26 Mart 2025 Çarşamba

1. Azamet'in Alametinin Sırrı


Önsöz:

Bu hikâye, çöldeki kumların arasında doğdu; ama asıl kaynağı, insan ruhunun derinlikleridir. İki yolcu, Kerim ve Demir, bir kasabanın meydanında başlar yolculuklarına; biri alçakgönüllü, diğeri kibirli. Çöldeki rüzgâr, onların adımlarını farklı yollara sürükler, ama her yol, bir büyük hakikatin gölgesine çıkar. Azamet’in adı, bu temsili hikâyede bir semboldür; çöldeki düzeni, kudreti ve himayeyi temsil eder. Alamet, o adın taşıyıcısıdır; onu hak eden, korkudan kurtulur, çöldeki her kapıyı açar.

Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Bu satırları okurken, çöldeki kumları değil, kendi yüreğinizi düşünün. Kerim’in umudu, Demir’in kibrini aynanız yapın. Çünkü bu hikâye, sadece bir masal değil; her birimizin içindeki yolculuğun yansımasıdır. Azamet’in alameti, bir sığınak vaat eder; ama o sığınağa ulaşmak, bilgelik, sabır ve cesaret ister. Çöldeki yol uzun, tehlikeli ve sessizdir; ama her adımda, bir büyük ismin fısıltısını taşır. Öyleyse, sayfaları çevirin ve bu temsili hikâyenin sırrını keşfedin. Selam olsun çöldeki yolculara!


 

Bölüm 1: Çöldeki İlk Nefes

Güneş, kumların üstünde altın bir alev gibi parlıyordu. Uçsuz bucaksız çöldeki küçük bir kasaba, yolcuların nefes aldığı son sığınak gibiydi. Kerim, kasabanın meydanında, eski bir çınarın gölgesinde durmuş, sırtındaki heybesini düzeltiyordu. Alçakgönüllü bir adamdı; gözleri sakin, elleri nasırlı, ama kalbi bir arayışla çarpıyordu. Yanında ise Demir vardı; uzun boylu, omuzları geniş, bakışları çöldeki fırtınaları andıran kibirli bir yolcu. İkisi, aynı kasabadan çıkmış, ama yolları burada ayrılmak üzereydi.

Meydanda bir kervancı, devenin üstünden inmiş, çayını yudumlarken etrafına toplanan birkaç kişiye laf yetiştiriyordu. Sesinde yılların getirdiği bir ağırlık, sözlerinde çöldeki hayatın izleri vardı. Kerim, kervancının yanına yaklaştı, kulak kabarttı.

“Bu çölde Azamet’i bilmeyen mi var?” diyordu kervancı, çay fincanını elinde çevirerek. “Onun adını alan, haydutların kılıcından da susuzluğun ateşinden de kurtulur. Alameti taşıyan, çöldeki krallar gibi gezer!”

Bir kasabalı merakla sordu: “Alamet mi? Ne alameti bu, usta?”

Kervancı gülümsedi, gözleri kısıldı: “İpekten bir mendil, üstünde Azamet’in adı yazılı. O mendille gezen, onun himayesine girer. Haydutlar bile kaçar, çadırlar ona kapılarını açar.”

Kerim’in kalbi hızlandı. Azamet’in adı, sanki çöldeki bir efsane gibi kulaklarında çınladı. İçinden bir ses, ona bu ismi bulmasını fısıldıyordu. Başını çevirip Demir’e baktı. Demir ise kervancının sözlerini duyunca dudak büktü, kollarını göğsünde kavuşturdu.

“Bana ne bir reisten, ne de onun mendilinden!” diye gürledi, sesi meydanı titreterek. “Ben kendi gücümle çöldeki yolumu bulurum. Kimseye boyun eğmem!”

Kerim sakin bir tebessümle karşılık verdi: “Çöldeki yol uzun, Demir. Bir isim bazen bir ordudan daha güçlü olabilir.”

Demir alaycı bir kahkaha attı: “Sen git o mendili al, Kerim. Benim zırhım kibrim, kılıcım cesaretimdir. Görürsün, çöldeki herkes Demir’i tanıyacak!”

Kerim bir şey demedi, sadece başını hafifçe eğdi. Demir’in gözlerindeki ateşi görebiliyordu, ama o ateşin çöldeki rüzgârla sönebileceğini de biliyordu. Kervancıya döndü, usulca sordu: “Azamet nerede bulunur, usta?”

Kervancı çayından bir yudum aldı, sonra gözlerini Kerim’e dikti: “Vahanın ötesinde, üç gün yol var. Ama dikkat et, evlat. Azamet’in çadırına varmak yetmez. Alametini almak için yüreğini ortaya koyman gerek.”

Kerim başını salladı: “Yüreğim hazır. Bana yol gösterir misiniz?”

Kervancı elini uzattı, ufku işaret etti: “Doğuya yürü, güneş senin rehberin olsun. Üçüncü günün sonunda vahanın yeşilini görürsün. Ama sakın ha, çöldeki haydutlara yakalanma. Alametin yoksa işin zor.”

Demir bu sözleri duyunca sabırsızlandı. “Haydut mu? Onlar benden korksun!” dedi, heybesini sırtına vurup kasabanın dışına doğru yürüdü. Kumlar, adımlarının altında öfkeyle savruluyordu. Kerim ise kervancının yanından ayrılmadan bir soru daha sordu: “Azamet’in alameti nasıl bir şey, usta? Neden bu kadar güçlü?”

Kervancı gözlerini uzaklara dikip cevap verdi: “İpekten yapılma, altın iplikle işlenmiş mendil. Üstünde Azamet’in adı yazıyor. O isim, çöldeki her korkuyu dize getirir. Ama dedim ya, onu almak kolay değil. Azamet, herkese vermez.”

Kerim içinden geçirdi: “O mendili alacağım. Azamet’in adıyla gezeceğim.” Kararını vermişti.

Meydandaki bir çocuk, Kerim’in heybesine bakıp sordu: “Amca, sen de mi çöle gidiyorsun?”

Kerim gülümsedi, çocuğun başını okşadı: “Evet, küçük. Azamet’i bulmaya gidiyorum.”

Çocuk gözlerini kocaman açtı: “Gerçekten mi? Babam der ki, Azamet’in adamları çöldeki yıldızlar gibidir, kimse onlara dokunamaz!”

Kerim başını salladı: “İnşallah ben de o yıldızlardan biri olurum.”

Gün batarken, kasabanın tozlu yollarında iki yolcu farklı yönlere adım attı. Demir, batıya doğru, kibirli bir gölge gibi kayboldu. Kerim ise doğuya, güneşin izinde, umutla yürüdü. Çöldeki ilk nefesini aldı, ve rüzgâr ona sanki bir şeyler fısıldadı: “Azamet…” Kasaba arkasında küçülürken, Kerim’in kalbi bir hedefle doluydu. Üç gün sonra vahanın yeşiline ulaşacak, Azamet’in çadırına varacak ve o mendili alacaktı. Çöldeki yolculuk, burada başlıyordu.



Bölüm 2: Demir’in İlk Düşüşü

Demir, kasabadan ayrıldığında güneş batı ufkunda kızıla boyanmıştı. Çöldeki kumlar, adımlarının altında bir şarkı gibi hışırdıyor, rüzgâr ona meydan okuyan bir dost gibi esiyordu. Kibirli göğsünü gere gere yürüyor, heybesindeki azıkla kendine güveniyordu. “Ben Demir’im,” diyordu içinden, “çöldeki her şeyi dize getiririm.” Yıldızlar gökyüzünde belirirken, ilk gecesi sessizce geçti. Ama çöldeki sessizlik, bir fırtınanın habercisiydi.

Şafak sökerken, ufukta atların nal sesleri yükseldi. Kumların üstünde gölgeler belirdi; haydutlar, yırtıcı kuşlar gibi süzülüyordu. Demir durdu, gözlerini kıstı, elini hançerine attı. Haydutların başı, yüzü yaralarla dolu, iri yarı bir adam, atından inip ona yaklaştı. Kılıcını kınından yarıya kadar çekti, sesi kumları titretti:

“Kimsin, yolcu? Bu çöldeki yollar bizimdir!”

Demir, korkuyu bastırıp göğsünü şişirdi: “Ben Demir’im! Kimseye ihtiyacım yok, ne sana ne de çöldeki başka bir gölgeye!”

Haydutlar arasında bir kahkaha patladı. Baş haydut, dişlerini göstererek sırıttı: “Azamet’in adamı değilsen, çöldeki kurtlara yemsin, Demir!”

Demir kaşlarını çattı, hançerini çekti: “Azamet mi? Onun adını duymaktan bıktım! Ben kendi adımda bir efsaneyim!”

Baş haydut alaycı bir sesle bağırdı: “O zaman efsaneni görelim, yiğit!”

Bir anda haydutlar atlarından inip Demir’in üstüne çullandı. Üçü birden geldi; biri kolunu tuttu, diğeri hançerini düşürdü, üçüncüsü yumruğunu suratına indirdi. Demir direndi, birini yere serdi, ama sayıca azdı. Kumların üstünde debelenirken, baş haydut bağırdı: “Alametin nerede, ahmak? Azamet’in alameti yoksa, bu çöldeki son günün!”

Demir, nefes nefese, kanayan dudağıyla karşılık verdi: “Alamete ihtiyacım yok! Ben kendi gücümle…” Sözünü bitiremedi; bir tekme göğsüne indi, nefesi kesildi.

Haydutlar heybesini karıştırdı. Suyunu, ekmeğini, neyi varsa aldılar. Bir tanesi, Demir’in kumaş gömleğini çekerken sırıttı: “Buna da el koyuyoruz, yiğit! Çöldeki krallar alametle gezer, sense çıplak kalırsın!”

Demir, kumların üstünde diz çökmüş, öfkeyle haykırdı: “Beni tanıyacaksınız! Hepiniz pişman olacaksınız!”

Baş haydut atına binerken son bir kahkaha attı: “Azamet’in adını al da gel, o zaman konuşuruz!” Atlarını sürüp ufukta kayboldular, geride sadece toz ve Demir’in hırçın nefesini bıraktılar.

Demir, yaralı ve susuz, kumların üstünde yığılıp kaldı. Dudakları çatlamış, gömleği yırtılmıştı. Kibrinden örülü zırhı, çöldeki ilk darbede parçalanmıştı. Gözlerini gökyüzüne dikti, yıldızlar ona sanki alay eder gibi parlıyordu. “Ben yalnız yeterim,” diye mırıldandı, ama sesi zayıf ve titrekti. Çöldeki ilk gecesi, bir zaferle değil, bir yenilgiyle kapanıyordu.

O sırada, kasabadan bir günlük yol uzakta, Kerim doğuya doğru yürüyordu. Demir’in çektiklerini bilmiyordu, ama içindeki umut, onu Azamet’in çadırına bir adım daha yaklaştırıyordu. Çöldeki rüzgâr, iki yolcunun kaderini sessizce örüyordu; biri düşerken, diğeri yükselmek için hazırlanıyordu.



Bölüm 3: Kerim’in Umudu

Güneş, çöldeki ikinci günün sabahında ufuktan yükseldiğinde, Kerim doğuya doğru yol alıyordu. Adımları kararlı, gözleri ufuktaki bilinmezi tarıyordu. Kasabadan ayrılalı bir gün olmuştu; heybesinde azık, sırtında umut taşıyordu. Çöldeki sessizlik, ona hem huzur hem de bir uyarı gibi geliyordu. Kervancının sözleri aklından çıkmıyordu: “Azamet’in çadırı vahadadır, ama alametini almak kolay değil.” Kerim, içinden fısıldadı: “O mendili alacağım. Azamet’in adıyla gezeceğim.”

Gün ortasına doğru, kumların arasında bir gölge belirdi. Yaşlı bir adam, elinde eğri bir asa, yavaş adımlarla yürüyordu. Yüzü güneşten kavrulmuş, gözleri asırlık bir bilgelikle parlıyordu. Kerim, ona yaklaştı, selam verdi. Yaşlı adam durdu, başını kaldırıp Kerim’i süzdü.

“Nereye böyle, evlat?” diye sordu, sesi çöldeki rüzgâr gibi hafif ama derindi.

Kerim, alçakgönüllü bir tebessümle cevap verdi: “Azamet’i arıyorum, dede. Onun adıyla çöldeki yolumu bulmak istiyorum.”

İhtiyar, asasına yaslanıp gülümsedi: “Güzel bir arayış bu. Azamet’in adı, çöldeki her korkuyu susturur. Ama söyle, neden onun alametini istiyorsun?”

Kerim bir an durdu, kalbinin derinliklerinden gelen cevabı buldu: “Çöldeki haydutları gördüm, dede. Yalnız gezmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Azamet’in adıyla gezenin güvenli olduğunu duydum. O alamet, bana bir sığınak olacak.”

İhtiyar başını salladı, gözleri Kerim’in samimiyetini tartıyordu: “Doğru söylüyorsun. Ama alamet öyle basit bir bez değil. Onu almak için sabır ister, cesaret ister. Hazır mısın?”

Kerim gözlerini yere indirdi, sonra kararlılıkla kaldırdı: “Hazırım, dede. Ne yapmam gerek?”

İhtiyar, asasını kuma sapladı, ufku işaret etti: “Doğuya devam et. İkinci günün sonunda vahanın yeşilini görürsün. Azamet’in çadırı orada. Ama bil ki, o mendili almak için yüreğini ortaya koyman lazım. Haydutlar, susuzluk, korku… Hepsi seni sınayacak.”

Kerim başını eğdi: “Beni sınasınlar. Azamet’in adını duyduğumdan beri içimde bir ateş yanıyor. O ateşi söndürmeyeceğim.”

İhtiyar güldü, sesinde bir onay vardı: “O ateş seni vahaya taşıyacak, evlat. Ama bir şey daha sorayım: Çöldeki dostun nerede?”

Kerim bir an şaşırdı, sonra Demir’i hatırladı. “Demir mi? O kendi yoluna gitti, ded Ramírez. Kendi gücüne güveniyor, Azamet’in adını istemedi.”

İhtiyar iç çekti, gözleri uzaklara daldı: “Kibir, çöldeki en büyük düşmandır. Haydutlar onu bulmadan, o Azamet’i bulsa iyi eder. Ama sen… Sen yoluna bak. Azamet’in çadırına vardığında, ona benden selam söyle.”

Kerim merakla sordu: “Adınız nedir, dede? Azamet’e ne diyeyim?”

İhtiyar gülümsedi, gizemli bir cevap verdi: “Ona, ‘Çöldeki yolcu selam gönderdi,’ de. Anlar o.”

Kerim daha fazla üstelemedi. İhtiyara teşekkür etti, suyundan bir yudum ikram etmek istedi. Ama ihtiyar elini salladı: “Su bende bol, evlat. Sen kendi yoluna sakla. Azamet’e varmadan ihtiyacın olacak.” Sonra, tıpkı çöldeki bir serap gibi, yavaşça kumların arasında kayboldu. Kerim, onun ardında bıraktığı izlere baktı, içinden geçirdi: “Bu çöldeki herkes Azamet’i tanıyor. O alamet, gerçekten bir hazine olmalı.”

Gün batarken, Kerim bir kayanın gölgesinde mola verdi. Heybesinden kuru ekmek çıkardı, bir lokma ısırdı. Gözlerini ufka dikti, vahanın hayalini kurdu. Azamet’in çadırı, ona bir adım daha yakındı. O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir kumların üstünde yaralı yatıyordu. Kerim bunu bilmiyordu, ama rüzgâr, iki yolcunun kaderini sessizce birbirine bağlıyordu. Çöldeki ikinci gün, Kerim’in umudunu büyütürken, Demir’in kibrini sınamıştı. Üçüncü gün, her şeyi değiştirecekti.



Bölüm 4: Çöldeki İlk Ders

Çöldeki üçüncü günün şafağı, kumları gri bir örtüyle kaplamıştı. Kerim, kayanın gölgesinden kalktı, ellerini yüzüne sürüp uykusunu dağıttı. Heybesini sırtına vurdu, doğuya doğru yürümeye devam etti. İhtiyarın sözleri kulaklarında çınlıyordu: “Vahanın yeşilini görürsün.” Adımları hızlandı, çünkü içindeki umut, onu Azamet’in çadırına bir an önce ulaştırmak istiyordu. Ama çöl, sessizce sınamaya hazırlanıyordu.

Öğlene doğru, ufukta atların gölgeleri belirdi. Kerim’in kalbi hızlandı; haydutlar olabilirdi. Hemen bir kum tepesinin ardına saklandı, nefesini tuttu. Atlılar yaklaştı, sesleri rüzgârla taşındı. İki haydut, develerine bağladıkları ganimetlerle konuşuyordu.

“Bu aptal yolcu ne kadar direndi, gördün mü?” diyordu biri, kahkahalarla.

“Alameti yokmuş, ‘Ben Demir’im!’ diye bağırıp durdu. Aptal herif!” diye cevap verdi öteki, elindeki su matarasını sallayarak.

Kerim, “Demir” adını duyunca dondu kaldı. “O mu?” diye geçirdi içinden. Haydutlar, ganimetlerle dolu develerini sürüp uzaklaştı. Kerim saklandığı yerden çıktı, gözleri ufku taradı. Demir’i merak ediyordu, ama kendi yolunu bırakamazdı. “Azamet’in mendilini almalıyım,” dedi kendi kendine, “Belki Demir’e de yardım edebilirim.” Adımlarını hızlandırdı, vahanın hayali gözlerinde canlandı.

O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir kumların üstünde bitkin yatıyordu. Haydutların darbeleriyle yaralanmış, susuzluktan dudakları çatlamıştı. Gözlerini gökyüzüne dikti, yıldızlar ona alay eder gibiydi. Kendi kendine mırıldandı: “Ben buna mı layıktım? Çöldeki kral olacaktım…” Ama sesi zayıf ve çaresizdi. Tam o anda, uzaktan bir çadırın silueti belirdi. Umudu tükenmişken, son bir gayretle doğruldu, tökezleyerek çadıra yürüdü.

Çadırın kapısına vardığında, eliyle tahta çerçeveyi tuttu, zayıf bir sesle seslendi: “Biri var mı? Bana yardım edin!” Kapı aralandı, genç bir kadın başını uzattı. Gözleri sert, ama meraklıydı.

“Kimsin sen?” diye sordu, sesinde bir şüphe vardı.

Demir, nefes nefese cevap verdi: “Ben Demir’im… Bir yolcuyum… Su verin, ne olur!”

Kadın kaşlarını çattı, kapıyı tam açmadan sordu: “Azamet’in adamı mısın?”

Demir sustu, verecek cevabı yoktu. Alameti yoktu, Azamet’in adını reddetmişti. Kadın bekledi, sonra sertçe karşılık verdi: “Alametin yoksa, burada yerin yok. Çöldeki kurallar böyledir.” Kapıyı kapattı, Demir’in yalvarışlarını duymazdan geldi.

Demir, çadırın önünde diz çöktü. “Bana bunu mu reva görüyorsunuz?” diye haykırdı, ama sesi kumlara gömüldü. Açlık ve susuzluk, kibrini bir bıçak gibi kesiyordu. Çöldeki ilk dersi, ona pahalıya mal olmuştu: Alametsiz bir yolcu, çöldeki gölgelerden farksızdı.

Aynı saatlerde, Kerim vahanın yeşiline yaklaşırken bir tehlike daha atlattı. Haydutların at seslerini duydu, yine saklandı. Mendili yoktu henüz, ama Azamet’in adını içinden tekrarladı: “Azamet… Bana yardım et.” Haydutlar, onun farkına varmadan geçti. Kerim derin bir nefes aldı, “Bu isim bile beni korudu,” diye düşündü. Vahanın ağaçları ufukta belirdiğinde, kalbi sevinçle doldu. Azamet’in çadırına bir adım daha yakındı.

Çöldeki üçüncü gün, iki yolcuya farklı yüzlerini göstermişti. Kerim, umuduyla yükselirken, Demir kibrinin bedelini ödüyordu. Rüzgâr, onların hikâyesini kumlara yazıyor, vaha ise Kerim’i bekliyordu.



Bölüm 5: Azamet’in Huzuru

Üçüncü günün akşamı, güneş vahanın üstünde kızıla boyanmış bir veda busesi bırakırken, Kerim nihayet yeşilin kokusunu aldı. Kumlar yerini otlara, rüzgâr yerini hurma ağaçlarının hışırtısına bırakmıştı. Vahanın ortasında, bir kale gibi yükselen büyük bir çadır duruyordu. Çadırın kumaşları rüzgârda dalgalanıyor, girişindeki iki meşale geceyi aydınlatıyordu. Kerim’in kalbi hızlandı; Azamet’in çadırı burasıydı. Heybesini sıkıca tuttu, derin bir nefes aldı ve içeri doğru yürüdü.

Çadırın girişinde, uzun boylu bir adam duruyordu. Kolları güçlü, yüzü güneşten kararmış, gözleri bir şahin gibi keskindi. Kerim’i süzdü, elini kılıcının kabzasına koydu.

“Kimsin, yolcu? Burası Azamet’in çadırıdır, öyle herkes giremez!” diye seslendi, sesi çöldeki bir gök gürültüsü gibi yankılandı.

Kerim sakin bir tebessümle cevap verdi: “Adım Kerim. Azamet’i arıyorum. Onun adıyla gezmek için geldim.”

Adam kaşlarını kaldırdı, şüpheyle sordu: “Alametin var mı?”

Kerim başını eğdi: “Henüz yok. Ama almak için buradayım.”

Adam bir an sustu, sonra çadırın perdesini araladı: “Gir öyleyse. Ama bil ki, Azamet’in huzuruna çıkmak bir sınavdır. Hazır ol.” Kerim başını salladı, içeri adım attı. Çadırın içi geniş ve görkemliydi; yerler halıyla kaplı, duvarlarda kılıçlar asılıydı. Ortada, yüksek bir minderin üstünde oturan bir adam vardı: Azamet. Uzun boylu, heybetli, sakalı göğsüne uzanmış, gözleri çöldeki fırtınaları andırıyordu. Kerim’i görünce başını hafifçe kaldırdı, derin bir sesle konuşmaya başladı.

“Hoş geldin, yolcu. Ne ararsın benden?”

Kerim diz çöktü, saygıyla cevap verdi: “Adım Kerim, efendim. Çöldeki haydutları gördüm, yalnızlığın acısını duydum. Sizin adınızla gezmek istiyorum. Mendilinizi almak için geldim.”

Azamet güldü; kahkahası çadırın duvarlarında yankılandı: “Alametim bir hazine, Kerim. Öyle kolay verilmez. Neden sana vereyim?”

Kerim gözlerini Azamet’e dikti, içinden gelen samimiyetle cevap verdi: “Çünkü çöldeki yol uzun ve tehlikeli, efendim. Sizin adınız, korkuyu dize getiriyor. O mendille gezenin güvenli olduğunu duydum. Bana bu güveni verin, ne isterseniz yaparım.”

Azamet bir an sustu, Kerim’i süzdü. Sonra minderinden kalktı, yavaş adımlarla ona yaklaştı. Elinde bir asa vardı, asayı yere vurdu: “Güzel sözler. Ama sözler yetmez. Alametimi almak için üç sınavdan geçeceksin. Sabrın, cesaretin, aklın sınanacak. Hazır mısın?”

Kerim yutkundu, ama gözlerinde bir kararlılık parladı: “Hazırım, efendim. Ne isterseniz yaparım.”

Azamet başını salladı: “Güzel. Ama bir şey daha sorayım: Çöldeki yolcu selam gönderdi mi?”

Kerim şaşırdı, sonra ihtiyarı hatırladı. Hemen cevap verdi: “Evet, efendim! Yolda bir ihtiyar gördüm. ‘Çöldeki yolcu selam gönderdi,’ dedi. Sizi tanıyor olmalı.”

Azamet’in yüzünde hafif bir gülümseme belirdi: “Tanıyorum onu. Eski bir dost. Selamını aldım. Şimdi, seninle işimize bakalım. İlk sınav yarın şafakta başlayacak. Bu gece burada kal, dinlen.”

Kerim minnetle başını eğdi: “Size teşekkür ederim, efendim. Alametinizi hak etmek için elimden geleni yapacağım.”

Azamet elini salladı, çadırın köşesindeki bir hizmetkârı çağırdı: “Bu yolcuya bir yer gösterin. Yemek verin, su verin. Yarın zor bir gün olacak.” Hizmetkâr başını eğdi, Kerim’i çadırın bir köşesine götürdü. Kerim, minderin üstüne oturdu, önüne konan ekmeği ve suyu aldı. Çöldeki üç günün yorgunluğu omuzlarında hissediliyordu, ama kalbi umutla doluydu. Azamet’in huzuruna çıkmış, ilk adımı atmıştı. Mendil, ona bir sınav kadar yakındı.

O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir çadırın önünde diz çökmüş, kibrinin enkazında yatıyordu. Kerim’in bilmediği bir gerçek vardı: Çöldeki yollar, iki dostu farklı sınavlara sürüklüyordu. Azamet’in çadırı, Kerim için bir başlangıç, Demir için ise henüz ulaşılmaz bir hayaldi.



Bölüm 6: İlk Sınav – Bilgelik

Vahanın sabahı, serin bir esintiyle geldi. Güneş, hurma ağaçlarının arasından süzülerek Azamet’in çadırını altın bir ışıkla yıkadı. Kerim, minderinden kalktı, yüzünü çadırın köşesindeki ibrikten aldığı suyla yıkadı. Kalbi hızlı çarpıyordu; bugün ilk sınavın günüydü. Azamet’in alametine ulaşmak için geçmesi gereken ilk kapı, bilgelikti. Çadırın ortasına yürüdü, Azamet onu bekliyordu. Heybetli reis, elinde asasıyla ayakta duruyor, gözleri Kerim’i tartıyordu.

Azamet, derin bir sesle sözü açtı: “İyi dinlendin mi, Kerim? Bugün ilk sınavın başlıyor.”

Kerim başını eğdi, saygıyla cevap verdi: “Dinlendim, efendim. Sınav için hazırım.”

Azamet asasını yere vurdu, çadırın içinde bir sessizlik yankılandı: “Güzel. İlk sınav bilgeliktir. Alametim, akılsız bir elin gölgesinde işe yaramaz. Söyle bakalım, benim adım neyi temsil eder?”

Kerim bir an durdu. Soru basit gibiydi, ama altında derin bir anlam gizliydi. Çöldeki yolculuğunu düşündü: kervancının sözleri, ihtiyarın bilgece bakışı, haydutların korkusu… Hepsi Azamet’in adıyla bağlantılıydı. Derin bir nefes aldı, gözlerini Azamet’e dikti: “Adınız kudreti ve himayeyi temsil eder, efendim. Çöldeki yolcular sizin isminizle güven buluyor, haydutlar sizin adınızı duyunca kaçıyor. Sizin adınızla gezen, çöldeki her korkudan kurtulur.”

Azamet’in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, ama hemen kayboldu. “Güzel söyledin. Ama daha derine in. Çöldeki bu kudret nereden gelir?”

Kerim şaşırdı, düşünmeye başladı. Aklına doğa geldi; ağaçların meyve vermesi, suyun çöldeki susuzluğu dindirmesi… Hepsi bir düzenin parçasıydı. Cesaretle cevap verdi: “Bu kudret, çöldeki her şeyi bir arada tutan bir düzenden gelir, efendim. Sizin adınız, o düzeni temsil ediyor. Alametinizle gezen, bu düzene katılıyor, onun gücünü alıyor.”

Azamet bir an sustu, sonra yavaşça başını salladı: “Akıllıca bir cevap, Kerim. Çöldeki yolcular benim adıma güvenir, çünkü ben bu düzenin bir parçasıyım. Alametim, o düzeni taşıyanlara sığınak olur. İlk sınavı geçtin.”

Kerim’in yüzü aydınlandı, minnetle sordu: “Teşekkür ederim, efendim. Alameti almaya bir adım daha yaklaştım, değil mi?”

Azamet güldü, kahkahası çadırın duvarlarında yankılandı: “Evet, ama acele etme. İki sınav daha var. Bilgelik, alametin kapısını aralar, ama onu elinde tutmak için sabır ve cesaret gerek. İkinci sınav öğleden sonra başlayacak. Şimdilik dinlen.”

Kerim başını eğdi: “Emrinize uyacağım, efendim.” Çadırın köşesine çekildi, bir hurma ağacının gölgesine oturdu. Azamet’in sözlerini düşündü: “Düzen…” Çöldeki her şey, sanki bir büyük ismin emriyle hareket ediyordu. Alametin gücü, sadece Azamet’in adından değil, o adı taşıyan düzenden geliyordu. İçinden fısıldadı: “Bu sınavları geçeceğim. Azamet’in adıyla gezeceğim.”

O sırada, çadırın girişinde bir hizmetkâr belirdi, elinde bir tepsiyle Kerim’e yaklaştı. “Reis, sana bunu gönderdi,” dedi, tepsiyi uzatarak. Tepside bir kap su ve birkaç hurma vardı. Kerim teşekkür etti: “Azamet’in cömertliği büyük. Sağ olsun.”

Hizmetkâr gülümsedi: “Onun adıyla yaşayanlar, her zaman bulur. Ama mendili almak zor iştir. İlk sınavı geçtin, aferin.” Kerim hurmadan bir ısırık aldı, hizmetkâr devam etti: “Çöldeki yolcular hep anlatır: Mendille gezen, haydutların gölgesinden bile korkmaz.”

Kerim başını salladı: “O güveni ben de istiyorum. İkinci sınav ne olacak, biliyor musun?”

Hizmetkâr omuz silkti: “Azamet’in aklına kimse ermez. Ama hazır ol, her sınav bir öncekinden zor.”

Kerim suyu yudumlarken, çöldeki diğer yolcuyu, Demir’i düşündü. “Acaba o ne yapıyor?” diye geçirdi içinden. Bilmediği bir gerçek vardı: Demir, aynı saatlerde çöldeki bir çadırın önünde yalvarıyordu. Kerim’in umudu yükselirken, Demir’in kibrinin enkazı büyüyordu. Azamet’in çadırı, Kerim için bir sığınak, bir sınav alanıydı. İlk kapı açılmıştı, ama yol henüz bitmemişti.



Bölüm 7: İkinci Sınav – Sabır

Vahanın öğle sıcağı, çöldeki her şeyi kavuruyordu. Hurma ağaçlarının gölgeleri bile erimiş, kumlar alev gibi parlıyordu. Kerim, Azamet’in çadırının önünde, reisle yüz yüze duruyordu. İlk sınavı geçmişti, ama alamete ulaşmak için ikinci bir kapı açılmalıydı: sabır. Azamet, elinde asasıyla Kerim’i süzdü, sonra çadırın dışına işaret etti. Vahanın ortasında, gölgesiz bir kaya yükseliyordu; sert, sıcak, yalnız.

Azamet, derin bir sesle emrini verdi: “İkinci sınavın sabır, Kerim. O kayanın üstüne otur. Gün batana kadar orada kalacaksın. Ne su iste, ne gölge. Şikâyet edersen, alameti unut.”

Kerim yutkundu, gözleri kayaya kaydı. Sıcak, taşın üstünden dalgalar gibi yükseliyordu. Ama Azamet’in alametine olan arzusu, korkusundan büyüktü. Başını eğdi: “Emrinize uyacağım, efendim. Gün batana kadar sabredeceğim.”

Azamet başını salladı: “Güzel. Sabır, alametimin temelidir. Çöldeki yolcu, susuzluğa da korkuya da dayanmalı. Git, yerini al.”

Kerim, kayaya doğru yürüdü. İlk adımlarında sıcağı hissetti; kumlar ayakkabılarının içini yakıyordu. Kayaya tırmandı, üstüne oturdu. Güneş, tam tepesindeydi; ne bir bulut, ne bir esinti vardı. Dakikalar geçtikçe, ter alnından süzülmeye başladı. Dudakları kurudu, boğazı yanmaya başladı. Ama içinden fısıldadı: “Azamet’in adıyla gezeceğim. Bu sınavı geçeceğim.”

Saatler geçti. Güneş, yavaşça batıya kayarken, Kerim’in bedeni yorgunlukla titriyordu. Bir an, çadırdan su isteyen bir hizmetkârın sesini duydu. “Reis, su getireyim mi?” diye seslendi hizmetkâr. Azamet’in cevabı sertti: “Hayır. O kendi sınavında. Sabrederse, alamet onun olacak.” Kerim bunu duyunca dişlerini sıktı, susuzluğa rağmen ses çıkarmadı.

Gözleri, vahanın yeşiline kaydı. Hurma ağaçları, su birikintileri… Hepsi öyle yakın, ama bir o kadar uzaktı. İçinden geçirdi: “Çöldeki yolcular böyle mi yaşıyor? Azamet’in adıyla gezenler, sabırla mı güç buluyor?” Bir an, su istemek için ağzını açtı, ama hemen kapattı. “Hayır,” diye mırıldandı kendi kendine, “şikâyet etmeyeceğim.”

Gün batarken, güneş ufku kızıla boyadı. Kerim’in dudakları çatlamış, gözleri yorgunluktan kapanıyordu. Ama hâlâ kayanın üstündeydi, hâlâ sessizdi. Azamet, çadırın girişinden çıkıp ona yaklaştı. Asasını yere vurdu, sesi çöldeki bir ferman gibi yükseldi: “Kalk, Kerim. Gün battı. Sınavın bitti.”

Kerim, titreyen bacaklarla kayadan indi, Azamet’in önüne diz çöktü. Zayıf bir sesle sordu: “Geçtim mi, efendim?”

Azamet’in yüzünde bir onay belirdi: “Geçtin. Sabrettin, şikâyet etmedin. Çöldeki yolcu, susuzluğa da sıcağa da dayanır. Alametim, sabredenlerin elinde anlam bulur.”

Kerim’in gözleri doldu, minnetle cevap verdi: “Size teşekkür ederim, efendim. Bu sınav, bana çöldeki hayatı öğretti.”

Azamet elini uzattı, Kerim’i ayağa kaldırdı: “Aferin. Ama bir sınav daha var. Cesaretin sınanacak. Yarın şafakta hazır ol. Şimdi git, su iç, dinlen.”

Kerim başını eğdi: “Emrinize uyacağım, efendim.” Çadıra döndü, hizmetkâr ona bir kap su getirdi. Suyu yudumlarken, dudaklarındaki çatlaklar serinlikle doldu. “Bu su, sabrımın ödülü,” diye fısıldadı kendi kendine.

Hizmetkâr, Kerim’in yanına oturdu, merakla sordu: “Nasıl dayandın, yolcu? O sıcakta ben olsam yalvarırdım.”

Kerim gülümsedi: “Azamet’in mendilinin açacağı kapıları hayal ettim. Onun adıyla gezmek, her şeye değer. Sabır, o alametin kapısını açtı.”

Hizmetkâr başını salladı: “Haklısın. Reis, sabredenleri sever. Üçüncü sınavı da geçersen, alamet senin olacak.”

Kerim, minderine uzandı, gözlerini çadırın tavanına dikti. İki sınavı geçmişti; bilgelik ve sabır, onu Azamet’in alametine yaklaştırmıştı. Ama cesaret sınavı, henüz önündeydi. Çöldeki başka bir köşede, Demir hâlâ kibrinin enkazında yatarken, Kerim umudunu bir adım daha büyütüyordu. Vaha, sessizce üçüncü sınavı bekliyordu.



Bölüm 8: Demir’in Karanlığı

Çöldeki üçüncü günün akşamı, Demir’in umudu kumlara gömülmüştü. İlk haydut saldırısından beri yaralıydı; gömleği yırtılmış, dudağı kanamış, heybesinde ne su ne ekmek kalmıştı. Çadırın kapısından kovulduğunda, dizlerinin üstüne çökmüş, kibrinin ağırlığını omuzlarında taşıyordu. Güneş batarken, gökyüzü ona alay eder gibi kızıla boyanıyordu. Ama çöldeki kader, Demir’e henüz son sözünü söylememişti.

Tökezleyerek ilerledi, gözleri ufukta bir umut aradı. Uzakta, kumların arasında bir su birikintisi parıldadı. Kalbi hızlandı; belki bu, hayatta kalma şansıydı. Adımlarını sıklaştırdı, dizlerindeki ağrıya aldırmadan koştu. Birikintiye vardığında, ellerini suya daldırdı, dudaklarına götürdü. Serinlik, çatlamış ağzını rahatlattı. “Sonunda…” diye mırıldandı, sesi zayıf ama umutluydu. Ama o an, atların nal sesleri yeniden yükseldi.

Haydutlar, yine gölgeler gibi belirdi. Aynı iri yarı baş haydut, atından inip Demir’e yaklaştı. Kılıcını çekti, sırıttı: “Bak hele, aptal yolcu yine karşımızda! Su mu içiyorsun, ha?”

Demir, bitkin bir öfkeyle ayağa kalktı: “Beni rahat bırakın! Bu su benim!”

Haydut kahkahalarla güldü: “Çöldeki su bizimdir, alametsiz herif! Azamet’in adamı mısın?”

Demir dişlerini sıktı, kibrini son bir kez topladı: “Hayır, ben yalnızım! Kimseye ihtiyacım yok!”

Haydutlar arasında bir kahkaha daha patladı. Baş haydut, kılıcını salladı: “O zaman bu suyu da alıyoruz! Çöldeki kuralları öğrenemedin mi hâlâ?” Bir işaretiyle adamları harekete geçti. Biri Demir’i kolundan tuttu, diğeri su birikintisine mataralarını daldırdı. Demir direnmeye çalıştı, yumruk attı, ama gücü tükenmişti. Bir tekme sırtına indi, kumlara yığıldı.

“Benden uzak durun!” diye haykırdı, ama sesi çöldeki rüzgârda kayboldu.

Haydutlar, mataralarını doldurup ganimet gibi suyla ayrıldı. Baş haydut, atına binerken son bir söz attı: “Azamet’in adını al da gel, aptal! Yoksa çöldeki kurtlar seni bulur!” Toz bulutu içinde kayboldular. Demir, kumların üstünde yatıyordu; susuz, yaralı, çaresiz. Ellerini yumruk yaptı, kuma vurdu: “Bana bunu mu reva görüyorsunuz?” Ama gökyüzü sessizdi, yıldızlar ona cevap vermiyordu.

O an, aklına Kerim geldi. Kasabadaki meydanda, “Bir isim bazen bir ordudan güçlüdür,” demişti. Demir başını ellerinin arasına aldı, kibirli nefsine lanet etti: “Kerim haklı mıydı? Azamet’in adı… Bu kadar mı önemli?” Ama gururu hâlâ ayaktaydı; alameti reddetmiş, kendi yolunu seçmişti. Şimdi o yol, onu karanlığa sürüklüyordu.

Ayağa kalkmaya çalıştı, ama dizleri titriyordu. Uzakta bir çöldeki kervan gördü; develer, yükleriyle ağır ağır ilerliyordu. Son bir umutla kervana seslendi: “Yardım edin! Bana su verin!” Kervancıbaşı, atının üstünden ona baktı, seslendi: “Kimsin, yolcu?”

Demir, zayıf bir sesle cevap verdi: “Ben Demir’im… Bir yolcuyum…”

Kervancıbaşı kaşlarını çattı: “Azamet’in adamı mısın? Alametin var mı?”

Demir sustu, başını eğdi. Alameti yoktu, Azamet’in adını reddetmişti. Kervancıbaşı başını salladı: “Alametsiz yolcu, çöldeki gölgedir. Sana yardım edemem.” Kervan, Demir’i geride bırakıp yoluna devam etti.

Demir, kumlara çöktü. Açlık ve susuzluk, bedenini kemiriyordu. Kibrinin enkazı, onu çöldeki yalnızlığına zincirlemişti. O sırada, vahanın serin gölgesinde, Kerim ikinci sınavı geçmiş, Azamet’in alametine bir adım daha yaklaşmıştı. Çöldeki rüzgâr, iki yolcunun kaderini sessizce ayırıyordu; biri karanlıkta kaybolurken, diğeri ışığa yürüyordu.



Bölüm 9: Üçüncü Sınav – Cesaret

Vahanın dördüncü sabahı, şafakla birlikte serin bir ışıkla açıldı. Kerim, Azamet’in çadırında uyanmış, ikinci sınavın yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Bilgelik ve sabır, onu alamete yaklaştırmıştı; şimdi son bir kapı kalmıştı: cesaret. Çadırın ortasında, Azamet elinde asasıyla duruyordu. Kerim, reisle yüz yüze geldi, gözlerinde kararlılık parlıyordu. Bugün, alametin sahibi olup olmayacağı belli olacaktı.

Azamet, derin bir sesle sözü açtı: “İki sınavı geçtin, Kerim. Bilgelik aklını, sabır ruhunu sınadı. Şimdi cesaretin konuşacak. Hazır mısın?”

Kerim başını eğdi, içinden gelen güçle cevap verdi: “Hazırım, efendim. Mendilinizi almak için her şeyi yaparım.”

Azamet asasını yere vurdu, çadırın sessizliği bir fermanla doldu: “O zaman dinle. Vahanın ötesinde, bir haydut kampı var. Silahsız gideceksin, onlara barış isteyeceksin. Cesaretin, alametimin son anahtarıdır.”

Kerim yutkundu. Haydutlar… Çöldeki yolculuğunda onların gölgelerini görmüş, seslerini duymuştu. Silahsız gitmek, akıl almaz bir riskti. Ama Azamet’in alameti, her korkuyu dize getiren bir hazineydi. Gözlerini reis’e dikti: “Emrinize uyacağım, efendim. Barış isteyeceğim.”

Azamet başını salladı: “Güzel. Ama bil ki, haydutlar kolay ikna olmaz. Alametin yok henüz, sadece yüreğinle konuşacaksın. Git, gün batmadan dön.”

Kerim, çadırdan çıktı, vahanın dışına doğru yürüdü. Kalbi hızlı çarpıyordu, ama adımları kararlıydı. Haydut kampı, vahanın bir saatlik uzağındaydı; kum tepelerinin ardında gizleniyordu. Yolda, içinden fısıldadı: “Azamet’in adıyla gezeceğim. Bu sınavı da geçeceğim.” Güneş yükselirken, kampın dumanı ufukta belirdi. Atların kişnemesi, kılıçların şakırtısı duyuluyordu. Kerim derin bir nefes aldı, kampın girişine yürüdü.

Haydutların başı, iri yarı bir adam, onu görür görmez kılıcını çekti. Yüzü yaralarla kaplıydı; aynı haydut, Demir’i çöldeki sudan kovmuştu. Bağırdı: “Kimsin sen? Buraya gelen ya ganimet getirir ya canını bırakır!”

Kerim ellerini kaldırdı, sakin bir sesle cevap verdi: “Adım Kerim. Silahsızım. Size barış istemeye geldim.”

Haydutlar arasında bir kahkaha patladı. Baş haydut kaşlarını çattı: “Barış mı? Çöldeki aptallar çoğalmış! Azamet’in adamı mısın?”

Kerim bir an durdu. Alameti yoktu, ama Azamet’in adını yüreğinde taşıyordu. Cesaretle cevap verdi: “Ben Azamet’in yolcusuyum. Onun adına barış istiyorum. Size zarar vermeye değil, dostluk sunmaya geldim.”

Haydutlar şaşırdı, birbirlerine baktı. Baş haydut kılıcını indirdi, ama şüpheyle sordu: “Alametin nerede? Azamet’in adamları alametle gezer!”

Kerim dürüstçe cevap verdi: “Mendilim yok henüz. Ama Azamet’in sınavından geçiyorum. Cesaretimi göstermek için buradayım.”

Baş haydut bir an sustu, sonra sırıttı: “Cesaret ha? Aptallıkla cesaret arasında ince bir çizgi var, yolcu. Neden sana güvenelim?”

Kerim gözlerini hayduta dikti: “Çünkü Azamet’in adıyla gezenler yalan söylemez. Size zarar vermeyeceğim, sadece barış istiyorum. Çöldeki kan dursun.”

Haydutlar arasında bir mırıltı yükseldi. Bir tanesi öne çıktı: “Bu adamda bir şey var, reis. Silahsız gelmiş, korkmuyor.”

Baş haydut kaşlarını çattı, sonra kılıcını kınına soktu: “Peki, yolcu. Cesaretini gördük. Ama bil ki, alametin olmadan tam güven alamazsın. Git, Azamet’e selam söyle.”

Kerim başını eğdi: “Teşekkür ederim. Selamınızı ileteceğim.” Kampı terk etti, kalbi sevinçle doluyordu. Haydutlar ona dokunmamış, cesareti onları şaşırtmıştı. Gün batarken vahanın yeşiline döndü, Azamet’in çadırına yürüdü. Reis, girişte onu bekliyordu.

“Geri döndün, Kerim. Haydutlar ne dedi?” diye sordu Azamet.

Kerim gülümsedi: “Barışı kabul ettiler, efendim. Bana dokunmadılar, selam gönderdiler.”

Azamet’in gözleri parladı: “Aferin. Cesaretin, alametimi hak etti. Üç sınavı da geçtin.”

Kerim’in yüzü aydınlandı: “Mendil benim mi, efendim?”

Azamet başını salladı: “Evet. Ama önce dinlen. Yarın, alameti eline vereceğim.” Kerim, minnetle diz çöktü, çöldeki yolculuğunun sonuna yaklaştığını hissediyordu.



Bölüm 10: Mendilin Verilişi

Vahanın beşinci sabahı, şafakla birlikte sessiz bir sevinçle açıldı. Güneş, hurma ağaçlarının üstünden süzülerek Azamet’in çadırını altın bir ışıkla doldurdu. Kerim, çadırın köşesindeki minderinden kalktı, yüzünü yıkadı, kalbi umut ve heyecanla çarpıyordu. Üç sınavı geçmişti: bilgelik, sabır, cesaret. Bugün, Azamet’in alameti onun olacaktı. Çadırın ortasına yürüdü, reis onu bekliyordu. Azamet, heybetli duruşuyla ayakta, elinde bir şey tutuyordu: ipekten bir mendil, altın ipliklerle işlenmiş, üzerinde “Azamet” yazıyordu.

Azamet, derin bir sesle sözü açtı: “Üç sınavı da geçtin, Kerim. Bilgeliğin aklını, sabrın ruhunu, cesaretin yüreğini gösterdi. Alametimi hak ettin. Yaklaş.”

Kerim, dizlerinin üstünde ilerledi, gözleri mendile kilitlenmişti. Minnetle cevap verdi: “Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, efendim. Çöldeki yolum, sizin adınızla başladı, sizin adınızla bitecek.”

Azamet gülümsedi, mendili Kerim’e uzattı: “Bu alamet benim adımdır. Onunla gez, onunla yaşa. Çöldeki her kapıyı açar, her korkuyu dize getirir. Ama unutma: Alamet, onu taşıyanın erdemiyle anlam bulur.”

Kerim, titreyen ellerle mendili aldı. İpeğin yumuşaklığı, altın ipliklerin parlaklığı onu büyüledi. Mendili göğsüne bastırdı, gözleri doldu: “Bu alamet, çöldeki sığınağım olacak. Sizin adınızla gezeceğim, efendim. Bana bu şerefi verdiğiniz için sonsuz minnettarım.”

Azamet asasını yere vurdu, sesi bir ferman gibi yükseldi: “Alamet senindir, Kerim. Ama onu taşımak bir sorumluluktur. Bilgeliğini unutma, sabrını yitirme, cesaretini koru. Çöldeki yolculara örnek ol.”

Kerim başını eğdi: “Söz veriyorum, efendim. Adınızı taşıyacağım, adınıza layık olacağım.”

Azamet, Kerim’i ayağa kaldırdı, elini omzuna koydu: “Şimdi bir şey sorayım. Çöldeki dostun, Demir, ne yapıyor?”

Kerim bir an durdu, Demir’in kasabadaki kibirli sözlerini hatırladı. “Bilmiyorum, efendim. O kendi yoluna gitti, sizin adınızı istemedi. Ama haydutların ona saldırdığını duydum. Umarım iyidir.”

Azamet’in gözleri uzaklara daldı: “Kibir, çöldeki en büyük düşmandır. Eğer aklı başına gelirse, o da buraya gelir. Ama sen, yoluna bak. Alametle ilk yolculuğuna bugün çıkacaksın.”

Kerim merakla sordu: “Nereye gideyim, efendim?”

Azamet ufku işaret etti: “Batıya git. Çöldeki çadırlara uğra, haydutlarla karşılaş. Alametin gücünü gör, adımı duyur. Gün batmadan dön.”

Kerim mendili katladı, göğsüne yakın bir yere koydu. “Emrinize uyacağım, efendim. Adınızla gezeceğim, adınızı yücelteceğim.” Çadırdan çıktı, vahanın serin havasını ciğerlerine çekti. Mendil, elinde bir hazine gibiydi; çöldeki korkulara karşı bir kalkan, umutsuzluğa karşı bir ışık. Hizmetkâr, Kerim’in yanına yaklaştı, gözleri mendile kilitlendi.

“Alamet senin oldu, yolcu! Üç sınavı da geçtin, aferin!” dedi, sesinde bir hayranlık vardı.

Kerim gülümsedi: “Evet, Azamet’in lütfuyla. Şimdi çöldeki yolum başlıyor.”

Hizmetkâr başını salladı: “Alametle gezen, bu çölde kral gibi karşılanır. Alametsiz gezen kral ise bu çölde sefil olur. Haydutlar bile sana dokunamaz. İyi yolculuklar!”

Kerim, heybesini sırtına vurdu, batıya doğru yürüdü. Adımları hafifti, çünkü alamet ona bir güç veriyordu. Azamet’in adı, yüreğinde bir şarkı gibi çınlıyordu. O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir kumların üstünde bitkin yatıyordu. Kerim’in bilmediği bir gerçek vardı: Alamet, onu taşıyan bir yolcuyu yükseltirken, alameti taşımayı ret eden diğerini karanlıkta bırakmıştı. Çöldeki rüzgâr, iki kaderi sessizce birbirine bağlıyordu.



Bölüm 11: Kerim’in Zaferi

Vahanın sabahı geride kalmış, güneş gökyüzünde yükselirken Kerim batıya doğru yola koyulmuştu. Göğsüne yakın tuttuğu ipek mendil, ona bir kalkan gibi güç veriyordu. Azamet’in emri kulaklarında çınlıyordu: “Çöldeki çadırlara uğra, haydutlarla karşılaş. Mendilin gücünü gör.” Adımları kararlıydı, çünkü artık yalnız bir yolcu değil, Azamet’in adıyla gezen bir adamdı. Çöldeki kumlar, onun için bir tehdit değil, bir sahneydi artık.

Öğleye doğru, ufukta haydutların gölgeleri belirdi. Atların nal sesleri, rüzgârla karışıp kulaklarına ulaştı. Kerim durdu, mendili eline aldı, altın ipliklerle işlenmiş “Azamet” yazısını okşadı. Haydutlar yaklaştı; başlarında, yüzü yaralarla dolu aynı iri yarı adam vardı. Kılıcını çekti, bağırdı: “Kimsin, yolcu? Çöldeki yollar bizimdir!”

Kerim sakin bir tebessümle mendili kaldırdı: “Ben Kerim’im. Azamet’in adıyla gezerim!”

Haydutlar bir an durdu, birbirlerine baktı. Baş haydut kaşlarını çattı, mendili süzdü: “Azamet’in alameti mi? Doğru mu bu?”

Kerim mendili göğsüne bastırdı, cesaretle cevap verdi: “Evet. Azamet’in sınavlarını geçtim, bu alamet benim. Size zarar vermeye değil, yoluma devam etmeye geldim.”

Haydutlar arasında bir mırıltı yükseldi. Bir tanesi öne çıktı: “Reis, bu adamı tanıyorum! Haydut kampına silahsız geldi, barış istedi. Cesur biri.”

Baş haydut kılıcını indirdi, şüpheyle sordu: “Bizden neden korkmuyorsun?”

Kerim gözlerini hayduta dikti: “Çünkü Azamet’in adıyla gezen, korkudan kurtulur. Sizinle savaşmaya değil, barışla geçmeye geldim.”

Baş haydut bir an sustu, sonra kılıcını kınına soktu. “Peki, Azamet’in adamı. Geçebilirsin. Ama bil ki, çöldeki gözlerimiz hep üstünde.” Haydutlar atlarını çevirdi, toz bulutu içinde kayboldular. Kerim derin bir nefes aldı, mendili göğsüne bastırdı: “Azamet’in adı… Gerçekten her kapıyı açıyor.”

Yoluna devam etti, gün batarken bir çadıra rastladı. Çadırın girişinde, yaşlı bir adam oturuyordu; elinde bir asa, gözleri çöldeki yılları anlatıyordu. Kerim yaklaştı, selam verdi. Yaşlı adam başını kaldırdı: “Kimsin, yolcu? Çöldeki misafir misin?”

Kerim mendili çıkardı, gösterdi: “Ben Kerim’im. Azamet’in adıyla gezerim.”

Yaşlı adamın gözleri parladı, hemen ayağa kalktı: “Azamet’in adamı! Hoş geldin, evladım! Gir, çadırım senindir!”

Kerim içeri alındı, minderlere oturtuldu. Yaşlı adam, ailesine seslendi: “Hanımlar, çocuklar! Misafirimiz var! Yemek getirin, su getirin!” Çadır kısa sürede şenlendi; bir kap çorba, taze ekmek, hurma dolu bir tabak Kerim’in önüne kondu. Yaşlı adam gülümsedi: “Azamet’in adıyla gezen, çöldeki kraldır. Seni ağırlamak bizim için şereftir.”

Kerim minnetle cevap verdi: “Cömertliğiniz büyük, amca. Azamet’in mendili, bana bu huzuru verdi.”

Yaşlı adam başını salladı: “O alamet, çöldeki düzeni taşır. Haydutlar korkar, çadırlar kapı açar. Azamet’in adı, her şeyi bağlar.”

Kerim çorbadan bir kaşık aldı, sıcaklık bedenini ısıttı. “Haklısınız, amca. Mendili alınca çöldeki korkum bitti. Azamet’in sınavları, beni buna hazırladı.”

Yaşlı adam merakla sordu: “Sınavlar mı? Anlat bakalım, nasıl geçti?”

Kerim gülümsedi, hikâyesini paylaştı: “Bilgelikle başladım, sabırla devam ettim, cesaretle bitirdim. Haydut kampına silahsız gittim, barış istedim. Mendil, bu sınavların ödülü oldu.”

Yaşlı adam hayranlıkla dinledi: “Aferin, evladım! Azamet, böyle yiğitleri sever. Çöldeki yolun açık olsun.”

Gün battığında, Kerim çadırdan ayrıldı, vahanın yolunu tuttu. Mendil, göğsünde bir hazine gibiydi; haydutlar ona dokunmamış, çadırlar ona kapı açmıştı. Azamet’in adıyla gezmenin gücünü bizzat yaşamıştı. O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir hâlâ kibrinin enkazında yatıyordu. Kerim’in zaferi, çöldeki rüzgârla yayılırken, Demir’in karanlığı derinleşiyordu.



Bölüm 12: Demir’in Yıkımı

Çöldeki beşinci günün sabahı, güneş kumları kavururken, Demir hâlâ hayatta kalmaya çalışıyordu. Kervandan kovulduğundan beri susuzluk ve açlık, bedenini bir zincir gibi sarmıştı. Gömleği yırtık, dudakları çatlamış, gözleri çökmüştü. Kibrinin ateşi sönmüş, yerini soğuk bir çaresizliğe bırakmıştı. Kumların üstünde tökezleyerek ilerliyor, her adımda biraz daha küçülüyordu. Uzakta, bir topluluğun çadırları belirdi; dumanlar yükseliyor, develerin sesleri duyuluyordu. Son bir umutla oraya doğru yürüdü.

Çadırların girişine vardığında, dizlerinin üstüne çöktü. Ellerini kaldırıp yalvardı: “Bana yardım edin! Ne olur, bir yudum su!” Bir adam, çadırdan çıkıp ona yaklaştı; uzun sakallı, sert bakışlı bir çöldeki tüccardı. Demir’i süzdü, kaşlarını çattı: “Kimsin, yolcu? Bu halde ne ararsın?”

Demir, bitkin bir sesle cevap verdi: “Ben Demir’im… Çöldeki bir yolcuyum… Açım, susuzum…”

Tüccar şüpheyle sordu: “Azamet’in adamı mısın? Alametin var mı?”

Demir başını eğdi, alameti yoktu. Azamet’in adını kasabadaki meydanda reddetmiş, kendi gücüne güvenmişti. Şimdi o güç, kumlara gömülmüştü. Sessizce mırıldandı: “Hayır… Alametim yok…”

Tüccar sertçe karşılık verdi: “O zaman burada yerin yok! Çöldeki kural budur: Alametsiz yolcu, gölgeden ibarettir. Git, başının çaresine bak!” Tüccar sırtını döndü, çadıra girdi. Demir, kumlara yığıldı, zayıf bir sesle haykırdı: “Bana bunu mu layık görüyorsunuz?” Ama kimse dönüp bakmadı.

O an, aklına Kerim geldi. Kasabadaki son konuşmaları, “Bir isim bazen bir ordudan güçlüdür,” sözleri kulaklarında çınladı. Gözlerini yumdu, kibrine lanet etti: “Kerim… Haklı mıydın? Azamet’in adı… Benim sonum mu oldu?” Ama gururu hâlâ bir kıvılcım gibi yanıyordu; mendili reddetmiş, yalnızlığı seçmişti. Şimdi o yalnızlık, onu yutuyordu.

Bir süre kumların üstünde yattı, sonra uzaktan bir deve kervanının sesini duydu. Doğruldu, son bir gayretle kervana doğru tökezledi. Kervancıbaşı, atının üstünden onu gördü, durdu. Demir yalvardı: “Bana su verin! Ölüyorum!”

Kervancıbaşı kaşlarını çattı: “Kimsin, yolcu?”

Demir, nefes nefese cevap verdi: “Ben Demir’im… Çöldeki bir garip…”

Kervancıbaşı sordu: “Azamet’in adamı mısın? Alametin nerede?”

Demir sustu, başını eğdi. Kervancıbaşı iç çekti: “Alametsiz adama bu çölde yardım yok. Kendi yolunu sen seçtin.” Kervan, Demir’i geride bırakıp ufukta kayboldu.

Demir, kumlara çöktü. Ellerini yüzüne kapadı, kibrinin enkazında ağladı: “Ne yaptım ben? Bu çöldeki sonum mu?” Açlık ve susuzluk, bedenini kemiriyordu. Gözleri kapanırken, bir an Azamet’in adını fısıldadı: “Keşke… Keşke dinleseydim…” Ama artık çok geçti; çöldeki karanlık, onu sarmıştı.

O sırada, vahanın batısında, Kerim alametle gezmenin zaferini yaşıyordu. Haydutlar ona dokunmamış, çadırlar ona kapı açmıştı. Azamet’in adıyla yükselen Kerim, çöldeki bir yıldız gibi parlıyordu. Demir ise kibrinin gölgesinde kaybolmuştu. Çöldeki rüzgâr, iki yolcunun kaderini sessizce yazıyordu; biri zaferle, diğeri yıkımla.



Bölüm 13: Çöldeki Mucize

Kerim, Azamet’in alametiyle batıya doğru yolculuğunu sürdürüyordu. Beşinci günün akşamı, güneş ufku kızıla boyarken, o çöldeki bir tepenin üstünde durmuş, etrafı seyrediyordu. Göğsündeki ipek mendil, ona huzur ve güç veriyordu. Haydutlar yolundan çekilmiş, çadırlar ona kapı açmıştı. Ama Kerim’in aklı, sadece mendilin gücünde değildi; çöldeki her şey, sanki bir büyük düzenin parçası gibiydi. Gözlerini doğaya çevirdi, mucizeleri görmeye başladı.

Aşağıda, bir ağaç tek başına yükseliyordu. Dalları kuru kumların üstünde meyve dolu, gövdesi çöldeki sıcağa meydan okuyordu. Kerim, ağaca yaklaştı, bir hurma kopardı, tadına baktı. İçinden fısıldadı: “Bu ağaç, Azamet’in adıyla mı yaşıyor?” Sonra gözleri, ağacın köklerine kaydı; sert kumları delip suya ulaşmış, ince damarlarıyla hayat bulmuştu. Sanki bir ses, ona “Azamet” diyordu.

O sırada, uzaktan bir çoban geçti; sürüsündeki koyunlar peşindeydi. Kerim, çobana selam verdi, yanına yaklaştı. Çoban, genç bir adamdı; yüzü güneşten kararmış, gözleri çöldeki hayatı anlatıyordu.

“Selam, yolcu! Çöldeki bir misafir misin?” diye sordu çoban, elindeki asaya yaslanarak.

Kerim mendili gösterdi: “Selam, çoban. Ben Kerim’im, Azamet’in adıyla gezerim.”

Çobanın gözleri parladı: “Azamet’in adamı! Hoş geldin! Alametle gezen, çöldeki dostumuzdur.”

Kerim gülümsedi, çobana sordu: “Bu koyunlar nasıl yaşıyor, çoban? Çöldeki susuzluk onlara dokunmuyor mu?”

Çoban koyunlardan birini okşadı, cevap verdi: “Dokunmaz, yolcu. Çöldeki otları bulurlar, suyun izini sürerler. Sanki bir büyük el, onları besler. Ben sadece rehberim.”

Kerim başını salladı: “Ağaçlar da öyle. Kumları delip meyve veriyorlar. Sanki hepsi Azamet’in adıyla hareket ediyor.”

Çoban güldü: “Haklısın! Çöldeki her şey, bir düzene bağlı. Azamet’in adı, o düzeni bize gösterir. Alametinle gezen sensin, ama bu düzen hepimiz için.”

Kerim, çobanın sözlerini düşündü. Alamet, sadece onu korumuyor, çöldeki büyük bir hakikati açığa vuruyordu. Biraz ileride, bir su birikintisi gördü; küçük, ama berraktı. Yanına oturdu, suyu avucuna aldı, içti. Serinlik, bedenini canlandırdı. “Bu su bile Azamet’in adıyla burada,” diye mırıldandı kendi kendine. Sonra gözleri, bir ot kümesine kaydı; ince kökler, sert toprağı delip yeşermişti. Sanki çöldeki her şey, bir büyük ismin emriyle yaşıyordu.

Çoban, Kerim’in yanına geldi, sordu: “Ne düşünüyorsun, yolcu? Gözlerin uzaklarda.”

Kerim gülümsedi: “Çöldeki mucizeleri düşünüyorum, çoban. Ağaçlar, koyunlar, su… Hepsi bir düzenle hareket ediyor. Azamet’in mendili, bana bu düzeni gösterdi.”

Çoban başını salladı: “Doğru söylersin. Çöldeki hayat, bir büyük kudretin elindedir. Azamet’in adı, o kudreti temsil eder. Sen alametle geziyorsun, ama bu düzen hepimize konuşuyor.”

Kerim mendili eline aldı, altın iplikleri okşadı: “O zaman bu alamet, sadece bir sığınak değil. Çöldeki her şeye bir anlam katıyor.”

Gün batarken, Kerim çobana veda etti, vahanın yolunu tuttu. Mendil, göğsünde bir hazine gibiydi; ama artık sadece haydutlardan korunmak için değil, çöldeki düzeni anlamak için de taşıyordu. O sırada, çöldeki başka bir köşede, Demir kumların üstünde bitkin yatıyordu. Kerim’in fark ettiği mucizeler, Demir’in gözünden kaçmıştı. Çöldeki rüzgâr, biri bilgelikle yükselirken, diğeri karanlıkta kaybolurken, iki yolcunun hikâyesini sessizce örüyordu.



Bölüm 14: Karşılaşma

Çöldeki altıncı günün sabahı, Kerim vahanın yolunu tutmuştu. Azamet’in alameti göğsünde, adımları hafifti. Çöldeki mucizeleri fark etmiş, ağaçların, koyunların, suyun bir büyük düzenle hareket ettiğini anlamıştı. Batıdaki yolculuğunu tamamlamış, şimdi reis’e geri dönüyordu. Ama çöldeki rüzgâr, ona beklenmedik bir buluşma hazırlıyordu.

Gün ortasına doğru, kumların arasında bir gölge belirdi. Kerim gözlerini kıstı, yaklaştıkça tanıdı: Demir’di bu. Kasabadaki kibirli dostu, şimdi tanınmaz haldeydi. Gömleği yırtık, yüzü çökmüş, elleri kumla kaplıydı. Dizlerinin üstünde, bitkin bir halde yatıyordu. Kerim koşarak yanına gitti, omzuna dokundu.

“Demir! Bu halin ne?” diye seslendi, sesinde şaşkınlık ve endişe vardı.

Demir başını kaldırdı, gözleri bulanık bir umutla Kerim’i buldu. Zayıf bir sesle mırıldandı: “Kerim… Sen misin?”

Kerim hemen mendili çıkardı, göğsünden su matarasını aldı, Demir’in dudaklarına götürdü. “Benim, dostum. Su iç, kendine gel!” Demir suyu yudumladı, bir an canlandı, ama bedeni hâlâ tükenmişti. Kerim sordu: “Ne oldu sana? Çöldeki bu halin ne?”

Demir başını eğdi, kibrinin enkazından konuşmaya başladı: “Haydutlar… Çadırlar… Kervanlar… Hepsi beni kovdu. Alametim yoktu, Azamet’in adını reddettim. Aç kaldım, susuz kaldım… Çöldeki sonum buymuş.”

Kerim, Demir’in omzunu sıktı: “Neden dinlemedin beni? Kasabadaki sözlerimi unuttun mu? Bir isim, bir ordudan güçlüdür demiştim.”

Demir gözlerini yumdu, acı bir tebessümle cevap verdi: “Haklıydın… Kibrimle kendimi yaktım. Seni gördüğüme bile inanamıyorum. O mendil… Gerçekten senin mi?”

Kerim mendili gösterdi, altın iplikler güneşle parladı: “Evet, Azamet’in mendili. Üç sınavdan geçtim: bilgelik, sabır, cesaret. Bu mendille geziyorum, haydutlar çekiliyor, çadırlar kapı açıyor.”

Demir mendile baktı, gözleri doldu: “Ben aptaldım, Kerim. Kendi gücümle çöldeki kral olacağımı sandım. Ama çöldeki kral, alametle gezenmiş. Sen kazandın.”

Kerim başını salladı: “Bu bir yarış değil, dostum. Mendil, Azamet’in adıyla gezeni koruyor. Çöldeki düzeni gördüm; ağaçlar, su, her şey o isimle yaşıyor. Sen de görebilirsin.”

Demir bir an sustu, sonra zayıf bir sesle sordu: “Hâlâ şansım var mı? Azamet beni kabul eder mi?”

Kerim gülümsedi, elini Demir’e uzattı: “Eder. Ama kibrini bırakman gerek. Benimle vahanın yoluna gel, Azamet’e gidelim. Mendilin sırrını sana da anlatırım.”

Demir, Kerim’in elini tuttu, titreyen bacaklarla ayağa kalktı: “Peki… Gidelim. Çöldeki karanlığım bitsin.”

Kerim, Demir’i omzuna dayadı, birlikte vahanın yolunu tuttular. Mendil, Kerim’in göğsünde parlıyordu; haydutlar uzaktan görse de yaklaşmadı. Çöldeki rüzgâr, iki dostun karşılaşmasını sessizce kutladı. Kerim, alametin gücünü paylaşırken, Demir kibrinden arınmaya başlıyordu. Vaha, onları bekliyordu; biri zaferle, diğeri umutla yürüyordu.



Bölüm 15: Final – Selam Olsun

Çöldeki altıncı günün akşamı, Kerim ve Demir vahanın yeşiline ulaştı. Kerim, mendili göğsünde, Demir’i omzuna dayamış yürüyordu. Demir’in bitkinliği hâlâ geçmemişti, ama gözlerinde bir umut kıvılcımı parlıyordu. Azamet’in çadırı, hurma ağaçlarının arasında bir kale gibi yükseliyordu. Kerim, dostunu çadırın girişine kadar getirdi, derin bir nefes aldı. Alametin gücüyle geçen günler, onu buraya geri getirmişti; şimdi sıra, Demir’in kurtuluşundaydı.

Çadırın girişindeki nöbetçi, Kerim’i tanıyıp selam verdi: “Hoş geldin, Azamet’in adamı! Alametle dönmüşsün!”

Kerim gülümsedi: “Hoş bulduk. Bu dostum Demir. Azamet’le görüşmek istiyoruz.”

Nöbetçi, Demir’i süzdü, sonra perdeyi araladı: “Giriniz. Reis sizi bekler.” Kerim, Demir’i destekleyerek içeri yürüdü. Azamet, minderinde oturuyordu; heybetli duruşu, çadırı dolduruyordu. Kerim ve Demir’i görünce gözlerini kıstı.
“Kerim, alametle döndün. Ve yanındaki… Bu kibirli yolcu değil mi?” diye sordu, sesi derin bir yankıyla çınladı.

Kerim başını eğdi: “Evet, efendim. Bu Demir. Çöldeki dostum. Kibrinden dolayı yıkıldı, ama şimdi sizin adınızı arıyor.”

Demir, titreyen bir sesle öne çıktı: “Benim, efendim… Aptallık ettim. Azamet’in adını reddettim, çöldeki karanlığa düştüm. Kerim beni buldu, buraya getirdi. Bana bir şans verin.”

Azamet bir an sustu, Demir’i süzdü. Sonra Kerim’e döndü: “Sen ne dersin, Kerim? Bu yolcu, alametimi hak eder mi?”

Kerim dostuna baktı, gülümsedi: “Hak eder, efendim. Kibri kırıldı, çöldeki dersi aldı. Sizin adınızla gezmek istiyor.”

Azamet asasını yere vurdu, kararını verdi: “Peki, Demir. Kibrin seni yaktı, ama buraya geldin. Üç sınavdan geçeceksin: bilgelik, sabır, cesaret. Kerim gibi sabredersen, alamet senin de olacak. Hazır mısın?”

Demir gözlerini Azamet’e dikti, zayıf ama kararlı bir sesle cevap verdi: “Hazırım, efendim. Çöldeki hatamı telafi edeceğim.”

Azamet başını salladı: “Güzel. Kerim, sen dostuna rehber ol. Taşıdığın alametle çöldeki yolculara örnek oldun. Şimdi Demir’e de yol göster.”

Kerim minnetle cevap verdi: “Emrinize uyacağım, efendim. Adınızla gezmeye devam edeceğim.”

Azamet elini salladı: “Şimdi dinlenin. Demir’in sınavları yarın başlar. Çöldeki yolunuz, burada bitmedi.” Kerim ve Demir, çadırın köşesine çekildi. Hizmetkârlar onlara yemek ve su getirdi. Demir, çorbadan bir kaşık alırken Kerim’e döndü: “Beni kurtardın, dostum. Mendilin sırrını bana da öğret.”

Kerim gülümsedi: “Öğreteceğim. Azamet’in adıyla gezen, çöldeki her korkudan kurtulur. Ama bu sadece başlangıç. Çöldeki düzeni gördüm; her şey o isimle yaşıyor.”

Demir başını salladı: “Ben de göreceğim. Kibrim bitti, şimdi umudum var.”

Gün battığında, Kerim ve Demir çadırda yan yana oturuyordu. Mendil, Kerim’in göğsünde parlıyordu; Demir ise yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu. Çöldeki rüzgâr, iki dostun hikâyesini selamla taşıdı: “Selam olsun çöldeki yolculara!”



Sonsöz – Gerçek Mesaj

Bu, temsili bir hikâyedir; çöldeki kumların ötesinde, kainatın hakikatine uzanan bir ayna. Kerim ve Demir’in yolculuğu, bir masaldan ibaret değildir; her birimizin nefsiyle, korkusuyla, umuduyla yüzleştiği bir yoldur. Azamet, bu hikâyede bir reis gibi görünür; ama o, çöldeki bir adam değil, kainatın Ebedi Sahibi’ni temsil eder. Onun adı “Bismillah”tır; her şeyi var eden, her şeyi bir düzenle ayakta tutan, her korkuyu dize getiren o mukaddes kelimedir. Allah’ın adıyla gezen, çöldeki haydutlardan, susuzluktan, yalnızlıktan kurtuluşa erer; zira ağaçlar O’nun adıyla meyve verir, kökler O’nun adıyla taşları deler, su O’nun adıyla akar.

Kerim, bu hikâyede bilgeliğiyle, sabrıyla, cesaretiyle o adı hak etti; mendil, onun elinde bir sığınak oldu. Demir ise kibrin karanlığına düştü; ama çöldeki yıkımı, ona bir kapı açtı. Kibri bırakıp Azamet’in huzuruna vardığında, yeniden doğuşun ilk adımını attı. Bu, bize bir ders sunar: Çöldeki yol, nefsimizin sınavıdır. Kibir, bizi haydutlara yem eder; alçakgönüllülük ise bizi alamete ulaştırır. Allah’ın adıyla başlayan her iş, O’nun rahmetine bağlanır; O’nun adıyla alınan her nimet, bir şükürle tamamlanır.

Öyleyse, bu hikâyeden bir pay alın. Kerim gibi, bilgelikle düşünün; sabırla bekleyin; cesaretle yürüyün. Demir gibi, kibrinizi kumlara gömün, yeniden başlayın. Çöldeki her ağaç, her koyun, her damla su, “Bismillah” der; kainatın düzeni, bu mukaddes kelimeyle işler. Allah adına verin, Allah adına alın, Allah adına yaşayın. Zira her şey O’nun adıyla hareket eder, O’nun adıyla bize sunulur. Bu temsili hikâye, bir selamla biter: Selam olsun çöldeki yolculara, selam olsun O’nun adıyla gezenlere, selam olsun kainatın Sahibi’ne!



Not: Bu hikaye
aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 1. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....

ÖZET:

Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden bir adamın, bir kabile reisinin adını alması ve onun koruması altına girmesi gerekir ki eşkıyaların kötülüklerinden kurtulup ihtiyaçlarını karşılayabilsin. Aksi takdirde, tek başına sayısız düşman ve ihtiyacı karşısında perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam çöle çıkıp gidiyorlar. Onlardan biri alçakgönüllü, diğeri ise kibirliydi. Alçakgönüllü olanı bir reisinin adını aldı, kibirli olanı ise almadı. Alan kişi her yerde güvenle gezdi. Bir yol kesiciye rastlasa, "Ben filan reisin adıyla gezerim" derdi. Eşkıya uzaklaşıp gider, ona dokunamazdı. Bir çadıra girse, o isimle saygı görürdü. Öteki kibirli ise, tüm seyahati boyunca öyle belalar çekti ki, tarif edilemez. Sürekli titrer, sürekli dilenirdi. Hem aşağılandı hem de rezil oldu.


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

Bu temsili hikâye, çöldeki iki yolcunun yolculuğu üzerinden “Bismillah” kelimesinin ne kadar büyük bir güç ve bereket taşıdığını, Allah’a tevekkülün insanı nasıl koruduğunu anlatır. O iki yolcu, biri alçakgönüllü ve Allah’ın adını anan, diğeri kibirli ve bunu reddeden insandır. Çöl, dünya hayatıdır; acizlik ve fakirlik sonsuz, düşmanlar ve ihtiyaçlar sayısızdır. “Bismillah” diyen yolcu, Allah’ın adını alarak her yerde güven bulur; yol kesicilerden korkmaz, çadırlarda saygı görür, çünkü Sonsuz Kudret Sahibi’nin korumasına sığınır. Kibirli yolcu ise bu adı almayı reddeder, yalnız başına titrer, dilenir ve rezil olur. İşte bu hikâye, “Bismillah”ın insanı acz ve fakirlikten kurtarıp rahmet hazinesine bağladığını; her varlığın hal diliyle “Bismillah” diyerek Allah adına hareket ettiğini gösterir. Allah adına veren ağaçlar, hayvanlar ve bitkiler, bize nimet sunar; biz de “Bismillah” diyerek almalı, “Elhamdülillah” ile şükretmeli, bu nimetlerin Yaratıcı’nın kudret mucizesi olduğunu düşünmeliyiz. Ey okuyucu! Allah’ın adını anarak mı yaşayacaksın, yoksa kibirle yalnızlığa ve korkuya mı düşeceksin? Bu iki yol önündedir; selamet ve hidayeti Allah’tan iste.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları