6 Nisan 2025 Pazar

15. Yeni Sınıf, Yeni Öğrenciler - Dramatik Hikâye

 

Önsöz

Bu hikaye, bir öğretmenin beton duvarlar arasında başlayan, ama sınırsız bir umutla devam eden yolculuğudur. Ahmet Hoca, Kırçalı’da çocuklara doğruyu öğreten, sabrı ve şükrü hayatına rehber kılan bir adamdı. 2016’da, bir yaz gecesi, evinden alındığında, ne Zeynep’inin gülüşünü kaybedeceğini ne de Ayşe’sinin sessizliğine gömüleceğini biliyordu. Haksızlık, onu Silivri’nin soğuk koğuşuna zincirledi; ama o, orada bile bir sınıf kurdu. Yeni öğrencileri, mahkumlar oldu; yeni dersi, sabır ve insanlık.

Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Bu, sadece Ahmet’in hikayesi değil. Türkiye’de binlerce masumun, adaletsizliğin gölgesinde savrulduğu yılların bir yansıması. Zeynep’in “Anne bak babam geldi” sözleri, belki de bir çocuğun babasına son vedasıydı; belki de ilahi bir merhametin tesellisi. Ahmet, betondan özgürlüğe, özgürlükten yeni bir sınıfa yürüdü. Ama her adımda, bir şey eksikti: Zeynep’i.

Bu satırları okurken, Ahmet’in gözünden gözyaşlarını, Ayşe’nin sessiz çığlıklarını, Zeynep’in minik yüreğini hissedeceksiniz. Ve belki de şunu soracaksınız: Adalet, neden bazen bu kadar geç gelir? Bu hikaye, o sorunun cevabını ararken, bir öğretmenin pes etmeyen ruhunu anlatıyor. Hoş geldiniz, Ahmet Hoca’nın yeni sınıfına.



İlk Bölüm: Kasabanın Işığı

Ahmet’in hayatı, bir bahar günü öğretmenlik okulundan mezun olduğu an değişmişti. Yıl 1998’di; Ankara’daki fakültenin bahçesinde kepini havaya fırlatırken gözleri parlıyordu. Yirmi iki yaşında, idealleriyle dolu bir gençti. Babası, köyde çiftçilik yapan mütevazı bir adamdı; annesi ise “Oğlum, oku da bizler gibi toprağa mahkûm olma” derdi hep. Ahmet, ailesinin duasını almıştı, ama asıl hayali çocuklara bir ışık olmaktı. Diploma elindeyken, sınıf arkadaşı Mustafa’ya döndü:

“Mustafa, öğretmenlik sadece ders anlatmak değil, değil mi? Bir çocuğu kurtarsak, bir dünyayı kurtarırız.”

Mustafa güldü, omzuna vurdu:
“Ahmet, sen bu romantizmle ya büyük işler yaparsın ya da bir köşede unutulursun. Bakalım devlet seni nereye atayacak!”

Atama günü geldiğinde, Ahmet’in tayini Anadolu’nun ücra bir kasabasına, Kırçalı’ya çıktı. Haritada bile zor bulunan bu yer, dağların arasında kaybolmuş bir noktaydı. İlk duyduğunda içi burkuldu; Ankara’da kalmayı, büyük bir okulda ders vermeyi hayal etmişti. Ama sonra kendi kendine mırıldandı:

“Belki de orası benim ışığımın en çok ve en güzel parlayacak yeridir.”

Valizini topladı, ailesiyle vedalaştı. Annesi gözyaşlarını saklamaya çalışırken, babası eline bir Kur’an-ı Kerim tutuşturdu:
“Oğlum, bu seni korusun. Nereye gidersen git, doğruyu unutma.”

Kırçalı’ya vardığında, kasaba onu bir sonbahar serinliğiyle karşıladı. Tek katlı evler, dar sokaklar, ortada bir çayhane… Okul, kasabanın en büyük binasıydı; iki katlı, sıvaları dökülmüş, ama yine de dimdik ayakta. İlk gün sınıfa girdiğinde, otuz çift göz ona merakla baktı. Çocukların üstü başı eski, ama yüzleri umut doluydu. Ahmet tebessümle tahtaya yürüdü:

“Merhaba çocuklar, ben Ahmet Hocanız. Bana neyi öğrenmek istediğinizi söyleyin, birlikte bulalım.”

Bir kız çocuğu, Emine, çekingen bir sesle sordu:
“Hocam, dünya neden bu kadar büyük?”

Ahmet durdu, sonra gülümsedi:
“Güzel soru, Emine. Dünya büyük, çünkü içinde herkese yer var. Biz de bu sınıfta birbirimize yer açacağız.”

Yıllar böyle geçti. Ahmet Hoca, Kırçalı’da sadece bir öğretmen değil, kasabanın vicdanı oldu. Çocuklara matematiği, Türkçeyi öğretti; ama asıl onlara dürüstlüğü, umudu, sevgiyi aşıladı. Evlendi, Ayşe’yle; kasabanın terzi kızıyla. Ayşe, sakin ve güçlü bir kadındı. Birlikte küçük bir ev kurdular; sobanın çıtırtıları, çaydanlığın buharı ve Zeynep’in doğumuyla hayatları tamamlandı. Ahmet, her sabah erkenden kalkar, sobayı yakar, Zeynep’i öper, okula giderdi.

Bir gün Ayşe mutfakta kahvaltı hazırlarken sordu:
“Ahmet, bunca yıl geçti, hâlâ aynı heyecanla gidiyorsun okula. Yorulmadın mı?”

Ahmet çayından bir yudum aldı, gözleri uzaklara daldı:
“Ayşe, o çocukların gözünde bir ışık gördüğüm sürece yorulmam. Onlar benim umudum.”

Kasabalı Ahmet Hoca’yı çok severdi. Çayhanede oturur, onunla dertleşirdi. Bir akşam, velilerden Mehmet Bey kapıyı çaldı. Oğlu sınavlara hazırlanıyordu; Ahmet Hoca’dan yardım istedi.

“Hocam, oğlumun geleceği için bir ders verseniz? Ücretini vereyim.”

Ahmet elini salladı, her zamanki mütevazı tavrıyla:
“Mehmet Bey, para istemem. Çocuğun bir gülümsemesi yeter.”

Mehmet Bey teşekkür etti, oğlu için birkaç akşam ders ayarladılar. Ahmet Hoca, geç saatlere kadar çalıştı, yorgun ama mutlu bir şekilde yattı.

Yıllar içinde hayat sakin bir akış bulmuştu. Ahmet, kasabanın ışığıydı. Bir gün Digitürk aboneliğini iptal etti; “Televizyona vakit yok, çocuklar daha önemli” dedi. Her ay zorlansa da evin kirasını ödediği bankaya düzenli para yatırıyordu. Mehmet Bey gibi velilerden aldığı küçük ücretlerle geçiniyorlardı. Zeynep büyümüş, babasına derslerinde yardım etmeye başlamıştı. Bir akşam yemekte Zeynep sordu:

“Baba, sen hep çocuklara mı anlatacaksın? Bize ne zaman masal anlatacaksın?”

Ahmet Hoca güldü, kızını kucağına aldı:
“Zeynep’im, benim masalım sizsiniz. Sen, annen, bu kasaba… Hepiniz birer hikâyesiniz.”

O gece Ahmet Hoca, sobanın başında otururken içinden geçirdi: “Hayat böyle güzel, böyle sade olmalı.” Bilmiyordu ki, bu sakin günler, bir fırtınanın habercisiydi. Kırçalı’nın ışığı, yakında betonun gölgesine düşecekti.


İkinci Bölüm: İftiranın İlk Adımı (2016 Yazı)

Kırçalı’da temmuz sıcağı bastırmıştı, ama kasabanın havası sadece sıcak değildi; bir huzursuzluk, bir fısıltı dolaşıyordu sokaklarda. 15 Temmuz gecesi darbe girişimi olmuş, televizyonlar kaosu yayınlayıp duruyordu. Ahmet Hoca, o gece Zeynep’i kucağına almış, Ayşe’yle birlikte radyoyu dinlemişti. Spikerin sesi titriyordu: “Darbe bastırıldı, ama OHAL geliyor.” Ayşe endişeyle Ahmet’e döndü:

“Bu ne demek, Ahmet? Bize bir şey olur mu?”

Ahmet, karısının elini tuttu, sakin olmaya çalışarak:
“Bilmiyorum, Ayşe. Ama biz kimseye kötülük etmedik, korkacak bir şeyimiz yok.”

Ama Kırçalı’da hava değişmişti. OHAL ilan edildiğinde, çayhanede fısıltılar başladı: “Gülen’ciler temizlenecek.” Ahmet Hoca bu söylentilere kulak asmadı. Ne bir grupla ne bir örgütle ilgisi vardı; hayatı çocuklara doğruyu öğretmekle geçmişti. Ancak aynı günlerde, kasabadan birkaç kilometre uzakta, Kırçalı Cezaevi’nde başka bir hikâye yazılıyordu.

Hakan, otuzlu yaşlarında, zayıf, çelimsiz bir adamdı. Bir hırsızlık suçundan iki yıldır hapisteydi. Darbe girişimi sonrası cezaevinde bir hareketlilik başlamıştı; gardiyanlar koğuşlara girip çıkıyor, mahkûmlar arasında “Kimler gidecek?” diye fısıldaşılıyordu. Bir sabah, Hakan’ı koğuştan aldılar. Küçük bir odaya götürüldüğünde, karşısında üniformalı bir polis duruyordu. Polis, masaya bir kâğıt koydu:

“Hakan, şansın var. Gizli tanık olursan serbest kalırsın.”

Hakan’ın gözleri faltaşı gibi açıldı:
“Gizli tanık mı? Ne yapmam gerekiyor?”

Polis sinsi bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Birkaç isim vereceksin. Örgütle bağlantılı olduklarını söyleyeceksin. Hepsi bu.”

Hakan tereddüt etti:
“Ama ben kimseyi tanımıyorum ki! Örgüt falan bilmem.”

Polis masaya vurdu, sesi sertleşti:

“Bak, Hakan. Ya bu kâğıdı imzalarsın ya da burada çürürsün. OHAL’de kural yok, anladın mı?”

Hakan yutkundu. Dışarıda annesi vardı, hasta bir kadın; onu bir daha görememekten korkuyordu.
“Peki… Ne yazıyor bu kâğıtta?”

Polis elini salladı:
“Okumana gerek yok. İmzala, çıkarsın.”

Hakan kalemi aldı, eli titriyordu. Kâğıdı önüne çekti, ama yazıları bulanık görüyordu. Bir an durdu, sonra polisin tehditkâr bakışları altında imzaladı:
“Tamam, imzalıyorum. Ama kimseyi suçlamak istemem.”

Polis kâğıdı aldı, başını salladı:
“Merak etme, senin işin bitti. Yarın serbestsin.”

Hakan bilmiyordu, ama o kâğıtta Ahmet Hoca’nın adı da vardı. Ahmet, Hakan’ın çocukluk arkadaşıydı; yıllar önce kasabada birkaç kez çay içmişlerdi. Polisler, Hakan’ın imzasını bir dosyaya ekledi: “Gizli Tanık ‘Kaya’, Ahmet Yılmaz’ın FETÖ toplantılarına katıldığını doğruladı.” Hakan ertesi gün serbest bırakıldı, ama vicdanı rahat değildi. Annesinin evine dönerken kendi kendine mırıldandı:

“Ne yaptım ben? Umarım kimseye zarar vermemişimdir…”

Aynı günlerde, Ahmet Hoca’nın hayatı hâlâ sakin akıyordu. Ağustosun ilk haftası, bir sabah kapısı sertçe çalındı. Ahmet kahvaltı masasındayken kalktı, kapıyı açtığında iki polis karşısındaydı. Biri, elindeki kâğıdı sallayarak:

“Ahmet Yılmaz, karakola gelmen gerekiyor. Hakkında ihbar var.”

Ahmet’in kalbi hızlandı:
“Ne ihbarı? Bir yanlışlık olmalı.”

Polislerden diğeri, soğuk bir sesle:
“Karakolda öğrenirsin. Hadi, çabuk ol.”

Ayşe mutfaktan koştu, sesi titriyordu:
“Nereye götürüyorsunuz onu? Ne yaptı ki?”

Zeynep masadan fırladı, babasının bacağına sarıldı:
“Baba, gitme!”

Ahmet eğildi, kızının gözlerine baktı:
“Zeynep’im, bir yanlışlık var. Hemen dönerim, merak etme.”

Polisler Ahmet’i kolundan tutup arabaya bindirdi. Ayşe kapının eşiğinde donakaldı, Zeynep ağlamaya başladı. Araba uzaklaşırken, Ahmet son kez kasabasına baktı. Bilmiyordu ki, Hakan’ın attığı bir imza, hayatını karartmıştı.


Üçüncü Bölüm: Betonun Kapısı (2016 Yazı)

Ahmet Hoca, polis arabasında Kırçalı’dan uzaklaşırken camdan dışarı bakıyordu. Dağlar bulanık bir çizgi gibi kayboluyordu; kasabasının sakin sokakları, çocuklarının kahkahaları geride kalıyordu. Karakola vardığında, küçük bir odaya alındı. Duvarlar gri, hava ağırdı. Karşısında üniformalı bir komiser oturuyordu; masada kalın bir dosya, Ahmet’in hayatını değiştirecek bir yalanlar yığınıydı. Komiser dosyayı açtı, gözlerini Ahmet’e dikti:

“Ahmet Yılmaz, FETÖ’ye üye olmakla suçlanıyorsun. Ciddi ithamlar var.”

Ahmet’in nefesi kesildi, ama sesini sakin tutmaya çalıştı:
“Bu imkânsız! Ben öğretmenim, hayatım çocuklara adanmış. Kim söylüyor bunu?”

Komiser bir kâğıt çıkardı, sesi mekanikti:

“Digitürk aboneliğini geçen yıl iptal etmişsin. Örgüt talimatı mı aldın?”

Ahmet şaşkınlıkla güldü, ama gülüşü çaresizliğe dönüştü:
“Televizyona vakit bulamıyorum, öğrencilerimle ilgileniyorum. Bu mu suç?”

Komiser durmadı, başka bir kâğıt gösterdi:
“Bank Asya’da hesabın var. Evin kirasını oraya yatırmışsın. Örgüte finans mı sağladın?”

Ahmet başını ellerinin arasına aldı:
“Yıllardır aynı bankayı kullanıyorum. Kira ödüyorum, maaşım oraya yatıyor. Herkesin hesabı var, neden ben?”

Komiser son darbeyi vurdu:

“Bir de Mehmet Bey meselesi var. Ona hesabından para göndermişsin. Örgüt için miydi?”

Ahmet öfkeyle masaya vurdu:
“Saçmalık! Mehmet Bey öğrencimin babası. Özel ders için bana para verdi, ben ona bir şey göndermedim!”

Komiser sinsi bir gülümsemeyle başka bir kâğıt çıkardı:
“Gizli tanık var. Senin FETÖ toplantılarına katıldığını söylüyor. İfade burada.”

Ahmet çaresizce sordu:
“Kim bu tanık? Yüzleşeyim, yalan söylüyorsa ortaya çıksın!”

Komiser başını salladı:
“Gizli tanıkla yüzleşemezsin. KHK ile işlem yapılıyor. Savunman alınmayacak.”

Ahmet’in dünyası karardı. Bu bir sorgu değil, bir infazdı. Komiser dosyayı kapattı:

“Mahkemeye çıkacaksın. Hazırlan.”

Ahmet yutkundu, sesi titreyerek:
“Aileme haber verebilir miyim? Kızım, karım… Merak ederler.”

Komiser soğuk bir bakış attı:
“Gerekirse kendileri öğrenir.”

Günler geçti. Ahmet, kasabanın küçük nezarethanesinde bekledi. Beton zeminde uyumaya çalışırken Zeynep’in “Baba, ne zaman geleceksin?” deyişi kulaklarında çınlıyordu. Ayşe’nin çaresiz bakışları gözünün önünden gitmiyordu. Nihayet mahkeme günü geldi. Kırçalı’dan Silivri’deki adliyeye götürüldüğünde, ailesi de oradaydı. Ayşe ve Zeynep, izleyici sıralarında oturuyordu; Ayşe’nin gözleri şişmiş, Zeynep’in elleri annesinin eteğine sıkıca yapışmıştı.

Mahkeme salonu soğuk ve sessizdi. Ahmet, avukatıyla birlikte hâkimin karşısına çıktı. Avukatı savunmasını yaptı:

“Sayın Hâkim, müvekkilim Digitürk’ü vakitsizlikten iptal etti. Bank Asya hesabı, kira ve maaş için yıllardır kullandığı bir hesap. Mehmet Bey’den aldığı para, özel ders ücreti. Gizli tanık yalan söylüyor, delil yok!”

Ahmet söz aldı, sesi titriyordu ama kararlıydı:
“Ben çocuklara doğruyu öğreten bir öğretmenim. Terörle ne ilgim olabilir? Bu bir iftira! Ailemin yüzüne bakıyorum, lütfen adalet!”

Hâkim dosyaya baktı, gizli tanık ifadesini okudu. Yüzü ifadesizdi; kalemi eline aldı, kararını yazdı:

“Sanık Ahmet Yılmaz’ın tutukluluğuna karar verilmiştir. Duruşma ertelenir.”

Salonda bir çığlık koptu. Ayşe ayağa fırladı, gözyaşları sel gibi akıyordu:

“Ahmet! Hayır! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Bu nasıl adalet?”

Hâkim susturmak için masaya vurdu:
“Sessiz olun!”

Ama Ayşe durmadı. Elleriyle yüzünü kapadı, dizlerinin üstüne çöktü:
“Ahmet, sensiz ne yaparım ben? Zeynep’e ne derim? Bizi nasıl bırakırsın?”

Zeynep annesinin yanına koştu, minik elleriyle babasına uzandı, hıçkırıklar arasında bağırdı:
“Baba! Geri gel! Söz veriyorum uslu olacağım! Babamı geri verin!”

Ahmet kelepçelenirken başını çevirdi, gözleri dolmuştu. Ayşe’ye baktı, dudakları titreyerek:

“Ayşe, dayan. Zeynep’e sahip çık. Bu bir rüya, bitecek.”

Ama Ayşe’nin sesi boğuk bir feryada dönüştü:
“Dayanamam, Ahmet! Seni benden alıyorlar! Zeynep babasız mı büyüyecek? Bizi kim koruyacak?”

Zeynep, annesinin kucağında çırpınıyordu:
“Babaaa! Niye gidiyorsun? Onları dinleme, gel!”

Polisler Ahmet’i kollarından tutup dışarı çıkardı. Ayşe, Zeynep’i göğsüne bastırarak yere yığıldı. Zeynep’in hıçkırıklarından kelimeler dökülüyordu:

“Baba… Geri gel… Sensiz olmaz…”

Salondaki birkaç kişi gözyaşlarını tutamadı, ama kimse bir şey yapamadı. Ahmet, polis arabasına bindirildiğinde son kez ailesine baktı. Ayşe’nin çaresiz silueti, Zeynep’in uzanan elleri gözünden silinmiyordu. Araba hareket etti; Silivri’ye doğru yol alırken, Ahmet’in içi yanıyordu.

Silivri Hapishanesi’nin kapısı açıldığında, Ahmet’i soğuk bir rüzgâr karşıladı. Gardiyanlar onu iterek içeri soktu. Koğuşa adım attığında, karşısında iri yarı bir adam, Kara, duruyordu. Yanında genç bir mahkûm, Delikanlı, alaycı bir bakış atıyordu. Ahmet’in gözleri hâlâ ıslaktı, ama içinde bir ses fısıldadı: “Burası son değil, belki bir başlangıç.” Betonun gölgesi, artık onun yeni dünyasıydı.



Dördüncü Bölüm: Betonun İçinde

Silivri Hapishanesi’nin kapısı Ahmet Hoca’nın arkasından gürültüyle kapandığında, soğuk bir rüzgâr yüzüne çarptı. Gardiyanlar onu iterek dar bir koridordan geçirdi; duvarlar gri, hava rutubet kokuyordu. Ayak sesleri beton zeminde yankılanırken, Ahmet’in kulaklarında hâlâ Zeynep’in “Baba, geri gel!” çığlıkları çınlıyordu. Ayşe’nin feryadı, gözlerinin önünden silinmiyordu. Ama şimdi buradaydı; kasabasından, ailesinden, özgürlüğünden koparılmış, betonun gölgesine atılmış bir adam.

Gardiyanlardan biri, elindeki kâğıda bakarak homurdandı:

“Ahmet Yılmaz, 7 numaralı koğuş. Hadi, yürü!”

Ahmet yutkundu, ama ses çıkarmadı. Koğuş kapısına vardıklarında, demir kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri adım attığında, loş bir ışık ve keskin bir ter kokusuyla karşılaştı. Ranzalar üst üste dizilmiş, duvarlar kararmış, köşede bir lavabo paslanmıştı. Koğuşta on kadar adam vardı; bazıları ranzalarda yatıyor, bazıları yere çömelmiş fısıldaşıyordu. Ahmet’in girişiyle hepsi sustu, gözler ona çevrildi.

İri yarı bir adam, Kara, ranzasından kalktı. Yüzünde derin bir yara izi vardı; gözleri keskin, tehditkârdı. Ahmet’e doğru yürüdü, sesi kalın ve boğuktu:

“Yeni misin sen? Kimsin, ne yaptın da buraya düştün?”

Ahmet yutkundu. Bu adamın bakışlarında bir vahşilik vardı, ama altında bir yorgunluk da seziliyordu. Sakin kalmaya çalışarak cevap verdi:
“Adım Ahmet. Öğretmenim. Bir yanlış anlama yüzünden buradayım.”

Kara alaycı bir kahkaha attı, koğuştaki diğerleri de gülmeye başladı:
“Öğretmen ha? Hoca mısın yani? Ne öğretiyorsun, cinayet mi, hırsızlık mı?”

Yan ranzadan genç bir adam, Delikanlı, lafa karıştı. Zayıf, serseri tipli biriydi; gözlerinde hem alay hem merak vardı:

“Hocam, burası okul değil, haberin olsun. Kara abiye bulaşma, bir dakikada seni harcar.”

Ahmet sustu, ama içinden bir ses ona pes etmemesini söylüyordu. Bu insanlar ona düşman gibi bakıyordu, ama hepsinin gözlerinde bir kırıklık vardı. Kara, Ahmet’in sessizliğini zayıflık sandı, yaklaştı. Nefesi yüzüne vuruyordu:
“Ne o, korktun mu Hoca? Burası senin bildiğin yerlere benzemez. Burada ya kurt olursun ya koyun. Hangisisin, söyle bakalım?”

Ahmet başını kaldırdı, Kara’nın gözlerinin içine baktı. Sesi titremedi:

“Ben ne kurt olurum ne koyun. İnsanım. Ve burası her ne kadar karanlık olsa da, insan olduğumuzu unutmamalıyız.”

Koğuşta bir an sessizlik oldu. Kara şaşırdı, geri çekildi. Delikanlı ise merakla doğruldu:
“Hoca, sen harbiden değişik bir adamsın. Ne işin var burada, sahiden ne yaptın?”

Ahmet derin bir nefes aldı. Hikâyesini anlatmak istemiyordu, ama belki bu bir başlangıç olabilirdi.

“Kasabada öğretmendim. Çocuklara okuma yazma öğretirdim, hayatta doğruyu bulsunlar diye uğraşırdım. Bir gün ‘Gençlerimizi kötü yollara düşmekten kurtarmalıyız’ dedim. Biri bunu çarpıttı, ‘Terör propagandası’ dediler. Banka hesabı, iptal ettiğim televizyon aboneliği… Hepsi bahane. Bir de gizli tanık çıkmış, yalan söylemiş. Şimdi buradayım.”

Delikanlı kaşlarını çattı:
“Yani suçsuz musun? Vay be, bu ülkede adalet de betona gömülmüş desene.”

Kara homurdandı:
“Suçlu suçsuz fark etmez. Buraya bir kere girdin mi, geçmişin silinir. Şimdi buranın kuralları geçer.”

Koğuşun köşesinden yaşlıca bir adam, Dede, öksürerek araya girdi. Zayıf, çökmüş bir bedeni vardı, ama gözleri hâlâ canlıydı:

“Kara, çocuğu korkutma. Baksana, adamın yüzünden nur akıyor. Belki bize de bir hayrı dokunur.”

Kara sinirle Dede’ye döndü:
“Nur mu? Burası cehennem Dede, nur buraya uğramaz!”

Ahmet bu sözü duyunca içinde bir kıvılcım hissetti. Çantasında, gardiyanların fark etmediği o küçük kitabı hatırladı: Risale-i Nur. Belki de bu beton duvarlar arasında bir ışık yakabilirdi.

O gün öğleden sonra, Ahmet koğuşun bir köşesine çekildi. Çantasını karıştırdı, kitabı eline aldı. Sayfalarını çevirirken bir cümle gözüne çarptı: “Hapisteki gençler Nurlara ekmek kadar muhtaçtır.” Gözleri doldu. Kara, Delikanlı, Dede… Hepsi bir şekilde yaralıydı. Ve o, bir öğretmendi. Dışarıda öğrencilerine umut vermişti; neden burada da aynısını yapmasın?

Akşam olduğunda, koğuşun ortasına oturdu. Sessizce kitabı açtı, okumaya başladı. İlk başta kimse aldırmadı, ama Delikanlı merakla yaklaştı:

“Hocam, ne okuyorsun öyle? Masal mı anlatacaksın?”

Ahmet gülümsedi, o gün ilk kez yüzüne bir ışık geldi:
“Masal değil, gerçek. Hayatın gerçeği. Dinlemek ister misiniz?”8

Delikanlı omuz silkti:
“Yapacak başka işimiz yok ki. Anlat bakalım.”

Kara uzaktan homurdandı, ama o da kulak kabarttı. Ahmet sakin bir sesle başladı:
“Bir genç, bir dakikalık öfkeyle ömrünü mahveder. Ama bir saatini namaza ayırırsa, o ömrü kurtarır. Burası bir son değil, bir başlangıç olabilir.”

Koğuşta bir mırıltı yükseldi. Kara alaycı bir sesle lafa karıştı:

“Namaz mı? Hoca, burası cami değil, haberin olsun.”

Ahmet cevap verdi:
“Cami değil, ama insanlık burada da var. Ve insanlık, umudu kaybetmediği sürece her yerde çiçek açar.”

O gece Ahmet uyuyamadı. Betonun soğuğu sırtına batsa da, içinde bir sıcaklık vardı. Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı hâlâ yüreğini dağlıyordu, ama burada bir amaç bulmuştu. Bu karanlık koğuş, belki de onun yeni sınıfıydı. Ve bu azgın suçlular, onun yeni öğrencileri.


Beşinci Bölüm: Karanlıkta Bir Işık

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda geçirdiği ilk gecenin sabahında uyandığında, sırtındaki ağrıdan çok yüreğindeki sızı ağır basıyordu. Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Ama dün gece koğuşun ortasında kitabı açıp birkaç cümle okuduğunda, içinde bir umut kıvılcımı yanmıştı. Bu insanlar –Kara, Delikanlı, Dede– ona düşman gibi baksa da, gözlerinde bir arayış vardı. Ve Ahmet, bir öğretmendi; kasabada çocuklara umut vermişti, burada da aynısını yapabilirdi.

Sabah, koğuşta bir hareketlilik başladı. Gardiyanlar kapıyı açıp kahvaltı getirdi: kuru ekmek ve bir bardak çay. Mahkûmlar ranzalardan inip yere çömeldi, sessizce yemeye koyuldu. Ahmet, çantasından Risale-i Nur’u çıkardı, köşeye oturdu. Kitabı açtı, sessizce okumaya başladı. Delikanlı, ekmeğini yerken göz ucuyla Ahmet’i süzdü:

“Hocam, yine mi okuyorsun? Ne yazıyor o kitapta, hapisten çıkmanın formülü mü var?”

Ahmet gülümsedi, başını kaldırdı:
“Formül değil, Delikanlı. Hayatın anlamı var. Dinlemek istersen anlatırım.”

Delikanlı omuz silkti, ama merakı baskın geldi:
“Peki, anlat bakalım. Zaten burada sıkılıyoruz.”

Kara, ranzasından homurdandı:

“Hoca, boşuna nefes tüketme. Burası senin okulun değil, buradaki adamlar da öğrenci değil.”

Ahmet, Kara’nın gözlerine baktı. Sertti, ama o sertliğin ardında bir yara vardı:
“Haklısın, Kara. Burası okul değil. Ama hepimiz insanız, değil mi? Ve insan, her yerde bir şey öğrenebilir.”

Kara sustu, ama bakışlarını kaçırmadı. Koğuşun köşesindeki Dede, öksürerek doğruldu:
“Bırak anlatsın, Kara. Belki bir hayır duyarız. Zaten ne kaybederiz?”

Ahmet derin bir nefes aldı, kitabı elinde tutarak başladı:

“Bu kitapta diyor ki, bir genç bir dakikalık öfkeyle ömrünü mahveder. Ama bir saatini namaza ayırırsa, o ömrü kurtarır. Hapis, bir son gibi görünebilir, ama bir fırsat da olabilir. Sabırla, şükürle burayı bir dershaneye çevirebiliriz.”

Delikanlı kaşlarını çattı:
“Namaz mı? Hoca, ben namazı unuttum bile. Hem burası dua yeri mi ki?”

Ahmet sakin bir sesle cevap verdi:
“Dua her yerde yapılır, Delikanlı. Betonun içinde bile. Bir kez denesen, ne kaybedersin?”

Kara alaycı bir kahkaha attı:

“Hoca, sen hayal âleminde yaşıyorsun. Ben bir adam vurdum, öfkemle buraya düştüm. Namaz beni kurtarmaz.”

Ahmet, Kara’ya döndü, sesinde bir yumuşaklık vardı:
“Belki o öfke seni buraya getirdi, Kara. Ama burada geçirdiğin zamanı değiştirebilirsin. Bir dakikalık öfkeye bedel, bir saatlik huzur bulsan değmez mi?”

Kara sustu, gözleri dalıp gitti. İlk kez alay etmedi, sadece dinledi.

O gün Ahmet, koğuşun ortasına oturdu ve her akşam birkaç sayfa okumaya karar verdi. İlk başta sadece Delikanlı ve Dede yaklaştı. Delikanlı, serseri hayatından parçalar anlattı:

“Hocam, ben zenginlerin mallarını çaldım. Serserilik yaptım, ama şimdi pişmanım. Bu kitapta benim için de bir şey var mı?”

Ahmet başını salladı:
“Var, Delikanlı. Tövbe diye bir şey var. Geçmişini silemezsin, ama geleceğini kurtarabilirsin.”

Dede, zayıf sesiyle ekledi:
“Ben yaşlıyım, Hocam. Ömrümün sonu geldi. Ama bu betonun içinde huzur bulsam, yeter.”

Günler geçtikçe, Ahmet’in sesi koğuşta bir ritüel haline geldi. Her akşam, yemekten sonra kitabı açıyor, sakin bir sesle okuyordu. Kara ilk başta uzaktan dinledi, alay etmeyi bıraktı. Bir akşam, Ahmet bir cümle okudu: “Hapisteki her saat, sabırla ibadete dönerse, on saatlik sevap olur.” Delikanlı sordu:

“Hocam, sahiden mi? Yani burada geçirdiğim zaman boşa gitmez mi?”

Ahmet gülümsedi:
“Gitmez, Delikanlı. Yeter ki niyetin olsun.”

Bir gece, koğuş sessizken Kara ranzasından indi, Ahmet’in yanına oturdu. Sesini alçalttı:

“Hoca, ben o adamı vurduğumda öfkemden gözüm dönmüştü. Bir dakika sürdü, ama ömrüm gitti. Senin dediğin doğru mu? Burası bir fırsat mı?”

Ahmet, Kara’nın gözlerindeki kırılganlığı gördü:
“Doğru, Kara. O bir dakika geçti, ama şimdi önündekiler senin elinde. Bir adım atsan, yeter.”

Kara sustu, başını önüne eğdi. O gece ilk kez ranzasında huzurla uyudu.

Haftalar geçti. Ahmet’in dersleri koğuşta bir değişim başlattı. Delikanlı, bir akşam namaz kılmayı denedi; beceriksizce, ama içten. Dede, Ahmet’e dua öğretmesini istedi. Kara hâlâ mesafeliydi, ama her akşam dinliyordu. Bir gün gardiyan kapıyı açtığında, koğuşun havası farklıydı. Bağırışlar azalmış, mahkûmlar birbirine daha az ters bakıyordu. Gardiyan şaşkınlıkla mırıldandı:

“Bu koğuşta ne oluyor? Sanki medreseye döndü.”

Ahmet, o akşam kitabı eline aldığında içinden geçirdi: “Zeynep, Ayşe… Sizi özlüyorum. Ama burada bir ışık yakıyorum. Belki bu, hepimizin kurtuluşu olur.” Koğuş, artık sadece beton değildi; bir dershaneydi.


Altıncı Bölüm: Dersin Yankıları

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalar geçirdi, ama her akşam koğuşun ortasına oturup Risale-i Nur’dan birkaç sayfa okuması bir alışkanlık haline geldi. İlk başlarda alay eden gözler, şimdi merakla ona dönüyordu. Delikanlı namaz kılmayı öğrenmiş, beceriksizce de olsa her gün deniyordu. Dede, Ahmet’ten aldığı dualarla geceleri daha huzurlu uyuyordu. Kara ise hâlâ mesafeliydi, ama her akşam sessizce dinliyor, homurdanmayı bırakmıştı. Koğuş, yavaş yavaş bir dershaneye dönüşüyordu.

Bir akşam, Ahmet kitabı açtı, sakin bir sesle okumaya başladı: “Hapisteki her saat, sabırla ibadete dönerse, on saatlik sevap olur.” Delikanlı, ranzasından sarkarak sordu:

“Hocam, bu sahiden doğru mu? Yani burada geçirdiğim zaman boşa gitmeyecek mi?”

Ahmet gülümsedi:
“Gitmeyecek, Delikanlı. Yeter ki niyetin olsun. Bir adım atsan, gerisi gelir.”

Delikanlı başını salladı, düşünceli bir sesle:
“Ben serserilik yaptım, hırsızlık yaptım. Ama şimdi içimde bir şey değişiyor. Bu kitabı okuyunca kendimi temiz hissediyorum.”

Dede, köşeden zayıf sesiyle katıldı:

“Ben de öyle, Hocam. Ömrümün sonuna geldim sanıyordum, ama senin sayende bir umut buldum. Dua öğret bana, daha çok dua edeyim.”

Ahmet, Dede’ye döndü:
“Tabii, Dede. Sana her gün bir dua öğretirim. Sabır duası ile başlayalım.”

Kara, ranzasından homurdandı, ama bu kez alay yoktu sesinde:
“Hoca, senin bu sözlerin kulağa hoş geliyor da, benim gibi bir adamı kurtarır mı bilmem. Ben bir can aldım, öfkemle buraya düştüm.”

Ahmet, Kara’nın gözlerine baktı, sesinde bir şefkat vardı:
“Kara, o öfke geçmişte kaldı. Ama şimdi buradasın, ve önünde bir şans var. Bir dakikalık öfkeye bedel, bir ömürlük huzur bulsan değmez mi?”

Kara sustu, başını önüne eğdi. O gece, koğuş sessizken ranzasından indi, Ahmet’in yanına oturdu. Sesi alçak, ama samimiydi:

“Hoca, ben o adamı vurduğumda bir dakika sürdü. Ama o bir dakika, ömrümü aldı. Senin dediğin doğruysa, burada ne yapmalıyım?”

Ahmet, Kara’nın omzuna hafifçe dokundu:
“Bir tövbe ile başla, Kara. Sonra bir namaz kılmayı dene. Adım adım gidersin.”

Kara gözlerini kaçırdı, ama başını salladı:
“Düşüneceğim, Hoca. Belki…”

Günler geçtikçe, Ahmet’in dersleri koğuşu değiştirdi. Delikanlı, namaz kılarken diğer mahkûmlara öğretmeye başladı. Bir akşam, koğuşta üç kişi birden namaza durdu; beton zeminde secdeye kapanan gölgeler, karanlığa meydan okuyordu. Dede, her gece Ahmet’in öğrettiği duaları mırıldanıyordu. Kara ise bir akşam, eline bir tespih aldı, sessizce zikir çekmeye başladı. Ahmet, bunu görünce içinden geçirdi: “Bu betonun içinde bir çiçek açıyor.”

Bu değişim, koğuşun dışına da yayıldı. Bir sabah, gardiyan kapıyı açıp kahvaltı getirdiğinde, koğuşun sessizliği dikkatini çekti. Bağırışlar, küfürler azalmıştı. Gardiyanlardan biri, diğerine fısıldadı:

“Bu 7 numarada ne oluyor?”

Diğeri omuz silkti:
“Yeni gelen Hoca var ya, her akşam bir şeyler okuyor. Mahkûmlar dinliyor.”

Gardiyanlardan genç olanı, Ahmet’e döndü:
“Sen ne yapıyorsun burada, Hoca? Bu adamlar katil, hırsız… Ne anlatıyorsun onlara?”

Ahmet sakin bir sesle cevap verdi:
“Onlara insan olduklarını hatırlatıyorum, gardiyan. Hepimiz hata yaparız, ama hepimizin bir şansı var.”

Gardiyan şaşkınlıkla baktı, ama bir şey demedi.

O akşam, Ahmet dersine devam etti. Kitaptan bir bölüm okudu: “Hapis, bir çilehane olabilir. Sabırla, şükürle burada bir insan kendini bulabilir.” Delikanlı sordu:

“Hocam, yani bu beton bizim için bir kurtuluş mu?”

Ahmet başını salladı:
“Evet, Delikanlı. Eğer burada kendimizi temizlersek, dışarı çıktığımızda başka bir insan oluruz.”

Kara, tespihi elinde çevirerek mırıldandı:
“Belki de haklısın, Hoca. Belki…”

Ahmet, o gece ranzasına uzandığında gözlerini kapadı. Zeynep’in yüzü, Ayşe’nin gözyaşları hâlâ yüreğindeydi, ama burada bir ışık yakmıştı. Bu koğuş, onun yeni sınıfıydı; bu mahkûmlar, yeni öğrencileriydi.


Yedinci Bölüm: Elinden Alınan Işık

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalardır bir değişim başlatmıştı. Her akşam Risale-i Nur’dan okuduğu satırlar, mahkûmların yüreğinde bir yankı buluyordu. Delikanlı namaz kılmayı öğrenmiş, Dede dualarla huzur bulmuş, Kara bile tespih çekmeye başlamıştı. Koğuş, artık sadece bir hapis değil, bir dershaneydi. Ama bu huzur, uzun sürmeyecekti.

Bir sabah, koğuşun demir kapısı gürültüyle açıldı. Üç gardiyan içeri daldı; biri elinde bir kâğıt, diğerleri coplarını sallıyordu. Başgardiyan, sert bir sesle bağırdı:

“Herkes sıraya! Arama var!”

Mahkûmlar şaşkınlıkla ranzalardan indi, duvara dizildi. Ahmet, kitabını çantasına koymuştu, ama içinden bir huzursuzluk geçti. Delikanlı fısıldadı:
“Hocam, ne arıyorlar ki? Bir şey mi buldular?”

Ahmet sakin bir sesle cevap verdi:
“Bilmiyorum, Delikanlı. Bekleyelim.”

Gardiyanlar ranzaları karıştırdı, battaniyeleri yere attı. Biri Ahmet’in çantasına yöneldi, içini boşalttı. Risale-i Nur kitabı masanın üstüne düştü. Başgardiyan kitabı eline aldı, kaşlarını çattı:

“Bu ne? Burada ne işin var bununla?”

Ahmet öne çıktı, sesi titremedi:
“Benim kitabım. Okuyorum, hepsi bu.”

Gardiyan alaycı bir gülümsemeyle kitabı salladı:
“Okuyorsun ha? Hoca, burası cami değil. Bu yasaklı olabilir.”

Kara, duvardan seslendi:

“Gardiyan, o kitap kimseye zarar vermiyor. Bırak adamı!”

Başgardiyan Kara’ya ters bir bakış attı:
“Sen karışma, Kara! Bu cezaevi yönetimi işi. Kitap toplatılacak.”

Dede, zayıf sesiyle yalvardı:
“Yapmayın, o kitap bize huzur veriyor. Ne zararı var?”

Ama gardiyan dinlemedi. Kitabı cebine koydu, diğerlerine döndü:
“Arama bitti. Hoca, bir daha böyle şeyler görmeyelim. Bu iş burada kapanmaz.”

Kapı kapanıp gardiyanlar gidince, koğuşta bir sessizlik çöktü. Delikanlı yumruğunu duvara vurdu:

“Hocam, niye aldılar ki? Ne yapacağız şimdi?”

Ahmet derin bir nefes aldı, mahkûmlara baktı. Kitap elinden gitmişti, ama içindeki sözler hâlâ aklındaydı:
“Üzülmeyin. Kitap gitti, ama bende kalanlar var. Onlarla devam ederiz.”

Kara kaşlarını çattı:
“Hoca, ezbere mi anlatacaksın? Kitapsız nasıl olacak?”

Ahmet gülümsedi:
“Evet, Kara. Yıllarca çocuklara ders anlattım, aklımda çok şey var. Kitap bir araçtı, asıl olan içimizdeki niyet.”

O akşam, Ahmet kitapsız ilk dersini verdi. Koğuşun ortasına oturdu, gözlerini kapadı, hafızasını yokladı. Sesi sakin ama güçlüydü:

“Hapisteki gençler, Nurlara ekmek kadar muhtaçtır. Bir saat ibadet, burada on saat sevap olur. Sabırla, şükürle bu beton bir çilehane olabilir.”

Delikanlı şaşkınlıkla sordu:
“Hocam, bunları kitapsız mı hatırlıyorsun? Hepsi aklında mı?”

Ahmet başını salladı:
“Evet, Delikanlı. Yıllarca okudum, içime işledi. Kitap olmasa da sözler bende yaşıyor.”

Dede, gözleri dolarak mırıldandı:

“Hoca, sen bir hazineymişsin. Bizi bırakmadın.”

Kara, tespihini elinde çevirerek ekledi:
“Hoca, gardiyanlar kitabı aldı, ama seni susturamazlar. Devam et.”

Ahmet, Kara’ya baktı, içinden bir sıcaklık geçti:
“Devam edeceğim, Kara. Hepimiz için.”

Günler geçtikçe, Ahmet’in dersleri kitapsız sürdü. Hafızasından dökülen sözler, koğuşu doldurdu. Delikanlı, namaz kılarken diğer mahkûmlara rehber oldu. Bir akşam, beş kişi birden namaza durdu; beton zeminde secdeye kapanan gölgeler, karanlığı aydınlatıyordu. Dede, her gece Ahmet’in ezberinden öğrettiği duaları tekrarladı. Kara, bir gün Ahmet’e yaklaştı, sesi alçaktı:

“Hoca, ben namaz kılmayı bilmem. Bana da öğretir misin?”

Ahmet’in gözleri parladı:
“Tabii, Kara. Hemen başlarız. Adım adım.”

Gardiyanlar, koğuşun değiştiğini fark ediyordu. Bir sabah, başgardiyan kapıyı açtığında, mahkûmların sessizce oturduğunu gördü. Bağırışlar yoktu, kavga yoktu. Diğer gardiyana fısıldadı:

“Bu Hoca ne yapıyor bilmem, ama koğuşu gül bahçesi gibi yaptı.

Diğeri güldü:
“Bırak yapsın. Bize de rahatlık.”

Ahmet, o gece ranzasına uzandığında içinden geçirdi: “Kitabım gitti, ama ışığım sönmedi. Zeynep, Ayşe… Sizin için de buradayım.” Koğuş, artık onun sınıfıydı; mahkûmlar, öğrencileriydi.


Sekizinci Bölüm: Camın Ardındaki Umut

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda haftalar geçirmiş, kitabı elinden alınsa da derslerine hafızasıyla devam etmişti. Koğuş bir dershaneye dönmüştü; Kara namaz öğrenmeye başlamış, Delikanlı tövbeyle değişmiş, Dede dualarla huzur bulmuştu. Ama Ahmet’in yüreği hâlâ Kırçalı’daydı; Zeynep’in gözyaşları, Ayşe’nin feryadı her gece rüyalarına sızıyordu.

Bir sabah, gardiyan kapıyı açtı, sesi her zamankinden farklıydı:

“Ahmet Yılmaz, görüşün var. Ailen gelmiş. Hadi, hazırlan!”

Ahmet’in kalbi hızlandı. Aylar sonra ilk kez ailesini görecekti. Koğuşta bir mırıltı yükseldi; Delikanlı gülümsedi:
“Hocam, şanslısın. Kızını, karını görürsün. Bize de dua et.”

Kara, tespihini çevirerek mırıldandı:
“Hoca, onlara selam söyle. Dayansınlar.”

Ahmet, gardiyanların eşliğinde görüş odasına götürüldü. Küçük, soğuk bir odaydı; ortada kalın bir cam, iki yanında telefonlar vardı. Ahmet içeri girdiğinde, camın diğer tarafında Ayşe ve Zeynep’i gördü. Ayşe zayıflamış, gözleri çökmüştü; Zeynep ise babasını görünce ağlamaya başladı. Ahmet telefonu eline aldı, sesi titreyerek:

“Ayşe… Zeynep’im… Nasılsınız?”

Ayşe gözyaşlarını tutamadı:
“Ahmet, sensiz nasıl olalım? Zeynep her gece seni soruyor. Ben ne yapacağımı bilmiyorum.”

Zeynep, minik ellerini cama vurdu:
“Baba! Ne zaman geleceksin? Söz verdin, uslu oldum!”

Ahmet’in gözleri doldu, ama güçlü durmaya çalıştı:

“Zeynep’im, biraz daha sabret. Bu bir rüya, bitecek. Ayşe, dayan, lütfen.”

Ayşe hıçkırıklar arasında cevap verdi:
“Dayanamıyorum, Ahmet! Kasabada herkes bizden kaçıyor. İş bulamıyorum, Artık komşular misafirliğe gelmiyor, selam bile vermiyor. Zeynep okula gidemiyor. Seni böyle görmek beni öldürüyor!”

Ahmet, camın ardındaki ailesine bakarken yüreği parçalandı:
“Ayşe, buradaki adamlara umut veriyorum. Onlar için dayanıyorum. Siz de benim için dayanır mısınız?”

Zeynep ağlayarak mırıldandı:
“Baba, seni özledim… Eve gel…”

Görüş süresi bittiğinde, gardiyan Ahmet’i kolundan tuttu. Ayşe ve Zeynep camın ardında ağlayarak kaldı. Ahmet koğuşa dönerken gözleri ıslaktı, ama içinde bir kararlılık vardı: “Onlar için de bu ışığı yakacağım.”

Birkaç gün sonra, gardiyan yine geldi:

“Ahmet Yılmaz, mahkemeye çıkıyorsun. Hazırlan!”

Mahkeme günü, Ahmet Silivri Adliyesi’ne götürüldü. Salonda avukatı vardı; genç, kararlı bir adam. Hâkim dosyayı açtı, aynı soğuk sesle:
“Sanık Ahmet Yılmaz, FETÖ’ye üye olmak suçundan yargılanmıştır. Deliller: Digitürk iptali, Bank Asya hesabı, gizli tanık ifadesi.”

Avukat ayağa kalktı:
“Sayın Hâkim, bu deliller somut değil! Abonelik iptali olağan bir tercih, banka hesabı kira için, gizli tanık yalan söylüyor!”

Ahmet ekledi:
“Ben öğretmenim, çocuklara doğruyu öğrettim. Terörle ne ilgim olabilir?”

Hâkim dosyaya baktı, kalemi eline aldı:

“Sanık Ahmet Yılmaz, 6 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Karar kesinleşmiştir.”

Salonda bir sessizlik çöktü. Ahmet’in kulakları uğuldadı; 6 yıl, Zeynep’in çocukluğunu, Ayşe’nin yanında olamadan geçireceği bir ömürdü. Avukatı yanına geldi, omzuna dokundu:
“Ahmet Bey, üzülmeyin. Yargıtay’a başvuracağız.”

Koğuşa döndüğünde, mahkûmlar etrafını sardı. Delikanlı sordu:

“Hocam, ne oldu? Çıkıyor musun?”

Ahmet başını eğdi:
“6 yıl verdiler. Ama avukatım umutlu.”

Kara homurdandı:
“Adalet dedikleri bu mu, Hoca? Seni burada çürütecekler.”

Ertesi gün, avukatı görüşe geldi. Küçük bir odada, Ahmet’e umutla baktı:

“Ahmet Bey, Yargıtay’a temyiz başvurusu yapacağız. Bu karar kesin döner, deliller çok zayıf.”

Ahmet yutkundu:
“Ne kadar sürer?”

Avukat başını salladı:
“Birkaç ay, belki bir yıl. Dönmezse Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yaparız. O da olmazsa AİHM var. Sabredin, bu iş bitecek.”

Ahmet gözlerini kapadı:
“Ailem için sabrederim. Ama Zeynep büyüyor, Ayşe yalnız. Onlar ne olacak?”

Avukat içini çekti:
“Dayanacaklar, Ahmet Bey. Sizin için güçlü duruyorlar.”

Ahmet koğuşa döndüğünde, dersine devam etti. Kitapsız, ama hafızasıyla:

“Hapis bir çilehanedir. Sabırla, şükürle buradan bir insan olarak çıkarız.”

Kara sordu:
“Hoca, 6 yıl nasıl geçer?”

Ahmet gülümsedi:
“Adım adım, Kara. Her gün bir ışık yakarak.”

O gece, Ahmet ranzasında dua etti: “Zeynep’im, Ayşe’m… Sabredin. Bu betonun içinden bir yol bulacağım.” Yargı süreci uzundu, ama umudu vardı.


Dokuzuncu Bölüm: Havalandırmadaki Huzur

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda aylar geçirmişti. Kitabı elinden alınsa da hafızasıyla derslerine devam ediyor, Kara, Delikanlı ve Dede’yi adım adım değiştiriyordu. Koğuş bir dershaneye dönmüştü, ama Ahmet’in aklı hâlâ ailesindeydi. Ayşe’nin çaresizliği, Zeynep’in gözyaşları yüreğini dağlıyordu. Yargıtay süreci belirsizdi; avukatı “Sabret, döner” diyordu, ama zaman ağır işliyordu.

Bir sabah, Ahmetede, Ahmet koğuşta mahkûmlarla konuşurken bir fikir doğdu. Delikanlı, namaz kılarken diğer koğuşlardan gelen sesleri duyduğunu söyledi:

“Hocam, diğer koğuşlarda da namaz kılanlar var. Cuma namazını hep birlikte kılsak olmaz mı?”

Ahmet durdu, gözleri parladı:
“Haklısın, Delikanlı. Cuma namazı farzdır, bir araya gelelim.”

Kara, tespihini elinde çevirerek sordu:
“Hoca, yönetim izin verir mi? Bizi bir arada görmek istemiyorlar.”

Ahmet kararlı bir sesle cevap verdi:
“Deneyeceğiz, Kara. Bir şey yapmazsak, hiçbir şey değişmez.”

Ertesi gün, Ahmet gardiyana bir dilekçe yazdı: “7 numaralı koğuş olarak, diğer koğuşlarla birlikte cuma namazı kılmak istiyoruz. Havalandırmada 55-60 kişi olabiliriz. İzin verirseniz, hutbeyi ben okurum.” Gardiyan dilekçeyi aldı, kaşlarını çattı:

“Hoca, bu işler burada zor. Yönetim pek hoşlanmaz.”

Ahmet sakin bir sesle:
“Denemekten zarar gelmez. Belki bir hayır olur.”

Günler geçti, bir cevap gelmedi. Ama bir sabah, başgardiyan koğuşa geldi, elinde bir kâğıt:

“Hoca, dilekçen kabul edildi. Cuma günü havalandırmada namaz kılabilirsiniz. Ama bir olay çıkarsa, hepiniz sorumlu olursunuz.”

Koğuşta bir sevinç dalgası yayıldı. Delikanlı yumruğunu havaya kaldırdı:
“Hocam, başardık!”

Kara bile gülümsedi:
“Hoca, senin yüzünden beton camiye dönüyor.”

Cuma günü geldiğinde, havalandırma alanına 7 numaralı koğuşla birlikte diğer koğuşlardan mahkûmlar toplandı. Yaklaşık 60 kişiydiler; kiminin yüzü sert, kiminin gözleri umutluydu. Beton zemin soğuktu, ama hava açık ve güneşliydi. Ahmet öne çıktı, mahkûmlara döndü:

“Kardeşlerim, önce hutbe okuyacağım. Sonra namazı kılacağız. Dikkatle dinleyin.”

Ahmet, hafızasını yokladı, hutbeyi özetleyerek içten bir sesle okumaya başladı:

“Ey mahpus kardeşlerim, iman hakikatları bize teselli verir. Özellikle gençlikte darbe yiyip, güzel ömrünü hapiste geçirenler için bu hakikatler ekmek kadar gereklidir. Gençlik, akıldan çok heveslere kulak verir; kör duygularla bir anlık zevk için ömrünü mahveder. Bir dakikalık intikam, binlerce saatlik hapis acısına mal olur. Bir saatlik sefahat, namus meselesiyle yıllarca korku ve acı çektirir. Bu çağda, kuzeydeki bir devlet gençlik heveslerini kullanıp ahlaksızlığı yayıyor; kadın-erkek çıplak hamamlar açıyor, zenginlerin mallarını fakirlere helal kılıyor. İnsanlık bu felakete titriyor. Bizler, İslam ve Türk gençleri olarak imanla bu tehlikelere karşı durmalıyız. Aksi halde dünya ve ahiret saadetimizi kaybederiz.”

Mahkûmlar sessizce dinliyordu. Ahmet devam etti:

“Ama bir genç, hapiste bir saatini namaza ayırırsa, günahlardan uzak durursa, tövbe ederse, geçici gençlikle sonsuz bir gençlik kazanır. Kur’an bunu müjdeliyor. Haksız yere mahkûm olan, namaz kılarsa her saati bir gün ibadet olur; hapis bir çilehane olur. Fakir, hasta, yaşlı bir mahpus, namazla tövbe ederse her saati yirmi saat ibadet sayılır; hapis bir dershane olur. Mahpuslar imanla değişir, terbiye alır. Ölüm kaçınılmaz, ecel gizli, kabir açık. İmanla ölüm bir terhis, imansızlıkla sonsuz ayrılık. En bahtiyar, sabırla şükreden, hapisten imanla çıkandır.”

Hutbe bittiğinde, koğuşta bir sessizlik hakimdi. Ahmet namazı kıldırdı; 60 kişi beton zeminde saf tuttu, secdeye vardı. Havalandırmada yankılanan “Allahu Ekber” sesleri, betonun soğuğunu ısıttı. Namaz bitince, mahkûmlar Ahmet’e sarıldı. Bir adam, gözleri dolu:

“Hoca, ilk kez huzur buldum. Sağ ol.”

Kara, Ahmet’in omzuna vurdu:
“Hoca, bu beton seninle cami oldu.”

Gardiyanlar uzaktan izliyordu. Başgardiyan mırıldandı:

“Bu Hoca ne yapıyor bilmem, ama işler karışacak gibi.”

O gece, Ahmet ranzasında dua etti: “Zeynep’im, Ayşe’m… Bu namaz sizin için de. Sabredin.” Havalandırmadaki huzur, betonun ötesine yayılmıştı.


Onuncu Bölüm: Kırçalı’daki Çığlık

Kırçalı’da sonbahar gelmiş, kasabanın sokakları sarı yapraklarla dolmuştu. Ayşe, Ahmet’in hapse düşmesinden beri geçimi sağlamak için terzi dükkânında gece gündüz çalışıyordu. Zeynep ise okula gidemiyor, evde annesinin yanında sessizce oturuyordu. Babasının yokluğu, küçük kızın gözlerinde bir gölge bırakmıştı. Her gece yastığına sarılıp “Baba ne zaman gelecek?” diye mırıldanıyordu. Ayşe, kızına güçlü görünmeye çalışsa da, içi yanıyordu.

Bir akşam, Ayşe mutfakta çorba kaynatırken Zeynep yerde oyuncaklarıyla oynuyordu. Ansızın bir sessizlik çöktü. Ayşe başını çevirdiğinde, Zeynep’in titrediğini gördü. Küçük beden kasılıp gevşiyor, gözleri kayıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Kızım, ne oluyor sana?!”
Kâseyi yere düşürdü, Zeynep’in yanına koştu. Kızını kucağına aldı, ama nöbet durmuyordu. Zeynep’in minik elleri havada çırpınıyor, başı geriye düşüyordu. Ayşe ağlayarak bağırdı:
“Yardım edin! Biri yardım etsin!”

Komşular koştu, biri Zeynep’i kucaklayıp arabaya taşıdı. Hastaneye vardıklarında, doktorlar hemen müdahale etti. Ayşe koridorda ağlayarak beklerken, bir doktor yanına geldi:
“Hanımefendi, kızınız epilepsi nöbeti geçirmiş. Durumu stabil, ama tetikleyici bir şey olmuş olabilir. Son zamanlarda stresli bir olay yaşadınız mı?”
Ayşe hıçkırıklar arasında cevap verdi:
“Kocam hapse girdi… Zeynep onsuz perişan. Her gece ağlıyor, babasını soruyor.”
Doktor içini çekti:
“Stres ve travma, epilepsiyi tetikleyebilir. Zeynep’in yatkınlığı varsa, bu olay başlatmış olabilir. İlaç vereceğiz, ama duygusal destek de şart.”

Ayşe başını ellerinin arasına aldı:
“Ahmet… Sensiz ne hale geldik…”

Silivri’de, Ahmet Hoca koğuşta derslerine devam ediyordu. Havalandırmadaki cuma namazı, mahkûmları birleştirmiş, 60 kişi beton zeminde huzur bulmuştu. Ama bir sabah, gardiyan kapıyı açtı, Ahmet’e seslendi:
“Hoca, görüşün var. Avukatın gelmiş.”
Ahmet koğuşta mahkûmlara döndü:
“Belki iyi haber vardır. Dua edin.”
Kara başını salladı:
“Hoca, umarım çıkarsın. Ama bizi bırakma.”

Görüş odasında, avukatı bekliyordu. Yüzü ciddiydi, elinde bir dosya vardı. Ahmet telefonu aldı:
“Ne haber? Yargıtay’dan bir şey mi var?”
Avukat derin bir nefes aldı:
“Ahmet Bey, önce kötü bir haber. Zeynep hastalanmış. Epilepsi nöbeti geçirmiş. Ayşe perişan, hastaneden yazmış.”
Ahmet’in eli titredi, telefon neredeyse düşecekti:
“Ne? Zeynep’im… Nasıl olur? O daha çocuk!”
Avukat devam etti:
“Stres tetiklemiş olabilir. Babasının yokluğu onu çok etkilemiş. Ama durumu stabil, ilaçla kontrol altına alınacak.”

Ahmet gözlerini kapadı, gözyaşları yanaklarından süzüldü:
“Zeynep’im… Benim yüzümden… Ayşe ne yapacak şimdi?”
Avukat omzuna dokundu:
“Ahmet Bey, dayan. Yargıtay’dan henüz haber yok, ama umut var. Bu delillerle karar dönmeli. Sabret.”
Ahmet yutkundu:
“Sabrederim. Ama kızım… Onu böyle bırakamam.”

Koğuşa döndüğünde, yüzü solgundu. Delikanlı hemen fark etti:
“Hocam, ne oldu? Kötü bir şey mi var?”
Ahmet oturdu, sesi titreyerek:
“Kızım Zeynep hastalanmış. Epilepsi nöbeti geçirmiş. Benim yüzümden…”
Kara yanına geldi, sert ama şefkatli bir sesle:
“Hoca, suçlu değilsin. İftiracılar suçlu, bu adaletsizlik suçlu. Kızına dua ederiz.”
Dede, zayıf eliyle Ahmet’in kolunu tuttu:
“Hocam, Zeynep için dua okuyalım. Sen bize öğrettin, şimdi sıra bizde.”

O akşam, Ahmet ders vermedi. Koğuşta mahkûmlar bir halka oldu; Kara, Delikanlı, Dede ve diğerleri, Ahmet’in öğrettiği duaları okudu. Ahmet gözleri kapalı dinledi, içinden geçirdi: “Zeynep’im, Ayşe’m… Sizin için buradayım. Bu betonu sizin için aşacağım.”



On Birinci Bölüm: Yargıtay Sürecinin Sonu

Ahmet Hoca, Silivri’nin beton koğuşunda ikinci yılındaydı. 2018’in soğuk bir kış günüydü. 2016’da başlayan kâbus, OHAL’in gölgesinde uzayıp gidiyordu. Koğuşta dersleri devam ediyordu; Kara namaz kılıyor, Delikanlı tövbesini sürdürüyor, Dede dualarla güç buluyordu. Ama Ahmet’in aklı Zeynep’taydı. Ayşe’nin mektupları, kızının nöbetlerinin sıklaştığını söylüyordu. Ahmet, her gece Zeynep’in titrek yazısıyla yazılmış “Baba, ne zaman geleceksin?” satırlarını okuyordu.

Bir sabah, gardiyan kapıyı açtı:
“Ahmet Yılmaz, görüşe çık. Avukatın gelmiş.”
Ahmet ranzasından kalktı, mahkûmlara döndü:
“Dua edin, belki Yargıtay’dan haber var.”
Kara tespihini elinde çevirdi:
“Hoca, umarım çıkarsın. Zeynep’in yüzü güler.”

Görüş odasında, avukatı dosyayı açmış bekliyordu. Ahmet telefonu aldı:
“Ne haber? Yargıtay’dan mı?”
Avukat başını salladı, sesi ağır:
“Evet, Ahmet Bey. 2017’de temyize gittik, ama karar geldi. Reddettiler. 6 yıl cezayı onadılar.”
Ahmet’in nefesi kesildi:
“Nasıl? Digitürk iptali, banka hesabı… Bu mu delil?”
Avukat içini çekti:
“OHAL dönemi böyle. Deliller zayıf, ama kararlar sert. Anayasa Mahkemesi’ne başvuracağız.”
Ahmet gözlerini yumdu:
“Zeynep hasta, avukat. Daha ne kadar?”
Avukat sakin bir sesle:
“Sabret, Ahmet Bey. AYM umut olabilir.”

Koğuşa döndüğünde, Ahmet’in yüzü gölgeliydi. Delikanlı sordu:
“Hocam, ne oldu?”
Ahmet oturdu:
“Yargıtay reddetmiş. AYM’ye gidiyoruz.”
Dede mırıldandı:
“Hocam, dua edelim. Zeynep için, senin için.”



On İkinci Bölüm: Yargı Labirenti

Zaman geçti. 2021’e gelindiğinde, Ahmet dördüncü yılını yaşıyordu. Koğuş değişmemişti; beton hâlâ soğuk, mahkûmlar hâlâ yanındaydı. Zeynep’in nöbetleri artmıştı; Ayşe’nin son mektubu “Zeynep seni soruyor, dayanamıyorum” diyordu. O sabah, gardiyan yine geldi:
“Ahmet Yılmaz, görüşe çık.”
Ahmet umutla kalktı:
“Belki AYM’den haber var.”
Kara başını salladı:
“Hoca, bu sefer olsun.”

Görüş odasında, avukatın yüzü daha da asıktı:
“Ahmet Bey, AYM’den sonuç geldi. 2019’da başvurduk, ama 2021’de karar verdiler. Reddederler.”
Ahmet masaya yumruğunu vurdu:
“Bu mu adalet? Zeynep’im ölüyor, Ayşe perişan! Daha ne yapayım?”
Avukat cevap verdi:
“AİHM’e gidiyoruz. Hak ihlali açık, kazanırız. Ama 6 yılını tamamlaman gerekebilir.”
Ahmet’in sesi titredi:
“2022’ye kadar mı? Zeynep bekler mi?”
Avukat omzuna dokundu:
“Dayan, Ahmet Bey. AİHM’den tazminat alırız.”

Koğuşa döndüğünde, Ahmet çöktü. Kara yanına geldi:
“Hoca, ne oldu yine?”
Ahmet başını ellerinin arasına aldı:
“AYM de reddetmiş. AİHM’e kaldık. 2022’ye kadar buradayım.”
Delikanlı öfkeyle:
“Bu nasıl iş, Hocam? Sen suçsuzsun!”
Dede zayıf sesiyle:
“Hocam, sabret. Zeynep için dua edelim.”

O akşam, Ahmet ders için topladı mahkûmları. Halka oldular, beton zeminde oturdular. Ahmet, hafızasından anlattı:
“Hapis bir çilehanedir. Sabırla, dua ile buradan rahmet çıkar. Zeynep’im için, sizin için, hepimiz için sabredelim.”
Kara mırıldandı:
“Hoca, senin sabrın bize ders. Zeynep’e dua ediyoruz.”
Delikanlı ekledi:
“Hocam, AİHM’den çıkarsın. Zeynep’ine kavuş.”

Ders bittiğinde, Ahmet ranzasına uzandı. Zeynep’in mektubunu çıkardı, satırları okudu: “Baba, rüyamda seni gördüm.” Gözyaşları mektuba damladı. Karanlıkta mırıldandı:
“Zeynep’im, biraz daha dayan. Baban bu betondan çıkacak.”
Ama içindeki umut, yargı labirentinde gölgelenmişti. AİHM, son çaresiydi.



On Üçüncü Bölüm: Son Görüşme ve Kırılan Umut

2022 Temmuz’uydu. Ahmet Hoca, Silivri’de 6 yılını tamamlamaya iki gün kalmıştı. Betonun soğuğu sırtına işlese de, yüreğinde bir sıcaklık vardı; Zeynep’ine, Ayşe’sine kavuşacaktı. Koğuşta dersleri bitirmiş, mahkûmlarla vedalaşmaya hazırlanıyordu. O sabah, gardiyan kapıyı açtı:
“Ahmet Yılmaz, görüşün var. Ailen gelmiş.”
Ahmet’in kalbi hızlandı. Koğuşta mahkûmlar etrafını sardı. Delikanlı gülümsedi:
“Hocam, Zeynep’ini göreceksin. Şanslısın!”
Kara, tespihini elinde çevirerek:
“Hoca, selam söyle. Beton seni bırakıyor.”

Ahmet, gardiyanlarla görüş odasına yürüdü. Kalın camın ardında Ayşe ve Zeynep’i gördü. Zeynep, zayıflamış, gözleri çökmüştü, ama babasını görünce yüzü aydınlandı. Ahmet telefonu aldı, sesi titreyerek:
“Zeynep’im… Ayşe… Nasılsınız?”
Zeynep, minik ellerini cama vurdu, sevinçle:
“Baba! Annem dedi ki çıkıyormuşsun! Ne zaman?”
Ahmet gülümsedi, gözleri doldu:
“İki gün kaldı, Zeynep’im. Çıkıyorum, size geliyorum.”
Ayşe hıçkırıklar arasında:
“Ahmet, Zeynep seni çok özledi. Nöbetleri var, ama seni duyunca biraz toparladı.”

Zeynep yerinde duramıyordu, telefonu kaptı:
“Baba, iki gün mü? Eve gelince ne yapacağız, ben hepsini planladım. İlk olarak Oyuncaklarımı göstereceğim sana.”
Ahmet’in yüreği sıcacık oldu:
“Göster, Zeynep’im. Birlikte oynarız. Sabret, iki gün kaldı.”
Ayşe ekledi:
“Ahmet, Zeynep seni bekliyor.”
Ahmet başını salladı:
“Sayılı günler bitti, sabrettiniz bak işte geçti gitti.”

Görüş bittiğinde, Zeynep cama el salladı, Ahmet de ona. Gardiyanlar Ahmet’i koğuşa götürürken, yüzünde bir tebessüm vardı. Kara sordu:
“Hoca, ne oldu? Zeynep iyi mi?”
Ahmet cevap verdi:
“İyi, Kara. İki gün sonra çıkıyorum dedim, çok sevindi. Bana oyuncaklarını gösterecek.”
Dede güldü:
“Hocam, Zeynep’in duası seni kurtardı. Betondan çıkıyorsun.”

Kırçalı’da, Ayşe ve Zeynep eve döndü. Zeynep sevinçten yerinde duramıyordu. Odasında zıplıyor, oyuncaklarını topluyordu:
“Anne, babam geliyor! İki gün kaldı! Bak, bunu göstereceğim!”
Ayşe, kızının mutluluğuna bakıp gülümsedi:
“Göster, Zeynep’im. Baban çok sevinecek.”
Zeynep koşarak mutfağa gitti:
“Anne, babama çorba yapalım mı? Eve gelince içer!”

Ama o akşam, mutluluk bir anda gölgelendi. Ayşe mutfakta çorba kaynatırken, Zeynep odada oyuncaklarını diziyordu. Ansızın bir sessizlik çöktü. Ayşe başını çevirdiğinde, Zeynep’in yere yığıldığını gördü. Minik beden kasılıyor, gözleri kayıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Kızım, hayır!”
Koşup Zeynep’i kucağına aldı, ama nöbet durmuyordu. Zeynep’in elleri havada çırpınıyor, başı geriye düşüyordu. Ayşe ağlayarak bağırdı:
“Yardım edin! Lütfen, biri yardım etsin!”

Komşular kapıyı açtı, Fatma Teyze Zeynep’i arabaya taşıdı. Hastaneye vardıklarında, doktorlar müdahale etti. Ayşe koridorda dua ediyordu:
“Allah’ım, Ahmet yarın çıkıyor… Zeynep’i alma…”
Doktor yanına geldi:
“Hanımefendi, nöbet çok şiddetli. Elimden geleni yapıyoruz, ama durumu kritik.”
Ayşe feryat etti:
“Zeynep’im babasını bekliyor! Babasına kavuşmadan ölemez!”

Gece ilerledi. Zeynep yoğun bakımda yatıyordu. Ayşe, kızının elini tutmuş, başında bekliyordu. Zeynep’in son sözleri “Anne bak babam geldi” olmuştu. Monitörden bir bip sesi yükseldi, Zeynep’in eli gevşedi. Ayşe çığlık attı:
“Zeynep! Hayır! Kızım, uyan!”
Doktorlar koştu, ama Zeynep gitmişti. Ayşe, kızının cansız bedenine sarıldı:
“Ahmet… Zeynep dayanamadı… Yarın geliyorsun, ama o yok…”

Ertesi sabah, Kırçalı’da cenaze hazırlıkları başladı. Ayşe, Zeynep’in oyuncaklarını toplarken ağlıyordu. Fatma Teyze yanına geldi:
“Ayşe, Ahmet bugün çıkıyormuş. Yoldadır.”
Ayşe başını salladı, sesi boğuk:
“Zeynep’i göremeyecek… Ne diyeceğim ona?”



On Dördüncü Bölüm: Tahliye ve Cenaze

2022 Temmuz’uydu. Ahmet Hoca, Silivri’de 6 yılını tamamlamıştı. 2016’da başlayan kâbus, beton kapıların açılmasıyla bitecekti. İki gün önce Zeynep ve Ayşe ile görüşmüştü; Zeynep’in “Baba, eve gelince ne yapalım?” sorusu, Ahmet’in yüreğinde bir bahar gibi açmıştı. Tahliye sabahı, koğuşta mahkûmlar etrafını sardı. Delikanlı sarıldı, gözleri dolu:
“Hocam, gidiyorsun. Zeynep’ine kavuş. Bizi unutma.”
Kara, sert ama şefkatli:
“Hoca, Zeynep’e selam söyle. Beton seni bırakıyor, ama bizi bırakma.”
Ahmet gülümsedi, sesi nemli:
“Unutmam sizi. Zeynep’im için dua ettiniz, bu beton sizinle anlam buldu.”

Ahmet çantasını aldı, gardiyanlarla kapıya yürüdü. Cezaevi önünde son kez beton duvarlara baktı, içinden mırıldandı:
“Zeynep’im, baban geliyor.”
Kırçalı’ya giden otobüse bindi. Yol boyunca Zeynep’in gülüşünü, Ayşe’nin yorgun ama umutlu gözlerini hayal etti. Kasabaya vardığında, hava sıcaktı, ama sokağa adım attığında bir gariplik hissetti. Evlerinin önünde kalabalık toplanmış, sessiz bir matem havası hakimdi. Ahmet’in kalbi sıkıştı, adımları hızlandı.

Evin kapısına vardığında, kapının önünde beyaz örtüyle kaplı küçük bir tabut gördü. Zeynep’in oyuncak ayısı, tabutun yanına bırakılmıştı. Ahmet’in çantası elinden düştü, dizleri titredi. Fatma Teyze koştu, ağlayarak:
“Ahmet, hoş geldin… Ama Zeynep… Dün gece vefat etti. Nöbet geçirdi, kurtaramadılar.”
Ahmet dondu kaldı, sesi çıkmadı. Gözleri tabuta kilitlendi. Ayşe kapıdan çıktı, yüzü tanınmaz haldeydi, gözleri çökmüş, elleri titriyordu. Ahmet’e baktı, hıçkırarak:
“Ahmet… Zeynep gitti… Dün gece… Seni bekliyordu…”

Ahmet, tabuta yaklaştı, elleriyle örtüyü tuttu. Zeynep’in soluk yüzünü gördü; minik kızının gözleri kapalıydı, ama yüzünde sanki bir tebessüm vardı. Ahmet dizlerinin üstüne çöktü, Zeynep’e sarıldı, gözyaşları tabuta damladı:
“Zeynep’im… Geldim işte… Söz verdim, geldim…”
Ayşe yanına çöktü, ağlayarak:
“Ahmet, dün gece nöbet geçirdi… Son sözleri… ‘Anne bak babam geldi’ dedi… Sonra gitti…”

Ahmet’in feryadı sokağı doldurdu:
“Azrail Zeynep'imin canını alırken merhamet etti, babasının yüzünle geldi… Zeynep’im beni görmeden gitmedi…”

Fatma Teyze, Ahmet’in omzuna dokundu:
“Ahmet, sabret… Zeynep seni bekledi, ama dayanamadı.”
Ahmet başını salladı, sesi boğuk:
“Sabrettim, Fatma Teyze. 6 yıl sabrettim, ama Zeynep’im sabredemedi…”

Cenaze namazı kılındı. Ahmet, Zeynep’in tabutunu omuzladı, kasabanın mezarlığına yürüdü. Her adımda Zeynep’in “Baba, ne zaman geleceksin?” sorusu kulaklarında yankılandı. Mezar başında, Zeynep’i toprağa verdiler. Ahmet, kürekle toprak atarken mırıldandı:


“Zeynep’im… Baban geldi, ama geç kaldım… Öbür dünyada kavuşuruz.”
Ayşe yanında duruyordu, ama gözleri boş bakıyordu. Ahmet ona döndü:
Bu ayrılık, ebedî bir firak değildir, kısa dünya hayatı noktasındadır. Anne ve baba, evlatları ile yine cennette ebedî olarak mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşayacaklardır. Madem ölümün hakiki yüzü budur, öyle ise ondan korkup feryat figan etmek, lüzumsuz ve haksız yere Allah’a isyan etmek manasızdır ve kula yakışmaz.
Ayşe cevap veremedi, sadece ağladı.

O gece, Ahmet evde Zeynep’in odasına girdi. Oyuncak ayıyı eline aldı, kokladı. Zeynep’in kokusu hâlâ oradaydı. Ranzasına oturdu, gözleri tavana daldı:
“Zeynep’im… ‘Babam geldi’ dedin… Ama ben seni göremedim…”
Betondan kurtulmuştu, ama özgürlük bir yıkımla gelmişti.



On Beşinci Bölüm: Boşanma ve Kopuş

2022 sonbaharıydı. Ahmet Hoca, Silivri’den tahliye olalı aylar olmuştu, ama Kırçalı’daki ev artık bir yuva değildi. Zeynep’in cenazesiyle başlayan yıkım, her köşede hissediliyordu. Ahmet, Zeynep’in odasına her girdiğinde oyuncak ayıyı eline alıyor, “Anne bak babam geldi” sözlerini hatırlıyordu. Ayşe’nin ise gözlerindeki ışık sönmüştü; Zeynep’in kaybı, yıllarca süren yalnızlık ve geçim sıkıntısı onu bir gölgeye çevirmişti.

Ahmet, hayata tutunmak için öğretmenliğe dönmeye karar verdi. Milli Eğitim’e dilekçe yazdı: “2016’da haksız yere ihraç edildim, 2022’de tahliye oldum. Göreve iade istiyorum.” Günler geçti, haftalar oldu, ama cevap gelmedi. Kasabada fısıltılar dolaşıyordu: “Hoca hapisten çıktı, ama damgalı.” Ahmet, bir sabah kahvede otururken eski bir meslektaşıyla karşılaştı. Adam başını eğdi:
“Ahmet, hoş geldin… Ama iş zor. OHAL’den çıkanlara kapılar kapalı.”
Ahmet yutkundu:
“Suçsuzum, beraatım yok ama AİHM’e gidiyoruz. Bir umut yok mu?”
Adam içini çekti:
“Umut var, ama sistem aynı sistem, unutmuyor. Sabret, bunu sana ödetenler bedel ödeyecek. Ya dünyada, ya ahirette makeme-i kübrada.”

Evde ise Ayşe’nin hali günden güne kötüleşiyordu. Zeynep’in odasına giremiyor, geceleri ağlayarak uyanıyordu. Ahmet bir akşam yanına oturdu, elini tuttu:
“Ayşe, isyan etmek manasız dayanmalıyız. Zeynep’imizi kaybettik, ama birbirimiz var.”
Ayşe başını çekti, sesi kırık:
“Ahmet, dayanamıyorum… Zeynep’siz, sensiz yıllarım… Beni tüketti. Ben bittim. Her şey bitti.”
Ahmet yalvardı:
“Ayşe, lütfen… Birlikte toparlarız.”
Ayşe gözlerini kaçırdı:
“Hayır, Ahmet. Boşanalım. Bu ev, bu kasaba… Her şey Zeynep’imle öldü.”

Ahmet şok içinde sustu. Ayşe’nin gözlerinde kararlılık vardı, ama bu kararlılık çaresizlikten doğmuştu. Günler sonra, boşanma davası açıldı. Mahkemede Ayşe tek cümle söyledi:
“Zeynep’siz yaşayamıyorum, Ahmet’le de…”
Hakim boşanmayı onadı. Ahmet, evden ayrıldı, kasabanın dışındaki bir odaya taşındı. Ayşe ise annesinin yanına gitti, ama ruhu çoktan kopmuştu.

2023 baharı geldiğinde, Ahmet’in avukatından bir telefon geldi:
“Ahmet Bey, AİHM’den karar çıktı. Türkiye’yi mahkum ettiler. Hak ihlali buldular, 15 bin euro tazminat ödeyecekler.”
Ahmet’in sesi yorgun:
“Güzel haber, ama Zeynep’im yok, Ayşe yok… Bu para neyi geri getirir?”
Avukat içini çekti:
“Haklısın, Ahmet Bey. Ama hakkın teslim edildi. Ne yapacaksın şimdi?”
Ahmet sustu, sonra mırıldandı:
“Bilmiyorum… Burası bana fazla artık.”

Ahmet, Kırçalı’da yapamadı. Kasaba ona Zeynep’in acısını, Ayşe’nin boş bakışlarını hatırlatıyordu. Almanya’daki bir arkadaşı aradı:
“Ahmet, gel buraya. Yeni bir hayat kur. Tazminat parasıyla başlarsın.”
Ahmet düşündü. Zeynep’in mezarına son kez gitti, elini toprağa koydu:
“Zeynep’im… Baban geldi dedin, ama ben geç kaldım… Burada kalamam artık.”
O hafta, Ahmet tazminat parasını aldı, bir bilet kesti. Almanya’ya, Münih’e gitmeye karar verdi.

Ayşe’ye veda için gitti, ama Ayşe kapıyı açmadı. Ahmet bir not yazdı:
“Ayşe, hakkını helal et. Gidiyorum.”

Zarfın içine bir miktar para ve notu koyup kapının altından attı. Zeynep'in oyuncak ayısını da alarak Türkiye’den geri dönmemek üzere ayrıldı. Uçakta, pencereden bulutlara bakarken içinden geçirdi:

“Zeynep’im… Yeni sınıfım başka bir yerde olacak. Ama sen hep benimlesin.”



On Altıncı Bölüm: Münih’teki Yeni Sınıf

2023 yazıydı. Ahmet Hoca, Almanya’nın Münih kentine yerleşeli birkaç ay olmuştu. AİHM’den aldığı 15 bin euro tazminatla küçük bir daire tutmuş, hayatını sıfırdan kurmaya başlamıştı. Kırçalı’daki ev, Zeynep’in mezarı ve Ayşe’nin sessizliği geride kalmıştı, ama Ahmet’in yüreği hâlâ oradaydı. Türkiye’den kopmuş, ama Zeynep’in “Anne bak babam geldi” sözleri her gece rüyalarına sızıyordu.

Ahmet, Münih’te Türkçe bilen göçmen çocuklara özel ders vermeye başladı. Matematik, fizik, bazen hayat dersi… Küçük bir odada, dört-beş öğrenciyle yeni bir sınıf kurdu. Çocuklar onu sevdi; Ahmet’in sakin sesi, sabırlı hali, onlara güven verdi. Bir gün, 12 yaşındaki Ali sordu:
“Hocam, neden Türkiye’den geldiniz? Orada öğretmen değil miydiniz?”
Ahmet durdu, gözleri daldı:
“Evet, Ali. Orada öğretmendim, ama bir haksızlık yüzünden ayrıldım. Kızım Zeynep’i kaybettim… Burası benim yeni sınıfım.”
Ali başını eğdi:
“Üzüldüm, Hocam. Ama burada bizimlesiniz, bu güzel.”

Ahmet, kazandığı paranın bir kısmını her ay Ayşe’ye gönderiyordu. Banka havalesiyle, bir notla: “Ayşe, hakkını helal et.” Ama Ayşe hiç cevap yazmadı. Ahmet, her ay zarfı hazırlarken içinden mırıldanıyordu:
“Ayşe, sesin çıkmasa da, bunu hep yapacağım.”
Ayşe’nin sessizliği bir yara gibiydi, ama Ahmet pes etmedi.

Münih’te Ahmet’i tanıyanlar çoğaldı. Komşusu Hans, bir Alman emekli, Ahmet’in namaz kıldığını görünce merak etti. Bir gün kapısını çaldı:
“Ahmet, senin bu dua etme şeklin… Çok huzurlu görünüyor. Nedir bu?”
Ahmet gülümsedi:
“Hans, bu namaz. Müslümanlar böyle ibadet eder. Sabır verir, huzur verir.”
Hans başını salladı:
“Anlatır mısın? Ben Hristiyanım, ama merak ettim. Belki öğrenmek isterim.”
Ahmet, Hans’a İslam’ı anlattı; sabrı, şükrü, adaleti… Hans dinledi, etkilendi. Zamanla, Ahmet’in öğrencilerinin ailelerinden birkaç kişi daha meraklandı. Ahmet, bir akşam onlara çay ikram ederken düşündü:
“Zeynep’im, belki senin acın buradaki insanlara ışık olacak…”

...

Yıllar geçti. 2028’e gelindiğinde, Türkiye’de bir haber yayıldı. Hükümet değişmiş, yeni bir yönetim adalet vaat ediyordu. Konuşulmasından korkulan tüm gerçekler oraya çıkmıştı. “İade-i İtibar Yasası” çıktı; OHAL döneminde ihraç edilenlerin tamamı ve hapse girenler için haklar geri verilecekti. Ahmet, Münih’teki küçük odasında televizyonda haberi gördü. Spiker diyordu:
“Binlerce öğretmen, memur, görevine dönebilecek. Geçmişteki haksızlıklar telafi edilecek.”
Ahmet’in gözleri doldu. Telefonu eline aldı, avukatını aradı:
“Bu yasa beni kapsar mı?”
Avukat cevap verdi:
“Evet, Ahmet Bey. Göreve iade alabilirsiniz. Döner misiniz?”
Ahmet sustu, pencereden Münih’in ışıklarına baktı:
“Hayır… Zeynep’im yok, Ayşe yok… Çok geç artık. Buradaki öğrencilerimin bana ihtiyacı var.”

Ahmet dönmedi. Türkiye’deki adalet, 12 yıl sonra gelmişti; Zeynep’in çocukluğu, Ayşe’nin sevgisi geri gelmeyecekti.

Ahmet Hoca, Münih'teki küçük sınıfında ders vermeye devam etti. Zeynep'in oyuncak ayısı, her zaman masasının üzerinde durdu. Bir gün, öğrenciler gittikten sonra, oyuncak ayıyı eline aldı ve pencereden dışarı baktı. Münih'in ışıkları, Kırçalı'nın karanlığından çok farklıydı. Ahmet, içinden geçirdi:

"Zeynep'im, bu dünya adaletsiz olabilir, ama senin hatıranla buradaki çocuklara umut olacağım. Senin gibi masumların sesi olacağım. Türkiye’de ki bu adaletsizliklerin hesabı sorulana kadar mücadeleye devam edeceğim. Belki bir gün, senin ve senin gibi masumların hakkı olan adalet tecelli eder."

Ahmet, oyuncak ayıyı masaya bıraktı ve ders planlarını hazırlamaya başladı. Yeni sınıfında, yeni öğrencileriyle, Zeynep'in hatırasını yaşatmaya kararlıydı.


Sonsöz

Ahmet Hoca’nın hikayesi, Münih’in ışıklarında bitti. Betonun soğuğundan kurtuldu, ama Zeynep’in sıcaklığını bir daha bulamadı. Kırçalı’daki sınıfından Silivri’deki koğuşuna, oradan Almanya’daki küçük odasına uzanan bu yolculuk, bir öğretmenin sabrının ve yıkımının öyküsüydü. Zeynep, “Anne bak babam geldi” diyerek ayrıldı bu dünyadan; Ahmet ise o sözleri ömrü boyunca taşıdı. Ayşe, sessizliğiyle veda etti; Ahmet, ona gönderdiği her kuruşla Zeynep’in hatırasını yaşattı.

Münih’te, Ahmet’in yeni öğrencileri oldu. Türkçe bilen çocuklar, ona “Hocam” dedi; Hans gibi merak edenler, onun namazında huzur buldu. Ahmet, öğretmenliği bırakmadı, çünkü öğretmek onun nefesiydi. Türkiye’de, 2028’de gelen iade-i itibar, bir teselliydi belki; ama Zeynep’in çocukluğunu, Ayşe’nin sevgisini geri getiremedi. Adalet, 12 yıl sonra kapıyı çaldı, ama Ahmet o kapıyı çoktan kapatmıştı.

Bu hikaye, bir son değil, bir aynadır. Ahmet’in gözlerinden, binlerce masumun hikayesini görürsünüz; Zeynep’in son sözlerinde, kaybolan umutları duyarsınız. Ve belki de şunu anlarsınız: Bu dünyada adalet gecikse de, öbür dünyada bir hesap var. Ahmet Hoca, yeni sınıfında ders vermeye devam ediyor; Zeynep ise, öbür dünyada babasını bekliyor. “Yeni Sınıf, Yeni Öğrenciler”, bir öğretmenin betonla başlayan, ama sevgiyle bitmeyen yolculuğudur.


NOT:

Bu kurgu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 13. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır.... 

ÖZET:

Hapisteki gençler, özellikle hayatlarının en güzel dönemini cezaevinde geçirenler, büyük bir musibetle karşı karşıya. Bu durumda Risale-i Nur’un hakikatleri onlara ekmek kadar gerekli; çünkü gençlik duyguları akıldan çok heveslere kulak verir ve bu hevesler kördür, sonunu düşünmez. Bu yüzden gençler anlık zevkler uğruna hayatlarını mahvedebilir (örneğin, bir dakikalık intikam için yıllarca hapis çekmek gibi).

Metin, modern çağda gençlerin karşılaştığı ahlaki ve manevi tehlikelere dikkat çekiyor. Özellikle “şimalde” (kuzeyde) bir devletin gençlik heveslerini kullanarak ahlaksızlığı teşvik ettiği belirtiliyor (örneğin, kadın-erkek karışık çıplak hamamlar, zenginlerin mallarının fakirlere helal kılınması gibi). Bu tehlikelere karşı İslam ve Türk gençlerinin Risale-i Nur’un rehberliğiyle kahramanca durması gerektiği vurgulanıyor.

Hapis, bir ceza gibi görünse de, doğru kullanıldığında büyük bir fırsata dönüşebilir. Eğer bir genç hapiste namaz kılar, günahlardan uzak durur ve tövbe ederse, her saati ibadet olur ve geçici gençlik yerine sonsuz bir gençlik kazanır. Haksız yere mahkum olanlar için hapis bir çilehane, fakir ve hasta mahpuslar için ise bir terbiye ve dershane olabilir. Denizli hapishanesindeki örnekle, Risale-i Nur’un mahpusları nasıl ıslah ettiği anlatılıyor.

Ölüm kaçınılmazdır, ecel gizlidir ve kabir kapanmaz. İman edenler için ölüm bir terhis belgesidir, imansızlar içinse sonsuz bir ayrılık. Bu yüzden mahpusların sabır ve şükürle hapis süresini Nurlarla değerlendirip iman hizmetine yönelmesi, hem dünya hem ahiret mutluluğunu kazandırır.

Son kısmı (Kadir Gecesi bölümü), insanlığın son dünya savaşından sonra yaşadığı çaresizliği ve modern medeniyetin aldatıcı yüzünü ortaya koyuyor. İnsanlık, fani dünya hayatından vazgeçip sonsuz hayatı arayacak. Kur’an, binlerce yıldır insanlığa ebedi saadeti müjdeleyen tek hakikat olarak öne çıkıyor. Risale-i Nur ise bu hakikatin elmas kılıcı gibi, gafleti ve sapkınlığı yok ederek insanlığı aydınlatıyor.



Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?


Hapis gibi zor bir durumu manevi bir fırsata çevirmenin yolunu gösteriyor: İman, ibadet ve sabırla hem dünyevi hem ahiret kurtuluşu mümkün. Gençlere, çağın tehlikelerine karşı uyanık olmaları ve İman hakikatlarıyla kendilerini korumaları öğütleniyor. Daha geniş açıdan ise insanlığın bu çağdaki bunalımı ve Kur’an’ın sunduğu ebedi kurtuluş vurgulanıyor. Mahpuslara “Üzülmeyin, bu musibeti avantaja çevirin” derken, tüm insanlığa “Gerçek mutluluk imandadır” mesajı veriliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları