Özsöz
Her şey bir zikirle başlar; yaprağın hışırtısı, kuşun kanadı, insanın adımı… Dünya, gölgelerin dans ettiği bir sahnedir; hakikat ise o gölgelerin ötesinde bir ışık. Bu hikâye, iki yolcunun tefekkürle buluştuğu bir yolculuktur: Biri, doğanın bulmacalarını çözmek için merakla bakar; diğeri, her varlığın ardındaki birliği sezmek için kalple dinler. Filozofun soruları, Sufi’nin sezgileriyle kesişir; bilimle tasavvuf, gözlemle zikir bir okyanusta damla olur.
Bu sayfalarda, kurbağanın zıplayışından insanın eksikliğine kadar her iz, bir hakikat fısıldar. Okuyucu, belki bir yaprakta, belki bir nefeste kendi tefekkürünü bulur. Çünkü yol uzun, bulmacalar bitmez; ama her adım, bizi birliğe çağırır.
“Karl, buradaki kitaplar bana yetmiyor. Doğa, laboratuvarda değil, açıkta anlaşılır. Anadolu’nun ormanları, dağları, denizleri, tertemiz havası… Orada bir şey bulacağımı hissediyorum. Belki de cevaplar.”
Markus, pencereden gri gökyüzüne baktı. Anadolu, ona bir çağrı gibi geliyordu.
...
Haftalar sonra, Anadolu’nun zeytinlerle çevrili yemyeşil bir köyünde, sabahın sessizliği vadide usulca yayılıyordu. Güneş, taş evlerin çatılarına henüz dokunmuş, caminin minaresinden yükselen ezan, ağaçların yapraklarında kuş sesleriyle birlikte bir nağme gibi dolaşıyordu. Köyün meydanında, asırlık çınarın gölgesinde Ahmet Efendi, talebeleriyle oturuyordu. Sabah namazını kılmış, elinde tespih, gözleri ufka dalmıştı. Talebelerinden Hüseyin yanına yaklaştı, sesi saygılı ama meraklıydı.
“Hüseyin, şu zeytin dallarına bakıyorum. Her yaprak bir gölge, her dal bir işaret. Kur’an’da buyrulmuş: ‘Biz mü’minler için bir şifa ve rahmet indirdik.’ Bu ağaçlar zikreder, ama biz çoğu zaman duymayız. Bize düşen, kalple bakıp tefekkür etmek.”
Hüseyin başını eğdi, düşüncelere daldı. Tam o sırada köyün girişinden bir toz bulutu yükseldi. Bir at arabası gıcırdayarak yaklaştı. Arabadan inen uzun boylu, sarı sakallı bir adam, köylülere yabancıydı. Elinde bir defter, omzunda çanta, gözlerinde keskin bir merak vardı. Ahmet Efendi ayağa kalktı, misafiri karşılamak için ağır adımlarla yürüdü.
Günler sonra Markus, Anadolu’nun o küçük köyüne vardığında, içindeki merak bir ateş gibi yanıyordu. Gemiden inmiş, bir rehberle köylere doğru yola çıkmıştı. Defterine notlar alıyor, her ağacı inceliyor, rüzgâr şapkasını uçurmasın diye bir eli başındaydı. At arabasından inerken, karşısında Ahmet Efendi’yi gördü. İkisi de birbirine yabancıydı, ama göz göze geldiklerinde bir selam geçti aralarından.
Çaylar geldi, tanışma faslından sonra çaylar tazelendi, sohbet tatlandıkça güneş yükseliyordu. Ahmet Efendi’nin sakin bilgesi, Markus’un meraklı güveniyle buluştu. İki farklı dünya, aynı avluda, bir yolculuğun eşiğindeydi.
İkinci Bölüm: Ormandaki İlk Bulmaca
Ahmet Efendi, Markus’u doğanın sırlarına olan merakını anlattığı için köyün dışındaki ormana davet etmişti. Köyün avlusu geride kalmış, güneş zeytin ağaçlarının dalları arasından süzülerek ormana doğru yol açıyordu. Talebesi Hüseyin de yanlarındaydı, sessizce hocasını takip ediyordu. Orman, kuş cıvıltıları ve yaprak hışırtılarıyla doluydu; her adımda toprak, kokusuyla bir şeyler fısıldar gibiydi. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri etrafta bir bulmaca arar gibi dolaşıyordu —
Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Orman, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla sır arıyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.
Üçüncü Bölüm: Dağdaki Kırık Kanat
Orman geride kalmış, yol şimdi dağlara doğru kıvrılıyordu. Güneş, tepelerin ardında yükseliyor, rüzgâr serin bir esintiyle çam dallarını okşuyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, patika boyunca ilerliyordu. Dağın yamaçları çam ağaçlarıyla kaplıydı; ara sıra bir sincap zıplıyor, uzaklarda bir kartal süzülüyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri etrafta yeni bir bulmaca arıyordu.
Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Dağ, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.
Dördüncü Bölüm: Nehirdeki Çift Baş
Dağlar geride kalmış, yol şimdi bir nehir kenarına iniyordu. Güneş, suyun yüzeyinde parıldıyor, nehir hafif bir çağlayanla akarken çevresindeki ağaçlar rüzgârda usulca sallanıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, nehrin kıyısında ilerliyordu. Suyun sesi, kuş cıvıltılarıyla birleşiyor, ara sıra bir balık sıçrayarak dalgalar yayıyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri suyun hareketinde bir şeyler arıyordu.
"Evet, iki başlı balıklar çevremizde nadir de olsa görülebilir. Bunlar sadece fiziksel bir ekosistem değil, aynı zamanda manevi bir harmoni olarak da anlaşılabilir. Belki genetik hatalar, çevresel faktörler veya gelişimindeki hatalar sonucu ortaya çıkıyorlardır. Peki, nasıl hayatta kalıyorlar? İki başlı balıklar normal balıklara göre daha zor yaşar. Çünkü koordinasyon eksikliği yüzünden düzgün yüzemezler, avlanmakta zorlanabilirler. Bazıları kısa süre hayatta kalır, bazıları ise büyüyebilir. Eğer çevresi onu desteklerse, uzun süre yaşayabilir. Besin zincirine dahil olabilirler! Eğer yırtıcı hayvanlar tarafından avlanmazsa, ilahi bir düzenin içinde diğer balıklarla rekabet edebilir. Ama eğer avlanırlarsa, yine de her durumda besin zincirinin bir halkası olurlar. Nehir ekosisteminde büyük değişiklik yaratmazlar çünkü sayıları çok azdır. Bu da yaradılış çeşitliliğini gösterir"
Markus, çift başlı balığı suya bıraktı, sonra düşünceli bir tavırla konuştu.
“Öyleyse her hata, doğal dengeyi bozmak yerine o dengenin bir parçası oluyor.”
Ahmet Efendi gülümsedi.
Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Nehir, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.
Beşinci Bölüm: Denizdeki Yaralı Hayat
Nehir geride kalmış, yol şimdi deniz kıyısına ulaşmıştı. Güneş, ufukta batmaya hazırlanırken, dalgalar kıyıyı usulca yalıyordu. Martılar gökyüzünde süzülüyor, rüzgâr tuz kokusunu taşıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, kumsalda ilerliyordu. Deniz, sonsuz bir ayna gibi uzanıyor, ara sıra bir balık sıçrayarak sessizliği bozuyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri dalgaların arasında bir şeyler arıyordu.
“Yaralı balıklar da besin zincirinin bir parçasıdır! İlahi düzenin içinde her canlı bir şekilde ekosisteme katkıda bulunur, hatta yaralanmış veya zayıflamış olanlar bile. Yaralı bir balık, normalde güçlü olan balıklara göre avcılar için daha kolay bir hedeftir. Köpekbalıkları, büyük yırtıcı balıklar veya deniz kuşları, yaralı balıkları avlayarak yaşamlarını sürdürebilirler. Karidesler, yengeçler ve diğer küçük canlılar, ölü veya yaralı balıkları tüketerek denizin temizlenmesine yardımcı olur. Besin zincirinin devamını sağlar, çünkü her canlı başka bir canlıya besin kaynağı olabilir. Bu döngü, Allah'ın yaratılışındaki hikmeti gereği olarak kendini sürekli olarak yenilemesini sağlar. Yaralı balıklar, ekosistemin dengesini koruyan önemli bir halkadır. Hatta bazı deniz canlıları, zayıf ve yaralı avları yakalamak için özel stratejiler geliştirmiştir!”
Markus, bir an duraksadı,
“Bak bir yengeç, kıyıya yakın kumlukta onu izliyor. Eğer balık biraz daha burada kalırsa, denizin küçük temizlikçileri onun çevresinde toplanacak. Harika yaralı balık, kaçıyor kurtulacak.”
Fakat denizin üstünde bir martı, havada asılı kalmış gibi hareket etmeden süzülüyordu. Martı, kanatlarını hafifçe kıpırdattı ve… dalış başladı. Su sıçradı. Sessizlik geldi.
Markus, martının ardından baktı,
"Yaralı balık artık denizin ve gökyüzünün besin zincirine karıştı."
Ahmet Efendi gülümsedi.
“Ama onunla birlikte, başka bir canlıya hayat verdi. Her kayıp, başka bir varoluşun başlangıcıdır. Herkes canlı yol arar, Markus Bey. Bu balık, yaralı haliyle de ‘Ol’ emrine uydu. Hakikat, onun çırpınışında titreşti; dalgalar gibi. Kalple bakarsak, yaratılış sebebini duyarız.”
Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Deniz, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmaca çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati seziyordu.
Altıncı Bölüm: Çöldeki Tek İz
Deniz kıyısı geride kalmış, yol şimdi çöle doğru uzanıyordu. Güneş, kumların üstünde kavurucu bir ateş gibi parlıyor, ufukta titreşen bir serap gibi vaha görünüyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, kumlarda ilerliyordu. Çöldeki sessizlik, yalnızca rüzgârın usulca ıslık çalmasıyla bozuluyordu. Ahmet Efendi önde, sakin ve kararlı adımlarla yürüyordu; Markus ise arkasında, defteri elinde, şapkasıyla yüzünü gölgeleyerek etrafa bakıyordu.
“Mîzan, denge ve hikmet Allah’ın belirlediği ölçüye göre yaratılmıştır. Tevhid yani birlik ve ilahi sanat düşüncesine göre, her varlık, Allah’ın sanatının bir yansımasıdır. Eksiklik gibi görünen şeyler bile bir anlam taşır. İmtihan ve sabır anlayışına göre bazı olaylar, insanların şefkat ve anlayış geliştirmesi için yaratılmış olabilir. Fena ve Bekâ yani geçicilik ve süreklilik görüşüne göre her şey ölür ve dönüşür, ilahi düzen kendini sürekli yeniler. Üç bacaklı bir deve veya ekosistemdeki dengesizlikler, insanın varoluşu ve yaratılışın sırrını anlaması için bir tefekkür kapısı açabilir. Eksiklik bir hata değil, farklı bir hikmetin tezahürüdür.”
Markus, şapkasını taktı, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Vaha, sessizce onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla bulmacalar peşinde, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.
Yedinci Bölüm: Mağaradaki Kanatlar
Çöldeki vaha geride kalmış, yol şimdi kayalık bir araziye dönmüştü. Güneş batarken, ufukta bir mağaranın silueti belirdi. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, mağaranın girişine ulaştı. İçeriden serin bir hava esiyor, yarasaların kanat çırpışları yankılanıyordu. Mağaranın duvarları, zamanın izlerini taşıyan doğal bir tapınak gibiydi. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla içeri girdi; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri karanlıkta hareket eden gölgelere kilitlenmişti.
Markus, mağaranın tavanına bakarak durdu, sesinde hayret dolu bir merak vardı.
“Şu yarasalara bakın, Ahmet Efendi! Karanlıkta uçuyorlar, sesle yön buluyorlar. Batı’da bunlara ‘ekolokasyon’ diyoruz. Bu mağara onların dünyası, ama nasıl bir dünya?”
Ahmet Efendi mağaranın bir köşesine oturdu, yarasaların uçuşunu izledi, sesi dingin ve düşünceliydi.
“Bu yarasalar bir âyet gibidir, Markus Bey. Karanlıkta yol bulurlar, çünkü her şey bir mîzan ile yaratılmış. Doğanın döngüsü sessiz bir hikâye anlatır; tefekkürle bu hikâyeyi dinlerim.”
Markus şapkasını çıkardı, defterini açarak gülümsedi.
“Mîzan mı? Ölçü ve denge yani? İlginç bir yaklaşım. Ben yarasaların ses dalgalarını, avlanma yöntemlerini merak ediyorum. Sizin mîzanla benim bilimim aynı şeyi mi arıyor acaba?”
Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Tam o anda, bir yarasa mağaranın girişine yakın bir kayaya kondu. Kanatlarından biri hafif yaralıydı, ama yine de dengede duruyordu. Markus’un gözleri parladı, hemen yaklaşıp not almaya başladı.
“İnanılmaz! Yaralı bir yarasa, ama yaşıyor! Bu nasıl oluyor? Kanadı kırık, ama hâlâ avlanıyor mu? Doğanın sırları bitmiyor!”
Ahmet Efendi, yaralı yarasaya baktı, gözlerinde sakin bir tebessüm vardı.
“Bu yaralı yarasa, Markus Bey, doğadaki döngünün bir halkasıdır. Eğer yarası hafifse iyileşip uçmaya devam eder; değilse, avcılar için bir hedef olur. Ölürse bile bedeni toprağa karışır, bitkileri besler. Her şey bir tevhid düzeni içinde akar.”
Markus, yarasayı çizerken başını kaldırdı, sesinde neşeli bir merak vardı.
“Tevhid mi? Birlik mi diyorsunuz? Yani bu yarasa da sistemin parçası mı? Ben olsam şunu sorardım: Yaralı kanatla nasıl yaşıyor? Ekosistemde ne rol oynuyor?”
Ahmet Efendi, mağaranın tavanındaki yarasaları işaret etti, sesinde yumuşak bir derinlik vardı.
“Şu sürüye bakın, Markus Bey. Yaralı olan da, sağlam olan da bir harmoni içinde. Yaralandığında savunmasız kalır, evet; ama bu bile dengeyi korur. Yırtıcılar onu yer, böcekler bedenini parçalar, yaşam döngüsü sürüp gider. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ denmiş; bu kanatlar da o zikre katılır.”
Markus, defterini dizine koydu, gözleri parlayarak sordu.
“Döngü mü? Batı’da buna besin zinciri diyoruz: Bir yarasa ölür, başka bir canlı beslenir. Sizin zikirle bu zincir arasında bir bağ var mı ki?”
Hüseyin, Markus’un sorusuna şaşırarak hocasına baktı. Ahmet Efendi, mağaranın duvarındaki bir örümcek ağını gösterdi; ağda bir böcek çırpınıyordu.
“Şu örümceği düşünün, Markus Bey. Yarasa böceği yer, örümcek ağını örer; hepsi bir mîzanla bağlı. Bu yaralı yarasa bile ekosistemin bir parçasıdır; ölse de, yaşasa da diğerine bağlanır. Hepsi bir zikrin yankısıdır.”
Markus, ağa bakıp başını salladı, sonra heyecanla konuştu.
“Bu harika bir düşünce! Ben ekosistemi ölçerim: Yarasalar böcekleri kontrol eder, dengeyi korur. Sizin tevhid dediğiniz, benim dengemle aynı kapıya mı çıkıyor?”
Ahmet Efendi tespihini elinde çevirdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.
“Belki aynı kapıya varırız, Markus Bey. Ben tefekkürle ‘Bu düzen kimin eseri?’ derim, sen ölçerek bulursun. Hakikat bir okyanus, biz damlalarız; bu yarasalar sessiz bir hikâye anlatır.”
Markus, defterini kapattı, ayağa kalkarken güldü.
“Sessiz hikâye ha? Güzel söylediniz! Bu mağara bana daha çok şey gösterecek gibi. Hadi gidelim, başka ne var bakalım!”
Ahmet Efendi başını eğdi, sakin bir sesle karşılık verdi.
“Gidelim, Markus Bey. Her kanat bir iz bırakır. Yolumuz uzun.”
Markus, şapkasını taktı, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Mağara, yarasaların kanat çırpışlarıyla onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla doğayı çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.
Sekizinci Bölüm: Şehirdeki Eksik Bedenler
Mağara geride kalmış, yol şimdi bir şehre ulaşmıştı. Güneş, taş evlerin çatılarını ısıtıyor, sokaklar insan sesleriyle doluyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, şehrin meydanına vardılar. Çarşıda satıcılar bağırıyor, çocuklar koşuşuyor, bir köşede ise özürlü birkaç insan oturuyordu: Kiminin kolu eksikti, kimi tek bacakla yürüyordu, bir başkası ise gözleri görmeden bastonla ilerliyordu. Ahmet Efendi önde, sakin adımlarla meydanı geçti; Markus ise arkasında, defteri elinde, gözleri bu insanlara takılmıştı.
Markus, meydanda durup etrafına baktı, sesinde düşünceli bir merak vardı.
“Bu şehir başka, Ahmet Efendi. Şu insanlara bakın: Kolları, bacakları eksik, ama yaşıyorlar. Batı’da tıpla bunları anlamaya çalışırız. Burada neyi görüyorsunuz?”
Ahmet Efendi bir çınarın gölgesine oturdu, meydanı izledi, sesi yumuşak ve bilgeydi.
“Bu insanlar da bir âyet, Markus Bey. Eksik bedenleriyle bile bir mîzan içinde dururlar. Her biri, yaşamın döngüsüne katılır; tefekkür edince bunu fark ederim.”
Markus defterini açtı, kalemini eline alıp sordu.
“Mîzan mı yine? Ölçü ve denge mi yani? Ben olsam şunu sorardım: Bu eksiklikler neden var? Hastalık mı, kaza mı? Sizin gözünüzle nasıl bir hikâye bu?”
Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Tam o anda, tek bacaklı bir adam bastonuyla yanlarından geçti. Elinde bir sepet, içinde sattığı birkaç eşya vardı. Markus gözlerini ona dikti, not almaya başladı.
“Şuna bakın! Tek bacağıyla yürüyor, çalışıyor. Bu nasıl bir irade? Batı’da protezler yaparız, ama burada başka bir şey var gibi!”
Ahmet Efendi, adama baktı, gözlerinde sakin bir tebessüm parladı.
“Bu adam, Markus Bey, eksikliğiyle bile tevhidin bir parçası. Kolları, bacakları eksik olanlar da bir zikirle yaşar. Yaralı bir yarasa gibi, döngüye katılırlar; kimi çalışır, kimi dua eder, hepsi bir rahmetle bağlıdır.”
Markus, çizimini bitirip başını kaldırdı, sesinde neşeli bir merak vardı.
“Rahmetle bağlı mı? Yani bu insanlar da düzenin içinde mi diyorsunuz? Ben bilimle bakarım: Vücut nasıl uyum sağlar, akıl nasıl baş eder? Ama sizin zikir fikri yine ilginç!”
Ahmet Efendi, meydandaki kör bir adama işaret etti; adam bastonuyla yere vurarak yolunu buluyordu.
“Şu kör adama bakın, Markus Bey. Gözleri görmez, ama kalbiyle ilerler. Doğanın dengesi gibi, insan da bir mîzandır. Eksiklik geçicidir, ama zikirleri sürekli; atomların titreşimi gibi, bu bedenler de bir tevhidi yansıtır.”
Markus, kör adama bakıp başını salladı, sonra heyecanla sordu.
“Geçicilik mi? Batı’da buna adaptasyon deriz: İnsan eksikliğe uyum sağlar. Sizin tevhidle bu adaptasyon arasında bir bağ mı var?”
Hüseyin, Markus’un sorusuna şaşırarak hocasına göz attı. Ahmet Efendi, meydanda bir çocuğun tek kollu annesine yardım edişini izledi.
“Bağ var elbet, Markus Bey. Bu anne, tek koluyla çocuğunu büyütür; yaralı yarasa gibi, yaşam döngüsü sürüp gider. ‘Her şey Allah’ı tesbih eder’ denmiş; eksik bedenler de bu harmoniye katılır, tefekkürle bunu sezerim.”
Markus, defterine notlar aldı, sonra gülümseyerek konuştu.
“Harmoni ha? Güzel bir söz! Ben ölçerim: Bu insanlar nasıl yaşıyor, nasıl üretiyor? Ama sizin tefekkürünüz bu şehri başka bir ışıkta gösteriyor.”
Ahmet Efendi tespihini elinde çevirdi, alçak gönüllü bir tebessümle cevap verdi.
“Işık hakikatin gölgesidir, Markus Bey. Senin ölçmelerin bir yol, benim tefekkürüm başka bir yol. Hepimiz bir damlayız, okyanus ise sonsuz.”
Markus, defterini kapattı, ayağa kalkarken neşeyle güldü.
“Okyanus mu? Yine güzel dediniz! Bu şehir bana çok şey gösterdi. Hadi gidelim, son durak neresi acaba?”
Ahmet Efendi başını eğdi, sakin bir sesle karşılık verdi.
“Gidelim, Markus Bey. Her insan bir iz bırakır. Yolumuz bitmek üzere.”
Markus, şapkasını düzeltti, önden yürümeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin arkasından takip etti. Meydan, insanların sesleriyle onların sohbetine tanıklık ediyordu; biri merakla hayatı çözüyor, diğeri tefekkürle hakikati arıyordu.
Dokuzuncu Bölüm: Veda ve Dönüşüm
Şehir geride kalmış, yol şimdi bir tepenin zirvesine ulaşmıştı. Güneş batarken, ufuk kızıl bir ışıkla parlıyordu. Ahmet Efendi, Markus ve Hüseyin, tepede durdu. Aşağıda köy, orman, dağlar, nehir, deniz, çöl ve şehir uzanıyordu; hepsi bir yolculuğun izleriydi. Ahmet Efendi bir kayaya oturdu, tespihini elinde tuttu; Markus ise defterini göğsüne bastırarak manzaraya baktı. Bu, vedalarının ve dönüşümlerinin anıydı.
Markus, derin bir nefes aldı, sesinde huzurlu bir merak vardı.
“Bu yolculuk inanılmazdı, Ahmet Efendi. Kurbağalar, kuşlar, balıklar, develer, yarasalar, insanlar… Batı’ya dönüyorum, ama başka bir gözle. Siz ne kazandınız bu yolda?”
Ahmet Efendi manzaraya baktı, sesi sakin ve bilgeydi.
“Ben bir damla buldum, Markus Bey. Her yaratık bir zikir, her eksiklik bir hikmet taşıyor. Tefekkürle şunu anladım: Dünya gölgeler alemidir, hakikat ise bir tevhid aynası.”
Markus gülümsedi, defterini açıp son bir not aldı.
“Gölgeler alemi mi? Ben de bir şey buldum: Doğanın bulmacaları bitmez, ama her biri bir düzen anlatıyor. Sizin tefekkürünüz bana bunu gösterdi.”
Hüseyin, hocasına bakıp başını salladı. Ahmet Efendi, ufka dönerek sordu.
“Batı’da ne yapacaksın, Markus Bey? Bu izler sende ne bırakacak?”
Markus, şapkasını çıkardı, rüzgârda saçları dalgalandı.
“Defterimi doldurdum, ama aklımda yeni sorular var. Belki bir kitap yazarım; bilimle tefekkürü birleştiririm. Sizin zikir dediğiniz, benim gözlemlerimle buluşabilir mi, ne dersiniz?”
Ahmet Efendi tebessüm etti, tespihini avucunda sıktı.
“Buluşur elbet, Markus Bey. Yolların sonu tevhidedir. Atomların titreşimi, insanların adımları… Hepsi bir ‘Ol’ emrinde birleşir. Senin dönüşümün, bu armoniyi aramak olsun.”
Markus, Ahmet Efendi’ye baktı, gözlerinde bir minnet parıltısı vardı.
“Armoni mi? Güzel bir veda sözü! Sizi unutmam, Ahmet Efendi. Bu topraklar beni değiştirdi.”
Ahmet Efendi ayağa kalktı, elini Markus’un omzuna koydu.
“Unutma yeter, Markus Bey. Her damla okyanusa varır. Yolun açık olsun.”
Markus başını eğdi, son bir selam verdi ve tepeden inmeye başladı. Ahmet Efendi ve Hüseyin, onun siluetini izledi. Güneş battı, ufuk karardı; biri dönüşümle Batı’ya dönüyor, diğeri tefekkürle köyüne yürüyordu. Yolculuk, bir zikirle sona ermişti.
Sonsöz
Tepede güneş battı, yolcular veda etti. Filozof, defteri dolu, aklı yeni sorularla; Sufi, tespihi elinde, kalbi bir damla hakikatle ayrıldı. Kurbağa, kuş, balık, deve, yarasa, insan… Her biri bir gölgeydi; ama gölgeler, bir ışığın izini taşıdı. Markus, Batı’ya döndü, gözlemlerini tefekkürle yoğurdu; Ahmet Efendi, köyüne yürüdü, zikri daha derinden duydu.
Bu yolculuk bitti, ama tefekkür bitmez. Doğa, sessiz hikâyeler anlatır; insan, o hikâyeleri sormaya ve sezmeye devam eder. Okuyucu, şimdi sıra sende: Bir elmaya bak, bir rüzgârı dinle; acaba hangi zikir sana fısıldar? Hakikat bir okyanustur, hepimiz birer damla; ve her damla, bir gün okyanusa varır.
Not:
Eğer Kur’an-ı Kerim ile felsefenin ortaya koyduğu bilgeliği, ders alınacak ibretleri ve bilimsel derecelerini karşılaştırmak istersen, şu sözlere dikkat et:
Kur’an-ı Kerim, mucizevi ifadeleriyle, evrendeki her şeyin alışılmış gibi görünen ama aslında olağanüstü ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan varlıkların üzerindeki alışkanlık ve görmezden gelme perdesini keskin açıklamalarıyla yırtar. Bu şaşırtıcı gerçekleri akıl sahiplerine açar, onların dikkatini çeker ve akıllara bitmez tükenmez bir bilgi hazinesi sunar.
Felsefenin bilgeliği ise, Allah’ın kudretinin tüm olağanüstü mucizelerini sıradanlık perdesi altında gizler ve cahilce, umursamazca bunların üstünden geçer. Yalnızca olağanüstülükten sıyrılmış, yaratılış düzeninden çıkmış ve doğal mükemmellikten düşmüş nadir örnekleri dikkate sunar; bunları birer ibret dersi olarak akıl sahiplerine gösterir. Örneğin, insanın yaratılışı gibi en kapsamlı bir kudret mucizesini sıradan görüp umursamazlıkla bakar. Ama insanın mükemmel yaratılışından sapmış, üç ayaklı ya da iki başlı bir insanı büyük bir şaşkınlıkla dikkatlere sunar. Yine mesela, tüm yavruların görünmeyen bir hazineden düzenli bir şekilde beslenmesi gibi en zarif ve yaygın bir rahmet mucizesini sıradan sayıp nankörlük perdesini üstüne çeker. Ancak düzenin dışına çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız başına gurbete düşmüş, deniz altında bir böceğin bir yeşil yaprakla beslendiğini görünce, bundan ortaya çıkan lütuf ve iyilikle tüm balıkçıları ağlatmak ister. (Amerika’da buna benzer bir olay gerçekten yaşanmıştır.)
Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?
Kur’an’ın alışılmış gibi görünen varlıkların üzerindeki “sıradanlık perdesini” yırtarak onların Allah’ın kudret ve rahmet mucizeleri olduğunu gösterdiğini söylerken, felsefenin bu mucizeleri göz ardı edip yalnızca yaratılış düzeninden çıkmış nadir örnekleri (üç ayaklı insan, yaprak yiyen balık gibi) ibret olarak sunduğunu ifade ediyor. "Filozof ve Sufi'nin Tefekkür Yolculuğu", bu iki bakış açısını Ahmet Efendi (sûfi) ve Markus (filozof) üzerinden birleştirerek manevi bir tefekkür yolculuğu sunuyor.
1. Kur’an’ın Kudret ve Rahmet Perspektifi (Ahmet Efendi)
Ahmet Efendi, metindeki Kur’anî yaklaşımı temsil eder. O, doğadaki her varlığı –üç bacaklı kurbağadan yaralı yarasaya, tek ayaklı deveden özürlü insanlara kadar– birer mucize olarak görür. Metinde belirtildiği gibi, “evrendeki her şeyin alışılmış gibi görünen ama olağanüstü olduğu” fikri, Ahmet Efendi’nin tefekküründe yansır. Örneğin, o, “Bu yaralı yarasa, döngünün bir halkasıdır; ölse bile toprağa karışır, bitkileri besler” diyerek, sıradan gibi görünen bir varlığın bile Allah’ın mîzan (ölçü ve denge) ve rahmet düzeninde yer aldığını vurgular. Bu, Kur’an’ın “her şey Allah’ı tesbih eder” (İsra, 44) ayetiyle uyumludur; Ahmet Efendi, gölgeler alemindeki her varlığın hakikatinin zikirde olduğunu sezer. Metnin “Kur’an akıl sahiplerine bitmez tükenmez bir bilgi hazinesi sunar” ifadesi, Ahmet Efendi’nin “Hakikat bir okyanus, biz damlalarız” sözünde yankılanır; o, tevazuyla bu hazineyi arar.
2. Felsefenin Sınırlı Bakışı ve Dönüşümü (Markus)
Markus ise başlangıçta metindeki felsefi yaklaşımı temsil eder: “Yaratılış düzeninden çıkmış nadir örnekleri dikkate sunar.” Üç bacaklı kurbağa, kırık kanatlı kuş, iki başlı balık, tek ayaklı deve, yaralı yarasa ve özürlü insanlar gibi “olağanüstülükten sıyrılmış” varlıklara hayretle bakar ve “Bu nasıl oluyor? Neden böyle?” diye sorar. Metnin eleştirisi burada devreye girer: Felsefe, “insanın yaratılışı gibi en kapsamlı bir kudret mucizesini sıradan görüp umursamazlıkla bakar” derken, Markus da yolculuğun başında doğanın yaygın mucizelerine (örneğin tüm yavruların beslenmesi) değil, yalnızca sapmalara odaklanır. Ancak hikaye, Markus’u bu sınırlı bakıştan kurtarır. Ahmet Efendi’nin tefekkürüyle tanıştıkça, Markus “Sizin zikir dediğinizle benim gözlemlerim birleşebilir mi?” diye sorar ve dönüşüm yaşar. Bu, metnin “felsefenin Yaratıcı’yı tanıma konusundaki yoksulluğunu” aşma çabasını temsil eder; Markus, bilimsel merakını tefekkürle zenginleştirerek hakikate yaklaşır.
3. Tefekkürle Gölgelerden Hakikate
Metin, Kur’an’ın “mucizevi ifadeleriyle alışkanlık perdesini yırtmasını” överken, felsefenin “sıradanlık perdesi altında gizlemesini” eleştirir. Hikayemizde bu iki yaklaşım birleşir: Ahmet Efendi, Kur’an’ın “her ayetin diğer ayetlere bakan bir gözü vardır” sırrını doğaya uygular; her varlığın (kurbağa, kuş, insan) bir zikirle diğerine bağlı olduğunu söyler. Markus ise felsefenin ibret arayan yönünü alır, ama yolculuk boyunca bu ibreti sıradan mucizelere de genişletir. Örneğin, “tüm yavruların düzenli beslenmesi” gibi rahmet mucizelerini Ahmet Efendi’nin rehberliğiyle fark eder. Hikayenin manevi temsili, metnin “düzensizlik içinde kusursuz düzeni gör” çağrısına uygundur: Doğadaki ve insandaki eksiklikler (yaralılar, özürlüler) bile bir tevhid armonisi içindedir.
4. Hakikat ve Sonsuz Hazine
Metnin “Kur’an’ın şiire ihtiyaç duymadığı, çünkü sonsuz derecede parlak gerçekleri içerdiği” vurgusu, Ahmet Efendi’nin sade ama derin sözlerinde hayat bulur: “Bu yaralı yarasa bir zikirle yaşar” ya da “Hakikat bir tevhid aynasıdır.” Markus’un dönüşümü ise, metnin “Kur’an içinde binlerce Kur’an bulunur” ifadesini yansıtır; o, yolculuktan “bilimle tefekkürü birleştirme” hayaliyle ayrılır, kendi anlayışına uygun bir hazine bulur. Hikaye, “Biz Peygamber’e şiir öğretmedik” (Yâsin, 36:69) ayetinin sırrını, tefekkürle hakikatin çıplak güzelliğini sunarak somutlaştırır.
Sonuç
"Filozof ve Sufi'nin Tefekkür Yolculuğu", manevi olarak şunu anlatmak ister: Kur’an’ın kudret ve rahmet mucizelerini görmezden gelen felsefi bakış, tefekkürle buluştuğunda hakikate açılır. Ahmet Efendi, alışılmış varlıkların (dal, kuş) ardındaki kudreti ve rahmeti sezerken, Markus bu mucizeleri sorgulayarak keşfeder. Hikaye, metnin “Kur’an’ın zenginliği ile felsefenin yoksulluğunu gör” çağrısını bir uzlaşmaya dönüştürür: Filozofun soruları, Sufi’nin sezgileriyle tamamlanır; gölgeler aleminden tevhid hakikatine bir yol açılır. Bu, her varlığın zikriyle Allah’ı andığını ve insanın bu zikri tefekkürle duyabileceğini öğretir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!