30 Mart 2025 Pazar

7. Zindandaki Gölgeler: Sednaya


"Zindandaki Gölgeler" - Önsöz

Suriye, 2011’de bir baharla uyandı. Barışçıl protestolar, özgürlük ve adalet umuduyla sokakları doldurdu. Ama bu bahar, kısa sürede kana bulandı. Beşar Esad rejimi, muhaliflerini susturmak için demir yumruğunu indirdi; on binler kayboldu, şehirler harabeye döndü, aileler parçalandı. Bu kaosun gölgesinde, Şam’ın kuzeyindeki bir tepede yükselen Sednaya Hapishanesi, rejimin en karanlık yüzü oldu. Burası bir cezaevi değil, bir mezbahaydı; insanlığın unutulduğu, umudun zincirlendiği bir ölüm kampı.

Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Sednaya’da duvarlar konuşmazdı, ama çığlıklar her yanı doldururdu. Mahkûmlar, işkencenin her türlüsüne maruz kaldı—elektrikle yakıldılar, coplarla ezildiler, açlıkla sınandılar. Kadınlar, kutsal sözler eşliğinde tecavüze uğradı; erkekler, sevdiklerini öldürmeye zorlandı. Geceleri, idam mangaları “parti” düzenlerdi; gözleri bağlı mahkûmlar, son nefeslerini bilmeden ipte sallanırdı. Cesetler ya yakıldı ya da toplu mezarlara gömüldü; bazıları, makinelerde öğütülerek yok edildi. On binler burada kayboldu, isimleri silindi, ruhları gölgelere karıştı. Ama bazıları, tüm bu karanlığa rağmen, içlerindeki ışığı korudu.

“Zindandaki Gölgeler”, işte bu cehennemde doğan bir hikâyedir. Yusuf Ali, Suriye direnişinin bir neferi, savaşın kaosunda esir düşer ve Sednaya’nın taş duvarları arasında kendini bulur. Onun yolculuğu, sadece bir kaçış değil, aynı zamanda bir uyanış hikâyesidir. Zihninde beliren gölgeler—umudu temsil eden bir rehber, teslimiyeti fısıldayan bir kurnaz—gerçekle hayali birbirine karıştırır. Ama bu gölgeler, belki de Yusuf’un en büyük sınavıdır: Karanlığın içinde kendi gücünü bulmak.

Bu roman, Sednaya’nın gerçeğinden ilham alıyor; orada yaşanan vahşeti, acıyı ve direnişi anlatıyor. Her satırda, Suriye halkının çığlığını duyacaksınız—özgürlük için çarpan kalplerin, zincirleri kırmaya ant içmiş ruhların sesini. Yusuf Ali’nin hikâyesi, bir kurgu olsa da, temeli tarihin en karanlık sayfalarına dayanıyor. Bu, bir insanın zindanda nasıl hayatta kaldığının, nasıl umut bulduğunun ve nasıl özgürlüğe kanat açtığının öyküsüdür.



1. Bölüm: Savaşın Çığlığı

Hava barut ve yanmış lastik kokusuyla doluydu. Top mermilerinin gürültüsü kulakları sağır ederken, yer sarsıntısı Yusuf Ali’nin göğsüne kadar yayılıyordu. Harabeye dönmüş bir evin yıkık duvarına yaslanmış, tüfeğini sıkı sıkı tutuyordu. Sağında Muhammed nefes nefeseydi, gözleri dumanın içinde düşman hattını arıyordu. Solunda ise genç Ömer, titreyen elleriyle mermi doldurmaya çalışıyordu. “Yusuf, duyuyor musun? Tanklar yaklaşıyor!” Ömer’in sesi korku doluydu, ama Yusuf’un cevap verecek vakti yoktu. O anda bir top mermisi evin birkaç metre ötesinde patladı. Beton parçaları havaya saçıldı, toz yüzünü kapladı, genzini yaktı.

Gökyüzü gri bir duman bulutuyla örtülmüştü; güneş, bu yıkımı görmek istemez gibi kaybolmuştu. Yusuf’un kalbi göğsünde çarpıyordu; elleri terden kayganlaşmıştı. “Yusuf, sağdan geliyorlar, ateş et!” Muhammed’in sesi makineli tüfeklerin takırtısıyla kesildi. Yusuf başını hafifçe kaldırdı, tüfeğini doğrulttu ve tetiğe bastı. Kurşunlar havayı yardı, ama dumanın içinde nereye gittiğini göremiyordu. Rejim askerlerinin gölgeleri yıkıntıların arasında belirip kayboluyordu; çizmelerinin sesi beton zemini titretiyordu. Muhammed bir anda yere yığıldı. “Muhammed!” Yusuf’un çığlığı boğazında düğümlendi. Muhammed’in göğsünden kan fışkırıyordu; gözleri açık, ama cansızdı.

“Geri çekilin! Geri çekilin!” Komutanları Ebu Hasan’ın sesi uzaktan geliyordu, ama etraftaki kargaşa emri duymayı imkânsız kılıyordu. Ömer, mermiyi tüfeğine yerleştirirken bağırdı: “Yusuf Abi, ne yapacağız? Hepimizi öldürecekler!” Yusuf dişlerini sıktı, cevap vermek yerine tüfeğini bir kez daha ateşledi. Ama o anda havada bir ıslık sesi duyuldu. Bir şarapnel parçası sağ koluna saplandı; acı bir an gecikmeyle geldi, sanki bir hançer kemiğine kadar inmişti. Yusuf bağırdı, ama sesi savaşın gürültüsünde kayboldu. Sol bacağına bir darbe daha aldı; şarapnel pantolonunu yırtmış, kan akıtıyordu. Dizlerinin üstüne çöktü, nefesi kesildi.

Etraf bulanıklaşmıştı. Ömer’in çığlığı bir kurşunla sustu; alnından vurulmuş, yere serilmişti. Yusuf, tüfeğini son bir kez kaldırmaya çalıştı, ama elleri titriyordu. Rejim askerleri yıkıntıları aşmıştı artık. Çizmeleri toprağı inletiyor, gölgeleri dumanın içinde devleşiyordu. Bir asker, Yusuf’un üzerine silah doğrulttu ve bağırdı: “Hareket etme, köpek! Teslim ol!” Yusuf’un gözleri Muhammed’in kanlı yüzüne takıldı; boş bakışları yüreğini dağladı. Ailesini düşündü—annesinin dualarını, babasının ona öğrettiği direniş hikayelerini. Ama düşünceleri yarım kaldı. Başına inen bir darbe, her şeyi karanlığa boğdu.

Gözlerini açtığında, savaşın kaosu yerini sessizliğe bırakmıştı. Soğuk bir taş zeminde yatıyordu. Kolundaki yara sızlıyor, bacağındaki kesik her nefeste zonkluyordu. Hava nemli ve ağırdı; küf ve çürümüşlük kokusu genzini dolduruyordu. Başını kaldırıp etrafına baktı. Dar bir hücrenin içindeydi; duvarlar gri ve ıslak, tavandan sarkan paslı bir zincir hafifçe sallanıyordu. Zayıf bir ışık dışarıdan sızıyordu, bahçeyi aydınlatıyordu. Orada bir darağacı duruyordu; tahtaları rüzgârda gıcırdıyor, ipi hafifçe dalgalanıyordu. Yusuf’un kalbi sıkıştı. Bahçenin köşesinde, ahırda bağlı korkunç bir aslan vardı. Karanlıkta gözleri parlıyordu; İnsanları bu aslana mı yediriyorlar diye düşündü, ama sonra sadece bir at olduğunu fark etti.

Hücrede yalnızdı. Kolundaki yara iltihaplanmıştı; derisi kızarmış, kötü bir koku yayılmaya başlamıştı. Bacağı her hareket ettiğinde acıyla inledi. Düşünceleri bulanıklaşıyordu. Muhammed’in son bakışı, Ömer’in çığlığı gözünün önüne gelip kayboluyordu. Bahçedeki darağacı sanki ona bakıyordu. “Beni de mi asacaklar?” diye mırıldandı. Ses, hücrenin duvarlarında yankılandı, ama kimse cevap vermedi. Nefesi hızlandı, elleri taş zemini tırmaladı. Yalnızdı. Ya da öyle sanıyordu.

 


2. Bölüm: Taşların Sessizliği

Yusuf Ali’nin gözleri karanlığa alışmaya çalışıyordu ama Sednaya’nın hücresi ışık denen şeyi unutmuş gibiydi. Taş zemin soğuktu, kemiklerine işliyordu, kolundaki yara iltihaplanmış, derisi kızarıp şişmişti, her nefeste keskin bir koku yayıyordu. Sol bacağındaki şarapnel yarası zonkluyor, hareket ettikçe acıyı tüm vücuduna taşıyordu, hava ağırdı, küf, ter ve çürümüşlük kokusu genzini dolduruyordu. Duvarlardan sızan nem parmaklarının ucunda kaygan bir his bırakırken, bahçeden gelen zayıf ışık darağacının gölgesini hücreye vuruyordu, tahtaların gıcırtısı rüzgârın uğultusuyla birleşip kulaklarında yankılanıyordu. Ahırda bağlı, karanlıkta gözleri parlayan korkunç bir aslan duruyordu. Hayır olamaz, bu sadece bir at diye düşündü. At olduğunu biliyordu fakat baktıkça daha fazla aslana benziyordu.

Kaç gün geçmişti, bilmiyordu, savaşın kaosundan sonra buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı ama zihni bulanık bir sisle kaplıydı. Muhammed’in son bakışı, Ömer’in çığlığı gözünün önüne gelip kayboluyordu, tam o anda bir ses duydu, kapının paslı menteşeleri gıcırdadı, kalbi hızlandı. İki gölge içeri girdi, rejim askerleriydi, biri uzun boylu, diğeri tıknazdı, ellerinde coplar vardı, yüzlerinde ne nefret ne merhamet, sadece bir boşluk okunuyordu. Uzun boylu asker Yusuf’un yanına çömeldi, “Adın ne, köpek?” diye sordu, sesi soğuktu, metal gibi keskindi. Yusuf dişlerini sıktı, cevap vermedi, tıknaz olanı bir kahkaha attı, “Konuşmazsan dilini keseriz, haberin olsun,” dedi.

Yusuf’un başı öne düştü, suskunluğu direnişinin son kırıntısıydı ama bu sessizlik uzun sürmedi, uzun boylu asker copu havaya kaldırdı ve Yusuf’un sırtına indirdi, acı bir çığlık gibi yükseldi içinde ama dudaklarını kapattı. İkinci darbe koluna geldi, iltihaplı yarayı ezdi, bu kez sesini tutamadı, boğuk bir inleme döküldü ağzından. “Planınız neydi? Kiminle çalışıyorsunuz?” diye bağırdı tıknaz asker, yüzüne tükürük sıçratarak, Yusuf’un gözleri karardı ama cevap vermedi. Uzun boylu asker bir kez daha vurdu, bu sefer bacağına, şarapnel yarası açıldı, kan taş zemine damladı, “Konuşmazsan aileni buluruz, hepsini buraya getiririz!” diye tehdit etti, bu sözler Yusuf’un yüreğine bir hançer gibi saplandı.

Annesinin duaları, babasının direniş hikayeleri aklına geldi, gözlerini yumdu, susmaya devam etti ama askerler pes etmedi, uzun boylu olan Yusuf’un saçlarından tutup başını duvara çarptı, kafası zonkladı, görüşü bulanıklaştı. Tıknaz olan bir kova su getirdi, buz gibiydi, içinde pas ve kir kokusu vardı, Yusuf’un yüzüne boca etti, “Uyan, daha bitmedi!” diye bağırdı, su yaralarına sızdı, acıyı katladı. Yusuf titremeye başladı, soğuktan mı, korkudan mı, yoksa öfkeden mi, bilmiyordu, askerler gülerek çekip gitti, kapıyı kilitledi, sessizlik geri döndü ama bu sessizlik huzurlu değildi, bir fırtınanın habercisi gibiydi.

Yusuf taş zemine yığıldı, nefesi kesik kesikti, kolundaki yara artık dayanılmaz bir hal almıştı, iltihap deri altından sızıyor, kokusu midesini bulandırıyordu. Bacağı hareket etmiyordu, kan küçük bir gölcük oluşturmuştu, bahçeden gelen darağacının gıcırtısı kulaklarında çınlıyordu, “Beni asacaklar mı?” diye mırıldandı, ses duvarlarda yankılandı ama cevap yoktu. Yalnızdı, öyle sanıyordu ama zihninde bir şeyler kıpırdanıyordu, gözlerini kapattı, karanlıkta bir ses duydu, “Korkma, Yusuf,” dedi usulca, “Sana bir yol göstereceğim.”

Yusuf gözlerini açtı, hücre boştu ama o ses, o ses zihninde dönüp duruyordu, ses yan hücreden mi geliyordu, yoksa çıldırmaya mı başlamıştı? Kolundaki acı, bacağındaki sızı ona gerçekliği hatırlattı ama darağacı, ahırdaki gözleri parlayan aslan ve şimdi bu hayali ses, Sednaya ruhunu da esir almaya mı çalışıyordu?


3. Bölüm: Fısıltılar ve Çığlıklar

Yusuf Ali’nin bedeni taş zeminde kıvrılmış yatıyordu, kolundaki yara bir ateş gibi yanıyordu, iltihap deri altından sızıyor, kokusu hücreyi dolduruyordu, bacağındaki şarapnel yarası kanamayı kesmişti ama her hareket ettiğinde acıyla sızlıyordu. Nefesi kesik kesikti, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu, hücrenin duvarları gri ve ıslaktı, nem parmaklarının ucunda kaygan bir iz bırakıyordu, bahçeden gelen darağacının gıcırtısı rüzgârla birleşip kulaklarında uğulduyordu. Kaç gün geçtiğini bilmiyordu, zaman burada bir anlam taşımıyordu, sadece acı ve korku vardı, Sednaya’da sessizlik bile bir yalan gibiydi.

Kapının paslı menteşeleri gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, iki rejim askeri içeri girdi, biri uzun boylu ve sıska, diğeri kısa ve tıknazdı, ellerinde bir kova buz gibi su ve kirli bir bez vardı, yüzlerinde aynı boş ifade duruyordu. Uzun boylu asker Yusuf’u kolundan tutup sürükledi, “Hadi, susuyorsun ama boğulurken konuşursun,” diye sordu, sesinde alay vardı, Yusuf gözlerini yere indirdi, cevap vermedi. Tıknaz olan kovayı yere koydu, bezi suya batırdı, “Soğuğu da tattırırız, dilin çözülür,” dedi, güldü, Yusuf dişlerini sıktı, direnmeye çalıştı ama bedeninin gücü tükeniyordu.

Uzun boylu asker Yusuf’u yüzüstü yere yatırdı, tıknaz asker bezi Yusuf’un yüzüne bastırdı, kovanın buz gibi suyunu yavaşça döktü, su burnuna ve ağzına doldu, nefes alamıyordu, boğulma hissi ciğerlerini yaktı, çırpındı ama askerler kollarını sıkıca tutuyordu, “Konuş, yoksa boğarız!” diye bağırdı uzun boylu olan, su durdu, Yusuf öksürerek nefes aldı, titriyordu. Ardından askerler onu ayağa kaldırıp bir kapıyı açtı, buz gibi bir hücreye attılar, duvarlar donmuş gibiydi, soğuk kemiklerine işledi, nefesi buhara döndü, “Burada don, parti vakti yaklaşıyor!” diye bağırdı tıknaz asker, kapıyı çarptı, Yusuf titreyerek yere yığıldı, elleri uyuşuyordu.

Yusuf titriyordu, askerler çekip gitti, kapıyı kilitledi ama hücre sessizliğe gömülmedi, dışarıdan bir kadın çığlığı yükseldi, tiz ve umutsuz, “Lütfen, yapmayın!” diye yalvardı, ses boğuldu, ardından başka bir çığlık, Sednaya’da işkence hiç durmuyordu. Bahçeden bir ses daha geldi, darağacının tahtaları gıcırdadı, ip bir bedeni salladı, “Parti” başlamıştı, her gün birileri asılıyordu, Yusuf’un nefesi hızlandı, “Sıra bana mı geliyor?” diye mırıldandı, sesi duvarlarda yankılandı.

O anda duvarın arkasından bir fısıltı duydu, yumuşak ama net, “Korkma, Yusuf,” diyordu, ses karanlığın içinden geliyordu, “Sabret, sana bir yol göstereceğim.” Yusuf kulak kabarttı, nefesini tuttu, ses tanıdıktı, daha önce de duymuştu, “Kimsin sen?” diye mırıldandı. "Ben Ebu Ahmed" cevabını duydu.

Ses zihninde dönüyordu, içeriden bir kadın çığlığı daha yükseldi, uzun ve acı dolu, her gün bir kadına tecavüz ediliyordu, sonra dar ağacında asılıyordu. Yusuf’un bedeni öfkeden titriyordu, zihni bulanıklaşıyordu.

Duvarın arkasından gizemli ses bir kez daha fısıldadı, “Üç sözüm var sana,” diyordu, “Darağacını salıncağa çevireceksin, aslanı ata dönüştüreceksin, yaralarını iyileştireceksin, sana çaresini öğreteceğim.”

Yusuf’un kalbi hızlandı, gözlerini kapattı ama ses kesilmedi, karanlıkta bir huzur gibi dolaşıyordu, işkence, çığlıklar, idamlar, Sednaya’da her an bir kabustu ama o fısıltı, sanki bir umut gibiydi, gerçek miydi, yoksa çaresizlik mi ona oyun oynuyordu?



4. Bölüm: Sözlerin Gölgesi

Yusuf Ali taş zeminde yatıyordu, bedeni acıyla kıvranıyordu, kolundaki yara iltihapla şişmiş, her nefeste keskin bir koku yayıyordu, bacağındaki şarapnel yarası zonkluyor, kanı kurumuş ama sızı hiç dinmiyordu. Hücrenin duvarları soğuk ve nemliydi, parmakları taşları tırmalıyordu, bahçeden gelen darağacının gıcırtısı kulaklarında uğulduyordu, rüzgâr ipin sallanışını taşıyordu. Nefesi kesik kesikti, vücudunun her yerine aldığı darbeler yüzünden her yeri sızlıyordu, Sednaya’da her an bir işkenceydi, her ses bir tehditti.

Kapı bir kez daha gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, iki rejim askeri içeri girdi, biri uzun ve sıska, diğeri tıknaz ve kısa boyluydu, bu kez ellerinde bir kova su ve paslı bir demir çubuk vardı, yüzlerinde aynı boş ifade duruyordu. Uzun boylu asker Yusuf’a yaklaştı, “Hâlâ konuşmamakta ısrar mı ediyorsun?” diye sordu, sesi soğuk ve alaycıydı, Yusuf gözlerini yere indirdi, susmayı sürdürdü. Tıknaz olan demir çubuğu elinde salladı, “Bu seni uyandırır,” dedi, bir kahkaha attı, Yusuf dişlerini sıktı ama bedeni tükenmişti.

Uzun boylu asker demir çubuğu Yusuf’un sırtına indirdi, kemiklerine kadar işleyen bir acı yayıldı, nefesi kesildi, ses çıkarmamaya çalıştı ama ikinci darbe göğsüne geldi, bu kez bir inleme döküldü ağzından. Tıknaz asker kovadaki suyu Yusuf’un yüzüne boca etti, su buz gibiydi, pas ve kir kokuyordu, “Partiye hazır ol, sıra sana da gelecek!” diye bağırdı, su yaralarına sızdı, acıyı katladı. Uzun boylu asker bir kez daha vurdu, bu sefer iltihaplı koluna, yara açıldı, kan ve iltihap taş zemine damladı, Yusuf titriyordu, askerler gülerek çekip gitti, kapıyı kilitledi.

Hücre sessizliğe gömülmedi, dışarıdan bir adamın son duası yükseldi, uzun ve acı dolu, “Allah’ım, yardım et!” diye yalvardı, ses boğuldu, ardından darağacının ipi gıcırdadı, bir beden daha sallandı, “Parti” devam ediyordu, her gün birileri asılıyordu. Yusuf’un nefesi hızlandı, zihni bulanıklaşıyordu, “Dayanamıyorum,” diye mırıldandı, sesi duvarlarda yankılandı, o anda fısıltı geri döndü, yumuşak ama net, “Korkma, Yusuf,” diyordu, nemli duvarın içinden geliyordu, “Sana üç söz öğreteceğim, Allah’ın kelamı, kurtuluşun olacak.”

Yusuf kulağını duvara dayadı, nefesini tuttu, ses tanıdıktı, “Adın Ebu Ahmed'mi? diye mırıldandı ama cevap gelmedi, fısıltı devam etti,

“İlk söz: ‘Allah, binek olarak kullanasınız diye sizin için atları, katırları ve eşekleri yarattı; bir de daha bilmediğiniz şeyleri yaratmaktadır,’ bunu söyle, ahıra bağlı aslan ata döner,” dedi.

Fısıltı devam etti, “İkinci söz: ‘Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur,’ bunu söyle, yaraların iyileşir,”

“Üçüncü söz: ‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik,’ bunu söyle, darağacı salıncağa döner,”

Dışarıdan bir kadın çığlığı daha yükseldi, tiz ve kesik, darağacının ipi bir kez daha gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, fısıltı geri geldi, “Sabret, Yusuf, bu sözler seni kurtaracak,” diyordu, Yusuf gözlerini açtı, hücre boştu ama ses kulaklarında çınlıyordu. İşkence, çığlıklar, idamlar Sednaya’da bir kabustu ama o ayetler, o fısıltı, sanki bir umut gibiydi, Yusuf titreyerek doğruldu, “Dar ağacı salıncağa dönüşecekmiş, ne saçmalıyor” diye mırıldandı, zihni bulanık olsa da ses ona bir yol gösteriyordu, gerçek miydi, yoksa çıldırmanın eşiğinde miydi?


5. Bölüm: Hücredeki Yabancı

Yusuf Ali taş zeminde yatıyordu, bedeni acıyla kıvranıyordu, kolundaki yara iltihapla şişmiş, her nefeste keskin bir koku yayıyordu, bacağındaki şarapnel yarası zonkluyor, kanı kurumuş ama sızı hiç dinmiyordu. Hücrenin duvarları soğuk ve nemliydi, parmakları taşları tırmalıyordu, bahçeden gelen darağacının gıcırtısı kulaklarında uğulduyordu, rüzgâr ipin sallanışını taşıyordu. Nefesi kesik kesikti, göğsü inip kalkarken sırtındaki izler sızlıyordu, Sednaya’da her an bir işkenceydi, her ses bir tehditti.

Kapı gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, iki rejim askeri içeri girdi, biri uzun ve sıska, diğeri tıknaz ve kısa boyluydu, ellerinde paslı zincirler ve küçük bir pense vardı, yüzlerinde aynı boş ifade duruyordu. Uzun boylu asker Yusuf’a yaklaştı, “Hâlâ konuşmamakta ısrar mı ediyorsun?” diye sordu, sesi soğuk ve alaycıydı, Yusuf gözlerini yere indirdi, susmayı sürdürdü. Tıknaz olan zincirleri salladı, “Bugün hayalet olacaksın, konuşmazsan tırnakların da gider,” dedi, bir kahkaha attı, Yusuf dişlerini sıktı ama bedeni tükenmişti.

Uzun boylu asker Yusuf’u ayağa kaldırdı, kollarını zincirle duvara bağladı, ayakları yere değmiyordu, bedeninin tüm ağırlığı bileklerine bindi, omuzları gerildi, nefesi sıkıştı, “hayalet” dedikleri buymuş, günlerce böyle bırakıyorlardı, aç ve susuz. Tıknaz asker penseyi eline aldı, Yusuf’un sağ elinin tırnağına yaklaştırdı, “Son şansın, kimlerle çalıştın?” diye sordu, Yusuf suskunluğunu korudu, pense tırnağı kavradı, bir çekişle kopardı, keskin bir acı parmaklarından tüm vücuduna yayıldı, Yusuf’un ağzından boğuk bir çığlık kaçtı, kan taş zemine damladı. Uzun boylu asker bir tırnak daha işaret etti, “Konuşmazsan hepsi gider!” diye bağırdı, ikinci tırnak da çekildi, Yusuf’un başı öne düştü, açlık ve acı zihnini bulanıklaştırıyordu.

Askerler gülerek çekip gitti, kapıyı kilitledi ama aniden kapı bir kez daha açıldı,, başka bir asker içeri bir adamı fırlattı, yaşlı bir adam, nur yüzlü, sakalı beyaz, gözleri sakin bir ışıkla parlıyordu, bedeninde işkence izleri yoktu, dimdik duruyordu. Asker kapıyı çarparak kilitledi, uzun boylu asker tıknaza baktı, “Bununla uğraşsın, ikisi de konuşmaz,” dedi, gülerek çekip gittiler. Yaşlı adam "Es Selamu Aleyküm ve Rahmetullah" dedi. Yusuf nefes nefese adama baktı, sesini tanıyordu, o fısıltı bu adamdı, “Sen… kimsin?” diye mırıldandı, sesi zayıftı.

Yaşlı adam Yusuf’a yaklaştı, yere çömeldi, “Ben Ebu Ahmed,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı, “Yan hücredeydim, sana seslendim, duydun mu beni?” Yusuf’un kalbi hızlandı, “Evet, duydum, o fısıltılar senden miydi?” diye sordu, Ebu Ahmed başını salladı, “Sana üç söz öğreteceğim, Allah’ın kelamı, kurtuluşun olacak,” dedi. Yusuf gözlerini adama dikti, zihni bulanık olsa da dinledi.

Ebu Ahmed fısıldadı, “İlk söz: ‘Allah, binek olarak kullanasınız diye sizin için atları, katırları ve eşekleri yarattı; bir de daha bilmediğiniz şeyleri yaratmaktadır,’ bunu söyle, aslan ata döner,” Yusuf o ayeti biliyorum dedi, “Velḣayle velbiġâle velhamîra literkebûhâ vezîne(ten) veyaḣluku mâ lâ ta’lemûn,” diye mırıldandı.

Ebu Ahmed devam etti, “İkinci söz: ‘Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur,’ bunu söyle, yaraların iyileşir,” Yusuf o ayet de ezberimde dedi, “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” diye tekrarladı.

Ebu Ahmed son olarak, “Üçüncü söz: ‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik,’ bunu söyle, darağacı salıncağa döner,” dedi, Yusuf hafızlık eğitiminden bu ayeti de hatırladığı söyledi, “Kulnâ yâ nâru kûnî berden veselâmen ‘alâ ibrâhîm.”

Dışarıdan bir kadın çığlığı yükseldi, tiz ve umutsuz, “Lütfen, durun!” diye yalvardı, ses boğuldu, darağacının ipi gıcırdadı, “Parti” devam ediyordu.

Ebu Ahmed cebinden küçük bir kumaş parçası çıkardı, içinde kuru bir yaprak ve toz vardı, “Bu ilaç, yaralarına sür, acını hafifletecek,” dedi, sonra bir kâğıt uzattı, buruşuk ama sağlam, “Bu bilet, buradan çıkarsan havalimanına götürür seni.” Yusuf titreyen ellerle aldı, “Nasıl kaçacağız?” diye sordu, Ebu Ahmed fısıldadı, “Sabret, her gece parti sonrası gardiyanlar azalır, aslan yok, at ahırda, darağacı yanıltır, ayetleri söyle, yolu bulursun.”

Yusuf’un nefesi hızlandı, “Denemeliyim,” diye mırıldandı, Ebu Ahmed başını salladı, “Allah seninle, Yusuf,” dedi, hücrenin karanlığı boğuyordu ama o sözler, o plan, bir umut gibiydi.

Yusuf ahırda bağlı aslana baktı. Karanlıkta parlayan korkunç gözlerini gördü. Gözlerini kapattı, “Velḣayle velbiġâle velhamîra literkebûhâ vezîne(ten) veyaḣluku mâ lâ ta’lemûn,” diye mırıldandı. Gözlerini tekrar açınca zihninde atın gözleri sakinleşti, bir binek gibi duruyordu.

Yusuf yaralarına baktı, “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” diye tekrarladı, bir anda acının hafiflediğini hissetti. Ama iltihap hâlâ oradaydı, kan hâlâ sızıyordu.

Yusuf darağacını düşündü, “Kulnâ yâ nâru kûnî berden veselâmen ‘alâ ibrâhîm,” diye mırıldandı, hayalinde ip bir salıncak gibi sallandı, tahtalar bir oyun alanına dönüştü.


6. Bölüm: İki Ses Arasında

Yusuf Ali hücrenin taş zemininde oturuyordu, bedeni hâlâ acıyla titriyordu ama Ebu Ahmed’in verdiği kuru yaprak ve tozu yaralarına sürmüştü, iltihaplı kolundaki sızı bir an hafifler gibi olmuştu, bacağındaki şarapnel yarası zonkluyordu ama kanaması durmuştu. Nefesi biraz daha düzgündü, ayetlerin fısıltısı zihninde dönüyordu, Ebu Ahmed yanında oturuyordu, nur yüzlü adamın gözleri karanlıkta parlıyordu, hücre nemli ve soğuktu, darağacının gıcırtısı bahçeden yankılanıyordu.

Kapı gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, iki rejim askeri içeri girdi, uzun boylu sıska olan ve tıknaz kısa boylu olan, bu kez ellerinde paslı bir zincir ve ucunda kablolar sarkan bir alet vardı, yüzlerinde o boş ifade hâlâ duruyordu. Uzun boylu asker Yusuf’a yaklaştı, “Konuşacak mısın artık, yoksa yine mi susacaksın?” diye sordu, sesi alayla doluydu, Yusuf gözlerini yere indirdi, susmayı seçti. Tıknaz olan zinciri salladı, “Partiye az kaldı, elektrikle tanış,” dedi, güldü, Yusuf dişlerini sıktı, bedeni zayıftı ama Ebu Ahmed’in sözleri ona bir direnç veriyordu.

Uzun boylu asker zinciri Yusuf’un bileklerine geçirdi, kollarını havaya kaldırıp duvardaki bir halkaya bağladı, ayakları yere zar zor değiyordu, bedeninin ağırlığı omuzlarına bindi, nefesi sıkıştı. Tıknaz asker kabloları eline aldı, uçlarını Yusuf’un göğsüne bastırdı, bir düğmeye bastı, elektrik akımı vücuduna yayıldı, kasları kasılıp titredi, bir çığlık kaçtı ağzından, “Allah!” diye bağırdı, uzun boylu asker güldü, “Allah seni duyamaz burada,” dedi, kabloları bu kez koluna değdirdi, bir şok daha, Yusuf’un başı öne düştü, zihni bulanıklaştı ama susmaya devam etti. Tıknaz asker zinciri biraz daha gerdi, “Konuşmazsan günlerce böyle kalırsın!” diye bağırdı, askerler askıdan indirip çekip gitti, kapıyı kilitledi, Askıda kalmaktan ve elektrik şokundan kolları uyuşmuştu, nefesi kesik kesikti.

Dışarıdan bir kadın çığlığı yükseldi, “Lütfen, yapmayın!” diye yalvardı, ses boğuldu, darağacının ipi gıcırdadı, “Parti” bir can daha almıştı. Kapı bir kez daha açıldı, başka bir asker bir adamı içeri fırlattı, kapıyı çarparak kilitledi, uzun boylu asker tıknaza seslenmişti, “Bunlar birbirini oyalasın,” dedi, gülerek çıktılar.

Yeni gelen adam ayağa kalktı, zayıf ama kurnaz bir görünüşü vardı, gözleri parlak ve aldatıcıydı, elinde bir torba taşıyor gibiydi, torbadan hayali bir koku yayılıyordu, lezzetli yemekler, içki ve tatlı bir esinti.

Yusuf’a yaklaştı, “Hey, arkadaş! Gel, beraber içip eğlenelim,” dedi, sesi cazipti, “Şu güzel kız resimlerine bakalım, hoş şarkılar dinleyelim, lezzetli yemekler yiyelim.” Yusuf onları buraya nasıl soktun dedi. Adam cevap vermedi.

Yusuf ayetleri mırıldanıyordu, “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” diye fısıldadı, adam sordu, “Ha, ağzında gizli gizli ne okuyorsun?”

Yusuf duraksadı, “Bir ayet,” dedi, adam güldü, “Bırak şu anlaşılmaz şeyi, hazır keyfimizi bozma,” diye karşılık verdi.

Gözleri Yusuf’un ellerine kaydı, “Ellerindeki nedir?” Yusuf ilacı sıkı sıkı tutuyordu, “Bir ilaç,” diye cevapladı, adam kaşlarını kaldırdı, “At şunu, sağlamsın, neyin var? Şimdi eğlence zamanı,” dedi.

Sonra cebindeki bileti fark etti, “Şu buruşuk kâğıt nedir?” Yusuf fısıldadı, “Bir bilet,” adam kahkaha attı, “Yırt şunu, burada kalalım, bu karanlıkta yolculuk bize ne gerek?” dedi, sesi tatlı ama hilekârdı.

Yusuf’un zihni bulanıklaştı, bir an ona meyletti, yemek kokusu burnuna geldi ama Ebu Ahmed’in sesi gök gürültüsü gibi yükseldi, “Sakın aldanma, Yusuf!” diye bağırdı, “O kurnaza şunu söyle: Eğer darağacını kaldırır, aslanı öldürür, yaralarımı iyileştirir, her gün yapılan işkenceden kurtarır, yaklaşan idam sıramı durdurabilirsen, haydi yap, göster, görelim! Sonra ‘Gel, eğlenelim’ de! Yoksa sus, ey sersem! de!

Yusuf’un nefesi hızlandı, kurnaz adama döndü, “Yapabilir misin bunları?” diye sordu, adamın yüzü bir an gölgelendi, “Dışarıda ölüm var, burada kal, güvenli, kaçarsan yakalanırsın, asılırken ben izlerim,” dedi, sesi tehditkârdı, “Biletini yırt, ilacını at, burada eğleniriz, o aptal sözleri unut.” Yusuf’un kalbi çarptı, dışarıdan bir kadın çığlığı yükseldi, “Lütfen, yapmayın!” diye yalvardı, darağacının ipi gıcırdadı, “Parti” bir can daha almıştı.

Yusuf ayetleri mırıldandı, “Kulnâ yâ nâru kûnî berden veselâmen ‘alâ ibrâhîm,” zihninde darağacı salıncağa döndü, İdam edilen kadın salıncakta sallanan mutlu bir kıza dönüştü. Ebu Ahmed’e baktı, “Kaçacağım,” dedi, kurnaz adam bağırdı, “Aptal, öleceksin!” ama Yusuf dinlemedi, ilacı cebine koydu, bileti sıkı sıkı tuttu, parti sonrası gardiyanların azalacağını hatırladı, Ebu Ahmed fısıldadı, “Sabret, fırsat yakında,” Yusuf kararını vermişti, kaçış başlamak üzereydi.



7. Bölüm: Karanlığın Ötesine

Yusuf Ali hücrenin taş zemininde oturuyordu, bedeni hâlâ acıyla sızlıyordu ama Ebu Ahmed’in ilacı yaralarına bir nebze rahatlama getirmişti, kolundaki iltihaplı yara hâlâ kokuyordu ama sızı biraz azalmıştı, bacağındaki şarapnel yarası zonklasa da hareket edebiliyordu. Nefesi düzensizdi, vücudunun her yeri her nefeste sızlıyordu, hücre soğuk ve nemliydi, darağacının gıcırtısı bahçeden yankılanıyordu, ipin rüzgârdaki sallanışı kulaklarında uğulduyordu. Ebu Ahmed yanında oturuyordu, nur yüzlü adamın gözleri kararlı bir ışıkla parlıyordu, kurnaz adam ise köşede durmuş, ona alaycı bir bakış atıyordu.

Kapı gıcırdadı, Yusuf’un kalbi hızlandı, iki rejim askeri içeri girdi. Uzun boylu asker Yusuf’u kolundan tutup sürükledi, “Hadi, işkence odasına gidiyoruz,” dedi, Yusuf’u koridorda bir kapıya götürdüler, içerisi loş ve sıcak kokuyordu, duvarda zincirler asılıydı. Tıknaz asker Yusuf’u duvara itti, kollarını zincirle bağladı.

Uzun boylu sıska olan ve tıknaz kısa boylu olan, ellerinde bir kova ve kızıl bir ışıltıyla parlayan bir demir çubuk vardı, yüzlerinde o boş ifade hâlâ duruyordu. Uzun boylu asker Yusuf’a yaklaştı, “Susmaya devam mı, ha?” diye sordu, sesi alayla doluydu, Yusuf yüzünü diğer tarafa çevirdi, susmayı sürdürdü. Tıknaz olan demir çubuğu havada tuttu, ucu kor gibi yanıyordu,

Gömleğini yırttı, kızdırılmış demir çubuğu yavaşça göğsüne yaklaştırdı, “Konuşmazsan yanarsın!” diye bağırdı, çubuğun ucu tenine değdi, bir cızırtı sesiyle deri yandı, keskin bir acı göğsünden tüm bedenine yayıldı, Yusuf’un nefesi kesildi, bir inleme döküldü ağzından, yanık kokusu havaya karıştı. Uzun boylu asker çubuğu bir kez daha bastırdı, ikinci bir yanık izi bıraktı, “Hâlâ susuyor musun?” diye sordu, Yusuf başını salladı, ses çıkarmamaya çalıştı ama gözleri yaşla dolmuştu.

Yusuf'un gözleri karardı, başı önüne düştü. Tıknaz asker kovadaki suyu yüzüne fırlattı, “Uyan, köpek, sıra sende!” diye bağırdı, “Partiye az kaldı, hazır ol,” dedi, güldü. Su yanıklara sızdı, acıyı katladı, askerler gülerek çekip gitti. Yusuf dişlerini sıktı, bedeni zayıftı ama ayetler ve Ebu Ahmed’in planı ona güç veriyordu. Yusuf’u zincirlerde bırakıp kapıyı kilitledi. Yusuf'un gözleri karardı, başı yine önüne düştü. Kaç saat geçtiğini bilmiyordu. Zincirlerden çözdüler, yerine başka birini bağladılar. Yusuf Ali'yi nemli hücresine fırlattılar.

Bir süre sonra dışarıdan bir kadının son duası yükseldi, “Allah’ım, yardım et!” diye yalvardı, ses boğuldu, darağacının ipi gıcırdadı, “Parti” bir can daha almıştı.

Yusuf nefes nefese Ebu Ahmed’a döndü, “Bu gece mi?” diye sordu, Ebu Ahmed başını salladı, “Evet, Yusuf, parti sonrası gardiyanlar azalır, fırsat bu gece,” dedi, “Ayetleri söyle, ilacı kullan, gardiyanı bayılt, darağacını salıncağa dönüştür, ipiyle çatıya çık, aslanı ata dönüştür, ata bin kaç.” Kurnaz adam köşeden seslendi, “Aptal, dışarıda ölüm var, yakalanırsın, burada kal, benimle eğlen,” dedi, sesi tatlı ama tehditkârdı, Yusuf ona baktı, “Sus, yapamazsın,” diye mırıldandı, ayetleri hatırladı.

Gece ilerledi, “Parti” bitti, koridorda sesler azaldı, kapı bir kez daha açıldı, yalnız bir gardiyan, tıknaz olan, içeri girdi, “Kalk, su getireceksin,” diye bağırdı, Yusuf titreyerek ayağa kalktı, Ebu Ahmed fısıldadı, “Şimdi, Yusuf!” Yusuf ayeti mırıldandı, “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” bir an güçlendiğini sandı, gardiyana yaklaştı, zayıf kollarıyla adamın boynuna sarıldı, gardiyan şaşırdı, Yusuf onu yere çarptı, adam bayıldı, anahtarları aldı, kurnaz adam bağırdı, “Dur, öleceksin!” ama Yusuf dinlemedi.

Kapıyı açtı, Ebu Ahmed’le koridora çıktı, “Darağacına git,” dedi Ebu Ahmed, Yusuf bahçeye koştu, darağacı oradaydı, ip sallanıyordu, “Kulnâ yâ nâru kûnî berden veselâmen ‘alâ ibrâhîm,” diye mırıldandı, ipi çekti, zihninde salıncak gibi sallandı, ipi tuttu, çatıya tırmandı, kurnaz adam aşağıdan bağırdı, “Düşeceksin, geri dön!” Yusuf aldırmadı, ahıra baktı, aslan yanan gözleriyle oradaydı, “Velḣayle velbiġâle velhamîra literkebûhâ vezîne(ten) veyaḣluku mâ lâ ta’lemûn,” dedi, aslan sakinleşti ata dönüştü, çatıdan atladı, ata bindi, bilet cebindeydi, gardiyanlar alarm verdi ama Yusuf karanlığa doğru sürdü, kaçış başlamıştı.


8. Bölüm: Özgürlüğe Kanat

Yusuf Ali atın sırtında karanlığa doğru dörtnala ilerliyordu, Sednaya’nın taş duvarları ardında küçülüyordu, rüzgâr yüzüne çarpıyor, kolundaki iltihaplı yara hâlâ sızlıyordu ama özgürlüğün ilk nefesi ciğerlerini dolduruyordu. Bacağındaki şarapnel yarası zonkluyordu, göğsündeki yanık izleri her nefeste hatırlatıyordu ama atın ritmik koşusu ona güç veriyordu, cebindeki buruşuk bilet umudun son kırıntısıydı. Ebu Ahmed atın yanında koşuyordu, nur yüzlü adamın sakalı rüzgârda dalgalanıyordu, gözleri kararlılıkla parlıyordu, kurnaz adam ise arkadan bağırıyordu, sesi karanlıkta yankılanıyordu.

Gece soğuktu, ay ışığı zayıftı, Yusuf atı bir patikaya sürdü, Sednaya’dan gelen alarm sesleri uzaktan duyuluyordu, gardiyanlar peşine düşmüştü ama karanlık onu gizliyordu. Ebu Ahmed fısıldadı, “Durma, Yusuf, havalimanına git, bilet seni kurtaracak,” dedi, sesi sakin ama emindi, Yusuf başını salladı, “Nereye?” diye sordu, Ebu Ahmed işaret etti, “Bu yolu takip et, Şam’a ulaş, oradan Türkiye’ye geçeceksin.” Kurnaz adam yaklaştı, nefesi içki kokuyordu, “Geri dön, aptal, dışarıda yakalanacaksın, bilet sahte, öleceksin!” diye bağırdı, Yusuf dişlerini sıktı, “Sus, beni durduramazsın,” dedi, atı hızlandırdı.

Yol uzun ve engebeliydi, atın nal sesleri taşlarda yankılanıyordu, Yusuf’un bedeni yorgundu ama zihni ayetlerle doluydu, “Velḣayle velbiġâle velhamîra literkebûhâ vezîne(ten) veyaḣluku mâ lâ ta’lemûn,” diye mırıldandı, at sanki daha hızlı koştu, Ebu Ahmed başını salladı, “İyi gidiyorsun, sabret,” dedi. Saatler geçti, Şam’ın ışıkları ufukta belirdi, Yusuf atı bir ağaç kümesine gizledi, havalimanına yürüyerek yaklaştı, kurnaz adam peşindeydi, “Kaçamazsın, geri dön, burada kalalım,” diye fısıldadı, Yusuf aldırmadı, cebindeki bilete baktı, buruşuk ama sağlamdı.

Havalimanı kalabalıktı, insanlar telaşla koşturuyordu, Yusuf yırtık kıyafetleriyle göze batmamaya çalıştı, Ebu Ahmed fısıldadı, “Bileti kullan, Türkiye’ye git, ailen seni bekliyor,” dedi, Yusuf kalabalığa karıştı, o anda bir adam aceleyle geçti, cebinden bir kâğıt düştü, Yusuf yere eğildi, bir uçak biletiydi, Türkiye’ye gidiyordu, Ebu Ahmed güldü, “İşte rızkın, al ve bin,” dedi, Yusuf bileti aldı, kurnaz adam son bir kez bağırdı, “Dur, bu bir tuzak!” ama Yusuf dinlemedi, kontrole yürüdü.

Görevli bilete baktı, Yusufbaşını salladı, Yusuf uçağa bindi, koltuğuna oturdu, pencereden Şam’ın ışıklarına baktı, Sednaya’nın darağacı, kadın çığlıkları, “Parti” idamları zihninde yankılanıyordu ama şimdi özgürdü, Ebu Ahmed yanında oturuyordu, “Ailene kavuşacaksın, Yusuf,” dedi. Uçağın kalkışı gecikti. Kurnaz adam koridorda durmuş, öfkeyle bakıyordu, “Başaramadın,” diye mırıldandı, fakat uçak havalandı, Türkiye’ye doğru yol alıyordu, gökyüzü karanlığı yutmuştu.


9. Bölüm: Aileye Dönüş

Yusuf Ali uçağın penceresinden Türkiye’nin ışıklarını görüyordu, gökyüzü gri bir örtüyle kaplıydı ama Sednaya’nın karanlığını geride bırakmıştı, kolundaki iltihaplı yara hâlâ sızlıyordu, bacağındaki şarapnel yarası zonkluyordu, göğsündeki yanık izleri her nefeste hatırlatıyordu ama ciğerleri özgürlüğün temiz havasıyla doluyordu. Uçak inişe geçti, Yusuf’un kalbi hızlandı, cebindeki bilet hâlâ elindeydi, buruşuk ama onu buraya getiren bir umuttu, Ebu Ahmed yanında oturuyordu, nur yüzlü adamın yüzünde sakin bir gülümseme vardı, kurnaz adam ise koridorda durmuş, öfkeyle bakıyordu.

Uçak yere değdi, Yusuf titreyen bacaklarla indi, havalimanı kalabalıktı, insanlar sevdiklerine sarılıyordu, Yusuf yırtık kıyafetleriyle göze batmamaya çalıştı, Ebu Ahmed fısıldadı, “Ailene git, Yusuf, burası senin kurtuluşun,” dedi, sesi huzurlu ama emindi, Yusuf başını salladı, “Onlar nerede?” diye sordu, Ebu Ahmed işaret etti, “Çıkışa yürü, seni bulacaklar.” Kurnaz adam yaklaştı, “Burada da mutsuz olacaksın, geri dön, benimle kal,” diye fısıldadı, sesi zayıf ama hilekârdı, Yusuf ona döndü, “Hayır, bitti,” dedi, kararlıydı.

Havalimanından çıktı, soğuk bir rüzgâr yüzüne çarptı, kalabalıkta tanıdık bir ses duydu, “Yusuf!” Annesinin sesiydi, zayıf ama sevgi doluydu, Yusuf döndü, annesi ve babası ona koşuyordu, gözleri yaşlarla doluydu, annesi kollarını açtı, Yusuf titreyerek sarıldı, “Anne, baba, buradayım,” diye mırıldandı, sesi titriyordu, babası elini omzuna koydu, “Oğlum, seni bulduk,” dedi, gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Sednaya’nın darağacı, kadın çığlıkları, “Parti” idamları zihninde yankılanıyordu ama annesinin kokusu, babasının sıcak eli o gölgeleri silmeye başlamıştı.

Günler geçti, Yusuf bir hastanede yatıyordu, kolundaki yara tedavi ediliyordu, bacağındaki şarapnel çıkarılmıştı, göğsündeki izler hâlâ duruyordu ama acısı azalıyordu, ailesi yanındaydı, annesi her gün dua ediyor, babası ona direniş hikayeleri anlatıyordu. Ebu Ahmed yatağının başında belirdi, “Görevini yaptın, Yusuf, şimdi dinlen,” dedi, sesi bir veda gibiydi, Yusuf sordu, “Gerçek misin sen?” Ebu Ahmed gülümsedi, “Önemli olan, seni buraya getirdim,” dedi, yavaşça kayboldu. Kurnaz adam bir kez daha göründü, “Bensiz yapamazsın,” diye mırıldandı ama sesi zayıftı, Yusuf gözlerini kapattı, “Artık yoksun,” dedi, adam sustu, gölgeler dağıldı.

Yusuf gözlerini açtığında güneş odasına doluyordu, annesi elini tutuyordu, Sednaya’nın karanlığı zihninde bir iz olarak kalmıştı ama ailesinin sevgisi, Türkiye’nin özgürlüğü onu iyileştiriyordu, ayetler hâlâ kulaklarında çınlıyordu, “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” diye mırıldandı, bu kez gerçek bir şifa hissediyordu, gökyüzü açıktı, gölgeler yok olmuştu.


10. Bölüm: Zihnin Aydınlığı

Yusuf Ali hastane yatağında yatıyordu, Türkiye’nin temiz havası pencereden içeri doluyordu, kolundaki iltihaplı yara artık pansumanlarla kapanmıştı, bacağındaki şarapnel çıkarılmış, dikişler iyileşmeye başlamıştı, göğsündeki yanık izleri hâlâ duruyordu ama artık acımıyordu. Annesi yanında oturuyordu, elini tutmuş dua mırıldanıyordu, babası kapıda durmuş, oğlunun yüzüne gururla bakıyordu, Sednaya’nın darağacı, kadın çığlıkları, “Parti” idamları zihninde hâlâ yankılanıyordu ama ailesinin varlığı o gölgeleri yavaşça siliyordu.

Doktor içeri girdi, orta yaşlı, sakin bir adamdı, elinde bir dosya tutuyordu, Yusuf’a yaklaştı, “Nasılsın, Yusuf? Yaraların iyi görünüyor,” dedi, sesi yumuşaktı, Yusuf başını salladı, “Fiziksel olarak iyiyim, ama zihnim…” diye mırıldandı, duraksadı, doktor kaşlarını kaldırdı, “Anlatmak ister misin?” diye sordu. Yusuf derin bir nefes aldı, “Orada, Sednaya’da, zindanda iki adam gördüm, biri nur yüzlü, Ebu Ahmed, bana ayetler öğretti, kaçmamı sağladı, diğeri kurnaz, içki kokuyordu, beni durdurmaya çalıştı,” dedi, sesi titriyordu, “Benimle birlikte kaçtılar. Uçağa birlikte bindik. Bazen burada da görüyorum onları.”

Doktor not aldı, yüzünde anlayışlı bir ifade vardı, “Ne kadar süredir görüyorsun onları?” diye sordu, Yusuf düşündü, “Sednaya’da başladı, önce seslerini duydum, sonra yanımda oldular, havalimanında bile oradaydılar,” dedi, annesi elini sıkıca tuttu, doktor başını salladı, “Yusuf, yaşadıkların çok ağır bir travma, zihnin bu adamları yaratmış olabilir, buna şizofreni diyoruz, gerçek olmayan şeyleri görmek ve duymak yaygın bir belirti,” dedi, Yusuf’un gözleri doldu, “Yani… onlar gerçek değildi?” diye sordu, doktor yumuşakça, “Muhtemelen hayır, ama seni kurtardılar, bu önemli,” dedi.

Doktor tedaviyi anlattı, “Sana antipsikotik ilaçlar vereceğiz, atipik olanlardan, risperidon gibi, beyindeki dopamin ve serotonin dengesini sağlayacak, bu sesleri ve görüntüleri azaltacak,” dedi, Yusuf başını salladı, “Yan etkisi çok mu?” diye sordu, doktor gülümsedi, “Bazıları uyku hali, kilo artışı yapabilir, ama seni takip edeceğiz, bir de psikoterapiye başlayacaksın, ailenden destek alman çok önemli,” dedi, annesi gözyaşlarıyla, “Yanındayız, oğlum,” dedi, babası başını salladı, “Her zaman.”

Doktor Yusuf’a şizofreni teşhisi koydu, ama annesi usulca mırıldandı, “Belki de cinlerdi, oğlum, seni koruyan ve sınayan varlıklar,” Yusuf gülümsedi, ne bilim ne de inanç tam cevap verebilirdi, ama o gölgeler, gerçek ya da hayal, onu özgürlüğe taşımıştı.

Günler geçti, Yusuf risperidon almaya başladı, ilk başlarda başı dönüyordu, uykusu artmıştı ama Ebu Ahmed’in nur yüzü bulanıklaşıyordu, kurnaz adamın sesi zayıflıyordu, bir sabah uyandığında odası sessizdi, Ebu Ahmed yatağının başında belirdi, “Artık bana ihtiyacın yok, Yusuf,” dedi, gülümsedi, kayboldu, kurnaz adam koridorda bir an göründü, “Bensiz de mutsuzsun,” diye mırıldandı ama sesi bir fısıltıya döndü, Yusuf gözlerini kapattı, “Gittiniz,” dedi, zihni berraklaşıyordu.

Haftalar sonra Yusuf hastaneden çıktı, kolundaki yara izi kalmıştı ama iyileşmişti, bacağı hâlâ aksıyordu ama güçleniyordu, annesi ve babasıyla evine döndü, Sednaya’nın gölgeleri zihninde bir hatıra gibiydi, psikoterapide travmalarını anlatıyor, ilaçlarla hayalleri kontrol altına alıyordu, bir gün annesine sarıldı, “İyileşiyorum, anne,” dedi, annesi dua etti, “Allah şifa versin, oğlum,” Yusuf pencereden gökyüzüne baktı, ayetler hâlâ içindeydi ama artık gölgelere ihtiyacı yoktu, özgürdü.



Son Söz

Yusuf Ali’nin hikâyesi, bir zindanın taş duvarları arasında başladı, Sednaya’nın soğuk, nemli hücrelerinde, darağacının gıcırtısı, kadın çığlıkları ve “Parti” idamlarının gölgesinde bir adamın ruhu sınandı. İşkencenin acısı bedenini kırdı, yalnızlık zihnini gölgelere boğdu, ama o gölgeler arasında bir ışık buldu, Ebu Ahmed’in nur yüzü ve ayetlerin fısıltısı ona yol gösterdi, kurnaz adamın aldatıcı sesi ise teslimiyeti fısıldadı. Bu iki ses, belki de Yusuf’un zihninden doğan hayallerdi, Sednaya’nın vahşetinden kaçarken ona hem umut hem de tuzak olan gölgelerdi.

Ama Yusuf pes etmedi, darağacını salıncağa çevirdi, aslanı ata dönüştürdü, yaralarını iyileştirdi, bir biletle özgürlüğe kanat açtı, Türkiye’de ailesine kavuştu, hastane odasında zihnindeki gölgeler çözüldü, şizofreni teşhisiyle anladı ki, Ebu Ahmed ve kurnaz adam onun içindeki savaşın yansımalarıydı. Antipsikotik ilaçlar sesleri susturdu, psikoterapi yaraları sardı, ailesinin sevgisi ona yeniden hayat verdi, Sednaya’nın izleri kaldı ama o izler, artık bir yenilgi değil, bir zaferin hatırasıydı.

Bu hikâye, karanlığın içinde bile bir ışığın var olabileceğini anlatır, zindanlar bedenleri esir alır ama ruhu zincirleyemez, gölgeler bazen düşmandır, bazen rehber, önemli olan, o gölgeler arasında kendi yolunu bulmaktır. Yusuf’un yolculuğu, Suriye’nin çığlıklarından Türkiye’nin huzuruna uzanan bir köprü oldu, her yara bir ders, her ayet bir umut, her adım bir başlangıçtı. Ve son sözü, gökyüzüne bakarken mırıldandığı bir dua oldu: “Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn,” - “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” Çünkü şifa, sadece bedende değil, ruhta da yeşerir.



Not: Bu hikaye
aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 7. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....

ÖZET:

Bir zamanlar bir asker, savaş ve imtihan meydanında çok zor bir duruma düşer. Sağında ve solunda derin, korkunç iki yara vardır. Arkasında ise kocaman bir aslan, ona saldırmak için bekliyormuş gibi durur. Önünde bir darağacı kurulmuştur; bu darağacı, tüm sevdiklerini asıp yok etmekte ve onu da beklemektedir. Üstelik bu haldeyken uzun bir yolculuğa çıkmak zorundadır, çünkü sürgüne gönderilmiştir.

Bu zavallı asker, dehşet içinde umutsuzca düşünürken, sağ tarafından Hızır gibi yardımsever, nurani bir kişi belirir ve ona şöyle der:

"Umutsuzluğa kapılma. Sana iki sihirli söz öğreteceğim. Bunları güzelce kullanırsan, o aslan senin emrine giren bir at olur. O darağacı ise keyif ve gezinti için hoş bir salıncağa dönüşür. Ayrıca sana iki ilaç vereceğim. Onları iyi kullanırsan, o iki kötü kokulu yaran, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) güzel kokulu gülleri denilen zarif çiçeklere dönüşür. Bir de bilet vereceğim; onunla bir yıllık yolu bir günde uçarcasına katedersin. Eğer inanmıyorsan, biraz dene de doğruluğunu anlayasın."

Asker gerçekten denedi ve bu sözlerin doğru olduğunu onayladı.

Sonra birden sol tarafından şeytan gibi kurnaz, içki düşkünü, aldatıcı bir adam göründü. Yanında süslü eşyalar, güzel görüntüler, hayaller ve içkiler vardı. Karşısında durup askere şöyle dedi:

"Hey, arkadaş! Gel, beraber içip eğlenelim. Şu güzel kız resimlerine bakalım, hoş şarkılar dinleyelim, lezzetli yemekler yiyelim."

Asker ağzında bir şeyler mırıldanıyordu. Adam sordu: "Ha, ağzında gizli gizli ne okuyorsun?"

Asker cevap verdi: "Bir sihirli söz."

Adam, "Bırak şu anlaşılmaz şeyi, hazır keyfimizi bozma," dedi.

Sonra sordu: "Ellerindeki nedir?"

Asker, "Bir ilaç," diye cevap verdi.

Adam, "At şunu. Sağlamsın, neyin var? Şimdi alkış zamanı," dedi.

Ardından yine sordu: "Şu beş işaretli kâğıt nedir?"

Asker, "Bir bilet, bir rızık belgesi," diye yanıtladı.

Adam, "Yırt şunları. Bu güzel bahar mevsiminde yolculuk bize ne gerek?" diyerek her türlü hileyle askeri kandırmaya çalıştı. Hatta asker ona biraz meyletti.

Ama birden sağ tarafından gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu ve şöyle dedi:

"Sakın aldanma. O kurnaza şunu söyle: Eğer arkamdaki aslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırır, sağ ve solumdaki yaraları iyileştirir, peşimdeki yolculuğu durduracak bir çare bulabilirsen, haydi yap, göster, görelim. Sonra ‘Gel, eğlenelim’ de. Yoksa sus, ey sersem! Bırak, Hızır gibi bu gökyüzünden gelen zat konuşsun."


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

İnsanın dünya hayatındaki imtihanını, içsel mücadelelerini ve kurtuluş yolunu alegorik bir şekilde anlatır:

    • Asker: İnsanı temsil eder, yani nefsi ve ruhuyla mücadele eden birey.
    • Aslan: Eceli (ölümü) sembolize eder.
    • Darağacı: Ölüm, ayrılık ve yok oluşu ifade eder; dünyanın geçiciliği.
    • İki Yara: İnsanın acizliği (sonsuz zayıflık) ve yoksulluğu (bitmez ihtiyaçlar).
    • Yolculuk: Ruhun uzun imtihan yolculuğunu (dünyadan ahirete geçiş).
    • İki Sihirli Söz: Allah’a ve ahirete iman; ölümü bir binek, ayrılığı bir seyir keyfi haline getirir.
    • İki İlaç: Sabır ve tevekkül (acizliğe çare), şükür ve kanaat (yoksulluğa çare).
    • Bilet: Farz ibadetler ve günahlardan kaçınma; ahiret yolculuğunun anahtarı.
    • Kurnaz Adam: Şeytanı ve nefsi temsil eder, insanı günaha ve teslimiyete çeker.
    • Nur Yüzlü Ses: İlahi rehberliği ve Kur’an’ı sembolize eder, hakikate yöneltir.

Mesaj: İnsan, iman, sabır, şükür ve ibadetle dünya zindanından kurtulabilir; şeytanın ve nefsin tuzaklarına karşı Kur’an’ın nuruyla aydınlanmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları