30 Mart 2025 Pazar

6. Emanetin Bedeli

 


Ön Söz

Rize’nin dağlarını, Rumların yıkılmasından sonra Oğuz Türkleri yurt edinmişti. Bu topraklar, asırlık bir mirası taşır. Kaçkar Kalesi, ya da nam-ı diğer Kale-i Bala, Bizansın eliyle yükselmiş, onların savaşçı ruhunu barındırmıştır. Kaçkarlar, sarp kayalıklarıyla gökyüzüne selam durur; Ayder, sislerin koynunda bir inci gibi saklanır. Sözlü tarih fısıldar: Atlarının nal izleri bu vadilerde, türküleri bu yaylalarda yankılanmıştır. Moğol atlılarının tozu, Haçlı gemilerinin dalgaları, bu dağların sınavı olmuştur.

Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Bu hikâye, Oğuzların torunlarından bir sultanın, Cihangir’in, dostlarını sınadığı bir destandır. Hasan ve Orhan, bir Türk beyinin hediyeleriyle yollarını çizdi. Biri sadakatiyle atalarının izinde yürüdü, diğeri kibriyle mirası yitirdi. Doğu Karadeniz’in fırtınalı günlerinde, Kaçkar ve Ayder kaderlerini yazdı. Okuyacağınız satırlar, Oğuz Türklerinin ruhundan esinlendi; gerçek bir kalenin gölgesinde, kurgunun ateşiyle yeniden doğdu. Şimdi, Kaçkar’ın rüzgârını, Ayder’in sisini hissedin; bu, bir Türk yurdunun hikâyesidir.


İlk Bölüm: Vadinin ve Yaylanın Efendileri

Rize’nin dağları, sislerin koynunda bir bahar sabahına uyanıyordu. Oğuz Türklerinin eline geçen Kale-i Bala, gri taşlarıyla vadinin ortasında bir kartal yuvası gibi yükseliyordu. Kaçkar Dağları’nın eteklerinde, ladin ve kayın ağaçlarının gölgesine sığınmış bir vadi uzanıyordu. Burası, derelerin çağladığı, su değirmenlerinin taşlarını çevirdiği, ahırlardan atların kişnemelerinin yükseldiği bir yerdi. Vadinin ortasında gri taşlardan örülmüş bir kale, dimdik ayakta duruyordu; sanki dağların sessiz nöbetçisiydi. Buranın efendisi, Hasan’dı. 32 yaşında, geniş omuzlu, sakalı hafif kırlaşmış bir adam. Gözleri, Kaçkarlar kadar derin ve kararlıydı. Sade bir yemeniyle dolaşır, elinde her zaman bir asa taşırdı; at sırtında büyüdüğü günler hâlâ ruhundaydı. Bu, babasından kalan tek hatıraydı.

25 kilometre ötede, Ayder Yaylası’nda ise bambaşka bir dünya vardı. Sislerin arasında yükselen bir konak, altın işlemeli kapılarıyla dikkat çekiyordu ama yer yer dökülen sıvaları, bakımsızlığını fısıldıyordu. Etrafında elma bahçeleri, kaplıcalardan yükselen buhar ve bir zamanlar silah imalathanesi olan, şimdi sessizliğe gömülmüş bir bina vardı. Buranın efendisi Orhan’dı. 35 yaşında, gösterişli kaftanlar giyen, yüzünde kibirli bir tebessüm taşıyan bir adam. Zengin bir beyin oğluydu; şölenler düzenler, şarap kadehini elinden düşürmezdi.

Hasan ve Orhan, Cihangir Sultan’ın yoldaşıydı. Yıllar önce, Cihangir henüz bir Türk beyinin oğluyken, Kaçkarlar’da at koşturmuş, Ayder’de çay içip türkü söylemişlerdi. Şimdi Cihangir, Oğuz Türklerinden gelen bir hükümdar, Rize’den Trabzon’a uzanan bir yurdun sultanıydı. 40 yaşında, siyah sakallı, sert ama adil bir bey. Ülkesinde huzur vardı; Oğuz mirasını yaşatmak için dostlarına hediyeler sunmaya karar vermişti.

Bir sabah, payitahtın taş döşeli meydanında, Sultan’ın sarayından gelen bir haberci vadinin yolunu tuttu. Hasan, kale avlusunda köylülerle konuşuyordu. Elinde bir testi, su içiriyordu atlara. Haberci, atından inip selam verdi.

“Hasan Bey, Sultan seni çağırıyor. Ayder’den Orhan Bey’i de. Bugün saraya bekliyor.”

Hasan, testiyi yere bırakıp kaşlarını kaldırdı.
“Hayırdır, bir şey mi oldu?”

Haberci gülümsedi.

“Sultan keyifli, Oğuz yiğitlerine bir armağan verecek gibi.”

Hasan, içinden geçeni sakladı ama merak etmişti. Atını hazırladı, birkaç adamına tembihlerde bulundu ve yola çıktı. 25 kilometre ötedeki Ayder’e uğraması gerekiyordu; Orhan’ı da alıp birlikte gideceklerdi. Kaçkar’dan Ayder’e uzanan patika, çam kokularıyla doluydu. İki saatlik bir yolculuktan sonra, sislerin içinden Orhan’ın konağı göründü. Hasan, atından indi ve kapıyı çaldı. İçerden neşe sesleri geliyordu; belli ki Orhan yine bir şölenin ortasındaydı.

Kapıyı açan bir hizmetkâr, Hasan’ı içeri buyur etti. Orhan, uzun bir masanın başında, elinde kadehle oturuyordu. Etrafında misafirler, çalgılar çalıyordu. Hasan’ı görünce ayağa kalktı, ama biraz isteksizce.

“Hasan! Hoş geldin, otur. Ne bu acele?”

Hasan, başını salladı.
“Sultan çağırıyor, Orhan. Saraya gidiyoruz. Haberci geldi.”

Orhan, elini masaya koydu, yüzündeki tebessüm soldu.
“Ne istiyor ki şimdi? Daha geçen ay görüşmüştük.”
“Bilmem, ama önemli bir şey olmalı. Haydi, hazırlan.”

Orhan iç çekti, misafirlerine dönüp bağırdı.
“Eğlenceye siz devam edin, Ben gidiyorum, Sultan’ın emriymiş!”

İki dost, atlarına binip payitahta doğru yola koyuldu. Yol boyunca Hasan sessizdi, Orhan ise mırıldanıyordu.

“Bizi niye çağırır ki? Belki altın verecek, ha Hasan? Altın olsa fena mı olur?”

Hasan gülümsedi ama cevap vermedi.

Saraya vardıklarında, Cihangir Sultan onları taht odasında bekliyordu. Odanın duvarları işlemeli halılarla kaplıydı, ortada bir mangal yanıyordu. Sultan, siyah kaftanıyla dimdik oturuyordu. Yanında vezirler, ellerinde kalemlerle bir şeyler yazıyordu. Hasan ve Orhan içeri girip diz çöktü.

“Hoş geldiniz, dostlarım,” dedi Sultan, sesi tok ve sakin. “Ayağa kalkın, bugün resmiyet yok.”

Hasan ve Orhan ayağa kalktı. Orhan, hemen lafa girdi.
“Sultanım, bizi niye çağırdın? Yine at mı koşturacağız yoksa ava mı çıkıyoruz?”


Cihangir güldü, ama gözleri ciddiydi.
“Av da değil at da değil, Orhan. Size Oğuz yurdunun bir hediyesini vereceğim. Yıllardır dostumsunuz, bunu hak ettiniz.”

Sultan, elini kaldırdı; bir hizmetkâr iki tomar kâğıt getirdi. Birini Hasan’a, diğerini Orhan’a uzattı. Hasan kâğıdı açtı, okudu: Kaçkar Vadisi ve kalesi ona hediye ediliyordu. Orhan’ın kâğıdında ise Ayder Yaylası’ndaki arazi ve konak yazıyordu.

“Bu ne demek, Sultanım?” diye sordu Hasan, şaşkınlıkla.

“Bu topraklar artık sizin,” dedi Cihangir. “Kaçkar’da vadi ve kale Hasan’a, Ayder’de arazi ve konak Orhan’a. Ama bir şartım var: Bunlar benim emanetimdir. Koruyun, yönetin, bana layık olun.”

Hasan, başını eğdi.
“Sana minnettarım, Sultanım. Bu emaneti gözüm gibi korurum.”

Orhan ise kâğıdı elinde salladı, gözleri parlıyordu.
“Sultanım, böyle hediye mi olur? Konak zaten bana yakışırdı, teşekkür ederim!”

Cihangir, Orhan’ın sözlerine hafifçe kaşlarını çattı ama bir şey demedi. Sonra devam etti.

“Hasan, sen Doğu Beylerbeyi’sin artık. Orhan, sen de Batı Beylerbeyi. Ülkemin sınırlarını siz güçlendireceksiniz. Gidin, topraklarınıza sahip çıkın.”

Hasan ve Orhan, saraydan çıktılar. Hasan’un yüzünde bir huzur, Orhan’ınkinde ise zafer havası vardı. Atlarına bindiler, Rize’ye geri döndüler. Hasan, vadisine vardığında hemen işe koyuldu. Köylüleri topladı, kaleyi onardı, atları besledi. Orhan ise Ayder’e dönüp şölenine devam etti; konağında misafirleri ağırladı, kaplıcalarda keyif sürdü.

O gün kimse bilmiyordu ki, ufukta kara bulutlar toplanıyordu. Doğudan Moğol atlıları, batıdan Haçlı gemileri sessizce yaklaşıyordu. Hediyeler verilmişti, ama asıl sınav henüz başlamamıştı.



İkinci Bölüm: Fırtınanın İlk Rüzgârları

Rize’nin dağları, baharın tatlı uykusundan uyanmıştı ama hava değişiyordu. Kaçkar Vadisi’nde sabah sisleri dağılırken, Hasan kale avlusunda adamlarıyla çalışıyordu. Su değirmenlerinin taşları dönüyor, demir atölyesinden çekiç sesleri yükseliyordu. Hasan, bir yandan köylülerle konuşuyor, bir yandan atların yemini kontrol ediyordu. Gökyüzüne baktı; ufukta garip bir gölge vardı, ama henüz anlam veremedi.

25 kilometre ötedeki Ayder Yaylası’nda ise bambaşka bir manzara vardı. Orhan, konağının geniş salonunda misafirleriyle şölenin tadını çıkarıyordu. Masalar yemekle doluydu, çalgıcılar neşeli türküler çalıyordu. Kaplıcalardan gelen buhar, sisle birleşip yaylayı beyaz bir örtüye sarmıştı. Orhan, elinde kadehle kahkahalar atıyor, Sultan’ın hediyesini çoktan kendi malı sayıyordu.

O gün öğleden sonra, vadinin patikasında bir atlı belirdi. Tozlu kaftanıyla gelen bu adam, Cihangir Sultan’ın yaveri Hüseyin’di. Uzun boylu, sert bakışlı ama yumuşak sesli biriydi. Hasan, onu kale kapısında karşıladı.

“Hoş geldin, Hüseyin. Yüzün neden solgun?”

Hüseyin, atından inip selam verdi.
“Hasan Bey, haberler kötü. Doğudan Moğollar, batıdan Haçlılar geliyor. Sultan seni ve Orhan’ı uyarmamı istedi.”

Hasan’ın kaşları çatıldı, elindeki asayı sıkıca kavradı.
“Ne kadar yakındalar?”
“Moğollar üç gün, Haçlılar belki dört gün uzakta. Ama sayıca çoklar.”

Hasan, derin bir nefes aldı. Vadisine baktı; değirmenler, ahırlar, köylüler… Hepsi ona emanetti.

“Sultan ne yapmamı istiyor?”

Hüseyin, cebinden bir kâğıt çıkardı, sesi ciddileşti.
“Sultan diyor ki: ‘Emanetlerimi bana satın. İstila başladı, ben askerlerimle korurum. Savaş bitince daha iyisini veririm. Satmazsanız her şeyiniz gider.”

Hasan, kâğıdı aldı, okudu. Gözleri kararlılıkla parladı.
“Bu vadi Sultan’ın emanetidir, Tabii ki satıyorum! Büyük bir mutlulukla kabul ediyorum ve bin kere teşekkür ederim. Askerleri hemen gönderin.”

Hüseyin başını salladı.
“Akıllıca bir seçim, Hasan Bey. Sultan seninle gurur duyar.”

...

Hüseyin, atına binip Ayder’e doğru yola çıktı. 25 kilometrelik yol, rüzgârın uğultusuyla doluydu. Ayder’e vardığında, Orhan’ı konağın balkonunda buldu. Orhan, elinde kadehle misafirlerine bir hikâye anlatıyordu. Hüseyin’in geldiğini görünce kaşlarını kaldırdı.

“Hüseyin, sen de mi şölene katıldın? Otur, bir kadeh al!”

Hüseyin, gülümsemedi.
“Orhan Bey, eğlence zamanı değil. Moğollar doğudan, Haçlılar batıdan geliyor. Sultan seni uyarıyor.”

Orhan, kadehini masaya koydu, yüzü asıldı.
“Ne istilası? Daha dün şölen yaptık, her şey yolundaydı!”
“Düşman kapıda, Orhan. Sultan emanetini geri almak istiyor. ‘Sat bana, askerlerimle korurum,’ diyor.

Orhan, bir kahkaha attı, ama sesi titriyordu.

“Bu arazi benim, Hüseyin! Sultan mı alacak? Asla satmam!”

Hüseyin, Orhan’a uzun uzun baktı.
“Düşün, Orhan Bey. Haçlılar buraya vardığında ne yapacaksın? 30 adamınla mı savaşacaksın?”

Orhan, konağın balkonundan yaylaya baktı; kaplıcalar, bahçeler… Hepsi onundu, öyle sanıyordu.
“Benim askerlerim yeter. Sultan korkmasın, burayı korurum!”

Hüseyin, cebinden bir kâğıt çıkardı, sesi ciddileşti.

“Düşman kapıda, Orhan. Sultan emanetini geri almak istiyor. Dinle, Sultan’ın fermanı şöyle: ‘Size emanet verdiğim malları bana satın. Ben onları sizin için korurum, böylece boş yere ziyan olmaz. Savaş bittiğinde size daha güzel bir şekilde geri vereceğim. Üstelik bu mallar sizinmiş gibi size çok büyük bir bedel ödeyeceğim. Ayrıca bu yayladaki kaplıcalar, bahçeler ve aletler benim adıma çalıştırılacak; hem değeri hem kazancı bin kat artacak ve hepsini size vereceğim. Siz fakir ve güçsüzsünüz; bu büyük işlerin masraflarını karşılayamazsınız. Bütün giderleri ben üstlenirim, kârı da size bırakırım. Üstelik savaş bitene kadar bu mallar elinizde kalacak. Bakın, tam beş kat kârlı bir iş bu! Eğer satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki kimse elindekini koruyamıyor. Herkes gibi sizin de mallarınız elinizden çıkacak, hem de boş yere heba olacak. Bu büyük bedelden mahrum kalacaksınız. Üstelik o değerli aletler, kullanılmadıkları için işe yaramaz hale gelecek. Hem bakım zahmeti hem de masraflar sizin başınıza kalacak. Dahası, emanete ihanet ettiğiniz için cezalandırılacaksınız. İşte bu, beş kat zarar demektir! Bana satarsanız, bu benim askerim olup benim adıma hareket etmeniz anlamına gelir. Sıradan bir köle ya da başıbozuk biri olmak yerine, yüce bir padişahın özel ve özgür bir yaveri olursunuz.’ 2000 adam hazır.”

Orhan, Hüseyin’in sözlerini dinlerken bir kahkaha attı, ama sesi titriyordu. Sanki bu yaylada sonsuza dek kalacakmış gibi dünyadaki sarsıntılardan, belalardan haberi yoktu.
“Hayır, padişah da kimmiş? Malımı satmam, keyfimi bozmam!”

...
Hüseyin, Orhan’a uzun uzun baktı. Hüseyin, daha fazla üstelemedi. Atına bindi, sessizce payitahta döndü. O gece, Kaçkar Vadisi’ne 2000 asker geldi. Hasan, onları kale avlusunda karşıladı. Köylüleri topladı, 50 adamını da silahlandırdı.

“Kardeşlerim, Moğollar geliyor. Bu vadiyi koruyacağız. Sultan bizimle,” dedi. Köylüler, “Başüstüne!” diye bağırdı.

Ayder’de ise Orhan, şölenine devam etti. Misafirleri dağılmıştı ama o, konağında yalnız başına içiyordu. 30 askeri vardı; çoğu yayladaki çobanlardan toplanmıştı. Silah imalathanesi sessizdi, kaplıcalar hâlâ sıcaktı ama ufukta bir gölge büyüyordu.

Üç gün sonra, doğuda toz bulutları yükseldi. Moğol atlıları, oklarıyla gökyüzünü karartarak Kaçkar’a yaklaşıyordu. Aynı anda, batı kıyılarında Haçlı gemilerinin yelkenleri belirdi; savaş davulları sahili inletiyordu. Hasan, kale surlarında nöbet tutarken, Orhan konağında şarap içiyordu. Fırtına başlamıştı.



Üçüncü Bölüm: Ateş ve Toz

Kaçkar Vadisi’nde sabahın ilk ışıkları, sislerin arasından süzülüyordu. Ama bu sabah huzurlu değildi. Uzakta, doğudan gelen toz bulutları gökyüzünü karartmıştı. Moğol atlıları, yaylarını germiş, oklarıyla vadinin sessizliğini bozmaya geliyordu. Hasan, kale surlarında duruyordu. Yanında Sultan’ın gönderdiği 2000 asker, zırhlarını kuşanmış, kılıçlarını bileyliyordu. Hasan’ın kendi 50 adamı da hazırdı; köylüler, çobanlar, demirciler… Hepsi bir aradaydı.

Hasan, surlardan aşağı baktı. Vadinin girişinde değirmenler hâlâ dönüyordu, ama rüzgâr artık barut kokusu taşıyordu. Başındaki komutanlardan biri, Yusuf, yanına geldi.

“Hasan Bey, Moğollar yaklaştı. Sayıları binleri buluyor,” dedi, sesi sakin ama ciddi.

Hasan, asasını sıkıca tuttu.
“Sultan’ın askerleri burada, Yusuf. 2000 adamla bu vadiyi koruruz. Hazır mıyız?”

Yusuf başını salladı.
“Kale surları sağlam, okçular yerlerinde. Moğollar buradan geçemez.”

Hasan, köylülerine döndü, sesini yükseltti.
“Kardeşlerim, bu vadi bizim evimiz, Sultan’ın emaneti. Bugün kanımızla koruruz!”

Tam o anda, Moğolların ilk okları surlara çarptı. Gürültü vadide yankılandı. 2000 asker, Hasan’ın komutlarıyla harekete geçti. Okçular karşılık verdi, kılıçlılar kale kapısını tuttu. Moğollar dalga dalga saldırdı, ama Sultan’ın ordusu dimdik duruyordu. Saatler geçti; toz, duman ve çığlıklar birbirine karıştı. Sonunda, Moğollar geri çekildi. Vadi kurtulmuştu. Hasan, surda diz çöktü, alnındaki teri sildi.

“Sultan’a şükürler olsun,” diye mırıldandı.

25 kilometre ötedeki Ayder Yaylası’nda ise her şey çok farklıydı. Haçlı gemileri kıyıya varmış, zırhlı şövalyeler sahilden yaylaya doğru ilerliyordu. Orhan, konağının balkonunda tek başınaydı. Şölen masaları devrilmiş, misafirleri çoktan kaçmıştı. Elinde kadeh değil, paslı bir kılıç vardı. 30 askeri, kapının önünde korkuyla bekliyordu; çoğu yaylanın çobanlarıydı, savaşmayı bilmezlerdi.

Orhan, ufka baktı. Haçlıların savaş davulları kulaklarını dolduruyordu. Adamlarından biri, genç bir çoban olan Ali, yanına koştu.

“Orhan Bey, Haçlılar geldi! Ne yapacağız?”

Orhan, bağırdı.
“Ne yapacağız mı? Savaşacağız, Ali! Bu arazi benim, kimseye vermem!”

Ali’nin yüzü bembeyaz oldu.
“Ama biz 30 kişiyiz, onlar binler! Sultan’ın askerlerini niye reddettin?”

Orhan, Ali’ye ters ters baktı.
“Kes sesini! Benim adamlarım yeter. Gidin, kapıyı tutun!”

Ama kapıyı tutmak diye bir şey olmadı. Haçlılar, yaylaya vardığında, Orhan’ın 30 adamı tek tek dağıldı. Şövalyeler, konağa doğru ilerledi. İlk alevler kaplıcaların yanındaki bahçeden yükseldi. Silah imalathanesi patladı, konak taş taş üstünde kalmadı. Orhan, ailesinin çığlıklarını duydu; karısı ve çocukları içerdeydi. Kılıcını düşürdü, atına atladı ve sislerin arasına kaçtı. Arkasında, Ayder yanıyordu. Atlar katledilmiş, bahçeler kül olmuştu.

Günler sonra, savaşın tozu dindi. Hasan, vadisinde köylülerle zaferi kutluyordu. Sultan’ın 2000 askeri, Moğolları püskürtmüş, vadiyi kurtarmıştı. Cihangir Sultan, haberleri alınca Hasan’ı saraya çağırdı. Taht odasında, Hasan diz çöktü.

“Sultanım, emanetini korudum. Vadi hâlâ senin,” dedi.

Cihangir, ayağa kalktı, Hasan’ın omzuna dokundu.
“Sen benim vezirimsin artık, Hasan. Sadakatinle ülkemi kurtardın.”

Ama Orhan’ın kaderi bambaşkaydı. Dağlarda, aç ve sefil bir halde dolaşıyordu. Bir gün, Sultan’ın adamları onu buldu. Payitahta zincirlerle getirildi. Cihangir, tahtında oturuyordu, yüzü taş gibiydi. Orhan, dizlerinin üstüne çöktü, titriyordu.

“Sultanım, bağışla beni! Her şeyimi kaybettim,” diye yalvardı.

Cihangir’in sesi buz gibiydi.
“Emanetimi bana satmadın, Orhan. Savaşta başarısız oldun, ülkemi tehlikeye attın. Ailen, malin, şerefin… Hepsi gitti. Bu senin sınavındı, senin seçimindi.”

Orhan ağlamaya başladı.
“Merhamet, Sultanım!”

Ama Cihangir elini kaldırdı.
“Merhamet, sadakate verilir. Cellat!”

O gün, sarayın avlusunda Orhan’ın son nefesi kesildi. Hasan, vadisine döndü; değirmenler yeniden dönmeye başladı. Ayder ise harabeye dönmüştü; eklem ağrıları, romatizmal rahatsızlıklar ve cilt hastalıkları gibi sorunlara iyi gelen kaplıcaların buharı, küllerin üstünde yükseliyordu.


Son Söz

Kaçkar Kalesi, yani Kale-i Bala, o günden sonra Oğuz Türklerinin zafer nişanı gibi yükseldi. Hasan, vezir olarak vadisine döndü; değirmenler yeniden döndü, atlar yeniden kişnedi. Oğuzların torunu, sadakatiyle atalarının ruhunu yüceltti. Ayder Yaylası ise harabeye döndü; kaplıcaların buharı, küllerin üstünde yükseldi.

Rize’nin dağları, bu destanı unutmadı. Kaçkarlar, Oğuzların sadakatini; Ayder, kibirle yitip giden mirasını temsil etti. Cihangir Sultan, bir Türk beyi olarak tahtında hüküm sürdü, dostlarının sınavını hep hatırladı. Bu topraklar, emanetin gücünü ve ihanetin bedelini anlatan bir türkü oldu. Her sisli sabah, her çağlayan dere, Oğuzların izlerini fısıldar. Kale-i Bala hâlâ orada; taşlarında Türk tarihinin yankıları, rüzgârında eski bir dostluk. Ayder ise bomboş bir çayır gibi, altın işlemeli kapılı konaktan hiç bir iz kalmadı.



Not: Bu hikaye
aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 6. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır....

ÖZET:

Bir zamanlar bir padişah, halkından iki kişiye emanet olarak birer çiftlik verdi. Bu çiftliklerde fabrika, makineler, atlar, silahlar gibi her türlü imkân vardı. Ancak o dönemde ortalık karışıktı; savaşlar, fırtınalar yüzünden hiçbir şey yerinde durmuyordu. Her şey ya yok oluyor ya da değişip elden çıkıyordu. Padişah, bu iki kişiye acıdığı için güvenilir bir yaverini gönderdi. Yaver, padişahın merhamet dolu bir fermanını onlara okudu ve şöyle dedi:

“Size emanet verdiğim malları bana satın. Ben onları sizin için korurum, böylece boş yere ziyan olmaz. Savaş bittiğinde size daha güzel bir şekilde geri vereceğim. Üstelik bu mallar sizinmiş gibi size çok büyük bir bedel ödeyeceğim. Ayrıca bu çiftlikteki makineler ve aletler benim adıma çalıştırılacak; hem değeri hem kazancı bin kat artacak ve hepsini size vereceğim. Siz fakir ve güçsüzsünüz; bu büyük işlerin masraflarını karşılayamazsınız. Bütün giderleri ben üstlenirim, kârı da size bırakırım. Üstelik savaş bitene kadar bu mallar elinizde kalacak. Bakın, tam beş kat kârlı bir iş bu!

Eğer satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki kimse elindekini koruyamıyor. Herkes gibi sizin de mallarınız elinizden çıkacak, hem de boş yere heba olacak. Bu büyük bedelden mahrum kalacaksınız. Üstelik o değerli aletler, kullanılmadıkları için işe yaramaz hale gelecek. Hem bakım zahmeti hem de masraflar sizin başınıza kalacak. Dahası, emanete ihanet ettiğiniz için cezalandırılacaksınız. İşte bu, beş kat zarar demektir!

Bana satarsanız, bu benim askeri olup benim adıma hareket etmeniz anlamına gelir. Sıradan bir köle ya da başıbozuk biri olmak yerine, yüce bir padişahın özel ve özgür bir yaveri olursunuz.”

Bu iki adam fermandaki bu sözleri duydu. İçlerinden aklı başında olanı hemen atıldı: “Tabii ki satıyorum! Büyük bir mutlulukla kabul ediyorum ve bin kere teşekkür ederim.” Diğeri ise kibirliydi; kendini beğenmiş, bencil, içkiye düşkün biriydi. Sanki o çiftlikte sonsuza dek kalacakmış gibi dünyadaki sarsıntılardan, belalardan haberi yoktu. “Hayır, padişah da kimmiş? Malımı satmam, keyfimi bozmam!” dedi.

Aradan biraz zaman geçti. İlk adam öyle bir konuma yükseldi ki herkes ona imrendi. Padişahın sevgisini kazanmış, sarayında huzur içinde yaşıyordu. Diğeri ise öyle bir duruma düştü ki herkes ona acıyor ve “Hak etti!” diyordu. Çünkü yaptığı hatanın sonucunda hem mutluluğunu hem malını kaybetmiş, hem de cezalarla, acılarla boğuşuyordu.


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

“Emanetin Bedeli”, nefis ve malı Cenâb-ı Hakk’a satmanın, yani Allah’a teslimiyetin ve sadakatin ne kadar kârlı bir ticaret olduğunu anlatan temsili bir hikâyedir. Hikâyede, Cihangir Sultan’ın iki dostuna emanet olarak verdiği Kaçkar Vadisi ve Ayder Yaylası, insanın dünya hayatındaki malvarlığını, bedensel ve ruhsal yeteneklerini sembolize eder. Sultan’ın emaneti geri alma isteği, Allah’ın insandan teslimiyet bekleyişini; Hasan’ın sadakati, Allah’a güvenip emaneti teslim eden mü’mini; Orhan’ın kibri ise nefsinin esiri olup emaneti satmayan kâfiri temsil eder.

Hikâye, sadakatin beş kat kârlı bir ticaret olduğunu gösterir: Fani mal sonsuz bir kazanca dönüşür, Cennet gibi bir ödül alınır, insanın yetenekleri değer kazanır, zayıflığına rağmen Allah’a dayanarak huzur bulur ve ibadetlerinin meyvesini ahirette alır. Tersi durumda ise beş kat zarar vardır: Mal ve sevdikleri fani olup kaybolur, emanete ihanet cezası çekilir, insanın değerli yetenekleri heba olur, hayatın yükü altında ezilir ve ahiret saadeti yerine azaba düşülür.

Kaçkar Kalesi’nde zafer kazanan Hasan, Allah’a teslimiyetin ödülünü; Ayder’de her şeyini kaybeden Orhan ise nefsinin kibrine yenilmenin bedelini yaşar. Bu hikâye, Oğuz Türklerinin yurdunda geçen bir destan olsa da, evrensel bir mesaj taşır: Allah’ın emanetine sadık kalmak, en büyük kazançtır; kibir ve hıyanet ise en büyük kayıp. İnsana düşen, helal dairede yaşayıp Allah’a kul olmak, kusur ettiğinde af dilemektir: “Ya Rab, kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emin kıl. Âmin.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları