Önsöz
Bölüm 1: Köydeki Uğurlama
Güneş, Anadolu’nun küçük bir köyünün üstünde henüz tam doğmamıştı. Tepelerin ardında kızıl bir çizgi gibi uzanıyordu, ama köy meydanı çoktan hareketlenmişti. Davulun tok sesi, zurnanın tiz çığlıklarıyla birleşip sabahın serin havasını yırtıyordu. Köylüler, ellerinde bayraklar, gözlerinde hem gurur hem hüzün, gençlerini askere uğurlamak için toplanmıştı. Seferberlik ilan edilmiş, her evden bir yiğit istenmişti. Bugün sıra Ahmet ve Hasan’daydı.
Ahmet, uzun boylu, geniş omuzlu bir delikanlıydı. Yüzünde sakin bir kararlılık vardı; gözleri, babasının tarladaki sabrını taşıyordu. Elinde küçük bir bohça, başında yamalı bir kasketle meydanın ortasında duruyordu. Yanında Hasan vardı; kısa boylu, çelimsiz ama hareketli. Gözleri fıldır fıldır dönüyor, sanki etrafta bir fırsat kolluyordu. İkisi de aynı köyden, çocukluktan beri arkadaştı, ama yolları hep ayrıydı sanki.
Meydanda bir uğultu yükseldi. Köyün yaşlıları, kadınları, çocuklar, asker olacak gençlerin etrafını sarmıştı. Ahmet’in babası Hüseyin Efendi, oğlunun omzuna elini koydu. Yüzünde derin çizgiler, sesinde ağır bir tonla konuşmaya başladı.
“Ahmet, oğlum, vatan sana emanet. Namusunla git, namusunla dön. Allah yardımcın olsun.”
Ahmet başını eğdi, babasının elini öptü. “Baş üstüne, baba. Dualarınızı eksik etmeyin.” Sesi sakindi, ama içinde bir ateş yanıyordu. Vatan borcu, onun için tarladaki ekin kadar gerçekti.
Köy meydanındaki uğurlama telaşı sürerken, Ahmet bir an durdu, gözleri kalabalığın ötesine kaydı. Zeynep, çeşme başında bekliyordu. Uzun siyah saçları rüzgârda dalgalanıyor, elleri su testisini sıkıca tutuyordu. Ahmet, ona doğru yürüdü; köylülerin sesi bir an için kayboldu. Zeynep başını kaldırdı, göz göze geldiler.
Ahmet, sesini alçalttı. “Zeynep, gidiyorum. Ama döneceğim, söz.”
Zeynep’in gözleri doldu, ama gülümsedi. “Dön, Ahmet. Burada seni bekleyeceğim. Çeşme şahit olsun.” Elini uzattı, Ahmet’in avucuna bir yemeni bıraktı. “Bunu al, beni hatırla.”
Ahmet yemeniyi aldı, göğsüne bastırdı. “Sözüm söz, Zeynep. Seni bırakmam.” Bir an durdular, suyun şırıltısı aralarındaki sessiz yemini mühürledi. Ahmet geri döndü, kalabalığa karıştı, ama yüreği o çeşmede kalmıştı.
...
Hasan’ın annesi Fatma Nine ise oğlunun koluna yapışmış, telaşla tembihliyordu. “Hasanım, akıllı ol, kendine iyi bak. Orada aç susuz kalma, bir yolunu bul. Ben sana güveniyorum, oğlum.” Hasan, annesinin elini çekerken gülümsedi, dişleri sabah ışığında parladı. “Merak etme, ana. Ben kendimi bilirim. Aç da kalmam, açıkta da.”
Köyün imamı Hacı Osman, elinde tespihle gençlerin önüne geçti. Dualar okundu, aminler yükseldi. Ahmet gözlerini kapadı, içinden bir şeyler mırıldandı. Hasan ise etrafına bakınıyor, kalabalıkta kimi görse göz kırpıyordu. Davulcu Hüseyin, zurnacıyla göz göze geldi, bir işaretle tempo hızlandı. Gençler, omuz omuza dizilip köyün çıkışına doğru yürümeye başladı. Arkalarından çocuklar koştu, kadınlar mendil salladı.
Yolda, Ahmet ve Hasan bir ara yan yana geldi. Ahmet, arkadaşının elindeki boş torbaya baktı. “Hasan, bohçan nerede? Bir şey mi unuttun?”
Hasan omuz silkti, sırıttı. “Ne bohçası, Ahmet? Orada her şey bulunur. Hem ben hafif giderim, rahat ederim.”
Ahmet kaşlarını çattı. “Askerlik bu, oyun değil. Hazırlıksız gidilmez.”
Hasan alaycı bir kahkaha attı. “Sen çok ciddisin be! Bırak şu köylü kafasını. Ben bakarım başımın çaresine. Sen talim yaparsın, ben işimi bilirim.”
Ahmet sustu, ama içinden bir huzursuzluk geçti. Hasan’ın bu lafları, çocuklukta tarladan armut çaldığı günleri hatırlattı. O zaman da “Kimse görmez” demişti, ama yakalanmıştı. Yine de bir şey demedi; dostlukları ağır bastı.
Köyün çıkışında, yol ikiye ayrılıyordu. Biri kasabaya, oradan tabura gidiyordu; diğeri ise çarşıya, pazarlara uzanıyordu. Kalabalık dağılırken, Ahmet son kez arkasına baktı. Annesi Ayşe, kapının önünde dua ederken gözleri dolmuştu. Hasan’ın babası Mehmet ise oğluna bile bakmadan eve dönmüştü; sanki Hasan’ın ne yapacağını biliyor gibiydi.
İki arkadaş, kasabanın yoluna koyuldu. Ahmet’in adımları sağlam, Hasan’ınki ise telaşlıydı. Güneş artık tepelerin üstüne çıkmış, gölgelerini yola sermişti. Ahmet içinden dua etti: “Allah’ım, bizi doğru yoldan ayırma.” Hasan ise cebinde kalan üç beş kuruşu sayıyor, aklından çarşıda ne satabileceğini geçiriyordu.
Tabura varmadan önceki son durakta, bir çay ocağında mola verdiler. Ocaktaki ihtiyar, gençlere bakıp sordu: “Nereye böyle, yiğitler?”
Ahmet cevap verdi: “Askere, dede. Vatan borcu.”
Hasan araya girdi, gözleri parlayarak: “Askere de, ama ben boş durmam. Bir yolunu bulurum, karnım tok sırtım pek olur.”
İhtiyar gülümsedi, ama gözlerinde bir gölge geçti. “Yolunuz uzun, evlatlar. Biri borcunu öder, biri belki borçlanır. Allah yardımcınız olsun.”
Çaylar içildi, yol devam etti. Ahmet, Hasan’ın sözlerini kafasından atmaya çalıştı. Ama içindeki ses, bu yolculuğun sadece tabura değil, bambaşka bir sınava doğru gittiğini fısıldıyordu.
Bölüm 2: Tabura Varış
Kasabadan tabura uzanan yol, tozlu ve engebeliydi. Ahmet, adımlarını sağlam atıyor, gözlerini ufka dikmiş düşünüyordu. Hasan ise bir iki adım geride, hem yürüyor hem etrafına bakınıyordu. Yol kenarında bir köylü eşeğiyle geçerken, Hasan’ın gözleri hayvanın sırtındaki yüke takıldı. Sırıttı, ama bir şey demedi. Güneş tepeye çıkmıştı; ter, ikisinin de alnında boncuk boncuk birikiyordu.
Taburun kapısı uzaktan göründüğünde, Ahmet derin bir nefes aldı. Duvarları çamurdan, çatısı tenekeden bir yer; etrafında askerler koşturuyor, bağrışmalar havayı dolduruyordu. Kapıda nöbet tutan asker, tüfeğini omzuna atmış, gelenleri süzüyordu. Ahmet ve Hasan yaklaşınca, nöbetçi seslendi: “Kimsiniz, nereye?”
Ahmet öne çıktı, kasketini düzeltti. “Ahmet’le Hasan’ız, köydeki seferberlik çağrısıyla geldik. Tabura yazılmaya.”
Nöbetçi, Hasan’a bir an şüpheyle baktı; onun boş elleri dikkatini çekmişti. “Bohçanız nerede, eşyanız yok mu?”
Hasan gülerek atıldı: “Ne bohçası, ağam? Burası asker ocağı, her şey bulunur değil mi?”
Nöbetçi kaşlarını çattı, ama bir şey demedi. El işaretiyle içeri girmelerine izin verdi. Taburun içi, Ahmet’in hayal ettiğinden daha karmaşıktı. Bir yanda talim yapan askerler, öte yanda erzak taşıyanlar; ortada bir çavuş, bağırarak emir veriyordu. Ahmet, bu disiplinli kaosu görünce içinden “Burası vatanın kalbi” diye geçirdi. Hasan ise kalabalığı fırsat gibi gördü; gözleri, erzak yığınlarına kaydı.
İkisine, koğuşa kadar eşlik eden genç bir asker vardı; adı Ali’ydi. Yolda, Ahmet sordu: “Burada işler nasıl, Ali? Neler yaparız?”
Ali, gülümseyerek cevap verdi: “Talim var, sabah erkenden. Silah temizleriz, nöbet tutarız. Devlet bize bakar, ama işimiz ciddi. Görevini yapmazsan, çavuş affetmez.”
Hasan araya girdi: “Hep iş mi var? Çarşıya gitmek serbest mi?”
Ali şaşırdı, ama sakin sakin açıkladı: “Çarşıya izinle gidilir, o da nadiren. Görev varken kimse bırakmaz.”
Hasan omuz silkti. “Ben bir yolunu bulurum. Oturup talimle vakit harcayacak değilim.”
Ahmet, Hasan’a dönüp kaşlarını çattı. “Hasan, burası köy değil. Görevimiz vatan için. Aklını başına al.”
Hasan alaycı bir kahkaha attı. “Sen çok biliyorsun, Ahmet. Bakalım, günün sonunda kim haklı çıkacak.”
Koğuşa vardıklarında, ranzalar sıralı, battaniyeler katlıydı. Ali, ikisine yerlerini gösterdi. Ahmet bohçasını açtı; içinde Zeynep'in çeşme başında verdiği bir yemeni, babasının verdiği küçük bir Kur’an ve birkaç parça eşya vardı. Hasan ise ranzasına uzandı, ellerini başının altına koydu. “Oh, burası güzel. Biraz dinleneyim, sonra bakarız.”
O sırada çavuş içeri girdi. Kırçıl sakallı, sert bakışlı bir adamdı; sesi koğuşu titretti. “Yeni gelenler kim? Ayağa kalkın!”
Ahmet hemen fırladı, Hasan ise ağır ağır doğruldu. Çavuş, ikisini süzdü. Ahmet’e bakıp başını salladı, ama Hasan’ın rahat tavrından hoşlanmadı. “Adınız ne?”
Ahmet cevap verdi: “Ahmet, efendim.”
Hasan ise gevşek bir sesle: “Hasan’ım, çavuşum.”
Çavuş, Hasan’a yaklaştı, gözlerini kıstı. “Burası oyun yeri değil, evlat. Sabah talimde görüşürüz. Hazırlıklı ol.”
Hasan, çavuş gidince Ahmet’e dönüp fısıldadı: “Bu adam da çok kasıyor. Göreceğiz bakalım.”
Gece olunca koğuşta ışıklar söndü. Ahmet, ranzasında yatarken köyünü, babasının sözlerini düşündü. Uyumadan önce elini bohçasındaki Kur’an’a koydu, içinden dua etti. Hasan ise gözlerini tavana dikmiş, çarşıyı hayal ediyordu. Bir köylünün sattığı peyniri, bir tüccarın verdiği üç beş kuruşu… “Bu taburda bir iş kurarım” diye mırıldandı kendi kendine. Karanlıkta, Ahmet’in düzenli nefesleri duyulurken, Hasan’ın aklı binbir planla doluydu.
Sabah, güneş doğmadan çavuşun sesiyle uyandılar. “Kalkın, talime!” Ahmet hemen hazırlandı, ama Hasan yatağında oyalanıyordu. Ahmet ona seslendi: “Hadi, Hasan, geç kalacağız!”
Hasan esneyerek kalktı. “Talim dedikleri ne ki? Silah mı tutacağız? Benim elim buna alışık değil.”
Koğuşun kapısından çıkarken, Ahmet’in adımları kararlı, Hasan’ınki isteksizdi. Taburun avlusu, yeni bir günün telaşıyla doluyordu. Ahmet, tüfeğini eline alınca bir ağırlık hissetti; ama bu, ona huzur verdi. Hasan ise tüfeğe bakıp içinden geçirdi: “Bununla mı uğraşacağım? Çarşıda bir iş bulsam, daha iyi.”
Talim başladı. Ahmet, çavuşun emirlerine harfiyen uyuyor, sırayı bozmuyordu. Hasan ise geride durmuş, bir yandan esniyor, bir yandan etrafı kolluyordu. Gözüne, erzak çadırındaki birkaç çuval çarptı. Aklına bir fikir geldi; dudaklarında sinsi bir gülümseme belirdi.
Bölüm 3: Ticaretin Başlangıcı
Taburdaki ilk hafta, Ahmet için bir düzene oturmuştu. Sabah talimleri, silah temizliği, nöbet sırası… Her iş, ona vatan borcunu hatırlatıyordu. Tüfeğin ağırlığı eline alışmış, çavuşun sert emirleri kulağına tanıdık gelmeye başlamıştı. Hasan ise her geçen gün daha çok sıkılıyordu. Talimde sırayı bozuyor, nöbette esniyor, çavuşun gözüne batıyordu. Ama aklı hep dışarıda, çarşıdaydı.
Bir sabah, talim bittikten sonra çavuş, birkaç askere çarşı izni verdi. Erzak almak, ufak tefek ihtiyaçları görmek içindi bu. Ahmet, koğuşta kalarak bohçasındaki yemeniyi çıkarıp Zeynep'i çeşme başında son gördüğü anı hatırladı. Hasan ise fırsatı gördü. Çavuşa yaklaşıp en masum sesiyle sordu: “Çavuşum, ben de çarşıya gitsem? Bir iki şey alırım, hem tabura faydam olur.”
Çavuş, Hasan’ı baştan aşağı süzdü. “Ne almayı düşünüyorsun, evlat? Aklın nerede senin?”
Hasan sırıttı, ellerini ovuşturdu. “Ekmek, peynir… Belki biraz tütün. Askerler sevinir, değil mi?”
Çavuş kaşlarını çattı, ama izin verdi. “Peki, ama çabuk dön. Oyalanmak yok.”
Hasan, koğuştan çıkarken Ahmet’e seslendi: “Ahmet, hadi sen de gel! Biraz hava alırız.”
Ahmet başını kaldırdı, ama isteksizdi. “Görevim burada, Hasan. Sen git, dikkat et kendine.”
Hasan omuz silkti. “Sen bilirsin. Ama buralarda pineklemekle hayat geçmez.” Hızlı adımlarla taburdan çıktı, cebinde birkaç kuruşla çarşıya yollandı.
Çarşı, savaş zamanına rağmen capcanlıydı. Tezgâhlarda köylülerin getirdiği peynirler, ekmekler, kuru meyveler; bir köşede tüccarlar bağırıyor, bir köşede askerler pazarlık yapıyordu. Hasan, kalabalığın arasına dalınca gözleri parladı. İlk iş, bir köylünün tezgâhına yanaştı. Adamın önünde birkaç topak peynir vardı. Hasan, en masum tavrıyla sordu: “Amca, bu peynirler kaça?”
Köylü, yorgun bir sesle cevap verdi: “Tanesi beş kuruş, evlat. Alırsan dua ederim.”
Hasan cebini yokladı, üç kuruşu vardı. “Üç kuruşa verir misin? Askerim, vatan için nöbetteyiz.”
Köylü iç çekti, başını salladı. “Peki, al. Allah yardımcın olsun.” Hasan peyniri kaptı, tabura dönünce askerlere tanesi altı kuruşa sattı. Üç kuruş kâr cebine kaldı. İlk gün böyle geçti; küçük, helal bir ticaret.
Ertesi gün, Hasan yine çarşı izni istedi, ama bu kez aklına başka bir fikir geldi. Taburdan bir battaniye aşırdı; “Kimse fark etmez” diye düşündü. Çarşıda battaniyeyi on kuruşa sattı, yerine eski püskü bir kilim aldı beş kuruşa. Kalan beş kuruş cebine girdi. Koğuşa dönünce kilimi ranzasına serdi, etrafa bakınıp bir plan kurdu: Bunu çavuşa hediye ederse, belki daha çok izin koparırdı.
Ahmet, kilimi fark etti. “Hasan, bu kilim nereden geldi? Battaniye nerede?”
Hasan gülerek geçiştirdi: “Battaniye eskidi, sattım. Bunu aldım, ucuza geldi. Güzel değil mi?”
Ahmet’in yüzü gerildi. “Taburun malını satamazsın, Hasan. Bu yanlış!”
Hasan alaycı bir sesle cevap verdi: “Aman Ahmet, büyütme. Bir battaniyeden ne çıkar? Hem bak, bunu çavuşa vereceğim, bize faydası olur.”
Ahmet sustu, ama içi huzursuzdu. Hasan ise kilimi kolunun altına sıkıştırıp çavuşun yanına gitti. “Çavuşum, size bir hediye getirdim. Çarşıda buldum, dedim ki bizim çavuşa yakışır.”
Çavuş kilime baktı, kaşlarını kaldırdı. “Bu ne şimdi? Nereden buldun?”
Hasan hemen atıldı: “Çarşıdan, efendim. Ucuza geldi, sizi düşünerek aldım. Soğuk gecelerde işinize yarar.”
Çavuş kilimi aldı, ama şüpheli gözlerle Hasan’ı süzdü. “Peki, sağ ol. Ama çok dolanma, işin burada.” Hasan içinden “Oldu bu iş” diye geçirdi. Çavuşun ses tonu sertti, ama kilimi kabul etmesi bir kapı aralamıştı.
Günler geçtikçe, Hasan’ın çarşı kaçamakları sıklaştı. Çavuş, kilim hediyesinden sonra bir-iki kez daha izin verdi, ama şüphesi artıyordu. Bir gün Hasan’ı köşeye çekti. “Hasan, çok gidip geliyorsun. Ne iş çeviriyorsun?”
Hasan masum bir yüzle yemin etti: “Vallahi bir şey yok, çavuşum. Tabura fayda olsun diye koşturuyorum.”
Çavuş inanmadı, ama kanıtı yoktu. “Gözüm üstünde, unutma.” Hasan sıyrılmıştı, ama aklı daha büyük işlerdeydi. Bir akşam, çarşıda bir tüccarla tanıştı. Adam, koyu sakallı, gözleri cin gibiydi. Hasan’a yaklaştı, fısıldadı: “Asker, para kazanmak ister misin? Bana taburdan ufak tefek şeyler getir, iyi fiyat veririm.”
Hasan duraksadı, ama gözleri parladı. “Ne mesela?”
Tüccar sinsi sinsi güldü. “Erzak, battaniye… Belki daha fazlası. Düşün, haber ver.”
Hasan o gece koğuşta uyuyamadı. Ahmet’in düzenli nefesleri ona huzur değil, rahatsızlık veriyordu. “Bu aptal talimle ömür çürütecek” diye içinden geçirdi. Tüccarın sözleri aklından çıkmıyordu. Helal ticaretle yetinmek ona az gelmeye başlamıştı. Taburun erzak çadırı gözüne takıldı; birkaç çuval un, birkaç kasa ekmek… “Bundan kimsenin haberi olmaz” diye düşündü.
Sabah, Ahmet talime giderken Hasan’a sordu: “Bugün çarşıya yine mi gidiyorsun?”
Hasan sırıttı. “Belki. Sen talim yap, ben işimi hallederim.”
Ahmet’in içi huzursuzdu, ama bir şey diyemedi. Hasan ise çoktan planını kurmuştu. Çarşı, ona sadece kâr değil, başka bir yol vaat ediyordu. Adımları hızlandı, aklı ise karanlık bir köşeye kayıyordu.
Bölüm 4: Hırsızlık ve Fırsatçılık
Taburdaki günler, Ahmet için bir görev zinciri gibi akıyordu. Talim, nöbet, silah bakımı; her anı vatan borcuna adanmıştı. Hasan ise bambaşka bir dünyada yaşıyordu. Çarşı izinleri onun için bir kaçış, her kaçış ise bir fırsat demekti. Kilim hediyesi çavuşu bir süre oyalamıştı, ama Hasan’ın aklı artık daha büyük işlerdeydi. Tüccarın “Taburdan şeyler getir” sözü, kafasında bir tohum gibi kök salmıştı.
Bir akşam, nöbet sırası Ahmet’teyken Hasan koğuşta yalnız kaldı. Gözleri, kapının ardındaki erzak çadırına kaydı. Çadırın önünde bir asker nöbet tutuyordu, ama hava kararmış, adamın gözleri uykudan kapanıyordu. Hasan sessizce ranzasından kalktı, kapıya yaklaştı. Çadırın girişindeki çuval unlar, kasalar dolusu ekmek ona göz kırpıyordu. “Bir çuval alsam, kim fark eder?” diye içinden geçirdi. Ama nizamiyeden öylece çıkamazdı; nöbetçiler yakalardı. Aklına bir fikir geldi: Çuvalı duvarın üzerinden dışarı atar, sabah alırdı.
Nöbetçi bir an arkasını dönünce, Hasan çadıra süzüldü. Bir çuval unu kucakladı, koğuşun arka tarafına yakın tel çite kadar taşıdı. Karanlıkta kimse görmüyordu. Çuvalı duvarın üzerinden geçirip ağaçların arasına düşürdü, üstünü çalılarla örttü. Sonra sessizce koğuşa döndü, yattı. Kalbi hızlı hızlı atıyordu, ama elleri kararlıydı. Uyku tutmadı; hem korku hem heyecan içini kemiriyordu.
Sabah, Ahmet nöbetten dönünce Hasan’ı ranzasında otururken buldu. Yüzünde tuhaf bir gerginlik vardı. “Hasan, neyin var? Hasta mısın?”
Hasan hemen toparlandı, sırıttı. “Yok bir şey, Ahmet. Dün biraz yoruldum, o kadar.”
Ahmet’in gözü, Hasan’ın tedirgin haline takıldı, ama bir şey demedi. O gün Hasan, çavuşa yine çarşı izni için yalvardı. Çavuş isteksizce başını salladı. Hasan taburdan çıkarken, ağaçların arasındaki çuvalı sırtına vurdu, çarşıya yollandı. Tüccarı buldu; adam, unu görünce gözleri parladı.
“Güzel iş, asker. Bunun için on beş kuruş veririm.”
Hasan pazarlık yaptı: “Yirmi olsun. Risk aldım ben bunun için.”
Tüccar güldü, ama kabul etti. “Tamam, yirmi. Başka ne getirebilirsin?”
Hasan duraksadı, ama içindeki hırs baskın geldi. “Ekmek, belki daha fazla un. Taburda çok var, kimse saymaz.”
Tüccar elini uzattı. “Anlaştık. Ama dikkat et, yakalanırsan ben yokum.”
Hasan parayı cebine koydu, koğuşa eli boş döndü. Ahmet, onu kapıda gördü. “Hasan, yine ne aldın çarşıdan? Ne yaptın elin boş.”
Hasan omuz silkti. “Bir şey almadım, sadece dolaştım. Her şeyi sorgulama be!”
Ahmet’in içi rahat değildi. O gece, erzak çadırındaki nöbetçi çavuşa rapor verdi: “Bir çuval un eksik.” Çavuş koğuşu topladı, askerleri sıraya dizdi. “Kim yaptı bunu? Hırsızlık yapanın vay haline!”
Hasan’ın yüzü soldu, ama sesini çıkarmadı. Ahmet, arkadaşına baktı; göz göze geldiler. Hasan fısıldadı: “Bir şey deme, Ahmet. Yemin ederim ben yapmadım.”
Ahmet’in yüreği sıkıştı. “Hasan, doğruyu söyle. Eğer sen yaptıysan, şimdi itiraf et.”
Hasan alaycı bir sesle cevap verdi: “Sen de beni hırsız mı sanıyorsun? Ayıp be!”
Çavuş, kimseyi bulamayınca meseleyi kapattı, ama gözünü Hasan’a dikti. “Bundan sonra erzak çadırına nöbetçi artırırım. Aklınızı başınıza alın!”
Hasan rahat bir nefes aldı, ama bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Birkaç gün sonra, çarşıda tüccarla tekrar buluştu. Bu kez bir kasa ekmek götürmüştü. Tüccar, ekmeği tartıp parayı verdi. “Güzel, asker. Daha büyük işler yapalım mı?”
Hasan sordu: “Ne gibi?”
Tüccar sesini alçalttı. “Taburdan haber getir. Nereye gidiyorlar, ne yapıyorlar. İyi para eder.”
Hasan’ın gözleri faltaşı gibi açıldı. “O riskli iş. Ne kadar verirsin?”
Tüccar sırıttı. “Elli lira. Düşün, zengin olursun.”
Hasan o gece koğuşta yatarken, cebindeki paraları saydı. Ahmet’in uykuya dalmasını bekledi, sonra kalkıp pencereden dışarı baktı. Erzak çadırı hâlâ gözüne takılıyordu, ama artık aklı başka bir yerdeydi. “Haber satsam, kim bilecek?” diye düşündü. Hırsızlık ona yetmez olmuştu; daha büyük bir oyunun eşiğindeydi.
Sabah, Ahmet talime giderken Hasan’a sordu: “Hasan, yüzün niye böyle? Bir şey mi saklıyorsun?”
Hasan gülümsedi, ama gözleri kaçıyordu. “Yok, Ahmet. Sen işine bak. Ben iyiyim.”
Ahmet’in şüphesi artık bir içgüdüye dönüşmüştü. Hasan’ın adımları çarşıya değil, karanlığa doğru gidiyordu.
Bölüm 5: Hasan’ın Ahmet’i İkna Çabası
Taburdaki hava her geçen gün daha ağırlaşıyordu. Çavuşun erzak çadırına eklediği nöbetçiler, Hasan’ın işini zorlaştırmıştı, ama onun hırsı durmak bilmiyordu. Çuval unlar, kasa ekmekler derken, tüccarın “haber getir” önerisi aklından çıkmıyordu. Elli lira, köyde bir tarla parasıydı; bu fikir, onu hem korkutuyor hem büyülüyordu. Ama bir yandan da yalnız hissetmeye başlamıştı. Ahmet’in dürüstlüğü, ona hem rahatsızlık veriyor hem de bir fikir veriyordu: “Onu da bu işe katarsam, hem sırtım sağlam olur hem vicdanım rahatlar.”
Bir akşam, talimden sonra koğuşta Ahmet’le baş başa kaldılar. Ahmet, ranzasında oturmuş, Zeynep'in verdiği yemeniyi elinde evirip çeviriyordu. Hasan, yanına sokuldu; yüzünde alışılmadık bir samimiyet vardı. “Ahmet, kardeşim, seninle bir şey konuşacağım.”
Ahmet başını kaldırdı, kaşlarını çattı. “Hayırdır, Hasan? Yine neyi planlıyorsun?”
Hasan gülümsedi, sesini alçalttı. “Bak, Ahmet, biz köyden beri dostuz. Birbirimize sahip çıkmamız lazım. Bu taburda talimle, nöbetle ömür mü geçer? Biraz akıl edip para kazansak, köye döndüğümüzde kral oluruz.”
Ahmet’in yüzü gerildi. “Ne diyorsun, Hasan? Para kazanmak mı? Görevimiz vatan için, para için değil.”
Hasan elini Ahmet’in omzuna koydu, sesine tatlı bir ton kattı. “Ahmet, saf olma. Bak, çarşıda işler dönüyor. Ben ufak tefek şeyler satıyorum, iyi para geliyor. Sen de bana yardım etsen, ikimiz de kazanırız. Hem baban hasta değil mi? Ona ilaç alırsın, anana bohça doldurursun.”
Ahmet, Hasan’ın elini omzundan itti. “Hasan, o sattığın şeyler taburdan mı geliyor? Doğruyu söyle!”
Hasan duraksadı, ama gözlerini kaçırmadı. “Evet, ne olmuş? Bir iki çuval un, birkaç ekmek… Taburda tonla var, kimse fark etmez. Çavuş bile kilimi aldı, ses çıkarmadı. Herkes yapıyor bunu, Ahmet. Sen niye geri kalasın?”
Ahmet ayağa kalktı, sesi sertleşti. “Hırsızlık bu, Hasan! Taburun malını çalıp satmak vatan borcu mu? Ben babama öyle para götürmem. Sen de vazgeç bu işten!”
Hasan’ın yüzü düştü, ama pes etmedi. Yatağına oturdu, Ahmet’e yan yan baktı. “Sen çok doğrucusun, Ahmet. Ama hayat böyle değil. Köyde tarlada çürüdük, bari burada bir şey kazanalım. Bak, tüccar bana daha büyük iş önerdi. Taburdan haber götürsem, elli lira verecek. İkimiz yaparsak, yüz lira eder. Düşünsene!”
Ahmet’in gözleri faltaşı gibi açıldı. “Haber mi? Hasan, bu ihanet! Düşmana mı satacaksın? Aklını mı kaçırdın?”
Hasan telaşla ellerini salladı. “Yok, düşman değil, sadece tüccar. Kimseye zarar gelmez. Nereye gidiyoruz, ne zaman talim var, ufak şeyler işte. Kim bilecek?”
Ahmet yumruklarını sıktı, sesi titriyordu. “Hasan, bu vatanı satmak demek. Seni böyle bilmezdim. Hırsızlık yetmedi, şimdi de ihanet mi edeceksin?”
Hasan ayağa fırladı, Ahmet’e yaklaştı. “Abartma, Ahmet! İhanet falan değil, para kazanmak bu. Sen de gelirsen, sırtım sağlam olur. Hem köyde kim neyi sattı diye soracak? Babanın ilacını alınca ‘Nereden buldun’ mu diyecekler?”
Ahmet bir adım geri çekildi, gözleri Hasan’ı tanımamış gibi bakıyordu. “Ben bu işe bulaşmam, Hasan. Seni de uyarıyorum, bu yoldan dön. Yakalanırsan, kimse kurtaramaz seni.”
Hasan sinirle güldü. “Sen bilirsin, Ahmet. Ama gün gelir, ‘Keşke dinleseydim’ dersin. Ben yolumu bulurum, sen taliminde kal.”
O gece, Ahmet uyuyamadı. Hasan’ın sözleri kulaklarında çınlıyordu; dostluğu mu, vicdanı mı ağır basacaktı, bilemiyordu. Hasan ise ranzasında sırtını dönmüş, cebindeki paraları sayıyordu. Tüccarın elli lira vaadi, gözlerini kör etmişti. Sabah, çarşı izni için çavuşa yalvarırken, Ahmet koğuşta kaldı. Hasan’a son bir kez seslendi: “Hasan, son şansın. Bu işi bırak.”
Hasan dönüp sırıttı. “Merak etme, Ahmet. Ben hallederim.” Adımları çarşıya değil, uçuruma doğru gidiyordu.
O gün, Hasan tüccarla buluştu. Bir kasa ekmek daha götürmüştü; gece duvarın üzerinden geçirmişti. Tüccar parayı verirken sordu: “Haber işini düşündün mü?”
Hasan başını salladı. “Düşündüm. Ama yalnızım. Arkadaşımı ikna edersem, yaparım.”
Tüccar gözlerini kıstı. “İkna et o zaman. İkiniz olursanız, para da artar.”
Hasan koğuşa döndüğünde, Ahmet’in soğuk bakışlarıyla karşılaştı. “Ne bakıyorsun öyle, Ahmet? Hâlâ kızgın mısın?”
Ahmet derin bir nefes aldı. “Kızgın değilim, Hasan. Üzgünüm. Seni bu yolda görmek istemiyorum.”
Hasan omuz silkti. “Üzülme, ben iyiyim. Sen de biraz düşün, belki fikrin değişir.”
Ama Ahmet’in fikri değişmedi. Hasan’ın ise aklı çoktan kararını vermişti. Dostlukları, bir ipin ucunda sallanıyordu.
Bölüm 6: Casusla Temas
Hasan’ın aklı, tüccarın “Haber getir, elli lira veririm” sözleriyle doluydu. Ahmet’i ikna edememişti, ama bu onu durdurmadı; aksine, yalnız başına daha cesur olmaya karar verdi. Koğuşta geçirdiği her gece, gözleri erzak çadırından çok, talim alanına, çavuşun odasına kayıyordu. Tüccar, sadece erzak istemiyordu artık; taburun içini, planlarını, zayıf noktalarını öğrenmek istiyordu. Hasan, bu işin riskini biliyordu, ama para hırsı gözünü kör etmişti.
Bir sabah, talim sırasında çavuş askerleri sıraya dizdi. “Yakında hareket edebiliriz,” dedi, ama detay vermedi. Hasan’ın kulakları dikildi. Bu, tüccarın isteyeceği bir bilgiydi. Koğuşa dönünce, asker arkadaşlarından Ali’ye sordu; sesi sıradan, ama aklı kurnazdı. “Ali, sence tabur ne kadar daha burada kalır? Çavuş bir şeyler planlıyor gibi.”
Ali omuz silkti. “Bilmem, Hasan. Bir aydır buradayız, ama savaş nereye giderse biz de oraya. Çavuş söylemeden bilemeyiz.”
Hasan başını salladı, ama içinden not etti: “Bir aydır buradalar, yakında taşınabilirler.” Bu, tüccara satılacak ilk bilgiydi. O gün, çarşı izni için çavuşa yalvardı. Çavuş, artık şüpheli gözlerle bakıyordu, ama kilim hediyesinin hatırına izin verdi. “Çabuk dön, Hasan. Gözüm sende.”
Hasan taburdan çıkarken, Ahmet onu kapıda yakaladı. “Yine nereye, Hasan? Çarşıdan ne alacaksın bu sefer?”
Hasan sırıttı, ama gözleri kaçıyordu. “Biraz tütün, belki ekmek. Sen talim yap, ben hallederim.”
Ahmet sustu, ama içindeki huzursuzluk büyüdü. Hasan, çarşıda tüccarı buldu. Bu kez elinde erzak yoktu; sadece bilgi vardı. Tüccar, onu bir köşeye çekti, sesini alçalttı. “Haber getirdin mi, asker?”
Hasan başını salladı, heyecanla fısıldadı. “Getirdim. Tabur bir aydır burada, çavuş yakında hareket edebiliriz dedi. Ama nereye, bilmiyorum.”
Tüccar gözlerini kıstı. “Güzel. Başka ne var? Askerler nasıl, erzak durumu ne?”
Hasan duraksadı, ama aklına talimdeki şikâyetler geldi. “Askerler yorgun, sayı azaldı. Yeni gelen yok. Erzak var, ama mühimmat az diyorlar. Çavuş hep ‘Tasarruf edin’ diye bağırıyor.”
Tüccar sinsi bir gülümsemeyle not aldı. “İyi, iyi. Komutan hakkında ne biliyorsun? Planları nedir?”
Hasan omuz silkti. “Çavuş sert, ama kime güvenir bilmem. Bir harekât olacak diyorlar, ama detay yok. Talimde hep savunma çalışıyoruz, belki bir yerleri tutacağız.”
Tüccar eline bir kese uzattı; içinde elli lira parlıyordu. “Bu başlangıç. Daha çok bilgi getir, para da artar. Mesela, nereye devriye gidiyorlar, hangi bölgeleri kolluyorlar?”
Hasan parayı kaptı, ama içi titriyordu. “Tamam, öğrenirim. Ama bu iş gizli kalır, değil mi?”
Tüccar güldü. “Merak etme, asker. Benim işim bu.”
Hasan koğuşa döndüğünde, Ahmet onu yine sorguladı. “Hasan, elin niye titriyor? Çarşıda ne yaptın?”
Hasan telaşla cebindeki keseyi sakladı. “Yok bir şey, Ahmet. Yoruldum, o kadar. Sen çok kurcalıyorsun.”
Ahmet’in şüphesi artık dayanılmaz bir hale gelmişti. O gece, Hasan uyurken ranzasının yanına gitti. Battaniyenin altından taşan bir şey fark etti; küçük bir kese. İçini açtı: Elli lira. Ahmet’in yüreği sıkıştı. “Hasan, bu para nereden?” diye fısıldadı, ama Hasan uyuyordu—orası öyle sanıyordu.
Ertesi gün, Hasan talimde daha dikkatliydi. Çavuşun her sözünü, askerlerin her yakınmasını dinledi. Bir ara Ali’ye sordu: “Devriyeler nereye gidiyor, Ali? Çavuş hep aynı yerleri mi kollatıyor?”
Ali düşünmeden cevap verdi: “Genelde batıdaki tepeye, bazen köylere. Düşman yakın değil, ama çavuş temkinli.”
Hasan bunu da aklına yazdı. Tüccara götürecek yeni bir bilgiydi bu. Ama o akşam, Ahmet onu köşeye sıkıştırdı. “Hasan, o parayı gördüm. Elli lira nereden buldun? Çarşıda ekmek satarak mı kazandın?”
Hasan’ın yüzü soldu, ama hemen toparlandı. “Evet, Ahmet. Ufak tefek işler işte. Sen niye bu kadar üstüme geliyorsun?”
Ahmet gözlerini Hasan’a dikti. “Yalan söylüyorsun. Bu para hırsızlık parası mı, yoksa daha kötüsü mü? Doğruyu söyle!”
Hasan sinirle ayağa kalktı. “Sana ne, Ahmet? Benim param, benim işim. Sen işine bak!”
Ahmet bir adım yaklaştı, sesi sert ama hüzünlüydü. “Hasan, eğer taburu satıyorsan, bu dostluğumuzu da satar. Son kez soruyorum: Ne yapıyorsun?”
Hasan sustu, gözleri yere indi. Ahmet’e cevap veremedi, ama aklı tüccarın sözleriyle doluydu. O gece, koğuşta bir sessizlik çöktü. Hasan, Ahmet’in sırtını döndüğünü görünce rahatladı. Ama Ahmet’in gözleri açıktı; dostunu kurtarmakla ihbar etmek arasında bir savaş veriyordu.
Bölüm 7: Yüzleşme
Hasan, tüccardan aldığı elli lira ile yetinmeyecekti. Paranın tadı damağında kalmış, aklı daha büyük işlere kaymıştı. Tüccarın “Daha çok bilgi, daha çok para” sözleri, onu bir bataklığa çekiyordu. Koğuşta geçirdiği her an, gözleri çavuşun odasına takılıyordu. Orada askerî yazışmalar, telgraf kayıtları, belki bir kod defteri vardı; bunları ele geçirirse, tüccar ona servet verirdi. Risk büyüktü, ama Hasan’ın gözü dönmüştü.
Bir akşam, çavuş talim planlarını görüşmek için subaylarla toplantıya gitti. Odası boş kalmıştı; kapıda bir nöbetçi vardı, ama adam sigara içmek için köşeye çekilmişti. Hasan, bu fırsatı kaçırmadı. Koğuşta Ahmet’in uyumasını bekledi, sonra sessizce kalktı. Ahmet’in gözleri yarı açıktı, ama Hasan fark etmedi. Kapıya yöneldi, karanlıkta çavuşun odasına süzüldü.
Oda loş ve dağınıktı. Masanın üstünde birkaç kâğıt, bir telgraf cihazı ve deri kaplı küçük bir defter duruyordu. Hasan’ın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Kâğıtlara baktı; birinde “Batı tepesi devriyesi artırılacak” yazıyordu, bir telgraf kaydında ise “Mühimmat sevkiyatı gecikti” notu vardı. Ama asıl hazine, o deri defterdi. Kapağında “Şifreleme Anahtarı” yazıyordu; taburun mesajlarını çözmek için kullanılan kodlar buradaydı. Hasan defteri cebine tıktı, kâğıtları da katlayıp gömleğinin içine sakladı.
Tam çıkarken, kapıda bir gölge gördü. Ahmet’ti. Hasan dondu kaldı. Ahmet’in sesi fısıltıdan sert bir tona yükseldi. “Hasan, ne yapıyorsun burada?”
Hasan telaşla gömleğini düzeltti, ama cebindeki defter belirgindi. “Hiç, Ahmet. Çavuş bir şey istedi, bakmaya geldim.”
Ahmet bir adım yaklaştı, gözleri öfkeyle parlıyordu. “Yalan söyleme! O defter ne? Çavuşun odasında ne işin var?”
Hasan geri çekildi, sesi titriyordu. “Sana ne, Ahmet? Karışma işime!”
Ahmet, Hasan’ın kolunu tuttu, cebindeki defteri çekip çıkardı. Kapağı gördü: “Şifreleme Anahtarı.” Yüzü bembeyaz oldu. “Hasan, bu ne? Bunu kime vereceksin? Tüccara mı, yoksa düşmana mı?”
Hasan kolunu kurtarmaya çalıştı, ama Ahmet sıkı tutuyordu. “Bırak, Ahmet! Bilmiyorsun, anlamıyorsun! Bu para için, ihanet değil!”
Ahmet defteri masaya fırlattı, sesi keskinleşti. “Para için vatan satılır mı, Hasan? Bu kodlar düşmana giderse, hepimiz ölürüz! Seni bu hale getiren ne?”
Hasan yere çöktü, başını ellerinin arasına aldı. “Bilmiyorum, Ahmet… Para dediler, zengin olursun dediler. Köyde çürüdük, bari burada bir şeyim olsun istedim.”
Ahmet’in öfkesi yerini acıya bıraktı. “Hasan, bu hata değil, suç. Çavuşa söyleyeceğim. Belki seni kurtarırlar.”
Hasan ayağa fırladı, Ahmet’in koluna yapıştı. “Yapma, Ahmet! Yemin ederim bırakırım bu işi. Bana bir şans ver!”
Ahmet sustu, gözleri Hasan’ın yalvaran yüzünde dolaştı. Dostluğu mu, vatanı mı seçecekti? O an, nöbetçi geri döndü, kapıyı açtı. İkisini görünce bağırdı: “Kim var orada?”
Hasan panikle Ahmet’i itti, odadan fırladı. Ahmet, defteri yerden aldı, masaya koydu. Nöbetçi içeri girdi, şaşkınlıkla sordu: “Sen ne yapıyorsun burada?”
Ahmet sakin bir sesle cevap verdi: “Bir şey düşürmüştüm, almaya geldim. Çavuşa söyleyin, her şey yerinde.”
Nöbetçi şüpheyle baktı, ama Ahmet’in dürüst yüzü onu ikna etti. Ahmet koğuşa döndüğünde, Hasan ranzasına sinmiş, titriyordu. Ahmet yanına oturdu, fısıldadı: “Hasan, bu son uyarım. Bir daha böyle bir şey yaparsan, kimseyi dinlemem, çavuşa her şeyi söylerim.”
Hasan başını salladı, ama gözleri boş bakıyordu. “Tamam, Ahmet… Bitti.”
Ama bitmemişti. Hasan’ın aklı, tüccarın vaatlerinde kalmıştı. Ahmet ise o gece gözünü kırpmadı; dostunu mu, vatanını mı koruyacaktı, bilmiyordu.
Bölüm 8: Yakalama ve Ceza
Hasan, çavuşun odasından kod defterini alamadan çıkmıştı, ama aklı hâlâ tüccarın vaatlerindeydi. Ahmet’in müdahalesi, onun elini kolunu bağlamıştı; defter masada kalmış, telgraf kayıtları ve yazışmalar çalınamamıştı. Ama Hasan, kağıtları okurken gördüklerini unutmamıştı: “Batı tepesi devriyesi artırılacak,” “Mühimmat sevkiyatı gecikti.” Bu bilgiler, tüccarın işine yarardı. Ahmet’in uyarısına rağmen, Hasan pes etmeyecekti.
Ertesi gün, çarşı izni için çavuşa yalvardı. Ahmet, koğuşta onu izlerken içinden geçirdi: “Bir kez daha giderse, durduramam.” Çavuş, Hasan’a şüpheyle baktı, ama izin verdi. “Çabuk dön, Hasan. Bir terslik sezersem, hesabını sorarım.”
Hasan taburdan çıkar çıkmaz tüccarı buldu. Adam, her zamanki köşede bekliyordu. “Haber getirdin mi, asker? O defteri aldın mı?”
Hasan başını salladı, ama yüzü gergindi. “Defteri alamadım, biri fark etti. Ama önemli şeyler gördüm. Batı tepesi devriyesi artırılacak, mühimmatları azalmış, sevkiyat gecikmiş. Askerler yorgun, sayı az.”
Tüccar gözlerini kıstı, sinsi bir gülümseme belirdi. “Güzel, bu da işimize yarar. Devriyeler nereye gidiyor, onu da öğren dedim, ne oldu?”
Hasan omuz silkti. “Batı tepesine gidiyorlarmış, bazen köylere. Daha fazlasını öğrenirim, merak etme.”
Tüccar bir kese uzattı; otuz lira. “Bu şimdilik. Daha çok bilgi getir, para da artsın.”
Hasan parayı cebine attı, koğuşa döndü. Ahmet, onu kapıda bekliyordu. “Hasan, yine ne yaptın? Yüzün niye böyle?”
Hasan sırıttı, ama gözleri kaçıyordu. “Bir şey yok, Ahmet. Tütün aldım, o kadar.”
Ahmet sustu, ama içindeki fırtına büyüyordu. O gece, koğuşta sessizlik hakimdi. Hasan, ranzasında paraları sayarken, Ahmet gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu. “Bir kez daha giderse, çavuşa söylerim” diye karar verdi.
İki gün sonra, taburdan korkunç bir haber geldi. Batı tepesine giden devriye birliği pusuya düşürülmüştü. Düşman, tam da devriyenin yolunu kesmiş, on askerden sekizi şehit olmuştu. Çavuş, koğuşa girip bağırdı: “Bu bir ihanet! Düşman bizim planları biliyordu! Kim yaptı bunu?”
Ahmet’in yüreği sıkıştı. Hasan’a baktı; yüzü bembeyaz, elleri titriyordu. Koğuşta bir uğultu yükseldi, askerler birbirine bakıyordu. Ahmet, Hasan’ı köşeye çekti, sesi titrek ama kararlıydı. “Hasan, bu senin işin mi? Batı tepesini söyledin mi?”
Hasan yere çöktü, başını ellerinin arasına aldı. “Bilmiyordum, Ahmet… Tüccara söyledim, ama düşmana gideceğini bilmiyordum! Yemin ederim!”
Ahmet’in gözleri doldu, ama öfkesi baskın geldi. “Bilmiyordum deme! Sekiz kişi öldü, Hasan! Senin yüzünden!”
Hasan yalvardı, Ahmet’in koluna yapıştı. “Beni kurtar, Ahmet! Çavuşa söyleme, ne olur!”
Ahmet, Hasan’ın elini itti. “Bu dostluk bitti, Hasan. Vatanı sattın, onları kurtaramam.” Koğuşu terk etti, çavuşun odasına yürüdü. Kapıyı çaldı, içeri girdi. Çavuş, masasında oturmuş, yüzü kederle doluydu. “Ne var, Ahmet?”
Ahmet derin bir nefes aldı. “Çavuşum, Hasan yaptı. Çarşıda bir tüccara bilgilerimizi satmış. Batı tepesini, mühimmatı, her şeyi söylemiş.”
Çavuş ayağa fırladı, yumruğunu masaya vurdu. “Nerede o hain?”
Ahmet başını eğdi. “Koğuşta, efendim.”
Çavuş, nöbetçilere emir verdi. Hasan, koğuşta yakalandı; elleri bağlı, çavuşun önüne getirildi. Gözleri Ahmet’e yalvarıyordu, ama Ahmet başını çevirdi. Çavuş, Hasan’a bağırdı: “Ne yaptın, hain? Kaç askerin kanı elinde?”
Hasan ağlamaya başladı. “Bilmiyordum, çavuşum! Para dediler, sadece para için yaptım!”
Çavuş, nöbetçilere işaret etti. “Bunu götürün, mahkemeye çıkacak. İhanetin cezası bellidir.”
Hasan, sürüklenirken Ahmet’e son kez seslendi: “Ahmet, beni kurtar!” Ama Ahmet sustu. Koğuş, bir mezar gibi sessizdi. Ahmet, ranzasına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Dostunu kaybetmişti, ama vatanı kurtarmıştı.
Bölüm 9: Mahkeme
Hasan, koğuşta yakalandığında gözleri korku doluydu. Elleri bağlanmış, nöbetçiler tarafından çavuşun önüne sürüklenmişti. Ahmet’in ihbarı, taburu bir şok dalgasıyla sarmıştı. Batı tepesindeki sekiz şehidin kanı, Hasan’ın ellerine bulaşmıştı. Çavuş, onu bir hain gibi değil, bir düşman gibi görüyordu. Koğuşta fısıldaşmalar yükselirken, Hasan’ın son yalvarışı Ahmet’e ulaşmadı. Çavuş, nöbetçilere emir verdi: “Bu haini kilitleyin. Mahkeme kurulacak!”
Ertesi gün, taburun içinde bir askerî mahkeme toplandı. Subaylar, çavuşlar ve bir yargıç, derme çatma bir odada yerlerini aldı. Hasan, elleri kelepçeli, başı önde içeri getirildi. Yüzü solgun, gözleri çökmüştü. Ahmet, tanık olarak çağrılmıştı; koğuşun kapısında durmuş, arkadaşını izliyordu. Yargıç, sert bir sesle duruşmayı başlattı. “Mehmet oğlu Hasan, vatana ihanetle suçlanıyorsun. Düşmana bilgi sızdırdın, sekiz askerin ölümüne sebep oldun. Ne diyeceksin?”
Hasan başını kaldırdı, sesi titriyordu. “Efendim, bilerek yapmadım. Tüccar para verdi, ben sadece sattım. Düşmana gittiğini bilmiyordum!”
Yargıç kaşlarını çattı, masaya vurdu. “Bilmiyordum demek seni kurtarmaz! Ne söyledin, anlat! Kim bu tüccar?”
Hasan yutkundu, yere bakarak mırıldandı. “Taburun bir aydır burada olduğunu, yakında taşınabileceğini… Mühimmatın az olduğunu, askerlerin yorgun olduğunu… Batı tepesine devriye gideceklerini söyledim. Tüccar, çarşıda tanıştığım biri. Adını bilmem, koyu sakallı, cin gözlü bir adam. Her gün aynı köşede bekler.”
Odada bir uğultu yükseldi. Çavuş ayağa kalktı, öfkeyle bağırdı: “Hain! O devriyede kardeşlerim öldü! Senin yüzünden! Bu tüccarı nasıl bulacağız?”
Yargıç, Ahmet’e döndü. “Ahmet oğlu Hüseyin, sen tanık mısın? Ne gördün?”
Ahmet derin bir nefes aldı, gözleri Hasan’a kaydı. “Efendim, Hasan’ı çarşıya giderken çok gördüm. Elinde paralarla döndü, elli lira buldum. Çavuşun odasına girdiğini yakaladım, şifreleme anahtarını çalmaya çalışıyordu. Ben engelledim, ama o bilgileri tüccara sattığını itiraf etti. Tüccarı tanımam, sadece Hasan’ı çarşıda hep aynı köşede beklerken görürdüm.”
Yargıç, çavuşa döndü. “Bu tüccar bulunmalı. Hasan, onu tarif et, nerede buluruz?”
Hasan ağlamaya başladı. “Çarşıda, eski hanın köşesinde. Koyu sakalı var, hep siyah ceket giyer. Beni o kandırdı, ona sorun!”
Yargıç subaylarla bakıştı, sonra kararını verdi. “Hasan oğlu Mehmet, suçun sabit, ama bu tüccar da yargılanmalı. Mahkeme ikinci duruşmaya ertelenir. Tüccar yakalanıp getirilecek. Hasan hücrede tutulacak.”
Hasan yere yığıldı, nöbetçiler onu kaldırıp hücreye götürdü. Çavuş, hemen bir manga asker topladı ve Hasan’ın tarifine göre çarşıya baskın düzenledi. Eski hanın köşesinde, koyu sakallı adam tezgâhının ardında yakalandı. Direnmeye çalıştı, ama askerler onu zincire vurdu. Cebinden şifreli notlar çıktı; düşmanla bağlantısı açıkça ortaya serildi. Tüccar, tabura getirilip ayrı bir hücreye kilitlendi.
İki gün sonra, mahkeme ikinci duruşma için toplandı. Hasan ve tüccar, elleri bağlı, yargıcın önüne çıkarıldı. Yargıç, tüccara döndü. “Adın ne? Kimin için çalışıyorsun?”
Tüccar inatla sustu, ama çavuş notları masaya koydu. “Bu notlar düşman şifreleriyle dolu. Casus bu, efendim!”
Yargıç, Hasan’a son kez söz verdi. “Hasan, söyleyeceğin var mı?”
Hasan ağlayarak yalvardı. “Pişmanım, efendim. Bu adam beni kandırdı. Para için yaptım, köyde fakirdik!”
Tüccar alaycı bir sesle araya girdi. “Aptal çocuk, ben sadece aldım. Satan sendin!”
Yargıç masaya vurdu, sessizlik emretti. Subaylarla görüştükten sonra kararını açıkladı: “Hasan oğlu Mehmet ve bu casus, seferberlik zamanında düşmana bilgi sızdırarak sekiz askerin şehit olmasına sebep oldunuz. Bu, vatana ihanettir. Askerî kanunlara göre ikinizin de cezası idamdır. Yarın sabah infaz edilecek.”
Hasan ve tüccar yere yığıldı, nöbetçiler ikisini de hücreye geri götürdü. Ahmet, duruşmayı izlemiş, ama tek kelime etmemişti. Koğuşa döndü, ranzasına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Hasan’ın yalvaran gözleri aklından çıkmıyordu, ama adalet yerini bulmuştu.
Sabah, gün doğarken taburun avlusunda iki direk hazırlandı. Hasan ve tüccar, elleri bağlı, yan yana getirildi. Çavuş emri verdi; tüfekler patladı. İkisinin de bedeni yere düştü. Ahmet, pencereden bakmadı; gözlerini kapadı, çocukluk arkadaşını ve o günleri gömdü.
Bölüm 10: Ahmet’in Sınavı
Hasan ve tüccarın idamından sonra taburda bir sessizlik çökmüştü, ama bu uzun sürmedi. Cepheden gelen telgraflar, düşmanın ilerlediğini haber veriyordu. Çavuş, askerleri avluda topladı, sesi gök gürültüsü gibi yankılandı: “Hazırlanın, yiğitler! Cepheye gidiyoruz. Vatan bizi bekler, ya zafer ya ölüm!” Ahmet, tüfeğini omzuna aldı, gözlerinde kararlı bir ateş parlıyordu. Hasan’ın ihaneti yüreğini yaralamıştı, ama o acıyı vatan için gömecekti.
Tabur, bir sabah erkenden yola çıktı. Tozlu yollar, dağların arasından cepheye uzanıyordu. Üç gün boyunca yürüdüler; ayakları şişmiş, dudakları çatlamıştı. Dördüncü gün, batı tepesinin ötesinde bir vadiye vardılar. Düşman, burada pusu kurmuştu. Tüccarın sızdırdığı bilgilerle zayıf noktalarını biliyorlardı, ama Ahmet ve arkadaşları geri adım atmayacaktı.
Savaş, şafakla birlikte başladı. Gökyüzü griye boyanmış, ufukta dumanlar yükseliyordu. İlk patlama, vadinin girişinde yankılandı; bir top mermisi siperin yanına düştü, toprak gökyüzüne savruldu. Ahmet, çavuşun yanında siper aldı, kulakları uğulduyordu. Çavuş bağırdı: “Siperlere, yiğitler! Geri çekilmek yok!” Ama sesi, makineli tüfeklerin takırtısıyla boğuldu. Düşman, tepelerden aşağı iniyor, kurşun yağmuruyla vadiyi tarıyordu.
Ahmet, siperin çamurlu kenarına yapıştı. Tüfeğini doğrulttu, parmağı tetikte titriyordu. Dumanın içinden düşman askerleri belirdi; gölgeler gibi, hızlı ve acımasız. İlk atışını yaptı; bir düşman göğsünden vurulup yere yuvarlandı. Ama o anda, solunda bir patlama oldu. Yanındaki asker Ali, bir şarapnel parçasıyla vuruldu, kan içinde kaldı. Ahmet, siperi terk etti, Ali’yi kollarından tutup çekti. “Dayan, Ali! Seni bırakmam!” Ali inledi, ama nefesi zayıflıyordu.
Düşman ateşi durmuyordu. Top mermileri, siperleri parçalıyor, çamur ve kan havada uçuşuyordu. Ahmet, Ali’yi güvenli bir köşeye taşıdı, ama geri dönmesi lazımdı. Çavuş, sağ kanattan bağırıyordu: “Ahmet, sağ tarafı tut! Oradan geliyorlar!” Ahmet koşarak mevziye geçti, bir kayanın ardına siper aldı. Nefesi kesik kesikti, göğsü hızla inip kalkıyordu. Dumanın içinden düşman hattı belirdi; en az yirmi asker, makineli tüfeklerle ilerliyordu.
Ahmet, nişan aldı. İlk atış, bir düşmanı alnından vurdu; ikinci atış, bir makineli tüfekçiyi devirdi. Ama düşman durmadı. Kurşunlar kayanın etrafında vızıldıyor, toprak sıçrıyordu. Ahmet’in yanındaki asker, bir çığlıkla yere düştü; boynundan kan fışkırıyordu. Ahmet dişlerini sıktı, tüfeğini bırakmadı. “Vatan için” diye mırıldandı, ardı ardına ateş etti. Düşman askerleri birer birer yere seriliyordu, ama sayıca çoktular.
O anda, bir el bombası Ahmet’in siperine yuvarlandı. Göz açıp kapayıncaya kadar yere atladı, bombanın patlamasıyla kulakları sağır oldu. Toprak ve duman yüzünü kapladı, ama hayattaydı. Kalktı, tüfeğini tekrar eline aldı. Sağ kanat kırılmak üzereydi; düşman, birkaç metre ötedeydi. Ahmet, bir an Hasan’ı hatırladı—o hain olmasaydı, bu kadar zayıf olmazlardı. Öfkesi gücüne dönüştü. “Gelmeyin ulan!” diye haykırdı, tüfeğini seri ateşle boşalttı.
Düşman hattı sarsıldı, ama o sırada göğsüne bir kurşun saplandı. Kan, gömleğini kızıla boyadı; dizleri titredi, yere çöktü. Ama pes etmedi. Tüfeğini kayaya dayadı, son bir gayretle ateş etti. Düşman geri çekilmeye başladı; Ahmet’in direnişi, sağ kanadı kurtarmıştı. Çarpışma bittiğinde, vadi sessizliğe gömüldü—sadece inlemeler ve barut kokusu kalmıştı.
Çavuş, Ahmet’i yerde buldu, kollarından tutup kaldırdı. “Ahmet, yiğidim! Dayan, doktor geliyor!” Ahmet’in gözleri kapanıyordu, ama dudaklarında bir tebessüm vardı. “Görev bitti, çavuşum…” Doktorlar yetişti; kurşun göğsüne girmiş, ama kalbine değmemişti. Ahmet’i kurtardılar, tabur zafer kazandı.
İyileşirken, çavuş yanına geldi, elinde bir madalya vardı. “Ahmet, bu senin. O sağ kanadı sen tuttun, vatan sana minnettar. Kahraman oldun, oğlum.”
Ahmet madalyayı aldı, ama gözleri uzaklara daldı. “Kahramanlık Hasan’ı geri getirmez, çavuşum. Keşke o da burada olsaydı.” Çavuş sustu, omzuna vurup gitti. Ahmet, yara izine dokundu; bedeni kurtulmuştu, ama ruhu hâlâ o vadideydi.
Bölüm 11: Köye Dönüş
Savaş bitmiş, tabur dağılmıştı. Ahmet, göğsünde madalyası, sırtında bohçası, yara iziyle köye döndü. Yol uzun ve sessizdi; her adımda cephenin çamuru, Hasan’ın gölgesi ve o son çarpışmanın yankıları peşindeydi. Köyün girişine vardığında, güneş batmaya hazırlanıyordu. Uzaktan davul sesleri yükseldi, zurnalar havayı titretti. Köylüler, yolun iki yanına dizilmiş, Ahmet’i bekliyordu.
Annesi Ayşe, gözleri yaşlı, oğluna koştu. Kollarını açtı, Ahmet’i sımsıkı sardı. “Oğlum, yiğidim! Döndün ya, şükür!” Ahmet, annesinin kokusunu içine çekti, başını eğip elini öptü. “Dua ettin ya, ana, o kurtardı beni.”
Babası Hüseyin Efendi, madalyayı gördü, elini Ahmet’in omzuna koydu. Yüzünde gurur, sesinde ağırlık vardı. “Vatan borcunu ödedin, Ahmet. Gururumuzsun. Yiğit oğlum benim.” Ahmet sustu, sadece başını salladı. Köyün çocukları etrafını sardı, ellerinde bayraklarla bağırıyordu: “Kahraman Ahmet! Kahraman Ahmet!” İmam Hacı Osman, kalabalığın önünde dua etti; köylüler aminlerle meydanı doldurdu.
Tam o sırada, kalabalığın arasından bir gölge öne çıktı. Zeynep’ti—Ahmet’in sözlüsü. Uzun siyah saçları, rüzgârda dalgalanıyordu; gözleri, hem sevinç hem endişeyle parlıyordu. Askere gitmeden önce, köyün çeşme başında birbirlerine söz vermişlerdi. Zeynep, Ahmet’i görünce durdu, ellerini göğsünde birleştirdi. Ahmet, kalabalığı unutup ona yürüdü. Köylüler susmuş, bu anı izliyordu.
Ahmet, Zeynep’in önünde durdu, sesi yumuşak ama kırılgandı. “Zeynep… Döndüm.”
Zeynep’in gözleri doldu, ama gülümsedi. “Her gün dua ettim, Ahmet. Geri geleceksin dedim. Şükür ki yanılmadım.” Ahmet, elini uzattı, Zeynep’in elini tuttu. Parmakları birbirine değdiğinde, cephenin soğuğu eridi; Ahmet, ilk kez huzur buldu. “Söz verdim ya, tuttum. Seni bırakır mıyım?”
Zeynep, madalyaya baktı, parmağıyla dokundu. “Kahraman olmuşsun, Ahmet. Köy seni konuşuyor.” Ahmet başını eğdi, hüzünle gülümsedi. “Kahramanlık madalyayla değil, vicdanla olur, Zeynep. Keşke her şeyi geri çevirebilsem.”
Zeynep anlamadı, ama üstelemedi. El ele meydandan geçtiler, köylüler alkışlarla yol açtı. Ahmet’in annesi, Zeynep’e sarıldı. “Kızım, oğlumu bana getirdin. Duaların kabul oldu.” Zeynep utandı, başını öne eğdi. “Hepimizin duası, teyze.”
Akşam, köy meydanında bir ateş yakıldı. Ahmet, köylülerle oturdu, ama gözleri sık sık uzaklara kaydı. Zeynep yanına geldi, sessizce oturdu. “Neyi düşünüyorsun, Ahmet? Burada değilsin gibi.”
Ahmet derin bir nefes aldı, elini Zeynep’in eline koydu. “Hasan’ı, Zeynep. Çocukluk arkadaşımı. O da burada olabilirdi, ama yanlış yol seçti. Onu kurtaramadım.”
Zeynep sustu, Ahmet’in elini sıktı. “Sen elinden geleni yaptın, Ahmet. Vatanı kurtardın, bu yeter.” Ahmet başını salladı, ama içindeki burukluk geçmedi. Gece ilerledikçe, köylüler dağıldı. Ahmet ve Zeynep, köyün çıkışındaki patikaya yürüdü. Çocukluklarında Hasan’la oynadıkları ağacın altına oturdular. Ahmet, madalyayı çıkardı, elinde evirip çevirdi. “Bu madalya ağır, Zeynep. Ama Hasan’ın hatırası daha ağır.”
Zeynep, başını Ahmet’in omzuna yasladı. “O hatırayı taşıyacaksın, Ahmet. Ama artık buradasın. Benimlesin.” Ahmet gülümsedi, ilk kez içten. Güneş batarken, köy sessizliğe gömüldü. Ahmet, yara izine dokundu; bedeni kurtulmuş, ruhu ise Zeynep’le yeniden doğmuştu.
Sonsöz
Not: Bu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 5. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....
ÖZET:
Seferberlik zamanında bir taburda iki asker vardı. Biri bilgili, görevine bağlı bir asker, diğeri ise acemi ve tembel bir neferdi. Görevine bağlı asker, her sabah erkenden kalkar, talimlere katılır, silahını temizler, cihada hazırlanırdı. Erzak, yiyecek ya da ihtiyaçlarını hiç dert etmezdi. Çünkü biliyordu ki, devletin görevi onu beslemek, hasta olursa tedavi etmek, hatta gerekirse lokmasını ağzına kadar getirmekti. Onun asıl işi, talim yapıp savaşmaktı. Bazen kazan kaynatır, yemek kaplarını yıkar, erzak taşırdı. Arkadaşları "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda, "Devletin işlerini yapıyorum" derdi, ama asla "Karnımı doyurmak için çalışıyorum" demezdi.Diğer asker, tembel ve acemi olanı, talimlere aldırmaz, silahını eline almazdı. "Bu devlet işidir, bana ne?" der, sürekli ne yiyeceğini, nasıl geçineceğini düşünürdü. Taburu bırakır, çarşıya gider, alışveriş yapar, kendi işinin peşinde koşardı. Bir gün, bilgili asker ona yaklaştı ve dedi ki:
"Kardeşim, senin asıl işin talim ve savaş. Buraya bunun için geldin. Padişaha güven, o seni aç bırakmaz, bu onun görevi. Sen zayıf ve yoksulsun, her yerde karnını doyuramazsın. Üstelik savaş zamanı böyle yaparsan seni âsi sayar, cezalandırırlar. Bak, iki görev var: Biri padişahın görevi, bizi beslemek; bazen onun işlerine yardım ederiz. Diğeri bizim görevimiz, talim yapıp savaşmak. Padişah bize bunun için destek oluyor."
Ama tembel asker, arkadaşının sözüne kulak asmadı. Talimden kaçtı, çarşıda dolaşmaya devam etti. Bir gün komutan onu yakaladı, "Neden görevini yapmıyorsun?" diye sordu. Cevap veremedi, cezaya çarptırıldı ve tehlikeye düştü.
Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?
Bu temsili hikâye, seferberlik zamanında bir taburda geçen olaylar üzerinden insanın hakiki vazifesini ve bu vazifeden sapmanın sonuçlarını anlatır. Ahmet, görevine bağlı bir asker olarak talim ve vatan borcuna sadık kalır, ihtiyaçlarını devlete bırakır; çünkü bilir ki, onu beslemek ve desteklemek devletin, yani Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Onun asıl işi, vatan için savaşmaktır—ki bu, Allah’a ibadet ve tevekkülle eşdeğerdir. Hasan ise talimi terk eder, çarşıda kendi çıkarını arar, “Bu devlet işidir, bana ne?” diyerek maişet hırsına kapılır—ki bu, Allah’a güveni unutup dünya derdine dalmaktır. Ahmet’in sadakati onu kahramanlığa ve kurtuluşa, Hasan’ın hırsı ise ihanete ve helâke götürür. İşte bu hikâye, dünya hayatında Allah’ın askeri olarak O’na tevekkül edenin yükseldiğini, bu tevekkülden yüz çevirip nefsin peşine düşenin ise battığını gösterir. Ey okuyucu! Hakiki vazifen, vatan borcu gibi Allah’a teslimiyet ve ibadettir; bunu terk edip hırsa dalan, ebedi tehlikede kalır. Sana iki yol sunulmuştur: Tevekkülle sadakat mi, yoksa ihanetle helâket mi? Hidayeti Erhamü’r-Râhim’den iste.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!