Mezopotamya’nın sıcak rüzgarları, kumların arasında bir destanı fısıldar. Akad’ın taş şehirlerinde, Sargon’un kanıyla yükselen bir imparatorluk doğdu. Oğlu Maniştuşu, bu mirası savaşla büyüttü. Ama torunu Naram-Sin, gökyüzünün nuruyla geldi. Doğduğu gece yıldızlar yere sarktı, düşmanların kuleleri titreyip çöktü, Fırat’ın suları bir an durdu. Kimdi bu çocuk? Bir kral mı, bir peygamber mi, yoksa evrenin derinliklerine uzanan bir elçi mi?
Boynuzlu miğferiyle savaş meydanlarında yükseldi. Düşmanları ona “tanrı” dedi, ama bu bir iftiraydı. “Ben tanrı değilim,” diye haykırdı, “tanrının elçisiyim.” Halkı onu sevdi, adaletle hükmetti. Dünya birleşti, ama onun gözleri yıldızlara dikildi. Muallak Taşı, Kudüs’ün gölgesinde onu çağırdı; bir kaya değil, bir kapıydı. O kapıdan geçtiğinde, evrenin sonsuzluğu ona kollarını açtı.
Bu, bir adamın hikayesi değil. Bu, adaletin yeryüzünden göklere, oradan da bilinmeyene uzanan bir çağın destanı. Naram-Sin öldüğünde, sevenleri onu tanrılaştırdı, sevmeyenleri lanetledi. Ama gerçek, yıldızların arasında saklı kaldı...
Bölüm 1: Nurun Doğuşu
Fırat’ın kıyısındaki Agade, Mezopotamya’nın kalbinde bir mücevher gibi parlıyordu. Akad İmparatorluğu’nun başkenti, Büyük Sargon’un taş yazıtlarıyla süslü sarayıyla yükseliyordu. Kral Maniştuşu, babasının fetihlerini koruyan sert ama adil bir hükümdardı. Karısı Liora, hisleri güçlü bir kadındı. Naram-Sin’e hamileyken garip rüyalar görmüştü: Gökyüzünden bir nur iniyor, Fırat’ın sularını altın rengine boyuyordu. Bu rüyayı Maniştuşu’ya anlattığında, kral gülmüştü. “Tanrılar bize bir oğul mu müjdeliyor?” demişti şakayla.
Ama o gece, rüya gerçek oldu. Liora, doğum odasında sancılarla kıvranırken, gökyüzü ansızın parladı. Yıldızlar yere sarkmış gibiydi; bir ışık huzmesi ufka uzandı, sanki dünyayı kucakladı. Uzaklarda, Gutium kabilelerinin kaleleri sarsıldı; bazıları toz bulutları içinde çöktü. Sarayın avlusunda nöbetçiler şaşkınlıkla bağırdı.
“Bu ne?” diye sordu genç bir asker, mızrağını sıkıca tutarak. “Ay Tanrısı Sin mi bizi kutsuyor?”
Yaşlı bir nöbetçi gözlerini gökyüzüne dikti. “Hayır, bu bir işaret. Bir ışık doğuyor.”
Doğum odasında, Liora’nın inlemeleri yükseliyordu. Maniştuşu, kapının önünde, kılıcını kınına vurarak bekliyordu. “Dayan, Liora,” diye fısıldadı. “Rüyan gerçek oluyor.”
Birden, odayı kör edici bir nur kapladı. Sanki güneş içeride doğmuştu; duvarlar altın gibi parladı, Fırat’tan gelen serin esinti bile bir an durdu. Liora son bir çabayla bağırdı, ve ardından bir bebek ağlaması odayı doldurdu. Ebe, titreyen ellerle çocuğu sardı, Maniştuşu’ya uzattı. “Bir oğlunuz var, majesteleri,” dedi hayretle. “Ama bu ışık... bu insan işi değil.”
Maniştuşu bebeği kucağına aldı. Minik yüzüne baktı; çocuğun gözleri, gökyüzünü yansıtıyordu, mavi ve derin. Alnında ince, altın bir çizgi belirdi, sanki nurun bir iziydi. “Naram-Sin,” dedi derin bir sesle. “Ay Tanrısı Sin’in Sevgilisi. Bu çocuk babamın ruhunu taşıyor, ama bu nur... başka bir şey.”
Liora, bitkin ama huzurlu, yatağından fısıldadı: “Rüyamdaki ışık buydu, Maniştuşu. O farklı. Bizi aşacak.”
Maniştuşu bebeğin alnına dokundu, gözleri doldu. “Evet,” dedi. “Bu nur, ya bir lütuf ya da bir sınama olacak.”
Sarayın dışında, halk avluya toplanmıştı. Gökyüzündeki işaretler korku ve hayret uyandırmıştı. Yaşlı bilge Halim, elinde asasıyla öne çıktı. “Bu bir kehanet,” dedi yüksek sesle. “Sargon’un kanından bir kral doğdu. Ama o, sadece çöldeki kumu değil, gökyüzünü bile birleştirecek.”
“Kim bu çocuk?” diye sordu bir kadın, kucağında bebeğiyle.
Halim gözlerini yıldızlara dikti. “Naram-Sin. Ay’ın sevgilisi, ama nuru güneşten daha parlak. Bu, bir çağın başlangıcı.”
Koridorlarda, Maniştuşu’nun kardeşi Veyron gölgelerde fısıldaşıyordu. Uzun, sıska bir adamdı; altın kolyesi boynunda parlıyordu. Yanında, genç rahip Elion duruyordu; cübbesi sade, ama gözleri zekiydi.
“Bir bebek,” dedi Veyron, alaycı bir gülümsemeyle. “Maniştuşu’nun tahtını bu velet mi alacak? Ay Tanrısı’nın bir oyunu mu bu?”
Elion kaşlarını çattı. “Gökyüzü yalan söylemez, prensim. O nur... bir işaret. Sargon’un kanı onda, ama bu ışık başka bir şey anlatıyor.”
Veyron dişlerini sıktı. “İşaretmiş! Maniştuşu ölürse, taht benimdir. Bu Naram-Sin denen çocuğu rahiplerin masallarına bırakmam.”
Elion sert bir tonla cevap verdi: “Dikkatli olun, Veyron. Halk bu nuru gördü. Ona zarar verirseniz, Agade isyan eder.”
Veyron soğuk bir kahkaha attı. “Görelim, Elion. Tanrılar bile beni durduramaz.”
O gece, Maniştuşu ve Liora odalarında yalnızdı. Naram-Sin, annesinin kollarında uyuyordu. Maniştuşu pencereden Fırat’a baktı; ay ışığı nehirde dans ediyordu, ama gökyüzünde hâlâ o nurun izi vardı. “Babam Sargon bir imparatorluk kurdu,” dedi düşünceli bir sesle. “Ben onu korudum. Ama bu çocuk... sanki gökyüzünden bir mesaj getirdi.”
Liora oğlunun alnındaki altın çizgiye dokundu. “Rüyamda bu nuru gördüm,” diye fısıldadı. “Fırat’ı aydınlattı, dünyayı sardı. Ama korkuyorum, Maniştuşu. Bu ışık, düşmanları da uyandırır.”
Maniştuşu başını salladı, elini Liora’nın omzuna koydu. “Korkma. Onu koruyacağım. Ve o, bizi aşacak.”
Bölüm 2: Tahtın Gölgesi
Fırat’ın suları, Akad İmparatorluğu’nun gücünü sekiz yıldır yansıtıyordu. Maniştuşu, babası Sargon’un mirasını savaşla değil, adaletle korumuştu. Kuzeydeki Gutium kabileleri, son zamanlarda sınırları yağmalamaya başlamıştı. Maniştuşu, bu tehdidi yok etmek için ordusuyla sefere çıktı. Sarayda, Liora ve sekiz yaşındaki Naram-Sin, onun dönüşünü bekliyordu. Küçük Naram-Sin, annesinin elini tutmuş, avluda babasının zırhlı gölgesini hayal ediyordu. Ama o gün, gökyüzü huzursuzdu. Bulutlar toplanmış, rüzgar Fırat’tan acı bir uğultu taşıyordu.
Sarayın kapısı gıcırtıyla açıldı. Bir haberci, kan ve tozla kaplı zırhıyla içeri daldı. Dizlerinin üzerine çöktü, nefesi kesik kesikti. “Kraliçem,” dedi boğuk bir sesle, “kral... dağlarda pusuya düşürüldü. Maniştuşu öldü.”
Liora’nın yüzü soldu. Elini Naram-Sin’in omzuna koydu, ama titremesini saklayamadı. “Hayır,” diye fısıldadı. “Bu olamaz.”
Naram-Sin, annesinin gözlerindeki korkuyu gördü. Küçük ellerini yumruk yaptı, göğsünde bir ağırlık hissetti. “Baba...” diye mırıldandı, ama sesi boğazında düğümlendi. Gözleri, avludaki Fırat’a takıldı; nehir, sanki babasının kanıyla kızıla boyanmıştı.
Koridordan ağır adımlar yankılandı. Maniştuşu’nun kardeşi Veyron, siyah tunik ve altın kolyesiyle belirdi. Yanında genç rahip Elion vardı; yüzü ciddi, ama gözleri tedirgindi.
“Yeğenim,” dedi Veyron, Naram-Sin’e bakarak. Sesinde sahte bir üzüntü vardı. “Babanın ölümü hepimizi yıktı. Ama imparatorluk bir lidere muhtaç. Sen... henüz bir çocuksun.”
Liora öfkeyle ayağa kalktı. “O, Maniştuşu’nun varisi! Taht Naram-Sin’indir!”
Naram-Sin, annesinin elini bıraktı. Küçük adımlarla amcasının önüne yürüdü. Gözlerini Veyron’a dikti; o mavi gözlerde, yaşına uymayan bir bilgelik vardı. “Babam tanrılara değil, adalete inanıyordu,” dedi berrak bir sesle. “Ben de öyle yapacağım. Taht benim, amca.”
Veyron’nun yüzünde bir şaşkınlık belirdi, ama hemen kendini topladı. “Küçük bir bilge, ha?” dedi dişlerini sıkarak. “Tanrılar olmadan adaletin neye yarar, görelim.”Sarayın büyük salonunda, tahtın önünde bir tören düzenlendi. Naram-Sin, annesinin diktiği kırmızı-beyaz bir cübbeyle tahta oturdu. Etrafında vezirler, rahipler ve komutanlar toplanmıştı. Elion, elinde altın işlemeli bir asa tutuyordu.
“İmparatorluğumuz bir sınavda,” dedi Elion, kalabalığa seslenerek. “Maniştuşu’nun ölümü bizi zayıflattı. Ama oğlu burada. Naram-Sin, kanunen kralımızdır. Ona sadakat yemini edecek misiniz?”
Rahiplerden biri, gri sakallı General Kadir, öne çıktı. “Bir çocuk mu?” diye homurdandı. “Gutium kabileleri sınırlarımızı yağmalıyor. Ay Tanrısı Sin bizi terk ederken bu velet ne yapabilir?”
Mırıldanmalar yükseldi. Ama avludan gelen bir ses kalabalığı susturdu. Yaşlı bilge Halim, sekiz yıl önceki kehaneti dillendiren adam, asasına dayanarak içeri girdi. “O bir çocuk değil,” dedi yüksek sesle. “O, gökyüzünün nuruyla doğdu. Sargon’un kanı onda, Maniştuşu’nun ruhu onunla. Ona güvenin.”
Naram-Sin tahttan kalktı. Küçük boyuna rağmen dimdik durdu. “Babam için savaşacağım,” dedi, sesi salonda yankılanarak. “Ama kılıçla değil, adaletle. Bana yardım edin, imparatorluğumuzu birleştirelim.”
General Kadir bir an duraksadı. Naram-Sin’in gözlerine baktı; o mavi bakışlarda, sanki yıldızların gücü vardı. Diz çöktü. “Emredin, majesteleri,” dedi. “Size hizmet edeceğim.”
Kalabalık birer birer diz çöktü. Veyron, gölgelerde durmuş, öfkeyle izliyordu. Liora oğlunun yanına geldi, elini omzuna koydu. “Baban seninle gurur duyardı,” diye fısıldadı, gözleri yaşlarla doluydu.
Törenin ardından, rahipler Naram-Sin’i Ay Tanrısı Sin’in tapınağına götürdü. Gelenek gereği, yeni kral tanrılara kurban sunmalıydı. Tapınağın taş basamaklarında, rahip başı Naram-Sin’e bir kâse uzattı. “Ay Tanrısı’na şükran sun, majesteleri,” dedi. “O seni korur.”
Naram-Sin kâseye baktı, sonra gökyüzüne. Ay parlak ve dolgun duruyordu, ama bulutlar bir an için onu örttü. Çocuk gözlerini kıstı, sonra kâseyi yere koydu. “Ay kayboldu,” dedi düşünceli bir sesle. “Güneş de her gece kayboluyor. Ben kaybolanları sevmem.”
Rahipler şaşkınlıkla birbirine baktı. Yaşlı rahip öfkeyle bağırdı: “Bu küstahlık! Tanrılar seni cezalandırır!”
Naram-Sin başını kaldırdı, gözleri kararlıydı. “Babam bana adaleti öğretti. Adalet kaybolmaz. Ben ona inanırım.”
Elion, tapınağın gölgesinde durmuş, gülümsüyordu. “Bu çocuk,” diye mırıldandı kendi kendine, “farklı bir yol bulacak.”
O gece, Veyron sarayın karanlık bir odasında gizlice toplandı. Yanında birkaç rahip ve sadık askeri vardı. Masada kil bir tablet duruyordu; Gutium kabileleriyle gizli bir anlaşma yazılmıştı.
“Çocuk tahta oturdu,” dedi Veyron, sesi zehir gibi. “Ama bu uzun sürmeyecek. Kabileler Agade’yi yağmalayacak, ve halk bir kurtarıcı arayacak. O ben olacağım.”
Rahiplerden biri, kambur bir adam, mırıldandı: “Ama nur, prensim... Halk o nuru unutmaz. Tapınakta söyledikleri... Naram-Sin’i tanrı gibi görüyorlar.”
Veyron masaya yumruğunu vurdu. “Tanrı mı? O bir velet! Tanrılar benim yanımda. Bu iftirayı yayacağız: Naram-Sin kendini tanrı sanıyor. Halk ona sırt çevirecek.”Elion, kapının gölgesinde gizlice dinliyordu. Yüreği sıkıştı. “Bu hainlik,” diye fısıldadı. “Ama Naram-Sin’i korumalıyım.”
Naram-Sin’in odasında, küçük kral pencereden Fırat’a bakıyordu. Ay ışığı nehirde yansıyordu, ama gökyüzünde hâlâ o nurun izi vardı. “Baba,” diye mırıldandı. “Beni görüyorsun, değil mi? Tanrılar değil, senin adaletin bana yol gösterecek.”
Kapı çalındı. Elion içeri girdi, elinde bir kil tablet. “Majesteleri,” dedi gülümseyerek. “Kuzeydeki kabileler barış elçisi gönderdi. Sizin adınızı duymuşlar. Yarın görüşebiliriz.”
Naram-Sin başını salladı. “Görüşelim, Elion. Ama sadece barış değil, birliği getirelim. İmparatorluğumuz büyümeli.”
Elion tableti masaya koydu. “Nereden başlayalım?”
Naram-Sin parmağını batıya, verimli topraklara koydu. “Buradan,” dedi kararlılıkla. “Adaletle.”
Bölüm 3: İmparatorluğun Yükselişi
Fırat’ın suları, Akad İmparatorluğu’nun sınırlarını on yıl daha yıkadı. Naram-Sin, sekiz yaşında tahta oturduğunda, Agade bir sınavdan geçiyordu. Gutium kabileleri hâlâ tehditti, Veyron’nun gölgesi sarayın üzerinde dolaşıyordu. Ama şimdi, on sekiz yaşında genç bir kral olarak, Naram-Sin babasının mirasını aşmıştı. Küçük bir çöl krallığını, doğudan batıya uzanan bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Kılıçla değil, adaletle.
Sarayın savaş odasında, Naram-Sin geniş bir kil haritanın başında duruyordu. Başında, Sargon’un mirasından kalma boynuzlu bir miğfer vardı; iki sivri boynuz, güneş ışığında parlıyordu. Elion, artık başveziri, yanında durmuş, bir kil tableti okuyordu.
“Majesteleri,” dedi Elion, sesinde gurur. “Kuzey kabileleri barış antlaşmasını yeniledi. Doğudaki şehirler vergilerini gönderdi. Ama batı... henüz bize katılmadı.”
Naram-Sin haritaya baktı, parmağını verimli topraklara, Fırat’ın ötesine koydu. “Batı,” dedi düşünceli bir sesle. “Orada adalet yok. Köleler zincirde, halk aç. Orayı özgürleştirelim.”
General Kadir, gri sakalıyla odanın diğer ucunda duruyordu. “Batı tehlikeli, majesteleri,” dedi sert bir tonla. “Şehir devletleri güçlü. Savaş gerekir.”
Naram-Sin başını kaldırdı, mavi gözleri kararlıydı. “Savaş son çare, Kadir. Önce elçi gönderelim. Adaletle gelirsek, kılıç çekmeye gerek kalmaz.”
Elion gülümsedi. “Haklısınız. Halk sizi seviyor, Naram-Sin. Adınız batıya kadar yayıldı.”
Naram-Sin boynuzlu miğferini düzeltti. “O zaman hazırlanın,” dedi. “Batıya gidiyoruz.”
Naram-Sin’in ordusu, Fırat’ı geçip batıya ilerledi. Boynuzlu miğferi, güneş altında bir işaret gibi parlıyordu. Şehir devletleri birer birer teslim oldu; kimi korkudan, kimi Naram-Sin’in adalet vaadine inanarak. Köleler serbest bırakıldı, yoksullara toprak dağıtıldı. Halk, onu “İki Boynuzlu Kral” diye çağırmaya başladı.
Bir gün, ordusu Kudüs’ün yakınlarındaki bir vadiye ulaştı. Naram-Sin, atından inip çevreyi süzdü. Vadinin ortasında, garip bir taş duruyordu; pürüzsüz, gri bir yüzey, ama sıradan bir kaya gibi değildi. Etrafında hafif bir titreşim vardı, havada ince bir uğultu dolaşıyordu.
“Bu ne?” diye sordu Naram-Sin, Elion’a dönerek.
Elion kaşlarını çattı. “Yerel halk buna ‘Muallak Taşı’ diyor, majesteleri. Efsanelere göre, gökyüzünden düşmüş. Kimse ona dokunmaya cesaret edemez.”
Naram-Sin taşa yaklaştı. “Bir şey hissediyorum,” diye mırıldandı. “Sanki... beni çağırıyor.”
General Kadir atından indi, kılıcını sıkıca tuttu. “Tehlikeli olabilir, majesteleri. Geri çekilin.”
Ama Naram-Sin durmadı. Elini taşa uzattı. Parmakları yüzeye değdiğinde, bir anlık sessizlik oldu. Sonra, taştan derin bir ses yükseldi: “Naram-Sin, salih kulum. Sana sesleniyorum.”
Naram-Sin irkildi, ama korkmadı. “Kimsin sen?” diye sordu.
“Ben senin Rabbinim,” dedi ses. “Sana yeryüzünde güç verdim. Adaletle hükmettin. Şimdi daha fazlasını yapacaksın.”
Elion şaşkınlıkla bağırdı: “Majesteleri, taş mı konuşuyor?”
Naram-Sin başını salladı. “Bu bir taş değil, Elion. Bu bir işaret.”
O gece, Naram-Sin çadırında yalnızdı. Muallak Taşı’nı düşünüyordu. Gökyüzüne baktı; yıldızlar parlak ve sonsuzdu. “Babam adaleti yeryüzüne getirdi,” diye fısıldadı. “Ama bu ses... beni gökyüzüne mi çağırıyor?”
Kapı flapası açıldı. Liora içeri girdi; saçları hâlâ siyah, ama gözlerinde yılların izi vardı. “Oğlum,” dedi yumuşak bir sesle. “Batıyı duydum. Gurur duyuyorum. Ama bu taş... beni korkutuyor.”
Naram-Sin annesinin elini tuttu. “Korkma, anne. Bu taş bir lütuf. Hissediyorum.”
Liora gözlerini oğlunun boynuzlu miğferine dikti. “İki boynuzlu kral,” diye mırıldandı. “Ama bu nur... seni benden alacak mı?”
Naram-Sin gülümsedi. “Seni asla bırakmam, anne. Ama bir yol var. Onu bulmalıyım.”
Aynı gece, Agade’de Veyron karanlık bir tapınakta rahiplerle buluştu. Masada bir kil tablet duruyordu; Naram-Sin’in batıdaki zaferleri halk arasında “tanrı” söylentilerine dönüşmüştü.
“Görüyor musunuz?” dedi Veyron, öfkeyle. “Halk ona tapıyor! Batıyı aldı, şimdi kendini tanrı sanıyor.”
Yaşlı rahip başını salladı. “Tapınakta ‘Ay’ı sevmem’ dediğini unutmadık, prensim. Tanrılara karşı çıkıyor. Ama halk bunu tanrısallık sanıyor.”
Veyron sinsi bir gülümsemeyle tabletleri işaret etti. “Bu iftirayı yayacağız. Naram-Sin kendini tanrı ilan etti diyeceğiz. Halk ona sırt çevirecek, ve taht benim olacak.”Kapının gölgesinde, Elion’un sadık bir habercisi dinliyordu. “Majesteleri’ni uyarmalıyım,” diye fısıldadı, ve karanlığa karıştı.
Bölüm 4: Taşın Çağrısı
Naram-Sin, on sekiz yaşında batıya doğru imparatorluğunu genişletmişti. Yıllar geçti; kırk dört yaşına geldiğinde, Akad İmparatorluğu doğudan batıya, Fırat’tan Kudüs’e uzanıyordu. Boynuzlu miğferiyle “İki Boynuzlu Kral” olarak anılıyor, adaletle hükmediyordu. Saçlarına aklar düşmüştü, ama gözlerindeki nur hâlâ parlıyordu. Bir akşam, Kudüs’teki Muallak Taşı’nın yanına döndü. Yıllar önce taştan bir ses duymuş, ama şimdi yeryüzündeki görevini tamamlamıştı.
Elini taşa koydu. Taştan derin bir ses yükseldi: “Salih kulum. Sana yeryüzünde güç verdim. Adaletle hükmettin. Şimdi seni çağırıyorum.”
Naram-Sin diz çöktü. “Rabbim,” dedi. “Sana hizmet ettim. Şimdi ne yapmalıyım?”
“Senin adın bundan sonra Naram-Sin değil, Zülkarneyn olacak,” dedi ses. “İki boynuzlu, doğu ve batıyı birleştiren. Halkını tek tanrıya, bana inanmaya çağır. Mesajım yeryüzünü aştı; şimdi yıldızlara uzanacak.”
Zülkarneyn başını eğdi. “Emrin başım üstüne, Rabbim. Ama halkım... hazır mı?”
“Sen çağır,” dedi ses. “Ben yolunu açarım.”
Agade’ye döndüğünde, sarayın büyük salonunda halkını topladı. Boynuzlu miğferini takmış, gözleri kararlıydı. Elion, Liora ve General Kadir yanında duruyordu.
“Halkım,” dedi yüksek sesle. “Yıllardır adaletle hükmettim. Ama bu adalet benden değil, tek bir Rabbden geliyor."
“Terazilerin ayarını bozmayın,” dedi.. “Bir milim kayma olursa, ölçünüz de tarzınız da bozulur. Dağların dengesi sarsılır, ayaklarınızın altındaki toprak homurdanır. Bu denge terazilerden daha fazla bir şeydir.” Ama dinlemediler. Ayarını bozdukları terazilerin kefelerine gerçeğin üstüne sözler savurdular. “Sözlerinize yalan katmayın," dedi.. "Kelimelerimiz kirlenirse, toprağınız kurur, attığınız tohumlar taşa döner. Yağmur bulutları üstünüzden geçer gider ama bir damla bile düşmez; bu karanlıkta kalırsınız. Kelimeleriniz madenci feneridir, onları söndürmeyin.” Ama boğazlarını yırtarak en kirli kelimelerini güzelliğin üstüne savurdular. "Ellerinizi uzatmayın size ait olmayan bir şeye." dedi. "Alın teri değmemiş bir lokma, ambarınızdaki bütün buğdayları çürütür. Açgözlünün sonu açlıktır. Dokunmanız gereken şeylere dokunmazsanız, o çok dokunaklı bir hikayeniz olur ama acıyı kimse paylaşmaz.” Ama onlar ellerini uzattılar ve iyiliğin boğazını sıktılar. “Çocuklarınız, Koruyun onları." dedi. "Sizin gibi olmaktan kurtarın. Gözlerine karanlık, ellerine ateş, dillerine yalan bulaşmasın. Kalplerini kırmayın, hayallerini çalmayın, heyecanlarını öldürmeyin. Bir çocuk öldüğünde gökyüzünde öfke büyür, yıldırımlar kanından çıkar. Çocuklar, geminizin son can simididir; onu tüketmeyin.” Ama onlar çocukları ağlattılar.
"Ay Tanrısı, Güneş Tanrısı, putlar... Bunlar kaybolur. Ben kaybolanları sevmem. Bana tapmayın, tek tanrıya, her şeyi yaratan Rabbe inanın. Ve bana Naram-Sin demeyin; bana Zülkarneyn deyin.”
Kalabalık şaşkınlıkla mırıldandı. Bir kadın öne çıktı. “Majesteleri,” dedi titreyerek, “tanrılar bizi korur. Siz de tanrısınız, değil mi?”
Zülkarneyn başını salladı. “Hayır. Ben tanrı değilim, tanrının elçisiyim.”
General Kadir kaşlarını çattı. “Bu... alışıldık değil, majesteleri. Halk korkabilir.”
Elion gülümsedi. “Ama haklı. Adalet tek bir kaynaktan gelir. Ben inanıyorum, Zülkarneyn.”
Liora oğlunun elini tuttu. “Ben de,” diye fısıldadı. “Rüyamdaki nur buydu.”
...
Günler geçti. Zülkarneyn’in çağrısı yayıldı. Birçokları tek tanrıya inanmayı kabul etti; putlar kırıldı, tapınaklar boşaldı. Ama rahipler ve Veyron bunu fırsat bildi. Karanlık bir tapınakta buluştular.
“Gördünüz mü?” dedi Veyron, öfkeyle. “Halk ona tapıyor! ‘Tek tanrıya tapın’ diyor, ama kendini tanrı ilan etti.”
Yaşlı rahip başını salladı. “Tapınakta ‘Ay’ı sevmem’ dediğini unutmadık. Şimdi ‘elçiyim’ diyor. Ama halk bunu tanrısallık sanıyor.”
Veyron sinsi bir gülümsemeyle tabletleri işaret etti. “Bu dedikoduyu yayacağız. Zülkarneyn halkı kendisine tapmaya çağırdı diyeceğiz. Tanrılara ihanet etti. Mabetleri, tapınakları, putları yıktı. Onu yakalayıp cezalandıracağız!”
Halk ikiye bölündü. Bazıları Zülkarneyn’i “tanrı” diye yüceltti, bazıları Veyron’un fitnesiyle hareket edip ona “kafir” dedi.
...
Bir gece, sarayın avlusunda bir isyan patlak verdi. Veyron’nun adamları bağırıyordu: “Zülkarneyn tanrı olduğunu iddia etti! Bize ihanet etti!” Halk ikiye bölündü; bazıları taşlar attı, bazıları ağladı.
Zülkarneyn, Elion ve Liora ile sarayın kulesine çekilmişti. Aşağıda kalabalık kapıları zorluyor, meşaleler havada süzülüyordu. Liora oğlunun kolunu tuttu. “Kaç, Zülkarneyn,” diye yalvardı. “Seni öldürecekler!”
Kalabalık şaşkınlıkla geri çekildi, ama Veyron'nun adamları kılıçlarını çekti. “Yakalayın onu!” diye kükredi Veyron.
Zülkarneyn dizginleri sıkıca kavradı, isyancıların üzerine sürdü. At, kalabalığın üzerinden uçar gibi zıpladı; meşaleler yere düştü, bağrışmalar yükseldi. Zülkarneyn, sarayın kapılarından geçti, Fırat’ın kıyısına doğru dörtnala koştu.
Arkasında, ellerinde kılıçlı atlılar peşine takıldı; toz bulutu havayı kapladı. Oklar havada ıslık çaldı, biri miğferini sıyırdı, ama Zülkarneyn durmadı. “Rabbim!” diye haykırdı. “Beni sana götür!”
Muallak Taşı, kilometrelerce uzakta gibiydi, ama her adımda ona yaklaşıyordu. Atın nal sesleri çamura karıştı; kovalayan atlılar yaklaşıyordu. Bir atlı Zülkarneyn’in önüne geçti; kılıcını savurdu, ama Zülkarneyn dizginleri çekip atını yana kaydırdı. Saatlerce kovalama devam etti. Nehir kıyısındaki bataklıkta atının bacakları yavaşladı, ama Zülkarneyn pes etmedi. Atlıların nal seslerini ensesinde hissetti; kovalayan atlılar yaklaşıyordu.
Son bir sıçrayışla Zülkarneyn atından indi, nefes nefese taşa doğru koştu. Taşın parladığını ve kapı gibi ikiye yarıldığını gördü. Elini uzattı; parmakları taşa değdiği an, bir nur onu sardı. Tam kılıçlı bir atlı ona yetişecekken, taş, Zülkarneyn’i içine çekti. Atlılar nereye kaybolduğunu farkedemedi, kalabalık şaşkınlıkla "nereye gitti" diye birbirine sordu.
Gökyüzünde bir ışık huzmesi kayboldu. Zülkarneyn, Muallak Taşı’yla birlikte yıldızlara yükseldi.
Elion sevinçle, “Hayır,” diye fısıldadı. “Bu bir başlangıç.”
Liora "Çok şükür" diyerek diz çöktü, ağlayarak dua etti. “Oğlum... nurunla git. Bizi unutma.”
Fırat’ın suları hâlâ akıyordu, ama kıyılarında neşe değil, bir hüznün yankısı dolaşıyordu. Zülkarneyn’in adalet çağrısı yıldızlara ulaşmış, fakat terkedilen Agade, kendi karanlığında kaybolmuştu.
Bölüm 5: Sebep ve Vasıta
Zülkarneyn, Agade’deki isyandan kaçarken Muallak Taşı’nın nuruyla sarılmıştı. Veyron’nun öfkesi ve atlı kalabalığın bağırışları bir anda kayboldu. Gözlerini açtığında, kendini karanlık bir boşlukta buldu ama üşümüyordu. Ayaklarının altında zemin yoktu, ama düşmüyordu. Etrafında hafif bir titreşim vardı; sonra, bir ışık huzmesi belirdi ve her şey değişti.
Karşısında, Muallak Taşı’nın içi açığa çıktı. Dışardan bakıldığında gri, pürüzsüz bir kaya, birkaç metre genişliğinde bir taş parçasıydı. Ama içerisi... Zülkarneyn, kendini uçsuz bucaksız bir salonda buldu. Duvarlar parlak siyah metalden yapılmıştı; yüzeyinde bilinmeyen bir dilde yazılmış semboller yanıp sönüyordu, sanki canlıymış gibi titreşiyordu. Ortada, kristal bir küre havada süzülüyordu; içinden renkli ışıklar fışkırıyor, odayı gökkuşağı gibi boyuyordu. Zemin şeffaftı; altında, yıldızların sonsuzluğu akıyordu. Ama asıl şaşırtıcı olan, mekanın büyüklüğüydü. Dışardan küçük bir taş olan bu yapı, içinde bir saraydan geniş, hatta bir şehir kadar engindi. Tavan, evrenin derinliklerine açılan bir pencere gibiydi; milyarlarca yıldız, sanki elini uzatsa dokunabileceği kadar yakındı.
Zülkarneyn boynuzlu miğferine dokundu, şaşkınlıkla etrafına baktı. “Bu nasıl mümkün?” diye mırıldandı. “Dışardan bir kaya, ama burası... bir dünya.”
Bir ses, kokpitin her yanından yankılandı; derin, ama mekanik bir tondaydı. “Zülkarneyn, hoş geldin. Burası Muallak Taşı, kadimlerin mirası. Ben senin rehberinim.”
Zülkarneyn kristal küreye yaklaştı. “Rehberim misin? Bu bir gemi mi?”
“Evet,” dedi ses. “Dışardan bir taş gibi görünür, ama bu, evrenin sırlarını saklayan bir kamuflajdır. Kadim bir medeniyet, uzay ve zamanı büken bir teknolojiyle beni yarattı. İçerisi, dışından büyük; boyutları aşar, saniyeler içinde solucan deliklerinden geçer, evrenin her köşesine ulaşır. Rabbin emriyle sana hizmet ediyorum.”
Zülkarneyn küreye elini uzattı. Parmakları yüzeye değdiğinde, küre titreşip üç boyutlu bir evren haritası açtı; ışıkla çizilmiş, dönen yıldızlar ve gezegenler. “Bu... inanılmaz,” dedi. “Rabbim bana neden bunu verdi?”
“Mesajın yeryüzünü aştı,” dedi ses. “Şimdi yıldızlara yayılacak. İlk durak: Güneşin battığı yer. Orada bir kavim var, adaletten uzaklaştılar. Onları kurtar.”
Haritada kırmızı bir yıldız belirdi, sönmek üzereydi; etrafında gri-yeşil bir gezegen dönüyordu. Zülkarneyn derin bir nefes aldı. “Oraya nasıl gideceğim?”
“Emretmen yeterli,” dedi ses. “Taş seni taşır.”
“O zaman götür beni,” dedi kararlılıkla. “Adaleti götüreceğim.”
Kokpit sarsıldı. Kristal küre parladı, şeffaf zemin altındaki yıldızlar bulanıklaştı. Bir anlık karanlık oldu; gemi, bir solucan deliğinden geçti. Zülkarneyn, saniyeler içinde evrenin öbür ucuna ulaştı. Camdan ekranda, ölmekte olan bir yıldız belirdi; kırmızı ve zayıf, son ışıklarıyla bataklık bir gezegeni aydınlatıyordu.
Gemi gezegene alçaldı. Kapı, sıvı metal gibi dalgalanıp açıldı. Zülkarneyn dışarı adım attığında, çamurlu bir ova uzanıyordu. Hava ağır, zehirli bir kokuyla doluydu. Uzakta, tuhaf yaratıklar belirdi. Bacakları uzun ve ince, kurbağalar gibi sıçrayabiliyordu; derileri pullu, timsahlarınkine benzerdi; gözleri parlak, yılanlar gibi keskin bakıyordu. Dünya’daki bataklık canlılarını andırıyorlardı, ama zekâları insansıydı. Bir tanesi öne çıktı, titreşen bir sesle konuştu: “Ey yabancı! Kimsin sen?”
Zülkarneyn boynuzlu miğferini düzeltti. “Ben Zülkarneyn,” dedi sakin bir tonla. “Rabbin elçisiyim. Sizi adalete çağırıyorum.”
Lider yaratık tısladı, kuyruğunu çamura vurdu. “Adalet mi? Biz burada efendiyiz. Bu bataklık bizim krallığımız!”
Zülkarneyn etrafa baktı. Yıldız sönüyordu; bataklık, zehirli gazlarla kabarıyordu. “Bu dünya ölüyor,” dedi. “Gökyüzünüz kararıyor. Farkında değil misiniz?”
Lider öfkeyle bağırdı: “Yalan söylüyorsun! Bizi korkutamazsın!” Kuyruğunu kaldırıp saldırıya geçti, ama Zülkarneyn miğferiyle darbeyi savuşturdu.
Aralarından genç bir yaratık öne sıçradı; gözleri korku doluydu. “Hayır... haklı. Gökyüzü her gün kararıyor. Bizi kurtar!”
Zülkarneyn gemiye işaret etti. “İyi olanlar, binin. Diğerleri, yıldızınızla sönecek.”
Zülkarneyn, bataklık gezegeninde adaletini sunmuştu. Ölmekte olan yıldızın son ışıkları altında, lider yaratık ona saldırmış, ama genç olan umutla öne çıkmıştı. Zülkarneyn’in “İyi olanlar, inananlar binin” çağrısıyla, bataklıkta bir kargaşa başladı. Milyonlarca yaratık – kurbağa gibi sıçrayan, timsah derili, yılan gözlü varlıklar – çamurda koşuşarak Muallak Taşı’na yöneldi. Gemi, dışardan bir kaya gibi küçük görünse de, içindeki boyutlar arası teknoloji milyonları barındırabiliyordu. Kapı sıvı metal gibi dalgalandı, genişledi; yaratıklar akın akın içeri doldu. Ama milyonlarcası geride kaldı; lider ve yandaşları, öfkeli tıslamalarla bataklıkta çırpınıyordu.
Zülkarneyn kokpite döndü. Kristal küre, kurtarılanların sayısını gösteriyordu: milyonlarca iman eden, gemideydi. “Geride kalanlar?” diye sordu.
Rehber ses cevap verdi: “Haksızlık edenler, yıldızlarıyla sönecek. Rabbin emri budur.”
Zülkarneyn başını salladı. “Kim haksızlık ederse ona azab edeceğiz,” diye mırıldandı. “Ama iman edenlere en güzel mükâfat var. Onları kurtaracağım.”
Gemi parladı, bir solucan deliğinden geçti. Zülkarneyn, yeni bir görev için hazırdı. Ses yankılandı: “İkinci durak: Güneşin doğduğu yer. Orada bir kavim var, korunaksız ve çaresiz. Onları adalete çağır.”
Kokpitin cam ekranında, genç bir yıldız belirdi; parlak, beyaz bir ateş topu, yeni doğmuş gibiydi. Etrafında dönen gezegen, gri ve çıplaktı; atmosfer yoktu, yüzeyi kayalarla kaplıydı. Güneşin kavurucu ışınları, her şeyi yakıyordu. Gemi alçaldı; Zülkarneyn kapıya yürüdü.
Dışarı adım attığında, hava yoktu; sessizlik kulaklarını çınlattı. Ama şaşırtıcı bir şekilde, burada da hayat vardı. Yaratıklar, ince, uzun gövdeliydi; derileri metalik gri, güneşten korunmak için parlak pullarla kaplıydı. Gözleri küçüktü, ışığa karşı hassastı. Bir tanesi, titreşen bir sesle yaklaştı: “Yabancı! Kimsin sen?”
“Ben Zülkarneyn,” dedi sakin bir tonla. “Rabbin elçisiyim. Sizi adalete çağırıyorum.”
Lider yaratık, zayıf bir sesle cevap verdi: “Adalet mi? Burada hayat yok. Güneş bizi kavuruyor, gökyüzü bizi korumuyor.”
Zülkarneyn etrafa baktı. Yüzeyde çatlaklar vardı; sıcaklık dayanılmazdı. “Bu dünya sizi öldürüyor,” dedi. “Ama Rabbin merhameti var. İman edenleri kurtaracağım.”
Lider başını eğdi. “Bizi kurtar... dayanamıyoruz.” Ama aralarından biri öfkeyle bağırdı: “Yalan! Güneş bizim tanrımız! Bizi korkutamazsın!”
Zülkarneyn gemiye işaret etti. “Kim haksızlık ederse, burada kavrulacak. Ama iman edenler, binin. Sizi yaşanabilir bir yere götüreceğim.”
Kalabalık ikiye bölündü. Milyonlarca yaratık, umutla gemiye koştu; pullu derileri güneş altında parlıyordu. Kapı genişledi, hepsini aldı. Ama milyonlarcası geride kaldı; öfkeli olanlar, kayaların ardına saklandı.
Bölüm 6: İki Dağ Arası
Zülkarneyn, güneşin battığı ve doğduğu yerlerde adaletini yaymıştı. Milyonlarca yaratığı kurtarmış, iman edenleri yeşil bir gezegene taşımıştı. Muallak Taşı’nın kristal küresi bir kez daha parladı. Rehber ses yankılandı: “Üçüncü durak: İki dağ arası. Orada bir kavim var, fesatla boğuşuyor. Onları kurtar.”
Gemi sarsıldı, solucan deliğinden geçti. Cam ekranda, gri-mavi bir gezegen belirdi. Yüzeyi, devasa vadilerle yarılmıştı; iki büyük dağ, gökyüzüne uzanıyordu. Aralarında dar bir geçit vardı, karanlık çatlaklarla dolu. Gemi alçaldı; Zülkarneyn kapıya yürüdü.
Dışarı adım attığında, hava serin ve nemliydi. Vadinin zemininde, dev yarıklar uzanıyordu; bazıları o kadar derindi ki, dibini görmek imkansızdı. Sessizlik ürkütücüydü, ama bir anda tiz bir uğultu yükseldi. Zülkarneyn boynuzlu miğferini düzeltti, etrafına baktı. Karanlık çatlaklardan iki tür yaratık belirdi.
İlk grup, barışçıl görünüyordu. Uzun, ince gövdeliydiler; derileri soluk gri, yüzlerinde göz yoktu. Yarasalar gibi geniş kulakları vardı, öylesin uzundu ki kulaklarının birini seriyor, ötekini de kendisine yorgan yapıp öyle yatıyordu; başlarını titreterek hareket ediyorlardı. İkinci grup – Ye’cüc ve Me’cüc – ise benzer vücuda sahip fakat vahşiydi. Daha kısa, tıknazdılar; pençeleri keskin, kulakları daha büyük ve saldırgan bir tıslama çıkarıyorlardı. Zülkarneyn onlara seslendi: “Ben Zülkarneyn, Rabbin elçisiyim. Sizi adalete çağırıyorum.”
Ama cevap yoktu. Barışçıl olanlar tiz bir uğultu çıkardı, Ye’cüc-Me’cüc ise öfkeli tıslamalarla karşılık verdi. Zülkarneyn kaşlarını çattı. “Söz anlamıyorlar,” diye mırıldandı. Sesler, insan diline benzemiyordu; yarasalar gibi ultrasonik dalgalarla anlaşıyor, "kulaklarıyla görüyor”lardı.
Barışçıl yaratıklardan biri yaklaştı. Elini uzattı, Zülkarneyn’in miğferine dokundu. Gemi, bu teması algılayıp bir çeviri yaptı. Rehber ses, Zülkarneyn’in zihninde yankılandı: “Diyorlar ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Onun için, bizimle onlar arasında bir sed yapman şartıyla sana vergi versek olur mu?’”
Zülkarneyn başını salladı. “Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden hayırlıdır,” dedi. “Bana maddi yardımda bulunun da sizinle onların arasına en sağlam seddi yapayım.”
Barışçıl yaratıklar uğultularla anlaştı. Çatlaklardan dev demir kütleleri çıkardılar; gezegenin madenleri zengindi. Zülkarneyn, gemiye işaret etti. “Bana ateş yakın,” dedi. Gemi, kristal küreden bir enerji huzmesi ateşledi; demirler kızıl bir kor haline geldi. Zülkarneyn, iki dağın arasındaki geçidi ölçtü; demirleri yerleştirdi.
“Şimdi erimiş bakır getirin,” dedi. Barışçıl yaratıklar, vadinin derinliklerinden sıvı bakır taşıdı. Zülkarneyn, bakırı demirlerin üzerine döktü; metal soğudukça, geçit kapanıyordu. Demir ve bakır reaksiyona girdikçe bronz alaşımı oluştu. Böylece korozyonun da önüne geçilmiş oldu. Ye’cüc-Me’cüc, çatlaklardan çıkıp sedde saldırdı, ama ne aşabildiler ne de delebildiler. Tiz çığlıkları vadide yankılandı.
Zülkarneyn sedde baktı, elini miğferine koydu. “Bu Rabbimin bir lütfudur,” dedi. “Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi haktır.”
Barışçıl yaratıklar uğultularla teşekkür etti. Zülkarneyn gemiye döndü. Kokpitte, kristal küre sönük duruyordu. “Görevim bitti mi?” diye sordu.
Rehber ses cevap verdi: “Yolcuları bırakalım.”
Zülkarneyn kokpite döndü. “Onları nereye götüreceğiz?” diye sordu.
Rehber ses cevap verdi: “Yeşil bir gezegen, su ve hava dolu. Rabbin emriyle oraya yerleşecekler.”
Zülkarneyn gülümsedi. “O zaman götür bizi,” dedi.
Gemi bir kez daha parladı, solucan deliğinden geçti. Saniyeler içinde, mavi-yeşil bir gezegen belirdi; bulutlar, nehirler ve ormanlarla kaplıydı. Zülkarneyn, kurtardığı milyonları yeni evlerine bıraktı. Bataklık yaratıkları çamura daldı, güneş kavurdu yaratıklar serin kayalara uzandı.
Zülkarneyn kristal küreye baktı. “Geride kalanlar?” diye sordu.
“Bataklıkta donacaklar, kavurucu yerde yanacaklar,” dedi ses. “Ama iman edenlere dünyada kolaylık gösterdik. Görevin devam ediyor.”
Zülkarneyn başını salladı. “Amma her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır,” diye mırıldandı. “Rabbim, son adım neresi?”
Bölüm 7: Son Çağrı
İman edenleri ve kurtuluş davetini kabul edenleri yeni yurtlarına güvenle yerleştirildi. Zülkarneyn veda ettikten sonra, Muallak Taşı’nın kokpitine döndü. Kristal küre sönük duruyordu, ama rehber ses yankılandı: “Yeryüzü ve yıldızlar adaletle doldu. Görevin tamamlandı mı, Zülkarneyn?”
Zülkarneyn boynuzlu miğferine dokundu. Saçları beyazlamış, yüzü yılların izlerini taşıyordu. “Rabbim bana güç verdi,” dedi. “Ama evren sonsuz. Adalet her yere ulaşmalı. Ömrüm yettiğince devam edeceğim.”
Ses gülümsedi sanki. “O zaman yolculuğun bitmez. Rabbin emriyle, gezegen gezegen dolaşacaksın. Ama bir gün, taş yeryüzüne dönecek.”
Zülkarneyn başını salladı. “Beni nereye götürüyorsun?”
“Her yere,” dedi ses. “Adaletin ulaşmadığı bir yer kalmayana dek.”
Gemi parladı, göğün kapılarından geçti. Zülkarneyn, ömrünün sonuna kadar yıldızlar arasında dolaştı. Ölmekte olan gezegenlere adalet getirdi, genç dünyalara barış taşıdı. Milyonlarca kavim onu tanıdı; kimi “İki Boynuzlu Kral” dedi, kimi “Rabbin Elçisi”. Boynuzlu miğferi, evrenin her köşesinde bir efsane oldu. Zülkarneyn her gök cismini gördüğünde "Sübhanallah, Allah noksanlardan münezzehtir" diyordu.
Yıllar, yüzyıllar geçti. Zülkarneyn’in bedeni yaşlanmış, ama ruhu dimdikti. Bir gün, Muallak Taşı kokpitte durdu. Kristal küre, mavi bir gezegen gösterdi: Dünya. Ses yankılandı: “Zamanın geldi, Zülkarneyn. Görevin burada başladı, burada bitecek. Ama taşın başka bir amacı var.”
Zülkarneyn gülümsedi. “Rabbim neyi emrederse, hazırım.”
Gemi, Kudüs’ün üzerinde belirdi. Muallak Taşı, gökyüzünden inip eski yerine, vadinin ortasına yerleşti. Zülkarneyn dışarı adım attı. Fırat’ın suları hâlâ akıyordu; Agade’nin taşları toz olmuştu. “Anne,” diye fısıldadı. “Baba... Halkım... Tek ilah olan Allah'ın adaletini yaşatmaya çalıştım.”
O anda, gökyüzünden bir nur indi. Zülkarneyn’in bedeni yavaşça yere uzandı; nefesi durdu, ama yüzünde bir huzur vardı. Taşın çevresinde, beyaz cübbeli varlıklar belirdi; meleklerdi. Sessizce Zülkarneyn’in bedenini aldılar, Fırat’ın kıyısında bir çukur açtılar. Bedenini suyla yıkadılar; su, nur gibi parlıyordu. Sonra, çürümeyen bir kefene sardılar ve toprağa yerleştirdiler. Meleklerden biri, “Rabbin elçisi, burada dinlen,” diye fısıldadı. Toprak kapandı, ama Zülkarneyn’in boynuzlu miğferi taşın yanında kaldı, bir anıt gibi.
Rehber ses son kez konuştu: “Zülkarneyn, Rabbin katına ruhun ulaştı. Ama ben burada kalacağım.”
Son Söz
Muallak Taşı, Kudüs’te bekledi. Yüzyıllar sonra, bir gece gökyüzü yine nur ile doldu. Hz. İsa (a.s.), çarmıha gerilmekten kurtarılmak için taşa çekildi; nur onu Allah katına çıkardı. Halk İsa (a.s.)'ı da anlamadı. Onu tanrı ilan etti. Yıllar geçti, başka bir gece taş yeniden parladı. Hz. Muhammed (s.a.v.), Miraç’a yükselmek için Kudüs’e geldi; Muallak Taşı, onu gökyüzüne taşıdı. Halk Hz. Muhammed (s.a.v.)'ı anladı. "O söylüyorsa doğrudur," dedi.
Taş, dışardan bir kaya gibi duruyordu. Ama içi, kadimlerin teknolojisiyle, evrenin sırlarını saklıyordu. Zülkarneyn’in adaleti, Adem ve Havva'nın cennetten inişi, İlyas ve İdris'in göğe yükselişi, İsa’nın kurtuluşu, Muhammed’in miracı... Hepsi bu taşla birleşti. Rabbin vaadi hak olmuştu.
Zülkarneyn’in öyküsü, yıldızlar arasında bir toz tanesi gibi başladı, ama adaleti evreni kapladı. Boynuzlu miğferi toprakta kaldı, ruhu Rabbin katına yükseldi. Muallak Taşı, sessizce Kudüs’te duruyor; bir kaya değil, zamanı ve mekanı aşan bir miras. O, bir kral, bir elçi, bir kurtarıcıydı. Ve adalet, onunla sonsuza dek yankılandı.
NOT:
Naram-Sin’in çok uzun müddet hüküm sürmesi, çok ülkeyi fethetmesi yanında diğer bir önemli özelliği de putperest mabetleri yıkarak, tanrı heykellerini parçalamasıdır. Bu da, Zülkarneyn’in Kur’an’da belirtilen muvahhid oluşuna uymaktadır. Naram-Sin'in Zülkarneyn olduğu iddiası olduğu gibi onun Nemrut olduğu iddiası da vardır. Nemrut, Hz. İbrahim'i putları yıkması nedeniyle onu cezalandırmış ve ateşe atmıştır. Ancak, Nemrut'un kendisine tapılması için putperest mabetleri yıktığına dair bir bilgi bulunmamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!