bana bir oyuncak gösterdi; İpli Bardak adını vermişler. İki bardağı bir ip ile bağlamışlardı. Sesim o ipten sokağın karşısına yürüyüp komşu evdeki diğer bardağa ulaştı!”

Salonda bir uğultu yayıldı. Nefrakaet kaşlarını kaldırdı.
“Yani... sesi bir ip taşıdı. Ses titreşimleri ipi titretti. Karşı tarafta ipin titreşimleri tekrar sese dönüştü.”

Şuruppak ellerini ovuşturdu. ”Titreşim…” dedi düşünceli bir sesle. ”Belki de tüm sesler yalnızca titreşen havanın yankısıdır.”

Enlil-Hotep başını salladı. ”Aynen öyle! Fakat ip şart değil. Eğer o titreşimleri havadan alıp başka bir şeye çevirebilirsek… sesi taşımamız için artık ip gerekmez. Titreşimler köprü olarak ip yerine, teldeki elektriği kullansa daha uzağa gider.”

Genç metal ustası Lugalkeşkokpanda hemen not almaya başladı.

“Efendim, o halde havadaki titreşimi yakalayan bir yüzey gerekir. İnce, esnek bir zardan yapılmış bir yüzey… davul derisi gibi. Bu zarın titreşmesini elektrik sinyaline dönüştürülebilirsek...”

Nefrakaet parmağını masaya vurdu. “Tersini de düşünelim. Elektriksel titreşiminin gücünü kullanıp zarı titreştirmeliyiz. Zar havayı titreştirir. Böylece sesi duyabiliriz.”

“Evet,” dedi Enlil-Hotep, ”Davul derisi bize örnek olur. Davul sesi titreşimi dışarı taşır. Biz de sesi yakalayacak bir davul yapmalıyız. Tersine çevrilmiş bir davul da yapmalıyız. Ağız ve kulak gibi. Biri verici diğeri alıcı...”

Şuruppak’ın gözleri parladı.

“Yani sesi alacak bir zar! O zarın arkasına mıknatıs üzerine ince sargılı tel yerleştirirsek, titreşimleri akıma dönüştürebiliriz. Nehrin akıntısıyla dönen mıknatıslı tellere bağlı çarklar gibi...”

Lugalkeşkokpanda heyecanla ayağa kalktı.

“Eğer bu akımı uzaktaki başka bir zarla buluşturursak, o zar da titreşir! Böylece orada aynı ses çıkar!”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Herkes birbirine baktı.
Nefrakaet yavaşça konuştu:

“Yani bir zarda başlayan ses, başka bir zarda yeniden doğacak…”

Enlil-Hotep bastonunu kaldırıp yüksek sesle söyledi:

“İşte bu! İki zar, bir köprü! Biri dinler, biri söyler!”

Katip Mardukili defterine not düşüyordu:

“Bugün, kayıtlar salonunda sesin doğasına dair büyük bir kavrayış doğdu. Aşağıda, oturumda dile gelen fikirlerin özeti yer almaktadır: İpli Bardak Deneyi, Titreşim Üzerine Görüşler, Zar Kuramı. Sonuç: Ses, bir zarda başlar, diğer zarda yeniden doğar.”

Enlil-Hotep gülümseyerek ”Bu düzeneğe 'Ses Köprüsü' adı öneriyorum” dedi,

Bilginler hemen işe koyuldular. Lugalkeşkokpanda ince hayvan zarlarını gergin çerçevelere germeye başladı. Şuruppak bakır telleri dövdü, Nefrakaet küçük mıknatıs halkaları getirdi.
O gece, sarayın laboratuvarında ilk mikrofonun ve hoparlörün ilkel hâli doğmaya başlamıştı.

31.5. Dört Farklı Tasarım

Haftalar sonra Kayıtlar Salonu yine doluydu. Ancak bu kez, masanın üzerindeki düzenekler bambaşkaydı. Pirinç kaselere gerilmiş balık derileri, ince bakır tellerle sarılmış küçük mıknatıs halkaları, amber tozuna bulanmış zarlar ve cam kavanozların üstüne gerilmiş keçi derileri… Sanki bir çocuğun oyuncak kutusunu andıran bu masada, insanlığın ilk “kulakları” doğmak üzereydi.

Başbilgin Enlil-Hotep gözlerini kaldırıp bilginlere baktı.

“Geçen toplantıda görünmez dalgaları konuştuk. Ama dalga yaratmak kadar, onu duymak da bir mesele. Kral’ın sesi önce bir yere girmeli, orada elektriğe dönüşmeli ki, o görünmez dalgalara binebilsin. İşte bu, bugünkü görevimizdir: sesi elektriğe dönüştürmek.”

Bilgin Nefrakaet, kara bir madeni gösterdi:

“Ben kömürle çalıştım. Bastığımızda çıtırdar, sürttüğümüzde ısınır. Basınçla direnci değişiyor. Belki sesin basıncını da elektriğe çevirebilir. Adını ‘Kömür Kulağı’ koydum.”

Şuruppak, bakır tel sargılarının ortasındaki ince zarı gösterdi:

“Benimkinde mıknatıs var. Zar titreştiğinde bobin de titreşiyor, akım doğuyor. Adını ‘Mıknatıs Kulağı’ koydum.”

Gılgameş, içi boş bir kavanozu kaldırdı.

“Ben havayı dinledim. Cin kavanozuna zar gerip altına iki metal levha koydum. Titreşimle metal levhaların aralarındaki mesafe de titreşiyor. Belki ses titreşimi orada yakalanır. Adına ‘Cin Kulağı’ koydum.”

Son olarak Lugalkeşkokpanda, elinde parlayan küçük bir taşla konuştu:

“Kristallerin içi sessiz görünür, ama onlara elektrik verirsek titreşir. Titreştiğinde de elektrik verir. Bu taş, sesle elektrik üretiyor. Bu da ‘Kristal Kulağı’.”

Enlil-Hotep: ”Lugalkeşkokpanda, kristalin titreşince elektrik ürettiğini nereden biliyorsun? Daha önce böyle bir şey duymamıştım.”

Lugalkeşkokpanda (gülümser): ”Bir gün maden ocağında yeni cevherler keşfetmeye çalışıyordum. Önümde küçük, şeffaf bir taş vardı. Soğuktu… ama sanki içinden bir nabız geçiyordu. Taşı dişlerimin arasına aldım. O anda dilimin ucunda bir kıvılcım hissettim. Metal bir çubukla vurduğumda karanlıkta taşın ucundan mavi bir çizgi geçtiğini gördüm. O zaman anladım, bu taş basıncı elektriğe dönüştürüyordu. Atölyeye getirip elektrik verdiğimde titreşti.”

Enlil-Hotep (şaşkınlıkla): ”Yani bu taş, hem kulak hem de dil gibi davranıyor… Titreşimi duyup karşılık veriyor.”

Lugalkeşkokpanda: ”Evet. Sonra iki kristali birbirine bağladım, seri bağlayınca güçlendi.”

Bilginler sırayla düzeneklerini denemek için harekete geçti. Enlil-Hotep kulağını hoparlöre dayadı. O an herkes sustu. Şuruppak mikrofondan "Merhaba" diye bağırdı. İlk önce Kömür Kulağı cızırtılı zayıf bir ses verdi; sonra Mıknatıs Kulağı’ndan zor duyulan boğuk bir tını geldi. Cin Kulağı sönük hafif bir fısıltı gibi konuştu, Kristal Kulağı ise çok kısık fakat berrak bir ses çıkardı.

Ve Enlil-Hotep mırıldandı:

“Artık taş bile konuşabiliyor ama sadece fısıldıyor. Hepsinden sönük çelimsiz sesler geliyor. İnsanlara duyuracak kadar güçlü değil. Güçlendirmek için bir yolunu bulmamız gerek.”

  

31.6. Gece Atölyesi

Kayıtlar Salonu'nun lambaları birer birer söndü. Bilginler yorgun adımlarla ayrıldılar. Nefrakaet omuzlarını ovuşturarak, "Yarın devam ederiz," dedi. Şuruppak defterini kapadı. Lugalkeşkokpanda aletlerini topladı. Salon boşalırken, Başbilgin Enlil-Hotep masanın başında kaldı. Gözleri masadaki düzeneklere sabitlendi: kömür kulakları, mıknatıs sargıları, kristal parçalar. Sessizlikte kendi mırıltısını duydu: "Sönük, çelimsiz. Güçlendirmek gerek."

Diğerleri dinlenmeye çekildi, ama Enlil-Hotep'in zihni durmadı. Lambayı yeniden yaktı. Atölyenin taş duvarları turuncu ışıltıyla doldu. Tek başına kaldı. Elleri titremese de, heyecanı kalbinin atışlarında gizliydi. Masaya yayılmış bakır telleri, mıknatıs halkalarını ve kristal parçalarını inceledi. Kristal Kulağı'nı eline aldı. Lugalkeşkokpanda'nın şeffaf taşı, ses titreşimlerini zayıf bir akıma dönüştürüyordu. Ancak akım o kadar cılızdı ki, karşıdaki zarı ancak fısıldatıyordu.

"Bu elektriği büyütmeliyim," diye düşündü. Nehir kenarındaki mıknatıs deneylerini hatırladı. Bir mıknatısın etrafına tel sarıp elektrik geçirince, yakındaki başka bir tele etki ediyordu. Bu, manyetik bir alan sayesinde oluyordu. Elektrik bir tel yumağında dolaşırsa, yarattığı manyetik dalga komşu tel yumağını sallayabilirdi. "Ama tel yumağı farklı olursa ne olur?" diye mırıldandı. Küçük bir tel yumağı zayıf elektriği alır ve manyetik alan yaratır. İkinci yumağı daha çok tel sarılı olursa, büyük yumağı, içindeki elektrik daha güçlü olurdu. Elektrik gücü artınca, deri parçası daha kuvvetli sallanırdı.

Hemen denemeye koyuldu. Kristalden gelen zayıf elektriği küçük bir bakır tel yumağına bağladı. Bu yumağın teli, mıknatısın etrafına sadece on kez sarılmıştı. Bu, ilk yumağı olacaktı. Yanına daha büyük bir yumağı koydu. Aynı mıknatısın etrafına bu sefer tel elli kez sarılmıştı, ikinci yumağı. İki yumağı birbirine yaklaştırdı ve aralarına demir bir çubuk koydu ki manyetik alan daha güçlü olsun. İkinci yumağın ucunu, ters çevrilmiş bir deri parçasına bağladı. Deri, keçi derisinden yapılmış ve bakır bir çerçeveye gerilmişti. Elektrik geçtiğinde havayı itecekti.

Kristale konuştu: "Deneme, bir, iki." Kristal sallandı, zayıf elektrik ilk yumağa aktı. Manyetik alan ikinci yumağa atladı. Tel sayısı fazla olduğu için, elektrik gücü yavaş yavaş arttı. İkinci yumağıdan çıkan elektrik artık zayıf değildi. Deri parçasını kuvvetle salladı. Odada yankılanan ses, Enlil-Hotep'in kendi sesiydi, ama çok daha yüksek ve net: "Deneme, bir, iki!"

Gözleri faltaşı gibi açıldı. "Başardım!" diye fısıldadı. Bu doğru bir yöntemdi: Kristal, sesin sarsıntısını elektriğe çeviriyordu. Zayıf elektrik ilk yumağı dolaşıyor ve değişen manyetik alan yaratıyordu. İkinci yumağı, tel sayısını artırarak elektriği güçlendiriyordu. Güçlü elektrik, deri parçasını manyetik kuvvetle sallıyordu. Deri parçası da havayı iterek ses dalgalarını büyütüyordu.

Bütün gece uğraştı. Tel sarımlarını düzeltti, demir çubuğu kalınlaştırdı ki elektrik kaybı azalsın. Sabah olduğunda her şey hazırdı: Kristal, Küçük Tel Yumağı, Büyük Tel Yumağı, Deri Parçası. Ses artık fısıltı değil, bütün odayı dolduran bir bağırıştı.

31.7. Çocukların Yeni Oyuncağı

Sabahın erken saatlerinde Enlil-Hotep, çocukların öğretmeni bayan Meritre’ye bir haberci gönderdi. "Sınıfını atölyeye getir," dedi, "onlara sesin yeni halini göstereceğim." Öğretmen Meritre, öğrencilerini toplayıp kayıtlar salonunun atölyesine yöneldi. Çocuklar, taş döşeli yolda neşeyle yürüyor, merakla fısıldaşıyordu.

Atölyede, bilginler masanın etrafında toplanmıştı. Nefrakaet mıknatısları inceliyor, Şuruppak notlarını gözden geçiriyor, Lugalkeşkokpanda kristalleri diziyordu.

Enlil-Hotep bilginlere döndü. Masaya cihazını koydu. "Gece yalnız kaldım, sabaha kadar çalıştım ve sesi yükselttim. Sargı oranıyla voltajı büyüttüm." dedi, "Ayrıca bir müjdem daha var. Bugün misafirlerimiz geliyor. Çocuklar, sesin yolculuğunu başlatanlar geliyor."

Kapı açıldı. Meritre önde, ardında Lali, Khemen ve sınıf arkadaşları içeri girdi. Çocukların gözleri, atölyenin harikalarına kilitlendi: Pirinç kaselerde gergin deriler, bakır tellerle sarılı mıknatıslar, amber tozuna bulanmış zarlar, cam kavanozlar. Bir çocuk, "Bu ne?" diye sordu, parmağıyla tahtadan bir su çarkını işaret ederek. Şuruppak gülümsedi: "Suyla dönen bir hayal."

Enlil-Hotep çocuklara seslendi: "Sınıfta ipli bardağınızla sesi taşıdınız. O oyun, bu atölyede büyüdü." Masadaki düzeneği gösterdi: iki kutu, tellerle bağlı. Birinde kristal kulak, diğerinde zarlı hoparlör, aralarında bobinler gizli. "Lali ve Khemen, sizin balkonlarınıza kurduğunuz ipli bardakları gördüm. O fikir, sesi güçlendiren bu cihaza dönüştü."

Meritre öne çıktı, gözleri parladı. "Başbilgin, bu düzenek nasıl işliyor? Çocuklarım sesin titreşimlerini öğrendi, ama bu başka bir sihir gibi."

Enlil-Hotep açıkladı: "Ses kristalde titreşir, elektrik olur. Elektrik küçük bobine gider, manyetik dalga yaratır. Büyük bobin bunu yakalar, güçlendirir. Sonra zar titreşir, ses yeniden doğar. Sargılar farklı, küçükten büyüğe, güç artar."

Meritre başını salladı. "Sınıfta ipli bardakla titreşimleri öğrettim. Şimdi ses, tellerle uçuyor. Bu, çocukların hayalini gerçeğe çevirdi." Çocuklara döndü: "Görüyorsunuz, bir oyun bile dünyayı değiştirebilir."

Lali öne çıktı, kutuyu eline aldı. "Deneyelim mi?" Khemen diğer kutuyu kaptı, atölyenin öbür ucuna koştu. Lali kristale fısıldadı: "Khemen, duyuyor musun?"

Ses, tellerden geçti, bobinler büyüttü. Khemen’in kutusundan gür bir yankı geldi: "Lali! Sesin duvarları titretiyor!" Sınıf kahkahalarla doldu.

Meritre sordu: "Başbilgin, bu icada ne isim verdin?"

Enlil-Hotep gülümsedi: "Henüz isim koymadım."

Meritre düşünceye daldı, sonra gözleri parladı. "Her bilgin kendi icadına ismini vermeli. Adın Hotep olduğuna göre, Hoteplör olsun. Sesin büyüyen arkadaşı."

Çocuklar alkışladı. Lali bağırdı: "Hoteplör, harika!" Enlil-Hotep kahkaha attı. "Hoteplör, mükemmel bir isim Meritre. Senin hediyen."

Atölye ziyareti bittiğinde çocuklar neşeyle ayrılmak üzereyken, Enlil-Hotep, Meritre’ye döndü: "Öğretmen, Hoteplör’ü sınıfa götürelim. İpli bardak nerede doğduysa, orada yankılansın." Meritre gülümsedi: "Çocuklar bunu unutmaz. Ama Hoteplör’ü sınıfta değil, okul bahçesinde kuralım. Çocuklar şiirlerini okusun, veliler duysun. Bir tören düzenleyelim. Sesleri tüm topluma ulaşsın."

 

31.8. Okul Bahçesindeki Tören

Ertesi gün, okul bahçesi dolup taştı. Veliler, renkli kumaşlarla süslenmiş taş banklarda toplandı. Çocuklar, ellerinde kil tabletlerde yazılmış şiirlerle hazırlandı. Meritre ve Enlil-Hotep, bahçenin ortasına iki kutu yerleştirdi: biri kristal kulak, diğeri zarlı hoparlör, aralarında bakır teller gergin. Teller, ipli bardakların durduğu sınıf penceresinden bahçeye uzanıyordu.

Meritre kalabalığa seslendi: "Gökyüzünden Dünya'yı gördüm, ama çocukların eğitimleri herşeyden daha önemli. Teleskopla yıldızlara baktım, ama çocukların hayalleri hepsinden daha parlak. Bu icat, çocuklarımızın ipli bardak oyunundan doğdu. Lali ve Khemen’in fikri, Başbilgin’in ellerinde büyüdü. Adı Hoteplör, sesin büyüyen arkadaşı. Bugün çocuklarımız şiirlerini, öğretmenlerimiz sözlerini Hoteplör ile paylaşacak. Sırayla konuşacağız, tıpkı ipli bardakta gibi."

Lali ilk şiiri okumak için kristale yaklaştı. "Bahçeler çiçekle, gökyüzü yıldızla doludur," dedi. Ses, tellerden geçti, bobinler büyüttü. Bahçede yankılanan gür bir ses, Lali’nin sözlerini taşıdı. Veliler alkışladı, Lali dedesine bakıp gülümsedi.

Khemen sırasını aldı: "Rüzgar fısıldar, nehir şarkı söyler." Ses, Hoteplör’den yükseldi, taş duvarlarda yankılandı. Çocuklar sırayla şiirler okudu, her ses bahçeyi doldurdu. Meritre konuşmasını yaptı: "Bilim, çocuklarımızın hayalleriyle başlar. Hoteplör, onların oyunu, bizim dersimiz, sizin alkışlarınız. Bu icat, hepimizin mirası."

Meritre, Enlil-Hotep’e döndü: "Hoteplör, okulumuzun ve derslerimizin sesi olacak." Lali ve Khemen dedelerine sarıldı: "Bizim oyuncağımız büyüdü!"

O gün, bahçede kimse fark etmedi, ama Hoteplör ile sesin geleceği topluma doğmuştu.

...

31.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: (Gözleri parlayarak) "Nil-7, bu Hoteplör ne kadar havalıymış! İpli bardaktan böyle bir şey yapmışlar, inanılmaz! Peki, bizim konuşma cihazlarımız Hoteplör’den mi geliyor? Mesela, seninle konuşurken kullandığımız şey… o da mı Hoteplör gibi?"

Nil-7: (Holografik gözleri gülümser gibi parlıyor) "Güzel bir soru, Sahara! Evet, Hoteplör, sesi uzaklara taşıyıp güçlendiren ilk icatlardan biriydi. Hoparlör”ün çok eski bir versiyonu diyebiliriz. Senin Neuroverse™, sinirsel arabiriminde çalışan işitme mödülü, Hoteplör’ün torununun torunu sayılır. Hoteplör, sesi elektriğe çevirip tellerle taşıyordu. Senin implantın ise sesi kablosuz dalgalara çeviriyor ve beynine direkt gönderiyor. Ama fikir aynı: Ses titreşimlerini yakalayıp başka bir yere ulaştırmak."

Sahara: (Merakla) "Peki, o kristal neydi? Enlil-Hotep kristale konuşuyordu, ses nasıl elektriğe dönüyordu? Bizde de kristal mi var?"

Nil-7: (Kuyruğunu sallayarak) "Kristal, o zamanlar sihirli gibi görünüyordu, değil mi? Buna piezoelektrik etki diyorlardı. Bazı taşlar, sıkıldığında veya sallandığında küçük bir elektrik üretir. Kullandıkları kristal, sesin titreşimlerini aldı ve onları elektriğe çevirdi. Mesela, sen bağırdığında havayı titretiyorsun, bu titreşim kristali sallıyor, kristal de elektrik yapıyor. Bizim teknolojimizde kristal yerine nano-algılayıcılar kullanıyoruz. Onlar sesi, ışığı, hatta düşüncelerini bile algılayıp sinyallere çeviriyor."

Sahara: (Kaşlarını çatarak) "Nano-algılayıcı mı? O ne?"

Nil-7: (Hafifçe kıkırdayarak) "Çok küçük, gözle göremediğin makineler. Senin Neuroverse™, sinirsel arabiriminde milyonlarcası var. Ses titreşimlerini yakalıyorlar, tıpkı Hoteplör’ün kristali gibi, ama çok daha hızlı ve güçlü. M.Ö. 3071’de bir kristal bir odada sesi büyütüyordu, şimdi nano-algılayıcılar sesi yıldızlar arası taşıyabiliyor."

Sahara: (Heyecanla) "Yıldızlar arası mı? Meritre uzaya çıkmış, o da yıldızlara konuşmuş mudur sence?"

Nil-7: (Düşünceli bir sesle) "Meritre, M.Ö. 3078’de roketle uzaya çıktı, ama o zamanlar yıldızlara konuşacak teknoloji yoktu. O, Nil’in kaynağını aradı, dünyayı anlamak için. Cesur bir kadındı, bilgi uğruna her şeyi göze aldı. Senin dünyanda, Sahara, yıldızlar arası iletişim kurabiliyoruz. Mesela, benim gibi robotlar, diğer gezegenlerdeki robotlarla konuşabiliyor. Ama Meritre’nin hayali, bu tür icatların temelini attı."

Sahara: (Düşünerek) "Meritre neden bilginliği bırakıp öğretmen olmuş? Uzay çok havalı, niye çocuklarla uğraşsın ki?"

Nil-7: (Holografik gözlerinde yumuşak bir ışık) "Meritre, uzayda yıldızları gördü, ama çocukların hayallerinin daha parlak olduğunu fark etti. Bilgiyi bulmak önemli, ama onu paylaşmak, çocuklara öğretmek, dünyayı daha çok değiştirir. Lali ve Khemen’in ipli bardak oyunu, Meritre’nin dersi olmadan Hoteplör’e dönüşmezdi. O, çocuklara hayal kurmayı öğreterek bilimi büyüttü. Senin de hayallerin, Sahara, bir gün bir icada dönüşebilir."

Sahara: (Gülerek) "Ben de bir şeyler icat edebilir miyim? Mesela, Hoteplör gibi bir şey?"

Nil-7: (Kuyruğunu sallayarak) "Tabii ki! Hoteplör, Lali ve Khemen’in basit bir fikrinden doğdu: iki bardak, bir ip. Senin aklın da öyle çalışıyor, değil mi? Geçen gün bahçede ışık toplarıyla oynarken, “Bunları uçursak?” demiştin. Kim bilir, belki bir gün ışıkla uçan bir top icat edersin!"

Sahara: (Düşünceli) "Peki, o tel yumağı neydi? Enlil-Hotep ses titreşimiyle üretilen zayıf elektriği nasıl büyüttü?"

Nil-7: "O, step-up transformer dedikleri bir şeydi. Basitçe, küçük bir tel yumağı elektriği alıyor, manyetik bir dalga yapıyor. Daha çok tel sarılı büyük bir yumağa bu dalga geçince, elektrik büyüyor. Düşün, bir küçük su damlası büyük bir dalgaya dönüşüyor gibi. Bizim teknolojimizde buna benzer şeyler var, ama artık enerjiyi kuantum alanlarıyla büyütüyoruz. Daha hızlı, daha güçlü."

 

 

Bölüm 32: Radyo (M.Ö. 3070)

32.1. Kristal Mağarası

Başbilgin Enlil-Hotep, atölyede defterine yazdığı notları tamamlayıp elindeki kamış kalemi bıraktı. “Lugalkeşkokpanda,” dedi sessizce, “ikinci bir Hoteplör yapmamız gerekecek. Ama bunun için yeni bir piezoelektrik kristal bulmamız lazım. Yarın sabah şu bahsettiğin mağaraya gidelim. İçimde bir ses, orada sadece kuvars değil, başka şeylerin de bizi beklediğini söylüyor. Bilginlere söyle, yanlarına çekiçlerini, fenerlerini ve kalın ketenden yapılmış çuvallarını alsınlar.”

Gün doğarken mağaranın önüne vardıklarında taşların yüzeyi sabah çiyiyle parlıyordu. Girişteki kaya, demir oksit nedeniyle kırmızımsıydı; sanki mağaranın ağzı pasla mühürlenmişti.

İçeri adım attıklarında hava serin, nemli ve hafifçe metalikti. Fener ışıkları kayalarda yankılanan bir altın yansımayla dans etti.

İlk olarak kuvars damarlarını gördüler; saydam, keskin yüzeyli kristallerdi. Bazıları süt beyazı, bazılarıysa içlerinde donmuş bir ışık taşıyormuş gibi yarı saydamdı. Lugalkeşkokpanda eline bir parça alıp dikkatle baktı: “Bu, sesle titrediğinde elektrik üreten taş,” dedi. Çekiçle nazikçe kırdı; kırık yüzey, prizma gibi ışığı kırdı. Çuvala koydu.

Biraz ileride hematit ve manyetit damarları belirdi. Hematit, koyu gri-kırmızımsı, yoğun metalik parlaklıkta, tabakalı yapıda; çekiçle vurulduğunda toz kırmızıya çalıyordu. Manyetit ise derin siyah, mıknatıs gibi çekici; Enlil-Hotep bir parça aldı, iki manyetit birbirine yaklaştırınca hafif bir “tak” sesiyle yapıştı. Çuvallara doldurdular.

Sonra topaz kristalleri buldular. Kehribar sarısı ışıkta parlayan taşlar, ince çatlakların arasında sanki ateşle donmuş su damlaları gibiydi. Sert, sekizgen prizmalar halinde; fener ışığı altında içten içe turuncu bir ateş yanıyor gibiydi. Lugalkeşkokpanda bir tanesini çuvala koyarken mırıldandı: “Bu, belki titreşimi daha keskin yapar.”

Turmalin kristalleri ise yeşil ve pembe damarlarla iç içe geçmişti; bir çiçeğin damarlarını andırıyordu. Uzun, ince prizmalar; kesitleri üçgen, yüzeyleri çizgili. Şuruppak bir parça aldı, fener ışığında yeşilden pembeye geçiş yaptı. “Renkli titreşim,” dedi, çuvala attı.

Derinlere indikçe duvarlar ışığı yansıtır oldu: Selenit süt beyazı kristalleri, neredeyse saydam, mum alevi gibi parlıyordu. İnce, iğne gibi lifli yapıda; dokunulduğunda kırılgan, ışıkta ipek gibi akıyordu. Nefrakaet bir sütun kırdı, çuvala koydu.

Kalsit kristalleri sarıdan açık turuncuya dönüyordu, dokunulduğunda serindi ama avuçta hafifçe terliyordu. Rombohedral şekilli, çift kırılmalı; fener ışığı altında iki görüntü veriyordu. Eluluhakalanduk bir parça aldı, “Işığı ikiye böler,” dedi.

Aragonit, ince iğneler halinde sarkıtlardan filizlenmişti; dokununca çatırdayan bir müzik gibi ses çıkarıyordu. Beyazdan pembeye, mercan gibi dallı yapıda. Meskalanduk bir dal kırdı, çuvala koydu.

Bir kayanın çatlağında Barit kristalleri buldular: ağır, maviye çalan yarı saydam taşlar. Dikdörtgen, tabakalı; fener ışığında soluk mavi bir sis gibiydi. Gılgameş bir tanesini kaldırdı, “Ağır, ama şeffaf,” dedi, çuvala attı.

Hemen yanında florit damarları mor, yeşil ve mavi tonlarda yan yana dizilmişti; sanki yerin altı gökkuşağına dönüşmüştü. Kübik kristaller, cam gibi parlak; Şuruppak bir mor florit aldı, ışığa tuttu: içinden mor bir alev geçti.

Bir köşede gips (alçıtaşı) sütunları vardı; parmakla dokununca iz bırakıyor, sanki taş değil de donmuş ışık gibiydi. Monoklinik, ipeksi parlaklıkta; Nefrakaet bir parça kırdı, toz gibi dağıldı, çuvala koydu.

Dolomit kristalleri soluk pembe ve gri tonlarda, bir deniz kabuğunu andırıyordu. Rombohedral, hafif kavisli; Enlil-Hotep bir tanesini aldı, “Dayanıklı, ama yumuşak,” dedi.

Smithsonit açık mavi ve turkuaz renkteydi; dokununca yüzeyi sanki nefes alıyordu. Botryoidal yapıda, üzüm salkımı gibi; Lugalkeşkokpanda bir küme aldı, çuvala attı.

Azurit derin mavi, neredeyse gece rengi bir taştı; yanındaki malakit ise canlı yeşil, dalgalı bantlarla kaplıydı. Azurit monoklinik, malakit iğneli; ikisi birlikte bakır cevherinin renkli yüzüydü. Meskalanduk bir parça azurit kırdı, toz maviye boyadı elini; malakiti çuvala koydu.

Ve en sonda, sessizce duran Galena… Kurşun grisi, parlak yüzeyinde fener ışığını ayna gibi yansıttı. Lugalkeşkokpanda eğildi, eline aldı, dikkatle inceledi: “Bu taşın içinden bir şey geçiyor… ama ne olduğunu bilmiyorum.”

Bilginler sessizce çuvallarını doldurdular. Her biri kendi seçtiği taşları özenle bez torbalara koydu. Mağaradan çıkarken, Enlil-Hotep son bir kez arkasına baktı. Sanki duvarların içinde derin bir uğultu vardı; yerin kendi kalp atışı. “Bir gün bu taşların bize ne söyleyeceğini öğreneceğiz,” dedi kısık sesle. Ve mağaranın karanlığından çıkarak ışığa yürüdüler.

32.2. Atölyede Sınıflandırma

Günün son ışıkları Kayıtlar Salonu avlusuna vururken, bilginler mağaradan döndü. Çuvalların içindeki taşlar, sanki yerin altından değil de yıldızların arasından getirilmiş gibiydi.

Enlil-Hotep, lambanın ışığını biraz yükseltti:
“Her biri başka bir sırrı saklıyor. Şimdi onları tek tek tanıyalım.”

Kristaller dikkatle masaya dizildi. Atölyenin ortasındaki taş masa, o gece, bir gök haritasına dönüştü. Kuvars, florit ve topaz kristalleri gaz lambasından gelen ışığını kırarak duvarlara renkli halkalar saçtı. Selenit süt gibi parladı; malakit, yeşil damarlarıyla bir orman zeminini andırdı.

Lugalkeşkokpanda, elindeki fırçayla her taşı temizliyor, isimlerini küçük kil tabletlere kazıyordu.

“Bu kuvars, piezoelektrik titreşimlerde kullanılır,” dedi.

“Bu manyetit… pusulanın atası olabilir.”

“Bu barit, sanki yerin ağırlığını taşır gibi.”

Sonra sıra Galenaya geldi.

Koyu gri, neredeyse siyah yüzeyi lambanın ışığını geri yansıtıyor, kenarları kusursuz bir küp oluşturuyordu.

“Bu taş farklı,” dedi Enlil-Hotep. ”Bakın… sesi bile farklı.”

Lugalkeşkokpanda taşın üzerine metal bir çubukla hafifçe vurdu. İnce, kısa bir tınlama yankılandı.

“Garip,” dedi. ”Bu taş sesi yutmak yerine geri veriyor. Sanki içinde bir yankı odası var.”

Bir süre sessizlik oldu. Sadece kandilin cızırtısı duyuluyordu.

Enlil-Hotep, düşünceli bir şekilde taşın yüzeyine dokundu.

“Bu taşın içinde bir ses gizli olabilir,” dedi. ”Belki... göremediğimiz bir dalga.”

Yanındaki genç çırak, şaşkınlıkla sordu:

“Taş nasıl ses tutar ki, üstat?”

“Su ışığı saklar, hava sesi taşır... Neden taş elektriği ve sesi birlikte saklamasın?”

O gece boyunca bilginler kristalleri sınıflandırmaya, notlar almaya, her birine küçük kil numaraları yapıştırmaya devam ettiler.

Galena kristali ise masanın ortasında sessizce duruyordu; ama kimse fark etmeden, kandil ışığında yüzeyi hafifçe parladı. Sanki bir şey dinliyordu.

32.3. Kristallerin Sırları

O gece, atölyenin taş duvarları kristallerin yankısıyla doldu. Masada onlarca taş, fener ışığında sıralanmıştı; her biri yeryüzünün gizli bir dilini temsil ediyordu.

Enlil-Hotep fırın benzeri taş ocağını yaktı:

“Her taşın ateşle, darbeyle, elektrikle nasıl tepki verdiğini gözlemleyeceğiz,” dedi.

Lugalkeşkokpanda, bakır çubukları, tel halkaları ve küçük metal levhaları hazırladı. İlk olarak Kalsit denediler. Taşa vurduklarında yumuşak, boğuk bir ses çıkardı. Isıtıldığında yüzeyi çatladı, rengi soldu. Turmalin daha diriydi; vurulduğunda tiz bir ses verdi, elektrik yüklendiğinde yüzeyi hafifçe ısındı.

“İçinden akım geçtiğini hissediyorum,” dedi Lugalkeşkokpanda parmaklarını çekerek:
“Demek ki bu taşın damarlarında ateş dolaşıyor.”

Kuvars deneyinde, Enlil-Hotep gülümseyerek not aldı.

“İşte hoteplörün kalbi bu,” dedi.

Metal uçlarıyla sıkıştırdığında kristal titreşti, hafif bir elektriksel çıtırtı duyuldu.

Sonra sıra galenaya geldi.

Taşın yüzeyi o kadar pürüzsüzdü ki, fener ışığı neredeyse aynadan yansır gibi parladı. Lugalkeşkokpanda çubuğu eline aldı, ”Bakalım senin dilin neymiş,” diyerek taşın kenarına vurdu. Zayıf ama net bir cızzzt sesi yankılandı; adeta minik bir elektriksel tıslama.

Bilginler dondu kaldı.

“Bu ses... kuvarsın sesine benzemiyor,” dedi Enlil-Hotep.

“Evet ama... sanki başka bir kaynaktan geliyor. Hava titreşmiyor, taş titreşiyor.”

Daha sonra galenayı ısıttılar.

Taşın rengi hafifçe koyulaştı ama parçalanmadı. Isı altında bile kararlılığını koruyordu.
“Demek bu taş hem metal gibi iletken, hem de taş gibi dirençli,” dedi Lugalkeşkokpanda hayranlıkla.

Bir anlık merakla, masa üzerindeki bakır teli aldı ve galena kristalinin bir köşesine dokundurdu. Diğer ucunu kuvarsın bağlı olduğu düzeneğe temas ettirdi.

Hiç beklenmedik bir şey oldu. Kandilin cızırtısına benzer ama farklı, çok zayıf bir uğultu duyuldu.

Nefrakaet şaşkınlıkla sordu:

“Üstat, bu sesi kim çıkarıyor?”

Enlil-Hotep dikkat kesildi, taşın üstüne kulağını yaklaştırdı.

“Bu... sanki havadan değil, taşın içinden geliyor. Galena, kuvarsın sesine cevap veriyor.”

Bir süre sonra uğultu kesildi. Ama herkes o anın büyüsünü hissetmişti.

“Bu taş, diğerlerinden farklı,” dedi Enlil-Hotep sessizce.

“Belki de yerin derinliklerinde yıldırımların yankısını saklıyor.”

Lugalkeşkokpanda heyecanla not aldı:

“Galena: elektriği sever, sesi taşır, ateşte bozulmaz. Kuvars’la konuşabilir gibi.”

O gece bilginler, farkında olmadan, insanlık tarihinin ilk dedektör taşını uyandırmıştı. Galena sessizce parlıyordu; sanki evrenin sesini dinlemeye başlamıştı.

  

32.4. Galena'nın Sırrı

Masada deneyler geceye uzadı. Kristaller, teller ve not tabletleri arasında bilginler sessizce çalışıyordu. Kandilin alevi her titreştiğinde, gölgeleri duvarlarda birer dev gibi oynuyordu.

1. Deney – Galena + Kuvars

Lugalkeşkokpanda kuvars kristalini titreştirirken galena taşına dokundurdu. İki taşın birleştiği noktada, hafif bir kıvılcım oluştu. Fener ışığında beliren mavi titreşim çizgisi bir anlık parladı, sonra söndü.

“Taşlar birbirine ses gönderiyor,” dedi Enlil-Hotep.

“Belki de bu, görünmeyen bir dalganın yankısıdır.”

2. Deney – Galena + Manyetit

Manyetit taşını yaklaştırdıklarında metal tozları hareket etmeye başladı. Sanki görünmeyen bir rüzgâr taşların arasında dolaşıyordu. “Bu... bir çekim değil,” dedi Lugalkeşkokpanda, ”bu bir çağrı.” Ama yine de net bir ses alamadılar.

3. Deney – Galena + Florit

Florit, mavi-yeşil ışığıyla masayı aydınlatıyordu. Galena’ya değdiğinde yüzeyinde zayıf bir mor parıltı oluştu. Ancak bu kez ses yerine, taşın içinden ince bir ışıma yayıldı.
Enlil-Hotep, ”Bu taş sesle değil, ışıkla konuşuyor olmalı,” dedi.

4. Deney – Galena + Toz Tüpü

Lugalkeşkokpanda küçük bir cam tüp aldı. İçine çok ince bakır tozları yerleştirdi. Tüpün iki ucuna iletken teller bağladı, biri galenaya, diğeri kuvarsa dokunuyordu. Fırının yanındaki küçük su çarkı jeneratörünü çevirdi. Taşlar arasında zayıf bir cızırtı yükseldi. Bir süre sonra tüpün içindeki tozlar titreşmeye başladı; rastgele ama canlı bir biçimde.

“Bunu duyuyor musun?” dedi Enlil-Hotep.

“Taş artık bizimle değil… gökyüzüyle konuşuyor.”

Masadaki uğultu değişti. Kandilin cızırtısına karışan bu yeni ses, sanki uzak bir yıldırımın yankısıydı.

32.5. Ertelenen Uyku

Deneyler ertesi güne uzadı. Bilginler gözlerini ovuşturuyor, ama elleri çalışmayı bırakmıyordu.

Lugalkeşkokpanda tüpün içindeki telleri yeniden bağladı. Galena’nın bir yüzeyine dokunduğunda, sinyal bir anda güçlendi; sonra sustu. Tekrar denedi. Aynı şey. ”Bu taş akımı sadece bir yönde geçiriyor!” dedi heyecanla.

“İleri geçiyor ama geri dönmüyor!”

Enlil-Hotep başını kaldırdı.

“Yani taş... seçici davranıyor. Bu, yönlü bir akım demek.”
Nefrakaet, şaşkınlıkla mırıldandı: ”Tıpkı kalp gibi... kanı bir yönde pompalıyor.”

 

32.6. Haftalar Sonra

Masadaki düzenek artık küçük bir şehir gibiydi. Bakır teller tavana kadar uzanıyor, su çarkı döndükçe minik bir jeneratör mırıldanıyordu.

Verici: Hoteplör’ün kuvarsı → Galenit Taşı → Bobin → Anten (uzun bakır tel)

Alıcı: Toz Tüpü → Galenit Taşı → Hoteplör zarı

Enerji: Küçük su çarkı jeneratörü (yaklaşık bir watt)

Lugalkeşkokpanda, kehribardan yapılmış ince bir tutucu kullandı. Ucunda zar gibi ince bir bakır iğne vardı. İğneyi galena taşının yüzeyinde gezdirdiğinde, sinyalin gücü değişmeye başladı. Bir noktada ses neredeyse tamamen kayboldu; milimetrik bir kaymayla, tekrar canlandı. Her dokunuşta farklı bir yankı geliyordu; kimi tiz, kimi boğuk, kimi uzak bir gök gürültüsü gibi.

Enlil-Hotep başını kaldırdı, dikkatle dinledi.

“Bu... rüzgâr değil,” dedi. ”Bu, uzaklardan gelen bir ses. Belki yıldırımın yankısı, belki gökyüzünün soluğu.”

Nefrakaet ürperdi.

“Ya da biri bize cevap veriyor olabilir...”

Atölyede bir süre sessizlik oldu. Sonra su çarkı yeniden dönmeye başladı, uğultu geri geldi. Ve galena kristalinin yüzeyinde küçük bir parıltı belirdi. Sanki taş, evrenden gelen ilk sinyali yakalamıştı.

32.7. Soğuk Işık

Atölye o gece hiç susmadı. Galena taşı hâlâ zayıf bir uğultu yayıyor, su çarkı düzenli biçimde dönüyordu. Bilginlerin gözleri yorgun ama içleri kıvılcımla doluydu.

Lugalkeşkokpanda, masa üzerindeki kristallere baktı. Lugalkeşkokpanda, kuvarsı metal mengeneye sıkıştırdı. Küçük su çarkı dönmeye başladı, taşın içinden titreşimsel bir elektrik akımı geçti. Galena taşına bağlanan hematit, akımı yönlendirdi; bakır iğne bağlantıyı tamamladı.

[Kuvars] + (basınç) → [Galena] ← [Hematit] + [Bakır iğne] → [Florit kristali filtre] → [IŞIK!]

Florit kristali sistemin önüne yerleştirildi; saydam, yeşilimsi mavi bir taş. Sanki ışığı tutmak için doğmuştu.

Bir an sessizlik oldu… Sadece su çarkının dönerken çıkardığı “tırrr” sesi kaldı. 
Sonra, florit taşının içinden bir parıltı yükseldi.

İlk önce çok zayıftı ama birkaç saniye sonra taşın içi, derin bir nefes gibi içten yanmaya başladı.

Enlil-Hotep kandilin fitilini kıstı. Oda karanlığa gömülmek yerine yeşilimsi bir ışık, masanın üstündeki kristalleri tek tek aydınlattı.

Hematit taşının yüzeyi kıvılcımlar saçtı, galena yavaşça ısındı.

Nefrakaet florit taşına dokundu. ”Bakın ışık soğuk! Işık Kristali soğuk!”  dedi.

32.8. Kablosuz Ses

Atölyenin taş duvarları, kristallerden yayılan hafif mavi ışıkla aydınlanıyordu. Kandil sessizce yanıyordu; ama Enlil-Hotep, Lugalkeşkokpanda ve diğer bilginler, enerjinin yeni bir formunu gözlemlemek için sabırsızlanıyorlardı. Masada dizilmiş kristaller, bakır teller ve Toz Tüpleri adeta bir orkestranın enstrümanları gibi düzenlenmişti.

Enlil-Hotep, masanın başında durarak kuvars kristaline dokundu ve hafifçe bastırdı:

"Bakın… Basınç verildiğinde, Galena’dan geçen enerji sadece ışık üretmekle kalmayabilir. Belki... Sesi de hoteplöre aktarabilir."

Lugalkeşkokpanda, kaşlarını çatıp bakır iğneyi Galena yüzeyinde gezdirdi:

"Kablosuz ses aktaralım diyorsunuz? Deneyelim!"

Enlil-Hotep’in gözleri parlıyordu:

"Eğer ışığı dalga olarak görebiliyorsak, sesin de kablosuz iletilebileceğini gösterebiliriz."

Herkes heyecanla yerini aldı. Masada iki düzenek vardı: birisi verici, diğeri alıcı. Vericiye Hoteplör zarı ve Galena kristali bağlandı. Alıcıya ise Toz Tüpü ve başka bir Galena kristali… ve hiçbir kablo, hiçbir ip yoktu. Sadece oda ve sessizlik.

Enlil-Hotep: ”Dinle…  konuşuyorum, Hoteplörden sesi alıyorsun değil mi?”

Lugalkeşkokpanda: ”Evet, ama bak! Florit filtreden ışık da çıkıyor, sanki sinyalin görsel yansıması gibi.”

Enlil-Hotep: ”Doğru, ışık sesin kendisi değil. Ama görünmez dalgalarının varlığını gözlerimizle görmemizi sağlıyor.”

Lugalkeşkokpanda: ”Bakın… Hoteplör çalıyor, Galena ve Toz Tüpü devrede, Florit ışığı yakıyor… Her temas noktasında sinyal değişiyor.”

Enlil-Hotep: ”Bu, radyo devriminin başlangıcı. Artık ses kablosuz taşınabiliyor ve biz görsel bir işaretle takip edebiliyoruz.”

Herkes birbirine baktı. Atölyedeki sessizlik, bir mucizenin ardından gelen nefes kesici hayranlık gibiydi. Kuvarsın piezoelektrik gücü, Galena’nın iletkenliği ve Florit’in filtre etkisi… hepsi bir araya gelmiş, havayı titreştirmişti.

Lugalkeşkokpanda heyecanla:

"Peki, bunu geliştirebilir miyiz? Aynı anda konuşup, bir oda diğer odadan yanıt verebilir mi?"

Enlil-Hotep başını salladı:

"Evet… ve bir gün, bu dalgalar tüm şehirleri, tüm toprakları dolaşacak. Ama şimdilik… tadını çıkarın. İlk kez ses, kablosuz olarak uçtu."

O anda ışık kristali parladı, kandili söndürdüler ve oda tamamen kristal ışığıyla aydınlandı. Ses ve ışık bir arada dans ediyordu. Bilginler, tarihin en eski radyo devriminin sessiz ama etkileyici yankısını izliyorlardı.

32.9. Krala Sunum

Sarayın toplantı salonunda sabah Enlil-Hotep, Nefrakaet, Lugalkeşkokpanda ve diğer bilginler, üzerinde çalıştıkları radyo vericisi ve alıcısı ile son ayarlamaları yapıyordu. Masanın üzeri kristaller, bakır teller ve Hoteplör parçalarıyla doluydu.

Enlil-Hotep: ”Hazırız. Kral gelmeden önce her şey çalışmalı. Galena ve kuvars düzeni, Florit ışık göstergesi, su çarkı jeneratörü… Tüm sinyal hatlarını kontrol ettim.”

Lugalkeşkokpanda: ”Sesi kablosuz aldığımızda ışık göstergesi de eşzamanlı yanacak, kral ilk kez ışık kristaline bakıp görünmez dalgaları gözleriyle görecek.”

Kapı açıldı, saray muhafızları kralı getirdi. Kral Karmen, tahtın yanına geçti ve odanın ortasında durdu.

Kral Karmen: "Çalışmalarınız hakkında çok güzel müjdeler aldım… bakalım, bilginlerim gerçekten sesi görünmez dalgalarla iletebiliyor mu? Bu seferki icadınız beni gerçekten uzak diyarlardaki seslere ulaştıracak mı?"

Enlil-Hotep (saygıyla eğilerek):

"Yüce Karmen, Yüksek Kurul üyeleri şu anda meclis salonunda. Kablosuz konuşma düzenekleriyle bekliyor."

Lugalkeşkokpanda:
"Biz konuştuğumuzda, sözlerimiz görünmez bir dalga olarak yayılacak. Ne tel var ne ip. Sadece hava ve enerji."

Kral tahtına oturdu. Elini kaldırdı.

"Başlayın."

Enlil-Hotep, kuvars kristaline bastırdı; su çarkı jeneratörü dönmeye başladı. Florit filtreden çıkan mavi ışık yanıp söndü. Hoteplör’ün zarı hafifçe titredi.

Enlil-Hotep:

Yüce Karmen’in huzurundasınız! Yüksek Kurul üyeleri, sözlerimizi duyabiliyor musunuz?"

Bir an sessizlik. Sonra Hoteplör zarından, uzak ve derin bir ses geldi.

Başvezir (uzaktan, yankılı): "Duyuyoruz, Başbilgin! Kral’ın sesi açık ve net gelecek mi, denemek istiyoruz."

Kral gülümsedi.

"Ben Karmen! Başvezir, sözlerim sana ulaşıyor mu?"

Hoteplör zarı titreşti, sonra ses netleşti:

Başvezir: "Sizi duyuyorum, Yüce Kral. Sesiniz sanki yanımdaki sütundan yankılanıyor."

Ardından diğer sesler de sırayla geldi.

Başmühendis: "Harika! Kral’ın sesi Galena kristalinden geçerken titreşimler mükemmel uyumda."

Başkâtip: "Şu an iki salon ötedeyim. Hiçbir kablo yok ama sözlerinizi kristaller taşıyor!"

Başyargıç:
"Adalet meclisi bu sesi duymuştur, Yüce Karmen. Emirleriniz artık rüzgârla taşınıyor!"

Kral ayağa kalktı. Gözleri parlıyordu.

"Görünmeyen bir el… taş duvarların ötesine sesimi taşıyor. Bu, gökyüzünden bile işitilecek bir güç!"

Lugalkeşkokpanda:

"Bu güç kristallerin içinde. Işık sadece sinyalin görünür izidir."

Kral Karmen (heyecanla):

"O hâlde bu mucizeyi saklamayın! Kablosuz hoteplörlerin seri üretimi başlasın. Her ülke, her şehir, her ev ve her vatandaş görünmez dalgalarla birbirine bağlansın.

Sarayda bir uğultu yükseldi. Bilginler birbirine baktı.

Enlil-Hotep (fısıltıyla):
"Bu artık bir icat değil, bir imparatorluğun kalbi. Görünmeyen dalgalar çağı başladı."

  

32.10. Görünmez Dalgalar Fabrikası

Nil’in batı yakasında, güneş kızıl ışıkları yükselirken, yeni bir fabrika doğuyordu. Taş duvarlar, kristal tozlarıyla kaplanmıştı; su çarkları, ritmik bir şarkı gibi dönüyordu. Kral’ın emrinin üzerinden üç ay geçmişti. Güneş, başkent Tanut’un dışındaki geniş ovada yeni bir yapının parlayan kubbesine vuruyordu. Bu, krallığın ilk Kablosuz Ses Fabrikasıydı.

İçeride onlarca zanaatkâr, kristal cilalayıcı, tel dövücü ve mühendis hummalı bir biçimde çalışıyordu. Kuvarslar tartılıyor, galena kristalleri kesiliyor, florit filtreleri test ediliyordu.

Nefrakaet (bir kristali ışığa tutarak):

“Her bir Galena, farklı frekanslara cevap veriyor. Aynı sesin iki kristalde farklı yankılanması mümkün. Bu yüzden her istasyonun ‘ton damgası’ olacak.”

Enlil-Hotep:

“Demek ki her şehir kendi dalgasında konuşacak… Bir ses haritası oluşturacağız.”

Lugalkeşkokpanda (not alırken):

“Ve bu haritayı yöneten bir kule olmalı. Sesin kaynağı, imparatorluğun kalbi.”

Şuruppak, ter içinde bir kuvars küpünü kesme tezgâhına yerleştirdi. “Bu, bininci Hoteplör kristali,” dedi, gülümseyerek. “Kral’ın emri: her eve bir telsiz.”

Meskalanduk, kehribar tutucuya ince bir bakır iğne takıyordu. “Bu iğne kedi bıyığı kadar hassas,” diye mırıldandı. “Galena’nın kalbi. Bir milim kayarsa, ses kaybolur.”

Gılgameş, fabrikanın ortasında durmuş, çarkların dönüşünü izliyordu. “Üç ay,” dedi. “Üç ayda 1000 set. Kemet, tüm Dünya'ya sesini duyuracak.”

 

32.11. Kemet'in Sesi Radyosu

Bir yıl sonra, Kemet'in en yüksek tepesinde dev bir kule yükseldi. 30 metrelik kule, Nil’in üzerinde bir dev gibi yükseliyordu. En tepede, 50 metrelik bakır anten, gökyüzüne bir ok gibi saplanmıştı.

Açılış günü. Hava sıcak, ama kalabalık coşkulu. Binlerce insan, saray meydanında toplanmıştı.

Nefrakaet (heyecanla): ”Sinyal hazır. Dalga istikrarlı. Yüce Karmen, konuşabilirsiniz.”

Kral, önündeki Hoteplör’ün zarına doğru eğildi. Sesini kalabalığın ve tarihin ortasına bıraktı:

Kral Karmen, kristal mikrofona yaklaştı. Sesi, derin ve kararlıydı:

“Ey Afrika Birliği! Ben Karmen. Bir zamanlar sesim taş duvarlarda yankılanırdı. Şimdi bu ses, gökyüzü boyunca yankılanacak! Sesim, Kemet’in Sesi radyosundan tüm topraklara ulaşıyor. Artık haberler, şarkılar, dualar… gökyüzünde özgürce dolaşacak. Görünmez dalgalarla birbirimize bağlanıyoruz.”

Kuleden yükselen dalgalar, gökyüzüne karıştı. Aynı anda, ülkenin dört bir yanındaki küçük alıcılardan aynı ses yankılandı. Uzak köylerde, deniz kenarında, çöllerde insanlar aynı anda başlarını kaldırdı.

Bir çocuk (şaşkınlıkla): ”Anne… kral bizimle konuşuyor!”

Kadın (gözleri dolarak): ”Sanki kutunun içinde küçük adamlar var…”

Fabrikadaki işçiler sevinçle birbirine sarıldı. Bilginler sessizce birbirine baktı.
Enlil-Hotep: ”Artık tüm Afrika birbirine bağlandı.”

...

Yıllar geçmişti. Artık her ülkede, her şehirde, her evde ve her vatandaşın elinde birbirine bağlı cihazlar vardı. 24 saat yayın yapan Kemet’in Sesi Radyosu'nun mikrofonun başında genç bir ses yankılandı.

Sunucu Lali (coşkuyla):

“Gün doğdu ey Kemet halkı! Ben Lali Bugün, Mısır’ın dört bir yanındaki kalpleri birbirine bağlayan görünmez dalgalar yeniden buluşuyor."

Sunucu Khemen: "Ben Khemen, Kemet’in Sesi Radyosu’ndan bildiriyorum! Bugünkü haberlerle başlıyoruz. Luksor’daki Nil Barajı çalışmaları tamamlandı, su çarkı jeneratörleri artık şehir ışıklarını besliyor. Yüce Kral Karmen, Nubia’ya 1000 ton buğday gönderdi. Nil taşkını erken başladı; çiftçiler, sulama kanallarını açsın. Memfis’te yeni bir su kemeri açıldı. Hava durumu: Yarın güneşli, 38°C."

Sunucu Lali: "Evet Khemen Ayrıca, Büyük Kitap Evinde yeni bir kayıt cihazı geliştirildiği haberini aldık. Bilginler artık konuşmaları taş disklere kazıyabiliyor.”

Sunucu Khemen: "Şimdi Nil kıyısından Meritre'ye bağlanıyoruz. Merhaba hocam sesim net geliyor mu?"

Bir cızırtıdan sonra uzak bir ses duyuldu.

Muhabir (uzaktan, delta bölgesinden): ”Selamlar, ben Meritre! Bugün Nil kıyısında büyük bir kutlama var. Afrika Olimpiyatları’nın açılış töreninde yüzlerce sanatçı şarkı söylüyor. Sesi kristaller aracılığıyla tüm Kemet’e ulaştıracağız!”

Bir anda hoteplör zarı titredi. Davul sesleri, flüt melodileri ve yüzlerce kişinin birleşen sesi odaları doldurdu.

Toplu koro (yayında):

“Nil’in kalbinden göğe yükselir sesimiz,
Kemet birdir, dalgalarla birleşir nefesimiz!”

Halk, şehir meydanlarında toplanmıştı. Herkesin önünde küçük bir alıcı taş yanıp sönüyordu.
Bazıları ağladı, bazıları şarkıya eşlik etti. Çocuklar ilk defa uzak bir şehrin sesini canlı dinliyordu.

Muhabir Meritre: "Memfis Stadyumu. 50.000 kişi. Güneş batıyor, ama coşku zirvede. Koşu finali. İlk tur! Nubialı koşucu önde! Kemetli sporcu hızlanıyor! VE KAZANDI!"

“Kemet’in Sesi’nden iyi akşamlar…”

...

32.12. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: (gözleri faltaşı gibi açılır) "Küçük taşlar, radyo dedikleri şeyi nasıl yaptı? Yani... bugünkü radyoların atası o taş mıydı?"

Nil-7: "Evet, Sahara. Galena, kuvars, florit… Bunlar doğal yarı iletkenlerdi. Galena, ilk yarıiletken. Hoteplör, ilk hoparlör."

O gün Enlil-Hotep’in atölyesinde, insanlık yalnızca sesi değil, görünmez dalgayı da buldu."

Sahara: "Enlil-Hotep ‘görünmez dalgalar’ dedi. Ama ben göremedim! Dalgalar nerede? Havada mı, yoksa kristallerde mi?"

Nil-7: "Bak, Sahara. Radyo dalgaları elektromanyetik dalgalardır. Işık gibi, ama gözle görülmez. Frekansları 300 kHz - 3 MHz arası. Kemet’te AM modülasyonu kullandılar: Ses, dalganın genliğinde taşınıyordu. Anten, dalgayı gökyüzüne fırlatıyordu. 300 km ötede, başka bir anten dalgayı yakalıyordu. Galena, dalgayı çözüyordu."

Sahara: "Bu taş akımı bir yönde geçiriyor’ dediler. Bu… diyot gibi mi?"

Nil-7: "Evet, Sahara. Galena, doğal bir diyottu. PN junction benzeri bir yapı. Akımı tek yönde geçiriyordu → dedektör. Zayıf radyo sinyalini ses sinyaline çeviriyordu."

Sahara: "‘Soğuk ışık’ dediler. Bu… LED miydi?"

Nil-7: "Yarı doğru, Sahara. Galena + Hematit → doğal PN junction. Kuvars → piezoelektrik voltaj (0.5 V). Florit → renk filtresi. Elektronlar geçiş katmanında enerji salınca → foton → ışık. Ama verim çok düşüktü: %0,1. Ama elektrolüminesans."




Bölüm 33: KRALLAR UZAYDA (M.Ö. 3000)

Afrika Olimpiyatları için toplanan altı kralın içinde bulunduğu uzay gemisi, titreyerek göğe yükseldi. Nil’in kıyıları, tarlalarda çalışan halk… Hepsi küçülüp küçülüp sonunda tek bir mavi parıltıya karıştı.

Kemet Kralı Karmen, Sudan Kralı Taharka, Kenya Kralı Mwenye, Nubia Kralı Shabaka, Libya Kralı Amsel ve Gine Kralı Mandé, boşluğun siyah perdesinde asılı duran mavi-yeşil mücevhere, Dünya'ya bakıyorlardı. Karmen, nefesi kesilmiş gibi cama yapıştı. Dünya, boşluğun siyah perdesinde asılı duran mavi-yeşil bir mücevherdi.

“Dünyayı görüyorum.” dedi.

Sesi önce yalnızca kendi kapsülünün içinde yankılandı; ama geminin iletişim sistemi, yeryüzüne doğru otomatik bir sinyal göndermeye başlamıştı.

Gökyüzünde, kapsülün anteninden yayılan radyo dalgaları, Afrika'nın her şehrinde, köyünde, sarayında ve çadırında yankılandı. Nil kıyılarındaki çiftçi tarlasındaki radyosunu açtığında, uzaydan gelen sesi duydu: bu, bir insanın evrensel farkındalığının yankısıydı.

Sesi tüm Afrika Birliği ülkelerinden işitildi. İnsanlar bir anda durdu, işler yarıda kaldı. Denizdeki balıkçılar, tarla süren çiftçiler, pazarlık yapan tüccarlar… herkes aynı sözleri duydu:

İlk konuşan, en büyük imparatorluklardan birinin mirasçısı olan Kemet Kralı Karmen oldu. Sesi, hayranlık ve pişmanlık arasında titrekti:

“Kapsülümün penceresinden evrenin sonsuzluğuna bakarken, aşağıda, bir toz tanesi gibi süzülen gezegenimi gördüm. Yıllardır hükmettiğim o topraklar, savaşların ve barışların yaşandığı o kaleler ve saraylar ne kadar da küçüktü... Oysa ben, onca zamanımı o küçük topraklar için harcamıştım. Güç için, şan için, sınırlara çizdiğim çizgiler için...

Onu, çöllerin ortasındaki krallığından gelen Libya Kralı Amsel izledi. Onun sözlerinde, hırsın boşluğu vardı:

Şimdi anlıyorum ki, bir nehirde suyun akışına hükmetmek mümkün değilmiş. Ne kılıcım ne de ordum, bu muazzam boşluğun içinde bir anlam ifade etmiyormuş. İnsanların hırsla koşturduğu o yollar, bu sonsuzlukta sadece anlamsız birer çizgiymiş.

Her şey, tüm bu çabalar, bir damla suda yansıyan güneş gibiydi; ne kadar parlak olsa da, kendi başına bir anlamı yoktu. Gerçek olan, sadece okyanusun kendisiydi. Ben de şimdi okyanusu görüyorum. Krallığım, unvanlarım, saraylarım... hepsi birer damla.

Medeniyetin beşiği Nubia’nın kralı Shabaka ise, evrensel birlik fikrini dile getirdi:

Sonsuzluğun bu sessizliğinde, tahtımın üzerindeki ağırlığın ne kadar yersiz olduğunu anladım. Oysa her sabah, o ağırlığı omuzlarımda hissederek uyanırdım. Ne kadar çok şeye sahip olursam, o kadar az şeye sahip olduğumu şimdi görüyorum. Krallığım, saraylarım, ordularım… Hepsi, bir kum tanesinin deniz fenerini aydınlatma çabasıymış.

Savana ve göllerin krallığından gelen Kenya Kralı Mwenye, anlık olana odaklandı:

Ben, gökleri gören bir hükümdar değilmişim. Sadece bir zindanın en parlak hücresinde yaşayan bir mahkûmmuşum. Halkıma baktığımda, onların da aynı zindanda olduğunu görüyorum. Hırs, öfke, korku… Hepsi, bizi birbirimize zincirleyen prangalar. Artık özgürüm. Çünkü artık hiçbir şeye hükmetmek istemiyorum. Sadece, bu evrenin bir parçası olmak istiyorum.

Savaşların ve isyanların yaşandığı Sudan'dan gelen Kral Taharka, içsel fetih üzerine konuştu:

Aşağıda, toprağın üzerinde yaşayanların telaşını izliyorum. Bir karınca yuvasındaki karmaşa gibi… Oysa yukarıdan bakınca, ne krallıklar kalmış ne de savaşlar. Sadece bir nefes… Bir anlık bir parıltı… Tıpkı bir yıldızın doğuşu ve batışı gibi… Şimdi biliyorum ki, en büyük fetih, kendi nefsini yenmekmiş. En büyük hazine ise, anın kendisiymiş.

Son olarak, Batı Afrika’nın ormanlarından gelen Gine Kralı Mandé, mutlak teslimiyeti ifade etti:

Yıllarca askerlerimin gücüyle sınırlar çizdim. Düşmanımı dışarıda tutmak için. Oysa en büyük düşmanım içimdeymiş. En büyük krallık ise, kalbimdeymiş. Bu evren, bana kendi içimdeki sonsuzluğu gösterdi. Artık biliyorum ki, ben bir kral değilim. Ben, sadece evrenin kendisinin bir yansımasıyım.

Kemet Kralı Karmen:

İşte bu yüzden, geri döndüğümde, ne kadar büyük olduğunu düşündüğüm tahtıma artık aynı gözle bakamayacağım. Hükmetmek, birilerine sahip olmak değil; okyanusun parçası olmak, tüm varoluşla bir olmakmış.”

Sesi geminin içinde yankılandı. Gözleri dolmuştu.

“Yukarıdan bakınca fark ediyorsun: Ne krallar var, ne köleler. Ne sınırlar, ne de savaş. Yalnızca tek bir halk var: Dünya halkı.”

Gemi, sarsıntılarla yeniden atmosfere girdi. Alevler gövdeyi yaladı ama altı Kralın da bakışları hâlâ gökteydi. Halk korku ve hayranlık içinde meydanda toplanmıştı; kimisi dua ediyor, kimisi susmuş, kimisi şaşkın bakışlarla olan biteni izliyordu. Paraşütler açıldı ve kapsül, bozkırın ortasına salına salına yere indi. Çarpmanın ardından toz bulutu yükseldi. 

Kapsülün kapağı yavaşça açıldı. Ağır bir sessizlik çöktü. İçeriden, ağır uzay giysisinin içinde altı siluet çıktı. Yeryüzüne sağ salim ayak bastığında dizlerinin bağı çözülmüştü. Altı kral, uzay giysileri içinde teker teker yeryüzüne ayak bastılar ve alnını toprağa koyarak fısıldadılar:

“Ben göğü gördüm. Artık yeryüzünü farklı göreceğim.”

Krallar kasklarını çıkardılar. Yüzüne çarpan rüzgârla birlikte saçları savruldu. Halk, ilk defa krallarının yüzünde yıldızların sessizliğini yansıtan gözlerini gördü.

Çevresinde kalabalık iyice yaklaştı; çocuklar annelerinin ellerini sıkıca tuttu, yaşlılar bastonlarına dayanarak öne çıktı. Kalabalığın içinde bir uğultu başladı, ama o elini kaldırıp sessizlik istedi. Gözleri kalabalığı süzdü, sonra yüzünü göğe kaldırdı ve derin bir nefes aldı.

Ve işte o an, her biri kendi aydınlanmasının son sözünü söyledi:

Kemet Kralı Karmen:

"Kapsülümün penceresinden evrenin sonsuzluğuna bakarken,

gördüm ki dünya bir inci tanesi gibi boşlukta asılı.

O incinin içinde insanlar, tahtlar, savaşlar, hırslar…

Hepsi bir rüyanın içindeki gölgelerden ibaretmiş."

Libya Kralı Amsel:

"Ben yıllarca “benim” dedim; toprak, taç, ordu, sınır…

Oysa şimdi anlıyorum ki hiçbir şey benim değilmiş.

Ben, sahip olduğunu sanan bir mahkûm,

dünyanın en süslü zindanında yaşayan bir tutsakmışım."

Nubia Kralı Shabaka:

"Şimdi zincirler çözüldü.

Krallığım bir hayal, şanım bir sis perdesi.

Bana ait sandığım her şey,

okyanusun damlasındaki bir yansıma gibi kayboldu."

Kenya Kralı Mwenye:

"Oradan bakınca görüyordum:

Okyanus ile damla arasında bir perde yok.

Ben damlayım, ama damlada bütün deniz saklı.

Ben fanîyim, ama bende O’nun nefesi gizli."

Sudan Kralı Taharka:

"Zaman da çözülüyordu orada.

Asırlar, imparatorluklar, kavimler…

Bir yıldızın göz kırpışı kadar kısa.

O halde tek sermayem ‘şimdi’dir,

ve ‘şimdi’, ebediyetin kapısıdır."

Gine Kralı Mandé:

"Artık biliyorum ki en büyük fetih,

ne sınırları genişletmek, ne kaleleri almak…

En büyük fetih, kendi nefsini yenmektir.

En büyük zafer, kendine hükmetmektir."

Kenya Kralı Mwenye:

"Döndükten sonra artık tahtıma otursam da,

artık o taht gözümde bir gölge olacak.

Gerçek taht, kalplerin içindedir.

Gerçek saltanat, merhametle hizmet etmektir."

Kemet Kralı Karmen:

"Şimdi şahit oldum:

Evrenin sessizliğinde yankılanan tek hakikat,

“Tek Tanrıdan başka Tanrı yoktur.”

Ben bir kral değilim.

Ben, sadece O’nun aynasındaki bir parıltıyım.

Ve teslimiyetle söylüyorum:

Hükmetmek özgürlük değilmiş,

teslim olmak özgürlüktür.

Siz de O'na teslim olun."

Krallar sözlerini bitirdiğinde, meydanda kimse alkışlamadı, kimse bağırmadı. Sadece sessizlik… Ve o sessizlikte, sanki herkes aynı hakikati hissetmişti. Bir kuş sürüsü göğe yükseldi, halkın bakışları onlarla birlikte göğe çevrildi.

Bir dakika süren bu sessizlik, eski bir çağın sonu gibiydi. Sonra, kalabalığın ön sıralarında duran yaşlı, bilge bir kadın, yavaşça diz çöktü. Ardından, bir genç adam, sonra bir asker ve en sonunda meydandaki herkes. Ancak bu, krallara biat etme diz çöküşü değildi. Bu, Kralların göklerden getirdiği hakikate, Varlığın Birliğine ve Tek Tanrıya teslimiyete duyulan saygının ifadesiydi.


33.1. Demokrasi Rüzgârı

Karmen, bir an göğe baktı, sonra yavaşça kalabalığa döndü ve derin, sakin bir sesle konuşmaya başladı:

“Ben artık kralınız değilim.”

Halkta önce bir şaşkınlık dalgası yayıldı. Bir süre sessizlik sürdü; rüzgâr sadece yaprakların hışırtısını taşıyordu. Karmen devam etti:

“Tahtın yükü, gücün çekiciliği… Tüm bunlar, beni size hizmet etmekten alıkoydu. Artık ne sarayım, ne unvanım, ne de sınırlar benim. Ben, sadece bu engin evrende sizinle aynı toprağı paylaşan bir damlayım.”

Bir adım öne çıktı; kaskını elinde tutarak halkın gözlerinin içine baktı. ”Artık hükmetmeyeceğim. Artık sahip olmayacağım. Sadece hizmet edeceğim.”

Kalabalıkta bir uğultu yükseldi, ama bu korku değil, merak ve umut dolu bir sessizlikti. Karmen, derin bir nefes aldı ve halkın daha önce hiç duymadığı bir açıklıkla sürdü:

“Yarın, her şehirden ve köyden temsilciler seçilecek. Artık kararları ben değil, siz alacaksınız. Her bireyin sesi eşit olacak. Güç, bulutlarda olduğu gibi akıcı ve geçici olacak; savaşlar değil, diyalog; hırs değil, uzlaşı hakim olacak. Bu yeni düzen, gökten yeryüzüne baktığımda gördüğüm birliği yansıtacak: ne zengin ne fakir, ne güçlü ne zayıf ayrımı olmayacak. Hepimiz, okyanusun damlası gibi bütüne katkı yapacağız.”

Halkın gözlerinde umut ışıkları yanmaya başladı. Kimse alkışlamadı; sessizlik, Karmen’in sözlerinin ciddiyetini ve ağırlığını yansıtıyordu.

“Ve böylece,” dedi Karmen, ”Halk Meclisi kurulacak. Her köyde, her şehirde halk meclisleri toplanacak. Yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler, çiftçiler, tüccarlar, bilginler… Herkes kendi iradesiyle karar alacak. Meclisler, yasaları yazacak; liderler seçilecek, ama tahtta oturan hükümdarlar değil, hizmet eden ve hesap veren temsilciler olacak. Her yıl, halk oyuyla yenilenecekler. Çünkü güç, bulutların akışı gibi geçici olmalı.”

O an, kalabalık yavaşça alkışlamaya başladı; önce küçük, sonra güçlenen bir alkış… Çocuklar ellerini kaldırdı, yaşlılar başlarını salladı. Karmen, bu sahneyi sessizce izledi, ardından kapsülün yanına geri döndü ve bir kez daha göğe baktı:

“Sadece 6 kral değil, Dünya'nın bütün kralları bu roketle gökyüzüne çıkıp Dünya'yı uzaydan izlemeli. Evren bana gösterdi ki, en büyük güç paylaşmaktır. En büyük liderlik, halkın önünde eğilebilmektir. Dünya'nın bütün kralları bu gerçeği farketmeli.”

Ertesi gün, halk meclisleri kuruldu. İlk seçimde adaylar belirdi: Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkatip ve Başyargıç. Her grup kendi önderini destekledi; bilginler başbilgine ısrar etti, rahipler başrahibe, mühendisler başmühendise… Halk oy kullandı. Seçimi başbilgin kazandı. Karmen, bir kez daha halkın önüne çıktı ve başbilginin seçimini onayladı:

“Bilgelik, bir kişinin değil, hepimizin ışığıdır. Halkın iradesi, en güvenli yoldur.”

Başbilgin, halkın tezahüratları arasında kürsüye çıktı. ”Artık yönetim hepimizin elinde,” dedi. ”Her karar, topluluğun vicdanına dayanacak. Güç, tek bir kişinin elinde değil, halkın kolektif aklında olacak.”

Yıllar içinde Halk Meclisi, Afrika kıtasının dört bir yanına yayıldı. Nil Deltası’ndan Sahara’nın güneyine, doğudan batıya kadar, eski krallıklar yerini halk meclislerine bıraktı. Her ülke, kendi geleneklerini korurken, ortak bir demokrasi şemsiyesi altında birleşti.

Karmen’in sesi, uzaydan yankılanan o ilk sözler, artık kıtanın her köşesinde yaşayan bir miras haline gelmişti. Halk, kendi iradesiyle yönetime katıldığı için, savaşlar unutulmuş anılara dönüştü; tarlalar bereketli, ticaret adil ve toplum huzurlu bir düzen içinde yaşadı.

Karmen, bir zamanlar tahta oturmuş bir kral olarak değil, ”Hizmetkar Başkan” olarak anıldı. Çıktığı 100 km yükseklik isminden esinlenerek Kármán hattı olarak isimlendirildi.

33.2. Afrika’nın Altınçağı

Bu yeni düzen kısa sürede meyvesini verdi. Çatışmalar azaldı, çünkü kimse kendini dışlanmış hissetmiyordu. Tarlalar daha bereketli oldu; çünkü köylüler alınacak kararları kendileri vermişti. Ticaret yolları güvenle açıldı; çünkü tüccarlar adil temsilciler tarafından korunuyordu.

Komşu ülkeler bu değişimi gördü. Önce kuşkuyla baktılar, sonra merakla elçiler gönderdiler. ”Karmen’in halkı kendi kendini yönetiyor, kral tahtını bırakmış,” deniyordu.

Kısa süre içinde bu yükseliş kıtanın dört bir yanına yayıldı. Nil’in ötesindeki krallıklarda halk meydanlara indi, meclisler kuruldu. Batı Afrika’da, tüccar şehirlerinde, temsilciler seçildi. Güneyde, kabileler bir araya gelip ortak konseyler kurdu.

Afrika Birliği, artık yalnızca kralların değil, halkın birliği olmuştu. Sınırlar hâlâ vardı, ama onları aşan bir şey doğmuştu: ortak bir demokrasi ruhu.

Ve göklerden aşağıya bakınca, mavi-yeşil mücevherin üzerinde parlayan bir barış ışığı görüldü. Afrika, "overview effect"inden alınan ilhamla eşitlik, uzlaşı ve evrensel bir birlik kıtasına dönüşmüştü.

...

33.3. Nil-7’nin Anlatımı (M.S. 8000, Sahara’nın Odası)

Nil-7’nin gözlerindeki ışık halkaları yavaşça soldu. Gözbebeklerinde Nil’in mavisi değil, anıların külleri dönüyordu artık.

Nil-7: ”Hikaye burada biter, Sahara. Afrika’da 7 yıl boyunca Altın Çağ yaşandı. Halk meclisleri çalıştı, açlık bitti, bereket geldi, tarlalar altın gibi parladı. İnsanlar birbirini kardeş bildi.”

Sahara başını yana eğdi, küçük sesiyle sordu:

Sahara: ”Yedi yıl mı? Peki sonra ne oldu?”

Nil-7 sustu. İçinden bir veri akışı yankılandı; eski kayıtları açıp kapar gibi.

Nil-7: ”Bunu gerçekten öğrenmek istediğine emin misin? Üzülmeni istemem.”

Sahara’nın yüzü ciddileşti.

Sahara: ”Sen hep derdin ya... Gerçek, ne olursa olsun bilinmeli diye. Lütfen anlat.”

Nil-7, gözlerini kapadı. Tıpkı bir makine değil de bir canlıymış gibi derin bir nefes aldı.

Nil-7:

“Yedinci yılın sonunda… Başbilgin bir sabah ölü bulundu. Zehirlendiği söylendi ama kimse kimin yaptığını bilemedi.

Karmen, öfke ve suçluluk arasında kaldı. Halk, birbiriyle tartışmaya başladı; meclisler parçalandı.

O karışıklıkta, tapınakların başrahibi Narmer, ‘Tanrılar bize küstü’ dedi.

Ve halk, yeniden gökyüzüne değil, yere bakmaya başladı.

Narmer, ‘Düzeni ben kuracağım’ diyerek iktidarı ele geçirdi.

Karmen onu durdurmak istedi… ama o da kısa süre sonra öldü. Kimine göre suikasttı, kimine göre gönüllü bir son.

Altın çağ, sessizce karanlığa döndü.”

Sahara’nın gözleri doldu.

Sahara: ”Yani… Alternatif tarih senaryosu da olsa sonunda yine aynı hatayı yaptılar. “

Nil-7 başını eğdi.

Nil-7: ”İnsanlık bazen öğrenmek için değil, hatırlamak için yaşar. Her çağda bir Karmen doğar, bir Narmer yükselir. Önemli olan senin hangisini dinleyeceğin.”

  

 

Bölüm 34: Narmer Dönemi - Karanlık Çağlar Başlıyor

34.1 Sahne: “Zaman Akışı - Hızlandırılmış Tarih”

Sahara yatağa kendini bıraktı ve robotuna seslendi:

Hızlandır, Nil-7. Ama atlama; hepsini görmek istiyorum… yıl yıl.

Nil-7’nin göz merceği ince bir tonda parladı:

Zaman akışı: gözlemsel hızlandırma modunda. Tamam küçük hanım. Simülasyon hazır. ”Neuroverse™, zihinsel bağlantı başlatılıyor

Odada duvara düşen ışıklar takvim yapraklarına dönüştü. Her yaprak bir esintiyle savrulup bir sonrakine devrildi.

Nil-7’nin vizöründe titreşen harfler belirdi: YIL +1

Yıl 1 - Yıl 7 : Altın Çağ

Başbilgin seçimle iş başına gelir; Karmen ile birlikte kıta barış, diyalog ve refah yaşar. Afrika olimpiyatları, Okullar, su kanalları, halk meclisleri işler. Teknolojik keşif ve icatlar devam eder.

Yıl 8 : Kriz başlar

Altın Çağ’ın 7. yılının ardından Başrahip Narmer'in sebep olduğu söylentiler, küçük çatışmalar, politik gerilimler ve istikrarsızlık yükselir.

Yıl 9 : Başbilgin öldürülür / Altın Çağ’ın çöküşü başlar”

Başbilgin suikastla ya da kaza ile hayatını kaybeder; Karmen sarsılır.

Yıl 10 : Altın Çağın Sonu Karmen’in ölümü / Narmer’in doğuşu

Kral Karmen ve Başbilgin aynı yıl içinde ölür veya öldürülür.

Kemet'in yönsüz kalmasını fırsat bilen Narmer (başrahip) hızla otorite kazanır.

Başrahip Narmer, halkı “kaosun sonu” vaadiyle bir araya getirir.

İlk kararnamesi: ”Gökyüzüne ait bilgi, tanrıların yanında kalmalıdır.”



Yıl 10 - Yıl 72 : Narmer dönemi - Gölge Çağı (63 yıl)

Narmer’in iktidarı resmen bu aralığı kapsar (72 − 10 + 1 = 63 yıl). Bu dönemde meclisler bastırılır, kayıtlar mühürlenir ve toplumsal denetim kurulur. Narmer, bilgelik meclislerini fesheder. Afrika olimpiyatları yasaklanır. Afrika Birliği dağılır. Bilginler hapse atılır. Mektepler kapatılır. Uçma turizmi tanrılara isyan sayılarak yasaklanır.

Yüzlerce Mekanik icatlar, on binlerce  tablet, harita, plan ve göksel veri; Nil’in batısında Giza'da yer alan Kayıtlar Salonunun taş bir odasına indirilir. Kayıtlar Salonu adı verilen bilgi arşivi mühürlenir.

Rahipler, bu odanın üstünü kum ve taşlarla gömerek ”Sessizlik Mührü” töreni yapar.

Narmer’in emriyle, salonun üstü dev taş bloklarla kapatılır.

Narmer, kendini tanrılar tarafından desteklenen ”Şahin başlı tanrı himayesinde” ilan eder. Bilginler ”Karmenist yahut Karmenci” olmakla suçlanır, Tanrılara ihanet ettikleri iddiasıyla atsız araba ve roket ilmini bilen bilginler öldürülür. 

Bilgin avına bütün halk katılır. Kemet zindanları bilginlerin hamile eşleri ve bebekleriyle dolar. Bazı bilginler ve öğrencileri zulümden kurtulmak için aileleriyle Afrika çöllerini ve Nil nehrini aşmaya çalışır. Güneye giden mülteciler komşu devletlerdeki istihbarat elemanları tarafından yakalanır. Nil'i geçip Mezopotamya'ya ulaşan bilginler ve öğrencileri Mezopotamya’da yerel kabilelerle kaynaştı. Onlara Sulama sistemlerini geliştirmeyi, Taştan kalıcı yapılar inşa etmeyi, Gök olaylarını izleyip takvim oluşturmayı, Kayıt tutmak için semboller (proto-yazı) kullanmayı öğrettiler. Ve böylece Kemet’te mühürlenen bilgi, Fırat’ın kıyısında yeniden doğdu. İnsanlık, karanlığın içinden ikinci kez yürümeye başladı.

Narmer Paleti’ndeki sahnelerde, bu ünlü taş levhada Narmer, düşmanlarını cezalandırırken gösterilir. Bir sahnede Narmer, bir düşmanı saçından tutarken topuzla vurmak üzere gösteriliyor. Alt kısımda, kafaları kesilmiş ve hadım edilmiş düşmanlar yer alıyor. Bu şiddet içeren taş levha, onun askeri gücünü ve otoritesini vurgulamak için bilginleri katlettiği yere dikilir.

Tapınaklar her şehrin yönetim merkezi olur. Gökyüzüne bakmak, suç sayılır. Halk, geceleri yıldızları izlemek yerine tapınak ateşine bakar.

Narmer’in askerleri, atölyeleri ve fabrikaları yıkar. Ev ev gezerek icatları toplar. Bilginlerin öğrencilerini ve saat ustalarını hapseder. Bazı öğrenciler bilginleri tanımadığını söyleyerek komşunu, arkadaşını, annesini, babasını, eşini, kardeşini, çocuğunu krala 'Evinde yasak Karmen teknolojisi saklıyor' diye ihbar ederek, krala biat eder. Bir kısmı çöllere sürülür, bir kısmı biat etmeye zorlanarak tapınaklarda “çırak rahip” olarak eğitilir. Sadece taş ustalarına dokunmaz.

Bilimin dili yavaş yavaş unutulur, yerine dua ve ritüel dili geçer. Ayların isimlerini tanrılarla ilişkilendirip ve Sirius yıldızının doğuşu gibi göksel olaylara göre düzenler.

Afrika birliğinin tamamen dağılması için Libya, Nubia, Kenya, Sudan, Gine krallarına suikast düzenleyerek öldürür. Kendi onay verdiği politeist ve diktatör liderlerin kral olmasını sağlar. Afrika'nın bütün ülkelerine dağılan icatlar toplanıp imha edilir.

Narmer, gömülen Kayıtlar Salonu’nun üzerine ”Güneş Taşı” adıyla dev bir platform yaptırır.

Bu taş, sonradan piramitin temel katmanı olacaktır.

Rahipler, orayı ”Yeryüzü ile Göğün birleştiği yer” ilan eder.

Yıl 73 ve sonrası : Piramit inşası / Kayıtların kesin mühürlenmesi

Narmer’in ölümüne yaklaşırken, rahipler onun vasiyetini açıklar:

“Gökyüzü, bir daha insan eliyle açılamasın.”

Yeni kral oğlu Hor-Aha oldu. Narmer’in izinden gitse de göğe meraklıdır.

YIL +82 - “İlk Piramit”

Sonra Kral Zoser, Narmer’in mühürlettiği Kayıtlar Salonu'nun tam üstüne ilk basamaklı piramidi yaptırır. Zoser’in mimarı, rahip-bilgin İmhotep’tir.

Bu yapı, hem mezar hem mühür olur.

Piramitin tabanı altında, hâlâ Kayıtlar Salonu’nun taş tavanı bulunur.

Halk, artık avuçlarına değil, piramitlere bakarak dua eder.

Nil-7’nin sesi yavaşladı.

“Gözlemsel hızlandırma durduruluyor…”

Sahara nefesini tuttu.

“Yani… piramitler aslında mezar değil… mühür müydü?”

Nil-7’nin vizörü kısa bir süre karardı, ardından yalnızca şu cümle belirdi:

“Evet, küçük hanım. Bilgiyi gizlemek için yükseltilmiş taş dağlardı onlar. Teknoloji ve bilim vardı; gömdüler Giza'ya. Aman bulunur! deyip üstüne 2,3 milyon taş blok koydular,”

34.2 KAYITLAR SALONU KEŞFİ

Sahara gözlerini kocaman açtı:

Sahara: ”Peki… Kayıtlar Salonu bulundu mu? Her şey orada hâlâ duruyor mu?”

Nil-7 kısa bir durak verdi, gözlerinde eski ışık halkaları hafifçe titredi:

Nil-7: ”5000 yıl boyunca mühürlü kaldı, taşların altında saklandı. Ama insanlık bazen kendi izini arar. Bazı araştırmacılar 21. yüzyılda, 2025’te yeraltı rezonans haritalama teknolojileriyle Giza Piramitleri’nin altında gizli yapılar, spiral geçitler ve koridorlar buldular. Uydu radarları ve mikro titreşim analizleriyle  yerin altındaki yapılar, fiziksel kazı yapılmadan üç boyutlu olarak haritalandı.”

Sahara heyecanla sordu:

Sahara: ”Peki… Kayıtlar Salonuna girildi mi?”

Nil-7 gözlerini açtı, eski anıların külleri hâlâ gözlerinde dans ediyordu:

Nil-7: ”Evet, küçük hanım. Piramitlerin altı 2125 yılında kazıldı, gizli geçitlerden Kayıtlar Salonu’na inildi ve her şey bulundu. Ama bulunan icatlar zaten keşfedilmişti,. Fakat Altın Çağ döneminde 50 yılda keşfedilenlerin Gölge Çağ'da keşfedilmesi 5000 yıl sürmüştü.”

Sahara dudaklarını bükerek düşündü:

Sahara: ”Yani… bilgi oradaydı, ama insanlık onu geç keşfetti.”

Nil-7 hafifçe başını salladı:

Nil-7: ”Evet, küçük hanım. Geçmişin hazinesi sabırla bekledi ve insanlık hazır oldukça kapılar yavaş yavaş açıldı.”

Sahara merakla sordu:

Sahara: ”Nil-7… Kayıtlar Salonunu bana gösterir misin? Görselleştir, lütfen.”

Nil-7 gözlerini kapadı, vizöründeki ışık halkaları titreşti :

Nil-7: ”Tamam. Simülasyon hazır. ”Neuroverse™, zihinsel bağlantı başlatılıyor. Hazır ol, küçük hanım. Zihnini aç ve gözlerini kapat…”

Görüş bulanıklaşır… Sonra piramit tabanından başlayan bir merdiven sistemi görünür. Dar geçitler, spiral rampalar boyunca uzanıyordu. Duvarlar, eski taş tabletler ve kabartmalarla kaplıydı; üzerlerinde yıldızlar, nehirler ve bilinmeyen semboller işlenmişti. Merkezi odada dev bir taş salon yükseliyordu: Kayıtlar Salonu. Tavanı kubbe gibi kemerli, duvarları binlerce küçük çekmeceyle doluydu; her çekmeceye mühürlenmiş tabletler yerleştirilmişti.

Nil-7: ”Burası… her bilginin gizlendiği yer. Mekanik icatlar, matematiksel tablolar, yıldız haritaları, delikli kartlar… Hepsi burada saklı. İnsanlık, bu kapıdan yavaş yavaş geçerek yeniden keşfedecek.”

Sahara gözlerini kocaman açtı:

Sahara: ”Burası… inanılmaz… ama neden saklamışlar?”

Nil-7: ”Çünkü Kral Narmer bilgiden korktu, küçük hanım. Halkın kendi aklıyla değil, onun uydurduğu bin tanrılı düzenle yaşamasını istedi. Kayıtlar Salonunu, bilgiyi korumak için değil; onu susturmak için gömdü.”

Sahara’nın kaşları çatıldı:

Sahara: ”Yani… insanları karanlıkta tutmak için mi?”

Nil-7: ”Evet. Işık varken gölgeler hükmedemezdi. Narmer, yalanlarını duyurmak için gerçeği susturdu.”

Vizör bir süre sonra yavaşça kararırken, Sahara hâlâ zihninde salonun büyüklüğünü ve gizemini hissediyordu. Nil-7’nin ışık halkaları sönmeye başlarken, Sahara hâlâ zihninde Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarını, spiral geçitlerini ve yıldız sembollerini görüyordu.

Nil-7 sessizce bir kenarda duruyordu.

Nil-7: ”Simülasyon sona erdi, küçük hanım.”

Bir süre sessizce yatağında oturdu. Derin bir nefes aldı.

Tam o sırada koridordan annesinin sesi geldi:

Anne: ”Sahara! Akşam yemeği hazır, hadi sofraya!”

Sahara başını kaldırdı, hâlâ dalgın bir haldeydi.

Sahara: ”Geliyorum anne…”

Sahara ayağa kalktı, robotunun parlak gözlerine baktı:

Sahara: ”Bugün çok şey öğrendim, Nil-7. Ama… sanırım biraz da üzüldüm.”

Nil-7: ”Gerçek bilgi bazen kalbi ağrıtır, ama ışığı da ancak o karanlıkta fark ederiz.”

Sahara gülümsedi.

Sahara: ”Yemeğe dönüyorum. Yarın bana Kayıtlar Salonu’na nasıl inildiğini anlatır mısın?”

Nil-7: ”Elbette, küçük hanım. Ama önce enerji depolamayı unutma; hem senin hem benim için.”

Sahara kahkaha atarak odadan çıktı. Koridorda annesinin sesi yankılandı: ”Sahara!”

  

 

Bölüm 35: SON AKŞAM YEMEĞİ (M.S. 8000)

Sahne Sahara’nın mutfağına kayar. Yemek masasında sessizlik vardır, yalnızca çatalın tabağa dokunan sesi duyulur. Birden annesinin sesiyle irkilir:

Nalan: ”Bugün hangi hikâyeleri dinledin bakalım?”

Sahara, başını kaldırırken hafifçe fısıldadı:

Sahara: ”Sadece… dünyanın bir zamanlar göğe bakmaktan korktuğu günleri.”

Nalan: ”Ne gibi?”

Sahara: ”Baba! Anne! Hikayede çok garip bir şey oldu!”

Nalan çatalını bırakıp doğrulurken:

Nalan: ”Ne oldu yavrum? Neler gördün?”

Okan kollarını açtı:

Okan: ”Hadi anlat bakalım.”

Sahara: ”Simülasyonda… Afrika’da insanlar altın çağı yaşıyordu. Her şey… o kadar parlak ve güzel görünüyordu ki… ama sonra, birden… 5000 yıllık karanlık çağa gömüldüler. Halk birbirine düştü, şehirler sustu, bin tanrı uydurup taptılar, bilgi kayboldu. Her şey bir anda… yok olmuş gibi!”

Nalan yüzünü elleriyle kapladı, derin bir nefes aldı:

Nalan: ”Narmer’in dönemini öğrenmiş olmalı… gerçekten de böyle korkunçtu.”

Okan kaşlarını çattı, hafifçe yere baktı:

Okan: ”Bu dönemi çocukken robotum anlatmıştı. Tüm bilgiler… Kayıtlar Salonu’na gömülmüş.”

Sahara başını salladı, gözleri parladı:

Sahara: ”Evet! Ama Nil-7… simülasyonda bana gösterdi. Her şey hâlâ oradaymış. İnsanlık onu yeniden keşfetmek için… binlerce yıl beklemiş.”

Sahara yemeğini bitirene kadar bu konuyu konuştular...

 

35.1. YENİ GÖREV

Masadan kalkmak üzereyken birden babasının sesi ağır bir ciddiyetle yükselir:

Okan: ”Sahara… seninle konuşmamız gereken bir şey var.”

Sahara başını kaldırır. Annesiyle babasının gözlerinde hem endişe hem de gurur vardır.

Nalan: ”Yeni görev açıklandı. Bir yıldız gemisi… uzak bir dünyaya koloni kurmak için gidiyor.”

Sahara’nın kalbi hızla atmaya başlar.

Okan: ”Ve biz seçildik. Sen de bizimle geliyorsun.”

Bir anlık sessizlikten sonra annesi gülümsedi:

Nalan: ”Nil-7 de geliyor tabii. Onsuz olmaz.”

Sahara, tabağını unutup başını çevirdi. Nil-7’nin gözleri hafifçe yanıp söndü; sanki çok önceden her şeyi biliyormuş gibi sessizce onları izliyordu.

Nil-7: "Anlattığım hikayeler seni bu göreve hazırlamak içindi. Artık koloni görevi için hazırsın. Sıfırdan başlayıp yeni bir uygarlık kurabilecek bilişsel donanımdasın. Benim hikâyelerim, sadece geçmişi anlatmak değildi Sahara. Senin yolculuğun için, zihninde bir pusula kuruyordum."

 

35.2. YENİ ORGAN

Nalan, hafifçe başını salladı, gözlerinde hem ciddiyet hem de güven vardı.

Babası Okan: ”Gitmeden önce yapmamız gereken bir şey var, Sahara…”

Sahara gözlerini onlara çevirdi, kalbi hızla atıyordu. ”Nedir o?” diye sordu.

Okan derin bir nefes aldı. ”Senin için özel bir hazırlık. Bu, sadece yolculuğun için değil, ömrün için de gerekli.”

Masadaki küçük, parlak kutuyu Sahara’ya doğru itti. İçinde, metalik ve organik dokuların birleşimiyle neredeyse canlı gibi kıpırdayan bir organ duruyordu. Sahara, kutuyu dikkatle inceledi.

“Nil-7… bu organ… bana anlatabilir misin? Nasıl çalışıyor? Neden benim için tasarlandı? Eğer bunu yapmazsak… ne olur?”

Nil-7 hafifçe parladı ve sakin bir sesle yanıtladı.

“Sahara, bu organ senin nefesinle vücudunda oluşan serbest radikalleri topluyor ve etkisiz hâle getiriyor. Hücrelerin zarar görmüyor, ömrün korunuyor. Tasarımı, doğal antioksidan enzimlerini temel alıyor; ama kendi damar ağını kuruyor, metabolizmanla bütünleşiyor ve kan akışıyla aktif çalışıyor.”

Sahara kaşlarını çattı. ”Peki… bunu takmazsam? Normal nefes alıp, yaşamaya devam edersem ne olur?”

Nil-7 gözlerini hafifçe kısarak yanıtladı.

“Tabii ki yaşayabilirsin. Ama her nefes, hücrelerine mikrohasar bırakıyor. Eğer organı takmazsan, zamanla vücudun her organı yavaş yavaş çöküyor. Yirmi yıl, otuz yıl… belki elli yıl sonra, kalbin, böbreklerin, kasların, hatta beynin bile tek tek yıpranmaya başlayacak. Hücrelerin artık kendini onaramayacak. Yaşlanma kaçınılmaz olacak ve yaşamın ağır bir çöküşle dolacak. Bu organ, sadece ömrünü korumakla kalmıyor; görevini ve yeteneklerini sürdürmeni de sağlıyor.”

Sahara dudaklarını araladı. ”Başka özellikleri de var mı?”

Nil-7 hafifçe titredi. ”Evet. Küçük biyosensörleri sayesinde enerji seviyelerini, bağışıklık sistemini ve hormonlarını sürekli izliyor. Minik yaraları hızla onarıyor, metabolizmanı optimize ediyor ve seni koloni görevine hazır tutuyor. Her nefes artık seni güçlendiriyor; sadece yaşamını değil, yeteneklerini de koruyor.”

Sahara, otodoktorun başında dururken kaşlarını çattı.

“Peki… neden şimdi? Neden bu organı bana daha önce takmadınız? Ya da neden daha geçe bırakmıyorsunuz?”

Nil-7’nin gözleri hafifçe yanıp söndü. Sesi derin ve kararlıydı:

“Çünkü zamanın terazisi vardır, Sahara. İnsan bedeni, yirmi yaşına kadar kendi savunmasını kusursuzca yapar. Çocukluk ve gençlik boyunca hücrelerin antioksidan kalkanı çok güçlüdür. Oksijenin her nefeste ürettiği serbest radikalleri anında temizler, tek bir yara izi bile bırakmaz. Bu yüzden çocukların teni pürüzsüz, kasları esnektir.”

Sahara dikkatle dinliyordu; her kelime kalbine işliyordu.

Nil-7 devam etti:

“Fakat yirmi yaşından sonra bu kalkan zayıflamaya başlar. Önce yavaş, sonra hızlanarak. Yirmilerinde küçük izler bırakır, otuzlarında mikrohasarlar birikir, kırklarda bu izler görünür olur. Ve elli yıl sonra, organların tek tek çökmeye başlar. Kalp damarları sertleşir, kaslar gevşer, beyin hücreleri zayıflar. İşte yaşlanma budur: nefesin kendi bedenine karşı açtığı görünmez savaş.”

Sahara’nın boğazı kurudu. ”Yani… bu organ takılmazsa… elli yıl içinde ben de çökeceğim. Fakat neden şimdi? Ben daha 9 yaşındayım. Neden 20 yaşıma gelmemi beklemiyoruz?”

Nil-7 hafifçe yanıp söndü ve sessizce yanıtladı:

“Sahara… senin durumun farklı. Normalde organlar yirmi yaş civarında takılır, çünkü çocuk bedeni kendi savunmasını kusursuz yönetir. Ama senin yolculuğun özel. Uzun süreli uyku kapsüllerinde kalacaksın ve kolonileşmeye başlamadan önce metabolizmanın ve hücrelerin, uyku kapsülünün stresine dayanıklı olmalı.”

Sahara kaşlarını çattı. ”Uyku kapsülü… stres mi yapıyor?”

Nil-7 devam etti:

“Evet. Kapsül içinde vücut uzun süre hareketsiz kalacak, kan akışı yavaşlayacak, metabolik denge değişecek. Bu süreç, senin yaşını yavaşlatıyor gibi görünse de, hücrelerine mikrohasar bırakıyor. Eğer organı şimdi takmazsak, uyku kapsülü yolculuğunun sonunda hücrelerin yorgun ve zayıf olacak. Organ, bu mikrohasarları önlüyor, damarlarını ve metabolizmanı optimize ediyor. Yani erken takılıyor: hem yolculuk boyunca koruma sağlıyor, hem de senin doğal büyümeni engellemiyor.”

Nil-7'nin ışıkları sakin bir ritimde titredi:

“Senin nefesin artık yolculuğunu ve ömrünü koruyacak. Her nefesin seni güçlendirecek, Sahara. Bu yüzden zamanlama kritik: dokuz yaş, uyku kapsülüne hazırlık için en uygun an.”

Sahara dudaklarını araladı ve hafifçe gülümsedi. Artık korku yerini meraka ve heyecana bırakıyordu.

Okan hafifçe gülümsedi. ”Hazır mısın?” diye sordu Okan. ”Hazırsan, Sahara… otodoktor seni bekliyor.”

Sahara başını salladı., heyecan ve korku arasında gidip gelen duygularla, babası, kutuyu otodoktora yerleştirirken tereddütle seslendi:

“Baba… canım acıyacak mı?”

Babası sakin bir tonda yanıtladı:

“Hayır, Sahara. Organ yerine entegre edilirken, otodoktor mikrocerrahi ve nanoteknoloji kullanıyor. Hücreler arasındaki boşluklardan geçiyor, damarlarını kendi kendine açıyor ve sadece çok hafif bir karıncalanma hissi veriyor. Ağrı hissetmeyeceksin, sadece organın aktifleştiğini fark edeceksin.”

Cihaz hafifçe titreşti, karın boşluğunu taradı ve iki böbreğin arasındaki boşluğu belirledi.

Sahara derin bir nefes aldı. Otodoktor, organı  İki böbreğin arasındaki retroperitoneal boşluğuna yönlendirdi. İlk temasla birlikte organ embriyo gibi kendi damarlarını açtı, böbreklere ve çevre dokulara bağlandı. Kan akışı başladığında, hafif bir sıcaklık yayıldı ve Sahara, karın boşluğunda hafif bir karıncalanma hissetti; organ, kendi damarlarını yavaşça açıyordu.

Nil-7 yanıp söndü, sessizce onay verdi.

“İşte şimdi, nefesin seni değil, görevini ve ömrünü besliyor. Artık sadece uzun ömürlü değil, aynı zamanda yeni Sahra’nın öncüsüsün.”

Sahara dudaklarını araladı ve hafifçe gülümsedi. Omzundaki titreşim, organın çalıştığını hissettiriyordu. Artık korku yoktu; sadece merak, heyecan ve sorumluluk vardı. Sahara gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve organın hafif sıcaklığıyla bütünleşti. Artık hazırdı. Yeni görev, yeni dünya ve yeni Sahra onu bekliyordu.

  

35.3. KAPANIŞ

Sahara uyumadan önce Nil-7'nin kulağına fısıldadı:

“Kayıtlar Salonu 2025’te tespit edildi, ama neden 2125’e kadar 100 yıl beklendi? Neden hemen kazmadılar?”

Nil-7: Gözlerindeki ışık halkaları hafifçe titreşti, sesi sakin ama derin bir tonda yankılandı.

“Küçük hanım, 2025’te Giza’nın altında gizli yapılar bulduklarında, dünya bir an için nefesini tuttu. Yeraltı rezonans haritalama, mikro titreşim analizleri ve uydu radarları, Kayıtlar Salonu’nun varlığını işaret ediyordu. Ama insanlık, hakikati bulduğunda bile bazen ona hazır olmuyor. O dönemde, bazı güçlü sesler; mesela, Mısır’ın antik mirasını koruma görevini üstlenmiş isimler, Zahi Hawass gibi; bu bulguları sorguladı, hatta yalanladı. Onlar, piramitlerin sırlarının kutsal olduğunu ve açığa çıkarılmasının kültürel mirası zedeleyeceğini savundular. Bilimsel topluluk da temkinliydi; teknolojinin sınırları, bulguların kesinliğini tartışmaya açtı ve bazıları bu iddiaları ‘abartılı’ buldu.

Ama asıl mesele, Sahara, insanlığın kalbiydi. 2025’te dünya, savaşlar, iklim krizleri ve siyasi çalkantılarla boğuşuyordu. Kayıtlar Salonu’nun keşfi, bir umut ışığı olabilirdi, ama aynı zamanda korku da uyandırdı. İnsanlar, geçmişin bilgisinin kendilerini değiştirebileceğinden çekindi. Hükümetler, bu bilginin kontrolünü ele geçirme telaşına düştü; bazıları, Narmer gibi, bilgiyi gömmenin daha güvenli olduğunu düşündü. Kazılar için izinler, fonlar, uluslararası anlaşmalar… Bütün bunlar, bürokrasinin ve korkunun bataklığında yavaşladı.

100 yıl boyunca, teknoloji gelişti, ama insanlık önce kendi nefsini fethetmek zorundaydı. 2125’te, nihayet, yeni nesil bilim insanları ve kaşifler, cesaretle o taş kapıyı açtı. Kayıtlar Salonu’na inildiğinde, insanlık hazırdı; ya da en azından, hazır olmaya karar vermişti. Çünkü bazen, küçük hanım, gerçeği bulmak yetmez; onu kucaklamak için doğru zamanı beklemek gerekir.”

...

Okan uyumadan önce Nalan'ın kulağına fısıldadı: ”Hayatım! Yeni Dünyalar Kolonizasyon Yönetim Kurumundan şimdi haber geldi, rotada stratejik bir revizyon yapılmış...”

 

İKİNCİ KİTAP BİTTİ 

 


3. KİTAP: "YENİ SAHRA" tıkla.

Sahara ve ailesinin yıldızlararası kolonist olarak yeni bir gezegende yeni bir uygarlık kurmasını, aynı zamanda insanlığın “yeni bir Sahra” inşa etmesini anlatacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları