Önsöz
Bu hikaye, bir öğretmenin beton duvarlar arasında başlayan, ama sınırsız bir umutla devam eden yolculuğudur. Ahmet Hoca, Kırçalı’da çocuklara doğruyu öğreten, sabrı ve şükrü hayatına rehber kılan bir adamdı. 2016’da, bir yaz gecesi, evinden alındığında, ne Zeynep’inin gülüşünü kaybedeceğini ne de Ayşe’sinin sessizliğine gömüleceğini biliyordu. Haksızlık, onu Silivri’nin soğuk koğuşuna zincirledi; ama o, orada bile bir sınıf kurdu. Yeni öğrencileri, mahkumlar oldu; yeni dersi, sabır ve insanlık.
Yapay Zeka Diyaloglarını DinleBu, sadece Ahmet’in hikayesi değil. Türkiye’de binlerce masumun, adaletsizliğin gölgesinde savrulduğu yılların bir yansıması. Zeynep’in “Anne bak babam geldi” sözleri, belki de bir çocuğun babasına son vedasıydı; belki de ilahi bir merhametin tesellisi. Ahmet, betondan özgürlüğe, özgürlükten yeni bir sınıfa yürüdü. Ama her adımda, bir şey eksikti: Zeynep’i.
Bu satırları okurken, Ahmet’in gözünden gözyaşlarını, Ayşe’nin sessiz çığlıklarını, Zeynep’in minik yüreğini hissedeceksiniz. Ve belki de şunu soracaksınız: Adalet, neden bazen bu kadar geç gelir? Bu hikaye, o sorunun cevabını ararken, bir öğretmenin pes etmeyen ruhunu anlatıyor. Hoş geldiniz, Ahmet Hoca’nın yeni sınıfına.
İlk Bölüm: Kasabanın Işığı
O gece Ahmet Hoca, sobanın başında otururken içinden geçirdi: “Hayat böyle güzel, böyle sade olmalı.” Bilmiyordu ki, bu sakin günler, bir fırtınanın habercisiydi. Kırçalı’nın ışığı, yakında betonun gölgesine düşecekti.
İkinci Bölüm: İftiranın İlk Adımı (2016 Yazı)
Ama Kırçalı’da hava değişmişti. OHAL ilan edildiğinde, çayhanede fısıltılar başladı: “Gülen’ciler temizlenecek.” Ahmet Hoca bu söylentilere kulak asmadı. Ne bir grupla ne bir örgütle ilgisi vardı; hayatı çocuklara doğruyu öğretmekle geçmişti. Ancak aynı günlerde, kasabadan birkaç kilometre uzakta, Kırçalı Cezaevi’nde başka bir hikâye yazılıyordu.
Polisler Ahmet’i kolundan tutup arabaya bindirdi. Ayşe kapının eşiğinde donakaldı, Zeynep ağlamaya başladı. Araba uzaklaşırken, Ahmet son kez kasabasına baktı. Bilmiyordu ki, Hakan’ın attığı bir imza, hayatını karartmıştı.
Üçüncü Bölüm: Betonun Kapısı (2016 Yazı)
Günler geçti. Ahmet, kasabanın küçük nezarethanesinde bekledi. Beton zeminde uyumaya çalışırken Zeynep’in “Baba, ne zaman geleceksin?” deyişi kulaklarında çınlıyordu. Ayşe’nin çaresiz bakışları gözünün önünden gitmiyordu. Nihayet mahkeme günü geldi. Kırçalı’dan Silivri’deki adliyeye götürüldüğünde, ailesi de oradaydı. Ayşe ve Zeynep, izleyici sıralarında oturuyordu; Ayşe’nin gözleri şişmiş, Zeynep’in elleri annesinin eteğine sıkıca yapışmıştı.
Silivri Hapishanesi’nin kapısı açıldığında, Ahmet’i soğuk bir rüzgâr karşıladı. Gardiyanlar onu iterek içeri soktu. Koğuşa adım attığında, karşısında iri yarı bir adam, Kara, duruyordu. Yanında genç bir mahkûm, Delikanlı, alaycı bir bakış atıyordu. Ahmet’in gözleri hâlâ ıslaktı, ama içinde bir ses fısıldadı: “Burası son değil, belki bir başlangıç.” Betonun gölgesi, artık onun yeni dünyasıydı.
Dördüncü Bölüm: Betonun İçinde
Silivri Hapishanesi’nin kapısı Ahmet Hoca’nın arkasından gürültüyle kapandığında, soğuk bir rüzgâr yüzüne çarptı. Gardiyanlar onu iterek dar bir koridordan geçirdi; duvarlar gri, hava rutubet kokuyordu. Ayak sesleri beton zeminde yankılanırken, Ahmet’in kulaklarında hâlâ Zeynep’in “Baba, geri gel!” çığlıkları çınlıyordu. Ayşe’nin feryadı, gözlerinin önünden silinmiyordu. Ama şimdi buradaydı; kasabasından, ailesinden, özgürlüğünden koparılmış, betonun gölgesine atılmış bir adam.
O gün öğleden sonra, Ahmet koğuşun bir köşesine çekildi. Çantasını karıştırdı, kitabı eline aldı. Sayfalarını çevirirken bir cümle gözüne çarptı: “Hapisteki gençler Nurlara ekmek kadar muhtaçtır.” Gözleri doldu. Kara, Delikanlı, Dede… Hepsi bir şekilde yaralıydı. Ve o, bir öğretmendi. Dışarıda öğrencilerine umut vermişti; neden burada da aynısını yapmasın?
O gece Ahmet uyuyamadı. Betonun soğuğu sırtına batsa da, içinde bir sıcaklık vardı. Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı hâlâ yüreğini dağlıyordu, ama burada bir amaç bulmuştu. Bu karanlık koğuş, belki de onun yeni sınıfıydı. Ve bu azgın suçlular, onun yeni öğrencileri.
Beşinci Bölüm: Karanlıkta Bir Işık
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda geçirdiği ilk gecenin sabahında uyandığında, sırtındaki ağrıdan çok yüreğindeki sızı ağır basıyordu. Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Ama dün gece koğuşun ortasında kitabı açıp birkaç cümle okuduğunda, içinde bir umut kıvılcımı yanmıştı. Bu insanlar –Kara, Delikanlı, Dede– ona düşman gibi baksa da, gözlerinde bir arayış vardı. Ve Ahmet, bir öğretmendi; kasabada çocuklara umut vermişti, burada da aynısını yapabilirdi.
Ahmet, o akşam kitabı eline aldığında içinden geçirdi: “Zeynep, Ayşe… Sizi özlüyorum. Ama burada bir ışık yakıyorum. Belki bu, hepimizin kurtuluşu olur.” Koğuş, artık sadece beton değildi; bir dershaneydi.
Altıncı Bölüm: Dersin Yankıları
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalar geçirdi, ama her akşam koğuşun ortasına oturup Risale-i Nur’dan birkaç sayfa okuması bir alışkanlık haline geldi. İlk başlarda alay eden gözler, şimdi merakla ona dönüyordu. Delikanlı namaz kılmayı öğrenmiş, beceriksizce de olsa her gün deniyordu. Dede, Ahmet’ten aldığı dualarla geceleri daha huzurlu uyuyordu. Kara ise hâlâ mesafeliydi, ama her akşam sessizce dinliyor, homurdanmayı bırakmıştı. Koğuş, yavaş yavaş bir dershaneye dönüşüyordu.
Günler geçtikçe, Ahmet’in dersleri koğuşu değiştirdi. Delikanlı, namaz kılarken diğer mahkûmlara öğretmeye başladı. Bir akşam, koğuşta üç kişi birden namaza durdu; beton zeminde secdeye kapanan gölgeler, karanlığa meydan okuyordu. Dede, her gece Ahmet’in öğrettiği duaları mırıldanıyordu. Kara ise bir akşam, eline bir tespih aldı, sessizce zikir çekmeye başladı. Ahmet, bunu görünce içinden geçirdi: “Bu betonun içinde bir çiçek açıyor.”
Ahmet, o gece ranzasına uzandığında gözlerini kapadı. Zeynep’in yüzü, Ayşe’nin gözyaşları hâlâ yüreğindeydi, ama burada bir ışık yakmıştı. Bu koğuş, onun yeni sınıfıydı; bu mahkûmlar, yeni öğrencileriydi.
Yedinci Bölüm: Elinden Alınan Işık
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalardır bir değişim başlatmıştı. Her akşam Risale-i Nur’dan okuduğu satırlar, mahkûmların yüreğinde bir yankı buluyordu. Delikanlı namaz kılmayı öğrenmiş, Dede dualarla huzur bulmuş, Kara bile tespih çekmeye başlamıştı. Koğuş, artık sadece bir hapis değil, bir dershaneydi. Ama bu huzur, uzun sürmeyecekti.
Ahmet, o gece ranzasına uzandığında içinden geçirdi: “Kitabım gitti, ama ışığım sönmedi. Zeynep, Ayşe… Sizin için de buradayım.” Koğuş, artık onun sınıfıydı; mahkûmlar, öğrencileriydi.
Sekizinci Bölüm: Camın Ardındaki Umut
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalar geçirmiş, kitabı elinden alınsa da derslerine hafızasıyla devam etmişti. Koğuş bir dershaneye dönmüştü; Kara namaz öğrenmeye başlamış, Delikanlı tövbeyle değişmiş, Dede dualarla huzur bulmuştu. Ama Ahmet’in yüreği hâlâ Kırçalı’daydı; Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı her gece rüyalarına sızıyordu.
Görüş süresi bittiğinde, gardiyan Ahmet’i kolundan tuttu. Ayşe ve Zeynep camın ardında ağlayarak kaldı. Ahmet koğuşa dönerken gözleri ıslaktı, ama içinde bir kararlılık vardı: “Onlar için de bu ışığı yakacağım.”
O gece, Ahmet ranzasında dua etti: “Zeynep’im, Ayşe’m… Sabredin. Bu betonun içinden bir yol bulacağım.” Yargı süreci uzundu, ama umudu vardı.
Dokuzuncu Bölüm: Havalandırmadaki Huzur
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda aylar geçirmişti. Kitabı elinden alınsa da hafızasıyla derslerine devam ediyor, Kara, Delikanlı ve Dede’yi adım adım değiştiriyordu. Koğuş bir dershaneye dönmüştü, ama Ahmet’in aklı hâlâ ailesindeydi. Ayşe’nin çaresizliği, Zeynep’in gözyaşları yüreğini dağlıyordu. Yargıtay süreci belirsizdi; avukatı “Sabret, döner” diyordu, ama zaman ağır işliyordu.
Onuncu Bölüm: Kırçalı’daki Çığlık
Kırçalı’da sonbahar gelmiş, kasabanın sokakları sarı yapraklarla dolmuştu. Ayşe, Ahmet’in hapse düşmesinden beri geçimi sağlamak için terzi dükkânında gece gündüz çalışıyordu. Zeynep ise okula gidemiyor, evde annesinin yanında sessizce oturuyordu. Babasının yokluğu, küçük kızın gözlerinde bir gölge bırakmıştı. Her gece yastığına sarılıp “Baba ne zaman gelecek?” diye mırıldanıyordu. Ayşe, kızına güçlü görünmeye çalışsa da, içi yanıyordu.
Bir akşam, Ayşe mutfakta çorba kaynatırken Zeynep yerde oyuncaklarıyla oynuyordu. Ansızın bir sessizlik çöktü. Ayşe başını çevirdiğinde, Zeynep’in titrediğini gördü. Küçük beden kasılıp gevşiyor, gözleri kayıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Kızım, ne oluyor sana?!”
Kâseyi yere düşürdü, Zeynep’in yanına koştu. Kızını kucağına aldı, ama nöbet durmuyordu. Zeynep’in minik elleri havada çırpınıyor, başı geriye düşüyordu. Ayşe ağlayarak bağırdı:
“Yardım edin! Biri yardım etsin!”
Komşular koştu, biri Zeynep’i kucaklayıp arabaya taşıdı. Hastaneye vardıklarında, doktorlar hemen müdahale etti. Ayşe koridorda ağlayarak beklerken, bir doktor yanına geldi:
“Hanımefendi, kızınız epilepsi nöbeti geçirmiş. Durumu stabil, ama tetikleyici bir şey olmuş olabilir. Son zamanlarda stresli bir olay yaşadınız mı?”
Ayşe hıçkırıklar arasında cevap verdi:
“Kocam hapse girdi… Zeynep onsuz perişan. Her gece ağlıyor, babasını soruyor.”
Doktor içini çekti:
“Stres ve travma, epilepsiyi tetikleyebilir. Zeynep’in yatkınlığı varsa, bu olay başlatmış olabilir. İlaç vereceğiz, ama duygusal destek de şart.”
Ayşe başını ellerinin arasına aldı:
“Ahmet… Sensiz ne hale geldik…”
Silivri’de, Ahmet Hoca koğuşta derslerine devam ediyordu. Havalandırmadaki cuma namazı, mahkûmları birleştirmiş, 60 kişi beton zeminde huzur bulmuştu. Ama bir sabah, gardiyan kapıyı açtı, Ahmet’e seslendi:
“Hoca, görüşün var. Avukatın gelmiş.”
Ahmet koğuşta mahkûmlara döndü:
“Belki iyi haber vardır. Dua edin.”
Kara başını salladı:
“Hoca, umarım çıkarsın. Ama bizi bırakma.”
Görüş odasında, avukatı bekliyordu. Yüzü ciddiydi, elinde bir dosya vardı. Ahmet telefonu aldı:
“Ne haber? Yargıtay’dan bir şey mi var?”
Avukat derin bir nefes aldı:
“Ahmet Bey, önce kötü bir haber. Zeynep hastalanmış. Epilepsi nöbeti geçirmiş. Ayşe perişan, hastaneden yazmış.”
Ahmet’in eli titredi, telefon neredeyse düşecekti:
“Ne? Zeynep’im… Nasıl olur? O daha çocuk!”
Avukat devam etti:
“Stres tetiklemiş olabilir. Babasının yokluğu onu çok etkilemiş. Ama durumu stabil, ilaçla kontrol altına alınacak.”
Ahmet gözlerini kapadı, gözyaşları yanaklarından süzüldü:
“Zeynep’im… Benim yüzümden… Ayşe ne yapacak şimdi?”
Avukat omzuna dokundu:
“Ahmet Bey, dayan. Yargıtay’dan henüz haber yok, ama umut var. Bu delillerle karar dönmeli. Sabret.”
Ahmet yutkundu:
“Sabrederim. Ama kızım… Onu böyle bırakamam.”
Koğuşa döndüğünde, yüzü solgundu. Delikanlı hemen fark etti:
“Hocam, ne oldu? Kötü bir şey mi var?”
Ahmet oturdu, sesi titreyerek:
“Kızım Zeynep hastalanmış. Epilepsi nöbeti geçirmiş. Benim yüzümden…”
Kara yanına geldi, sert ama şefkatli bir sesle:
“Hoca, suçlu değilsin. İftiracılar suçlu, bu adaletsizlik suçlu. Kızına dua ederiz.”
Dede, zayıf eliyle Ahmet’in kolunu tuttu:
“Hocam, Zeynep için dua okuyalım. Sen bize öğrettin, şimdi sıra bizde.”
O akşam, Ahmet ders vermedi. Koğuşta mahkûmlar bir halka oldu; Kara, Delikanlı, Dede ve diğerleri, Ahmet’in öğrettiği duaları okudu. Ahmet gözleri kapalı dinledi, içinden geçirdi: “Zeynep’im, Ayşe’m… Sizin için buradayım. Bu betonu sizin için aşacağım.”
On Birinci Bölüm: Yargıtay Sürecinin Sonu
Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda ikinci yılındaydı. 2018’in soğuk bir kış günüydü. 2016’da başlayan kâbus, OHAL’in gölgesinde uzayıp gidiyordu. Koğuşta dersleri devam ediyordu; Kara namaz kılıyor, Delikanlı tövbesini sürdürüyor, Dede dualarla güç buluyordu. Ama Ahmet’in aklı Zeynep’taydı. Ayşe’nin mektupları, kızının nöbetlerinin sıklaştığını söylüyordu. Ahmet, her gece Zeynep’in titrek yazısıyla yazılmış “Baba, ne zaman geleceksin?” satırlarını okuyordu.
Bir sabah, gardiyan kapıyı açtı:
“Ahmet Yılmaz, görüşe çık. Avukatın gelmiş.”
Ahmet ranzasından kalktı, mahkûmlara döndü:
“Dua edin, belki Yargıtay’dan haber var.”
Kara tespihini elinde çevirdi:
“Hoca, umarım çıkarsın. Zeynep’in yüzü güler.”
Görüş odasında, avukatı dosyayı açmış bekliyordu. Ahmet telefonu aldı:
“Ne haber? Yargıtay’dan mı?”
Avukat başını salladı, sesi ağır:
“Evet, Ahmet Bey. 2017’de temyize gittik, ama karar geldi. Reddettiler. 6 yıl cezayı onadılar.”
Ahmet’in nefesi kesildi:
“Nasıl? Digitürk iptali, banka hesabı… Bu mu delil?”
Avukat içini çekti:
“OHAL dönemi böyle. Deliller zayıf, ama kararlar sert. Anayasa Mahkemesi’ne başvuracağız.”
Ahmet gözlerini yumdu:
“Zeynep hasta, avukat. Daha ne kadar?”
Avukat sakin bir sesle:
“Sabret, Ahmet Bey. AYM umut olabilir.”
Koğuşa döndüğünde, Ahmet’in yüzü gölgeliydi. Delikanlı sordu:
“Hocam, ne oldu?”
Ahmet oturdu:
“Yargıtay reddetmiş. AYM’ye gidiyoruz.”
Dede mırıldandı:
“Hocam, dua edelim. Zeynep için, senin için.”
On İkinci Bölüm: Yargı Labirenti
Zaman geçti. 2021’e gelindiğinde, Ahmet dördüncü yılını yaşıyordu. Koğuş değişmemişti; beton hâlâ soğuk, mahkûmlar hâlâ yanındaydı. Zeynep’in nöbetleri artmıştı; Ayşe’nin son mektubu “Zeynep seni soruyor, dayanamıyorum” diyordu. O sabah, gardiyan yine geldi:
“Ahmet Yılmaz, görüşe çık.”
Ahmet umutla kalktı:
“Belki AYM’den haber var.”
Kara başını salladı:
“Hoca, bu sefer olsun.”
Görüş odasında, avukatın yüzü daha da asıktı:
“Ahmet Bey, AYM’den sonuç geldi. 2019’da başvurduk, ama 2021’de karar verdiler. Reddederler.”
Ahmet masaya yumruğunu vurdu:
“Bu mu adalet? Zeynep’im ölüyor, Ayşe perişan! Daha ne yapayım?”
Avukat cevap verdi:
“AİHM’e gidiyoruz. Hak ihlali açık, kazanırız. Ama 6 yılını tamamlaman gerekebilir.”
Ahmet’in sesi titredi:
“2022’ye kadar mı? Zeynep bekler mi?”
Avukat omzuna dokundu:
“Dayan, Ahmet Bey. AİHM’den tazminat alırız.”
Koğuşa döndüğünde, Ahmet çöktü. Kara yanına geldi:
“Hoca, ne oldu yine?”
Ahmet başını ellerinin arasına aldı:
“AYM de reddetmiş. AİHM’e kaldık. 2022’ye kadar buradayım.”
Delikanlı öfkeyle:
“Bu nasıl iş, Hocam? Sen suçsuzsun!”
Dede zayıf sesiyle:
“Hocam, sabret. Zeynep için dua edelim.”
O akşam, Ahmet ders için topladı mahkûmları. Halka oldular, beton zeminde oturdular. Ahmet, hafızasından anlattı:
“Hapis bir çilehanedir. Sabırla, dua ile buradan rahmet çıkar. Zeynep’im için, sizin için, hepimiz için sabredelim.”
Kara mırıldandı:
“Hoca, senin sabrın bize ders. Zeynep’e dua ediyoruz.”
Delikanlı ekledi:
“Hocam, AİHM’den çıkarsın. Zeynep’ine kavuş.”
Ders bittiğinde, Ahmet ranzasına uzandı. Zeynep’in mektubunu çıkardı, satırları okudu: “Baba, rüyamda seni gördüm.” Gözyaşları mektuba damladı. Karanlıkta mırıldandı:
“Zeynep’im, biraz daha dayan. Baban bu betondan çıkacak.”
Ama içindeki umut, yargı labirentinde gölgelenmişti. AİHM, son çaresiydi.
On Üçüncü Bölüm: Son Görüşme ve Kırılan Umut
2022 Temmuz’uydu. Ahmet Hoca, Silivri’de 6 yılını tamamlamaya iki gün kalmıştı. Betonun soğuğu sırtına işlese de, yüreğinde bir sıcaklık vardı; Zeynep’ine, Ayşe’sine kavuşacaktı. Koğuşta dersleri bitirmiş, mahkûmlarla vedalaşmaya hazırlanıyordu. O sabah, gardiyan kapıyı açtı:
“Ahmet Yılmaz, görüşün var. Ailen gelmiş.”
Ahmet’in kalbi hızlandı. Koğuşta mahkûmlar etrafını sardı. Delikanlı gülümsedi:
“Hocam, Zeynep’ini göreceksin. Şanslısın!”
Kara, tespihini elinde çevirerek:
“Hoca, selam söyle. Beton seni bırakıyor.”
Ahmet, gardiyanlarla görüş odasına yürüdü. Kalın camın ardında Ayşe ve Zeynep’i gördü. Zeynep, zayıflamış, gözleri çökmüştü, ama babasını görünce yüzü aydınlandı. Ahmet telefonu aldı, sesi titreyerek:
“Zeynep’im… Ayşe… Nasılsınız?”
Zeynep, minik ellerini cama vurdu, sevinçle:
“Baba! Annem dedi ki çıkıyormuşsun! Ne zaman?”
Ahmet gülümsedi, gözleri doldu:
“İki gün kaldı, Zeynep’im. Çıkıyorum, size geliyorum.”
Ayşe hıçkırıklar arasında:
“Ahmet, Zeynep seni çok özledi. Nöbetleri var, ama seni duyunca biraz toparladı.”
Zeynep yerinde duramıyordu, telefonu kaptı:
“Baba, iki gün mü? Eve gelince ne yapacağız, ben hepsini planladım. İlk olarak Oyuncaklarımı göstereceğim sana.”
Ahmet’in yüreği sıcacık oldu:
“Göster, Zeynep’im. Birlikte oynarız. Sabret, iki gün kaldı.”
Ayşe ekledi:
“Ahmet, Zeynep seni bekliyor.”
Ahmet başını salladı:
“Sayılı günler bitti, sabrettiniz bak işte geçti gitti.”
Görüş bittiğinde, Zeynep cama el salladı, Ahmet de ona. Gardiyanlar Ahmet’i koğuşa götürürken, yüzünde bir tebessüm vardı. Kara sordu:
“Hoca, ne oldu? Zeynep iyi mi?”
Ahmet cevap verdi:
“İyi, Kara. İki gün sonra çıkıyorum dedim, çok sevindi. Bana oyuncaklarını gösterecek.”
Dede güldü:
“Hocam, Zeynep’in duası seni kurtardı. Betondan çıkıyorsun.”
Kırçalı’da, Ayşe ve Zeynep eve döndü. Zeynep sevinçten yerinde duramıyordu. Odasında zıplıyor, oyuncaklarını topluyordu:
“Anne, babam geliyor! İki gün kaldı! Bak, bunu göstereceğim!”
Ayşe, kızının mutluluğuna bakıp gülümsedi:
“Göster, Zeynep’im. Baban çok sevinecek.”
Zeynep koşarak mutfağa gitti:
“Anne, babama çorba yapalım mı? Eve gelince içer!”
Ama o akşam, mutluluk bir anda gölgelendi. Ayşe mutfakta çorba kaynatırken, Zeynep odada oyuncaklarını diziyordu. Ansızın bir sessizlik çöktü. Ayşe başını çevirdiğinde, Zeynep’in yere yığıldığını gördü. Minik beden kasılıyor, gözleri kayıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Kızım, hayır!”
Koşup Zeynep’i kucağına aldı, ama nöbet durmuyordu. Zeynep’in elleri havada çırpınıyor, başı geriye düşüyordu. Ayşe ağlayarak bağırdı:
“Yardım edin! Lütfen, biri yardım etsin!”
Komşular kapıyı açtı, Fatma Teyze Zeynep’i arabaya taşıdı. Hastaneye vardıklarında, doktorlar müdahale etti. Ayşe koridorda dua ediyordu:
“Allah’ım, Ahmet yarın çıkıyor… Zeynep’i alma…”
Doktor yanına geldi:
“Hanımefendi, nöbet çok şiddetli. Elimden geleni yapıyoruz, ama durumu kritik.”
Ayşe feryat etti:
“Zeynep’im babasını bekliyor! Babasına kavuşmadan ölemez!”
Gece ilerledi. Zeynep yoğun bakımda yatıyordu. Ayşe, kızının elini tutmuş, başında bekliyordu. Zeynep’in son sözleri “Anne bak babam geldi” olmuştu. Monitörden bir bip sesi yükseldi, Zeynep’in eli gevşedi. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Hayır! Kızım, uyan!”
Doktorlar koştu, ama Zeynep gitmişti. Ayşe, kızının cansız bedenine sarıldı:
“Ahmet… Zeynep dayanamadı… Yarın geliyorsun, ama o yok…”
Ertesi sabah, Kırçalı’da cenaze hazırlıkları başladı. Ayşe, Zeynep’in oyuncaklarını toplarken ağlıyordu. Fatma Teyze yanına geldi:
“Ayşe, Ahmet bugün çıkıyormuş. Yoldadır.”
Ayşe başını salladı, sesi boğuk:
“Zeynep’i göremeyecek… Ne diyeceğim ona?”
On Dördüncü Bölüm: Tahliye ve Cenaze
2022 Temmuz’uydu. Ahmet Hoca, Silivri’de 6 yılını tamamlamıştı. 2016’da başlayan kâbus, beton kapıların açılmasıyla bitecekti. İki gün önce Zeynep ve Ayşe ile görüşmüştü; Zeynep’in “Baba, eve gelince ne yapalım?” sorusu, Ahmet’in yüreğinde bir bahar gibi açmıştı. Tahliye sabahı, koğuşta mahkûmlar etrafını sardı. Delikanlı sarıldı, gözleri dolu:
“Hocam, gidiyorsun. Zeynep’ine kavuş. Bizi unutma.”
Kara, sert ama şefkatli:
“Hoca, Zeynep’e selam söyle. Beton seni bırakıyor, ama bizi bırakma.”
Ahmet gülümsedi, sesi nemli:
“Unutmam sizi. Zeynep’im için dua ettiniz, bu beton sizinle anlam buldu.”
Ahmet çantasını aldı, gardiyanlarla kapıya yürüdü. Cezaevi önünde son kez beton duvarlara baktı, içinden mırıldandı:
“Zeynep’im, baban geliyor.”
Kırçalı’ya giden otobüse bindi. Yol boyunca Zeynep’in gülüşünü, Ayşe’nin yorgun ama umutlu gözlerini hayal etti. Kasabaya vardığında, hava sıcaktı, ama sokağa adım attığında bir gariplik hissetti. Evlerinin önünde kalabalık toplanmış, sessiz bir matem havası hakimdi. Ahmet’in kalbi sıkıştı, adımları hızlandı.
Evin kapısına vardığında, kapının önünde beyaz örtüyle kaplı küçük bir tabut gördü. Zeynep’in oyuncak ayısı, tabutun yanına bırakılmıştı. Ahmet’in çantası elinden düştü, dizleri titredi. Fatma Teyze koştu, ağlayarak:
“Ahmet, hoş geldin… Ama Zeynep… Dün gece vefat etti. Nöbet geçirdi, kurtaramadılar.”
Ahmet dondu kaldı, sesi çıkmadı. Gözleri tabuta kilitlendi. Ayşe kapıdan çıktı, yüzü tanınmaz haldeydi, gözleri çökmüş, elleri titriyordu. Ahmet’e baktı, hıçkırarak:
“Ahmet… Zeynep gitti… Dün gece… Seni bekliyordu…”
Ahmet, tabuta yaklaştı, elleriyle örtüyü tuttu. Zeynep’in soluk yüzünü gördü; minik kızının gözleri kapalıydı, ama yüzünde sanki bir tebessüm vardı. Ahmet dizlerinin üstüne çöktü, Zeynep’e sarıldı, gözyaşları tabuta damladı:
“Zeynep’im… Geldim işte… Söz verdim, geldim…”
Ayşe yanına çöktü, ağlayarak:
“Ahmet, dün gece nöbet geçirdi… Son sözleri… ‘Anne bak babam geldi’ dedi… Sonra gitti…”
Ahmet’in feryadı sokağı doldurdu:
“Azrail Zeynep'imin canını alırken merhamet etti, babasının yüzünle geldi… Zeynep’im beni görmeden gitmedi…”
Fatma Teyze, Ahmet’in omzuna dokundu:
“Ahmet, sabret… Zeynep seni bekledi, ama dayanamadı.”
Ahmet başını salladı, sesi boğuk:
“Sabrettim, Fatma Teyze. 6 yıl sabrettim, ama Zeynep’im sabredemedi…”
Cenaze namazı kılındı. Ahmet, Zeynep’in tabutunu omuzladı, kasabanın mezarlığına yürüdü. Her adımda Zeynep’in “Baba, ne zaman geleceksin?” sorusu kulaklarında yankılandı. Mezar başında, Zeynep’i toprağa verdiler. Ahmet, kürekle toprak atarken mırıldandı:
“Zeynep’im… Baban geldi, ama geç kaldım… Öbür dünyada kavuşuruz.”
Ayşe yanında duruyordu, ama gözleri boş bakıyordu. Ahmet ona döndü:
“Bu ayrılık, ebedî bir firak değildir, kısa dünya hayatı noktasındadır. Anne ve baba, evlatları ile yine cennette ebedî olarak mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşayacaklardır. Madem ölümün hakiki yüzü budur, öyle ise ondan korkup feryat figan etmek, lüzumsuz ve haksız yere Allah’a isyan etmek manasızdır ve kula yakışmaz.”
Ayşe cevap veremedi, sadece ağladı.
O gece, Ahmet evde Zeynep’in odasına girdi. Oyuncak ayıyı eline aldı, kokladı. Zeynep’in kokusu hâlâ oradaydı. Ranzasına oturdu, gözleri tavana daldı:
“Zeynep’im… ‘Babam geldi’ dedin… Ama ben seni göremedim…”
Betondan kurtulmuştu, ama özgürlük bir yıkımla gelmişti.
On Beşinci Bölüm: Boşanma ve Kopuş
2022 sonbaharıydı. Ahmet Hoca, Silivri’den tahliye olalı aylar olmuştu, ama Kırçalı’daki ev artık bir yuva değildi. Zeynep’in cenazesiyle başlayan yıkım, her köşede hissediliyordu. Ahmet, Zeynep’in odasına her girdiğinde oyuncak ayıyı eline alıyor, “Anne bak babam geldi” sözlerini hatırlıyordu. Ayşe’nin ise gözlerindeki ışık sönmüştü; Zeynep’in kaybı, yıllarca süren yalnızlık ve geçim sıkıntısı onu bir gölgeye çevirmişti.
Ahmet, hayata tutunmak için öğretmenliğe dönmeye karar verdi. Milli Eğitim’e dilekçe yazdı: “2016’da haksız yere ihraç edildim, 2022’de tahliye oldum. Göreve iade istiyorum.” Günler geçti, haftalar oldu, ama cevap gelmedi. Kasabada fısıltılar dolaşıyordu: “Hoca hapisten çıktı, ama damgalı.” Ahmet, bir sabah kahvede otururken eski bir meslektaşıyla karşılaştı. Adam başını eğdi:
“Ahmet, hoş geldin… Ama iş zor. OHAL’den çıkanlara kapılar kapalı.”
Ahmet yutkundu:
“Suçsuzum, beraatım yok ama AİHM’e gidiyoruz. Bir umut yok mu?”
Adam içini çekti:
“Umut var, ama sistem aynı sistem, unutmuyor. Sabret, bunu sana ödetenler bedel ödeyecek. Ya dünyada, ya ahirette makeme-i kübrada.”
Evde ise Ayşe’nin hali günden güne kötüleşiyordu. Zeynep’in odasına giremiyor, geceleri ağlayarak uyanıyordu. Ahmet bir akşam yanına oturdu, elini tuttu:
“Ayşe, isyan etmek manasız dayanmalıyız. Zeynep’imizi kaybettik, ama birbirimiz var.”
Ayşe başını çekti, sesi kırık:
“Ahmet, dayanamıyorum… Zeynep’siz, sensiz yıllarım… Beni tüketti. Ben bittim. Her şey bitti.”
Ahmet yalvardı:
“Ayşe, lütfen… Birlikte toparlarız.”
Ayşe gözlerini kaçırdı:
“Hayır, Ahmet. Boşanalım. Bu ev, bu kasaba… Her şey Zeynep’imle öldü.”
Ahmet şok içinde sustu. Ayşe’nin gözlerinde kararlılık vardı, ama bu kararlılık çaresizlikten doğmuştu. Günler sonra, boşanma davası açıldı. Mahkemede Ayşe tek cümle söyledi:
“Zeynep’siz yaşayamıyorum, Ahmet’le de…”
Hakim boşanmayı onadı. Ahmet, evden ayrıldı, kasabanın dışındaki bir odaya taşındı. Ayşe ise annesinin yanına gitti, ama ruhu çoktan kopmuştu.
2023 baharı geldiğinde, Ahmet’in avukatından bir telefon geldi:
“Ahmet Bey, AİHM’den karar çıktı. Türkiye’yi mahkum ettiler. Hak ihlali buldular, 15 bin euro tazminat ödeyecekler.”
Ahmet’in sesi yorgun:
“Güzel haber, ama Zeynep’im yok, Ayşe yok… Bu para neyi geri getirir?”
Avukat içini çekti:
“Haklısın, Ahmet Bey. Ama hakkın teslim edildi. Ne yapacaksın şimdi?”
Ahmet sustu, sonra mırıldandı:
“Bilmiyorum… Burası bana fazla artık.”
Ahmet, Kırçalı’da yapamadı. Kasaba ona Zeynep’in acısını, Ayşe’nin boş bakışlarını hatırlatıyordu. Almanya’daki bir arkadaşı aradı:
“Ahmet, gel buraya. Yeni bir hayat kur. Tazminat parasıyla başlarsın.”
Ahmet düşündü. Zeynep’in mezarına son kez gitti, elini toprağa koydu:
“Zeynep’im… Baban geldi dedin, ama ben geç kaldım… Burada kalamam artık.”
O hafta, Ahmet tazminat parasını aldı, bir bilet kesti. Almanya’ya, Münih’e gitmeye karar verdi.
Ayşe’ye veda için gitti, ama Ayşe kapıyı açmadı. Ahmet bir not yazdı:
“Ayşe, hakkını helal et. Gidiyorum.”
Zarfın içine bir miktar para ve notu koyup kapının altından attı. Zeynep'in oyuncak ayısını da alarak Türkiye’den geri dönmemek üzere ayrıldı. Uçakta, pencereden bulutlara bakarken içinden geçirdi:
“Zeynep’im… Yeni sınıfım başka bir yerde olacak. Ama sen hep benimlesin.”
On Altıncı Bölüm: Münih’teki Yeni Sınıf
2023 yazıydı. Ahmet Hoca, Almanya’nın Münih kentine yerleşeli birkaç ay olmuştu. AİHM’den aldığı 15 bin euro tazminatla küçük bir daire tutmuş, hayatını sıfırdan kurmaya başlamıştı. Kırçalı’daki ev, Zeynep’in mezarı ve Ayşe’nin sessizliği geride kalmıştı, ama Ahmet’in yüreği hâlâ oradaydı. Türkiye’den kopmuş, ama Zeynep’in “Anne bak babam geldi” sözleri her gece rüyalarına sızıyordu.
Ahmet, Münih’te Türkçe bilen göçmen çocuklara özel ders vermeye başladı. Matematik, fizik, bazen hayat dersi… Küçük bir odada, dört-beş öğrenciyle yeni bir sınıf kurdu. Çocuklar onu sevdi; Ahmet’in sakin sesi, sabırlı hali, onlara güven verdi. Bir gün, 12 yaşındaki Ali sordu:
“Hocam, neden Türkiye’den geldiniz? Orada öğretmen değil miydiniz?”
Ahmet durdu, gözleri daldı:
“Evet, Ali. Orada öğretmendim, ama bir haksızlık yüzünden ayrıldım. Kızım Zeynep’i kaybettim… Burası benim yeni sınıfım.”
Ali başını eğdi:
“Üzüldüm, Hocam. Ama burada bizimlesiniz, bu güzel.”
Ahmet, kazandığı paranın bir kısmını her ay Ayşe’ye gönderiyordu. Banka havalesiyle, bir notla: “Ayşe, hakkını helal et.” Ama Ayşe hiç cevap yazmadı. Ahmet, her ay zarfı hazırlarken içinden mırıldanıyordu:
“Ayşe, sesin çıkmasa da, bunu hep yapacağım.”
Ayşe’nin sessizliği bir yara gibiydi, ama Ahmet pes etmedi.
Münih’te Ahmet’i tanıyanlar çoğaldı. Komşusu Hans, bir Alman emekli, Ahmet’in namaz kıldığını görünce merak etti. Bir gün kapısını çaldı:
“Ahmet, senin bu dua etme şeklin… Çok huzurlu görünüyor. Nedir bu?”
Ahmet gülümsedi:
“Hans, bu namaz. Müslümanlar böyle ibadet eder. Sabır verir, huzur verir.”
Hans başını salladı:
“Anlatır mısın? Ben Hristiyanım, ama merak ettim. Belki öğrenmek isterim.”
Ahmet, Hans’a İslam’ı anlattı; sabrı, şükrü, adaleti… Hans dinledi, etkilendi. Zamanla, Ahmet’in öğrencilerinin ailelerinden birkaç kişi daha meraklandı. Ahmet, bir akşam onlara çay ikram ederken düşündü:
“Zeynep’im, belki senin acın buradaki insanlara ışık olacak…”
...
Yıllar geçti. 2028’e gelindiğinde, Türkiye’de bir haber yayıldı. Hükümet değişmiş, yeni bir yönetim adalet vaat ediyordu. Konuşulmasından korkulan tüm gerçekler oraya çıkmıştı. “İade-i İtibar Yasası” çıktı; OHAL döneminde ihraç edilenlerin tamamı ve hapse girenler için haklar geri verilecekti. Ahmet, Münih’teki küçük odasında televizyonda haberi gördü. Spiker diyordu:
“Binlerce öğretmen, memur, görevine dönebilecek. Geçmişteki haksızlıklar telafi edilecek.”
Ahmet’in gözleri doldu. Telefonu eline aldı, avukatını aradı:
“Bu yasa beni kapsar mı?”
Avukat cevap verdi:
“Evet, Ahmet Bey. Göreve iade alabilirsiniz. Döner misiniz?”
Ahmet sustu, pencereden Münih’in ışıklarına baktı:
“Hayır… Zeynep’im yok, Ayşe yok… Çok geç artık. Buradaki öğrencilerimin bana ihtiyacı var.”
Ahmet dönmedi. Türkiye’deki adalet, 12 yıl sonra gelmişti; Zeynep’in çocukluğu, Ayşe’nin sevgisi geri gelmeyecekti.
Ahmet Hoca, Münih'teki küçük sınıfında ders vermeye devam etti. Zeynep'in oyuncak ayısı, her zaman masasının üzerinde durdu. Bir gün, öğrenciler gittikten sonra, oyuncak ayıyı eline aldı ve pencereden dışarı baktı. Münih'in ışıkları, Kırçalı'nın karanlığından çok farklıydı. Ahmet, içinden geçirdi:
"Zeynep'im, bu dünya adaletsiz olabilir, ama senin hatıranla buradaki çocuklara umut olacağım. Senin gibi masumların sesi olacağım. Türkiye’de ki bu adaletsizliklerin hesabı sorulana kadar mücadeleye devam edeceğim. Belki bir gün, senin ve senin gibi masumların hakkı olan adalet tecelli eder."
Ahmet, oyuncak ayıyı masaya bıraktı ve ders planlarını hazırlamaya başladı. Yeni sınıfında, yeni öğrencileriyle, Zeynep'in hatırasını yaşatmaya kararlıydı.
Sonsöz
Ahmet Hoca’nın hikayesi, Münih’in ışıklarında bitti. Betonun soğuğundan kurtuldu, ama Zeynep’in sıcaklığını bir daha bulamadı. Kırçalı’daki sınıfından Silivri’deki koğuşuna, oradan Almanya’daki küçük odasına uzanan bu yolculuk, bir öğretmenin sabrının ve yıkımının öyküsüydü. Zeynep, “Anne bak babam geldi” diyerek ayrıldı bu dünyadan; Ahmet ise o sözleri ömrü boyunca taşıdı. Ayşe, sessizliğiyle veda etti; Ahmet, ona gönderdiği her kuruşla Zeynep’in hatırasını yaşattı.
Münih’te, Ahmet’in yeni öğrencileri oldu. Türkçe bilen çocuklar, ona “Hocam” dedi; Hans gibi merak edenler, onun namazında huzur buldu. Ahmet, öğretmenliği bırakmadı, çünkü öğretmek onun nefesiydi. Türkiye’de, 2028’de gelen iade-i itibar, bir teselliydi belki; ama Zeynep’in çocukluğunu, Ayşe’nin sevgisini geri getiremedi. Adalet, 12 yıl sonra kapıyı çaldı, ama Ahmet o kapıyı çoktan kapatmıştı.
Bu hikaye, bir son değil, bir aynadır. Ahmet’in gözlerinden, binlerce masumun hikayesini görürsünüz; Zeynep’in son sözlerinde, kaybolan umutları duyarsınız. Ve belki de şunu anlarsınız: Bu dünyada adalet gecikse de, öbür dünyada bir hesap var. Ahmet Hoca, yeni sınıfında ders vermeye devam ediyor; Zeynep ise, öbür dünyada babasını bekliyor. “Yeni Sınıf, Yeni Öğrenciler”, bir öğretmenin betonla başlayan, ama sevgiyle bitmeyen yolculuğudur.
NOT:
ÖZET:
Hapisteki gençler, özellikle hayatlarının en güzel dönemini cezaevinde geçirenler, büyük bir musibetle karşı karşıya. Bu durumda Risale-i Nur’un hakikatleri onlara ekmek kadar gerekli; çünkü gençlik duyguları akıldan çok heveslere kulak verir ve bu hevesler kördür, sonunu düşünmez. Bu yüzden gençler anlık zevkler uğruna hayatlarını mahvedebilir (örneğin, bir dakikalık intikam için yıllarca hapis çekmek gibi).Metin, modern çağda gençlerin karşılaştığı ahlaki ve manevi tehlikelere dikkat çekiyor. Özellikle “şimalde” (kuzeyde) bir devletin gençlik heveslerini kullanarak ahlaksızlığı teşvik ettiği belirtiliyor (örneğin, kadın-erkek karışık çıplak hamamlar, zenginlerin mallarının fakirlere helal kılınması gibi). Bu tehlikelere karşı İslam ve Türk gençlerinin Risale-i Nur’un rehberliğiyle kahramanca durması gerektiği vurgulanıyor.Hapis, bir ceza gibi görünse de, doğru kullanıldığında büyük bir fırsata dönüşebilir. Eğer bir genç hapiste namaz kılar, günahlardan uzak durur ve tövbe ederse, her saati ibadet olur ve geçici gençlik yerine sonsuz bir gençlik kazanır. Haksız yere mahkum olanlar için hapis bir çilehane, fakir ve hasta mahpuslar için ise bir terbiye ve dershane olabilir. Denizli hapishanesindeki örnekle, Risale-i Nur’un mahpusları nasıl ıslah ettiği anlatılıyor.Ölüm kaçınılmazdır, ecel gizlidir ve kabir kapanmaz. İman edenler için ölüm bir terhis belgesidir, imansızlar içinse sonsuz bir ayrılık. Bu yüzden mahpusların sabır ve şükürle hapis süresini Nurlarla değerlendirip iman hizmetine yönelmesi, hem dünya hem ahiret mutluluğunu kazandırır.
Son kısmı (Kadir Gecesi bölümü), insanlığın son dünya savaşından sonra yaşadığı çaresizliği ve modern medeniyetin aldatıcı yüzünü ortaya koyuyor. İnsanlık, fani dünya hayatından vazgeçip sonsuz hayatı arayacak. Kur’an, binlerce yıldır insanlığa ebedi saadeti müjdeleyen tek hakikat olarak öne çıkıyor. Risale-i Nur ise bu hakikatin elmas kılıcı gibi, gafleti ve sapkınlığı yok ederek insanlığı aydınlatıyor.
Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?
Hapis gibi zor bir durumu manevi bir fırsata çevirmenin yolunu gösteriyor: İman, ibadet ve sabırla hem dünyevi hem ahiret kurtuluşu mümkün. Gençlere, çağın tehlikelerine karşı uyanık olmaları ve İman hakikatlarıyla kendilerini korumaları öğütleniyor. Daha geniş açıdan ise insanlığın bu çağdaki bunalımı ve Kur’an’ın sunduğu ebedi kurtuluş vurgulanıyor. Mahpuslara “Üzülmeyin, bu musibeti avantaja çevirin” derken, tüm insanlığa “Gerçek mutluluk imandadır” mesajı veriliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!