28 Mart 2025 Cuma

3. İki Askerin İki Yolu



Önsöz

Bu hikâye, iki yolcunun destansı yolculuğunu anlatır. Biri, zorlu ama kutlu bir patikada yürüyen; diğeri, kolay görünen ama yıkıma götüren bir çayırda kaybolan. Hayat, bir seçimdir; her adımda, ruhumuzu ya aydınlığa ya da karanlığa taşırız. Ercan ve Yaman, bu yolların temsilcileridir: Biri Allah’ın kanunlarına uyarak ibadet ve takva ile donanmış, diğeri ise arzularına boyun eğip isyana düşmüş. O çanta ve silah, ibadetin sembolüdür; görünüşte ağır, ama kalbe huzur, ruha zafer sunar. Bu destan, bize şunu fısıldar: Dünya ve ahiret saadeti, Allah’a asker olmakta yatar. Şimdi, bu iki yolcunun hikâyesine kulak verin; çünkü her birimiz, kendi yolumuzu seçeriz.
Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle


Bölüm 1: Görevin Başlangıcı

Kuzeyden esen rüzgâr, krallığın gri taş duvarlarını titretiyordu. Kale avlusunda, meşalelerin titrek ışıkları altında iki genç asker duruyordu. Ercan, uzun boylu, geniş omuzlu bir yiğitti; koyu kahverengi saçları alnına düşüyordu, gözlerinde sakin ama kararlı bir ateş yanıyordu. Üzerinde krallığın zırhı, göğsünde bronz bir amblem parlıyordu. Yanında, Yaman vardı; daha ince yapılı, hareketli, dudaklarında her daim bir tebessüm gezinen biri. Siyah saçları dağınıktı, ellerini ceplerine sokmuş, rahat bir tavırla etrafı süzüyordu. Krallık, karanlık bir gölge gibi kuzey dağlarından inen düşman ordularının tehdidi altındaydı. Vahşi kabileler, demir zırhları ve uluyan savaş köpekleriyle her geçen gün daha yaklaşıyordu. Kale, bir umut kırıntısıyla ayakta duruyordu: Doğudaki müttefik orduya ulaştırılacak şifreli bir mektup.

Avlunun ortasında, gri sakallı General Boran belirdi. Yüzünde yılların izleri, gözlerinde çelik gibi bir sertlik vardı. Elinde deri bir kılıf tutuyordu; içinde, parşömen üzerine yazılmış, mürekkeple şifrelenmiş o kritik mektup vardı. Sesini yükselterek askerlere döndü. “Bu mektup, krallığımızın son umudu. Düşman eline geçerse, ne kale kalır ne ocak. Anladınız mı, yiğitler?” Ercan, başını hafifçe eğdi, sessiz bir onay verdi. Yaman ise omuzlarını silkti, sesinde alaycı bir tınıyla cevapladı. “Kolay iş, komutanım. Gideriz, teslim ederiz, döneriz. Ne var bunda?” General’in kaşları çatıldı, ama bir şey demedi. Mektubu Ercan’a uzattı, sert bir tonla ekledi. “İkiniz de krallığın en cesur askerlerisiniz. Ama bu yol, cesaret kadar akıl ister. Dikkatli olun, yoksa kemikleriniz ormanda çürür.”

Gün batarken, gökyüzü turuncu ve mor bir örtüyle kaplanmıştı. Ercan ve Yaman, kalenin ağır demir kapısından çıktılar. Ercan’ın omzunda dört okkalık bir çanta sallanıyordu; içinde kurutulmuş et, arpa ekmeği, bir matara su ve birkaç küçük alet vardı. Belinde, krallığın en iyi demircilerinin dövdüğü bir kılıç asılıydı; kabzası deri kaplı, bıçağı ay ışığında parlıyordu. Yaman ise sadece küçük bir torba taşıyordu; içinde birkaç parça bayat ekmek ve bir elma vardı. Hafif adımlarla yürüyordu, rüzgârda sallanan pelerinine aldırmadan. “Ercan, o kadar yükle nasıl yürüyeceksin? Bırak şu çantayı, hafif olalım. Bak, ben kuş gibi özgürüm!” dedi, gülerek. Ercan ona yan gözle baktı, kaşlarını çattı. “Bu çanta benim gücüm, Yaman. Aç kalmaktansa taşırım. Sen o torbayla ne kadar dayanacaksın, göreceğiz,” diye cevap verdi. Sesi sakin ama içten içe uyarıcıydı. Yaman kahkaha attı, aldırmadı.

Ormanın sınırına vardıklarında, ağaçlar sıklaşmıştı. Dev çamlar, gökyüzünü kapatan bir kubbe gibi yükseliyordu; dallar arasında rüzgâr uğulduyor, yapraklar hışırdıyordu. Yol, tam burada ikiye ayrıldı. Sağdaki patika, dikenlerle kaplıydı; taşlar keskin, hava ağır bir tehditle doluydu. Uzakta, bir kurt uluması yankılandı. Soldaki yol ise geniş bir çayırdan geçiyordu; otlar yumuşak, ufukta sakin bir dinginlik vardı. Tam o anda, ağaçların gölgesinden gri sakallı bir bilge çıktı. Üzerinde yıpranmış bir cübbe, elinde knotlu bir asa vardı. Gözleri, iki askerin ruhunu delip geçer gibiydi; sanki kaderlerini çoktan görmüştü. “Durun, yiğitler,” dedi, sesi rüzgârın uğultusuna karışarak derin bir yankı bıraktı. “Önünüzde iki yol var. Sağdaki yol zorludur; düşmanla, mayınla, tuzakla doludur. Ama o yolda yürüyenlerin onda dokuzu zafer bulur. Çünkü orada düşmanın hazineleri, cephaneleri, efsanevi silahları saklıdır. Sol yol kolaydır, sakin görünür; düşman az, tuzak yoktur. Ama onda dokuz yolcu açlık, korku ve yıkımla karşılaşır. Seçiminiz, kaderinizdir.”

Yaman, bilgenin sözlerini duyunca kahkahayla güldü. “Yaşlı adam, masallarla mı korkutacaksın bizi? Ben kolay yoldan giderim, düşmanla uğraşmam. Hadi, Ercan, sen de gel!” dedi, torbasını omzuna atıp çayırdaki yola yöneldi. Adımları hafifti, yüzünde özgürlüğün sahte neşesi vardı. Ercan ise bilgeye baktı. Adamın gözlerindeki bilgelik, kalbinde bir ağırlık yarattı. Bir an durdu, çantasını sıkıca kavradı, kılıcının kabzasını yokladı. “Zor yol, zafer yoluysa, ben oradan giderim,” dedi, sesinde tereddüt yoktu. Bilge, sessizce gülümsedi, başını hafifçe eğdi ve gölgelerin arasında kayboldu.

Ercan, sağdaki patikaya adım attı. Dikenler botlarını çiziyor, taşlar her adımda ayaklarını zorluyordu. Çantasının ağırlığı omzunu ağrıtıyordu, ama içindeki erzak ona güven veriyordu. İlk gece, bir çam ağacının dibine oturdu. Matarasından bir yudum su içti, kurutulmuş etten bir parça kopardı. Uzakta, düşman ateşlerinin kırmızı ışıkları yanıp sönüyordu; kaba sesler, rüzgârla karışıp kulaklarına ulaşıyordu. Kılıcını dizine dayadı, hazır bekledi. Yaman ise çayırda keyifle yürüyordu. Rüzgâr, saçlarını okşuyor, otlar ayaklarının altında eziliyordu. “Hah, işte özgürlük bu! Ercan o dikenler arasında çürüyecek, ben ise buradan kuş gibi uçacağım!” diye mırıldandı kendi kendine. Ama torbasındaki son ekmek kırıntısını yediğinde, mide gurultuları başlamıştı bile. Elması dişledi, ama susuzluktan dili damağına yapışıyordu.


Bölüm 2: Yolların İlk Sınavı

Ercan, sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açtı. Ormanın içindeki patika, gri bir sisle kaplanmıştı; dallardan sarkan çiğ damlaları, zırhının soğuk yüzeyine çarpıp kayıyordu. Hava keskin bir çam kokusuyla doluydu, rüzgâr dalları hafifçe sallarken yapraklar hışırdıyordu. Yattığı yerden doğruldu, sırtındaki çantanın ağırlığı omzunu sızlatıyordu. Ama bu ağırlık, ona garip bir huzur veriyordu. Çantasını açtı, deri bir kese içinden bir parça arpa ekmeği çıkardı. Ekmeğin sert kabuğunu dişleriyle kırdı, yavaşça çiğnedi; her lokma, bedenine sıcak bir güç yayıyordu. Matarasını eline aldı, bir yudum su içti. Suyun serinliği boğazından geçerken, gözleri ufka kaydı. “Bilge haklıymış, bu yol zor olacak,” diye mırıldandı kendi kendine, sesi sakin ama düşünceliydi.

Ayağa kalktığında, uzaktan gelen bir çatırtı kulaklarını tırmaladı. Başını o yöne çevirdi, nefesini tuttu. Çamların arasından gölgeler hareket ediyordu; dallar sallanıyor, toprak hafifçe titriyordu. Kılıcını sessizce kınından çekti, kabzasını sıkıca kavradı. Adımlarını yavaşlattı, bir kayanın ardına gizlendi. Tepenin ötesinde, düşman devriyesi belirdi. Üç vahşi savaşçıydı bunlar; demir zırhları paslı ama sağlam, omuzlarında kürk mantolar sallanıyordu. Yüzleri yara izleriyle kaplıydı, ellerinde kaba baltalar parlıyordu. Yanlarında, zincirle bağlı bir savaş köpeği vardı; dişleri sivri, gözleri kırmızı bir öfkeyle yanıyordu. Köpek havayı kokladı, ulumaya başladı. Ercan’ın kalbi hızlandı, ama paniğe kapılmadı. “Üç kişi ve bir köpek. Çantam olmasa, açlıktan bitkin düşerdim,” diye düşündü, çantasını sırtında hissederek kendine güven kazandı.

Kayanın ardından düşmanı izledi. Devriye, patikada ilerliyordu; konuşmaları kaba ve boğuktu. Ercan, çantasını yere bıraktı, içinden küçük bir ip çıkardı. Kılıcını sağ eline aldı, ipi sol eline sardı. Bir plan kurdu: Köpeği önce etkisiz hale getirecek, sonra savaşçılara teker teker saldıracaktı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı, içinden dua etti. “Bana güç ver, bu yolda ayakta kalayım,” diye fısıldadı. Sonra kayanın ardından fırladı. İpi köpeğin boynuna attı, hızla çekti; hayvan havlayarak yere düştü. Savaşçılar şaşkınlıkla döndü. “Kim var orada?!” diye bağırdı biri, baltasını havaya kaldırarak. Ercan cevap vermedi; kılıcını savurdu, ilk savaşçının koluna derin bir yara açtı. Kan, toprağa sıçradı. İkinci savaşçı hamle yaptı, ama Ercan çevik bir hareketle eğildi, kılıcını adamın zırhının altına sapladı. Üçüncüsü kaçmaya yeltendi, ama Ercan ipi fırlattı, bacağına doladı, yere düşürdü. Nefes nefese durdu, etrafı kolaçan etti. “Bu yol gerçekten zafer yoluymuş,” dedi, gülümseyerek. Çantasını aldı, mektubu kontrol etti, yola devam etti.

Yaman ise aynı sabah, çayırın ortasında uyandı. Güneş, ufukta yavaşça yükseliyordu; altın ışıkları otları parlatıyor, ama içini ısıtmıyordu. Gözlerini ovuşturdu, ağzı kupkuruydu. Torbasını eline aldı, içindeki son ekmek kırıntılarını parmaklarıyla topladı. Hepsini ağzına attı, çiğnemeden yuttu. Elmasının çekirdeğini yere fırlattı, etrafta su aradı. Çayır bomboştu; ne bir dere akıyordu, ne bir ağaç gölgesi vardı. Rüzgâr, otları dalgalandırıyor, ama susuzluğunu dindirmiyordu. “Biraz daha dayanırım, yakında bir köy bulurum,” dedi, sesi titrekti. Adımları yavaşladı, bacakları halsizlikten titriyordu. Gözleri ufku taradı, bir umut ışığı aradı. Derken, uzakta ince bir duman gördü. Kalbi hızlandı, dudaklarında zayıf bir gülümseme belirdi. “İşte, kurtuldum!” diye mırıldandı, adımlarını hızlandırdı.

Dumana yaklaştıkça, otların arasında bir kamp belirdi. Ama bu bir köy değildi; düşman kampıydı. Kaba çadırlardan duman yükseliyor, vahşi savaşçılar ateşin etrafında oturuyordu. Ellerinde kupa gibi bardaklar, kahkahaları çayırda yankılanıyordu. Yaman’ın yüzü soldu, geri dönmek istedi. “Aptal Yaman, keşke Ercan’ı dinleseydim,” diye içinden geçirdi. Tam arkasını dönecekti ki, bir ok havayı yardı. Omzuna saplandı, keskin bir acı bedenini sardı. “Hayır, bu olamaz!” diye bağırdı, dizlerinin üzerine çöktü. Kan, gömleğine yayıldı, başı döndü. Kampdan koşan iki savaşçı, onu yakaladı. Kollarından tutup sürüklediler, çadıra attılar. Bir komutan, uzun siyah sakallı ve tek gözlü bir adam, önüne dikildi. “Bu mektup nerede, köpek?” diye gürledi, elinde bir hançer sallayarak. Yaman’ın torbası boşalmıştı; ne silahı, ne erzaki vardı. Korku, kalbini bir mengene gibi sıkıyordu.



Bölüm 3: Hazineler ve Karanlık

Ercan, düşman devriyesini alt ettikten sonra patikada ilerlemeye devam etti. Güneş, ağaçların tepesinde yükselmişti, ama ormanın gölgeleri hâlâ koyuydu. Patika, dar bir vadiye doğru iniyordu; iki yanda yükselen kayalar, devasa bir geçit gibi uzanıyordu. Ayaklarının altındaki taşlar çakıllıydı, her adımda çizmeleri gıcırdıyordu. Çantasının kayışları omzunu kesiyor, kılıcının ağırlığı belini zorluyordu. Ama bu yükler, ona garip bir güven veriyordu. Matarasından bir yudum su içti, alnındaki teri sildi. Uzakta, kayaların arasında bir ışık parıltısı gördü. Gözlerini kıstı, dikkatle baktı. “Bu ne olabilir?” diye mırıldandı, merakla hızlandı.

Vadinin sonunda, yosun kaplı bir mağara ağzı belirdi. Giriş, dikenli sarmaşıklarla örtülmüştü, ama içinden sızan altın rengi bir ışık, dışarı taşıyordu. Ercan kılıcını çekti, sarmaşıkları kesti, içeri adım attı. Mağaranın içi, geniş bir salon gibiydi; tavandan sarkan sarkıtlar, meşale ışığıyla parlıyordu. Ortada, taştan bir platform vardı. Üzerinde, düşmana ait bir hazine duruyordu: Altınla dolu sandıklar, barut fıçıları ve efsanevi bir yay. Yay, gümüşten yapılmıştı; kirişi ince ama sağlam, sapı ejderha kabartmalarıyla süslüydü. Ercan’ın nefesi kesildi, elini yaya uzattı. “Bilge haklıymış, bu yol zaferle dolu,” dedi, sesinde hayret vardı. Yayı eline aldı, kirişini çekti; bir ok olmadan bile gücünü hissetti. Sandıklardan birini açtı, içinden birkaç barut torbası çıkardı. Çantasına sığdırabildiği kadarını aldı, geri kalanını mağarada bıraktı. “Bunlarla düşmanı yerle bir ederim,” diye düşündü, kararlılıkla gülümsedi.

Mağaradan çıktığında, uzaktan gelen bir patlama sesi duydu. Başını kaldırdı; gökyüzünde duman yükseliyordu. Düşman karakolu, vadinin ötesindeydi. Ercan, yayını omzuna astı, barut torbalarını çantasına yerleştirdi. “Mektubu ulaştırmadan önce, şu karakolu yok edersem, yolum açılır,” dedi kendi kendine. Patikadan aşağı indi, karakola doğru sessizce yaklaştı. Karakol, ahşap bir kuleydi; etrafında on kadar savaşçı nöbet tutuyordu. Ercan, bir kayanın ardına gizlendi, barut torbasını çıkardı. Uzaktan bir okla torbayı ateşledi; barut patladı, kuleyi alevler sardı. Savaşçılar çığlıklarla kaçıştı, ama çoğu alevlerin içinde kaldı. Ercan ayağa kalktı, yayını eline aldı. “Bu zafer, krallığım için,” diye fısıldadı, yoluna devam etti.

Yaman ise o sırada düşman kampında, karanlık bir çadırın içindeydi. Omzundaki ok yarası kanıyordu, kolları iplerle bağlanmıştı. Çadırın zemini soğuk ve nemliydi; etrafta yanmış odun kokusuyla karışan ter kokusu vardı. Karşısında, tek gözlü komutan duruyordu. Adamın sakalı uzun ve siyahtı, yüzünde derin bir yara izi uzanıyordu. Elinde paslı bir hançer sallanıyordu, gözü Yaman’ı süzüyordu. “Konuş, köpek! O mektup nerede?” diye gürledi, sesi çadırı titretti. Yaman’ın dudakları titredi, ama sesi çıkmadı. Komutan hançeri Yaman’ın yanağına yaklaştırdı, ucunu hafifçe bastırdı; bir damla kan süzüldü. “Konuşmazsan, dilini keserim, sonra da kemiklerini kırarım!” diye bağırdı.

Yaman’ın kalbi korkuyla çarpıyordu. Torbası çoktan yağmalanmış, içindeki son elma bile alınmıştı. Açlık, bedenini kemiriyordu; susuzluktan gözleri bulanık görüyordu. “Mektup… bende değil,” diye kekeledi, sesi zayıftı. Komutan kahkaha attı, hançeri masaya sapladı. “Yalan söylüyorsun! Arama ekibi, çayırda izlerini buldu. O mektup sende, değil mi?” dedi, tehditkâr bir gülümsemeyle. Yaman başını eğdi, omzundaki acı dayanılmazdı. “Ercan… o aldı mektubu,” diye fısıldadı, istemeden. Komutan kaşlarını kaldırdı, memnun bir ifadeyle sırıttı. “Demek öyle. Ercan denen o köpek nerede?” diye sordu. Yaman sustu, ama komutan sabrını kaybetti. Bir yumruk attı, Yaman’ın başı yana savruldu. “Konuş, yoksa işkenceyle öldürürüm seni!” diye kükredi.

Çadırın dışından bir savaşçı koştu, komutana eğildi. “Efendim, vadide bir patlama oldu! Karakolumuz yandı!” dedi, nefes nefese. Komutan öfkeyle yumruğunu sıktı, Yaman’a döndü. “Arkadaşın mı yaptı bunu? Nerede o?!” diye bağırdı. Yaman’ın gözleri doldu, korku ve pişmanlık içini yiyordu. “Bilmiyorum… sağdaki yoldaydı,” diye mırıldandı, sesi kırık bir fısıltıydı. Komutan dişlerini sıktı, adamlarına döndü. “Vadideki patikanın izini sürün! O mektubu bulacağız!” diye emretti. Yaman, başını ellerinin arasına aldı, ağlamaklı bir sesle mırıldandı. “Keşke o çantayı bırakmasaydım…”



Bölüm 4: Yaklaşan Zafer ve Kırılan İrade

Ercan, düşman karakolunu alevler içinde bıraktığında, gökyüzü dumanla kaplanmıştı. Vadinin ötesine geçti, patika şimdi bir dağ yoluna dönüşüyordu. Eğimli arazi, taşlarla ve çalılarla doluydu; her adımda botları kayıyor, ama o kararlılıkla ilerliyordu. Omzundaki çanta hâlâ ağırdı, ama içindeki erzak ve barut torbaları ona güç veriyordu. Belindeki kılıç, kan lekeleriyle kaplanmıştı; gümüş yay ise omzunda bir zafer nişanı gibi duruyordu. Güneş batıya kayarken, ufukta müttefik ordunun kampını gördü. Dumanlar yükseliyor, bayraklar dalgalanıyordu. “Yaklaştım… mektubu teslim edersem, krallık kurtulur,” diye mırıldandı, yüzünde yorgun ama umutlu bir gülümseme belirdi.

Dağ yolunda ilerlerken, bir tuzakla karşılaştı. Patikanın ortasında, ince bir ip yere gerilmişti; dikkatsiz bir adımda patlayacak bir mayın olduğu belliydi. Ercan durdu, nefesini tuttu. Çantasını yere koydu, içinden küçük bir bıçak çıkardı. İpi kesmek için eğildi, ama o anda bir gölge hareket etti. Başını kaldırdığında, tepede bir düşman okçusu belirdi. Adamın zırhı siyahtı, elinde uzun bir yay vardı. “Dur, köpek! O mektubu bana ver, yoksa bu ok kalbine saplanır!” diye bağırdı, sesi dağlarda yankılandı. Ercan kılıcını çekti, ama okçunun avantajı vardı. “Mektup bende kalsa ne olur, almasan ne olur? Krallığım için ölürüm, ama teslim etmem,” diye cevap verdi, sesi sertti. Okçu kahkaha attı, kirişi gerdi. “O zaman öl!” dedi, oku fırlattı.

Ercan son anda yere yuvarlandı, ok kayaya çarptı, taş parçaları havaya sıçradı. Hızla ayağa kalktı, gümüş yayını eline aldı. Çantasından bir ok çıkardı, kirişi çekti. “Bu yay senin sonun olacak,” diye fısıldadı, oku fırlattı. Ok, havayı yararak okçunun göğsüne saplandı; adam bir çığlıkla tepeden yuvarlandı. Ercan nefes nefese durdu, etrafı kolaçan etti. “Bu yolun her adımı bir sınav,” dedi, çantasını sırtına aldı. Mayını dikkatle geçti, müttefik kampa doğru ilerledi. Kamp artık gözle görülür derecede yakındı; bayrakların üzerindeki kartal amblemi, ona umut aşılıyordu.

Yaman ise düşman çadırında, karanlığın ve acının pençesindeydi. Omzundaki yara enfeksiyon kapmıştı, ateşi yükseliyor, bedeni titriyordu. Kolları hâlâ iplere bağlıydı, bilekleri kan içinde kalmıştı. Çadırın içi, ter ve kan kokusuyla doluydu; meşaleler titrek bir ışık yayıyordu. Tek gözlü komutan, karşısında bir sandalye çekmiş oturuyordu. Elinde bir kupa şarap vardı, diğer elinde hançeriyle oynuyordu. Yaman’ın torbası çoktan yağmalanmış, geriye hiçbir şeyi kalmamıştı. Açlık, midesini bıçak gibi kesiyor; susuzluk, boğazını kavuruyordu. Komutan, şarabından bir yudum aldı, sinsi bir gülümsemeyle Yaman’a baktı. “Ercan denen o köpek, vadide karakolumuzu yaktı. Mektup onda, değil mi?” diye sordu, sesi alaycıydı.

Yaman başını eğdi, cevap vermedi. Komutan sandalyesinden kalktı, hançeri Yaman’ın çenesine dayadı. “Konuşmazsan, bu hançer gözünü çıkarır. Sonra da dilini keserim. Hadi, söyle: Ercan nerede?” diye gürledi. Yaman’ın dudakları titredi, gözleri doldu. Korku, iradesini kırıyordu; Ercan’ı ele vermek istemese de, acı dayanılmazdı. “Sağdaki yolda… dağlara gitti,” diye fısıldadı, sesi kırık bir iniltiydi. Komutan sırıttı, hançeri masaya attı. “Güzel. Peki, mektupta ne yazıyor? Krallığınızın planları neler?” diye sordu, sesi tehditkâr bir tatlılıkla doluydu. Yaman sustu, ama komutan sabrını kaybetti. Bir kova soğuk su getirdi, Yaman’ın yüzüne boca etti. “Konuş, yoksa boğulana kadar su dökerim!” diye bağırdı.

Yaman öksürdü, nefes alamıyordu. Soğuk su, yarasına işliyor, acısını katlıyordu. “Bilmiyorum… şifreliydi, okuyamadım,” diye yalvardı, sesi çaresizdi. Komutan öfkeyle yumruğunu masaya vurdu, çadırın dışındaki savaşçılara seslendi. “Şifreyi çözecek birini bulun! Bu köpeği burada tutun, daha çok konuşacak!” dedi, kapıya yöneldi. Yaman, başını ellerinin arasına aldı, ağlamaklı bir sesle mırıldandı. “Ercan, beni affet… keşke seninle gelseydim,” Gözlerinden süzülen yaşlar, çadırın nemli zeminine damladı. Komutan dışarı çıktığında, bir savaşçı koştu, nefes nefese haber verdi. “Efendim, dağ yolunda bir okçumuz öldürüldü! Ercan yaklaşıyor!” Komutan dişlerini sıktı, gökyüzüne baktı. “O mektubu alacağım, ve krallığınızı yerle bir edeceğim,” diye homurdandı.



Bölüm 5: Zaferin Eşiği ve Teslimiyetin Acısı

Ercan, dağ yolunda okçuyu alt ettikten sonra son bir gayretle ilerledi. Güneş batıyordu; gökyüzü, turuncu ve mor bir örtüyle kaplanmıştı. Patika, geniş bir ovaya açıldı. Ufukta, müttefik ordunun kampı belirginleşti. Yüzlerce çadır, rüzgârda dalgalanan kartal amblemli bayraklarla süslenmişti. Kampın etrafında meşaleler yanıyor, askerlerin siluetleri hareket ediyordu. Ercan’ın omzundaki çanta artık daha hafifti; erzaklarının çoğu tükenmiş, ama barut torbaları ve gümüş yay hâlâ yanındaydı. Belindeki kılıç, kanla lekelenmiş bir onur nişanı gibi parlıyordu. Nefesi kesik kesikti, ama gözlerinde kararlı bir ışık vardı. “Son adım… mektubu teslim edersem, krallık kurtulur,” diye mırıldandı, adımlarını hızlandırdı.

Kampa yaklaştığında, nöbetçiler onu fark etti. İki uzun boylu asker, mızraklarını çaprazlayarak yolunu kesti. Zırhları gümüşten, yüzleri sertti. “Dur, yabancı! Kimsin, ne istiyorsun?” diye seslendi biri, sesi rüzgârda yankılandı. Ercan, deri kılıfı çıkardı, mektubu gösterdi. “Krallıktan geliyorum. General Boran’ın emriyle, bu mektubu komutanınıza teslim edeceğim,” dedi, sesi yorgun ama güçlüydü. Nöbetçiler birbirine baktı, mızraklarını indirdi. “Geç, ama hızlı ol. Düşman her an saldırabilir,” diye uyardı öteki. Ercan başını eğdi, kampa girdi.

Çadırların arasında ilerlerken, askerler ona merakla bakıyordu. Bazıları fısıldaşıyor, bazıları silahlarını temizliyordu. Komutan çadırına vardığında, içeri alındı. Müttefik ordunun lideri, General Kadir, geniş bir masanın başında oturuyordu. Saçları beyazlamış, ama gözleri çelik gibi keskindi. Masada haritalar ve parşömenler yayılıydı. Ercan, mektubu uzattı. “Generalim, bu mektup krallığımızın savaş planını taşıyor. Düşman peşimde, ama buraya kadar getirdim,” dedi, sesinde gurur vardı. General Kadir mektubu aldı, şifreli yazıları inceledi. Bir an sustu, sonra ayağa kalktı, Ercan’ın omzuna elini koydu. “Yiğit bir askersin. Bu mektup, zaferin anahtarı olabilir. Dinlen, yarın savaş planını konuşuruz,” dedi, sesi babacan bir tondaydı. Ercan başını eğdi, çantasını yere bıraktı. “Teşekkür ederim, generalim. Krallığım için her şeyi yaparım,” diye cevap verdi. Çadırdan çıktığında, gökyüzünde yıldızlar parlıyordu; kalbi huzurla doluydu.

Yaman ise düşman kampında, karanlığın ve acının dibindeydi. Çadırın içi, meşalelerin titrek ışığıyla aydınlanıyordu; ama bu ışık, ona umut değil, korku getiriyordu. Omzundaki yara şişmiş, kan ve irinle kaplanmıştı. Ateşi yükseliyor, bedeni titriyordu. Kolları iplere bağlıydı, bileklerindeki deri soyulmuş, kan damlaları zemine süzülüyordu. Açlık, midesini bir bıçak gibi kesiyor; susuzluk, boğazını kavuruyordu. Karşısında, tek gözlü komutan bir sandalye çekmiş, sakin ama tehditkâr bir tavırla oturuyordu. Elinde şarap kupası, diğer elinde hançeriyle oynuyordu. Yaman’ın gözleri bulanık görüyordu, ama komutanın sinsi gülümsemesini seçebiliyordu. “Ercan dağlarda, değil mi? Mektubu müttefiklere götürüyor, öyle mi?” diye sordu komutan, sesi alaycı bir tatlılıkla doluydu.

Yaman başını eğdi, sustu. Ama komutan sabrını kaybetti. Kupayı masaya fırlattı, şarap yere saçıldı. Ayağa kalktı, hançeri Yaman’ın boğazına dayadı. “Konuş, köpek! Mektupta ne yazıyor? Krallığınız ne planlıyor?” diye kükredi, sesi çadırı titretti. Yaman’ın dudakları titredi, gözlerinden yaşlar süzüldü. Korku, iradesini tamamen kırmıştı; Ercan’ı ele vermek istemese de, acı ve çaresizlik onu teslim almıştı. “Bilmiyorum… şifreliydi… ama… doğuya gidiyorlar, müttefiklerle birleşecekler,” diye fısıldadı, sesi kırık bir iniltiydi. Komutan sırıttı, hançeri masaya sapladı. “Güzel. Planlarını biliyoruz artık. Ama daha fazlasını istiyorum. Söyle, krallığın zayıf noktası nerede?” diye sordu, sesi tehditkâr bir sakinlikle doluydu.

Yaman öksürdü, nefesi kesiliyordu. “Kale… kuzey kapısı zayıf… oradan saldırabilirsiniz,” diye kekeledi, istemeden. Her kelime, ruhunu bir bıçak gibi kesiyordu. Komutan kahkaha attı, sandalyesine geri oturdu. “İşte bu! Bir asi gibi konuşuyorsun, köpek. Krallığın seni zincire vuracak,” dedi, alaycı bir gülümsemeyle. Yaman başını ellerinin arasına aldı, ağlamaklı bir sesle mırıldandı. “Ercan… beni affet… keşke o yolda olsaydım,” Gözyaşları, çadırın nemli zeminine damladı, ama kimse ona acımadı. Çadırın dışından bir savaşçı koştu, komutana eğildi. “Efendim, dağlarda bir iz bulduk! Ercan müttefik kampa ulaşmış olabilir!” dedi, nefes nefese. Komutan dişlerini sıktı, ayağa kalktı. “O mektubu alacağız, ve krallığı yerle bir edeceğiz. Hazırlanın!” diye emretti, kapıya yöneldi. Yaman, karanlıkta yalnız kaldı, ruhu pişmanlıkla eziliyordu.



Bölüm 6: Planın Doğuşu ve Cezanın Gölgesi

Ercan, müttefik kampında bir gece dinlendikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Çadırın içinde, saman kokusu ve deri zırhların ağırlığı havayı dolduruyordu. Omzundaki çanta artık boştu; erzakları tükenmiş, ama gümüş yay ve kılıç hâlâ yanındaydı. General Kadir’in çadırına çağrıldığında, zırhını düzeltti, mektubu deri kılıfında sıkıca tuttu. Çadıra girdiğinde, masanın etrafında beş komutan toplanmıştı. Haritalar açılmış, parşömenler üst üste yığılmıştı. General Kadir, Ercan’ı görünce başını kaldırdı, sert ama onaylayıcı bir ifadeyle baktı. “Gel, yiğit asker. Mektubu çözdük. Şimdi plan yapma vakti,” dedi, sesi derin bir yankıyla çadırda dolandı. Ercan masaya yaklaştı, haritaya göz attı. Kuzey dağları, düşman kampı ve krallığın sınırları kırmızı mürekkeple işaretlenmişti.

General Kadir, parmağını haritada bir noktaya bastırdı. “Düşman, kuzeyden saldıracak. Mektubunuzda, birleşip onları vadide sıkıştırmamız yazıyor. Ne dersin?” diye sordu, gözleri Ercan’ı süzüyordu. Ercan bir an düşündü, vadideki patlamayı hatırladı. “Generalim, vadide bir karakol yok ettim. Orası dar bir geçit; düşmanı orada kıstırırsak, kaçamazlar,” dedi, sesinde stratejik bir güven vardı. Komutanlardan biri, kısa sakallı ve kalın kaşlı bir adam, kaşlarını çattı. “Tek başına karakol mu yok ettin? Barutla mı?” diye sordu, şüpheyle. Ercan gümüş yayını masaya koydu, barut torbalarından birini gösterdi. “Bu yay ve düşmanın barutuyla. Mağarada daha fazlası var; onları da kullanabiliriz,” diye cevap verdi. General Kadir gülümsedi, başını salladı. “Cesaretin kadar aklın da var. Vadide buluşacağız. Düşmanı ezeceğiz,” dedi, kararlılıkla.

Masadaki diğer komutanlar haritayı işaretledi, oklar çizdi. Ercan, planın detaylarını dinlerken içinden geçirdi: “Bu zafer, krallığımın kurtuluşu olacak,” Çadırdan çıktığında, kamp hareketlenmişti. Askerler silahlarını biliyor, atlar eyerleniyordu. Gökyüzünde bulutlar toplanıyordu, ama Ercan’ın kalbi huzurla doluydu. General Kadir, çadırın kapısında durdu, ona seslendi. “Ercan, seninle savaş meydanında omuz omuza duracağım. Krallığın sana minnettar,” dedi, sesinde bir baba şefkati vardı. Ercan başını eğdi. “Onur duyarım, generalim,” diye cevap verdi, gözleri parlıyordu.

Yaman ise aynı sabah, düşman kampından zincirlerle krallığa geri götürülüyordu. Omzundaki yara iltihaplanmış, kolları iplere bağlıydı. İki vahşi savaşçı, onu at arabasına zincirlemiş, çayırdan kaleye doğru sürüklüyordu. Arabanın tekerlekleri taşlarda zıplıyor, her sarsıntı yarasına bıçak gibi saplanıyordu. Açlık ve susuzluk, bedenini bir gölgeye çevirmişti; gözleri çökmüş, dudakları çatlamıştı. Düşman komutan, Yaman’ı krallığa teslim etmeye karar vermişti; sırları öğrendikten sonra, onu bir rehine gibi kullanmayı planlıyordu. Kale kapısına vardıklarında, nöbetçiler şaşkınlıkla baktı. “Bu Yaman değil mi? Ne hali var böyle?” diye fısıldadı biri, mızrağını indirdi. Savaşçılar, Yaman’ı arabadan attı, zincirleri yere çarptı. “Bu köpek sizin. Mektubu sattı, krallığınızı ele verdi!” diye bağırdı biri, kahkaha atarak.

General Boran, kalenin avlusuna geldiğinde, Yaman’ı yerde gördü. Gri sakalı rüzgârda dalgalanıyordu, gözleri öfkeyle parlıyordu. “Yaman! Bu ne ihanet?!” diye kükredi, sesi taş duvarlarda yankılandı. Yaman başını kaldırdı, gözleri bulanık görüyordu. “Generalim… mecburdum… işkence yaptılar,” diye kekeledi, sesi zayıf bir iniltiydi. General Boran dişlerini sıktı, kılıcını kınından çekti. “Mektubu düşmana verdin, sırlarımızı sattın! Krallık kanla ayakta dururken, sen korkaklık ettin!” diye bağırdı, kılıcını Yaman’ın boğazına dayadı. Askerler etrafı sardı, avluda sessizlik çöktü. Yaman ağlamaklı bir sesle yalvardı. “Affedin… Ercan’ı kıskandım, kolay yolu seçtim… pişmanım,” General’in gözleri kısıldı, ama kılıcını indirmedi. “Pişmanlık, ihaneti silmez. Sen bir asisin, cezanı çekeceksin,” dedi, soğuk bir tonla.

Bir asker zincirleri çözdü, Yaman’ı ayağa kaldırdı. General Boran, kalenin zindanını işaret etti. “Onu içeri atın. Savaş bitene kadar çürüyecek. Sonra halk önünde yargılanacak,” diye emretti. Yaman, zincirlerle sürüklenirken başını eğdi, gözyaşları toprağa damladı. “Ercan… sen kazandın,” diye fısıldadı, sesi rüzgârda kayboldu. Zindanın kapısı kapandığında, karanlık onu yuttu; ruhu pişmanlık ve korkuyla doluydu.



Bölüm 7: Vadi Savaşı ve Zindanın Sessizliği

Ercan, müttefik kampında şafak sökerken uyandı. Gökyüzü griydi, bulutlar savaşın habercisi gibi toplanmıştı. Kamp, hareketle doluydu; askerler zırhlarını kuşanıyor, atlar huysuzca kişniyordu. General Kadir’in emriyle, ordu vadideki geçide doğru yola çıktı. Ercan, gümüş yayını omzuna astı, kılıcını beline taktı. Çantasında kalan son barut torbalarını sıkıca bağladı. General Kadir, atının üzerinde ona yaklaştı, sert ama güven veren bir ifadeyle baktı. “Ercan, vadiye ilk sen gireceksin. Düşmanı sıkıştırıp barutla vuracağız. Hazır mısın?” diye sordu, sesi rüzgârda yankılandı. Ercan başını salladı, gözlerinde kararlılık parlıyordu. “Hazırım, generalim. Krallığım için son nefesime kadar savaşırım,” diye cevap verdi.

Vadiye vardıklarında, düşman ordusu çoktan toplanmıştı. Yüzlerce vahşi savaşçı, demir zırhları ve kürk mantolarıyla geçidi doldurmuştu. Savaş köpekleri uluyor, baltalar ve kılıçlar güneşin zayıf ışığında parlıyordu. Ercan, bir kayanın ardına gizlendi, barut torbasını hazırladı. Müttefik askerler, vadinin iki yanına yayıldı; okçular tepelerde yerini aldı. General Kadir, kılıcını havaya kaldırdı, sessiz bir işaret verdi. Ercan derin bir nefes aldı, torbayı bir okla ateşledi. Barut patladı, vadiyi alevler sardı; taşlar havaya fırladı, düşman safları dağıldı. Savaşçılar çığlıklarla kaçıştı, ama Ercan yayını eline aldı. “Bu krallığım için!” diye bağırdı, bir ok fırlattı. Ok, düşman komutanlarından birinin göğsüne saplandı; adam atından düşerken kan vadinin toprağına yayıldı.

Savaş başladı. Müttefik askerler, vadinin dar geçidinde düşmanı sıkıştırdı. Ercan, kılıcını savurarak öne atıldı; her darbesi bir düşmanı yere seriyordu. Kan ve ter, yüzüne bulaşmıştı, ama gözleri zaferle parlıyordu. Düşman safları kırıldıkça, müttefikler ilerledi. General Kadir, atıyla Ercan’ın yanına geldi, kılıcını bir savaşçının boynuna indirdi. “İyi iş, Ercan! Düşman dağılıyor!” diye seslendi, sesinde gurur vardı. Ercan nefes nefese durdu, yayını yeniden çekti. “Bitene kadar durmam, generalim,” diye cevap verdi. Saatler süren çarpışmanın sonunda, vadi sessizliğe gömüldü. Düşman ordusu yenilmiş, geriye cesetler ve duman kalmıştı. Ercan, kılıcını toprağa sapladı, diz çöktü. “Krallık kurtuldu,” diye fısıldadı, gökyüzüne baktı.

Yaman ise aynı saatlerde, krallığın zindanında karanlığın içindeydi. Taş duvarlar soğuk ve nemliydi; tavandan damlayan su, zeminde küçük birikintiler oluşturuyordu. Zincirler, bileklerini kesiyor, her hareketinde metalin soğuk acısını hissediyordu. Omzundaki yara kokmaya başlamış, ateşi bedenini kavuruyordu. Zindanın tek ışığı, demir parmaklıkların ardındaki titrek bir meşaleydi. Karanlıkta, kendi nefesinden başka ses yoktu. Başını duvara yasladı, gözlerini kapadı. “Ne yaptım ben… Ercan zafer kazandı, ben ise buradayım,” diye mırıldandı, sesi zayıf bir iniltiydi. Pişmanlık, ruhunu bir mengene gibi sıkıyordu.

Zindanın kapısı gıcırdayarak açıldığında, bir nöbetçi belirdi. Elinde bir kâse su ve bayat ekmek vardı. Kâseyi yere koydu, Yaman’a baktı. “General Boran, seni halk önünde yargılayacak. İhanetin bedelini ödeyeceksin,” dedi, sesi soğuktu. Yaman başını kaldırdı, bulanık gözlerle nöbetçiye baktı. “Ercan nerede? O ne yaptı?” diye sordu, sesinde çaresiz bir merak vardı. Nöbetçi omuz silkti. “Ercan müttefiklerle düşmanı yendi. Kahraman oldu. Sen ise bir asi,” diye cevap verdi, kapıyı kapattı. Yaman, kâseye uzandı, ama eli titriyordu. Suyu içti, ekmeği ağzına götürdü, ama yutamadı. “Keşke o çantayı taşısaydım… keşke Ercan’ın yolunda olsaydım,” diye fısıldadı, gözyaşları yanağından süzüldü.

Karanlıkta, geçmişi gözünün önüne geldi. Bilgenin sözleri kulaklarında yankılandı: “Sağdaki yol zafer, soldaki yol yıkım.” Seçiminin bedelini şimdi anlıyordu. “Ercan disiplinle kazandı, ben ise korkaklıkla kaybettim,” diye düşündü. Zindanın sessizliği, içindeki fırtınayı bastıramıyordu. Dışarıda, savaşın zafer çığlıkları yükselirken, Yaman karanlıkta yalnızdı; ruhu, pişmanlık ve utançla doluydu.



Bölüm 8: Kahramanın Dönüşü ve Asinin Yargısı

Ercan, vadi savaşından sonra müttefik orduyla birlikte krallığa doğru yola çıktı. Güneş, bulutların arasından sızıyordu; altın ışıkları, zırhında parlıyordu. Gümüş yay omzunda, kılıcı belinde, adımları yorgun ama gururluydu. General Kadir ve askerler, atlarının üzerinde ona eşlik ediyordu. Yol boyunca, köylüler tarlalarından çıkıp bayrak sallıyor, çocuklar koşarak tezahürat yapıyordu. Krallığın taş duvarları göründüğünde, kale kapısı ardına kadar açıldı. Avluda, General Boran ve askerler toplanmıştı; bayraklar dalgalanıyor, borazanlar zaferi müjdeliyordu. Ercan, atından indi, General Kadir’le birlikte avluya yürüdü. General Boran, gri sakalı rüzgârda dalgalanırken, Ercan’a yaklaştı, elini omzuna koydu. “Ercan, yiğit oğlum! Düşmanı yendin, krallığı kurtardın,” dedi, sesinde hem gurur hem şefkat vardı.

Ercan başını eğdi, deri kılıfı General Boran’a uzattı. “Generalim, mektubu teslim ettim. Müttefiklerle vadide düşmanı ezdik,” diye cevap verdi, sesi sakin ama güçlüydü. General Kadir öne çıktı, kılıcını havaya kaldırdı. “Bu adam tek başına karakol yok etti, barutla düşmanı dağıttı! Onun cesaretiyle zafer kazandık,” diye seslendi, askerlere dönerek. Avluda bir alkış koptu; askerler kılıçlarını盾larına vurdu, halk tezahürat yaptı. General Boran, Ercan’a baktı, gözleri parlıyordu. “Krallık sana minnettar. Artık bir kahramansın,” dedi, bir madalya çıkardı, Ercan’ın göğsüne taktı. Ercan gülümsedi, ama içinden geçirdi: “Bu zafer, o çanta ve kılıçla başladı,” Kalabalık dağılırken, kale şenliklerle doldu; ateşler yakıldı, şarkılar söylendi.

Aynı gün, avlunun diğer ucunda karanlık bir sahne hazırlanıyordu. Yaman, zindandan çıkarılmış, zincirlerle halkın önüne getirilmişti. Omzundaki yara kokuyor, bedeni bir gölgeye dönmüştü. Gözleri çökmüş, dudakları çatlamıştı; zincirler her adımda şıngırdıyordu. Avlunun ortasına bir platform kurulmuştu; halk, etrafı sarmış, fısıldaşıyordu. General Boran, platforma çıktı, elinde bir parşömen tutuyordu. Yaman, zincirlerle platforma sürüklendi, dizlerinin üzerine çöktü. Halktan biri bağırdı: “İhanet etti! Mektubu sattı!” General Boran, kalabalığı susturdu, sesini yükseltti. “Yaman, krallığın askerisin. Ama düşmana sırlarımızı verdin, mektubu ele geçirmelerine yardım ettin. Suçun ne?” diye sordu, sesi soğuk ve sertti.

Yaman başını kaldırdı, bulanık gözlerle generale baktı. “Generalim… korktum… işkence yaptılar… dayanamadım,” diye kekeledi, sesi zayıf bir iniltiydi. Halktan öfkeli sesler yükseldi; biri bir taş attı, Yaman’ın koluna çarptı. General Boran kaşlarını çattı, parşömeni açtı. “Korkaklık, ihaneti affettirmez. Kuzey kapısının sırrını düşmana verdin. Savaşta ölen her askerin kanı, senin elinde,” diye okudu, sesi avluda yankılandı. Yaman ağlamaklı bir sesle yalvardı. “Affedin… Ercan gibi olamadım… kolay yolu seçtim, pişmanım,” General Boran dişlerini sıktı, kılıcını kınından çekti. “Pişmanlık, ihaneti silmez. Krallık kanununa göre, cezan ölümdür,” dedi, kılıcını havaya kaldırdı.

Tam o anda, Ercan kalabalığın arasından öne çıktı. “Durun, generalim!” diye bağırdı, sesi kararlıydı. Herkes sustu, gözler ona çevrildi. General Boran kılıcını indirdi, kaşlarını çattı. “Ne istiyorsun, Ercan?” diye sordu. Ercan, Yaman’a baktı; eski dostunun gözlerinde korku ve pişmanlık gördü. “O bir hain, evet. Ama bir zamanlar benimle aynı yolda yürüdü. Ölüm yerine sürgün cezası verin. Belki bir gün hatasını telafi eder,” dedi, sesinde merhamet vardı. General Boran bir an düşündü, halk fısıldaştı. Sonra başını salladı. “Kahramanın hatırına, ölümden kurtuldun, Yaman. Ama krallıktan sürgün edildin. Bir daha bu topraklara adım atarsan, kellen gider,” dedi, kılıcını kınına soktu.

Yaman, zincirleri çözülürken başını eğdi, Ercan’a baktı. “Teşekkür ederim… sen kazandın, ben kaybettim,” diye fısıldadı, sesi titrekti. Ercan cevap vermedi, sadece başını çevirdi. Yaman, askerler tarafından kalenin dışına sürüklendi; halk ona sırtını döndü. Avluda zafer şenlikleri devam ederken, Yaman ufka doğru yürüdü, yalnız ve kırılmış bir gölge olarak.



Bölüm 9: Huzurun Işığı ve Sürgünün Gölgesi

Ercan, savaşın ardından krallıkta yeni bir hayata başladı. Kale avlusunda, ona ayrılan bir ev verilmişti; taş duvarları sağlam, çatısı ahşaptı. Sabahları, güneş ışıkları pencereden süzülürken, gümüş yayını duvara asıyor, kılıcını bir sandığın üzerine koyuyordu. General Boran, onu kale muhafızlarının komutanı yapmıştı. Her gün, genç askerleri eğitiyor, onlara disiplin ve cesaret aşılıyordu. Bir sabah, avluda askerlerle çalışırken, General Boran yanına geldi. Gri sakalı güneşin altında parlıyordu, gözlerinde bir memnuniyet vardı. “Ercan, krallık seninle gurur duyuyor. Askerler sana hayran,” dedi, sesi babacan bir tondaydı. Ercan, elindeki kılıcı yere koydu, gülümsedi. “Generalim, bu zafer hepimizin. Ben sadece görevimi yaptım,” diye cevap verdi, alçak gönüllüydü.

Avluda, genç bir asker, Ercan’a yaklaştı. Zırhı yeniydi, gözleri hevesle parlıyordu. “Komutanım, vadi savaşını anlatır mısınız? O yayla düşmanı nasıl yendiniz?” diye sordu, sesinde hayranlık vardı. Ercan, gümüş yayını duvardan aldı, kirişini okşadı. “Bu yay, düşmanın hazinesinden geldi. Ama asıl güç, çantamdaydı; erzakla ayakta kaldım, barutla vurdum. Disiplin, zaferi getirir,” dedi, sesi sakin ama etkileyiciydi. Asker başını salladı, not alır gibi dinledi. “Bir gün sizin gibi olacağım, komutanım,” diye ekledi, kararlılıkla. Ercan gülümsedi, omzuna vurdu. “Olursun, ama kolay yolu seçme. Zor yol, seni kahraman yapar,” diye nasihat etti.

Akşamları, kale şenlikleri devam ediyordu. Halk, Ercan’ı gördüğünde selam veriyor, çocuklar ona çiçek uzatıyordu. Bir gece, ateşin başında otururken, General Kadir’den bir mektup geldi. Müttefik ordunun lideri, Ercan’ı övüyor, birleşik bir krallık提议 ediyordu. Ercan, mektubu okurken içinden geçirdi: “Bu huzur, o patikada başladı,” Kalbi, zaferin ve disiplinin getirdiği sakinlikle doluydu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu; krallık, onun sayesinde yeniden nefes alıyordu.

Yaman ise sürgünde, krallıktan uzak bir çöldeydi. Güneş, kumları kavuruyor, rüzgâr yüzüne kum taneleri çarpıyordu. Omzundaki yara iyileşmemişti, hâlâ sızlıyordu. Elinde bir sopa, sırtında yırtık bir torba vardı; içinde birkaç kuru dal ve bir matara su taşıyordu. Çöldeki bir vahaya ulaşmaya çalışıyordu, ama her adımda bacakları titriyordu. Açlık ve susuzluk, bedenini kemiriyordu; gözleri ufku tarıyor, ama umut bulamıyordu. Bir kayanın gölgesine oturdu, matarasını ağzına götürdü. Son damla suyu içti, başını kayaya yasladı. “Ne yaptım ben… Ercan şenlikte, ben ise burada,” diye mırıldandı, sesi çatlamıştı.

Yanından geçen bir kervan tüccarı, Yaman’ı gördü. Adamın sakalı uzun, kaftanı toz içindeydi. Atından indi, Yaman’a yaklaştı. “Yolcu, ne haldesin böyle? Nereden geliyorsun?” diye sordu, sesinde merak vardı. Yaman başını kaldırdı, tüccara baktı. “Krallıktan… sürgün edildim. Bir hata yaptım, bedelini ödüyorum,” diye cevap verdi, sesi zayıftı. Tüccar kaşlarını çattı, bir parça ekmek çıkardı, Yaman’a uzattı. “Hata mı? Ne yaptın ki?” diye sordu. Yaman ekmeği aldı, ama yutamadı; boğazı kuruydu. “Dostumu sattım… kolay yolu seçtim, korktum. O kazandı, ben kaybettim,” diye fısıldadı, gözleri doldu. Tüccar başını salladı, atına bindi. “Hatalar öğretir, ama bedeli ağır olur. Vahaya kadar dayan, belki bir şans bulursun,” dedi, kervanla uzaklaştı.

Yaman, ekmeği elinde tuttu, gözyaşları kuma damladı. Bilgenin sözleri kulaklarında yankılandı: “Sağdaki yol zafer, soldaki yol yıkım.” “Ercan o çantayı taşıdı, ben ise bıraktım… şimdi anlıyorum,” diye düşündü. Çöldeki sessizlik, içindeki fırtınayı bastıramıyordu. Ayağa kalktı, sopasına yaslandı, vahaya doğru yürüdü. Her adımda, geçmişteki seçimi ruhunu bıçak gibi kesiyordu. Sürgünde, yalnız ve kırılmış bir gölgeydi; ama bir umut kırıntısı, onu hayatta tutuyordu.



Bölüm 10: Krallığın Kalkanı ve Vahanın Umut Işığı

Ercan, krallıkta geçen haftalarla birlikte yeni bir rol üstlenmişti. General Boran’ın emriyle, kale muhafızlarının liderliğinin ötesine geçmiş, krallığın savunmasını güçlendiren bir komutan olmuştu. Sabahları, kale duvarlarında dolaşıyor, nöbetçilere talimatlar veriyor, kuzey kapısını güçlendirecek planlar yapıyordu. Gümüş yayını hâlâ yanında taşıyor, kılıcını her zaman hazır tutuyordu. Bir gün, kale avlusunda General Boran’la buluştu. Güneş, taş duvarlarda parlıyordu; avluda askerler eğitim yapıyor, çekiç sesleri yankılanıyordu. General Boran, Ercan’a bir harita uzattı. “Ercan, düşman yenildi, ama tehdit bitmedi. Kuzey kapısını sağlamlaştırmalıyız. Ne önerirsin?” diye sordu, sesi ciddiydi.

Ercan haritayı inceledi, parmağını kuzey kapısına koydu. “Generalim, Yaman düşmana bu kapının zayıf olduğunu söylemiş. Buraya taş duvarlar ve okçu kuleleri yapalım. Vadiden getirdiğim barutla tuzaklar kurarız,” dedi, sesinde stratejik bir güven vardı. General Boran başını salladı, gözleri parladı. “Akıllıca. Seninle bu krallık yeniden doğuyor,” diye cevap verdi. Ercan gülümsedi, ama içinden geçirdi: “Bu güç, o patikadaki çantadan geldi,” O gün, askerlerle birlikte çalışmaya başladı. Taşlar taşındı, kuleler yükseldi; krallık, Ercan’ın liderliğinde bir kalkan gibi güçleniyordu.

Akşam, avluda bir toplantı düzenlendi. Köylüler ve askerler toplanmış, Ercan’ı dinliyordu. Genç bir demirci, elinde bir çekiçle öne çıktı. “Komutanım, sizin vadi savaşını duyduk. Bize cesaret verdiniz. Kuzey kapısı için ne yapabiliriz?” diye sordu, sesinde heves vardı. Ercan, gümüş yayını eline aldı, kalabalığa gösterdi. “Bu yay, düşmanın hazinesinden geldi. Ama asıl zafer, disiplinle kazanıldı. Siz de çalışın, krallığı koruyun. Birlikte her şeyi yaparız,” dedi, sesi ilham vericiydi. Kalabalık alkışladı, bir köylü kadın bağırdı: “Ercan, krallığın kalkanısın!” Ercan başını eğdi, kalbi huzurla doldu. Gece, evine döndüğünde, pencereden yıldızlara baktı. “Bu hayat, o zor yolun hediyesi,” diye düşündü.

Yaman ise çöldeki vahaya ulaşmıştı. Kumlar yerini yeşil otlara bırakmış, palmiyeler gölge sunuyordu. Bir dere, berrak suyuyla akıyor, serin bir esinti taşıyordu. Ama Yaman’ın bedeni hâlâ zayıftı; omzundaki yara sızlıyor, sırtındaki torba boşalmıştı. Dere kenarına oturdu, elleriyle su içti. Suyun serinliği boğazını rahatlattı, ama açlık midesini kemiriyordu. Etrafta birkaç çadır vardı; vahada yaşayan bir grup göçebeydi bunlar. Yaman, bir çadıra yaklaştı, kapısında duran yaşlı bir kadına seslendi. “Abla, bir lokma ekmek var mı? Sürgünüm, açım,” diye yalvardı, sesi titrekti. Kadın, buruşuk yüzüyle ona baktı, bir parça keçi peyniri ve ekmek uzattı. “Neden sürgün oldun, evlat?” diye sordu, sesinde merhamet vardı.

Yaman ekmeği aldı, küçük bir lokma ısırdı. “Krallığıma ihanet ettim… dostumu sattım, kolay yolu seçtim. Bedelini ödüyorum,” diye cevap verdi, gözleri yere indi. Kadın başını salladı, bir matara su verdi. “Hata yapmışsın, ama burası yeni bir başlangıç olabilir. Çalışırsan, vahada yerin olur,” dedi, sakin bir tonda. Yaman suya uzandı, içti, sonra kadına baktı. “Çalışırım… ama Ercan gibi olamam. O zafer kazandı, ben ise kaybettim,” diye fısıldadı, sesinde pişmanlık vardı. Kadın gülümsedi, elini Yaman’ın omzuna koydu. “Herkes Ercan olamaz, ama herkes bir yol bulabilir. Kalk, çadırda iş var,” dedi, içeri davet etti.

Yaman ayağa kalktı, sopasına yaslandı. Çadıra girdiğinde, göçebeler ona iş verdi: Su taşıyacak, odun toplayacaktı. Her adımda, bedeni ağrıyordu, ama çalışmak ruhuna bir umut ışığı veriyordu. Gece, dere kenarında otururken, yıldızlara baktı. “Belki bir gün… hatamı telafi ederim,” diye mırıldandı. Bilgenin sözleri aklına geldi: “Sağdaki yol zafer, soldaki yol yıkım.” “Ercan o yolu seçti, ben ise buradayım… ama hâlâ nefes alıyorum,” diye düşündü. Vahanın sessizliği, ona küçük bir teselli sunuyordu.



Bölüm 11: Gölgedeki Tehdit ve Vahanın Sınavı

Ercan, krallıkta huzurlu günler geçirirken, bir sabah kale duvarlarında devriye geziyordu. Güneş, taşları ısıtıyor, bayraklar hafif bir rüzgârda dalgalanıyordu. Gümüş yay omzunda, kılıcı belindeydi; gözleri her zamanki gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Kuzey kapısındaki yeni kuleler tamamlanmış, barut tuzakları yerleştirilmişti. Ama bir şey huzurunu bozuyordu. Uzakta, ormanın sınırında bir duman gördü; ince, ama tehditkâr bir izdi. Hemen bir nöbetçiye seslendi. “O duman ne? Gözcüler bir şey rapor etti mi?” diye sordu, sesi sertti. Nöbetçi, genç bir delikanlı, başını kaşıdı. “Komutanım, bir şey duymadık. Belki köylüler ateş yakmıştır,” diye cevap verdi, ama tereddütlüydü. Ercan kaşlarını çattı, içinden bir şüphe geçti. “Bu duman köylü ateşi değil. Hazırlanın, ormana gidiyoruz,” diye emretti.

Bir grup askerle ormana vardığında, dumanın kaynağı ortaya çıktı. Yıkılmış bir düşman karakolunun kalıntıları yanıyordu; ama etrafta taze ayak izleri ve kırık oklar vardı. Ercan diz çöktü, bir oku eline aldı. Okun ucu, vahşi kabilelerin kullandığı zehirle kaplıydı. “Düşman geri dönmüş… vadideki yenilgi onları durdurmamış,” diye mırıldandı, sesinde endişe vardı. Askerlerden biri, uzun boylu ve sakallı bir adam, öne çıktı. “Komutanım, bu izler yeni. Bize mi saldıracaklar?” diye sordu, sesi gergindi. Ercan ayağa kalktı, yayını eline aldı. “Kuzey kapısını hedefleyecekler. General Boran’a haber verin, savunmayı hazırlayalım,” dedi, kararlılıkla. Ormandan dönerken, kalbinin hızlı attığını hissetti. “Bu tehdit, zaferimin sınavı olacak,” diye düşündü. Kale’ye vardığında, General Boran’ı bilgilendirdi. “Generalim, düşman hazırlanıyor. Kapıyı vuracaklar,” dedi. General başını salladı. “Seninle bu savaşı da kazanırız, Ercan,” diye cevap verdi.

Yaman ise vahada, göçebelerin arasında bir hayat kurmaya çalışıyordu. Günlerini su taşıyarak, odun toplayarak geçiriyor, bedeni yavaşça güçleniyordu. Omzundaki yara kabuk bağlamış, ama izi hâlâ belirgindi. Bir öğleden sonra, dere kenarında otururken, vahada bir telaş başladı. Göçebeler çığlık atıyor, çadırlara koşuyordu. Yaman ayağa kalktı, sopasını eline aldı. Yaşlı kadın, nefes nefese yanına geldi. “Yaman, haydutlar! Vahayı basıyorlar!” diye bağırdı, sesi korku doluydu. Yaman ufka baktı; toz bulutu içinde, atlı bir grup yaklaşıyordu. Kaba zırhları, ellerinde kılıçları vardı. Göçebeler silahsızdı, çaresizce kaçışıyordu.

Yaman bir an durdu, kalbi hızlandı. “Kaçsam mı… yoksa dursam mı?” diye düşündü. Ama sonra gözleri, çadırda ağlayan bir çocuğa takıldı. Kadın ona ekmek vermiş, barınak sunmuştu; şimdi tehlikedeydiler. Sopasını sıkıca kavradı, bir çadırdan düşmüş bir hançer aldı. “Bu kez kaçmayacağım,” diye mırıldandı, kararlılıkla. Haydutlar vahaya vardığında, Yaman öne çıktı. Bir haydut, atından inip kılıcını salladı. “Teslim ol, köpek! Vahayı bize verin!” diye bağırdı, sesi kaba bir gürlemeydi. Yaman hançeri kaldırdı, sopasını savundu. “Bu vahayı size bırakmam. Defolun!” diye cevap verdi, sesinde bir ateş parladı.

İlk haydut saldırdı, ama Yaman sopayla darbeyi savuşturdu, hançeri adamın koluna sapladı. Kan kuma sıçradı, haydut yere düştü. Diğerleri şaşkınlıkla durdu, ama sonra hep birlikte üstüne geldi. Yaman, çevik hareketlerle dövüştü; her darbede, geçmişteki korkaklığını silmeye çalışıyordu. Göçebelerden biri, bir yay bulup Yaman’a attı. “Al, Yaman! Bizi kurtar!” diye bağırdı. Yaman yayı aldı, bir ok çekti, haydut liderini vurdu. Adam atından düşerken, diğerleri kaçıştı. Vaha sessizliğe gömüldü; göçebeler Yaman’a koştu. Yaşlı kadın, gözleri dolu dolu, elini tuttu. “Bizi kurtardın, evlat. Kahraman oldun,” dedi, sesinde minnet vardı. Yaman nefes nefese durdu, yere baktı. “Ercan gibi değilim… ama belki bir başlangıç yaptım,” diye fısıldadı, gözleri umutla parladı.



Bölüm 12: Kale Savaşı ve Vahanın Dirilişi

Ercan, düşman tehdidini fark ettikten sonra krallığı savaş için hazırladı. Gece boyunca, kale duvarları meşalelerle aydınlatıldı; askerler kuzey kapısında toplandı, okçular kulelere yerleşti. Gümüş yayını eline aldı, kılıcını beline taktı; barut tuzakları kapının önünde hazır bekliyordu. General Boran, zırhını kuşanmış, avluda Ercan’ın yanına geldi. Gökyüzü kapkaraydı, yıldızlar bulutların ardında kaybolmuştu. “Ercan, düşman kapıya dayanacak. Hazır mıyız?” diye sordu, sesi sert ama güven doluydu. Ercan, kulelere baktı, askerlerin kararlı yüzlerini gördü. “Generalim, kapı sağlam, tuzaklar hazır. Bu savaşı da kazanacağız,” diye cevap verdi, sesinde sarsılmaz bir inanç vardı.

Şafak sökerken, düşman ordusu ormandan çıktı. Yüzlerce vahşi savaşçı, demir zırhları ve kürk mantolarıyla kapıya doğru ilerliyordu. Savaş köpekleri uluyor, davullar gök gürültüsü gibi çalıyordu. Ercan, kuleye çıktı, yayını eline aldı. “Okçular, hazır olun! Barutçular, işaretimi bekleyin!” diye bağırdı, sesi rüzgârda yankılandı. Düşman kapıya vardığında, ilk barut tuzağı patladı; alevler yükselip savaşçıları yuttu, çığlıklar havayı doldurdu. Ercan bir ok çekti, düşman komutanını vurdu; adam yere düşerken saflar dağıldı. “Kapıyı tutun! Geri çekilmeye zorlayalım!” diye seslendi, askerlere. General Boran, kılıcını çekip aşağı atladı. “Ercan’la omuz omuza, krallığı koruyun!” diye kükredi, düşmana daldı.

Savaş saatler sürdü. Ercan, yayından oklar yağdırıyor, kılıcıyla kapıyı savunan askerlere liderlik ediyordu. Düşman, kuzey kapısını kırmaya çalıştı, ama barut tuzakları ve ok yağmuru onları geri püskürttü. Sonunda, güneş yükselirken, düşman ordusu dağıldı; geriye cesetler ve duman kaldı. Ercan, kulede nefes nefese durdu, General Boran yanına geldi. “Bir kez daha kazandın, yiğit oğlum. Krallık seninle ayakta,” dedi, sesinde gurur vardı. Ercan gülümsedi, yayını omzuna astı. “Bu zafer, disiplinle geldi, generalim. O patikadaki çanta hâlâ benimle,” diye cevap verdi. Avluda askerler zafer çığlıkları attı; krallık, bir kez daha kurtulmuştu.

Yaman ise vahada, haydut saldırısından sonra göçebeler arasında saygı kazanmıştı. Sabah, dere kenarında otururken, yaşlı kadın yanına geldi. Elinde bir kase çorba vardı, Yaman’a uzattı. “Dün bizi kurtardın, Yaman. Vaha seninle güvende,” dedi, sesinde minnet vardı. Yaman çorbayı aldı, sıcaklığı ellerini ısıttı. “Abla, sadece bir an cesaret buldum. Ercan gibi değilim,” diye cevap verdi, sesi hâlâ kırılgandı. Kadın gülümsedi, omzuna vurdu. “Ercan kim bilmem, ama sen buranın kahramanısın. Daha büyük bir sınav geliyor,” dedi, ufku işaret etti.

Yaman başını kaldırdı; toz bulutu içinde, daha büyük bir haydut grubu yaklaşıyordu. Atlılar, zırhlı ve silahlıydı; vahayı tamamen ele geçirmek istiyorlardı. Göçebeler yine telaşlandı, ama bu kez Yaman’a baktılar. Bir genç, elinde bir kılıçla koştu. “Yaman, bizi yine sen kurtar! Ne yapalım?” diye sordu, sesinde umut vardı. Yaman bir an durdu, kalbi hızlandı. “Bu kez kaçmayacağım… bir plan yapalım,” dedi, kararlılıkla. Göçebeleri topladı, çadırların etrafına tuzaklar kurdu; sopalarla barikatlar yaptı, dere suyunu kullanarak çamurlu bir alan oluşturdu. “Atları çamura saplansın, sonra vururuz,” diye emretti, sesi güçlenmişti.

Haydutlar vahaya vardığında, atlar çamura battı; kaos başladı. Yaman, hançeri ve yayla öne atıldı. “Vahayı koruyun! Geri çekilmeye zorlayalım!” diye bağırdı, bir ok fırlattı. Haydut lideri yere düştü, diğerleri şaşkınlıkla dağıldı. Göçebeler, Yaman’ın liderliğinde dövüştü; sopalar ve taşlarla haydutları püskürttü. Savaş bittiğinde, vaha kurtulmuştu. Göçebeler Yaman’ı omuzlara aldı, tezahürat yaptı. Yaşlı kadın gözleri dolu dolu baktı. “Sen bizim Ercan’ımız oldun, evlat,” dedi. Yaman gülümsedi, ama içinden geçirdi: “Belki… hatamı telafi ediyorum,” Vahanın gökyüzünde yıldızlar parladı; Yaman, ilk kez bir anlam bulmuştu.



Bölüm 13: Krallığın Huzuru ve Vahanın Lideri

Ercan, kale savaşından sonra krallıkta huzurun simgesi olmuştu. Kuzey kapısı, düşman tehdidini bir daha yaşamamak için taş duvarlarla ve kulelerle güçlendirilmişti. Sabahları, kale avlusunda askerlerle çalışıyor, öğleden sonraları köylülerle konuşuyordu. Gümüş yayını evinin duvarında tutuyor, kılıcını sadece eğitimlerde kullanıyordu. Bir gün, General Boran’la kale surlarında yürüdü. Güneş, ufukta parlıyordu; tarlalarda köylüler hasat topluyor, çocuklar kahkahalarla koşuyordu. General Boran, gri sakalı rüzgârda dalgalanırken, Ercan’a döndü. “Ercan, krallık seninle yeniden doğdu. Huzur, senin eserin,” dedi, sesinde derin bir memnuniyet vardı.

Ercan surlardan ovaya baktı, derin bir nefes aldı. “Generalim, bu huzur o patikada başladı. Çantayı taşımasam, buraya gelemezdim,” diye cevap verdi, sesi sakin ama anlam doluydu. General Boran gülümsedi, elini omzuna koydu. “Disiplin, seni kahraman yaptı. Şimdi krallığın geleceğini şekillendiriyorsun,” dedi. O gün, avluda bir şenlik düzenlendi. Köylüler, Ercan’a teşekkür için hediyeler getirdi; bir demirci, ona özel bir kılıç uzattı. “Komutanım, bu sizin için. Krallığın kalkanı olarak taşıyın,” dedi, sesinde saygı vardı. Ercan kılıcı aldı, kabzasını okşadı. “Bu onur, hepimizin. Birlikte koruruz,” diye cevap verdi, kalabalığa gülümsedi.

Akşam, evinde otururken, bir haberci geldi. General Kadir’den bir mektuptu; müttefik krallık, Ercan’ı bir barış elçisi olarak davet ediyordu. Ercan mektubu okudu, içinden geçirdi: “Zafer, sadece savaşla değil, barışla da büyür,” Gökyüzünde ay parlıyordu; krallık, Ercan’ın liderliğinde huzur ve güvenle doluydu. Askerler ona “Kalkan Ercan” diyordu; o ise her zaman o zor yolu hatırlıyor, disiplinin gücüne şükrediyordu.

Yaman ise vahada, haydutları püskürttükten sonra göçebelerin lideri haline gelmişti. Dere kenarında bir çadır kurmuş, vahayı korumak için planlar yapıyordu. Omzundaki yara izi hâlâ duruyordu, ama bedeni güçlenmiş, gözleri umutla parlıyordu. Göçebeler ona güveniyor, her kararında yanına koşuyordu. Bir sabah, yaşlı kadın ve genç bir çoban, Yaman’ın çadırına geldi. Kadın elinde bir kase bal, çoban ise bir keçi yavrusu taşıyordu. “Yaman, vahayı kurtardın. Bunlar sana hediye,” dedi kadın, sesinde minnet vardı. Yaman balı aldı, gülümsedi. “Abla, bu hediyeler hepimizin. Vaha, birlikte ayakta,” diye cevap verdi, sesi artık daha güçlüydü.

Çoban öne çıktı, keçi yavrusunu Yaman’a uzattı. “Liderimizsin, Yaman. Haydutlar geri gelirse, ne yapalım?” diye sordu, sesinde heves vardı. Yaman bir an düşündü, vahayı taradı. “Barikatları güçlendirelim, okçular eğitelim. Bir daha kimse bize dokunamasın,” dedi, kararlılıkla. Göçebeler başını salladı, hemen işe koyuldu. Yaman, dere kenarında bir yay yaptı, gençlere ok atmayı öğretti. Bir çocuk, oku hedefe vurunca bağırdı: “Yaman Abi, senin gibi olacağım!” Yaman gülümsedi, çocuğun saçını karıştırdı. “Olursun, ama korkma. Cesaret, her şeyi değiştirir,” diye nasihat etti.

Gece, çadırında otururken, yıldızlara baktı. Bilgenin sözleri aklına geldi: “Sağdaki yol zafer, soldaki yol yıkım.” “Ercan o yolu seçti, ben ise kayboldum… ama şimdi bir yol buldum,” diye düşündü. Yaşlı kadın, çadırın kapısına geldi, elinde bir battaniye vardı. “Yaman, vaha seninle dirildi. Bizi lider yaptın,” dedi, battaniyeyi uzattı. Yaman aldı, gözleri doldu. “Abla, bu benim kefaretim. Ercan’ı geçemem, ama burada bir şey inşa edebilirim,” diye fısıldadı. Kadın gülümsedi, çadırdan çıktı. Yaman, battaniyeyi omzuna örttü; vahanın sessizliği, ona yeni bir başlangıç sunuyordu.



Bölüm 14: Barışın Elçisi ve Vahanın Savunucusu

Ercan, General Kadir’in mektubunu aldıktan sonra müttefik krallığa gitmek için hazırlandı. Sabah erkenden, kale avlusunda atını eyerledi. Gümüş yayını omzuna astı, kılıcını beline taktı; zırhı, güneş ışığında parlıyordu. General Boran, ona bir grup asker ve bir mektup verdi. Avluda, köylüler ve askerler toplanmış, Ercan’ı uğurluyordu. General Boran, gri sakalı rüzgârda dalgalanırken, elini Ercan’ın omzuna koydu. “Ercan, bu yolculuk barışı mühürleyecek. Müttefiklerle birleşirsek, krallık bir daha tehdit görmez,” dedi, sesinde güven vardı. Ercan başını salladı, atına bindi. “Generalim, barış da savaş kadar önemli. Görevimi yerine getireceğim,” diye cevap verdi, sesi kararlıydı.

Yolculuk, geniş ovalardan ve nehir kıyılarından geçti. Üç gün sonra, müttefik krallığın başkentine vardılar. Şehir, yüksek kuleleri ve beyaz taş duvarlarıyla görkemliydi. General Kadir, kale kapısında Ercan’ı karşıladı. Zırhı gümüşten, yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. “Hoş geldin, Ercan! Vadi savaşının kahramanı, barış elçisi oldu,” dedi, sesinde samimiyet vardı. Ercan atından indi, yayını gösterdi. “Generalim, bu yay sizinle kazanıldı. Şimdi barış için buradayım,” diye cevap verdi. Kadir, Ercan’ı kaleye davet etti. Büyük salonda, krallığın liderleri toplandı. Masada haritalar ve barış antlaşmaları vardı. Bir lord, uzun sakallı ve ciddi bir adam, Ercan’a döndü. “Krallığınız güçlü, ama birleşmezsek düşman geri döner. Ne önerirsiniz?” diye sordu.

Ercan haritaya baktı, vadideki geçidi işaret etti. “Birleşik bir ordu kuralım. Vadiyi ortak savunursak, kimse bize dokunamaz,” dedi, sesinde stratejik bir vizyon vardı. General Kadir başını salladı, kalemini antlaşmaya uzattı. “Ercan haklı. Barış, birleşmeyle gelir,” dedi, antlaşmayı imzaladı. Salonda alkış koptu; Ercan, krallıkların birleştiğini gördüğünde içinden geçirdi: “Bu, o zor yolun son zaferi,” Geri döndüğünde, krallık onu bir kez daha kahraman olarak karşıladı; barış, Ercan’ın disipliniyle mühürlenmişti.

Yaman ise vahada, liderlik rolünü büyütüyordu. Göçebeler ona güveniyor, vahayı bir ev gibi görüyorlardı. Bir öğleden sonra, dere kenarında okçuları eğitirken, ufukta bir toz bulutu belirdi. Bu kez haydutlar değil, çöldeki bir kabilenin savaşçılarıydı. Zırhları paslı, ellerinde mızraklar vardı; vahayı ele geçirmek istiyorlardı. Yaman, çan çaldırdı, göçebeleri topladı. Yaşlı kadın, elinde bir sopayla yanına koştu. “Yaman, yine tehlike! Ne yapacağız?” diye sordu, sesinde endişe vardı. Yaman yayını eline aldı, barikatlara baktı. “Savunacağız, abla. Vahayı kimseye vermem,” diye cevap verdi, sesi güçlüydü.

Savaşçılar vahaya vardığında, Yaman barikatların ardında durdu. “Okçular, hazır olun! Çamuru kullanın!” diye bağırdı. Göçebeler, dere suyunu barikatların önüne döktü; çamur, düşman atlarını yavaşlattı. Yaman bir ok çekti, kabile liderini vurdu; adam yere düşerken saflar dağıldı. “Vahayı koruyun! Geri çekilmelerine zorlayın!” diye seslendi, hançeriyle öne atıldı. Göçebeler, sopalar ve oklarla dövüştü; Yaman, her hamlesinde geçmişteki korkaklığını silmeye çalışıyordu. Savaş kısa ama şiddetliydi; kabile, vahayı alamadan kaçtı. Göçebeler zafer çığlıkları attı, Yaman’ı yine omuzlara aldı.

Genç çoban, nefes nefese Yaman’a koştu. “Yaman Abi, sen bir kahramansın! Vaha seninle yaşıyor,” diye bağırdı, gözleri parlıyordu. Yaman gülümsedi, yayını yere koydu. “Kahraman değilim… ama burada bir şey inşa ettim,” diye cevap verdi, sesinde alçak gönüllü bir gurur vardı. Yaşlı kadın yanına geldi, elini tuttu. “Ercan’ı bilmem, ama sen bizim liderimizsin. Hatanı telafi ettin,” dedi, gözleri doluydu. Yaman başını eğdi, içinden geçirdi: “Ercan’la aynı yolda değilim, ama kendi yolumu buldum,” Gece, vahada ateş yakıldı; yıldızlar altında, Yaman ilk kez huzur hissetti.



Bölüm 15: Yolların Sonu

Ercan, müttefik krallıktan döndükten sonra krallıkta efsanevi bir figür haline geldi. Kuzey kapısı, barış antlaşmasıyla birleşen ordular sayesinde artık tehdit görmüyordu. Kale avlusunda, ona bir anıt dikilmişti; gümüş yay ve kılıç, taş bir kaide üzerinde parlıyordu. Sabahları, genç askerleri eğitmeye devam ediyor, akşamları halkla oturup hikâyeler anlatıyordu. Bir gün, General Boran’la kale surlarında durdu. Güneş batıyordu, ufuk turuncu bir ışıkla kaplanmıştı. General Boran, gri sakalı rüzgârda dalgalanırken, Ercan’a döndü. “Ercan, krallık seninle sonsuza dek ayakta kalacak. Ne hissediyorsun?” diye sordu, sesinde derin bir huzur vardı.

Ercan, ovaya baktı; tarlalar yeşillenmiş, çocuklar kahkahalarla koşuyordu. “Generalim, bu huzur, o patikada başladı. Çantayı taşıdım, kılıcı kuşandım; her zorlukta Rabb’ime sığındım. İmanım, beni buraya getirdi,” diye cevap verdi, sesi sakin ama güçlüydü. General Boran gülümsedi, elini omzuna koydu. “Sen Allah’a asker oldun, Ercan. Bu zafer, ibadetin hediyesi,” dedi. O gece, avluda bir şenlik düzenlendi. Halk, Ercan’a teşekkür etti; bir çocuk, elinde çiçeklerle koştu. “Kalkan Ercan, bize cesareti öğrettin!” diye bağırdı, gözleri parlıyordu. Ercan çiçekleri aldı, gülümsedi. “Cesaret, imandan gelir, küçük yiğit. Asla unutma,” diye nasihat etti. Gece, evinde namaz kılarken, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” dedi; kalbi, tam bir güvenle doluydu.

Yaman ise vahada, göçebelerin lideri olarak hayatını sürdürüyordu. Vaha, onun çabalarıyla bir sığınak haline gelmişti; barikatlar sağlam, okçular yetkin, çadırlar doluydu. Bir sabah, dere kenarında otururken, yaşlı kadın yanına geldi. Elinde bir kase çorba, yüzünde bir gülümseme vardı. “Yaman, vaha seninle bir yuva oldu. Hatanı telafi ettin,” dedi, sesinde minnet vardı. Yaman çorbayı aldı, gözleri ufka kaydı. “Abla, Ercan gibi olamadım, ama burada bir şey inşa ettim. Belki Rabb’im beni affeder,” diye cevap verdi, sesinde umut ve pişmanlık karışımı bir ton vardı.

O gün, vahaya bir haberci geldi. Krallıktan bir tüccardı; Ercan’ın zaferini ve barış antlaşmasını anlatıyordu. Yaman, sessizce dinledi, sonra tüccara döndü. “Ercan ne yapıyor şimdi?” diye sordu, sesi titrekti. Tüccar gülümsedi. “Kalkan Ercan, krallığın efsanesi oldu. Halk ona dua ediyor,” dedi. Yaman başını eğdi, bir an sustu. “O hak etti… ben ise burada kefaretimi ödüyorum,” diye fısıldadı. Tüccar ayrıldığında, Yaman dere kenarında namaza durdu. İlk kez, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” dedi; kalbi, geç de olsa bir huzur bulmuştu. Vaha, onun için bir ahiret umudu olmuştu.

Yıllar sonra, Ercan krallıkta yaşlanmış, ama hâlâ dimdik ayaktaydı. Yaman ise vahada öldü; göçebeler, ona bir mezar yaptı, üzerine “Vahanın Savunucusu” yazdı. İkisinin yolları, hayatın sonunda ayrılmıştı: Ercan, ibadet ve takvayla ebedi saadete ulaşmış; Yaman, isyanının bedelini ödedikten sonra tevbe ile bir umut kazanmıştı.


Sonsöz

İşte ey nefsim, bu iki yolcu, hayatın hakikatini gösterir. Ercan, Allah’ın kanunlarına uyan bir kuldu; çantası ve kılıcı, ibadet ve takvaydı. O, her musibete karşı Rabb’ine sığındı, imanıyla tam bir güven buldu. Yaman ise asiydi, arzularına boyun eğdi; ama sonunda tevbe ile bir yol aradı. Bu yol, ruhlar âleminden gelip kabirden geçen, ahirete uzanan hayat yoludur. İbadet, görünüşte ağırdır; ama o ağırlık, kalbe huzur, ruha saadet sunar. “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” diyen, her şeyde rahmet kapısını bulur; dua ile çalar, tevekkülle dayanır. Cesaretin kaynağı imandır, korkaklığın kökü ise sapkınlıktır. İnsan, aciz ve muhtaçtır; ama ibadet, ona ebedi bir hazine verir. Ercan bunu baştan anladı, Yaman ise son anda. Öyleyse, “Elhamdülillah, itaat ve başarı için Allah’a şükürler olsun” diyelim; çünkü saadet, Allah’a asker olmakta yatar.



Not: Bu hikaye
aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 3. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....

ÖZET:

Bir zamanlar iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alır ve birlikte yola çıkarlar. Yol ikiye ayrıldığında, karşılarına bir adam çıkar ve onlara şu bilgiyi verir:

"Sağdaki yol, hiçbir zararı olmadığı gibi, yolcuların onda dokuzu büyük bir kazanç ve rahatlık elde eder. Soldaki yol ise hiçbir fayda sağlamaz ve onda dokuzu zarar görür. İki yol da eşit uzunluktadır. Ancak soldaki yol düzensiz ve yönetimsizdir; yolcusu çantasız ve silahsızdır, dışarıdan hafif ve rahat görünse de gerçekte zorluklarla doludur. Sağdaki yol ise askerî disiplin altındadır; yolcusu besleyici gıdalarla dolu bir çanta ve güçlü bir silah taşır."

Bu iki askerden biri, bu sözleri dikkate alarak sağdaki yola gider. Omzunda bir ağırlık taşır, fakat kalbi ve ruhu huzur bulur. Diğeri ise disiplinden kaçıp soldaki yolu seçer. Bedeni bir yükten kurtulsa da, kalbi minnet borcu ve korkularla ağırlaşır. Sonunda, varış noktasına ulaştığında asi bir kaçak olarak cezasını çeker.

Sağdaki yolu seçen asker ise özgüvenle ilerler, kimseye minnet etmez, korkusuzca yoluna devam eder ve sonunda görevini başarıyla tamamlayan bir asker olarak ödüllendirilir.


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

Bu temsili hikâye, iki askerin yolculuğu üzerinden ibadetin insana kazandırdığı büyük huzur ve mutluluğu, günahkârlık ile zevk düşkünlüğünün ise ne kadar büyük bir kayıp ve yıkım getirdiğini anlatır. O iki asker, biri Allah’ın emirlerine uyan ibadet ehli, diğeri ise isyankâr ve nefsine boyun eğen günahkârdır. Yol, dünya hayatından ahirete uzanan ömür yoludur; sağdaki yol ibadet ve takva, soldaki yol ise günah ve gaflettir. İbadet eden asker, çanta ve silahı—yani ibadet ve Allah’a tevekkülü—taşıyarak kalbini korkudan, ruhunu minnet yükünden kurtarır; sonunda Rabb’inin rızasını ve ebedi saadeti kazanır. Günahkâr asker ise bu disiplinden kaçar, geçici bir hafiflik hisseder; fakat kalbi korkularla, ruhu acz ve çaresizliklerle dolar, nihayet asi bir kaçak olarak cezasını çeker. İşte bu hikâye, ibadetin insanı her musibete karşı koruyan bir kalkan, her rahmet kapısını açan bir anahtar olduğunu; günahkârlığın ise sahte bir zevkle ebedi helâke yol açtığını gösterir. Ey okuyucu! İbadetle Allah’a asker olup huzuru mu seçeceksin, yoksa günahla nefsine uyup yıkımı mı? Bu iki yol önündedir; akıl ve kalp ile tercihini yap, hidayeti Allah’tan iste.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları