5 Nisan 2025 Cumartesi

13. Filozof ve Sufi'nin Tefekkür Yolculuğu


Özsöz

Her şey bir zikirle başlar; yaprağın hışırtısı, kuşun kanadı, insanın adımı… Dünya, gölgelerin dans ettiği bir sahnedir; hakikat ise o gölgelerin ötesinde bir ışık. Bu hikâye, iki yolcunun tefekkürle buluştuğu bir yolculuktur: Biri, doğanın bulmacalarını çözmek için merakla bakar; diğeri, her varlığın ardındaki birliği sezmek için kalple dinler. Filozofun soruları, Sufi’nin sezgileriyle kesişir; bilimle tasavvuf, gözlemle zikir bir okyanusta damla olur.


Bu sayfalarda, kurbağanın zıplayışından insanın eksikliğine kadar her iz, bir hakikat fısıldar. Okuyucu, belki bir yaprakta, belki bir nefeste kendi tefekkürünü bulur. Çünkü yol uzun, bulmacalar bitmez; ama her adım, bizi birliğe çağırır.



İlk Bölüm: İki Farklı Dünya

Londra, 1952. Sis, şehrin sokaklarını boğarken, insanların soluduğu havaya kömür tozu karışıyordu. Thames Nehri kıyısında yürüyenler, birkaç metre ötesini göremeyecek kadar kalın bir sis örtüsünün içinde kayboluyordu. Bacalardan yükselen duman, gökyüzünü gri bir örtüyle sararken, soluk almak bile bir mücadeleye dönüşmüştü. Şehrin derinliklerinde, çocukların öksürükleri duvarlara çarpıyor, gaz lambalarının ışığı bu yoğun kirlilik içinde solgun bir ay gibi parlıyordu. İnsanlar, maskelerle korunmaya çalışsa da, havadaki ölümcül sis kimseyi ayırmıyordu. Büyük Sis Felaketi, Londra’nın üzerine çökmüş, bir gölgeye dönüşmüştü.

Markus’un evinde, masanın üstünde açık bir kitap, yanında karışık notlarla dolu bir defter vardı. Doğayı anlamak, onun için bir tutku ve bir arayıştı. Kahvesini yudumlarken kapı çalındı. Yardımcısı Karl, elinde bir tepsiyle içeri girdi, yüzünde her zamanki neşeli sırıtış vardı.

“Herr Markus, Anadolu’ya gitmek için hazırlıklar tamam. Neden bu kadar ısrar ettiniz bilmiyorum, ama gemi yarın kalkıyor.”

Karl’ın sesinde hafif bir alay vardı. Markus kahvesini masaya bırakıp pencereye yürüdü.

“Karl, buradaki kitaplar bana yetmiyor. Doğa, laboratuvarda değil, açıkta anlaşılır. Anadolu’nun ormanları, dağları, denizleri, tertemiz havası… Orada bir şey bulacağımı hissediyorum. Belki de cevaplar.”

Karl kaşlarını kaldırdı.

“Cevaplar mı? Ne sorusuna cevap arıyorsunuz ki?”

Markus bir an duraksadı, sonra içini çekti.

“Bilmiyorum, Karl. Ama şu gri gökyüzü, şu taş binalar… Bunlar bana bir şey söylemiyor. Nadir olanı, şaşırtıcı olanı bulmam lazım. Mesela geçen hafta okuduğum o üç bacaklı kurbağa vakası… İşte o, doğanın bir sırrı.”

Karl gülümsedi, ama Markus’un gözlerindeki arayışı fark etmişti.

“Peki, Herr Markus. Umarım Anadolu’da aradığınızı bulursunuz. Ama dikkat edin, orası sizin bildiğiniz yerlere benzemez. Anadolu herkesi kendine benzetir.”

Markus, pencereden gri gökyüzüne baktı. Anadolu, ona bir çağrı gibi geliyordu.

...

Haftalar sonra, Anadolu’nun zeytinlerle çevrili yemyeşil bir köyünde, sabahın sessizliği vadide usulca yayılıyordu. Güneş, taş evlerin çatılarına henüz dokunmuş, caminin minaresinden yükselen ezan, ağaçların yapraklarında kuş sesleriyle birlikte bir nağme gibi dolaşıyordu. Köyün meydanında, asırlık çınarın gölgesinde Ahmet Efendi, talebeleriyle oturuyordu. Sabah namazını kılmış, elinde tespih, gözleri ufka dalmıştı. Talebelerinden Hüseyin yanına yaklaştı, sesi saygılı ama meraklıydı.

“Hocam, yine uzaklara bakıyorsunuz. Aklınızdan neler geçiyor?”

Ahmet Efendi başını çevirdi, gözlerinde bir bilgelik parıltısı vardı.

“Hüseyin, şu zeytin dallarına bakıyorum. Her yaprak bir gölge, her dal bir işaret. Kur’an’da buyrulmuş: ‘Biz mü’minler için bir şifa ve rahmet indirdik.’ Bu ağaçlar zikreder, ama biz çoğu zaman duymayız. Bize düşen, kalple bakıp tefekkür etmek.”

Hüseyin, hocasının sözlerini dikkatle dinledi, ama bir soru sordu.

“Hocam, neden bu zikri herkes duymuyor? Köylüler, ‘Ağaç işte, ne olacak?’ diyor.”

Ahmet Efendi tebessüm etti, sesinde alçak gönüllü bir sakinlik vardı.

“Hüseyin, dünya gölgeler alemidir; hakikat, gölgenin sahibindedir. Gözler alışır, kalpler susar. Ama bir keçi yavrusu rızkıyla gelir, bir dal ‘Ol’ emriyle uzanır. Kalbini temizlersen, zikirle uyandırırsan, bu hakikatin bir zerresini sezersin.”

Hüseyin elindeki elmayı havaya kaldırdı.

“Peki, bu elma da mı zikrediyor, hocam?”

Ahmet Efendi elmayı aldı, köylülere gösterdi.

“Bak, Hüseyin. Bu elma bir gölgedir; kırmızısını görürsün, tadını alırsın. Ama hakikati, Allah’ın zikridir. ‘Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allah’ı tesbih eder’ buyurulmuş. Elmanın tadı, ıhlamurun kokusu, hepsi o emrin yankısıdır. Tefekkür et, sorgula, ama ‘Her şeyi çözdüm’ deme; hakikat bir okyanus, biz bir damlayız.”

Hüseyin başını eğdi, düşüncelere daldı. Tam o sırada köyün girişinden bir toz bulutu yükseldi. Bir at arabası gıcırdayarak yaklaştı. Arabadan inen uzun boylu, sarı sakallı bir adam, köylülere yabancıydı. Elinde bir defter, omzunda çanta, gözlerinde keskin bir merak vardı. Ahmet Efendi ayağa kalktı, misafiri karşılamak için ağır adımlarla yürüdü.

Günler sonra Markus, Anadolu’nun o küçük köyüne vardığında, içindeki merak bir ateş gibi yanıyordu. Gemiden inmiş, bir rehberle köylere doğru yola çıkmıştı. Defterine notlar alıyor, her ağacı inceliyor, rüzgâr şapkasını uçurmasın diye bir eli başındaydı. At arabasından inerken, karşısında Ahmet Efendi’yi gördü. İkisi de birbirine yabancıydı, ama göz göze geldiklerinde bir selam geçti aralarından.

Ahmet Efendi, sakin ve nazik bir sesle konuştu.

“Hoş geldiniz, yolcu. Bu köye neyi aramaya geldiniz?”

Markus şapkasını düzeltti, kendine güvenli bir tavırla cevap verdi.

“Adım Markus, Batı’dan geliyorum. Doğayı anlamak için buradayım. Bu topraklar bir şeyler saklıyor, ben onları bulacağım.”

Ahmet Efendi, tebessümle başını eğdi.

“İlahi düzenin içinde Allah’ın yaratışındaki çok hikmetler saklanır, Markus Bey. Bir yaprak gölgedir, ama hakikati zikirdedir. Oturun, çay içelim, belki yol size bir kapı açar.”

Markus kaşlarını kaldırdı, merakla sordu.

“Zikir mi? Ne demek istiyorsunuz? Ben bulmacaları çözmeye geldim, çay içip şiir dinlemeye değil.”

Ahmet Efendi, avluya doğru yürürken cevap verdi.

“Herkes bir bulmaca arar, Markus Bey. Ben de ararım, bulduklarım bir damladır. Bir dalda hikmet, bir kuşta rahmet görürüm. Oturun, bakalım yolumuz nereye varır.”

Markus gülümsedi, defterini çantasından çıkardı.

“Peki, Hocaefendi. Sizin hikmetinizle benim merakım birleşirse, bakalım ne bulacağız.”

Çaylar geldi, tanışma faslından sonra çaylar tazelendi, sohbet tatlandıkça güneş yükseliyordu. Ahmet Efendi’nin sakin bilgesi, Markus’un meraklı güveniyle buluştu. İki farklı dünya, aynı avluda, bir yolculuğun eşiğindeydi.



İkinci Bölüm: Ormandaki İlk Bulmaca

Ahmet Efendi, Markus’u doğanın sırlarına olan merakını anlattığı için köyün dışındaki ormana davet etmişti. Köyün avlusu geride kalmış, güneş zeytin ağaçlarının dalları arasından süzülerek ormana doğru yol açıyordu. Talebesi Hüseyin de yanlarındaydı, sessizce hocasını takip ediyordu. Orman, kuş cıvıltıları ve yaprak hışırtılarıyla doluydu; her adımda toprak, kokusuyla bir şeyler fısıldar gibiydi. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri etrafta bir bulmaca arar gibi dolaşıyordu —

Markus, etrafına bakarak derin bir nefes aldı, sesinde merak dolu bir heyecan vardı.

“Bu orman canlı, Ahmet Efendi. Ağaçlar, kuşlar, böcekler… Bir şeyler saklıyor gibi. Batı’da böyle yerler gördüm, ama hep bir soru işareti kaldı. Burada ne bulacağım acaba?”

Ahmet Efendi bir zeytin ağacının gölgesinde durdu, dallara baktı, sesinde sakin bir bilgelik vardı.

“Orman çok şey saklar, Markus Bey. Her yaprak bir gölgedir, her dal bir hikmet taşır. Bize düşen, bakıp tefekkür etmek; hakikat bir okyanus, biz bir damlayız.”

Markus gülümsedi, defterini açarak sordu.

“Tefekkür mü? Yani düşünmek mi? Ben de düşünürüm, ama bulmacaları çözmek için. Sizin hikmet dediğiniz nedir, biraz açar mısınız?”

Hüseyin, hocasına bakıp sessizce gülümsedi, ama bir şey söylemedi. Tam o anda, ağaçların arasından bir hareket oldu. Küçük bir göletin kenarında, üç bacaklı bir kurbağa zıplıyordu. Markus’un gözleri parladı, hemen kalemini eline aldı.

“İşte bu! Bakın, üç bacaklı bir kurbağa! Batı’da bunun gibi şeyler okudum, ama canlı görmek başka. Bu bir bulmaca, doğanın bir sırrı! Neden üç bacaklı acaba?”

Ahmet Efendi, kurbağaya baktı, yüzünde yumuşak bir tebessüm vardı.

“Güzel bir yaratık, Markus Bey. Üç bacağıyla da zıplıyor, gölete varıyor. Kur’an’da buyrulmuş: ‘Her şey Allah’ı tesbih eder, fakat siz anlamazsınız.’ Bunda bir zikir var, tefekkürle sezilmez mi?”

Markus, kurbağayı çizerken başını kaldırdı, merakla sordu.

“Zikir mi? Yani bu kurbağa bir şey mi söylüyor? Ben bilimle bakıyorum: Belki bir mutasyon, belki bir kaza. Ama sizin dediğiniz ilgimi çekti, nasıl bir zikir bu?”

Ahmet Efendi, göletin kenarına çömeldi, kurbağanın zıplayışını izledi.

“Herkes bir yol arar, Markus Bey. Bilim gölgenin peşindedir, ama tefekkür gölgenin üzerindeki aslına kavuşturur. Bu kurbağa, üç bacağıyla da ‘Ol’ emrine uyuyor. Hakikat onun içinde titreşir; yapraklar gibi. Bize düşen, kalple bakmak.”

Markus, defterine notlar alırken gözleri parladı.

“Batı’da atomaltı parçacık teorisi var, evrenin en küçük parçaları titreşir derler. Sizin zikir dediğinizle bir bağ olabilir mi? Bu çok ilginç, daha fazla anlatın!”

Hüseyin, Markus’un heyecanına şaşırarak hocasına baktı, ama Ahmet Efendi sakin bir tebessümle devam etti.

“Belki bir bağ vardır, Markus Bey. atomların titreşimi, Allah’ın zikrinin yankısı olabilir. Bir elmaya bakarsın, kırmızısını görürsün; ama hakikati, o titreşimdedir. Dünya gölgeler alemidir, tefekkürle bir zerresini sezersin.”

Markus, gölete doğru eğildi, kurbağayı daha yakından inceledi.

“Gölgeler alemi ha? Bu kurbağa bir gölgeyse, hakikati nedir? Ben bunu anlamak istiyorum, ama deneyle, gözlemle. Sizin yolunuz başka galiba?”

Ahmet Efendi ayağa kalktı,

“Kurbağaları, balıkları ve sinekleri şehrin sakinleri ve şu gölü büyük bir şehir gibi düşünebilirsin. Bu şehrin içinde, herkesin bir görevi vardır. Kurbağalar suyun kenarında zıplar ve küçük böcekleri yerler. Balıklar suyun içinde yüzer, küçük canlılarla beslenir ve suyu temiz tutmaya yardımcı olur. Sinekler ve diğer böcekler ise sulak alanın havasında uçuşur ve bazen balıklar veya kuşlar için yiyecek olurlar. Sulak alanlar büyük bir alışveriş merkezi gibidir. Bitkiler, hayvanlar ve su hep birlikte ürünlerini satar. Bu pazarda bir satıcı eksilirse, diğerleri de üretmeye devam edemez. Arz ve talep birbirine muhtaçtır."

Tespihini parmaklarında çevirerek devam etti,

"Kurbağa, küçük böcekleri yer. Yılan, kurbağayı avlar. Kartal, yılanı avlar. Eğer sinekler ve böcekler azalırsa, kurbağalar aç kalır. Kurbağa sayısı azalınca, yılanların yiyeceği azalır. Sonunda kartallar da besin bulmakta zorlanır. İşte bu yüzden her canlı bir diğerine bağlıdır ve ekosistemin dengesi büyük önem taşır. Eğer kartallar, yılanlar, kurbağalar ve balıklar gibi sinekleri Allah’ın yaratışındaki hikmeti olarak kontrol eden canlılar yok olursa, sinekler ilk başta hızla çoğalır. Çünkü artık onları avlayan canlılar kalmaz ve besinleri bol olur. Ancak bu artış sonsuz bir şekilde devam etmezBesin kaynakları azalır, çünkü sinekler çok sayıda olduğu için yiyecek bulmakta zorlanmaya başlar. Rekabet artar, sinekler birbirleriyle daha fazla yarışır ve bazıları açlıktan ölür. Ekosistem bir denge üzerine kuruludur. Eğer zincirin bir halkası koparsa, önce hızlı bir değişim olur, ardından bu durum çöküşe yol açar. İşte bu yüzden her canlı, sistemin devamı için birbirine bağlıdır!"

Markus, suyun üzerine uçuşan sineğe ve gökte kartala baktı ve söze girdi.

“Hiç, sineğin yaşamak için kartala ihtiyacı olduğu aklıma gelmemişti."

Ahmet Efendi gülümsedi.

"Yollar farklı olabilir, Markus Bey. Ben kalple tefekkür ederim, ‘Bu nereden geldi?’ derim. Senin yolun gözlemse, o da bir kapıdır. Üç bacaklı kurbağa da, şu göletin suyu da bir şey anlatır; hakikat bir okyanus, ikimiz de damlayız.”

Markus, defterini kapattı, yüzünde meraklı bir gülümseme vardı.

“İlginç bir bakış, Ahmet Efendi. Sizin tefekkürünüzle benim gözlemlerim birleşirse, bakalım ne bulacağız. Bu ormanda daha çok bulmaca var gibi!”

Ahmet Efendi başını eğdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.

“Bulmacalar bitmez, Markus Bey. Bir yaprak, bir kuş bize bir şey öğretir. Gidelim mi, yol uzun.”

Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Orman, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla sır arıyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.


Üçüncü Bölüm: Dağdaki Kırık Kanat

Orman geride kalmış, yol şimdi dağlara doğru kıvrılıyordu. Güneş, tepelerin ardında yükseliyor, rüzgâr serin bir esintiyle çam dallarını okşuyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, patika boyunca ilerliyordu. Dağın yamaçları çam ağaçlarıyla kaplıydı; ara sıra bir sincap zıplıyor, uzaklarda bir kartal süzülüyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri etrafta yeni bir bulmaca arıyordu.

Markus, dağın sessizliğini dinleyerek başını kaldırdı, sesinde meraklı bir heyecan vardı.

“Bu dağlar etkileyici, Ahmet Efendi. Ormandan farklı bir hava var burada. Rüzgâr, ağaçlar… Sanki bir şey anlatıyorlar. Batı’da böyle yerlerde hep bir soru sordum: Bu düzen nasıl işliyor?”

Ahmet Efendi bir çam ağacının gölgesinde durdu, dallara baktı, sesinde sakin bir bilgelik vardı.

“Dağlar çok şey anlatır, Markus Bey. Her rüzgâr bir ses, her ağaç bir gölgedir. Kur’an’da buyrulmuş: ‘Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allah’ı tesbih eder.’ Bize düşen, tefekkürle o zikri sezmeye çalışmak.”

Markus defterini açtı, kalemini eline alarak sordu.

“Zikir dediniz yine. Yani bu dağlar da mı bir şey söylüyor? Ben doğanın işleyişini anlamak istiyorum; rüzgârın hızını, ağaçların büyümesini. Sizin tefekkürünüzle benim sorum birleşir mi?”

Hüseyin, hocasına bakıp sessizce gülümsedi. Tam o anda, bir çalıdan hafif bir hışırtı geldi. Küçük bir kuş, kanadının biri kırık, yerde çırpınıyordu. Markus’un gözleri parladı, hemen yere eğilip kuşu inceledi.

“Bakın, bu harika! Kırık kanatlı bir kuş! Batı’da bunun gibi vakaları okudum, ama burada görmek başka. Neden kırık acaba? Bir kaza mı, yoksa başka bir şey mi?”

Ahmet Efendi, kuşa yaklaştı, yüzünde yumuşak bir tebessüm vardı.

“Zavallı bir yaratık, Markus Bey. Kanadı kırık da olsa nefes alıyor. Dünya gölgeler alemidir; bu kuşun hakikati, Allah’ın zikrindedir. Tefekkür etsek, bir şey sezeriz belki.”

Markus, kuşu çizerken başını kaldırdı, merakla sordu.

“Hakikati zikirde mi? Yani bu kırık kanat da mı bir şey söylüyor? Ben bilimle bakıyorum: Belki bir düşme, belki bir avcı. Ama sizin zikir fikri yine ilgimi çekti, nasıl yani?”

Ahmet Efendi, kuşun çırpınışını izledi, sesinde alçak gönüllü bir derinlik vardı.

"Kanadı kırılan bir kuş, besin zincirinden tamamen çıkmaz—sadece onun rolü değişir. Normalde avcı olan bir kuş, artık savunmasız hale geldiği için farklı canlılar için bir fırsat yaratır. Eğer kuş uçamaz hale gelirse, yırtıcı hayvanlar için kolay bir av olabilir. Eğer ölürse, böcekler ve bakteriler onun bedenini parçalayarak İlahi düzene geri kazandırır. Hatta toprağa karışan besinler, bitkiler için önemli bir kaynak haline gelir. Allah’ın yaratışındaki hikmetin içinde hiçbir şey tamamen kaybolmaz—her şey bir sonraki aşamada başka bir canlıya hayat verir. İşte bu yüzden kanadı kırılan bir kuş bile ekosistemin bir parçası olmaya devam eder. Onun yaşam mücadelesi, birçok farklı canlının kaderini etkileyebilir."

Markus, kuşu aldığı yere bıraktı.

“Öyleyse kuşun rolünü devam ettirmesine izin vermeliyiz." dedi. Kuş yere bıraktığında kuş hemen uçup yavrularının yanına gitti.

“Kanadı kırık değişmiş, kuş numara yapıyormuş," dedi.

Ahmet Efendi gülümsedi.

“Herkes bir yol arar, Markus Bey. Kuşta yavrularını bizden korumak için kendini feda etti. Anlamaya başladın. Bu kuş, ilahi ilhamların emrine uyuyor. Hakikat, onun nefesinde kırıkmış gibi gösterdiği kanadında titreşir; rüzgâr gibi, yapraklar gibi. Kalple bakarsak, bir zerresini duyarız.”

Markus, defterine notlar alırken gözleri parladı.

“Titreşim dediniz yine! Batı’da titreşimleri ölçeriz; rüzgârın frekansını, kuşun hareketini. Sizin zikir dediğinizle bir bağ kurabilir miyim acaba? Bu kuşun kırık kanadı bir bulmaca, ama sizin yolunuzla bakmak da ilginç.”

Hüseyin, Markus’un heyecanına şaşırarak hocasına baktı. Ahmet Efendi, ağacın dalındaki bir yuvayı işaret etti; içinde birkaç yavru, annelerinin dönüşünü bekliyordu.

“Bakın, Markus Bey. Şu yavrulara da göz atın. Kanadını kırıkmış gibi gösteren kuş da, bu yavrular da bir yerden beslenir. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ buyurulmuş. atomların titreşiminden, her canlının nefesine kadar… Hepsi o zikrin yankısıdır. Tefekkür, bir kapıdır.”

Markus, yuvaya baktı, sonra düşünceli bir tavırla sordu.

“Yani bu kırık kanat da, sağlam yavrular da aynı düzenin parçası mı? Ben bunu gözlemle anlamak istiyorum: Kuş neden bizi görünce kendini yere atıp kanadı kırık numarası yaptı, yavrularını avcılardan nasıl uzak tutuyor? Ama sizin tefekkürünüz başka bir açı açıyor gibi.”

Ahmet Efendi ayağa kalktı, tespihini parmaklarında çevirdi.

“Her canlının yavrularını avcılardan uzak tutma yolları farklı olabilir, Markus Bey. Ben kalple tefekkür ederim, ‘Bu nereden geldi?’ derim. Senin yolun gözlemse, o da bir köprü kurar. Hakikat bir okyanus, ikimiz de damlayız; gerçek kırık kanat da bir şey anlatır, sahte kırık kanat da...”

Markus, defterini kapattı, yüzünde meraklı bir gülümseme vardı.

“Bu dağlar gerçekten bir şeyler saklıyor, Ahmet Efendi. Sizin tefekkürünüzle benim gözlemlerim birleşirse, daha çok bulmaca çözeriz gibi. Gidelim mi, başka ne var acaba?”

Ahmet Efendi başını eğdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.

“Gidelim, Markus Bey. Bir rüzgâr, bir kuş bize bir şey öğretir. Bulmacalar bitmez, yol uzun.”

Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Dağ, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.


Dördüncü Bölüm: Nehirdeki Çift Baş

Dağlar geride kalmış, yol şimdi bir nehir kenarına iniyordu. Güneş, suyun yüzeyinde parıldıyor, nehir hafif bir çağlayanla akarken çevresindeki ağaçlar rüzgârda usulca sallanıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, nehrin kıyısında ilerliyordu. Suyun sesi, kuş cıvıltılarıyla birleşiyor, ara sıra bir balık sıçrayarak dalgalar yayıyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri suyun hareketinde bir şeyler arıyordu.

Markus, nehrin akışına bakarak durdu, sesinde meraklı bir coşku vardı.

“Bu nehir harika, Ahmet Efendi. Suyun sesi, balıkların hareketi… Doğanın bir düzeni var burada. Batı’da nehirler ölçtüm, ama burada başka bir şey hissediyorum. Ne saklıyor bu su?”

Ahmet Efendi nehrin kıyısında bir taşa oturdu, suya baktı, sesinde sakin bir bilgelik vardı.

“Nehir çok şey saklar, Markus Bey. Her dalga bir gölgedir, her akış bir zikir taşır. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ buyurulmuş; bu su da o koroya katılır. Bize düşen, tefekkürle dinlemek.”

Markus defterini açtı, kalemini eline alarak sordu.

“Zikir mi yine? Yani bu nehir de mi bir şey söylüyor? Ben suyun akışını, balıkların yaşamını çözmek istiyorum. Sizin tefekkürünüzle benim merakım nasıl buluşuyor?”

Hüseyin, hocasına bakıp sessizce gülümsedi. Tam o anda, nehrin sığ bir köşesinde bir balık sıçradı. Markus dikkatle baktı: Balığın iki başı vardı! Gözleri parladı, hemen defterini yere koyup balığı incelemeye koştu.

“Bu inanılmaz! Bakın, iki başlı bir balık! Batı’da bunun gibi nadir şeyler duydum, ama burada görmek müthiş! Neden iki başı var? Bir hata mı, yoksa başka bir şey mi?”

Ahmet Efendi, balığa yaklaştı, yüzünde yumuşak bir tebessüm vardı.

“Nadir bir yaratık, Markus Bey. İki başıyla da yüzüyor, nefes alıyor. Dünya gölgeler alemidir; bu balığın hakikati, Allah’ın zikrindedir. Tefekkür etsek, bir kapı açılır belki.”

Markus, balığı çizerken başını kaldırdı, merakla sordu.

“Hakikati zikirde mi? Yani bu iki baş da mı bir şey söylüyor? Ben bilimle bakıyorum: Belki bir mutasyon, belki çevre etkisi. Ama sizin zikir fikri yine düşündürüyor, nasıl bir zikir bu?”

Ahmet Efendi, nehrin akışını izledi, sesinde alçak gönüllü bir derinlik vardı.

"Evet, iki başlı balıklar çevremizde nadir de olsa görülebilir. Bunlar sadece fiziksel bir ekosistem değil, aynı zamanda manevi bir harmoni olarak da anlaşılabilir. Belki genetik hatalar, çevresel faktörler veya gelişimindeki hatalar sonucu ortaya çıkıyorlardır. Peki, nasıl hayatta kalıyorlar? İki başlı balıklar normal balıklara göre daha zor yaşar. Çünkü koordinasyon eksikliği yüzünden düzgün yüzemezler, avlanmakta zorlanabilirler. Bazıları kısa süre hayatta kalır, bazıları ise büyüyebilir. Eğer çevresi onu desteklerse, uzun süre yaşayabilir. Besin zincirine dahil olabilirler! Eğer yırtıcı hayvanlar tarafından avlanmazsa, ilahi bir düzenin içinde diğer balıklarla rekabet edebilir. Ama eğer avlanırlarsa, yine de her durumda besin zincirinin bir halkası olurlar. Nehir ekosisteminde büyük değişiklik yaratmazlar çünkü sayıları çok azdır. Bu da yaradılış çeşitliliğini gösterir"

Markus, çift başlı balığı suya bıraktı, sonra düşünceli bir tavırla konuştu.

“Öyleyse her hata, doğal dengeyi bozmak yerine o dengenin bir parçası oluyor.”

Ahmet Efendi gülümsedi.

“Hiç bir yaratılmış boşuna değildir. Allah’ın yaratışındaki hikmetin gereği her birinin yaratılış sebebi vardır, Markus Bey. Bu balık, iki başıyla da Allah'ı zikrediyor ve ‘Ol’ emrine uyuyor. Hakikat, onun hareketinde titreşir; Kalple bakarsak, bir zerresini sezeriz.”

Markus, defterine notlar alırken gözleri parladı.

“Titreşim dediniz yine! Batı’da suyun dalgalarını, balıkların genlerini inceleriz. Sizin zikir dediğinizle bir bağ olabilir mi? Bu iki başlı balık bir bulmaca, ama sizin yolunuz başka bir açı sunuyor.”

Hüseyin, Markus’un coşkusuna şaşırarak hocasına baktı. Ahmet Efendi, nehirdeki bir balık sürüsünü işaret etti; küçük balıklar, uyum içinde yüzüyordu.

“Bakın, Markus Bey. Şu sürüyü de görün. İki başlı balık da, bu küçükler de bir yerden beslenir. ‘Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allah’ı tesbih eder.’ Genlerin birbiriyle mükemmel uyumu ve dengesi… Hepsi o zikrin yankısıdır. Tefekkür, bir köprüdür.”

Markus, sürüye baktı, sonra düşünceli bir tavırla sordu.

“Yani bu iki baş da, sürü de aynı düzenin parçası mı? Ben bunu gözlemle anlamak istiyorum: Balık neden böyle doğdu, sürü nasıl birleşiyor? Ama sizin tefekkürünüz başka bir kapı açıyor gibi.”

Ahmet Efendi ayağa kalktı, tespihini parmaklarında çevirdi.

“Yollar farklı olabilir, Markus Bey. Ben kalple tefekkür ederim, ‘Bu nereden geldi?’ derim. Senin yolun gözlemse, o da bir ışık yakar. Hakikat bir okyanus, ikimiz de damlayız; iki başlı balık da bir şey anlatır.”

Markus, defterini kapattı, yüzünde meraklı bir gülümseme vardı.

“Bu nehir gerçekten bir şeyler saklıyor, Ahmet Efendi. Sizin tefekkürünüzle benim gözlemlerim birleşirse, daha çok bulmaca çözeriz gibi. Gidelim mi, başka ne var acaba?”

Ahmet Efendi başını eğdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.

“Gidelim, Markus Bey. Bir dalga, bir balık bize bir şey öğretir. Bulmacalar bitmez, yol uzun.”

Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Nehir, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.


Beşinci Bölüm: Denizdeki Yaralı Hayat

Nehir geride kalmış, yol şimdi deniz kıyısına ulaşmıştı. Güneş, ufukta batmaya hazırlanırken, dalgalar kıyıyı usulca yalıyordu. Martılar gökyüzünde süzülüyor, rüzgâr tuz kokusunu taşıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, kumsalda ilerliyordu. Deniz, sonsuz bir ayna gibi uzanıyor, ara sıra bir balık sıçrayarak sessizliği bozuyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri dalgaların arasında bir şeyler arıyordu.

Markus, denizin uçsuz bucaksızlığına bakarak durdu, sesinde meraklı bir coşku vardı.

“Bu deniz muazzam, Ahmet Efendi. Dalgalar, martılar, suyun kokusu… Batı’da okyanusları inceledim, ama burada başka bir şey var. Bu kıyı neyi gizliyor acaba?”

Ahmet Efendi kıyıda bir kayanın üstüne oturdu, denize baktı, sesinde sakin bir bilgelik vardı.

“Deniz çok şey gizler, Markus Bey. Her dalga bir gölgedir, her ses bir zikir taşır. ‘Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allah’ı tesbih eder’ buyurulmuş; bu su da o armoniye katılır. Bize düşen, tefekkürle bakmak.”

Markus defterini açtı, kalemini eline alarak sordu.

“Zikir mi yine? Yani bu dalgalar da mı bir şey söylüyor? Ben denizin hareketini, balıkların yaşamını çözmek istiyorum. Sizin tefekkürünüzle benim merakım nasıl kesişiyor?”

Hüseyin, hocasına bakıp sessizce gülümsedi. Tam o anda, kıyıya yakın bir kayanın üstünde bir balık çırpınıyordu. Markus dikkatle baktı: Balık yaralıydı, bir yüzgeci eksikti ve ağzında küçük bir yaprak vardı. Gözleri parladı, hemen kayaya yaklaşıp balığı inceledi.

“Bu inanılmaz! Bakın, yaralı bir balık, üstelik yaprak yiyor! Batı’da böyle bir şey duymadım. Neden yaprak yiyor? Yaralı olduğu için mi, yoksa başka bir sebep mi?”

Ahmet Efendi, balığa yaklaştı, yüzünde yumuşak bir tebessüm vardı.

“Zavallı bir yaratık, Markus Bey. Yaralı da olsa yaşıyor, nimeti ayağına geliyor yaprakla besleniyor. Dünya gölgeler alemidir; bu balığın hakikati, Allah’ın zikrindedir. Tefekkür etsek, bir şey sezeriz belki.”

Markus, balığı çizerken başını kaldırdı, merakla sordu.

“Hakikati zikirde mi? Yani bu yaralı balık da mı bir şey söylüyor? Ben bilimle bakıyorum: Belki bir avcı yaraladı, belki yaprak tesadüf. Ama sizin zikir fikri yine kafamı karıştırdı, nasıl bir zikir bu?”

Ahmet Efendi, denizin dalgalarını izledi, sesinde alçak gönüllü bir derinlik vardı.

Yaralı balıklar da besin zincirinin bir parçasıdır! İlahi düzenin içinde her canlı bir şekilde ekosisteme katkıda bulunur, hatta yaralanmış veya zayıflamış olanlar bile. Yaralı bir balık, normalde güçlü olan balıklara göre avcılar için daha kolay bir hedeftir. Köpekbalıkları, büyük yırtıcı balıklar veya deniz kuşları, yaralı balıkları avlayarak yaşamlarını sürdürebilirler. Karidesler, yengeçler ve diğer küçük canlılar, ölü veya yaralı balıkları tüketerek denizin temizlenmesine yardımcı olur. Besin zincirinin devamını sağlar, çünkü her canlı başka bir canlıya besin kaynağı olabilir. Bu döngü, Allah'ın yaratılışındaki hikmeti gereği olarak kendini sürekli olarak yenilemesini sağlar. Yaralı balıklar, ekosistemin dengesini koruyan önemli bir halkadır. Hatta bazı deniz canlıları, zayıf ve yaralı avları yakalamak için özel stratejiler geliştirmiştir!

Markus, bir an duraksadı,

“Bak bir yengeç, kıyıya yakın kumlukta onu izliyor. Eğer balık biraz daha burada kalırsa, denizin küçük temizlikçileri onun çevresinde toplanacak. Harika yaralı balık, kaçıyor kurtulacak.

Fakat denizin üstünde bir martı, havada asılı kalmış gibi hareket etmeden süzülüyordu. Martı, kanatlarını hafifçe kıpırdattı ve… dalış başladı. Su sıçradı. Sessizlik geldi.

Markus, martının ardından baktı,

"Yaralı balık artık denizin ve gökyüzünün besin zincirine karıştı."

Ahmet Efendi gülümsedi.

“Ama onunla birlikte, başka bir canlıya hayat verdi. Her kayıp, başka bir varoluşun başlangıcıdır. Herkes canlı yol arar, Markus Bey. Bu balık, yaralı haliyle de ‘Ol’ emrine uydu. Hakikat, onun çırpınışında titreşti; dalgalar gibi. Kalple bakarsak, yaratılış sebebini duyarız.”

Markus, defterine notlar alırken gözleri parladı.

“Yaratılış sebebi dediniz yine! Batı’da dalgaların frekansını, balıkların davranışını ölçeriz. Sizin zikir dediğinizle bir bağ olabilir mi? Bu yaralı balık bir bulmaca, ama yaprak yemesi… Sizin yolunuz başka bir açı veriyor.”

Ahmet Efendi, kıyıda bir martı yuvasını işaret etti; yavrular, annelerinin getirdiği balığı bekliyordu.

“Bakın, Markus Bey. Şu yuvayı da görün. Yaralı balık da, bu yavrular da bir yerden beslenir. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ buyurulmuş. Bu hayat… Hepsi o zikrin yankısıdır. Tefekkür, bir köprü kurar.”

Markus, yuvaya baktı, sonra düşünceli bir tavırla sordu.

“Yani bu yaralı balık da, yavrular da aynı düzenin parçası mı? Ben bunu gözlemle anlamak istiyorum: Balık nasıl yaralandı, neden yaprak yiyor? Ama sizin tefekkürünüz başka bir kapı açıyor gibi.”

Ahmet Efendi ayağa kalktı, tespihini parmaklarında çevirdi.

“Yollar farklı olabilir, Markus Bey. Ben kalple tefekkür ederim, ‘Bu nereden geldi?’ derim. Senin yolun gözlemse, o da bir ışık yakar. Hakikat bir okyanus, ikimiz de damlayız; yaralı balık da bir şey anlatır.”

Markus, defterini kapattı, yüzünde meraklı bir gülümseme vardı.

“Bu deniz gerçekten bir şeyler saklıyor, Ahmet Efendi. Sizin tefekkürünüzle benim gözlemlerim birleşirse, daha çok bulmaca çözeriz gibi. Gidelim mi, başka ne var acaba?”

Ahmet Efendi başını eğdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.

“Gidelim, Markus Bey. Bir dalga, bir martı bize bir şey öğretir. Bulmacalar bitmez, yol uzun.”

Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Deniz, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.


Altıncı Bölüm: Çöldeki Tek İz

Deniz kıyısı geride kalmış, yol şimdi çöle doğru uzanıyordu. Güneş, kumların üstünde kavurucu bir ateş gibi parlıyor, ufukta titreşen bir serap gibi vaha görünüyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, kumlarda ilerliyordu. Çöldeki sessizlik, yalnızca rüzgârın usulca ıslık çalmasıyla bozuluyordu. Ahmet Efendi önde, sakin ve kararlı adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, şapkasıyla yüzünü gölgeleyerek etrafa bakıyordu.

Markus, vahaya yaklaşırken kumlara basarak durdu, sesinde meraklı bir şaşkınlık vardı.

“Şu çöldeki vahaya bak, Ahmet Efendi! Kumların ortasında su, hurma ağaçları… Bu nasıl mümkün oluyor? Batı’da çölleri okudum, ama burası beni büyülüyor!”

Ahmet Efendi vahadaki bir hurma ağacının gölgesine oturdu, kuma baktı, sesi sakin ve düşünceliydi.

“Çöldeki bu hayat bir sır değil midir, Markus Bey? Kumlar susuzluğu anlatır, ama vaha rahmetle fısıldar. Her zerre bir zikir içindedir; tefekkürle bunu duymaya çalışırım.”

Markus şapkasını çıkardı, alnındaki teri silerek gülümsedi.

“Rahmetle fısıldar, ha? Güzel söylediniz. Ben de bu vahayı çözmek isterim: Su nereden geliyor, ağaçlar nasıl yaşıyor? Sizin zikir dediğiniz bana ne anlatabilir ki?”

Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Tam o anda, vahanın kenarında bir deve belirdi. Hayvanın yalnızca tek bir ön ayağı vardı; diğer üçüyle dengede durarak suya doğru ilerliyordu. Markus’un ağzı açık kaldı, hemen defterini kaptı.

“Aman tanrım, tek ayaklı bir deve! Bu çöldeki en garip şey olmalı! Neden böyle? Bir kaza mı geçirdi, yoksa doğuştan mı?”

Ahmet Efendi, deveye baktı, gözlerinde bir tebessüm parladı.

“Garip ama güçlü bir varlık, Markus Bey. Tek ayağıyla da yürüyor, suya ulaşıyor. Gölgeler aleminde yaşıyoruz; onun hakikati, bir ‘Ol’ emrinde saklıdır sanki.”

Markus, deveyi çizmeye başladı, sonra kafasını kaşıyarak sordu.

“‘Ol’ emri mi? Yani bu deve bile bir plana mı uyuyor diyorsunuz? Ben olsam şunu sorardım: Tek ayakla nasıl dengede kalıyor? Bilim bunu çözmek için var!”

Ahmet Efendi, devenin suya eğilişini izledi, sesinde sakin bir derinlik vardı.

“Sorular güzeldir, Markus Bey. Ben de sorarım: Bu tek ayak kimin izini takip eder? , devenin dengesi, ilahi düzenin dengesi… Allah’ın yaratışındaki hikmetin bir parçasıdır ve her şey bir tevhid düzeni içinde hareket eder. Bu denge, sadece fiziksel bir ekosistem değil, aynı zamanda manevi bir harmoni olarak da anlaşılır. Hepsi bir zikrin parçası gibi gelir bana. Hepsi ilahi bir düzenin yansımasıdır

Ahmet Efendi, devenin su içtikten sonra annesinin yanına sekerek yürüyüşü izledi.

Mîzan, denge ve hikmet Allah’ın belirlediği ölçüye göre yaratılmıştır. Tevhid yani birlik ve ilahi sanat düşüncesine göre, her varlık, Allah’ın sanatının bir yansımasıdır. Eksiklik gibi görünen şeyler bile bir anlam taşır. İmtihan ve sabır anlayışına göre bazı olaylar, insanların şefkat ve anlayış geliştirmesi için yaratılmış olabilir. Fena ve Bekâ yani geçicilik ve süreklilik görüşüne göre her şey ölür ve dönüşür, ilahi düzen kendini sürekli yeniler. Üç bacaklı bir deve veya ekosistemdeki dengesizlikler, insanın varoluşu ve yaratılışın sırrını anlaması için bir tefekkür kapısı açabilir. Eksiklik bir hata değil, farklı bir hikmetin tezahürüdür.

Markus, defterini dizine koydu, gözleri parlayarak Ahmet Efendi’ye döndü.

“Batı’da atom teorisiyle uğraşanlar var, biliyor musunuz? Evrenin her şeyi titreşiyor diyorlar. Sizin zikirle bu işin bir alakası olabilir mi?”

Hüseyin, Markus’un hevesine şaşırarak hocasına göz attı. Ahmet Efendi, vahanın suyunda yüzen birkaç küçük balığı işaret etti.

“Şu balıklara bakın, Markus Bey. Tek ayaklı deve de, bu balıklar da aynı rahmetle besleniyor. Her şey bir zikirle dönüyor; tefekkür edince bunu seziyorum.”

Markus, balıklara bakıp başını salladı, sonra neşeli bir sesle konuştu.

“Rahmet diyorsunuz, zikir diyorsunuz… Benim aklım gözlemde: Deve nasıl yürüyor, balıklar nasıl yaşıyor? Ama itiraf edeyim, sizin bakışınız bu çöldeki bulmacayı daha ilginç yapıyor!”

Ahmet Efendi tespihini elinde çevirdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.

“İlginçlik hakikatin bir gölgesidir, Markus Bey. Senin gözlemlerin bir yol, benim tefekkürüm başka bir yol. İkimiz de bir damlayız, okyanus ise sonsuz.”

Markus, defterini kapattı, ayağa kalkarken güldü.

“Okyanus mu? Güzel bir benzetme! Bu vaha bana daha çok şey gösterecek gibi. Hadi gidelim, başka ne bulacağız bakalım!”

Ahmet Efendi başını eğdi, sakin bir sesle karşılık verdi.

“Gidelim, Markus Bey. Çöldeki her iz bir şey öğretir. Yolumuz uzun.”

Markus, şapkasını taktı, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Vaha, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmacalar peşinde, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.


Yedinci Bölüm: Mağaradaki Kanatlar

Çöldeki vaha geride kalmış, yol şimdi kayalık bir araziye dönmüştü. Güneş batarken, ufukta bir mağaranın silueti belirdi. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, mağaranın girişine ulaştı. İçeriden serin bir hava esiyor, yarasaların kanat çırpışları yankılanıyordu. Mağaranın duvarları, zamanın izlerini taşıyan doğal bir tapınak gibiydi. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla içeri girdi; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri karanlıkta hareket eden gölgelere kilitlenmişti.

Markus, mağaranın tavanına bakarak durdu, sesinde hayret dolu bir merak vardı.
“Şu yarasalara bakın, Ahmet Efendi! Karanlıkta uçuyorlar, sesle yön buluyorlar. Batı’da bunlara ‘ekolokasyon’ diyoruz. Bu mağara onların dünyası, ama nasıl bir dünya?”

Ahmet Efendi mağaranın bir köşesine oturdu, yarasaların uçuşunu izledi, sesi dingin ve düşünceliydi.
“Bu yarasalar bir âyet gibidir, Markus Bey. Karanlıkta yol bulurlar, çünkü her şey bir mîzan ile yaratılmış. Doğanın döngüsü sessiz bir hikâye anlatır; tefekkürle bu hikâyeyi dinlerim.”

Markus şapkasını çıkardı, defterini açarak gülümsedi.
“Mîzan mı? Ölçü ve denge yani? İlginç bir yaklaşım. Ben yarasaların ses dalgalarını, avlanma yöntemlerini merak ediyorum. Sizin mîzanla benim bilimim aynı şeyi mi arıyor acaba?”

Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Tam o anda, bir yarasa mağaranın girişine yakın bir kayaya kondu. Kanatlarından biri hafif yaralıydı, ama yine de dengede duruyordu. Markus’un gözleri parladı, hemen yaklaşıp not almaya başladı.
“İnanılmaz! Yaralı bir yarasa, ama yaşıyor! Bu nasıl oluyor? Kanadı kırık, ama hâlâ avlanıyor mu? Doğanın sırları bitmiyor!”

Ahmet Efendi, yaralı yarasaya baktı, gözlerinde sakin bir tebessüm vardı.
“Bu yaralı yarasa, Markus Bey, doğadaki döngünün bir halkasıdır. Eğer yarası hafifse iyileşip uçmaya devam eder; değilse, avcılar için bir hedef olur. Ölürse bile bedeni toprağa karışır, bitkileri besler. Her şey bir tevhid düzeni içinde akar.”

Markus, yarasayı çizerken başını kaldırdı, sesinde neşeli bir merak vardı.
“Tevhid mi? Birlik mi diyorsunuz? Yani bu yarasa da sistemin parçası mı? Ben olsam şunu sorardım: Yaralı kanatla nasıl yaşıyor? Ekosistemde ne rol oynuyor?”

Ahmet Efendi, mağaranın tavanındaki yarasaları işaret etti, sesinde yumuşak bir derinlik vardı.
“Şu sürüye bakın, Markus Bey. Yaralı olan da, sağlam olan da bir harmoni içinde. Yaralandığında savunmasız kalır, evet; ama bu bile dengeyi korur. Yırtıcılar onu yer, böcekler bedenini parçalar, yaşam döngüsü sürüp gider. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ denmiş; bu kanatlar da o zikre katılır.”

Markus, defterini dizine koydu, gözleri parlayarak sordu.
“Döngü mü? Batı’da buna besin zinciri diyoruz: Bir yarasa ölür, başka bir canlı beslenir. Sizin zikirle bu zincir arasında bir bağ var mı ki?”

Hüseyin, Markus’un sorusuna şaşırarak hocasına baktı. Ahmet Efendi, mağaranın duvarındaki bir örümcek ağını gösterdi; ağda bir böcek çırpınıyordu.
“Şu örümceği düşünün, Markus Bey. Yarasa böceği yer, örümcek ağını örer; hepsi bir mîzanla bağlı. Bu yaralı yarasa bile ekosistemin bir parçasıdır; ölse de, yaşasa da diğerine bağlanır. Hepsi bir zikrin yankısıdır.”

Markus, ağa bakıp başını salladı, sonra heyecanla konuştu.
“Bu harika bir düşünce! Ben ekosistemi ölçerim: Yarasalar böcekleri kontrol eder, dengeyi korur. Sizin tevhid dediğiniz, benim dengemle aynı kapıya mı çıkıyor?”

Ahmet Efendi tespihini elinde çevirdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.
“Belki aynı kapıya varırız, Markus Bey. Ben tefekkürle ‘Bu düzen kimin eseri?’ derim, sen ölçerek bulursun. Hakikat bir okyanus, biz damlalarız; bu yarasalar sessiz bir hikâye anlatır.”

Markus, defterini kapattı, ayağa kalkarken güldü.
“Sessiz hikâye ha? Güzel söylediniz! Bu mağara bana daha çok şey gösterecek gibi. Hadi gidelim, başka ne var bakalım!”

Ahmet Efendi başını eğdi, sakin bir sesle karşılık verdi.
“Gidelim, Markus Bey. Her kanat bir iz bırakır. Yolumuz uzun.”

Markus, şapkasını taktı, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Mağara, yarasaların kanat çırpışlarıyla onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla doğayı çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.


Sekizinci Bölüm: Şehirdeki Eksik Bedenler

Mağara geride kalmış, yol şimdi bir şehre ulaşmıştı. Güneş, taş evlerin çatılarını ısıtıyor, sokaklar insan sesleriyle doluyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, şehrin meydanına vardılar. Çarşıda satıcılar bağırıyor, çocuklar koşuşuyor, bir köşede ise özürlü birkaç insan oturuyordu: Kiminin kolu eksikti, kimi tek bacakla yürüyordu, bir başkası ise gözleri görmeden bastonla ilerliyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla meydanı geçti; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri bu insanlara takılmıştı.

Markus, meydanda durup etrafına baktı, sesinde düşünceli bir merak vardı.
“Bu şehir başka, Ahmet Efendi. Şu insanlara bakın: Kolları, bacakları eksik, ama yaşıyorlar. Batı’da tıpla bunları anlamaya çalışırız. Burada neyi görüyorsunuz?”

Ahmet Efendi bir çınarın gölgesine oturdu, meydanı izledi, sesi yumuşak ve bilgeydi.
“Bu insanlar da bir âyet, Markus Bey. Eksik bedenleriyle bile bir mîzan içinde dururlar. Her biri, yaşamın döngüsüne katılır; tefekkür edince bunu fark ederim.”

Markus defterini açtı, kalemini eline alıp sordu.
“Mîzan mı yine? Ölçü ve denge mi yani? Ben olsam şunu sorardım: Bu eksiklikler neden var? Hastalık mı, kaza mı? Sizin gözünüzle nasıl bir hikâye bu?”

Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Tam o anda, tek bacaklı bir adam bastonuyla yanlarından geçti. Elinde bir sepet, içinde sattığı birkaç eşya vardı. Markus gözlerini ona dikti, not almaya başladı.
“Şuna bakın! Tek bacağıyla yürüyor, çalışıyor. Bu nasıl bir irade? Batı’da protezler yaparız, ama burada başka bir şey var gibi!”

Ahmet Efendi, adama baktı, gözlerinde sakin bir tebessüm parladı.
“Bu adam, Markus Bey, eksikliğiyle bile tevhidin bir parçası. Kolları, bacakları eksik olanlar da bir zikirle yaşar. Yaralı bir yarasa gibi, döngüye katılırlar; kimi çalışır, kimi dua eder, hepsi bir rahmetle bağlıdır.”

Markus, çizimini bitirip başını kaldırdı, sesinde neşeli bir merak vardı.
“Rahmetle bağlı mı? Yani bu insanlar da düzenin içinde mi diyorsunuz? Ben bilimle bakarım: Vücut nasıl uyum sağlar, akıl nasıl baş eder? Ama sizin zikir fikri yine ilginç!”

Ahmet Efendi, meydandaki kör bir adama işaret etti; adam bastonuyla yere vurarak yolunu buluyordu.
“Şu kör adama bakın, Markus Bey. Gözleri görmez, ama kalbiyle ilerler. Doğanın dengesi gibi, insan da bir mîzandır. Eksiklik geçicidir, ama zikirleri sürekli; atomların titreşimi gibi, bu bedenler de bir tevhidi yansıtır.”

Markus, kör adama bakıp başını salladı, sonra heyecanla sordu.
“Geçicilik mi? Batı’da buna adaptasyon deriz: İnsan eksikliğe uyum sağlar. Sizin tevhidle bu adaptasyon arasında bir bağ mı var?”

Hüseyin, Markus’un sorusuna şaşırarak hocasına göz attı. Ahmet Efendi, meydanda bir çocuğun tek kollu annesine yardım edişini izledi.
“Bağ var elbet, Markus Bey. Bu anne, tek koluyla çocuğunu büyütür; yaralı yarasa gibi, yaşam döngüsü sürüp gider. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ denmiş; eksik bedenler de bu harmoniye katılır, tefekkürle bunu sezerim.”

Markus, defterine notlar aldı, sonra gülümseyerek konuştu.
“Harmoni ha? Güzel bir söz! Ben ölçerim: Bu insanlar nasıl yaşıyor, nasıl üretiyor? Ama sizin tefekkürünüz bu şehri başka bir ışıkta gösteriyor.”

Ahmet Efendi tespihini elinde çevirdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.
“Işık hakikatin gölgesidir, Markus Bey. Senin ölçmelerin bir yol, benim tefekkürüm başka bir yol. Hepimiz bir damlayız, okyanus ise sonsuz.”

Markus, defterini kapattı, ayağa kalkarken neşeyle güldü.
“Okyanus mu? Yine güzel dediniz! Bu şehir bana çok şey gösterdi. Hadi gidelim, son durak neresi acaba?”

Ahmet Efendi başını eğdi, sakin bir sesle karşılık verdi.
“Gidelim, Markus Bey. Her insan bir iz bırakır. Yolumuz bitmek üzere.”

Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Meydan, insanların sesleriyle onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla hayatı çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.


Dokuzuncu Bölüm: Veda ve Dönüşüm

Şehir geride kalmış, yol şimdi bir tepenin zirvesine ulaşmıştı. Güneş batarken, ufuk kızıl bir ışıkla parlıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, tepede durdu. Aşağıda köy, orman, dağlar, nehir, deniz, çöl ve şehir uzanıyordu; hepsi bir yolculuğun izleriydi. Ahmet Efendi bir kayaya oturdu, tespihini elinde tuttu; Markus ise defterini göğsüne bastırarak manzaraya baktı. Bu, vedalarının ve dönüşümlerinin anıydı.

Markus, derin bir nefes aldı, sesinde huzurlu bir merak vardı.
“Bu yolculuk inanılmazdı, Ahmet Efendi. Kurbağalar, kuşlar, balıklar, develer, yarasalar, insanlar… Batı’ya dönüyorum, ama başka bir gözle. Siz ne kazandınız bu yolda?”

Ahmet Efendi manzaraya baktı, sesi sakin ve bilgeydi.
“Ben bir damla buldum, Markus Bey. Her yaratık bir zikir, her eksiklik bir hikmet taşıyor. Tefekkürle şunu anladım: Dünya gölgeler alemidir, hakikat ise bir tevhid aynası.”

Markus gülümsedi, defterini açıp son bir not aldı.
“Gölgeler alemi mi? Ben de bir şey buldum: Doğanın bulmacaları bitmez, ama her biri bir düzen anlatıyor. Sizin tefekkürünüz bana bunu gösterdi.”

Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Ahmet Efendi, ufka dönerek sordu.
“Batı’da ne yapacaksın, Markus Bey? Bu izler sende ne bırakacak?”

Markus, şapkasını çıkardı, rüzgârda saçları dalgalandı.
“Defterimi doldurdum, ama aklımda yeni sorular var. Belki bir kitap yazarım; bilimle tefekkürü birleştiririm. Sizin zikir dediğiniz, benim gözlemlerimle buluşabilir mi, ne dersiniz?”

Ahmet Efendi tebessüm etti, tespihini avucunda sıktı.
“Buluşur elbet, Markus Bey. Yolların sonu tevhidedir. Atomların titreşimi, insanların adımları… Hepsi bir ‘Ol’ emrinde birleşir. Senin dönüşümün, bu armoniyi aramak olsun.”

Markus, Ahmet Efendi’ye baktı, gözlerinde bir minnet parıltısı vardı.
“Armoni mi? Güzel bir veda sözü! Sizi unutmam, Ahmet Efendi. Bu topraklar beni değiştirdi.”

Ahmet Efendi ayağa kalktı, elini Markus’un omzuna koydu.
“Unutma yeter, Markus Bey. Her damla okyanusa varır. Yolun açık olsun.”

Markus başını eğdi, son bir selam verdi ve tepeden inmeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin, onun siluetini izledi. Güneş battı, ufuk karardı; biri dönüşümle Batı’ya dönüyor, diğeri tefekkürle köyüne yürüyordu. Yolculuk, bir zikirle sona ermişti.


Sonsöz

Tepede güneş battı, yolcular veda etti. Filozof, defteri dolu, aklı yeni sorularla; Sufi, tespihi elinde, kalbi bir damla hakikatle ayrıldı. Kurbağa, kuş, balık, deve, yarasa, insan… Her biri bir gölgeydi; ama gölgeler, bir ışığın izini taşıdı. Markus, Batı’ya döndü, gözlemlerini tefekkürle yoğurdu; Ahmet Efendi, köyüne yürüdü, zikri daha derinden duydu.
Bu yolculuk bitti, ama tefekkür bitmez. Doğa, sessiz hikâyeler anlatır; insan, o hikâyeleri sormaya ve sezmeye devam eder. Okuyucu, şimdi sıra sende: Bir elmaya bak, bir rüzgârı dinle; acaba hangi zikir sana fısıldar? Hakikat bir okyanustur, hepimiz birer damla; ve her damla, bir gün okyanusa varır.


Not:

Bu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 13. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır.... 



ÖZET:

Eğer Kur’an-ı Kerim ile felsefenin ortaya koyduğu bilgeliği, ders alınacak ibretleri ve bilimsel derecelerini karşılaştırmak istersen, şu sözlere dikkat et:

Kur’an-ı Kerim, mucizevi ifadeleriyle, evrendeki her şeyin alışılmış gibi görünen ama aslında olağanüstü ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan varlıkların üzerindeki alışkanlık ve görmezden gelme perdesini keskin açıklamalarıyla yırtar. Bu şaşırtıcı gerçekleri akıl sahiplerine açar, onların dikkatini çeker ve akıllara bitmez tükenmez bir bilgi hazinesi sunar.

Felsefenin bilgeliği ise, Allah’ın kudretinin tüm olağanüstü mucizelerini sıradanlık perdesi altında gizler ve cahilce, umursamazca bunların üstünden geçer. Yalnızca olağanüstülükten sıyrılmış, yaratılış düzeninden çıkmış ve doğal mükemmellikten düşmüş nadir örnekleri dikkate sunar; bunları birer ibret dersi olarak akıl sahiplerine gösterir. Örneğin, insanın yaratılışı gibi en kapsamlı bir kudret mucizesini sıradan görüp umursamazlıkla bakar. Ama insanın mükemmel yaratılışından sapmış, üç ayaklı ya da iki başlı bir insanı büyük bir şaşkınlıkla dikkatlere sunar. Yine mesela, tüm yavruların görünmeyen bir hazineden düzenli bir şekilde beslenmesi gibi en zarif ve yaygın bir rahmet mucizesini sıradan sayıp nankörlük perdesini üstüne çeker. Ancak düzenin dışına çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız başına gurbete düşmüş, deniz altında bir böceğin bir yeşil yaprakla beslendiğini görünce, bundan ortaya çıkan lütuf ve iyilikle tüm balıkçıları ağlatmak ister. (Amerika’da buna benzer bir olay gerçekten yaşanmıştır.)


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

Kur’an’ın alışılmış gibi görünen varlıkların üzerindeki “sıradanlık perdesini” yırtarak onların Allah’ın kudret ve rahmet mucizeleri olduğunu gösterdiğini söylerken, felsefenin bu mucizeleri göz ardı edip yalnızca yaratılış düzeninden çıkmış nadir örnekleri (üç ayaklı insan, yaprak yiyen balık gibi) ibret olarak sunduğunu ifade ediyor. "Filozof ve Sufi'nin Tefekkür Yolculuğu", bu iki bakış açısını Ahmet Efendi (sûfi) ve Markus (filozof) üzerinden birleştirerek manevi bir tefekkür yolculuğu sunuyor.

1. Kur’an’ın Kudret ve Rahmet Perspektifi (Ahmet Efendi)

Ahmet Efendi, metindeki Kur’anî yaklaşımı temsil eder. O, doğadaki her varlığı –üç bacaklı kurbağadan yaralı yarasaya, tek ayaklı deveden özürlü insanlara kadar– birer mucize olarak görür. Metinde belirtildiği gibi, “evrendeki her şeyin alışılmış gibi görünen ama olağanüstü olduğu” fikri, Ahmet Efendi’nin tefekküründe yansır. Örneğin, o, “Bu yaralı yarasa, döngünün bir halkasıdır; ölse bile toprağa karışır, bitkileri besler” diyerek, sıradan gibi görünen bir varlığın bile Allah’ın mîzan (ölçü ve denge) ve rahmet düzeninde yer aldığını vurgular. Bu, Kur’an’ın “her şey Allah’ı tesbih eder” (İsra, 44) ayetiyle uyumludur; Ahmet Efendi, gölgeler alemindeki her varlığın hakikatinin zikirde olduğunu sezer. Metnin “Kur’an akıl sahiplerine bitmez tükenmez bir bilgi hazinesi sunar” ifadesi, Ahmet Efendi’nin “Hakikat bir okyanus, biz damlalarız” sözünde yankılanır; o, tevazuyla bu hazineyi arar.

2. Felsefenin Sınırlı Bakışı ve Dönüşümü (Markus)

Markus ise başlangıçta metindeki felsefi yaklaşımı temsil eder: “Yaratılış düzeninden çıkmış nadir örnekleri dikkate sunar.” Üç bacaklı kurbağa, kırık kanatlı kuş, iki başlı balık, tek ayaklı deve, yaralı yarasa ve özürlü insanlar gibi “olağanüstülükten sıyrılmış” varlıklara hayretle bakar ve “Bu nasıl oluyor? Neden böyle?” diye sorar. Metnin eleştirisi burada devreye girer: Felsefe, “insanın yaratılışı gibi en kapsamlı bir kudret mucizesini sıradan görüp umursamazlıkla bakar” derken, Markus da yolculuğun başında doğanın yaygın mucizelerine (örneğin tüm yavruların beslenmesi) değil, yalnızca sapmalara odaklanır. Ancak hikaye, Markus’u bu sınırlı bakıştan kurtarır. Ahmet Efendi’nin tefekkürüyle tanıştıkça, Markus “Sizin zikir dediğinizle benim gözlemlerim birleşebilir mi?” diye sorar ve dönüşüm yaşar. Bu, metnin “felsefenin Yaratıcı’yı tanıma konusundaki yoksulluğunu” aşma çabasını temsil eder; Markus, bilimsel merakını tefekkürle zenginleştirerek hakikate yaklaşır.

3. Tefekkürle Gölgelerden Hakikate

Metin, Kur’an’ın “mucizevi ifadeleriyle alışkanlık perdesini yırtmasını” överken, felsefenin “sıradanlık perdesi altında gizlemesini” eleştirir. Hikayemizde bu iki yaklaşım birleşir: Ahmet Efendi, Kur’an’ın “her ayetin diğer ayetlere bakan bir gözü vardır” sırrını doğaya uygular; her varlığın (kurbağa, kuş, insan) bir zikirle diğerine bağlı olduğunu söyler. Markus ise felsefenin ibret arayan yönünü alır, ama yolculuk boyunca bu ibreti sıradan mucizelere de genişletir. Örneğin, “tüm yavruların düzenli beslenmesi” gibi rahmet mucizelerini Ahmet Efendi’nin rehberliğiyle fark eder. Hikayenin manevi temsili, metnin “düzensizlik içinde kusursuz düzeni gör” çağrısına uygundur: Doğadaki ve insandaki eksiklikler (yaralılar, özürlüler) bile bir tevhid armonisi içindedir.

4. Hakikat ve Sonsuz Hazine

Metnin “Kur’an’ın şiire ihtiyaç duymadığı, çünkü sonsuz derecede parlak gerçekleri içerdiği” vurgusu, Ahmet Efendi’nin sade ama derin sözlerinde hayat bulur: “Bu yaralı yarasa bir zikirle yaşar” ya da “Hakikat bir tevhid aynasıdır.” Markus’un dönüşümü ise, metnin “Kur’an içinde binlerce Kur’an bulunur” ifadesini yansıtır; o, yolculuktan “bilimle tefekkürü birleştirme” hayaliyle ayrılır, kendi anlayışına uygun bir hazine bulur. Hikaye, “Biz Peygamber’e şiir öğretmedik” (Yâsin, 36:69) ayetinin sırrını, tefekkürle hakikatin çıplak güzelliğini sunarak somutlaştırır.

Sonuç

"Filozof ve Sufi'nin Tefekkür Yolculuğu", manevi olarak şunu anlatmak ister: Kur’an’ın kudret ve rahmet mucizelerini görmezden gelen felsefi bakış, tefekkürle buluştuğunda hakikate açılır. Ahmet Efendi, alışılmış varlıkların (dal, kuş) ardındaki kudreti ve rahmeti sezerken, Markus bu mucizeleri sorgulayarak keşfeder. Hikaye, metnin “Kur’an’ın zenginliği ile felsefenin yoksulluğunu gör” çağrısını bir uzlaşmaya dönüştürür: Filozofun soruları, Sufi’nin sezgileriyle tamamlanır; gölgeler aleminden tevhid hakikatine bir yol açılır. Bu, her varlığın zikriyle Allah’ı andığını ve insanın bu zikri tefekkürle duyabileceğini öğretir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları