19 Nisan 2025 Cumartesi

16. Deprem Sarsıntısıyla Uyananlar: Kahramanmaraş Depremi


Önsöz

Deprem, toprağı sarsar, ama asıl sarsıntı kalplerde başlar. Deprem Sarsıntısıyla Uyananlar, Yemliha kasabasının ve bir adamın, Ali’nin, enkazdan umuda, yıkımdan manevi uyanışa uzanan hikayesini anlatır. Kahramanmaraş’ın zeytin bağlarında, 2023 depreminin gölgesinde, Ali’nin dünyası bir gecede çöktü. Bakkal dükkânı, anıları, hayalleri… Hepsi toz oldu. Ama insan, en karanlık anlarda bile bir niyetle yeniden doğar. Ali’nin yolculuğu, Kâbe’ye hac ile başlar; orada, dünyanın geçiciliğini, gafletten uyanışı ve ahirete hazırlığı keşfeder. Yemliha, onunla birlikte uyanır.

Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

Bu roman, depremin fiziksel yıkımından çok, kalplerde yarattığı manevi sarsıntıyı kutlar. Ali’nin devekuşu gibi kanat çırpması, enkazdan Kâbe’nin gökyüzüne, oradan zeytin tarlasının bereketine uzanan bir alegori. Kasaba halkının dayanışması, hacı evinin misafirperverliği, çocukların Kâbe maketleri, Yemliha’yı yeniden inşa eder. Deprem Sarsıntısıyla Uyananlar, her birimizin içinde saklı umudun ve birliğin hikayesidir. Okurken, kendi sarsıntılarınızı ve kalbinizin uyanışını hatırlayabilirsiniz. Çünkü her enkaz, bir başlangıçtır.




Bölüm 1: Yemliha’nın Yazında Taş Evlerin Gölgesi


Yemliha kasabası, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinin kuytusunda, zeytin ve üzüm bağlarıyla çevrili bir ovada uzanırdı. Temmuz 2022’nin sıcağı, taş evlerin duvarlarını ısıtır, birkaç katlı apartmanların balkonlarında çamaşırlar dalgalanırdı. Akşamüstü, sokaklar hayat bulurdu; çocuklar bisikletlerle yarışır, kadınlar komşu ziyaretine gider, erkekler kahvehanelerde okey taşlarının şıkırtısına dalardı. Düğün mevsimiydi; uzaktan davul zurna sesleri yükselir, halay çekenlerin kahkahaları geceye karışırdı. Yemliha, sanki hiçbir dert taşımıyormuş gibi neşeliydi.

Meydandaki asırlık zeytin ağacının gölgesinde, Mehmet her akşamüstü otururdu. Kırklı yaşlarında, esmer, ince yapılı bir adamdı. Pamuklu gömleği, kolları sıvalı, elleri zeytin tarlasının toprağıyla yoğrulmuştu. Dedesinin hacdan getirdiği tespih, cebinde her zaman dururdu. Mehmet’in kalbi, çocukluğundan beri Kâbe özlemiyle çarpardı. Dedesinin anlattığı hikayeler—Kâbe’nin siyah örtüsü, tavafın coşkusu, Zemzem’in serinliği—onun için bir rüyaydı. Kasabada hacca gitmeyi düşünen tek kişi oydu. Diğerleri, “Daha vakit var,” der, hayatın tadını çıkarmaya bakardı.

Meydan, akşamüstü telaşıyla doluydu. Kahveci İsmail’in çay ocağından mis gibi çay kokusu yayılıyor, gençler telefonlarında maç özetlerine gömülüyordu. Radyodan bir türkü çalıyordu: “Kara tren gecikir…” Mehmet, zeytin ağacının gövdesine yaslanmış, gözleri uzaklarda, dalgın bir tebessümle türküye eşlik ediyordu. Ali’yi bekliyordu, çocukluk arkadaşını. Ali, her zaman geç gelirdi, elinde telefonu, kulaklarında kulaklıkla.

Derken, meydanın öteki ucunda Ali belirdi. Otuzlarında, gür saçlı, neşeli bir adamdı. Kasabanın küçük bakkalını işletirdi, ama dükkândan çok kahvehanede vakit geçirirdi. Üzerindeki tişörtte renkli bir baskı, elinde telefonu, bir şarkıya tempo tutarak yürüyordu. Zeytin ağacının altına gelip Mehmet’in yanına çöktü, kulaklığını çıkardı ve sırıtarak derin bir nefes verdi.

“Bu sıcakta niye buradasın, Mehmet?” dedi, gülerek. “Kahvede klimalı yer var, İsmail Abi buz gibi ayran yaptı. Gel, serinleyelim.”

Mehmet, hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. “Ali, her şey kahve, ayran değil,” dedi, sakin ama kararlı. “Bak şu ağaca, şu bağlara… Bunlar da bir şeyler anlatıyor.”

Ali, gözlerini devirdi, şakacı bir tavırla. “Yine mi şair oldun, hacı Mehmet?” dedi, kıkırdayarak. “Anlatıyor da, ne anlatıyor? Benim bakkalın hesabı bekliyor, akşam maç var. Senin zeytinler ne alemde?”

Mehmet, zeytin ağacının gövdesine elini koydu, sanki onun asırlık hikâyesini hissedermiş gibi. “Dün gece rüya gördüm, Ali,” dedi, sesi ciddileşerek. “Kâbe’yi gördüm. Öyle gerçekti ki… Kalabalığın içindeydim, dualar gökyüzüne yükseliyordu. Uyandığımda içimde bir ateş, bir özlem.”

Ali, bir an sustu, Mehmet’in gözlerindeki parıltıyı fark etti. Ama hemen gülümsedi, konuyu dağıtmak için. “Yine mi hac muhabbeti?” dedi, kahkaha atarak. “Mehmet, sen bu gidişle rüyanda tavaf edeceksin. Gerçekten gitmek istesen, çoktan giderdin.”

Mehmet’in yüzü ciddileşti. “Gitmek istiyorum, Ali,” dedi, sesi yumuşak ama kararlı. “Hem de her şeyden çok. Bu yıl hac kayıtları yakında başlar, hadi gidelim. Seninle gidelim.”

Ali, kahkahayla ayağa kalktı, elini Mehmet’in omzuna koydu. “Ben mi? Hacca mı?” dedi, şaşkın bir sırıtışla. “O uzun yol, o kalabalık… Bana göre değil, Mehmet. Hem daha genciz, yaşlanınca gideriz. Şimdi bakkal, kahve, düğün, maç… Hayatın tadını çıkaralım.”

Mehmet, iç çekti. Ali’nin bu kayıtsız hali, ona devekuşunu hatırlatıyordu; başını kuma gömen, gerçeği görmezden gelen bir devekuşu. Kasabada kimse hacca gitmeyi düşünmüyordu; herkes düğünlerde halay çekiyor, kahvehanelerde maç izliyor, telefonlarda vakit geçiriyordu. Mehmet, yalnızdı bu özleminde. “Ali, hayat dediğin ne ki?” dedi, usulca. “Bir yaz gibi gelir, geçer. Bugün varız, yarın yokuz. Kâbe’yi görmek, o duayı yaşamak… Bunlar bu dünyanın maçından, bakkalından daha büyük.”

Ali, gülerek Mehmet’in sırtına vurdu. “Tamam, hacı Mehmet, sen git, bana da dua et,” dedi, neşeyle. “Ama ben burada iyiyim. Akşam Hüseyinlerin düğünü var, halay çekeriz. Gel, biraz eğlenelim.”

Mehmet, başını salladı, ama gözlerinde bir hüzün vardı. “Bir gün anlayacaksın, Ali,” dedi, fısıltıyla. “Bir gün o çağrıyı sen de duyacaksın.”

Güneş, zeytin bağlarının üstünde batarken, meydan düğün sesleriyle doluyordu. İsmail, kahveden seslendi: “Mehmet, Ali! Çaylar hazır, gelin!” Ali, Mehmet’i kolundan çekiştirdi, kahkahalarla. Mehmet, gülümseyerek takip etti, ama kalbi hâlâ Mekke’de, Kâbe’nin siyah örtüsündeydi. Yemliha’nın neşeli yazı, sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi akıyordu.



Bölüm 2: Düğün Gecesi

Yemliha kasabası, Temmuz 2022’nin sıcak akşamlarında bir başka güzeldi. Zeytin bağlarının kokusu, ılık rüzgârla kasabaya taşınıyor, taş evlerin avlularında çocuklar top koşturuyordu. Meydandaki kahvehane, erkeklerin kahkahaları ve okey taşlarının şıkırtısıyla doluydu. Kadınlar, komşu evlerde toplanmış, yaklaşan düğünler için kına tepsileri hazırlıyordu. Yemliha, sanki dünya sadece bu anlardan ibaretmiş gibi yaşıyordu. Deprem, kimsenin aklının ucundan geçmiyordu.

Mehmet, zeytin tarlasından dönmüş, küçük taş evinin avlusunda oturuyordu. Elleri, günün yorgunluğuyla nasırlı, ama yüzünde sakin bir tebessüm vardı. Masada, dedesinden kalma bir defter duruyordu; içinde dedesinin hac yolculuğunun notları, Kâbe’den getirdiği bir avuç toprağın izleri vardı. Mehmet, defteri açtı, satırları okurken gözleri doldu: “Kâbe’yi ilk gördüğümde, dünya sustu. Sadece dua vardı.” Bu yaz, hacca gitmeye kararlıydı. Kasabada kimse onun bu özlemini paylaşmıyordu, ama Mehmet’in kalbi, Kâbe’nin siyah örtüsüne dokunmak için çarpıyordu. Zeytin hasadından biriktirdiği parayı saymış, hac kayıtları için yeteceğini hesaplamıştı. Tek istediği, çocukluk arkadaşı Ali’nin de bu yolculuğa katılmasıydı.

Kasabanın öteki ucunda, Ali’nin bakkalı hareketliydi. Raflarda gazoz şişeleri, şeker paketleri, çerez torbaları diziliydi. Ali, tezgâhın ardında, elinde telefonu, bir futbol videosuna gülüyordu. Otuzlarında, neşeli, hayatı pek ciddiye almayan biriydi. Bakkal, sadece ekmek-süt satan bir yer değil, kasabanın gençlerinin buluşma noktasıydı. Ali, müşterilerle şakalaşır, akşamları kahvehanede maç izler, düğünlerde halay çeker, hayatın tadını çıkarırdı. Hacca gitmek mi? “Yaşlanınca gideriz,” der, geçerdi.

Akşamüstü, kasabanın meydanında Hüseyinlerin düğünü başladı. Davul zurna sesleri gökyüzüne yükseliyor, renkli lambalar meydanı ışıl ışıl yapıyordu. Kadınlar, avluda kına yakıyor, erkekler halay çekiyordu. Mehmet, düğüne katılmak için evden çıktı, ama kalbi hâlâ dedesinin defterindeydi. Meydana vardığında, Ali’yi halayın başında gördü. Ali, elinde mendil, coşkuyla dönüyordu, etrafındaki gençler kahkahalarla tempo tutuyordu.

Düğün kalabalığı arasında Mehmet, bir köşede durup izledi. Kahveci İsmail, elinde çay tepsisi, yanına geldi. “Hacı Mehmet, niye duruyorsun?” dedi, gülerek. “Gir halaya, biraz açıl!” Mehmet, tebessüm etti, ama içindeki özlem ağır basıyordu. Ali, halayı bırakıp nefes nefese Mehmet’in yanına geldi, ter içinde sırıtıyordu.

“Mehmet, niye somurtuyorsun?” dedi, elindeki mendili sallayarak. “Bak, düğün ne güzel! Gel, halaya katıl, bırak bu dalgın hali.”

Mehmet, gülümsedi, ama gözleri ciddileşti. “Ali, güzel de, bu düğünler, halaylar… Hepsi bir anlık,” dedi, sakin. “Dün gece dedemin defterini okudum. Kâbe’yi yazmış, tavafı, duayı… O anlar, bu dünyadan büyük.”

Ali, kahkaha attı, Mehmet’in omzuna vurdu. “Yine mi hac muhabbeti?” dedi, şakacı bir sırıtışla. “Mehmet, sen bu gidişle Kâbe’yi rüyanda tavaf edeceksin. Bırak şimdi bunları, hayat burada, bu meydanda!”

Mehmet, iç çekti. “Ali, bu yıl hacca gitmeye kararlıyım,” dedi, sesi kararlı. “Zeytin parasını biriktirdim, kayıtlar yakında başlar. Sen de gel, birlikte gidelim. O yolu seninle yürümek isterim.”

Ali, gözlerini devirdi, mendili cebine tıktı. “Hacı Mehmet, o uzun yol, o kalabalık… Bana göre değil,” dedi, gülerek. “Hem daha genciz, yaşlanınca gideriz. Bak, düğün bitmedi, halay bekler. Sonra kahvede maç izleriz. Gel, eğlenelim!”

Mehmet, başını eğdi, Ali’nin neşesine rağmen içindeki hüzün büyüdü. “Ali, hayat bir düğün gecesi gibi,” dedi, usulca. “Çabuk biter. Kâbe’yi görmek, o duayı yaşamak… Bunlar kalıcı. Bir düşün, lütfen.”

Ali, Mehmet’in ciddiyetini görünce bir an durdu, ama hemen gülümsedi. “Tamam, hacı Mehmet, sen git, bana da dua et,” dedi, neşeyle. “Ama ben burada iyiyim. Haydi, halaya!”

Düğün coşkusu devam ediyordu. Davul zurna hızlandı, kalabalık halaya katıldı. İsmail, çay tepsisini bırakıp Mehmet’i kolundan çekiştirdi. “Hadi, Mehmet, bir tur dön!” Mehmet, gülümseyerek halaya katıldı, ama kalbi hâlâ Mekke’deydi. Ali, mendili havada sallayarak halayın başında dönüyordu, kahkahaları meydanda yankılanıyordu. Yemliha, yaz gecesinin neşesine gömülmüştü. 



Bölüm 3: Caminin Gölgesi

Yemliha kasabası, Temmuz 2022’nin son günlerinde hasat telaşıyla dolup taşıyordu. Zeytin bağlarında işçiler ter döküyor, üzüm sepetleri kamyonlara yükleniyordu. Sıcak, taş evlerin çatılarını kavuruyor, ama akşamüstü serinliğiyle kasaba canlanıyordu. Çocuklar sokaklarda top koşturuyor, kadınlar avluda komşularla çay içiyor, erkekler kahvehanelerde maç muhabbetine dalıyordu. Yemliha, sanki bu yaz sonsuza dek sürecekmiş gibi neşeliydi. Kimsenin aklına, yedi ay sonra, 6 Şubat 2023’te, bu bağların, bu evlerin yerle bir olacağı gelmiyordu.

Mehmet, sabah namazından sonra kasabanın küçük camisindeydi. Yemliha Camii, meydanın hemen yanındaki mütevazı bir yapıydı; minaresi hafif eğik, avlusu zeytin ağaçlarıyla gölgeliydi. Mehmet, namaz sonrası caminin avlusunda, Hacı İbrahim Hoca’yla konuşuyordu. İbrahim Hoca, altmışlarında, beyaz sakallı, gözlerinde sakin bir bilgelik taşıyan biriydi. Mehmet’in hac özlemini bilen tek kişi oydu. Mehmet, cebinden dedesinin tespihini çıkardı, parmakları arasında çevirirken gözleri parladı.

“Hocam, bu yıl hacca gitmeye kararlıyım,” dedi, sesi kararlı ama yumuşak. “Zeytin parasını biriktirdim, dedemin defterini her okuduğumda içimde bir ateş yanıyor. Kâbe’yi görmeliyim.”

İbrahim Hoca, tebessüm etti, elini Mehmet’in omzuna koydu. “Evladım, o ateş hayırlı bir ateş,” dedi, sakin. “Kâbe, kalbi çağırır. Ama bu kasabada senin gibi düşünen az. İnsanlar dünyaya dalmış, unutuyorlar asıl yurdu.”

Mehmet, başını eğdi, hocanın sözleri yüreğine dokundu. “Ali’yi ikna etmeye çalışıyorum, hocam,” dedi, hafif bir hüzünle. “Çocukluk arkadaşım, ama hacca gitmek ona uzak. ‘Yaşlanınca gideriz,’ diyor. Oysa hayat ne kadar kısa, değil mi?”

Hoca, derin bir nefes aldı, zeytin ağacının gölgesine baktı. “Herkes kendi vaktinde duyar o çağrıyı, Mehmet,” dedi. “Sen yoluna bak, belki Ali de bir gün seninle yürür.”

Camiden çıkan birkaç ihtiyar, Mehmet ve hocaya selam verdi, kahvehaneye doğru yürüdü. Mehmet, hocayla vedalaşıp meydana yöneldi. Ali’nin bakkalına uğramaya karar verdi. Belki bugün, diyordu içinden, belki bugün Ali’yi ikna ederim.

Ali’nin bakkalı, kasabanın en hareketli köşelerinden biriydi. Tezgâhın ardında Ali, bir yandan müşterilere gazoz satıyor, bir yandan telefonundan maç özetlerine bakıyordu. Bakkalda üç genç, tezgâha dayanmış, hararetle muhabbet ediyordu. “Fener bu sene şampiyon!” diyordu biri, diğeri kahkahayla itiraz ediyordu. Ali, gülerek lafa karışıyordu, neşesi bakkalı dolduruyordu. Hacca gitmek mi? Ali’nin aklına bile gelmiyordu. Hayat, bu anlardan ibaretti: bakkal, kahve, maç, düğün.

Mehmet, bakkalın kapısında belirdi. Ali, onu görünce sırıtarak el salladı. “Hacı Mehmet, naber?” dedi, gülerek. “Camiden mi geliyorsun? Gel, bir gazoz iç, serinle!”

Mehmet, tebessüm etti, bakkala girip tezgâha yaslandı. “Ali, camide hoca ile konuştum,” dedi, sakin. “Hac için bilgi aldım. Kayıtlar ağustosta başlıyor. Seni de yazdırayım, hadi.”

Ali, kahkaha attı, gazoz şişesini Mehmet’e uzattı. “Yine mi hac?” dedi, şakacı bir sırıtışla. “Mehmet, bak, bakkal dolu, akşam kahvede maç var. Hacca gitmek için daha genciz. Yaşlanınca gideriz, söz!”

Gençlerden biri, muhabbete kulak kabartıp gülümsedi. “Hacı Mehmet, sen ciddisin ha!” dedi. Ali, gülerek lafa girdi. “Ciddi ciddi Kâbe’yi rüyasında tavaf ediyor!” dedi, kahkahayla. “Bırak şimdi bunları, akşam İsmail’in kahvesinde toplanıyoruz. Gel, biraz eğlenelim.”

Mehmet, iç çekti. Ali’nin bu neşeli kayıtsızlığı, ona devekuşunu hatırlatıyordu; başını kuma gömen, hayatın geçiciliğini görmezden gelen bir devekuşu. “Ali, bu dünya bir anlık,” dedi, sesi yumuşak ama kararlı. “Düğün biter, maç biter, bakkal kapanır. Ama Kâbe’deki dua, o kalıcı. Bir düşün, lütfen.”

Ali, bir an durdu, Mehmet’in gözlerindeki ciddiyeti gördü. Ama hemen gülümsedi, tezgâha vurdu. “Tamam, hacı Mehmet, sen git, bana da dua et,” dedi, neşeyle. “Ama ben burada iyiyim. Bak, gazoz bedava, iç!”

Mehmet, gazozu aldı, tebessüm etti, ama içi buruktu. Bakkaldan çıkarken, gençlerin kahkahaları ve Ali’nin neşeli sesi ardında yankılandı. Meydanda, kahveci İsmail’in çay ocağından türkü sesleri geliyordu. Yemliha, yazın son günlerini coşkuyla yaşıyordu. Mehmet, zeytin ağaçlarının gölgesine bakarak yürüdü, dedesinin tespihini cebinde sıktı. Kalbi, Kâbe’ye uzanıyordu. Ama Yemliha, hâlâ uykudaydı. Ve kimse bilmiyordu ki, bu neşe bir gün enkaza gömülecekti.



Bölüm 4: Dedikodular ve Bakkal

Yemliha kasabası, Ağustos 2022’de yazın son demlerini yaşıyordu. Zeytin ve üzüm hasadı bitmiş, kasaba düğün hazırlıkları ve kahvehane muhabbetleriyle dolup taşıyordu. Taş evlerin avlularında kilimler silkeleniyor, apartman balkonlarında çamaşırlar sallanıyordu. Akşamüstü serinliği, sokakları canlandırıyordu; çocuklar saklambaç oynuyor, gençler meydanda volta atıyordu. Kahveci İsmail’in çay ocağından türküler yükseliyor, kasaba sanki hiçbir dert taşımıyormuş gibi gülüyordu. Deprem, yedi ay sonra, 6 Şubat 2023’te Yemliha’yı yerle bir edecekti, ama o gün kimse bunu hayal bile edemezdi.

Mehmet, sabah erkenden Yemliha Camii’ne gitmişti. Hac kayıtları başlamıştı; Mehmet, zeytin hasadından biriktirdiği parayla kaydını tamamlamak için İmam Hacı İbrahim Hoca’yla görüşüyordu. Caminin avlusunda, zeytin ağaçlarının gölgesinde oturdular. Mehmet’in elinde dedesinin hac defteri, gözlerinde bir umut vardı. Hoca, defteri incelerken tebessüm etti.

“Evladım, deden rahmetli ne güzel yazmış,” dedi, sakin. “Kâbe, insanı yeniden doğurur. Kaydını tamamlaman hayırlı bir adım. Yemliha’da böyle bir niyet az bulunur.”

Mehmet, başını eğdi, tespihini parmaklarında çevirdi. “Hocam, bu kasaba çok neşeli, ama sanki uyuyor,” dedi, hafif bir hüzünle. “Kimse Kâbe’yi düşünmüyor. Ali’ye anlatıyorum, gülüp geçiyor.”

Hoca, derin bir nefes aldı. “Herkesin kalbi farklı bir vakitte uyanır, Mehmet,” dedi. “Sen kendi yolunu yürü, belki Ali’yi de çekersin.”

Mehmet, hocayla vedalaşıp camiden çıktı. Kasabada onun hac kaydı yaptırdığı haberi yayılmış, dedikodular başlamıştı. Kahvehanede İsmail, çay dağıtırken lafı açıyordu: “Hacı Mehmet ciddiye aldı, Kâbe’ye gidiyormuş!” İhtiyarlar baş sallıyor, gençler gülüyordu: “Mehmet rüyasında tavaf eder artık!” Yemliha, Mehmet’in özlemini bir tuhaflık gibi görüyor, ama kimse onun ateşini hissetmiyordu.

Ali’nin bakkalı, her zamanki gibi kasabanın nabzını tutuyordu. Raflarda gazozlar, çerezler, şeker paketleri diziliydi. Ali, tezgâhın ardında, elinde telefonu, bir düğün videosuna gülüyordu. Bakkala, kasabanın gençlerinden Emre girdi; yirmilerinde, neşeli, elinde bir poşet. Emre, tezgâha yaslanıp sırıtarak muhabbete başladı.

“Ali Abi, şu düğündeki halayın videosunu gördün mü?” dedi, gülerek. “Amcam düşüyordu, herkes koptu!”

Ali, kahkaha attı, telefonu tezgâha koydu. “Görmez miyim, Emre!” dedi. “O halayda ben de vardım, mendilim havalarda! Bu akşam kahvede maçı izliyoruz, gel, yine koparız.”

Emre, poşetten bir gazoz çıkardı, tezgâha para koydu. “Ali Abi, senin bu bakkal kasabanın kulübü resmen,” dedi, kıkırdayarak. “Ama duydum, Mehmet Abi hacca gidiyormuş, doğru mu? Adam ciddiymiş!”

Ali, gözlerini devirdi, gazozu açıp Emre’ye uzattı. “Doğru, Emre, bizim hacı Mehmet Kâbe sevdasına düştü,” dedi, alaycı bir sırıtışla. “Bana da ‘Gel,’ diyor, ama o işler bana uzak. Hayat burada, bakkalda, kahvede!”

Tam o sırada, Mehmet bakkalın kapısında belirdi. Ali, onu görünce el salladı. “Hacı Mehmet, tam lafını ediyorduk!” dedi, gülerek. “Duyduk, hac kaydını yaptırmışsın. Kasaba seni konuşuyor!”

Mehmet, tebessüm etti, bakkala girip tezgâha yaslandı. “Konuşsunlar, Ali,” dedi, sakin. “Dedemin defterinde yazıyordu, Kâbe’ye varan insan, bütün dertlerini unutur. Öyle bir huzur ki, bu dünyadaki hiçbir şeyle değişmem.”

Ali, kahkaha attı, Emre’ye göz kırptı. “Bak, Emre, şair Mehmet konuşuyor!” dedi. “Huzur diyorsun, Mehmet, ama baksana, kasaba zaten huzurlu! Düğün var, maç var, bakkal var. Daha ne olsun?”

Mehmet, başını eğdi, gözleri dalgın. “Ali, bu kasaba güzel, ama bir rüya gibi,” dedi, sesi yumuşak. “Bir gün uyanacağız, her şey bitecek. Kâbe’deki huzur, o gerçek. Hadi, kaydını yaptırayım, birlikte gidelim.”

Ali, tezgâha vurdu, gülerek. “Hacı Mehmet, seninle Kâbe’ye gitsem, yolda sıkılırım!” dedi. “O kalabalık, o sıcak… Bana göre değil. Hem bakkal kime bırakırım? Sen git, bana Zemzem getir!”

Emre, gülerek lafa karıştı. “Ali Abi haklı, Mehmet Abi, bakkal kapanırsa kasaba susuz kalır!” Mehmet, tebessüm etti, ama içi buruktu. “Bir gün anlayacaksın, Ali,” dedi, usulca. “O huzuru tatmak, her şeye değer.”

Ali, gazoz şişesini kaldırıp şerefe kaldırır gibi salladı. “Hadi, Mehmet, bir gazoz iç, hayata dön!” dedi, neşeyle. “Akşam kahvede buluşalım, maç izleriz!”

Mehmet, gazozu aldı, bakkaldan çıkarken Ali ve Emre’nin kahkahaları ardında yankılandı. Meydanda, İsmail’in çay ocağından türkü sesleri geliyordu. Yemliha, yazın son günlerini coşkuyla yaşıyordu. Mehmet, zeytin ağaçlarının gölgesine bakarak yürüdü, dedesinin tespihini cebinde sıktı. Kalbi, Kâbe’ye uzanıyordu. Ama Yemliha, hâlâ uyuyordu.



Bölüm 5: Son Hasat

Yemliha kasabası, Eylül 2022’de yazın son nefesini veriyordu. Zeytin bağlarında son hasat telaşı sürüyor, üzüm sepetleri ambarlara taşınıyordu. Hava serinlemiş, akşamlar erken kararmaya başlamıştı. Kasaba, hâlâ düğünlerle, kahvehane muhabbetleriyle canlıydı. Meydanda, bir düğünün artıkları—renkli kâğıtlar, boş gazoz şişeleri—dağılmış duruyordu. Çocuklar sokaklarda top koşturuyor, kadınlar avluda kına tepsileri hazırlıyordu. Yemliha, neşeli bir rüyada gibiydi. Kimse, altı ay sonra, 6 Şubat 2023’te, bu meydanın, bu evlerin enkaza döneceğini hayal edemezdi.

Mehmet, zeytin tarlasından dönmüş, küçük taş evinin avlusunda oturuyordu. Hac kayıtlarını tamamlamış, şimdi pasaport için Kahramanmaraş’a gidip gelmişti. Masada, dedesinin hac defteri açıktı; bir sayfasında, “Kâbe’de insanlık bir olur, diller susar, kalpler konuşur,” yazıyordu. Mehmet, bu satırları okurken gözleri doldu. Eşi Ayşe, avluda çamaşır asıyordu; otuzlarında, sakin, ama gözlerinde hafif bir endişe vardı. On yaşındaki kızı Zeynep, avluda seksek oynuyor, neşeli kahkahaları evi dolduruyordu. Mehmet, hac kararını ailesine anlatmıştı. Ayşe destekliyordu, ama uzun yolculuk onu düşündürüyordu. Zeynep ise babasının Kâbe hikayelerine bayılıyordu.

Ayşe, çamaşır sepetini bırakıp Mehmet’in yanına geldi. “Pasaport işleri bitti mi?” dedi, yumuşak bir sesle. “Her şey hazır gibi, ama içimde bir huzursuzluk var. O kadar uzak bir yol…”

Mehmet, tebessüm etti, Ayşe’nin elini tuttu. “Merak etme, Ayşe,” dedi. “Kâbe’ye varmak, bu dünyadaki her zorluğa değer. Dedemin defteri hep yanımda olacak.”

Zeynep, sekseği bırakıp koşa koşa geldi. “Baba, Kâbe’de ne yapacaksın?” dedi, gözleri merakla parlayarak. “Herkes siyah örtüyü öpüyormuş, doğru mu?”

Mehmet, gülerek Zeynep’i kucağına aldı. “Öpmek değil, yavrum, ama o örtüyü görmek bile insanı değiştirir,” dedi. “Orada herkes bir olur, dua eder. Senin için de dua edeceğim.”

Ayşe, hafif bir tebessümle başını eğdi. “Zeynep için dua et, ama kendine de dikkat et,” dedi. “Biz burada bekleyeceğiz.”

Mehmet, ailesine sarıldı, kalbi hem huzur hem özlemle doluydu. Kasabada hac haberi yayılmış, dedikodular çoğalmıştı. Kahveci İsmail, çay ocağında herkese anlatıyordu: “Hacı Mehmet pasaport almış, kesin gidiyor!” İhtiyarlar, “Hayırlı olsun,” diyor, gençler gülüyordu: “Mehmet Kâbe’de halay çeker!” Yemliha, Mehmet’in ateşini anlamıyor, onu bir tuhaflık gibi görüyordu.

Ali’nin bakkalı, kasabanın kalbi gibi atıyordu. Raflarda gazozlar, çerezler, şeker paketleri diziliydi. Ali, tezgâhın ardında, bir düğün sonrası muhabbete dalmıştı. Bakkala, Ali’nin teyzesi Fatma Teyze geldi. Ellili yaşlarında, dedikoduya bayılan, ama kalbi temiz bir kadındı. Elinde bir poşet, tezgâha yaslandı, sırıtarak lafa başladı.

“Ali, oğlum, duydum, Mehmet hacca gidiyormuş!” dedi, gözleri parlayarak. “Pasaport almış, kasaba çalkalanıyor. Seni de çağırıyormuş, doğru mu?”

Ali, kahkaha attı, tezgâhtan bir gazoz alıp teyzesine uzattı. “Doğru, teyze, bizim hacı Mehmet Kâbe’ye uçuyor!” dedi, alaycı bir sırıtışla. “Bana da ‘Gel,’ diyor, ama ben bakkalı bırakıp naber? Burası benim Kâbe’m!”

Fatma Teyze, gazozu alıp başını salladı. “Vallahi, Ali, sen bu bakkaldan çıkmazsın,” dedi, gülerek. “Ama Mehmet haklı, dünya bir gölge. Geçen düğünde halay çekerken belim tutuldu, anladım ki gençlik de gidiyor!”

Ali, gözlerini devirdi, tezgâha vurdu. “Teyze, bırak bu lafları!” dedi. “Düğün dedin, aklıma geldi, bu akşam kahvede maç var. İsmail’in televizyonu açtık, bütün kasaba orada olacak!”

Tam o sırada, Mehmet bakkalın kapısında belirdi. Ali, onu görünce el salladı. “Hacı Mehmet, kasabanın yıldızı sensin!” dedi, gülerek. “Pasaport almışsın, dedikodular uçuşuyor!”

Mehmet, tebessüm etti, bakkala girip tezgâha yaslandı. “Dedikodu olur, Ali,” dedi, sakin. “Ama Kâbe’ye varmak, bütün laflardan büyük. Orada herkes eşit, herkes bir dua. O birliği yaşamak istemez misin?”

Ali, kahkaha attı, Fatma Teyze’ye göz kırptı. “Hacı Mehmet, seninle Kâbe’ye gitsem, o kalabalıkta kaybolurum!” dedi. “Hem bakkal ne olacak? Fatma Teyze mi bakacak? Ben burada iyiyim, maç izlerim, düğüne giderim.”

Fatma Teyze, gülerek lafa karıştı. “Vallahi, Ali, bakkalı bana bırak, ben satarım!” dedi. “Ama Mehmet’in hakkı var, oğlum. Dünya fani, bir düşün.”

Mehmet, başını eğdi, gözleri dalgın. “Ali, bu kasaba bir anlık neşe,” dedi, sesi yumuşak. “Kâbe’de insan, kendini bulur. Zeynep için, Ayşe için dua etmek isterim. Sen de gel, kendi ailen için dua et.”

Ali, bir an durdu, Mehmet’in ailesinden bahsetmesi içini sızlattı. Ama hemen gülümsedi, tezgâha vurdu. “Hacı Mehmet, sen Zeynep’e, Ayşe’ye dua et, bana da bir gazoz yeter!” dedi, neşeyle. “Akşam kahvede buluşalım, maçta coşarız!”

Mehmet, gazozu aldı, tebessüm etti, ama içi buruktu. Bakkaldan çıkarken, Ali ve Fatma Teyze’nin kahkahaları ardında yankılandı. Meydanda, düğün sonrası bir grup genç, halay müziği çalıyordu. Kahveci İsmail, çay ocağından seslendi: “Hacı Mehmet, çay iç!” Mehmet, zeytin ağaçlarının gölgesine bakarak yürüdü, dedesinin tespihini cebinde sıktı. Kalbi, Kâbe’ye uzanıyordu. Ama Yemliha, hâlâ uyuyordu.



Bölüm 6: Kışın Eşiği

Yemliha kasabası, Ekim 2022’den Ocak 2023’e uzanan aylarda yazın neşesini yavaşça geride bırakmıştı. Zeytin bağları sessizleşmiş, üzüm sepetleri ambarlara taşınmıştı. Sonbaharın serinliği, kışı getirmişti; taş evlerin bacalarından duman tütüyordu. Kasaba, düğünlerden kahvehane muhabbetlerine dönmüştü. Kahveci İsmail’in çay ocağında soba yanıyor, gençler televizyonda maç izliyor, ihtiyarlar okey oynuyordu. Yemliha, soğuğa rağmen neşeliydi. Ama kimse, sadece bir ay sonra, 6 Şubat 2023’te, saat 04:17’de, bu evlerin, bu meydanın enkaza gömüleceğini bilmiyordu.

Mehmet, taş evinin avlusunda, hac için bavulunu hazırlıyordu. Pasaportu, dedesinin hac defteri, bir küçük tespih bavulun içindeydi. Defterde, dedesinin yazdığı bir satır gözüne çarptı: “Kâbe, insanı günahlarından arındırır, kalbi hafifletir.” Mehmet, bu satırları okurken kalbi titredi. Eşi Ayşe, kapıda durmuş, sessizce onu izliyordu. Otuzlarında, sakin bir kadındı, ama gözlerinde vedanın hüznü vardı. On yaşındaki kızı Zeynep, avluda sobanın başında, babasının bavuluna merakla bakıyordu.

Ayşe, usulca yaklaştı, Mehmet’in omzuna dokundu. “Bavul hazır gibi,” dedi, yumuşak bir sesle. “Ama içimde bir huzursuzluk var. O kadar uzun bir yol… Dikkat et kendine.”

Mehmet, tebessüm etti, Ayşe’nin elini tuttu. “Merak etme, Ayşe,” dedi. “Kâbe’ye varmak, her şeye değer. Senin ve Zeynep’in duasını alacağım.”

Zeynep, sobadan kalkıp babasının yanına koştu. “Baba, Kâbe’de neyi en çok görmek istiyorsun?” dedi, gözleri parlayarak. “Dedemin defterinde yazan o suyu mu içeceksin?”

Mehmet, gülerek Zeynep’in saçlarını okşadı. “Zemzem’i içeceğim, yavrum,” dedi. “Ve senin için dua edeceğim. Kâbe’de herkes bir olur, kalpler konuşur. Bir gün seni de götüreceğim.”

Zeynep, kıkırdadı. “Baba, ben de tavaf yaparım, değil mi?” Mehmet, gözleri nemlenerek başını salladı. “Yaparsın, Zeynep. Hep birlikte yaparız.”

Ayşe, hafif bir tebessümle başını eğdi. “Zeynep’in hayalleri seninkilere benziyor,” dedi. “Ama biz burada seni bekleyeceğiz. Dua et, sağ salim dön.”

Mehmet, ailesine sarıldı, kalbi hem huzur hem özlemle doluydu. Kasabada onun hac yolculuğu dedikoduları zirveye çıkmıştı. Kahveci İsmail, çay ocağında herkese anlatıyordu: “Hacı Mehmet bavulunu hazırlamış, yakında yola çıkıyor!” İhtiyarlar hayırlı olsun diyor, gençler gülüyordu: “Mehmet Kâbe’de zeytin satar!” Yemliha, Mehmet’in ateşini anlamıyor, onu bir hikâye gibi görüyordu.

Ali’nin bakkalı, kış soğuğuna rağmen kasabanın kalbiydi. Raflarda gazozlar, çerezler, şeker paketleri diziliydi. Ali, tezgâhın ardında, sobayı harlarken kasabanın manavı Hüseyin’le muhabbete dalmıştı. Hüseyin, kırklarında, neşeli, kasabanın şakacılarından biriydi. Elinde bir kasa mandalina, tezgâha yaslandı.

“Ali, oğlum, bu mandalinalar altın gibi!” dedi, gülerek. “Ama duydum, Mehmet hacca gidiyormuş. Bakkalı bırak, sen de git, mandalina satarız!”

Ali, kahkaha attı, sobaya bir odun attı. “Hüseyin Abi, Mehmet Kâbe sevdasına düştü, beni de çağırıyor,” dedi, sırıtarak. “Ama bakkal kapanırsa kasaba aç kalır! Ben burada soba yakar, maç izlerim.”

Hüseyin, mandalinadan bir tane soyup Ali’ye uzattı. “Vallahi, Ali, sen bu bakkaldan çıkmazsın,” dedi. “Ama Mehmet’in gözleri başka bakıyor. Adam ciddiye almış, kasaba onu konuşuyor.”

Ali, mandalinayı aldı, gözlerini devirdi. “Konuşsunlar, Hüseyin Abi!” dedi. “Mehmet rüyasında Kâbe’yi görüyor, ben rüyamda kahvedeki maçı! Hayat burada, sobanın başında!”

Tam o sırada, Mehmet bakkalın kapısında belirdi. Ali, onu görünce el salladı. “Hacı Mehmet, kasabanın kahramanı!” dedi, gülerek. “Bavul hazır mı? Zeytinleri de mi götürüyorsun?”

Mehmet, tebessüm etti, bakkala girip sobanın yanına yaklaştı. “Zeytinler burada kalsın, Ali,” dedi, sakin. “Ama Kâbe’ye gidiyorum, kalbimi arındırmaya. Orada insan kendini bulur, günahları hafifler. Sen de gel, birlikte arınalım.”

Ali, kahkaha attı, Hüseyin’e göz kırptı. “Hacı Mehmet, arınmak için bakkalı temizlerim, yeter!” dedi. “Kâbe uzak, kalabalık. Hem kış geldi, kahvede maç izlemek varken niye yorulayım?”

Hüseyin, gülerek lafa karıştı. “Ali doğru söylüyor, Mehmet,” dedi. “Kahvede İsmail’in televizyonu açtık, bu akşam bütün kasaba orada. Sen de gel, maç izleyelim!”

Mehmet, başını eğdi, sobanın çıtırtısına baktı. “Ali, bu dünya bir maç gibi,” dedi, sesi yumuşak. “Biter, dağılırız. Ama Kâbe’deki dua, o kalıcı. Zeynep için, Ayşe için, kendin için bir dua et. Düşün bunu.”

Ali, bir an durdu, Mehmet’in sözleri içini sızlattı. Ama hemen gülümsedi, tezgâha vurdu. “Hacı Mehmet, sen Zeynep’e, Ayşe’ye dua et, bana kahvedeki çay yeter!” dedi, neşeyle. “Akşam maçta buluşalım, coşarız!”

Mehmet, tebessüm etti, bakkaldan çıktı. Akşam, kahvehaneye uğradı. İsmail’in kahvesi tıka basa doluydu. Televizyonda maç oynuyor, gençler tezahürat yapıyor, ihtiyarlar gülüyordu. Ali, masalardan birinde, Hüseyin’le bağırarak maçı izliyordu. Mehmet, kapıda durdu, kasabanın neşesine baktı. Ama içindeki huzursuzluk büyüdü. Radyoda, alçak sesle bir haber geçti: “Doğu Anadolu Fay Hattı’nda hareketlilik…” Kimse duymadı. Mehmet, tespihini sıktı, gökyüzüne baktı. Yemliha, uykudaydı. Ve kimse bilmiyordu ki, bir ay sonra, 6 Şubat 2023’te, saat 04:17’de, bu neşe enkaza gömülecekti.



Bölüm 7: Enkazın Altında

6 Şubat 2023, saat 04:17. Yemliha kasabası, soğuk bir kış gecesinde uykudaydı. Taş evler, zeytin bağları, kahvehane, karanlığa gömülmüştü. Hava -5°C, karla karışık yağmur çiseliyordu. Pazarcık’ta, Doğu Anadolu Fay Hattı’nda biriken enerji, 7.8 Mw’lik bir depremle patladı. Yemliha, Mercalli ölçeğinde XII şiddetle sarsıldı. Yer, sanki bir dev uyanmış, kasabayı silkeliyormuş gibi inledi. Taş evler çöktü, kahvehane yerle bir oldu, caminin minaresi meydanda parçalandı. Toz bulutu kasabayı yuttu, çığlıklar geceyi deldi. Dokuz saat sonra, 13:24’te, Elbistan’daki 7.5 Mw’lik ikinci deprem, hasarlı binaları enkaza çevirdi. Yemliha, bir taş yığınıydı.

Ali, bakkalının üst katındaki evinde uyuyordu. İlk sarsıntıyla yataktan fırladı, ama tavan üstüne çöktü. Beton bloklar, gazoz şişeleri, raflar yere saçıldı. Ali, tezgâhın altında, bir kolonun gölgesinde sıkışmıştı. Bacağı ezilmiş, göğsü sıkışıyordu. Toz, genzini yakıyordu. “Yardım edin!” diye bağırdı, sesi boğuktu. “Allah’ım, n’olur, biri duysun!” Karanlıkta, hayatı gözünün önünden geçti. Düğünler, maçlar, kahkahalar… “Keşke Mehmet’i dinleseydim,” diye mırıldandı. “Bakkal, neymiş ki…” Gözleri doldu, bilinci kayıyordu.

Mehmet, zeytin tarlasındaki kulübedeydi. Hac duasını etmiş, uyumuştu. Sarsıntı onu uyandırdı, kulübe sallandı ama ayakta kaldı. Dışarı fırladı, kasabanın üstündeki toz bulutunu gördü. “Yemliha!” diye haykırdı. “Allah’ım, Ayşe, Zeynep!” Koşarak kasabaya indi. Yollar çatlamış, taşlar yuvarlanmıştı. Telefonlar çalışmıyor, elektrik kesikti. Meydana vardığında, kahvehanenin yerinde moloz yığını vardı. Caminin minaresi kırılmış, taş evler çökmüştü. İnsanlar, pijamalarla, yalınayak, çığlık atarak koşuyordu. Mehmet, evine koştu. Ayşe ve Zeynep, hasarlı evden kaçmış, camiye sığınmıştı. Mehmet, onları caminin avlusunda buldu, sarıldılar.

Ayşe, titreyerek Mehmet’e sarıldı. “Evimiz çatladı!” dedi. “Zeynep’i kaptım, kaçtık. Her yer… Her yer yıkıldı!”

Zeynep, babasına yapıştı, ağlıyordu. “Baba, Fatma Teyze’nin evi çöktü!” dedi. “O içerideydi…”

Mehmet, dişlerini sıktı. “Siz sağsınız, bu yeter,” dedi. “Ama Ali… Bakkala bakmam lazım.”

Meydan kaostaydı. Fatma Teyze’nin evi çökmüş, 70’lik kadın enkazda can vermişti. Kahveci İsmail, kahvehanenin enkazından yaralı çıkarılmış, battaniyeye sarılmıştı. Hüseyin’in manavı yıkılmış, Hüseyin enkazda ses veriyordu. Yemliha’da 350 ev, 50 dükkân (bakkal, kahvehane, manav) çökmüş, 200 ev ağır hasar almıştı. 280 kişi ölmüş, 600 kişi yaralanmıştı. Soğuk hava, karla karışık yağmur, insanları perişan ediyordu. Yollar kapanmış, telefon hatları çökmüştü. Antakya Devlet Hastanesi’nin yıkılması, yaralıları çaresiz bırakmıştı.

Saat 13:24’te ikinci deprem vurdu. Çardak Fayı kırılmış, hasarlı binalar tamamen çökmüştü. Ali’nin bakkalının üst katı, beton yığınıydı. Ali, enkazda bilincini kaybediyordu. “Biri… duysun…” diye mırıldandı, sesi kayboldu.

Akşamüstü, AFAD ekipleri Yemliha’ya ulaştı. UMKE, jandarma, madenciler, Azerbaycan’dan kurtarmacılar ve gönüllüler, fenerlerle enkazlara daldı. 234,636 personel, 13,224 araç, 116 helikopter, 78 uçak bölgede çalışıyordu. AFAD görevlisi Ahmet, Ali’nin bakkalının enkazında bir ses duydu. Madenci Ekrem ve Azerbaycanlı kurtarmacı Elnur, betonları kaldırmaya başladı. Ekrem, fenerini doğrulttu, Ali’nin kanlı yüzünü gördü.

Ahmet, bağırdı: “Canlı var!” Ekrem, betonları iterken terliyordu. “Dayan, kardeşim, seni çıkaracağız!” Elnur, levyeyle kolonu kaldırdı. “Hadi, çabuk!”

Saatler süren çalışmayla, Ali enkazdan çıkarıldı. UMKE, battaniyeye sardı, serum bağladı. Ali, gözlerini açtı, Mehmet’i gördü. Mehmet, elini sıktı. “Geçti, Ali,” dedi, sesi titreyerek. “Seni bulduk.”

Ali, güçlükle mırıldandı: “Her şeyim gitti… Bakkal, ev…” Gözyaşları, tozlu yüzünde iz yaptı. “Niye dinlemedim seni…”

UMKE, Ali’yi Kahramanmaraş’taki bir hastaneye sevk etti. Bacağındaki çoklu kırıklar, iç organ hasarı, aylarca hastanede yatmasını gerektirdi. Hastane, yaralılarla doluydu; koridorlarda battaniyeler, sedyeler, ağlayan insanlar… Ali, bir hastane odasında, yalnız başına yatıyordu. Bacağı alçıdaydı, göğsü ağrıyordu. Fizik tedavi, enfeksiyonlar, uykusuz geceler… İyileşmesi bir yılı bulacaktı. Geceleri, karanlıkta, enkazın ağırlığını hâlâ hissediyordu. “Hayat bir anda bitebilirmiş,” diye düşündü. “Bakkal, maç, düğün… Hepsi boşmuş.” Mehmet’in Kâbe sözleri, zihninde yankılanıyordu. Devekuşu gibi kaçmayı bırakmıştı; artık gerçeği görüyordu.

Bir gün, Mehmet hastaneye geldi. Ali, yatağında, zayıf, ama gözlerinde farklı bir ışık vardı. Mehmet, elinde dedesinin tespihi, gülümsedi. “Geçmiş olsun, Ali,” dedi. “Zeynep, seni sordu. Dua ediyor.”

Ali, başını eğdi, sesi titredi. “Mehmet, enkazda seni düşündüm,” dedi. “Kâbe’yi, duayı… Haklıymışsın. Hayat bir anmış. Bana anlattığın o huzuru… Belki ben de bulmalıyım.”

Mehmet, Ali’nin elini tuttu. “Bulursun, Ali,” dedi. “Kâbe, kalbi çağırır. İyileş, birlikte gidelim.”

Ali, hafifçe başını salladı. İlk kez, Mehmet’in sözleri ona uzak gelmiyordu. Yemliha, konteyner kentlerde yeniden doğuyordu. Hüseyin, manavını bir çadırda açmış, İsmail hastaneden taburcu olmuştu. Ama Fatma Teyze gibi yüzlerce kişi, enkazda kalmıştı. Mehmet, Ayşe ve Zeynep’le konteyner kentte yaşıyordu. Ali, hastane yatağında, yeni bir yola bakıyordu. Deprem, Yemliha’yı yıkmış, ama Ali’nin kalbini uyandırmıştı.


Bölüm 8: Hastane Odası

Kahramanmaraş, Şubat 2023’ten Kasım 2023’e uzanan aylarda yas ve umut arasında bir şehir olmuştu. Yemliha kasabası, enkaz yığınlarından çadır kentlere dönüşüyordu. Zeytin bağları sessiz, taş evler birer anıydı. Çadır kentlerde soba dumanları yükseliyor, çocuklar top koşturuyor, kadınlar komşu çadırlarda çay demliyordu. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Hastanesi, depremzedelerle doluydu. Koridorlarda yaralıların inlemeleri, hemşirelerin koşuşturması, ziyaretçilerin hüzünlü bakışları… Ali, hastanenin üçüncü katında, küçük bir odada yatıyordu. Bacağındaki femur ve tibia kırıkları, karaciğerindeki yırtılma, onu aylarca yatağa bağlamıştı. Dokuz ay geçmişti, ama tam iyileşmesi bir yılı bulabilirdi.

Ali’nin hastane odası, steril ve sessizdi. Pencereden sonbaharın serin ışığı süzülüyor, dışarıda Kahramanmaraş’ın silueti görünüyordu. Ali, yatağında, bacağına sabitlenmiş metal plakaları hissediyordu. Fizyoterapi yorucuydu, geceleri kâbuslar görüyordu: bakkalın çöküşü, betonun ağırlığı, tozun kokusu. Enkazda her şeyini kaybetmişti—bakkalı, evi, neşeli hayatını. Hayatın bir anda bitebileceği gerçeği, göğsüne bir taş gibi oturmuştu. “Ne geçti elime?” diye mırıldandı, yalnız. “Düğünler, maçlar, kahkahalar… Hepsi bir anmış. Mehmet haklıymış.”

Hastane kalabalıktı. Deprem sonrası Kahramanmaraş’taki hastaneler, yaralılarla dolup taşmıştı. Ekipman eksik, doktorlar yorgundu. Hemşire Selma, Ali’nin bakımını üstlenmişti. Otuzlarında, şefkatli bir kadındı, depremzedelere moral vermeye çalışıyordu. Ali’nin yatağına geldi, tansiyonunu ölçerken gülümsedi.

“Bugün biraz daha iyisin, Ali,” dedi, yumuşak bir sesle. “Fizyoterapiye devam, yakında koltuk değnekleriyle gezersin.”

Ali, zayıf bir tebessümle başını çevirdi. “Sağ ol, Selma Abla,” dedi. “Ama içim… İçim hâlâ enkazda. Bakkal gitti, ev gitti. Ne yaparım bilmem.”

Selma, Ali’nin omzuna dokundu. “Enkazdan çıktın ya, bu yeter,” dedi. “Yemliha’da çadır kent kurdular, herkes toparlanıyor. Sen de toparlanırsın.”

Ali, pencereye baktı, gözleri dalgın. “Toparlanmak… Kolay mı?” dedi, fısıltıyla. “Hayat bir anda bitti. Düşünmüyorsun, kahvede maç izliyorsun, sonra… Her şey çöküyor.”

Yemliha’da hayat, yavaş da olsa devam ediyordu. Mehmet, Ayşe ve Zeynep, çadır kentte bir çadırda kalıyordu. Ayşe, komşu çadırlarda yemek dağıtıyor, Zeynep çocuklarla oynuyordu. Hüseyin, manav tezgâhını bir çadırın önüne kurmuş, mandalina satıyordu. Kahveci İsmail, yaraları iyileşmiş, çadır kentte küçük bir çay ocağı açmıştı. 645,000 çadır, 215,224 konteyner bölgeye dağıtılmıştı, ama soğuk hava ve sınırlı kaynaklar hayatı zorlaştırıyordu. Yine de Yemliha, dayanışmayla ayakta duruyordu.

Mehmet, haftada bir Ali’yi ziyarete geliyordu. O gün, hastane odasına elinde dedesinin hac defteriyle girdi. Ali, Mehmet’i görünce hafif doğruldu, yüzünde buruk bir tebessüm belirdi.

“Hacı Mehmet, yine mi geldin?” dedi, zayıf bir sesle. “Beni bu yataktan kurtar, ne olur.”

Mehmet, gülümseyerek yatağın yanına oturdu. “Kurtarırım, Ali, ama önce sen kendini kurtar,” dedi, sakin. “Bak, dedemin defterinde ne yazıyor: ‘Kâbe, kalbi yıkar, yeniden yapar.’ Senin kalbin de öyle olacak.”

Ali, iç çekti, gözleri Mehmet’in elindeki deftere kaydı. “Sen hep bunu söyledin,” dedi. “Hac, Kâbe, dua… Ben gülüp geçtim. Ama enkazda, o karanlıkta… Ölümle burun burunaydım. Hayat bir anmış, Mehmet. Bakkal, maç, hepsi boş.”

Mehmet, defteri açtı, bir pasaj okudu: “Kâbe’de insan, Allah’la konuşur. Bütün yükler hafifler.” Sonra Ali’ye baktı. “Ali, o yükleri bırakmak istemez misin?” dedi. “Hacca gidelim, birlikte. Seninle o duayı etmek istiyorum.”

Ali, bir an sustu, gözleri nemlendi. “Bilmem, Mehmet,” dedi, kararsız. “Bacağım böyle, içim kırık. Ama… Düşünüyorum. Hayatın ne kadar kısa olduğunu anladım. Belki haklısın.”

Kapı çaldı, Ayşe ve Zeynep içeri girdi. Zeynep, koşarak Ali’nin yatağına geldi. “Ali Amca, bak, sana zeytin getirdim!” dedi, neşeyle, elinde küçük bir kavanoz. “Babamın tarlasından!”

Ali, Zeynep’in neşesine gülümsedi, kavanozu aldı. “Sağ ol, küçük,” dedi. “Senin gibi neşe lazım bu odaya.”

Ayşe, Ali’nin elini sıktı. “Geçmiş olsun, Ali,” dedi. “Yemliha’da herkes seni soruyor. Hüseyin tezgâh açtı, İsmail çay demliyor. Sen de döneceksin, bekliyoruz.”

Ali, gözleri dolarak başını salladı. “Sağ olun,” dedi. “Kasaba ayakta, ha? Belki ben de… Belki bir gün.”

Ziyaretçiler gidince, Ali yalnız kaldı. Pencereden sonbahar rüzgârını izledi. “Hayat bir an,” diye mırıldandı. “Mehmet’in dediği gibi, belki Kâbe’de bir şey bulurum.” Gözlerini kapattı, ilk kez bir dua geçti içinden. Yemliha, çadır kentlerde yeniden doğuyordu. Ali de, hastane odasında, yeni bir yola hazırlanıyordu.


Bölüm 9: Depremin Hikmeti

Köylüler merakla sormuş:

“Neden böyle bir şey oldu, bilge dede?”

Dede, sakin bir sesle anlatmaya başlamış:

“Bu köy, bir imtihan yeri. Yaratan, bizleri izliyor. Son zamanlarda bazıları yanlış yollara saptı. Ramazan’da bile eğlenceye daldınız, haksızlık yaptınız, duayı unuttunuz. Yeryüzü, bu hataları gördü ve Yaratan’ın emriyle sarsıldı. Size ‘Uyanın!’ diyor.”

Bir köylü itiraz etmiş:

“Ama dede, neden sadece kötülerin köyü sarsılmadı? Neden biz, masumlarla birlikte cezalandırılıyoruz?”

Dede gülümsemiş:

“Büyük yanlışlar bazen ertelenir, büyük yerlerde birikir. Ama küçük hatalar, hemen düzeltilir ki insanlar uyanıp doğruya dönsün. Siz müminlersiniz, Yaratan sizi seviyor, bu yüzden önce sizi uyarıyor. Kötülerin hesabı, büyük mahkemeye, ahirete bırakılır.”

Başka bir köylü sormuş:

“Peki, neden bu sarsıntı hepimize geldi? Sadece birkaç kişi hata yaptı, ama hepimiz korktuk, evlerimiz zarar gördü!”

Dede, derin bir nefes almış:

“Bir köyde birkaç kişi haksızlık yaparsa, ama diğerleri buna sessiz kalırsa, herkes biraz sorumludur. Sessiz kalarak ya da destek olarak suça ortak oldunuz. Bu yüzden sarsıntı, hepimizi uyandırmak için geldi.”

Küçük bir çocuk öne çıkmış, gözleri dolu dolu:

“Dede, ben hiçbir şey yapmadım! Annemle babam da iyi insanlar. Neden bizim evimiz de sallandı? Bu adil mi?”

Dede, çocuğu kucaklamış ve şöyle demiş:

“Evladım, bu dünya bir imtihan yeri. Masumlar da bazen bu sarsıntılarda zarar görür, ama bu, Yaratan’ın adaletsizliği değil. O’nun rahmeti büyük. Sizin kaybettiğiniz şeyler, sadaka olur, cennette hazineye dönüşür. Belki eviniz sallandı, ama ruhunuz kurtuldu. Bu sarsıntı, size geçici bir sıkıntı verdi, ama sonsuz bir mutluluk kazandırdı. Gazap gibi görünen bu olay, masumlar için rahmettir.”

Bir başkası merak etmiş:

“Dede, neden Yaratan sadece suçluları cezalandırmadı? Neden bütün köyü, hatta nehirleri, dağları sarsıyor?”

Dede, ufka bakarak cevap vermiş:

“Yaratan, doğaya birçok görev vermiş. Nehir suluyor, dağlar koruyor, rüzgâr temizliyor. Ama bazen, büyük bir hata olduğunda, doğa da öfkelenir. Bu sarsıntı, sadece bir ceza değil, aynı zamanda bir ders. Eğer sadece bir kişiyi cezalandırsaydı, diğerleri uyanmazdı. Doğa, hepimizi terbiye etmek için sarsıldı. Bu, hem adalet hem rahmet.”

Sonra köyün genci, biraz alaycı bir sesle sormuş:

“Dede, bazıları diyor ki bu sarsıntı tesadüf, yerin altındaki taşlar patladı, hepsi bu. Ne dersin?”

Dede, ciddi bir ifadeyle cevap vermiş:

“Genç, bu dünya başıboş değil. Bir sineğin kanadında bile Yaratan’ın sanatı var. Koca yeryüzü, O’nun emri olmadan titrer mi? Bazıları, taşları, patlamaları bahane eder, ama bu sadece bir perde. Sarsıntıyı yapan, Yaratan’ın iradesi. ‘Taşlar patladı’ deyip geçmek, bir tabloyu yapan ressamı inkâr edip fırçaya bakmak gibi ahmaklıktır.”

Son olarak, köyün yaşlı bir kadını sormuş:

“Peki dede, neden bizim köyümüz daha çok sarsıldı? Diğer köyler daha az zarar gördü.”

Dede, düşünceli bir şekilde cevap vermiş:

“Belki sizin hatalarınız az olduğu için, Yaratan sizi önce temizlemek istedi. Ya da bu köyde, inancı koruyanlar azaldı, haksızlık yapanlar çoğaldı. Bu yüzden sarsıntı, önce burayı uyardı. Ama tam sebebi ne, bunu yalnız Yaratan bilir.”

Köylüler, dedenin sözlerini dinleyip düşünmeye başlamış. O gece, meydanda dua etmişler, birbirlerinden özür dilemişler, hatalarını düzeltmeye söz vermişler. Sarsıntı, onları korkutmuş, ama aynı zamanda uyandırmış. Masumlar, kayıplarına rağmen huzurluymuş, çünkü dedenin dediği gibi, bu sarsıntı, onlara cennetin kapısını aralamıştı.



Bölüm 10: Çadır Kentin Gölgesi

Aralık 2023’te Yemliha kasabası, enkazdan doğan bir umutla nefes alıyordu. Çadır kentler, soba dumanlarıyla doluydu; çocuklar naylon toplarla oynuyor, kadınlar çadırlar arasında ip gerip çamaşır asıyordu. Bazı aileler, yeni kurulan konteyner kentlere taşınıyordu. Zeytin bağları hâlâ sessiz, ama kasaba meydanında yeni evlerin temelleri atılıyordu. Kahramanmaraş’ta 645,000 çadır, 215,224 konteyner dağıtılmış, yeniden inşa için umutlu adımlar atılıyordu. Aralık soğuğu kemikleri sızlatıyordu, ama güneşli günler, Yemliha’ya bir bahar havası veriyordu.

Ali, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Hastanesi’nden taburcu olmuştu. Dokuz ay boyunca bacağındaki femur ve tibia kırıkları, karaciğerindeki yırtılma onu yatağa bağlamıştı. Koltuk değnekleriyle yürüyordu, her adımda bacağı sızlıyordu. Fizyoterapi, hareket kabiliyetini biraz geri getirmişti, ama tam iyileşmesi bir yılı bulabilirdi. Geceleri hâlâ kâbus görüyordu: bakkalın çöküşü, betonun ağırlığı. Hemşire Selma, taburcu evraklarını imzalarken Ali’ye gülümsedi.

“Ali, kendine iyi bak,” dedi, şefkatle. “Yemliha’da herkes seni bekliyor. O kasaba, senin gibi güçlü.”

Ali, zayıf bir tebessümle başını salladı. “Sağ ol, Selma Abla,” dedi. “Beni bu yataktan kurtardın. Ama asıl iş şimdi başlıyor.”

Selma, Ali’nin omzuna dokundu. “Adım adım, Ali,” dedi. “Yemliha’da yeni bir hayat kurarsın.”

Ali, koltuk değnekleriyle hastaneden çıktı, Mehmet’in eski kamyonetine bindi. Mehmet, direksiyonda, Ali’ye bakıp gülümsedi. “Hoş geldin, Ali,” dedi. “Yemliha seni özledi.”

Yemliha’ya vardıklarında, Ali kasabayı tanıyamadı. Meydan, bir enkaz yığını değil, çadırlarla dolu bir yaşam alanıydı. Kahveci İsmail’in çay ocağı, çadırların arasında duman tüttürüyordu. Hüseyin, manav tezgâhını büyütmüş, mandalina ve nar satıyordu. Çocuklar, çadırlar arasında koşuşturuyordu. Ayşe ve Zeynep, Ali’yi çadır kentte karşılamaya geldi. Zeynep, koşa koşa Ali’ye sarıldı.

“Ali Amca, döndün!” dedi, neşeyle. “Bak, çadırda sobamız var, gel çay iç!”

Ali, Zeynep’in neşesine gülümsedi, koltuk değnekleriyle güçlükle yürüdü. “Sana mı kaldı çay demlemek, küçük?” dedi, şakayla. “Ama soba iyiymiş, üşümem.”

Ayşe, Ali’nin elini sıktı. “Geçmiş olsun, Ali,” dedi. “Kasaba toparlanıyor. Sen de toparlanacaksın.”

Çadır kente vardıklarında, İsmail ve Hüseyin de geldi. İsmail, elinde çay tepsisi, sırıtıyordu. “Ali, bakkalcı, nihayet döndün!” dedi. “Bak, çay ocağımı çadıra taşıdım, ama hâlâ kasabanın nabzı bende!”

Hüseyin, bir nar uzattı. “Al, Ali, bu narlar Yemliha’nın umudu,” dedi, gülerek. “Sen de bu kasabayla yeniden doğarsın.”

Ali, narı aldı, gözleri nemlendi. “Sağ olun, hepiniz,” dedi. “Bakkal gitti, ev gitti… Ama siz burdaysanız, hâlâ bir şeyler var demektir.”

Akşam, Mehmet ve Ali, çadırın önünde, sobanın başında oturdu. Zeytin bağları, karanlıkta uzanıyordu. Ali, koltuk değneklerini yere koydu, derin bir nefes aldı. Hastanedeki yalnız geceler, enkazın karanlığı, Mehmet’in hac sözleri… Hepsi zihninde dönüyordu.

“Mehmet,” dedi, sessizce. “Hastanede çok düşündüm. Enkazda, o karanlıkta… Ölümle burun burunaydım. Hayat bir anmış. Sen hep söyledin, Kâbe’yi, duayı… Ben gülüp geçtim. Ama artık geçemem.”

Mehmet, Ali’ye baktı, gözlerinde bir umut parladı. “Ali, o karanlık seni uyandırdı,” dedi, sakin. “Kâbe, o yükleri alır. Dedemin defterinde yazıyordu: ‘Allah, kalbi çağırır.’ Seni çağırıyor, hissediyorum.”

Ali, başını eğdi, sobanın çıtırtısına baktı. “Bacağım hâlâ zayıf,” dedi, kararsız. “Ama içimde bir şey değişti. Kâbe’ye gitmek… Belki o duayla kendimi bulurum. Seninle giderim, Mehmet.”

Mehmet, Ali’nin omzuna dokundu, gülümsedi. “İşte bu, Ali,” dedi. “Adım adım. Önce iyileş, sonra hazırlık yaparız. Birlikte tavaf ederiz.”

Ali, gökyüzüne baktı, yıldızlar Yemliha’yı aydınlatıyordu. “Söz, Mehmet,” dedi, kararlı. “Bu kasaba yeniden doğuyor. Ben de doğarım.”

Çadır kentte, soba dumanları yükseliyordu. Çocukların kahkahaları, İsmail’in çay muhabbeti, Hüseyin’in nar tezgâhı… Yemliha, yaralarını sarıyordu. Ali, koltuk değneklerini sıkıca tuttu. Kâbe, uzak ama ulaşılabilir bir umuttu. Devekuşu, başını kumdan çıkarmıştı.



Bölüm 11: Yeni Adımlar

Ocak 2024’te Yemliha kasabası, yaralarını sarmış, umutla nefes alıyordu. Çadır kentlerden konteyner kentlere geçiş hızlanmış, gri konteynerler kasaba meydanında sıralanmıştı. Zeytin bağları, kış soğuğunda sessizdi, ama meydanda yeni evlerin temelleri yükseliyordu. Kahramanmaraş’ta 215,224 konteyner kurulmuş, yeniden inşa için umutlu adımlar atılıyordu. Kasaba meydanında, yeni bir ilkokul açılmıştı; çocukların kahkahaları, Yemliha’nın yeniden doğuşunu müjdeliyordu. Aralık soğuğu yerini güneşli bir ocak ayına bırakmış, soba dumanları konteyner kentleri ısıtıyordu.

Ali, koltuk değneklerini yavaş yavaş bırakıyordu. Dokuz ay hastanede yatmış, bacağındaki kırıklar ve iç yaralanmalar onu zayıflatmıştı. Fizyoterapi, hareket kabiliyetini geri getirmişti; artık kısa mesafelerde değneksiz yürüyebiliyordu, ama yorgunluk ve ara sıra kâbuslar hâlâ peşindeydi. Tam iyileşmesi birkaç ay daha alabilirdi. Yemliha’ya döndüğünden beri, kasabanın dayanışması ona güç veriyordu. Konteyner kentte, Mehmet’in çadırının yanındaki küçük bir konteynerde kalıyordu.

O sabah, Ali ve Mehmet, Kahramanmaraş’taki müftülüğe gitmişti. Hac kayıtlarını yeniliyor, pasaport işlemlerini tamamlıyorlardı. Mehmet, dedesinin hac defterini yanından ayırmıyordu. Müftülükte, diğer hacı adaylarıyla birlikte dua etmişlerdi. Yemliha’ya dönerken, Ali’nin yüzünde bir kararlılık vardı. Kâbe fikri, onu hayata bağlayan bir umut olmuştu.

Konteyner kente vardıklarında, kasaba meydanında okul açılışı için bir kalabalık toplanmıştı. Çocuklar, yeni üniformalarıyla koşuşturuyor, veliler sobanın başında muhabbet ediyordu. Öğretmen Fatma, 40’larında, enerjik bir kadındı; kasabanın çocuklarına umut aşılıyordu. Ali ve Mehmet, kalabalığa katıldı. Zeynep, okulun önünde arkadaşlarıyla oynuyordu, koşarak Ali’ye sarıldı.

“Ali Amca, bak, okulumuz açıldı!” dedi, neşeyle. “Öğretmen Fatma bize masal anlattı, sende gel dinle!”

Ali, Zeynep’in enerjisine gülümsedi, koltuk değneğini konteynere bırakmıştı, ama uzun süre ayakta durmak yoruyordu. “Masalı sen anlat, küçük,” dedi, şakayla. “Ama okul güzel olmuş, Yemliha’ya yakışır.”

Ayşe, yanlarına geldi, elinde bir tepsi börek. “Ali, Mehmet, buyurun, açılışa geldik, boş mu döneceğiz?” dedi, gülerek. “Hac işleri nasıl, kayıtlar tamam mı?”

Mehmet, bir börek aldı, tebessüm etti. “Tamam, Ayşe,” dedi. “Ali’yle pasaportları hallettik. Artık dua vakti.”

Hüseyin ve İsmail de kalabalığa katıldı. Hüseyin, manav tezgâhını konteyner kentin girişine taşımış, nar ve mandalina satıyordu. İsmail, çay ocağını bir konteynere kurmuş, kasabanın nabzını tutuyordu. Hüseyin, Ali’ye bir nar uzattı.

“Al, Ali, bu narlar hâlâ umut,” dedi, sırıtarak. “Duydum, hacca gidiyormuşsun. Bakkalı bıraktın, Kâbe’ye koşuyorsun!”

Ali, narı aldı, gülümsedi. “Bakkal gitti, Hüseyin Abi,” dedi. “Ama Kâbe’ye gidersek, sana Zemzem getiririm.”

İsmail, elinde çay bardağı, lafa karıştı. “Ali, hacı olursan çay ocağımda bedava çay!” dedi, gülerek. “Ama Mehmet’e sor, Kâbe kolay değil, hazır mısın?”

Ali, bir an durdu, gözleri dalgın. “Hazırım, İsmail,” dedi, kararlı. “Enkazda her şeyimi kaybettim. Ama içimde bir şey buldum. Kâbe, o bulduğumu tamamlar.”

Okul açılışında, Öğretmen Fatma bir konuşma yaptı. “Bu okul, Yemliha’nın geleceği,” dedi, coşkulu. “Çocuklarımız burada umutla büyüyecek. Hep birlikte yeniden doğuyoruz!”

Kalabalık alkışladı, çocuklar tezahürat yaptı. Ali, Mehmet’in yanına oturdu, sobanın sıcaklığına yaslandı. Kâbusları hâlâ geliyordu, ama Kâbe hayali onları gölgeliyordu. Mehmet, dedesinin hac defterini açtı, bir satır okudu: “Kâbe’ye varan, kalbinin kapısını açar.”

“Ali, bu satır senin için,” dedi, sakin. “Kayıtları yaptık, pasaport hazır. Şimdi kalbini hazırla. Birlikte o kapıyı açacağız.”

Ali, başını salladı, gözleri yıldızlı gökyüzüne kaydı. “Söz, Mehmet,” dedi. “Enkazdan çıktım, Kâbe’ye de varırım. Bu kasaba nasıl doğduysa, ben de doğarım.”

Konteyner kentte, soba dumanları yükseliyordu. Çocukların kahkahaları, İsmail’in çay muhabbeti, Hüseyin’in tezgâhı, Fatma’nın umutlu sesi… Yemliha, yeniden inşa ediliyordu. Ali, bacağını ovdu, ama kalbi hafifti. Kâbe, bir hayal değil, bir hedefti. Devekuşu, artık uçmaya hazırlanıyordu.



Bölüm 12: Yolun Başlangıcı

Şubat 2024’te Yemliha kasabası, konteyner kentlerde yeni bir hayat kuruyordu. Zeytin bağları kış uykusundaydı, ama kasaba meydanında yeni evlerin temelleri yükseliyor, eski caminin onarımı başlamıştı. Kahramanmaraş’ta 215,224 konteyner kent yerleşmiş, yeniden inşa umut veriyordu. Konteyner kentlerde soba dumanları tütüyordu, çocuklar kar topu oynuyor, komşular çay muhabbetine dalıyordu. Mehmet ve Ali, hac yolculuğu için hazırlanmıştı. Kahramanmaraş’tan İstanbul’a otobüsle, oradan Cidde’ye uçakla gideceklerdi. Yemliha, onları dualarla uğurlamaya hazırdı.

Sabahın erken saatlerinde, konteyner kentte bir kalabalık toplandı. Ayşe, Zeynep, Hüseyin ve İsmail, Mehmet ile Ali’yi uğurlamak için meydandaydı. Zeynep, Mehmet’in boynuna sarıldı, gözleri nemliydi. “Baba, Kâbe’de benim için dua et!” dedi, neşeli ama hüzünlü. “Ve Ali Amca’ya yardım et, bacağı sızlarmış!”

Ali, koltuk değneğini bir ay önce bırakmıştı, ama uzun yolculuklar bacağını yoruyordu. Zeynep’e gülümsedi. “Merak etme, küçük,” dedi. “Babanla Kâbe’ye varırız. Sana Zemzem getiririm.”

Ayşe, Ali’nin elini sıktı, Mehmet’e sarıldı. “Dikkat edin kendinize,” dedi, sesi titreyerek. “Yemliha’da dualarımız sizinle.”

Hüseyin, bir poşet nar ve mandalina uzattı. “Yola bunlarla çıkın,” dedi, sırıtarak. “Kâbe’de Yemliha’yı unutmayın!”

İsmail, çay ocağından iki bardak çay getirdi. “Son çay benden, hacılar!” dedi, gülerek. “Kâbe’de tavaf ederken İsmail’i anın!”

Kalabalık, Mehmet ve Ali’yi dualarla uğurladı. Otobüs, Kahramanmaraş’a doğru yola çıktı. Ali, otobüs koltuğunda bacağını uzattı, sızıyı hissediyordu. Fizyoterapi, hareket kabiliyetini artırmıştı, ama uzun süre oturmak yoruyordu. Kâbusları azalmıştı, ama kalabalık otobüs, enkaz anılarını tetikliyordu. Yine de Kâbe hayali, kalbini ısıtıyordu. Mehmet, dedesinin hac defterini elinde tutuyordu.

Otobüste, hacı adaylarının muhabbeti yankılanıyordu. Hacı Emine, 60’larında, tecrübeli bir hacıydı. Ali ve Mehmet’in yanına oturdu, gülümseyerek lafa başladı. “İlk hacınız mı, evlatlar?” dedi, sıcak bir sesle. “Kâbe, kalbi yıkar, yeniden yapar. Hazır mısınız?”

Ali, Emine’ye baktı, tebessüm etti. “Hazırım, Emine Teyze,” dedi. “Bir yıl önce enkazda kaldım. Her şeyim gitti. Ama Kâbe, yeni bir başlangıç gibi.”

Emine, başını salladı, gözleri anlayışla parladı. “Enkazdan çıkan, Kâbe’ye varır,” dedi. “Ben üç kez gittim. Her seferinde başka bir Ali buldum.”

Mehmet, defteri açtı, bir satır okudu: “Kâbe’ye adım atan, Allah’la konuşur.” Sonra Ali’ye döndü. “Ali, bu yolculuk senin enkazını temizler,” dedi, sakin. “Adım adım, birlikte varacağız.”

Ali, pencereden geçen manzaraya baktı. “Enkazda ölümle burun burunaydım, Mehmet,” dedi, kararlı. “Şimdi Kâbe’de hayatı bulacağım. Bacağım sızlasa da durmam.”

Otobüs, Kahramanmaraş’tan İstanbul’a uzanan yolda ilerliyordu. Hacı adayları ilahiler söylüyor, dualar ediyordu. Ali, bacağını ovdu, ama kalbi hafifti. Yemliha, dualarıyla arkasındaydı. Konteyner kentte, caminin onarımı devam ediyordu. Çocuklar, yeni okulda ders çalışıyor, İsmail çay demliyor, Hüseyin nar satıyordu. Ali, Kâbe’ye giden bu yolda, devekuşu olmaktan çıkmıştı. Artık bir hacı adayıydı.



Bölüm 13: Ravza’nın Huzuru

Mayıs 2024’te Medine, güneşli ve sıcak bir şehir olarak hacı adaylarını kucaklıyordu. Peygamber Camii’nin minareleri, gökyüzüne uzanıyor; Ravza-i Mutahhara, dualarla doluyordu. Mehmet ve Ali, Nisan’da İstanbul’dan Cidde’ye uçmuş, oradan otobüsle Medine’ye varmıştı. Otellerinde beyaz ihramlarını giymiş, Ravza’ya yürümeye hazırlanıyorlardı. Ali’nin bacağı, uzun yolculuklardan hâlâ sızlıyordu, ama kalbi Kâbe’ye yaklaşmanın heyecanıyla çarpıyordu. Yemliha, uzakta, konteyner kentlerde toparlanıyordu; eski caminin onarımı, kasabaya umut veriyordu.

Ali, otelin avlusunda, Mehmet’le birlikte hacı kafilesine katıldı. Kalabalık, Ravza’ya doğru yürüyordu. Ali’nin bacağı, fizyoterapi sonrası güçlenmişti, ama uzun yürüyüşler yoruyordu. Mayıs sıcağı, terletiyordu; kalabalık, enkaz anılarını tetikliyordu. Ali, derin nefes aldı, Kâbe hayalini hatırladı. Mehmet, dedesinin hac defterini elinde tutuyordu, Ali’ye gülümsedi.

“Ali, Medine kalbi hazırlar,” dedi, sakin. “Ravza’da dua et, enkazın izleri silinir.”

Ali, başını salladı, gözleri kalabalığa kaydı. “Bacağım sızlıyor, Mehmet,” dedi, dürüstçe. “Sıcak da bastırdı. Ama burası… Yemliha’dan başka. Huzur var.”

Ravza-i Mutahhara’ya vardıklarında, Peygamber Camii’nin yeşil kubbesi Ali’nin nefesini kesti. Hacı adayları, ilahiler söylüyor, dualar ediyordu. Hacı Emine, yanlarında yürüyor, tecrübeli gözlerle Ali’ye bakıyordu. “İlk kez mi Ravza’da dua edeceksin, evladım?” dedi, yumuşak bir sesle. “Burası, kalbin evi. Dua et, her şey hafifler.”

Ali, tebessüm etti. “İlk kez, Emine Teyze,” dedi. “Enkazda ölümle burun burunaydım. Şimdi burada… Sanki yeniden doğuyorum.”

Ravza’da, Ali yere oturdu, bacağını uzattı. Dualar okudu, gözleri nemlendi. Enkazın karanlığı, bakkalın çöküşü, Yemliha’nın yıkımı… Hepsi, Ravza’nın huzurunda soluyordu. “Keşke daha önce gelseydim,” diye mırıldandı, fısıltıyla. Mehmet, yanına oturdu, defteri açtı, bir satır okudu: “Ravza, kalbe bir bahar getirir.”

“Hissettin mi, Ali?” dedi, gülümseyerek. “Bu bahar, Kâbe’de çiçek açacak.”

Otobüsten tanıştıkları Hacı Yusuf, Adanalı, neşeli bir hacı adayıydı. Ravza’da yanlarına geldi, sırtlarını sıvazladı. “Hacı Mehmet, Hacı Ali, maşallah!” dedi, gülerek. “Ravza’da dua ettiniz, sıra Kâbe’de. Ama Ali, bacağına dikkat, sıcakta tavafta koşma!”

Ali, kahkaha attı, bacağını ovdu. “Koşmam, Yusuf Abi,” dedi. “Ama Kâbe’ye varırsam, bacak sızısı bile durduramaz.”

Medine’de günler, dualar ve ziyaretlerle geçti. Ali, kalabalığa ve sıcağa alışıyordu; kâbusları nadirdi, ama bacağı hassastı. Mehmet, her akşam defterden alıntılar okuyor, Ali’yi Kâbe’ye hazırlıyordu. Bir akşam, otelin avlusunda, yıldızların altında oturdular. Ali, Yemliha’yı düşündü. Bir an, gözleri kapandı; Ayşe ve Zeynep’in konteyner kentteki duasını gördü.

Yemliha’da, Ayşe, Zeynep’le cami onarımını izliyordu. Zeynep, annesinin elini sıktı. “Anne, babamla Ali Amca Kâbe’de mi?” dedi, merakla. Ayşe, gülümsedi. “Medine’deler, yavrum,” dedi. “Ama yakında Kâbe’ye varırlar. Dua et, sağ salim dönsünler.”

Ali, gözlerini açtı, Medine’nin yıldızlarına baktı. “Mehmet, Yemliha için dua ettim,” dedi, kararlı. “Kasaba doğuyor, ben de doğuyorum. Kâbe, bunu tamamlar.”

Mehmet, Ali’nin omzuna dokundu. “Tamamlar, Ali,” dedi. “Ravza, kalbi uyandırır; Kâbe, kalbi yuva yapar. Birlikte varacağız.”

Medine, hacı adaylarını sarmaladı. Ravza’nın huzuru, Ali’nin enkaz izlerini siliyordu. Yemliha, konteyner kentlerde, cami onarımında umut buluyordu. Ali, bacağını ovdu, ama kalbi hafiflemişti. Kâbe, bir adım ötedeydi. Devekuşu, kanatlarını açmıştı.



Bölüm 14: Kâbe’nin Gölgesi

Haziran 2024’te Mekke, hacı adaylarıyla dolup taşıyordu. Harem-i Şerif, dualar, ilahiler ve tavafın ritmiyle yankılanıyordu. Mehmet ve Ali, Medine’den otobüsle Mekke’ye geçmiş, otellerine yerleşmişti. Beyaz ihramlarını giymiş, Kâbe’yi görmek için Harem-i Şerif’e yürüyorlardı. Haziran sıcağı, 40 dereceyi aşıyordu; kalabalık, omuz omuza ilerliyordu. Ali’nin bacağı, fizyoterapi sonrası güçlenmişti, ama uzun yürüyüşler ve sıcak, sızıyı hissettiriyordu. Yine de kalbi, Kâbe hayaliyle çarpıyordu. Yemliha, uzakta, konteyner kentlerde Kurban Bayramı’na (16 Haziran) hazırlanıyordu; cami onarımı kasabaya umut veriyordu.

Ali, Mehmet’in yanında, hacı kafilesiyle Harem-i Şerif’in avlusuna adım attı. Kalabalık, dalga gibi hareket ediyordu. Ali, bacağını ovdu, derin nefes aldı. Enkaz travması, kalabalıkta hafifçe kıpırdandı, ama Ravza’nın huzuru onu güçlendirmişti. Mehmet, dedesinin hac defterini elinde tutuyordu, Ali’ye döndü.

“Ali, hazır mısın?” dedi, sakin. “Kâbe, kalbin yuvası. Onu görünce, her şey silinir.”

Ali, gülümsedi, gözleri kalabalığın ötesine kaydı. “Hazırım, Mehmet,” dedi, kararlı. “Enkazda ölümle burun burunaydım. Şimdi Kâbe’yi göreceğim. Bacak sızısı bile durduramaz.”

Harem-i Şerif’in avlusunda, Kâbe birden göründü. Siyah örtüsü, altın işlemeleriyle parlıyordu; tavaf eden hacılar, bir nehir gibi akıyordu. Ali, olduğu yerde dondu. Gözleri doldu, gözyaşları ihramına süzüldü. Kalbi, sanki göğsünden fırlayacaktı. “Keşke daha önce gelseydim,” diye mırıldandı, sesi titreyerek. “Mehmet… Bu ne? Bu nasıl bir yer?”

Mehmet, Ali’nin omzuna dokundu, gözleri nemliydi. “Kâbe bu, Ali,” dedi, yumuşakça. “Allah’ın evi. Dua et, kalbin konuşsun.”

Ali, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapadı. Enkazın karanlığı, bakkalın çöküşü, Yemliha’nın yıkımı… Hepsi, Kâbe’nin gölgesinde eriyordu. Hacı Emine, yanlarına geldi, Ali’nin sırtını sıvazladı. “Ağla, evladım,” dedi, tecrübeli bir sesle. “Kâbe, gözyaşlarını toplar. Tavafa hazırlan, ama acele etme, bacağına dikkat et.”

Hacı Yusuf, neşeli haliyle yaklaştı, Ali’yi kaldırdı. “Hacı Ali, maşallah!” dedi, gülerek. “Kâbe’yi gördün, sıra tavafta. Ama yavaş yürü, Adana usulü koşma!”

Ali, kahkaha attı, gözyaşlarını sildi. “Koşmam, Yusuf Abi,” dedi. “Ama tavaf yapacağım. Kâbe, beni çağırdı.”

Mehmet, defteri açtı, bir satır okudu: “Kâbe, kalbin aynasıdır; ona bak, kendini gör.” Sonra Ali’ye döndü. “Ali, tavafa hazır mısın?” dedi. “Yedi tur, yedi dua. Enkazın yüklerini bırakacağız.”

Ali, başını salladı, Kâbe’ye baktı. “Hazırım, Mehmet,” dedi, kararlı. “Yemliha için, kendim için… Dua edeceğim.”

Tavaf öncesi, Ali ve Mehmet, Harem-i Şerif’te oturdular, niyet ettiler. Ali, bacağını uzattı, sıcağa rağmen kalbi serindi. Kâbe, gözlerinin önündeydi; travmaları, artık bir gölgeydi. Yemliha’da, o sırada, Ayşe ve Zeynep, Kurban Bayramı için dua ediyordu. Konteyner kentte, cami onarımı ilerliyordu. Zeynep, annesine sarıldı.

“Anne, babamla Ali Amca Kâbe’de mi?” dedi, neşeyle. Ayşe, gülümsedi. “Evet, yavrum,” dedi. “Kâbe’de dua ediyorlar. Sağ salim dönsünler.”

Ali, Harem-i Şerif’te, Kâbe’ye bakarak niyet etti. “Yemliha için, kasabam için, kendim için…” diye mırıldandı. Tavafa başladı, Mehmet yanındaydı. Kalabalık, sıcak, bacak sızısı… Hiçbiri önemli değildi. Kâbe, kalbinin merkeziydi. Devekuşu, kanatlarıyla uçuyordu.



Bölüm 15: Tavafın Ritmi

Haziran 2024’te Mekke, hacıların dualarıyla dolup taşıyordu. Harem-i Şerif, tavafın ritmi ve Kâbe’nin manevi gölgesiyle yankılanıyordu; Mina, şeytan taşlama (cemarat) ile kaotik ama anlamlı bir coşkuya sahne oluyordu. Mehmet ve Ali, Kâbe’de tavaf ve Sa’y’i tamamlamış, Kurban Bayramı (16 Haziran) sırasında Mina’ya geçmişti. Haziran sıcağı, 40 dereceyi aşıyordu; kalabalık, omuz omuza akıyordu. Ali’nin bacağı, fizyoterapi sonrası neredeyse iyileşmişti, ama tavaf, Sa’y ve taşlamanın yürüyüşleri hafif sızılar uyandırıyordu. Yine de kalbi, Kâbe’nin huzuruyla doluydu. Yemliha, uzakta, konteyner kentlerde bayrama hazırlanıyordu; cami onarımı, kasabaya umut veriyordu.

Harem-i Şerif’te, Ali ve Mehmet, Kâbe’nin etrafında tavafa başladı. Yedi tur, yedi dua… Kalabalık, bir nehir gibi akıyordu; Kâbe’nin siyah örtüsü, Ali’nin gözlerini kamaştırıyordu. İlk turda, Ali, enkazın karanlığını hatırladı; ikinci turda, bakkalın çöküşünü. Üçüncü turda, gözyaşları süzüldü. “Keşke daha önce gelseydim,” diye mırıldandı, duaları dudaklarında. Mehmet, yanında, sakin bir rehberdi.

“Ali, her tur bir yükü alır,” dedi, yumuşakça. “Dua et, Yemliha için, kendin için. Kâbe, kalbi temizler.”

Ali, Hacer-ül Esved’e bakarak niyetini yeniledi. “Yemliha için, kasabam için, enkazdan çıkanlar için…” dedi, sesi titreyerek. “Allah’ım, bizi affet.”

Tavafın beşinci turunda, Hacı Emine yanlarına yaklaştı, ihramı terle ıslanmıştı. “Ali, evladım, yavaş yürü,” dedi, tecrübeli bir sesle. “Bacağın hassas, acele etme. Kâbe, sabırlıyı sever.”

Ali, gülümsedi, terini sildi. “Sağ ol, Emine Teyze,” dedi. “Bacağım sızlıyor, ama kalbim koşuyor. Duramam.”

Tavaf tamamlandı; yedi tur, Ali’nin enkaz izlerini sildi. Mehmet, Sa’y için Ali’yi Safa tepesine yönlendirdi. Safa ve Merve arasında yedi kez gidip geldiler. Her adımda, Ali, Hacer’in çöldeki duasını düşündü; Yemliha’nın zeytin bağlarını, kasabanın yeniden doğuşunu. Sa’y’in son turunda, gözyaşları süzüldü. Enkaz travması, Kâbe’nin gölgesinde soluyordu.

Mina’ya vardıklarında, şeytan taşlama vaktiydi. Ali, elinde yedi küçük taşı sıktı, kalabalıkla cemreye yaklaştı. Hacıların taşları havada uçuşuyordu; gürültü, sıcak ve ritim, Ali’yi sarmaladı. Taşları fırlatırken, birden gözünün önüne Yemliha geldi: deprem anı, bakkalın duvarları çöküyor, taşlar yuvarlanıyordu. Kalbi sıkıştı, bir an dondu. “Enkaz…” diye mırıldandı, içinden. Sonra, elindeki taşı fırlattı, gözleri nemlendi. “O taşlar değil bu taşlar,” dedi kendi kendine. “Nefsi taşlıyorum, geçmişi atıyorum.”

Mehmet, Ali’nin duraksadığını fark etti, omzuna dokundu. “Ali, ne oldu?” dedi, endişeyle. “Taşlar mı ağır geldi?”

Ali, derin bir nefes aldı, gülümsedi. “Yok, Mehmet,” dedi. “Enkazı gördüm bir an. Bakkalın taşları… Ama şimdi, onları burada bırakıyorum. Kâbe’de, Mina’da… Hepsini atıyorum.”

Hacı Yusuf, kalabalıkta belirdi, Ali’yi sırtından dürttü. “Hacı Ali, taşlamada maşallah!” dedi, gülerek. “Adana usulü fırlat, ama kimseye çarpma!”

Ali, kahkaha attı, son taşı fırlattı. “Çarpmam, Yusuf Abi,” dedi. “Ama nefsi vurdum, enkazı vurdum!”

Hacı Emine, taşlamayı bitirmiş, yanlarına geldi. “Ali, evladım, taşlama nefsi temizler,” dedi, sakin. “Bacağın yoruldu, dinlen. Arafat’a güç topla.”

Mehmet, defteri açtı, bir satır okudu: “Taşlama, kalbin zincirlerini kırar; Kâbe, kalbi Allah’a bağlar.” Sonra Ali’ye döndü. “Ali, enkazı attın,” dedi. “Arafat’a hazır mısın? Orada, kalbin gökyüzüne dokunacak.”

Ali, bacağını ovdu, Kâbe’yi düşündü. “Hazırım, Mehmet,” dedi, kararlı. “Enkazda ölümü gördüm, Kâbe’de hayatı buldum. Mina’da taşları attım. Arafat, beni tamamlar.”

Yemliha’da, Kurban Bayramı için konteyner kentte dualar yükseliyordu. Ayşe, Zeynep’le cami onarımını izliyordu. Zeynep, annesine sarıldı. “Anne, babamla Ali Amca taşlama yaptı mı?” dedi, merakla. Ayşe, gülümsedi. “Yaptılar, yavrum,” dedi. “Kâbe’de, Mina’da dua ediyorlar. Bayramda sağ salim dönsünler.”

Mekke ve Mina, hacıların dualarıyla doluyordu. Ali, taşlamayı bitirdi, kalbi hafiflemişti. Enkazın taşları, Mina’da fırlattığı taşlarla yok olmuştu. Kâbe, kalbinin merkeziydi; Yemliha, cami onarımında umut buluyordu. Devekuşu, kanatlarıyla gökyüzüne yükselmişti.



Bölüm 16: Arafat’ın Gökyüzü

Haziran 2024’te Mekke, hacıların dualarıyla can buluyordu. Arafat ovası, Kurban Bayramı’nın (16 Haziran) ilk günü, milyonlarca hacının vakfe duasıyla doluyordu. Mehmet ve Ali, Mina’daki şeytan taşlamayı tamamlamış, Arafat’a varmıştı. Beyaz ihramları, 40 derecelik sıcakta terle ıslanmıştı. Ali’nin bacağı, fizyoterapi sonrası tamamen iyileşmişti; tavaf, Sa’y ve taşlamanın yorgunluğu hafif hissediliyordu, ama kalbi, Arafat’ın manevi huzuruyla doluydu. Yemliha, uzakta, konteyner kentlerde bayram coşkusu yaşıyordu; cami onarımı, kasabaya umut veriyordu.

Arafat’ta, hacılar ovaya yayılmış, ellerini gökyüzüne açmıştı. Ali, Mehmet’in yanında, bir tepede duruyordu. Kalabalığın duaları, ilahilerle birleşiyor, gökyüzüne yükseliyordu. Ali, derin bir nefes aldı; enkaz travması, Kâbe’de ve Mina’da attığı taşlarla silinmişti. Arafat, kalbinin son durağıydı. Mehmet, dedesinin hac defterini elinde tutuyordu, Ali’ye gülümsedi.

“Ali, burası Arafat,” dedi, sakin. “Kalbin Allah’la konuşur. Dua et, her şey gökyüzüne ulaşır.”

Ali, gözlerini kapadı, ellerini açtı. “Yemliha için, kasabam için, enkazdan çıkanlar için…” diye mırıldandı, sesi titreyerek. “Allah’ım, bizi affet, bize rahmet et.” Gözleri nemlendi; Kâbe’nin siyah örtüsü, Mina’daki taşlar, Yemliha’nın zeytin bağları zihninde canlandı. “Keşke daha önce gelseydim,” dedi, fısıltıyla. “Ama tam vaktinde buradayım.”

Hacı Emine, yanlarında duruyordu, ihramı rüzgârda dalgalanıyordu. “Ali, evladım, Arafat’taki dua makbuldür,” dedi, yumuşak bir sesle. “Kalbinin her köşesini aç, Allah duyar.”

Ali, tebessüm etti, gözyaşlarını sildi. “Duyuyor, Emine Teyze,” dedi. “Enkazda ölümü gördüm, Kâbe’de hayatı buldum. Burada… Sanki gökyüzündeyim.”

Hacı Yusuf, neşeli haliyle yaklaştı, sırtlarını sıvazladı. “Hacı Ali, Hacı Mehmet, maşallah!” dedi, gülerek. “Arafat’ta dua ettiniz, sıra bayramda. Ama Adana usulü koşmayın, sakin!”

Ali, kahkaha attı, bacağını ovdu. “Koşmam, Yusuf Abi,” dedi. “Ama kalbim uçuyor. Arafat, her şeyi değiştirdi.”

Vakfe duası saatler sürdü; Ali, dualarını Yemliha’ya, kasabasına, kaybettiği bakkala, yeniden doğan hayatına adadı. Mehmet, defteri açtı, son bir satır okudu: “Arafat, kalbi gökyüzüne taşır; oradan inen, yeni bir insandır.” Sonra Ali’ye döndü. “Ali, haccın zirvesindesin,” dedi. “Mina’ya, veda tavafına hazır mısın?”

Ali, başını salladı, gökyüzüne baktı. “Hazırım, Mehmet,” dedi, kararlı. “Enkazdan çıktım, Kâbe’de arındım, Mina’da taşladım. Arafat’ta… Kalbim Allah’la buluştu.”

Mina’ya döndüklerinde, şeytan taşlama devam etti. Ali, yedi taşı fırlatırken, artık ne enkazı ne travmayı düşündü; sadece niyetini, duasını. Kalabalık, sıcak, yorgunluk… Hiçbiri önemli değildi. Arafat, kalbinin merkezini gökyüzüne taşımıştı.

Yemliha’da, Kurban Bayramı coşkusu konteyner kentte yankılanıyordu. Ayşe, Zeynep’le cami onarımını izliyor, bayram namazı için hazırlanıyordu. Zeynep, annesine sarıldı. “Anne, babamla Ali Amca Arafat’ta mı?” dedi, neşeyle. Ayşe, gülümsedi. “Evet, yavrum,” dedi. “Arafat’ta dua ettiler. Bayramda sağ salim dönsünler.”

Arafat’ta, Ali, vakfe duasını bitirdi, Mehmet’le bir köşede oturdu. Bacağını uzattı, terini sildi. Gökyüzü, dualarıyla doluydu. “Mehmet, bu nasıl bir yer?” dedi, fısıltıyla. “Kâbe kalbi uyandırdı, Mina zincirleri kırdı, Arafat… Arafat beni uçurdu.”

Mehmet, Ali’nin omzuna dokundu, gülümsedi. “Arafat budur, Ali,” dedi. “Şimdi veda tavafına hazırlan. Haccın tamamlanıyor, ama Yemliha’da yeni bir hayat başlayacak.”

Mekke, hacıların dualarıyla doluyordu. Ali, Arafat’ın gökyüzüne bakarak niyetini yeniledi. Yemliha, cami onarımında, bayram coşkusunda umut buluyordu. Ali’nin kalbi, enkazdan arınmış, gökyüzünde yuva olmuştu. Devekuşu, artık kanatlarıyla sonsuza uçuyordu.



Bölüm 17: Veda Tavafının Duası

Haziran 2024’te Mekke, hacıların son dualarıyla doluyordu. Harem-i Şerif, veda tavafının hüzünlü ritmi ve Kâbe’nin manevi gölgesiyle yankılanıyordu. Mehmet ve Ali, Mina’daki taşlamayı ve hac ritüellerini tamamlamış, Kâbe’de veda tavafına hazırlanmıştı. Beyaz ihramları, 40 derecelik sıcakta terle ıslanmıştı. Ali’nin bacağı, fizyoterapi sonrası tamamen iyileşmişti; tavafın yürüyüşü hafif yorgunluk yaratıyordu, ama kalbi, Kâbe’ye vedanın huzuruyla doluydu. Yemliha, uzakta, konteyner kentlerde bayram sonrası umutla doluyordu; cami onarımı neredeyse tamamlanmış, kasaba yeniden doğuyordu.

Harem-i Şerif’te, Ali ve Mehmet, Kâbe’nin etrafında veda tavafına başladı. Yedi tur, son dualar… Kalabalık, sakin bir nehir gibi akıyordu; Kâbe’nin siyah örtüsü, Ali’nin gözlerini kamaştırıyordu. Ali, her turda Yemliha’yı, enkazı, kayıplarını düşündü. Hacı Emine ve Hacı Yusuf, yanlarında yürüyordu; her biri, depremde sevdiklerini kaybetmiş, enkazdan kurtulmuştu. Tavafın son turunda, Ali, Mehmet’e döndü, gözleri nemliydi.

“Mehmet, Kâbe’ye veda etmek ağır,” dedi, titreyerek. “Ama burası… Bizi yeniden doğurdu. Enkazdan çıktık, buraya vardık.”

Mehmet, gülümsedi, dedesinin hac defterini elinde tutuyordu. “Ali, veda tavafı bir son değil,” dedi, sakin. “Kâbe, kalbine yerleşti. Yemliha’da bunu yaşatacağız.”

Tavaf bitti; Ali, Mehmet, Hacı Emine ve Hacı Yusuf, Kâbe’ye karşı bir köşede durdu. Ellerini gökyüzüne açtılar, depremde kaybettikleri sevdikleri için dua etmeye karar verdiler. Ali, derin bir nefes aldı, sözleri kalbinin en derin yerinden geldi.

“Allah’ım… Biz buradayız, Kâbe’nin gölgesinde, ellerimiz sana açık, kalplerimiz acıyla yoğrulmuş,” dedi, sesi hüzünlü ama kararlı. “Depremin karanlığında sevdiklerimizi kaybettik; annelerimizi, babalarımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı enkazda bıraktık. Onların son nefeslerini duyamadık, ellerini tutamadık, gözlerine veda edemedik… Bize sabır ver, Rabbimiz, kalplerimizi metin kıl, bu imtihandan güçlenerek çıkmayı nasip eyle.”

Hacı Emine, torununun adını anarak duaya katıldı. “Rabbim, benim küçük Zeynep’imi rahmetinle kuşat,” dedi, gözyaşlarıyla. “Enkazda kaldı, ama senin huzurunda güvende. Onu cennetinde ağırlamanı diliyorum.”

Hacı Yusuf, kardeşini hatırladı, sesi titredi. “Allah’ım, Ahmet’imi bağışla,” dedi. “Birlikte büyüdük, ama o enkazda kaldı. Onu bahçelerinde misafir et, bize de sabır ver.”

Ali, duasına devam etti, gözleri Kâbe’ye sabitlendi. “Rahmetinle sevdiklerimizi sarmala, Allah’ım. Enkazın soğuğunda can verenlere, merhametini bolca yağdır. Onları cennetin en güzel köşelerinde ağırlamanı niyaz ediyoruz. Biz burada, Kâbe’de, onların hatırasıyla dua ediyoruz; bu dua, onlara vefamız olsun.”

“Bizi bu yolda birleştir, Rabbimiz,” diye sürdürdü Ali. “Deprem bizi ayırdı, ama senin rahmetin sonsuz. Kaybettiklerimizi unutmayacağız, ama karanlığa gömülmeyeceğiz. Gözyaşlarımızı şükre çevir, acılarımızı umuda bağla. Kâbe’de, Arafat’ta, Mina’da dualarımıza onları kattık; hatıralarında, cennetin bahçelerinde birleşeceğiz.”

“Amin,” dediler hep birlikte, gözyaşları ihramlarına süzülürken.

Mehmet, defteri açtı, son bir satır okudu: “Kâbe’ye veda eden, kalbine ebediyeti taşır.” Sonra Ali’ye döndü. “Ali, haccın tamamlandı,” dedi, gülümseyerek. “Yemliha’ya hacı olarak döneceksin. Sevdiklerimizin duası, bizimle gelecek.”

Ali, Kâbe’ye son bir kez baktı, niyetini yeniledi. “Döneceğim, Mehmet,” dedi, kararlı. “Ama Kâbe’yi, bu duayı, sevdiklerimi kalbimde taşıyacağım. Keşke daha önce gelseydim, ama şimdi… Şükürle doluyum.”

Yemliha’da, konteyner kentte, Ayşe ve Zeynep, Mehmet ile Ali’nin dönüşünü bekliyordu. Cami onarımı neredeyse bitmiş, minare bayram sonrası ilk ezanı okuyordu. Zeynep, annesine sarıldı. “Anne, babamla Ali Amca hacı oldu mu?” dedi, neşeyle. Ayşe, gülümsedi. “Oldular, yavrum,” dedi. “Yakında dönerler, Kâbe’nin duasını getirirler.”

Harem-i Şerif’te, Ali, Kâbe’ye veda etti. Kalbi, enkazdan arınmış, sevdiklerinin hatırasıyla doluydu. Yemliha, cami onarımında, yeni bir başlangıçta umut buluyordu. Devekuşu, Kâbe’nin gölgesinde sonsuz bir yuva bulmuştu.


 Bölüm 18: Cami’nin Ezanı

Temmuz 2024’te Yemliha, yaz sıcağında umutla doluyordu. Konteyner kentler, kasabanın yeniden doğuşunun izlerini taşıyordu; onarımı tamamlanan cami, minaresiyle gökyüzüne uzanıyordu. Mehmet ve Ali, hacdan dönmüş, Kahramanmaraş’tan kasabaya otobüsle varmıştı. Kasaba halkı, hacıları karşılamak için konteyner kentin meydanında toplanmıştı; çocuklar ellerinde zeytin dallarıyla koşuşuyor, kadınlar ilahiler söylüyordu. Ali’nin kalbi, Kâbe’nin huzurunu taşıyordu; enkaz travması, artık sadece bir hatıraydı. Cami açılışı ve zeytin tarlası projesi, Yemliha’nın geleceğine umut ekiyordu.

Meydanda, Ayşe ve Zeynep, Mehmet ve Ali’yi gördü. Zeynep, koşarak babasına sarıldı; Ayşe, Ali’ye gülümsedi, gözleri nemliydi. “Hacı Ali, hoş geldin,” dedi, duygulanarak. “Kâbe’nin duasını getirdiniz. Yemliha, sizi bekliyordu.”

Ali, Zeynep’in başını okşadı, tebessüm etti. “Ayşe Abla, Kâbe kalbimde,” dedi. “Ama Yemliha… Burası da yuvam. Dua getirdik, umut getirdik.”

Mehmet, kalabalığa döndü, elinde dedesinin hac defteri vardı. “Yemliha, biz hacdan döndük,” dedi, yüksek sesle. “Ama bu defter, dedemin duası, Kâbe’nin hatırası… Bunu camimize hediye ediyorum. Okunsun, hatırlansın.”

Kalabalık alkışladı; İmam Hüseyin, öne çıktı, defteri aldı. “Hacı Mehmet, bu miras Yemliha’nın kalbine kazınacak,” dedi, sakin. “Cami açılışında, bu defterle dua edeceğiz.”

Cami açılışı için kasaba, yeni onarılmış minarenin gölgesinde toplandı. Minare, depremin izlerini silmiş, ezanla kasabayı kucaklıyordu. İmam Hüseyin, cemaate döndü, Ali’yi işaret etti. “Hacı Ali, Kâbe’den ne getirdin?” dedi, gülümseyerek. “Anlat, kalplerimiz dolsun.”

Ali, öne çıktı, kalabalığa baktı. Çocuklar, Efe ve Fatma, ön sırada merakla bekliyordu. “Kâbe’yi gördüm, Yemliha,” dedi, sesi duygulu. “Enkazda ölümü yaşadım, Kâbe’de hayatı buldum. Arafat’ta dualarımız gökyüzüne uçtu, Mina’da taşlarla geçmişi attık. Veda tavafında, sevdiklerimizi andık… Onlar cennette, biz buradayız, ama dualarımız bir.”

Efe, elini kaldırdı, sordu: “Hacı Ali Amca, Kâbe nasıl bir yer?” Ali, gülümsedi. “Efe, Kâbe kalbin evi,” dedi. “Orada dua edince, Yemliha’yı, zeytin bağlarını, sizi düşündüm. Kâbe, bize sabretmeyi, umut etmeyi öğretti.”

Fatma, atıldı: “Bize de anlat, her şeyi!” Ali, kahkaha attı. “Anlatacağım, Fatma,” dedi. “Zeytin tarlasında, akşamları, Kâbe hikayeleri dinleyeceksiniz.”

Cami açılışında, İmam Hüseyin dua etti; kasaba, depremde kaybettiklerini andı, ama umutla doldu. Mehmet, Ali’yle caminin avlusunda oturdu, zeytin tarlası projesini konuştu. “Ali, zeytin tarlası kasabayı ayağa kaldıracak,” dedi, kararlı. “Hacdan getirdiğimiz umut, burada yeşerecek.”

Ali, başını salladı, camiye baktı. “Mehmet, Kâbe’de dua ettik, Yemliha için,” dedi. “Bu cami, bu tarla… Enkazdan doğduk. Devekuşu gibi, kanat açtık.”

O sırada, Hacı Emine’den bir mektup geldi; Adana’dan yazmıştı. “Hacı Ali, Hacı Mehmet, Yemliha’ya selam,” diyordu. “Torunumun hatırası kalbimde, ama sizin caminiz, zeytin tarlanız umudum oldu. Dua edin, biz de buradan dua ediyoruz.” Hacı Yusuf, bir telefon açtı, neşeli sesiyle: “Hacı Ali, cami açılışına gelemedim, ama Adana’dan dualar yolluyorum! Zeytin tarlasına benden bir fidan dikin!”

Yemliha’da akşam oldu; zeytin bağlarında, Ali, çocuklara Kâbe’nin hikayesini anlatmaya başladı. Ayşe, Zeynep’le dinledi, gözleri parladı. “Hacı Ali, Yemliha’yı değiştirdin,” dedi, fısıltıyla. Ali, gülümsedi. “Yemliha beni değiştirdi, Ayşe Abla,” dedi. “Kâbe’yle, sizinle… Yeniden doğdum.”

Yemliha, caminin ezanı, zeytin bağlarının yeşiliyle doluyordu. Ali’nin kalbi, Kâbe’nin duasını kasabaya taşımıştı. Devekuşu, Yemliha’nın toprağında, umutla kök salmıştı.



Bölüm 19: Zeytin Hasadı, Kur’an Huzuru

Temmuz 2024’te Yemliha, yaz bereketiyle doluyordu. Zeytin tarlası, kasabanın ilk hasadına hazırlanıyordu; yeşil dallar, umutla parlıyordu. Caminin yanındaki Kur’an kursu, çocukların neşeli sesleriyle yankılanıyordu. Ali, hacdan getirdiği manevi huzuru kasabaya yayıyor, Kur’an kursunda çocuklara Kâbe hikayeleri ve manevi değerler öğretiyordu. Mehmet, zeytin tarlasında liderlik yapıyor, kasabanın ekonomik toparlanmasına öncülük ediyordu. Konteyner kentler, kasabanın dayanışmasını taşıyordu; cami, ezanlarıyla Yemliha’yı kucaklıyordu. Ali’nin kalbi, Kâbe’nin duasını kasabaya ekmişti; enkaz, artık sadece bir hatıraydı.

Kur’an kursunda, Ali, Efe, Fatma ve diğer çocuklarla ahşap sıralarda oturuyordu. İmam Hüseyin, duvara Kâbe resmini asmış, Ali’nin hikayelerini cemaate taşımıştı. Ali, çocuklara gülümsedi, elinde dedesinin hac defterinden bir sayfa vardı. “Çocuklar, Kâbe’yi hatırlıyor musunuz?” dedi, neşeyle. “Orada dua ettim, Yemliha için, sizin için.”

Fatma, parmak kaldırdı. “Hacı Ali Amca, Kâbe’de ne öğrendin?” dedi, merakla. Ali, tebessüm etti. “Sabretmeyi, Fatma,” dedi. “Enkazda ölümü gördüm, Kâbe’de hayatı buldum. Allah’a güvenmeyi, birbirimize sarılmayı öğrendim. Siz de Kur’an’la bunu öğreneceksiniz.”

Efe, atıldı. “Arafat nasıldı, anlat!” Ali, kahkaha attı. “Arafat, gökyüzü gibi, Efe,” dedi. “Dualarımız uçtu, Yemliha’ya ulaştı. Siz de dua edin, kalbiniz uçsun.”

İmam Hüseyin, kapıda durmuş, dinliyordu. “Hacı Ali, sen bu kursu bereketlendirdin,” dedi, sakin. “Çocuklar, Kâbe’yi seninle tanıdı. Cemaat, hikayelerini dinliyor.”

Zeytin tarlasında, kasaba halkı hasat için toplanmıştı. Mehmet, bir sepet zeytinle kalabalığa döndü. “Yemliha, bu tarla bizim umudumuz!” dedi, yüksek sesle. “Enkazdan doğduk, zeytinle yeşereceğiz. Birlikte çalışalım, çocuklarımız için!”

Ayşe, Zeynep’le dallardan zeytin topluyordu. “Hacı Mehmet, bu tarla kasabayı birleştirdi,” dedi, gülümseyerek. “Ali’nin duaları, zeytinle kök saldı.”

Fatma Teyze, kasabanın yaşlılarından, bir ağacın gölgesinde dinleniyordu. “Biz eskiden de zeytin toplardık,” dedi, nostaljik. “Deprem her şeyi aldı, ama şimdi… Bak, Yemliha canlanıyor. Hacı Ali, Hacı Mehmet, siz bereket getirdiniz.”

Ali, tarlaya geldi, çocuklarla zeytin topladı. Zeynep, ona bir zeytin uzattı. “Hacı Ali Amca, bu zeytini Kâbe’ye götürür müsün?” dedi, neşeyle. Ali, kahkaha attı. “Zeynep, Kâbe kalbimde,” dedi. “Ama bu zeytini yiyelim, duasını edelim!”

O sırada, Hacı Emine’den bir mektup geldi. “Yemliha’ya selam,” yazmıştı. “Kur’an kursunuz, zeytin tarlanız kalbimi ısıttı. Torunumun hatırasına dua ediyorum, siz de edin.” Hacı Yusuf, kısa bir ziyarete geldi, tarlada zeytin topladı. “Hacı Ali, maşallah!” dedi, gülerek. “Adana’dan geldim, zeytin tarlasına fidan olayım! Yemliha, enkazdan çiçek açtı!”

Akşam, zeytin tarlasında kasaba toplandı; İmam Hüseyin, hasat için dua etti. “Allah’ım, bu zeytinleri bereketlendir,” dedi. “Yemliha’yı enkazdan çıkardın, umutla donattın. Bizi birleştir, çocuklarımızı koru.”

Ali, tarlanın kenarında Mehmet’le oturdu, zeytin dallarına baktı. “Mehmet, Kâbe’de dua etmiştik,” dedi, fısıltıyla. “Yemliha için, kasabamız için… Bak, dualar yeşerdi.”

Mehmet, gülümsedi. “Ali, Kâbe kalbine yerleşti,” dedi. “Kur’an kursu, zeytin tarlası… Yemliha’yı seninle yeniden doğurduk.”

Yemliha, zeytin bereketi, Kur’an huzuruyla doluyordu. Ali’nin kalbi, Kâbe’den Yemliha’ya uzanan bir köprü olmuştu. Devekuşu, kasabanın toprağında, umutla çiçek açıyordu.



Final: Zeytin Festivali, Kâbe’nin Mirası

Temmuz 2024’te Yemliha, yazın bereketiyle dolup taşıyordu. Zeytin tarlası, kasabanın ilk yıllık zeytin hasadı festivaline ev sahipliği yapıyordu; masalarda etli pilav, baklava ve zemzem suyu, kasaba halkını birleştiriyordu. Caminin avlusunda, deprem kayıplarını anma etkinliği düzenlenmişti; minare, ezanlarıyla Yemliha’yı kucaklıyordu. Kur’an kursunda çocuklar, Ali’nin rehberliğinde Kâbe maketi yapıyor, manevi mirası geleceğe taşıyordu. Ali, hacdan getirdiği huzuru kasabaya ekmiş, Kâbe’deki duaları Yemliha’da yeşertmişti. Mehmet, zeytin tarlası kooperatifini güçlendiriyor, kasabanın ekonomik geleceğini inşa ediyordu. Konteyner kentler, kasabanın dayanışmasını taşıyordu; enkaz, artık sadece bir hatıraydı.

Caminin avlusunda, anma etkinliği için kasaba toplandı. İmam Hüseyin, cemaate döndü, sakin bir sesle dua etti. “Allah’ım, depremde kaybettiklerimizi rahmetinle kuşat,” dedi. “Onları cennet bahçelerinde ağırla, bize sabır ve umut ver.”

Ali, öne çıktı, Kâbe’deki veda tavafı duasını hatırlattı. “Yemliha, Kâbe’de sevdiklerimizi andık,” dedi, duygulanarak. “Enkazda ayrıldık, ama dualarımız bir. Onlar cennette, biz buradayız, ama kalbimiz hep birlikte.”

Fatma Teyze, gözleri nemli, söz aldı. “Oğlum enkazda kaldı,” dedi, titreyerek. “Ama bu cami, bu kasaba… Bizi ayakta tuttu. Hacı Ali, senin dualarınla güçlendik.”

Ayşe, Zeynep’in elini sıktı, gülümsedi. “Hacı Ali, anmamız hüzünlü, ama umutlu,” dedi. “Kâbe’den getirdiğin dua, Yemliha’yı diriltti.”

Zeytin tarlasında, festival coşkusu kasabayı sardı. Masalarda etli pilav, baklava, hurma ve zemzem suyu, hacı evi geleneğini yaşatıyordu. Türk bayrağı, tarlanın girişinde dalgalanıyordu. Mehmet, bir sepet zeytinle kalabalığa döndü. “Yemliha, bu festival bizim birliğimiz!” dedi, yüksek sesle. “Zeytin tarlası, enkazdan doğan umudumuz. Gelecek, çocuklarımız için!”

Hacı Yusuf, festival için Yemliha’ya gelmiş, kasabayı neşelendiriyordu. “Hacı Ali, maşallah!” dedi, gülerek. “Adana’dan zeytin yemeye geldim! Bu festival, Yemliha’yı Türkiye’ye duyurur!”

Hacı Emine’den bir mektup geldi. “Yemliha’ya selam,” yazmıştı. “Anmanız, festivaliniz, torunumun hatırasına umut oldu. Dualarım sizinle.”

Kur’an kursunda, Ali, Efe, Fatma ve çocuklarla Kâbe maketini tamamlıyordu. Maket, kartondan yapılmış, siyah örtüsüyle parlıyordu. Fatma, boya fırçasını salladı. “Hacı Ali Amca, bu Kâbe’yi camiye koyalım mı?” dedi, neşeyle. Ali, gülümsedi. “Koyalım, Fatma,” dedi. “Kâbe, kalbinizde zaten var. Bu maket, dualarınızı hatırlatsın.”

Efe, sordu: “Arafat’ta ne dedin, anlat!” Ali, kahkaha attı. “Arafat’ta Yemliha için dua ettim, Efe,” dedi. “Sizler için, zeytin tarlası için. Kalbinizle dua edin, gökyüzüne ulaşır.”

Akşam, zeytin bağlarında kasaba toplandı. Ali, çocuklara son Kâbe hikayesini anlattı. “Kâbe’de öğrendim ki, hayat bir imtihan,” dedi, sakin. “Enkazda ölümü gördüm, Kâbe’de hayatı buldum. Yemliha’da, sizlerle yeniden doğdum.”

Zeynep, Ali’ye sarıldı. “Hacı Ali Amca, festival her yıl olsun mu?” dedi, gözleri parlayarak. Ali, gülümsedi. “Olsun, Zeynep,” dedi. “Zeytin festivali, Yemliha’nın umudu. Her yıl toplanalım, dualarımızı ekelim.”

İmam Hüseyin, toplu dua için öne çıktı. “Allah’ım, Yemliha’yı bereketlendir,” dedi. “Zeytin tarlamızı, camimizi, çocuklarımızı koru. Bizi enkazdan çıkardın, umutla birleştirdin.”

Mehmet, Ali’nin yanına oturdu, zeytin dallarına baktı. “Ali, Kâbe’de niyet etmiştik,” dedi, fısıltıyla. “Yemliha için, kasabamız için… Bak, niyetlerimiz çiçek açtı.”

Ali, başını salladı, gökyüzüne baktı. “Mehmet, Kâbe kalbime yerleşti,” dedi. “Keşke daha önce gelseydim, demiştim. Ama şimdi… Şükürle doluyum. Yemliha, bizim cennetimiz.”

Yemliha, zeytin festivalinin neşesi, caminin duası, Kur’an kursunun huzuruyla doluyordu. Ali’nin kalbi, Kâbe’den Yemliha’ya uzanan bir köprü olmuştu. Devekuşu, zeytin bağlarında, kasabanın umuduyla sonsuza çiçek açmıştı.



Sonsöz

Yemliha, zeytin tarlasının neşesi, caminin duaları ve çocukların Kâbe maketleriyle yeniden doğdu. Ali’nin yolculuğu, depremin sarsıntısından Kâbe’nin manevi uyanışına, oradan kasabanın dayanışmasına uzanan bir köprüydü. Hacı evinin zemzem suyu, zeytin hasadı festivalinin etli pilavı, Kur’an kursunun huzuru, Yemliha’yı umutla inşa etti. Ali, enkazdan kurtulan bir hacı olarak, kalbinin Kâbe’sini kasabasına taşıdı; kasaba halkı, onunla birlikte uyandı.

Deprem Sarsıntısıyla Uyananlar, sadece Yemliha’nın değil, her kalbin ve her topluluğun uyanabileceğini hatırlatıyor. Devekuşu, kanatlarını açtı ve zeytin bağlarında yuva buldu. Zeytin festivali, kasabanın yeni geleneği oldu; her yaz, dualar ve dayanışma Yemliha’yı yeniden yeşertecek. Ali’nin hikayesi bitti, ama uyanan kalplerin niyetleri devam ediyor. Belki bir gün, Yemliha’nın zeytin tarlasında, siz de bir dua eklersiniz.


NOT:

Bu kurgu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 14. sözündeki Haşiyede geçen alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır...


ÖZET:

Ey kendini dünyaya kaptıran, bu hayatı tatlı görüp ahireti unutan, dünya peşinde koşan zavallı nefsim! Bilir misin, neye benziyorsun? Devekuşuna! Avcıyı görünce uçamaz, başını kuma sokar ki avcı onu görmesin. Ama koca gövdesi dışarıdadır, avcı onu görür. Sadece kendisi gözünü kuma gömüp bir şey görmez.

Ey nefsim! Şu örneğe bak, gör ki sadece dünyaya odaklanmak, güzel bir zevki nasıl acıya çevirir. Mesela, Barla köyünde iki adam var. Birinin dostlarının yüzde doksan dokuzu İstanbul’a gitmiş, orada güzel bir hayat yaşıyorlar. Sadece bir kişi burada kalmış, o da oraya gitmek üzere. Bu adam İstanbul’u özler, dostlarına kavuşmayı hayal eder. Ne zaman “Oraya git” dense, sevinçle gülerek gider. İkinci adamın ise dostlarının yüzde doksan dokuzu buradan gitmiş. Bir kısmı ölmüş, bir kısmı görünmez yerlere çekilmiş, perişan olmuş sanıyor. Bu zavallı adam, yalnız bir misafirle teselli bulmaya çalışır, dostlarının ayrılığıyla duyduğu acıyı onunla kapatmak ister.

Ey nefsim! Peygamber Efendimiz başta olmak üzere tüm dostların kabrin öteki tarafında. Burada kalan bir iki kişi de zaten gidiyor. Ölümden korkup kabirden kaçma, başını çevirme. Cesurca kabre bak, ne istediğini dinle. Ölümün yüzüne erkek gibi gül, neyi talep ettiğini gör. Sakın gaflete kapılıp ikinci adama benzeme.

Ey nefsim! “Zaman değişti, çağ başkalaştı, herkes dünyaya dalmış, hayatı taparcasına yaşıyor, geçim derdiyle sarhoş” deme. Çünkü ölüm değişmez. Ayrılık, sonsuzluğa dönüşmez. İnsanın acizliği ve yoksulluğu değişmez, aksine artar. İnsanın yolculuğu durmaz, sadece hızlanır.

“Ben de herkes gibiyim” deme. Çünkü herkes ancak kabir kapısına kadar sana eşlik eder. Herkesle aynı musibeti paylaşmanın tesellisi, kabrin öteki tarafında hiçbir anlam taşımaz.


Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?


Deprem Sarsıntısıyla Uyananlar adlı temsili alegorik hikâyede asıl anlatılmak istenen, fiziksel ve manevi yıkımlardan sonra insanın ve toplulukların yeniden doğuşu, sabır, dayanışma ve manevi uyanışla hayata tutunmasıdır. Hikâye, 2023 Kahramanmaraş depreminin yıkıcı etkilerinden yola çıkarak, Ali ve Yemliha kasabası üzerinden evrensel bir mesaj sunar: Enkaz, sadece fiziksel bir yıkım değildir; aynı zamanda kalplerde bir sarsıntı yaratarak insanları gafletten uyandırır, ahirete hazırlık ve manevi bir dönüşüm için bir fırsat sunar. Bu temel mesaj, hikâyenin alegorik unsurları, karakterlerin yolculuğu ve kasabanın toparlanma süreci üzerinden işlenir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları