Önsöz
Bir tren, sadece bir yerden bir yere gitmez. Bazen, kalbin derinliklerine, hakikatin ışığına doğru bir yolculuk olur. Anadolu Treninde Hakikat Arayışı, böyle bir yolculuğun hikâyesidir. İki çocukluk arkadaşının, Ahmet ve Hasan’ın, İstanbul’dan Konya’ya uzanan bir tren yolculuğunda geçen manevi ve entelektüel bir münazarası, bu romanın omurgasını oluşturur. Ahmet, inancın sarsılmaz bir savunucusu; Hasan, şüphenin keskin bir sorgulayıcısı. Onların diyalogları, sadece bir tartışma değil, aynı zamanda insan ruhunun en temel sorularına bir yolculuktur: Hakikat nedir? İnanç, akılla nasıl uzlaşır? Bir kitap, nasıl olur da çağlar ötesinden kalplere hitap eder?
Bu roman, bir alegoridir. Ramazan’ın manevi atmosferinde, Anadolu’nun geniş ovalarında geçen bu hikâye, sadece Ahmet ve Hasan’ın değil, hepimizin hikâyesidir. Hepimiz, bir noktada, şüpheyle inanç arasında, karanlıkla ışık arasında bir yolda yürürüz. Yolun Işığı, bu yolda bir rehber olmayı değil, bir yoldaş olmayı amaçlar. Kur’an’ın ilahi mesajını, mantıki delillerle savunan Ahmet’in sesi, aynı zamanda bir çağın sesidir; şüpheleriyle hakikati arayan Hasan’ın soruları ise, modern insanın sorularını yansıtır.
Hikâyenin yan karakterleri –Fatma Teyze’nin samimi inancı, Emre’nin bilimsel merakı, Mehmet’in hayat tecrübesi– bize şunu hatırlatır: Hakikat, tek bir yolla değil, binlerce kalbin penceresinden görülür. Konya’ya varan tren, sadece bir fiziksel yolculuğun değil, aynı zamanda manevi bir arayışın sembolüdür. Mevlana’nın şehrinde, onun “Ne olursan ol, yine gel” çağrısında, bu hikâye birleşir.
Yolun Işığı, bir son değil, bir başlangıçtır. Okuyucuya, kendi yolculuğunu sorgulama, kendi hakikatini arama cesareti vermeyi umar. Bu romanı yazarken, bir tren kompartımanında başlayan bir tartışmanın, kalplerde yeni bir ışık yakabileceğini hayal ettim. Umarım, bu sayfalar, sizin de kalbinizde bir kıvılcım uyandırır.
Konya’ya, hakikate, ışığa doğru iyi yolculuklar.
Bölüm 1: Gecenin Sesi
Tren, Haydarpaşa Garı’nın eski taş platformundan ağır ağır ayrılırken, İstanbul’un ışıkları geceye karışıyordu. Ramazan’ın serin bir akşamıydı; minarelerden yükselen ezan sesleri, garın uğultusuna karışmış, sonra yerini trenin ritmik tıkırtılarına bırakmıştı. Ahmet, kompartımanın dar penceresine yaslanmış, elindeki küçük Kur’an’ı açtı. Ayetlerin melodisi, dudaklarında sessiz bir nağme gibi dalgalanıyordu. Karşı koltukta oturan Hasan, telefonunu elinden bırakmış, arkadaşının bu tanıdık ritüeline bakıyordu. Çocukluk arkadaşlarıydılar; aynı mahallede büyümüş, aynı sokaklarda top koşturmuşlardı. Ama şimdi, aralarında görünmez bir çizgi vardı: Ahmet’in inancı, Hasan’ın şüphesi.
Kompartımanın loş ışığı, Ahmet’in yüzüne yumuşak gölgeler düşürüyordu. Kur’an’ı usulca okurken, gözleri ayetlerde, kalbi ise sanki başka bir âlemdeydi. Hasan, bir an sessizce izledi, sonra dayanamadı. Telefonunu koltuğa bırakıp doğruldu, sesinde dostça bir alay vardı.
“Hâlâ o kitabı bu kadar ciddiye alıyorsun, ha?” dedi, gülümseyerek. “Baksana, Ahmet, bu kadar yüce görüyorsun ya, bir insan yazmış olamaz mı bu ayetleri? Hadi, tarafsız düşünelim.”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Gözlerinde sakin bir kararlılık parladı. Kompartımanın camında, İstanbul’un son ışıkları kaybolurken, Boğaz’ın yansıması bir an için gözüne çarptı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir dalga gibi yayıldı, ama bu dalga, inancının kayalarına çarparak dağıldı.
“Hasan,” dedi, sesi dingin ama güçlü, “tarafsızlık, hakikati aramaktır. Ama senin dediğin tarafsızlık, inancı bir kenara atmak. Bu, tarafsızlık değil, bir tarafı seçmek.”
Hasan, kaşlarını kaldırdı. “Yok canım, abartıyorsun!” dedi, koltuğa yaslanarak. “Ben sadece diyorum ki, bu kitabı bir insan yazmış olabilir. Niye illa ilahi bir şey olsun? Baksana, şiir gibi, etkileyici, tamam. Ama insan zekâsı da böyle şeyler üretebilir, değil mi?”
Ahmet, hafifçe gülümsedi. Hasan’ın bu sorgulayıcı hali yeni değildi. Yıllar önce, mahallede birlikte Kur’an kursuna giderken de böyleydi; hoca bir şey anlattığında, Hasan hep bir “ama” ile karşılık verirdi. Ama şimdi, bu “ama”lar daha keskin, daha ısrarcıydı. Ahmet, elindeki Kur’an’ı koltuğun yanına bıraktı ve arkadaşına döndü.
“Hasan, bir an için düşün,” dedi. “Bir kitabı insan yazmış farz ediyorsun, tamam. Ama o zaman, bu kitabın içindeki her şey –ayetlerin düzeni, anlamın derinliği, insanların kalbine dokunuşu– bir insanın eseri olmalı. Sence bu mümkün mü? Bir insan, bin dört yüz yıl boyunca milyonlarca kalbi böyle etkileyebilir mi?”
Hasan, omuzlarını silkti. “Niye olmasın?” dedi. “Büyük yazarlar var, şairler var. Mesela, Homeros’un destanları hâlâ okunuyor. İnsanlar etkileniyor. Kur’an da öyle bir şey olabilir.”
Kompartımanın kapısı gıcırdayarak açıldı. Yaşlı bir kadın, elinde bir tespih, içeri girdi. Fatma Teyze’ydi; başörtüsü düzgünce bağlanmış, yüzünde Ramazan’ın huzuru vardı. Ahmet ve Hasan’a nazikçe gülümsedi, sonra köşedeki koltuğa oturdu. Elindeki küçük bir radyo kulaklığını kulağına taktı; hafif bir Kur’an tilaveti, kompartımana yayıldı. Ahmet, bu sese kulak kabarttı; sanki ayetler, tartışmalarına bir fon müziği gibi eşlik ediyordu.
Ahmet, Hasan’a döndü. “Homeros’un destanları güzel, evet,” dedi. “Ama o destanlar, bir hikâye anlatır. Kur’an ise bir rehber, bir kanun, bir ahlak, bir hayat tarzı sunuyor. İnsanlar, onunla dua ediyor, onunla yaşıyor. Bir insan, böyle bir şeyi nasıl uydurabilir?”
Hasan, sabırsızca iç çekti. “Tamam, etkileyici, kabul. Ama neden ilahi bir şey olmak zorunda? Belki çok zeki bir adam, mesela bir filozof, bir şair, oturmuş, yazmış. İnsan zekâsına güven biraz!”
Fatma Teyze, kulaklığını çıkardı. Ahmet ve Hasan’ın tartışmasını duymuştu. “Evlatlar,” dedi, sesi yumuşak ama kendinden emin, “ben âlim değilim, ama bu Kur’an var ya, kalbime dokunuyor. Okurken sanki Rabbimle konuşuyorum. Bir insan, böyle bir şeyi yazsa, o insan sıradan biri olamaz.”
Hasan, nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, haklısın, duygusal olarak etkileyici,” dedi. “Ama duygular yanıltabilir. Aklımızı kullanalım. Ahmet, hadi, bir an için tarafsız ol. Kur’an’ı ne Allah’ın kelamı ne de insan sözü farz et. Ortada düşün. Ne görüyorsun?”
Ahmet, derin bir nefes aldı. Trenin camından dışarı baktı; karanlıkta, uzak bir köyün ışıkları yanıp sönüyordu. Hasan’ın sorusu, zihninde bir an için bir gölge gibi dolaştı. Kur’an’ı “ortada” düşünmek, onu ne ilahi ne de insani saymak… Bu fikir, sanki bir an için kalbindeki ışığı söndürmek istiyordu. Ama Ahmet, bu gölgeyi hemen dağıttı.
“Hasan, bu imkânsız,” dedi, sesinde bir kesinlik. “Bir hazine bulsak ve iki kişi ona sahip çıksa, eğer yakınlarsa, hazineyi nötr bir yere koyarız, kimin hakkıysa o alır. Ama biri doğuda, diğeri batıdaysa, hazine kimin elindeyse onda kalır. Kur’an, paha biçilmez bir hazine. İnsan sözü, Allah’ın kelamından sonsuz derecede uzak. Bu iki taraf arasında bir ‘orta’ olamaz. Kur’an, Allah’ın elindedir. Öyleyse, onun ilahi olduğunu ispat eden delillere bakmalıyız.”
Hasan, kaşlarını çattı. “Deliller mi? Hangi deliller?” dedi. “Bana somut bir şey söyle. Mesela, bilimsel bir kanıt var mı?”
Ahmet, gülümsedi. “Bilimsel kanıt mı istiyorsun?” dedi. “Kur’an, evrenin yaratılışından bahseder, embriyolojiden, doğanın dengesinden… Ama asıl delil, onun kalplere hitabı. Bilim, evrenin nasıl işlediğini açıklar. Kur’an, neden var olduğumuzu. Bu, bir insanın uydurabileceği bir şey değil.”
Fatma Teyze, tekrar söze karıştı. “Evladım,” dedi Hasan’a, “ben gençken, köyde bir hoca vardı. Derdi ki, ‘Kur’an, bir bahçe gibidir. Herkes ondan bir çiçek toplar.’ Sen de bir bak, belki bir çiçek bulursun.”
Hasan, nazikçe başını salladı, ama içinde bir çatışma vardı. Ahmet’in sakinliği, Fatma Teyze’nin samimiyeti, trenin ritmik hareketi… Hepsi, zihnindeki şüpheleri sarsıyordu. Ama o, henüz pes etmeye hazır değildi. “Peki, Ahmet,” dedi, sesinde bir meydan okuma, “bunu bütün yolculuk konuşacağız, haberin olsun. Bakalım, beni ikna edebilecek misin.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, bu yolculuk sadece Konya’ya değil,” dedi. “Belki hakikate de bir yolculuk olur.”
Tren, geceyi yararak ilerlerken, kompartımanın camında yıldızlar belirdi. Kur’an’ın melodisi, Fatma Teyze’nin radyosunda usulca yankılanıyordu. Yolculuk, henüz başlamıştı.
Bölüm 2: Hazine Metaforu
Tren, Anadolu’nun geniş ovalarına doğru ilerlerken, gece derinleşiyordu. Kompartımanın penceresinden süzülen ay ışığı, Ahmet’in elindeki Kur’an’ın sayfalarına yumuşak bir parlaklık düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, trenin ritmik tıkırtılarıyla birleşmiş, sanki her vagon bir zikir halkası gibi ilerliyordu. Hasan, koltuğuna yaslanmış, telefonunu bir kenara bırakmış, arkadaşının sakin ritüeline bakıyordu. İlk tartışmaları, zihninde bir kıvılcım yakmıştı, ama o kıvılcım henüz bir ateşe dönüşmemişti. Şüpheleri, dalgalar gibi gelip gidiyordu.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, tespihini çekerek usulca dua ediyordu. Radyosundan yükselen hafif Kur’an tilaveti, kompartımanı bir huzur bulutu gibi sarıyordu. Ahmet, ayetleri okurken bir an durdu, gözleri camda, uzak bir köyün titrek ışıklarında kayboldu. Hasan, bu sessizliği fırsat bildi.
“Ahmet,” dedi, sesinde dostça bir meydan okuma, “hadi, şu tarafsızlık meselesini bir kenara bırakalım. Yeni bir önerim var. Kur’an’ı ne Allah’ın kelamı ne de insan sözü farz et. Ortada düşün. Sanki bir tabloya bakar gibi, ne ilahi ne dünyevi say. O zaman ne görüyorsun?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir an için bir gölge gibi dolaştı. “Ortada” düşünmek… Sanki Kur’an’ı bir vakumda, ne gökyüzüne ne yeryüzüne aitmiş gibi hayal etmek. Ama bu fikir, kalbine ağır geldi. Başını hafifçe salladı, gözlerinde sakin bir kararlılık vardı.
“Hasan, bu imkânsız,” dedi, sesi net ama yumuşak. “Kur’an, bir hazine gibidir. Bir hazine bulsak ve iki kişi ona sahip çıksa, eğer yakınlarsa, hazineyi nötr bir yere koyarız, kimin hakkıysa o alır. Ama biri doğuda, diğeri batıdaysa, hazine kimin elindeyse onda kalır. Kur’an, paha biçilmez bir hazine. İnsan sözü, Allah’ın kelamından sonsuz derecede uzak. Bu iki taraf arasında bir ‘orta’ olamaz.”
Hasan, kaşlarını çattı. “Hazine metaforu güzel, ama bu iş öyle basit değil,” dedi, koltuğunda doğrularak. “Neden bir orta yol olmasın? Belki Kur’an, ne tamamen ilahi ne de tamamen insan. Mesela, bir ilham ürünü? İnsan yazmış, ama ilahi bir dokunuşla?”
Kompartımanın kapısı gıcırdayarak açıldı. Genç bir adam, elinde bir sırt çantası, içeri girdi. Yirmili yaşlarda, gözlüklü, biraz dağınık saçlıydı. Emre’ydi, bir fizik öğrencisi. Ahmet ve Hasan’a nazikçe selam verdi, sonra karşı koltuğa oturdu. Kulaklıklarını takmak üzereydi ki, Hasan’ın son sorusunu duydu ve duraksadı.
“Pardon, konuşmanıza kulak misafiri oldum,” dedi Emre, utangaç bir gülümsemeyle. “Bu ‘orta yol’ fikri ilginç. Kuantum seviyesinde bir parçacık, klasik mantıkta olduğu gibi sadece "vardır" veya "yoktur" şeklinde kesin bir durumda bulunmaz. Ancak, ölçüm yapıldığında sistem belirli bir duruma çökerek net bir sonuç verir.”
Ahmet, Emre’ye dönerek gülümsedi. “Aynen öyle,” dedi. “Kur’an için de bu geçerli. Ya Allah’ın kelamıdır ya da insan sözü. Orta bir yol, mantıken mümkün değil. Çünkü bu iki taraf, varlık ve yokluk gibi zıt. Kur’an, gökyüzüne mıhlanmış bir pırlanta. Onu yere indirmek için bütün mıhları sökmen gerekir. Bunu kim yapabilir?”
Hasan, sabırsızca iç çekti. “Tamam, mıhlar, pırlantalar… Poetik konuşuyorsun, ama somut bir şey söyle,” dedi. “Neden bu kadar emin olalım ki Kur’an Allah’ın elinde? Belki de bir insanın elinde, sadece biz öyle sanıyoruz?”
Fatma Teyze, tespihini bırakıp söze karıştı. “Evladım,” dedi, sesinde bir anne şefkati, “ben gençken köyde bir define hikâyesi anlatılırdı. Bir hazine bulunmuş, iki adam iddia etmiş. Ama hazine, birinin evindeymiş. Hakim demiş ki, ‘Kimin elindeyse, o ispat etsin.’ Kur’an da öyle. Allah’ın elinde, çünkü onun mucizeleri ortada.”
Hasan, Fatma Teyze’ye nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, mucize diyorsun, ama mucize ne?” dedi. “Mesela, somut bir mucize gösterebilir misiniz?”
Ahmet, bu soruya hazırlıklıydı. “Hasan, mucize, sadece gökten ateş yağması değil,” dedi. “Kur’an’ın mucizesi, onun etkisinde. Bin dört yüz yıl önce yazılmış bir kitap, bugün hâlâ kalpleri fethediyor. Bilimle çelişmiyor, aksine evrenin sırlarını anlatıyor. Mesela, embriyolojiden bahsediyor, o dönemde bilinmeyen detaylarla. Bir insan, böyle bir şeyi nasıl uydurabilir?”
Emre, kulaklıklarını tamamen bırakıp tartışmaya dahil oldu. “Bir saniye,” dedi, heyecanla. “Embriyoloji meselesi ilginç. Geçen derste okudum, Kur’an’da embriyonun gelişim aşamaları var, modern bilimle uyumlu. O dönemde böyle bir bilgi nasıl bilinebilir? Bu, gerçekten düşündürücü.”
Hasan, Emre’nin sözlerinden etkilenmiş gibi göründü, ama hemen toparlandı. “Tamam, belki bilimle uyumlu,” dedi, sesinde bir inat. “Ama bu, ilahi olduğunu kanıtlamaz. Belki o dönemin bilginleri, gözlem yapmış, yazmış. İnsan zekâsına biraz güvenelim!”
Ahmet, derin bir nefes aldı. Trenin camından dışarı baktı; ay ışığı, bir tarlanın üzerine gümüş bir örtü gibi serilmişti. “Hasan, insan zekâsına güveniyorum,” dedi. “Ama bir insanın, böyle bir kitabı yazması için, sadece zeki olması yetmez. O insan, bütün çağlara hitap etmeli, her kalbe dokunmalı, hiçbir çelişki taşımamalı. Kur’an, böyle bir hazine. Onun sahibi, Allah’tır. Sen, bu hazinenin insan elinde olduğunu ispat edebilir misin?”
Hasan, bir an sessiz kaldı. Fatma Teyze’nin radyosundan yükselen tilavet, kompartımanı doldurdu. Ayetler, sanki Ahmet’in sözlerini onaylar gibi yankılanıyordu. Emre, çantasından bir not defteri çıkardı ve bir şeyler karalamaya başladı. “Bu tartışma, tezime konu olabilir,” dedi, gülerek. “Bilim ve din arasında bir köprü arıyorum. Siz ikiniz, iyi bir başlangıç oldunuz.”
Hasan, gülümsedi, ama içinde bir çatışma vardı. “Peki, Ahmet,” dedi, sesinde bir kararlılık. “Bu yolculuk uzun. Bakalım, beni ikna edebilecek misin. Ama şunu bil, ben kolay pes etmem.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, pes etmeni istemiyorum,” dedi. “Sadece hakikati görmeni istiyorum. Bu tren, Konya’ya gider, ama belki kalplerimiz de bir yere varır.”
Tren, bir istasyonda yavaşladı. Dışarıda, bir minareden sahur vakti için davul sesleri yükseliyordu. Fatma Teyze, dua etmeye devam etti. Emre, not defterine bir şeyler yazarken, Ahmet, Kur’an’ı yeniden eline aldı. Yolculuk, hem fiziksel hem manevi, tüm hızıyla devam ediyordu.
Bölüm 3: İnsan Üslubu
Tren, Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarında ilerlerken, şafak ufukta ince bir çizgi gibi belirdi. Gökyüzü, koyu maviden turuncuya geçiş yaparken, kompartımanın penceresinden süzülen ilk ışıklar, Ahmet’in yüzüne yumuşak bir sıcaklık düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, sahur vakti minarelerden yükselen ezanlarla daha da yoğunlaşmıştı. Ahmet, elindeki Kur’an’ı okurken, ayetlerin ritmi, trenin tıkırtılarıyla uyum içindeydi. Hasan, koltuğuna yaslanmış, arkadaşının bu sakin ritüeline bakıyordu. İlk iki tartışma, zihninde bir fırtına gibi esmişti, ama o, şüphelerini bırakmaya henüz hazır değildi.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, radyosunu kapatmış, bir dua kitabından sessizce okuyordu. Tespihi, parmakları arasında usulca dönüyordu. Emre, fizik öğrencisi, çantasından çıkardığı not defterine bir şeyler karalarken, ara sıra Ahmet ve Hasan’ın konuşmalarına kulak kabartıyordu. Kompartımanın havası, hem sakin hem de bir sonraki tartışmanın gerilimiyle yüklüydü.
Hasan, sonunda sessizliği bozdu. Telefonunu koltuğun yanına bırakıp doğruldu, sesinde dostça bir alay vardı. “Ahmet, bak, senin hazine metaforu etkileyiciydi, tamam,” dedi, gülümseyerek. “Ama başka bir açıdan bakalım. Kur’an’ı okuyorsun, değil mi? Dikkat ettim, üslubu çok… nasıl diyeyim, insan konuşmasına benziyor. Hikâyeler, kıssalar, nasihatler… Eğer bu Allah’ın kelamıysa, neden bu kadar sıradan bir dille yazılmış? Daha mucizevi, daha olağanüstü bir tarzı olmaz mıydı?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir an için yankılandı. Kur’an’ın üslubu… Evet, ayetler insan dilindeydi, ama bu basitlik değil, bir derinlikti. Gözleri, pencereden dışarı kaydı; şafak, tarlaların üzerine altın bir örtü gibi seriliyordu. “Hasan, üslup meselesi önemli,” dedi, sesi dingin ama kendinden emin. “Ama Kur’an’ın insan dilinde olması, onun eksikliği değil, hikmeti. İnsanlara hitap etmek için onların dilini kullanmalı. Eğer göklerden inen bir şiir gibi, anlaşılmaz olsaydı, bize nasıl rehber olurdu?”
Hasan, kaşlarını kaldırdı. “İyi de, Ahmet,” dedi, biraz daha bastırarak, “Allah’ın kelamı dedin ya, o zaman neden insan yazılarından farklı değil? Mesela, destanlar, mitolojiler de insan dilinde, ama etkileyici. Kur’an, neden onların üstünde olsun? Eğer ilahi bir şeyse, kulağımıza gök gürültüsü gibi gelmeli, değil mi?”
Kompartımanda bir hareketlenme oldu. Fatma Teyze, dua kitabını kenara bırakıp bir tesbih duası mırıldanmaya başladı. Sesi, hafif ama içten, ayetlerin yankısı gibi kompartımanı doldurdu. Ahmet, bu sese kulak kabarttı; Fatma Teyze’nin duası, sanki Hasan’ın sorusuna bir cevap gibiydi. “Hasan, bir an düşün,” dedi, gözleri arkadaşına sabitlenmiş. “Peygamberimiz, mucizeleri dışında, insan gibi yaşadı. Üşüdü, acı çekti, bizim gibi yemek yedi, bizim gibi yürüdü. Neden? Çünkü bize örnek olsun diye. Eğer her an mucizevi olsaydı, ona bakıp ‘Biz de böyle olabiliriz’ diyemezdik. Kur’an da öyle. İnsan dilinde ki, biz ondan dua öğrenelim, onunla yaşayalım.”
Fatma Teyze, duayı bitirip söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “ben gençken köyde bir hoca vardı. Derdi ki, ‘Kur’an, bir anne gibidir. Sana senin dilinde konuşur, seni anlar.’ Ben bu kitabı okuyunca, sanki Rabbimle dertleşiyorum. Bu, insan sözü olsa, bu kadar içime işler miydi?”
Hasan, Fatma Teyze’ye nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, duygusal olarak haklısın,” dedi. “Ama duygular yanıltabilir. Ahmet, senin dediğin mantıklı, ama bir sorun var. Eğer Kur’an insan dilindeyse, o zaman insan yazmış olabilir. Neden illa ilahi bir şey olsun?”
Emre, not defterini bırakıp tartışmaya dahil oldu. “Bir saniye,” dedi, gözlüklerini düzelterek. “Fizikte iletişim diye bir şey var. Mesela, bir sinyal göndereceksin, alıcının anlayacağı frekansta olmalı. Kur’an’ın insan dilinde olması, sanki evrenin Yaratıcısı’nın bize bizim frekansımızda konuşması gibi. Bu, bir eksiklik değil, bir ustalık.”
Ahmet, Emre’nin benzetmesine gülümsedi. “Tam olarak bu, Emre,” dedi. “Hasan, düşün, Kur’an’ın amacı bize ulaşmak. Eğer Hz. Musa’nın Tur-i Sina’da işittiği gibi, göklerin diliyle konuşsaydı, ona dayanamazdık. Hz. Musa bile birkaç kelama zor tahammül etti. ‘Senin kelamın böyle mi?’ dedi. Allah, ‘Ben bütün dillerin gücüne sahibim’ buyurdu. Kur’an, bizim dilimizde ki, biz onunla dua edelim, onunla yaşayalım, onunla hakikati bulalım.”
Hasan, bir an sessiz kaldı. Trenin penceresinden şafak ışıkları süzülüyordu; bir caminin minaresi, ufukta zarif bir siluet gibi yükseliyordu. “Peki, Ahmet,” dedi, sesinde bir meydan okuma. “Bu üslup meselesini anladım, diyelim. Ama başka bir şey soracağım. İnsanlar, din adına başka şeyler de yazmış. Mesela, kutsal kabul edilen başka kitaplar var. Bir insan, Kur’an gibi bir şey uyduramaz mı?”
Ahmet, derin bir nefes aldı. Hasan’ın sorusu, tartışmayı yeni bir boyuta taşıyordu. “Hasan, bu önemli bir soru,” dedi. “Ama bir insanın Kur’an gibi bir şey yazması, sadece üslup meselesi değil, imkânsızlık meselesi. İleride buna da gelelim. Ama şunu söyleyeyim: Kur’an, sadece bir kitap değil, bir rehber, bir kanun, bir ahlak. İnsanlar, ona bakıp hayatlarını düzeltiyor. Bir insan, böyle bir etkiyi nasıl yaratabilir?”
Fatma Teyze, tekrar söze karıştı. “Evladım,” dedi, gözleri Hasan’da, “benim torunum var, küçükken yaramazdı. Bir gün ona Kur’an’dan bir kıssa okudum, Hz. Yusuf’un hikâyesini. O gece rüyasında Yusuf’u gördü, dedi ki, ‘Büyüyünce iyi bir insan olacağım.’ Bir insan, böyle bir hikâye yazsa, bu kadar kalbe dokunur mu?”
Emre, not defterine bir şeyler karalarken mırıldandı. “Bu, psikolojik bir etki de olabilir,” dedi, düşünceli bir şekilde. “Ama şu ilginç: Kur’an’ın üslubu, hem basit hem derin. Bilimsel makaleler yazıyorum, ama hiçbir makale, bu kadar geniş bir kitleye, bu kadar farklı duygularla hitap edemez. Bu, sanki… evrensel bir dil.”
Hasan, Emre’nin sözlerinden etkilenmiş gibi göründü, ama hemen toparlandı. “Tamam, evrensel bir dil, diyelim,” dedi. “Ama bu, ilahi olduğunu kanıtlamaz. Belki çok yetkin bir şair, bir filozof yazmıştır. İnsan zekâsına biraz daha güvenelim!”
Ahmet, gülümsedi. “Hasan, insan zekâsına güveniyorum,” dedi. “Ama Kur’an, sadece zekâyla açıklanamaz. Onun üslubu, insan dilinde, ama insan üstü bir derinlikte. Mesela, bir ayet oku, kalbine dokunur. Başka bir ayet oku, aklını uyandırır. Bu, bir insanın yapabileceği bir şey değil.”
Tren, bir kasabanın yakınından geçerken yavaşladı. Dışarıda, sahur için ışıklar yanıyordu; bir davulcu, sokaklarda ritmik sesler çıkarıyordu. Fatma Teyze, dua kitabını yeniden eline aldı. Emre, not defterine bir şeyler yazarken, Ahmet, Kur’an’ı tekrar açtı. Hasan, pencereden dışarı bakıyordu; şafak, gökyüzünü bir umut ışığıyla dolduruyordu. “Bu yolculuk uzun, Ahmet,” dedi, sesinde bir kararlılık. “Bakalım, beni ikna edebilecek misin.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, bu tren Konya’ya gider,” dedi. “Ama belki kalplerimiz, hakikate varır.”
Kompartımanın camında, şafak ışıkları dans ediyordu. Kur’an’ın melodisi, Fatma Teyze’nin duasıyla birleşti. Yolculuk, hem fiziksel hem manevi, tüm hızıyla devam ediyordu.
Bölüm 4: Taklit İmkânsızlığı
Tren, Anadolu’nun sabah ışıklarıyla yıkanmış tarlalarından geçerken, güneş ufukta altın bir disk gibi yükseliyordu. Kompartımanın penceresinden süzülen ışık, Ahmet’in elindeki Kur’an’ın sayfalarına sıcak bir parıltı düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, trenin ritmik hareketiyle birleşmiş, sanki her vagon bir dua zincirinin halkası gibi ilerliyordu. Ahmet, ayetleri okurken, kalbi Kur’an’ın melodisiyle doluydu. Hasan, koltuğuna yaslanmış, arkadaşının bu sakin ritüeline bakıyordu. Önceki tartışmalar, zihninde bir çentik açmıştı, ama şüpheleri hâlâ canlıydı, bir ateş gibi sönmeyi reddediyordu.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, tespihini çekerek usulca dua ediyordu. Radyosu kapalıydı, ama dudaklarında bir ayet mırıldanıyordu. Emre, fizik öğrencisi, not defterine karaladığı denklemleri bırakmış, Ahmet ve Hasan’ın konuşmalarına kulak kabartıyordu. Kompartımanın havası, sabahın ferahlığıyla doluyken, yeni bir tartışmanın kıvılcımları havada hissediliyordu.
Hasan, sonunda sessizliği bozdu. Telefonunu koltuğun yanına bırakıp doğruldu, sesinde dostça bir meydan okuma vardı. “Ahmet, bak, üslup meselesini konuştuk, tamam,” dedi, gülümseyerek. “Ama başka bir şey soracağım. Tarihte insanlar din adına bir sürü şey yazmış. Kutsal kitaplar, destanlar, felsefeler… Bir insan, Kur’an gibi bir şey uyduramaz mı? Çok zeki bir şair, bir filozof, mesela? Neden imkânsız olsun?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir an için yankılandı. Bir insanın Kur’an’ı taklit etmesi… Bu, sadece bir zekâ meselesi değil, imkânsızlık meselesiydi. Gözleri, pencereden dışarı kaydı; güneş, tarlaların üzerine altın bir halı gibi serilmişti. “Hasan, bu çok önemli bir soru,” dedi, sesi sakin ama kararlı. “Ama bir insanın Kur’an gibi bir şey yazması, bir sineğin tavus kuşu gibi görünmesi kadar imkânsız. Kur’an, sadece bir kitap değil, bir mucize. Onun etkisini, derinliğini, evrenselliğini taklit etmek, insan gücünün ötesinde.”
Hasan, kaşlarını çattı. “Sinekle tavus kuşu mu?” dedi, hafif alaycı bir gülümsemeyle. “Poetik konuşuyorsun, ama somut bir şey söyle. Neden imkânsız olsun? Mesela, bir dâhi, oturup böyle bir kitap yazamaz mı? İnsanlar zaten destanlar yazmış, neden Kur’an farklı olsun?”
Kompartımanın kapısı gıcırdayarak açıldı. Orta yaşlı bir adam, elinde bir gazete, içeri girdi. Adı Mehmet’ti, bir esnaf. Ahmet, Hasan ve Emre’ye nazikçe selam verdi, sonra koltuğuna yerleşti. Gazetesini açtı, ama göz ucuyla tartışmayı takip ediyordu. Bir an, dayanamayıp söze karıştı. “Pardon, gençler,” dedi, gülerek. “Konuşmanızı duydum. Sahtekârlık dediniz ya, geçen hafta bir dolandırıcıyla başım beladaydı. Adam, sahte bir altın satmaya çalıştı. İlk bakışta gerçek sandım, ama kuyumcu hemen anladı. Sahte şey, ne kadar parlarsa parlasın, yakından bakınca kendini ele verir.”
Ahmet, Mehmet’in sözlerinden ilham aldı. “Aynen öyle, Mehmet Abi,” dedi, Hasan’a dönerek. “Kur’an’ı taklit etmek, sahte bir altın yapmak gibi. Belki uzaktan parlak görünür, ama yakından bakınca sahteliği ortaya çıkar. Kur’an, bin dört yüz yıldır en büyük âlimlerden sıradan insanlara kadar herkesin incelemesine açık. Hiçbir sahtelik izi bulamazsın. Çünkü o, gerçek bir hazine.”
Fatma Teyze, tespihini bırakıp söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “benim köyde bir hoca vardı. Derdi ki, ‘Kur’an, bir bahar gibidir. Her dalında başka bir çiçek açar.’ Ben bu kitabı okuyunca, kalbim açılır. Bir insan, böyle bir baharı uydurabilir mi?”
Hasan, Fatma Teyze’ye nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, duygusal olarak haklısın,” dedi. “Ama Ahmet, senin dediğin taklit imkânsızlığı meselesi… Somut bir örnek ver. Neden bir dâhi, Kur’an gibi bir şey yazamasın? Mesela, Shakespeare yazmış olsaydı, o da etkileyici olmaz mıydı?”
Emre, not defterini bırakıp tartışmaya dahil oldu. “Bir saniye,” dedi, gözlüklerini düzelterek. “Fizikte bir şey var, entropi. Evrende düzen yaratmak çok zor. Kur’an’ın düzeni, sadece edebi değil, matematiksel bir uyum bile içeriyor. Geçen okudum, ayetlerin uzunlukları, kelime tekrarları, sanki bir kod gibi. Bir insan, bu kadar karmaşık bir düzeni, o dönemde, nasıl tasarlar?”
Ahmet, Emre’nin benzetmesine gülümsedi. “Tam olarak bu, Emre,” dedi. “Hasan, düşün, bir insan Kur’an’ı taklit etmek istese, sadece güzel sözler yazması yetmez. O sözler, her çağda, her insana hitap etmeli. Çöldeki bir bedeviden modern bir bilim insanına kadar herkesi etkilemeli. Shakespeare, evet, büyük bir yazar. Ama onun eserleri, bir kültürün, bir dönemin ürünü. Kur’an, zaman ve mekân üstü. Bir yıldız böceği, bir gece parlar. Ama Kur’an, bin dört yüz yıldır bir yıldız gibi parlıyor.”
Mehmet, gazetesini indirip tekrar söze karıştı. “Gençler, size bir şey anlatayım,” dedi, sesinde bir hayat tecrübesi. “Bizim pazarda bir adam vardı, sahte bir saatçi. Marka saatlerin kopyasını yapardı. Uzaktan bakınca kimse anlamazdı. Ama bir süre sonra, saatin mekanizması bozulur, renkleri solardı. Sahte şey, ne kadar iyi taklit edilirse edilsin, dayanmaz. Kur’an dediniz ya, o bence öyle bir şey ki, asırlardır bozulmamış, solmamış.”
Hasan, Mehmet’in hikâyesinden etkilenmiş gibi göründü, ama hemen toparlandı. “Tamam, Mehmet Abi, güzel örnek,” dedi. “Ama Ahmet, senin yıldız-yıldız böceği meselesi… Hâlâ somut bir şey istiyorum. Mesela, Kur’an’ın hangi özelliği, bir insanın yazamayacağı kadar eşsiz?”
Ahmet, derin bir nefes aldı. Trenin penceresinden dışarı baktı; bir nehir, sabah ışığında gümüş gibi parlıyordu. “Hasan, bir örnek vereyim,” dedi. “Kur’an, sadece edebi bir metin değil. Aynı anda bir ahlak rehberi, bir hukuk sistemi, bir bilim ilhamı, bir manevi sığınak. Mesela, bir ayet, barıştan bahseder, ama aynı ayet, bir matematiksel uyum taşır. Başka bir ayet, evrenin genişlediğini ima eder, modern bilimle uyumludur. Bir insan, böyle bir çok katmanlı metni, o dönemde, nasıl yazsın? Ve bu metin, asırlarca hiçbir çelişki olmadan kalsın?”
Emre, heyecanla söze karıştı. “Evet, bu doğru!” dedi. “Geçen bir makale okudum, Kur’an’da ‘göklerin genişlemesi’ diye bir ayet var. Big Bang teorisinden bahsediyor gibi. O dönemde kimse böyle bir şeyi bilemezdi. Bu, sanki… evrenin tasarımcısının imzası.”
Hasan, bir an sessiz kaldı. Fatma Teyze’nin mırıldandığı dua, kompartımanı doldurdu. Ayetler, sanki Ahmet’in sözlerini tamamlar gibi yankılanıyordu. “Peki, Ahmet,” dedi, sesinde bir yorgunluk ama hâlâ bir meydan okuma. “Diyelim ki taklit zor. Ama imkânsız olduğunu nasıl kanıtlarsın? Belki bir gün biri, böyle bir şey yazar?”
Ahmet, gülümsedi. “Hasan, Kur’an bir meydan okuma zaten,” dedi. “Ayetlerinde diyor ki, ‘Eğer kul sözüyse, siz de benzerini getirin.’ Bin dört yüz yıl geçti, kimse getiremedi. Bir dâhi, bir şair, bir filozof… Hiçbiri. Çünkü Kur’an, insan üstü bir mucize.”
Tren, bir tünelden geçerken karanlığa gömüldü. Ama birkaç saniye sonra, güneş ışığı yeniden kompartımanı doldurdu. Fatma Teyze, dua kitabını eline aldı. Emre, not defterine bir şeyler yazarken mırıldandı. “Bu tartışma, bir bilimsel makaleden daha ilginç,” dedi, gülerek. Hasan, pencereden dışarı bakıyordu; nehrin parıltısı, gözlerinde bir an için bir ışık gibi yansıdı. “Bu yolculuk uzun, Ahmet,” dedi, sesinde bir kararlılık. “Bakalım, beni ikna edebilecek misin.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, hakikat bir yıldız gibidir,” dedi. “Uzaktan küçük görünür, ama yaklaştıkça büyür. Bu tren, belki bizi o yıldıza götürür.”
Kompartımanın camında, sabah ışıkları dans ediyordu. Kur’an’ın melodisi, Fatma Teyze’nin duasıyla birleşti. Yolculuk, hem fiziksel hem manevi, tüm hızıyla devam ediyordu.
Bölüm 5: Uzaktan Bakış
Tren, Anadolu’nun altın sarısı tarlalarından geçerken, güneş gökyüzünde tam tepeye yükselmişti. Kompartımanın penceresinden süzülen öğle ışıkları, Ahmet’in elindeki Kur’an’ın sayfalarına canlı bir parlaklık düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, trenin ritmik tıkırtılarıyla birleşmiş, sanki her vagon bir tefekkür yolculuğunun parçası gibi ilerliyordu. Ahmet, ayetleri okurken, kalbi Kur’an’ın huzuruyla doluydu. Hasan, koltuğuna yaslanmış, arkadaşının bu sakin ritüeline bakıyordu. Önceki tartışmalar, zihninde bir yankı bırakmıştı, ama şüpheleri hâlâ diriydi, bir rüzgâr gibi esip duruyordu.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, tespihini çekerek usulca dua ediyordu. Mehmet, esnaf, gazetesini katlamış, pencereden dışarı bakıyordu. Emre, fizik öğrencisi, not defterine yazdığı denklemleri bir kenara bırakmış, Ahmet ve Hasan’ın konuşmalarına kulak kabartıyordu. Kompartımanın havası, öğlenin sıcaklığıyla doluyken, yeni bir tartışmanın heyecanı havada hissediliyordu.
Hasan, sonunda sessizliği bozdu. Telefonunu koltuğun yanına bırakıp doğruldu, sesinde dostça bir meydan okuma vardı. “Ahmet, bak, taklit meselesini konuştuk, tamam,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Ama başka bir açıdan bakalım. Dünyada bir sürü insan Kur’an’ı inkâr ediyor. Ünlü âlimler, filozoflar, bilim insanları… Eğer bu kadar insan, onun ilahi olmadığını düşünüyorsa, bu mümkün değil mi? Belki de haklılar?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir an için yankılandı. İnkâr… Bu, sadece bir fikir değil, bir tuzaktı. Gözleri, pencereden dışarı kaydı; bir göl, güneş ışığında ayna gibi parlıyordu. “Hasan, bu önemli bir nokta,” dedi, sesi sakin ama kendinden emin. “Ama inkâr, hakikati değiştirmez. Çoğu zaman, insanlar uzaktan bakar, yüzeysel bakar. Bir şeyin yokluğunu kabul etmek, onunla yüzleşmek değil, göz yummaktır. Kur’an’ı inkâr edenler, ona yakından bakmıyor, sadece gölgelerine bakıyor.”
Hasan, kaşlarını çattı. “Uzaktan bakış mı?” dedi, biraz alaycı bir tonla. “Ahmet, bu çok soyut. Somut bir şey söyle. Eğer bu kadar insan yanılıyorsa, neden? Mesela, Avrupa’daki filozoflar, Asya’daki düşünürler… Hepsi mi yanlış görüyor?”
Kompartımanda bir hareketlenme oldu. Mehmet, pencereden gözlerini ayırıp söze karıştı. “Gençler, size bir şey anlatayım,” dedi, gülerek. “Geçen yıl pazarda bir adam, sahte bir halı satıyordu. Uzaktan bakınca, ipek gibi parlıyordu. Herkes ‘Vay, ne güzel!’ diyordu. Ama yakından bakınca, iplikler dökülüyordu. İnsanlar, aceleyle karar verir, uzaktan bakar. Hakikati görmek için yakına gelmek lazım.”
Ahmet, Mehmet’in hikâyesinden ilham aldı. “Aynen öyle, Mehmet Abi,” dedi, Hasan’a dönerek. “Kur’an’a inkâr edenler, uzaktan bakıyor. Mesela, bir hikâye vardır: Yaşlı bir adam, Ramazan’da hilali görmek için gökyüzüne bakmış. Gözüne bir kıl düşmüş, o kılı ay sanmış. ‘Ayı gördüm!’ demiş. Ama bu, ayın kıl olduğu anlamına gelmez. İnkâr, böyle bir şey. Yüzeysel bir bakış, hakikati göremez.”
Fatma Teyze, tespihini bırakıp söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “ben gençken köyde bir komşumuz vardı. Kur’an’ı okumazdı, ‘Bana ne!’ derdi. Ama bir gün, oğlu hastalandı. Ona bir ayet okudum, dua ettim. O adam, o gece Kur’an’ı eline aldı. Dedi ki, ‘Ben uzaktan bakıyormuşum.’ Yakına gelince, hakikati gördü.”
Hasan, Fatma Teyze’ye nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, bu duygusal bir hikâye,” dedi. “Ama Ahmet, senin dediğin ‘uzaktan bakış’ meselesi… Peki, bu filozoflar, âlimler, neden yakına gelmiyor? Akıllı insanlar, niye inkâr ediyor?”
Emre, not defterini bırakıp tartışmaya dahil oldu. “Bir saniye,” dedi, gözlüklerini düzelterek. “Fizikte bir şey var, gözlemci etkisi. Bir fenomeni nasıl gözlemlersen, öyle sonuç alırsın. Eğer önyargıyla bakarsan, hakikati göremezsin. Mesela, kuantum mekaniğinde, bir parçacığın durumunu yanlış ölçersen, yanlış sonuç alırsın. Belki bu filozoflar, Kur’an’a önyargıyla bakıyor?”
Ahmet, Emre’nin benzetmesine gülümsedi. “Tam olarak bu, Emre,” dedi. “Hasan, inkâr, bir şeyi kabul etmemek değil, onun yokluğunu iddia etmektir. Bu, aklın devreye girmesi demek. Ama çoğu zaman, inkâr edenler, aklı değil, önyargıyı kullanıyor. Gaflet, inat, alışkanlık… Bunlar, gözü kör eden perdeler. Kur’an’a yakından baksalar, onun ışığını görürler.”
Mehmet, tekrar söze karıştı. “Bakın, gençler,” dedi, sesinde bir hayat tecrübesi. “Pazarda bir müşterim vardı, her şeye şüpheyle bakardı. Bir gün, ona en iyi zeytini verdim. ‘Bu sahte!’ dedi. Tadına bakmasını söyledim. Baktı, tattı, ‘Hakikaten iyiymiş!’ dedi. Şüphe, kötü değil, ama hakikati bulmak için yakına gelmek lazım.”
Hasan, Mehmet’in hikâyesinden etkilenmiş gibi göründü, ama hemen toparlandı. “Tamam, Mehmet Abi, yakına bakmak diyorsun,” dedi. “Ama Ahmet, senin ‘kıl ve ay’ hikâyen… Bu, herkesin yanılabileceği anlamına mı geliyor? Peki, sen neden bu kadar eminsin? Belki sen de bir şeye körü körüne inanıyorsun?”
Ahmet, derin bir nefes aldı. Trenin penceresinden dışarı baktı; gölün yansıması, güneş ışığında bir tablo gibi parlıyordu. “Hasan, eminim, çünkü Kur’an’a yakından baktım,” dedi. “Onun ayetlerini okudum, etkisini gördüm. Mesela, bir ayet, kalbi sakinleştirir. Başka bir ayet, evrenin sırlarını açar. Bir insan, böyle bir etkiyi nasıl uydurabilir? Ve bu insanlar, inkâr ederken, neye dayanıyor? Somut bir delil sunuyorlar mı? Hayır, sadece uzaktan bakıyorlar.”
Emre, heyecanla söze karıştı. “Evet, bu mantıklı,” dedi. “Bilimde de böyle. Bir teoriyi çürütmek için delil gerekir. Mesela, Einstein’ın görelilik teorisini inkâr edenler var, ama delil sunamıyorlar. Kur’an’ı inkâr edenler, onun ilahi olmadığını kanıtlayacak bir delil sunuyor mu? Bence hayır.”
Fatma Teyze, dua kitabını eline alıp mırıldandı. “Rabbim, kalplerimizi hakikate aç,” dedi, sessizce. Onun duası, kompartımanı bir huzur bulutu gibi sarıyordu. Hasan, bir an sessiz kaldı. Gölün yansıması, gözlerinde bir ışık gibi parladı. “Peki, Ahmet,” dedi, sesinde bir yorgunluk ama hâlâ bir meydan okuma. “Bu inkâr meselesini anladım, diyelim. Ama son bir şey soracağım. Kur’an, ya ilahi ya insan sözü, diyorsun. Bu kadar kesin nasıl karar verebiliriz?”
Ahmet, gülümsedi. “Hasan, bu sorunun cevabı, yolculuğumuzun sonuna doğru gelecek,” dedi. “Ama şunu söyleyeyim: Hakikat, bir göl gibi berraktır. Uzaktan bakarsan, sadece yansımayı görürsün. Yakına gelirsen, derinliğini fark edersin.”
Tren, bir kasabanın yakınından geçerken yavaşladı. Dışarıda, öğle ezanı minarelerden yükseliyordu. Fatma Teyze, dua kitabını açtı. Emre, not defterine bir şeyler yazarken mırıldandı. “Bu tartışma, bir tezden daha değerli,” dedi, gülerek. Mehmet, gazetesini yeniden eline aldı, ama göz ucuyla gülümsüyordu. Hasan, pencereden dışarı bakıyordu; gölün parıltısı, zihninde bir soru gibi dalgalanıyordu. “Bu yolculuk uzun, Ahmet,” dedi, sesinde bir kararlılık. “Bakalım, beni ikna edebilecek misin.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, hakikat bir yolculuktur,” dedi. “Bu tren, belki bizi o yolculuğun kalbine götürür.”
Kompartımanın camında, öğle ışıkları dans ediyordu. Kur’an’ın melodisi, Fatma Teyze’nin duasıyla birleşti. Yolculuk, hem fiziksel hem manevi, tüm hızıyla devam ediyordu.
Bölüm 6: İki Şık
Tren, Anadolu’nun akşam gölgelerine bürünmüş ovalarından geçerken, güneş ufukta kızıla boyanmış bir veda sahnesi sergiliyordu. Kompartımanın penceresinden süzülen son ışıklar, Ahmet’in elindeki Kur’an’ın sayfalarına yumuşak bir parıltı düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, iftar vaktinin yaklaşmasıyla yoğunlaşmış, trenin ritmik tıkırtıları bir dua ritmi gibi yankılanıyordu. Ahmet, ayetleri okurken, kalbi Kur’an’ın sükûnetiyle doluydu. Hasan, koltuğuna yaslanmış, arkadaşının bu sakin ritüeline bakıyordu. Önceki tartışmalar, zihninde bir fırtına gibi esmiş, ama şüpheleri hâlâ bir gölge gibi peşindeydi.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, iftar için küçük bir sofra hazırlıyordu. Birkaç hurma, bir şişe su ve bir parça pide, mütevazı ama bereketliydi. Mehmet, esnaf, gazetesini bırakmış, pencereden akşam manzarasını izliyordu. Emre, fizik öğrencisi, not defterini bir kenara koymuş, Ahmet ve Hasan’ın konuşmalarına kulak kabartıyordu. Kompartımanın havası, iftar vaktinin huzuruyla doluyken, yeni bir tartışmanın ateşi havada hissediliyordu.
Hasan, sonunda sessizliği bozdu. Telefonunu koltuğun yanına bırakıp doğruldu, sesinde dostça ama yorgun bir meydan okuma vardı. “Ahmet, bak, uzaktan bakış meselesini konuştuk, tamam,” dedi, hafif bir iç çekişle. “Ama son bir şey soracağım. Diyorsun ki, Kur’an ya ilahi ya insan sözü. Peki, bu kadar kesin nasıl karar verebiliriz? Belki ikisi de değil? Ya da belki bir gri alan var? Neden bu kadar siyah-beyaz?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sorusu, zihninde bir yankı uyandırdı. Bu, tartışmanın doruk noktasıydı; hakikatin keskin bir bıçak gibi parladığı an. Gözleri, pencereden dışarı kaydı; akşam gökyüzü, yıldızlarla dolmaya başlamıştı. “Hasan, bu soru, her şeyi netleştirir,” dedi, sesi sakin ama güçlü. “Kur’an için sadece iki şık var: Ya Allah’ın kelamıdır ya da bir insanın uydurması. Üçüncü bir yol yok. Ve ikinci şık, mantıken imkânsız. Çünkü eğer insan sözüyse, o insan ya sahtekâr olmalı ya da dâhi. Ama hiçbir sahtekâr, böyle bir etkiyi yaratamaz. Hiçbir dâhi, bu derinliği tasarlayamaz.”
Hasan, kaşlarını çattı. “Sahtekâr mı?” dedi, biraz alaycı bir tonla. “Ahmet, bu çok ağır bir itham. Belki biri, iyi niyetle, ilhamla yazmıştır? Neden illa sahtekârlık olsun? Ve neden kesin karar verelim?”
Kompartımanda bir hareketlenme oldu. Fatma Teyze, iftar sofrasını hazırlarken, hurmaları küçük bir tabağa dizdi. Ezan sesi, trenin geçtiği bir kasabanın minaresinden yükseliyordu. Mehmet, pencereden gözlerini ayırıp söze karıştı. “Gençler, size bir şey anlatayım,” dedi, gülerek. “Pazarda bir adam vardı, sahte bir tüccar. Herkese ‘Bu mal en iyisi!’ derdi. Ama malı alınca, bir hafta içinde bozulurdu. İnsanlar önce inandı, ama sonra anladılar. Sahtekâr, ne kadar iyi konuşursa konuşsun, uzun süre saklanamaz.”
Ahmet, Mehmet’in hikâyesinden ilham aldı. “Aynen öyle, Mehmet Abi,” dedi, Hasan’a dönerek. “Hasan, düşün, eğer Kur’an bir insanın uydurmasıysa, o insan, tarihin en büyük sahtekârı olmalı. Çünkü bin dört yüz yıl boyunca milyonlarca insanı, âlimleri, filozofları, sıradan insanları kandırmış olmalı. Ama böyle bir sahtekârlık, yakından bakınca ortaya çıkar. Kur’an’a bak, hiçbir çelişki yok, hiçbir yalan yok. Bu, insan işi olabilir mi?”
Fatma Teyze, hurmaları tabağa dizerken söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “benim köyde bir hoca vardı. Derdi ki, ‘Kur’an, bir ayna gibidir. Kalbini gösterir.’ Ben bu kitabı okuyunca, sanki Rabbimle konuşuyorum. Bir insan, böyle bir aynayı nasıl yapar? Hâşâ, kimse Allah’a yalan isnat edemez.”
Hasan, Fatma Teyze’ye nazikçe gülümsedi, ama içinde bir huzursuzluk vardı. “Fatma Teyze, duygusal olarak haklısın,” dedi. “Ama Ahmet, senin ‘iki şık’ meselen… Peki, Hz. Muhammed meselesi? Diyelim ki o, bu kitabı yazdı. Çok zeki, çok ahlaklı bir insan olabilir. Neden ilahi bir şey olsun?”
Emre, not defterini bırakıp tartışmaya dahil oldu. “Bir saniye,” dedi, gözlüklerini düzelterek. “Fizikte bir prensip var, Occam’ın usturası. En basit açıklama, genellikle doğrudur. Eğer Hz. Muhammed, Kur’an’ı yazdıysa, o zaman onun, tarihin en büyük entelektüel, edebi, ahlaki ve manevi dehası olması lazım. Ama aynı zamanda, bu deha, kendi adına hiçbir şey istememiş, mütevazı bir hayat yaşamış. Bu, mantıken çok karmaşık bir senaryo. Daha basit açıklama: Kur’an, ilahi bir kaynaktan.”
Ahmet, Emre’nin benzetmesine gülümsedi. “Tam olarak bu, Emre,” dedi. “Hasan, düşün, Hz. Muhammed için de iki şık var: Ya Allah’ın Resulü’dür, âlemlere rahmet bir peygamberdir ya da –hâşâ– bir sahtekârdır. Ama kimse, onun sahtekâr olduğunu söyleyemez. Onun ahlakı, doğruluğu, insanlığı, herkesçe bilinir. Düşmanları bile ona ‘Emin’ derdi. Bir sahtekâr, böyle bir hayat yaşayabilir mi? Bin dört yüz yıl boyunca, onun yalancı olduğunu kimse savunmadı. Öyleyse, o, Resulullah’tır. Ve Kur’an, Allah’ın kelamıdır.”
Ezan sesi, kompartımanı doldurdu. Fatma Teyze, iftar için duasını etti ve hurmayı ağzına attı. Mehmet, küçük bir su şişesinden bir yudum aldı. Emre, not defterine bir şeyler karalarken mırıldandı. “Bu, bir mantık deneyi gibi,” dedi, gülerek. “Kur’an’ın ilahi olduğunu kabul etmek, verilere en uygun hipotez.”
Hasan, bir an sessiz kaldı. İftar sofrasından bir hurma aldı, ama yemeden elinde tuttu. Pencereden dışarı baktı; akşam gökyüzü, yıldızlarla doluydu. “Ahmet, bu iki şık meselesi… Mantıklı, ama ağır,” dedi, sesinde bir yorgunluk. “Beni köşeye sıkıştırdın, ama hâlâ tam ikna olmadım. Belki yolculuğun sonunda bir şey değişir.”
Ahmet, gülümsedi. “Hasan, hakikat bir yıldız gibidir,” dedi. “Yaklaştıkça parlar. Bu tren, Konya’ya gider, ama belki kalplerimiz de hakikate varır.”
Fatma Teyze, duasını bitirdi ve söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “Rabbim, kalbine bir nur versin. Kur’an’ı oku, o sana konuşur.” Mehmet, gülerek ekledi. “Pazarda derler ki, iyi mal kendini satar. Kur’an da öyle, bakmasını bilene.”
Tren, bir kasabanın yakınından geçerken yavaşladı. İftar vakti, kompartımanı bir huzur bulutu gibi sarmıştı. Emre, not defterine bir şeyler yazarken gülümsedi. Hasan, hurmayı yavaşça yedi; yıldızlar, gözlerinde bir an için parladı. “Bu yolculuk uzun, Ahmet,” dedi, sesinde bir umut kırıntısı. “Bakalım, ne olacak.”
Ahmet, dostça bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hasan, yolculuk bitmedi,” dedi. “Ama hakikat, her zaman oradadır.”
Kompartımanın camında, akşam yıldızları dans ediyordu. Kur’an’ın melodisi, Fatma Teyze’nin duasıyla birleşti. Yolculuk, hem fiziksel hem manevi, Konya’ya doğru devam ediyordu.
Bölüm 7: Yolun Sonu
Tren, Konya’nın ışıklı siluetine yaklaşırken, gece gökyüzü yıldızlarla bir halı gibi serilmişti. Kompartımanın penceresinden süzülen ay ışığı, Ahmet’in elindeki Kur’an’ın sayfalarına gümüş bir parıltı düşürüyordu. Ramazan’ın manevi havası, trenin son durağa varışının heyecanıyla birleşmiş, sanki her vagon bir yolculuğun finali için hazırlanıyordu. Ahmet, ayetleri okurken, kalbi Kur’an’ın huzuru ve yolculuğun anlamıyla doluydu. Hasan, koltuğuna yaslanmış, arkadaşının sakin ritüeline bakıyordu. Altı uzun tartışma, zihninde bir iz bırakmıştı; şüpheleri hâlâ oradaydı, ama artık bir gölge değil, bir soru gibi yumuşamıştı.
Fatma Teyze, kompartımanın köşesinde, tespihini çekerek usulca dua ediyordu. Mehmet, esnaf, gazetesini katlamış, çantasını topluyordu. Emre, fizik öğrencisi, not defterini kapatmış, Ahmet ve Hasan’ın konuşmalarına kulak kabartıyordu. Kompartımanın havası, yolculuğun bitişinin tatlı hüznü ve manevi bir kapanışın umuduyla doluydu.
Hasan, sonunda sessizliği bozdu. Telefonunu koltuğun yanına bırakıp doğruldu, sesinde dostça ama düşünceli bir ton vardı. “Ahmet, bu yolculuk… ilginçti,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “İki şık dedin, mantık dedin, hakikat dedin. Ama dürüst olacağım, hâlâ tam ikna olmadım. Belki bir şeyler değişti, ama… Bilmiyorum. Bu kadar kesin bir sonuca nasıl varırım?”
Ahmet, Kur’an’ı yavaşça kapattı. Hasan’ın sözleri, zihninde bir yankı uyandırdı. Bu, bir zafer anı değil, bir başlangıç anıydı. Gözleri, pencereden dışarı kaydı; Konya’nın minareleri, ay ışığında zarif siluetler gibi yükseliyordu. “Hasan, ikna olmak bir anlık değil, bir yolculuktur,” dedi, sesi sakin ama içten. “Bu tren Konya’ya vardı, ama senin yolculuğun devam ediyor. Hakikat, bir yıldız gibi. Ona ulaşmak için adım atmaya devam etmelisin.”
Hasan, kaşlarını kaldırdı. “Adım atmak mı?” dedi, hafif alaycı bir gülümsemeyle. “Ahmet, sen hep böyle bilge konuşuyorsun. Somut bir şey söyle. Mesela, şimdi ne yapayım? Kur’an’ı okuyayım mı, ne?”
Fatma Teyze, tespihini bırakıp söze karıştı. “Evladım,” dedi, Hasan’a bakarak, “kalbini aç, oku. Kur’an, sana konuşur. Benim gibi cahil bir kadın bile onunla dertleşiyorum. Sen, genç, akıllı bir adamsın. Bir bak, neler bulursun.”
Mehmet, çantasını omzuna alırken gülerek ekledi. “Pazarda derler ki, malı almadan önce dene,” dedi. “Kur’an da öyle. Oku, bak, tadına var. Kendini satar.”
Emre, not defterini çantasına koyarken söze karıştı. “Hasan, bilimsel bir açıdan bak,” dedi, gözlüklerini düzelterek. “Bir hipotezi test etmek istersen, verilere bakarsın. Kur’an, bir veri seti gibi. Oku, analiz et. Ben bu yolculukta şunu anladım: Bu kitap, sadece dini değil, evrensel bir metin. Belki sen de bir şey bulursun.”
Hasan, bir an sessiz kaldı. Kompartımanın camından Konya’nın ışıkları yansıyordu. “Tamam, belki bir bakarım,” dedi, sesinde bir teslimiyet kırıntısı. “Ama Ahmet, senin bu kesinliğin… Nereden geliyor? Bu kadar emin olmak, korkutucu değil mi?”
Ahmet, çantasından küçük bir Kur’an çıkardı. Yeşil kaplı, sade bir baskıydı. Onu Hasan’a uzattı. “Hasan, bu kesinlik, korkudan değil, huzurdan gelir,” dedi. “Kur’an’ı okudum, etkisini gördüm, hakikatini hissettim. Bu, sana hediyem. Oku, kendi yolculuğunu yap. Belki bir gün, sen de bu huzuru bulursun.”
Hasan, Kur’an’ı aldı, elinde bir an tuttu. Yeşil kap, parmaklarında ağır ama sıcak bir his uyandırdı. “Teşekkür ederim, Ahmet,” dedi, sesinde bir yumuşama. “Ama bil ki, bu, bir son değil. Belki bir başlangıç.”
Tren, Konya Garı’na vardığında yavaşladı. Kompartımanın kapısı açıldı; yolcular, çantalarını alarak platforma inmeye başladı. Fatma Teyze, duasını bitirdi ve Hasan’a gülümsedi. “Evladım, Rabbim yolunu açık etsin,” dedi. Mehmet, omzuna bir dost tokadı attı. “Genç, Konya’ya geldik, ama asıl pazar, kalbin pazarı,” dedi, gülerek.
Emre, çantasını sırtına alırken Hasan’a döndü. “Bu tartışmalar, bir tezden daha değerliydi,” dedi. “Belki bir gün, seninle bir makale yazarız.”
Ahmet ve Hasan, trenden indiler. Konya’nın serin gece havası, yüzlerine bir ferahlık getirdi. Uzakta, Mevlana Türbesi’nin yeşil kubbesi, ay ışığında bir mücevher gibi parlıyordu. Ahmet, Hasan’la birlikte türbeye doğru yürümeye başladı. Türbenin avlusunda, Ramazan’ın son günlerinde bir kalabalık toplanmıştı; Kur’an tilaveti, havayı dolduruyordu.
Hasan, türbenin girişinde durdu. Elindeki Kur’an’ı sıkıca tuttu ve bir ayet okumaya başladı. Sesinde bir titreme vardı, ama kelimeler, kalbine bir huzur gibi işliyordu. “Bilmiyorum, Ahmet,” dedi, gözleri türbenin kubbelerine sabit. “Belki bir şey değişiyor. Belki bu, bir başlangıç.”
Ahmet, dostunun omzuna elini koydu. “Hasan, hakikat bir yolculuktur,” dedi. “Ve sen, o yolculuğun başındasın. Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca, Resulullah’a salât ve selâm olsun.”
Fatma Teyze, uzaktan onlara bakarak dua etti. Mehmet, kalabalığa karıştı. Emre, not defterini açıp bir şeyler karaladı. Konya’nın gökyüzünde, yıldızlar bir nur seli gibi parlıyordu. Tren, garın sessizliğinde dinlenirken, yolculuk bitmiş, ama hakikat arayışı devam ediyordu.
Sonsöz
Konya Garı’nda tren durduğunda, Ahmet ve Hasan’ın yolculuğu bir anlamda bitti. Ama hakikat arayışı, asla bitmez. Yolun Işığı, bu gerçeği anlatmak için yazıldı. Hasan’ın elinde yeşil kaplı bir Kur’an’la Mevlana Türbesi’nin avlusunda durduğu an, bir kapanış değil, bir başlangıçtı. Şüpheleri, belki tamamen çözülmedi, ama kalbine düşen bir huzur kırıntısı, onun yeni bir yola adım attığını müjdeledi. Ahmet’in rehberliği, Fatma Teyze’nin duası, Emre’nin merakı, Mehmet’in neşesi… Hepsi, bu yolculuğun parçalarıydı.
Hikâye, Konya’da bitse de, Hasan’ın yolculuğu devam ediyor. Belki bir gece, İstanbul’daki küçük dairesinde, o yeşil kaplı Kur’an’ı açtı. Belki bir ayet, kalbine bir nur gibi düştü. Belki bir başka tren yolculuğunda, başka bir dostla, bu kez o, hakikati savunan oldu. Kim bilir? Hakikat, bir istasyon değil, bir yoldur. Her adımda, yeni bir manzara, yeni bir soru, yeni bir cevap sunar.
Bu roman, sadece Ahmet ve Hasan’ın hikâyesi değil. Hepimizin hikâyesi. Modern dünyada, inançla şüphe, akılla kalp arasında bir denge arıyoruz. Kur’an’ın ışığı, bu arayışta bir rehber olabilir mi? Ahmet, buna “Evet” dedi. Hasan, “Belki” dedi. Peki, siz ne diyorsunuz? Anadolu Treninde Hakikat Arayışı, bu soruyu size bırakıyor.
Mevlana’nın dediği gibi, “Gel, ne olursan ol, yine gel.” Hakikat, kapısını çalan herkese açıktır. Belki bir tren kompartımanında, belki bir Konya gecesinde, belki bir Kur’an ayetinde, o kapıyı bulursunuz. Ve o kapı açıldığında, yolun sonu değil, yolun başlangıcı olduğunu görürsünüz.
Yolunuz, ışıkla dolsun.
NOT:
Bu kurgu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 15. Sözündeki On beşinci Sözün Zeyli Risalesinde geçen alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır...
ÖZET:
Kur’ân’ın, Şeytan ve Taraftarlarına Karşı Delil Oluşu
İblis’i susturan, şeytanı cevapsız bırakan, taşkınlık içindeki insanları susturacak güçte birinci konu, tarafsız bir şekilde yapılan bir muhakeme içerisinde, şeytanın korkunç bir aldatmasını kesin olarak çürüten bir olaydır. Bu olayın kısa bir özetini on yıl önce Lem’alar adlı eserimde yazmıştım. Şöyle ki:
Bu risalenin yazılmasından on bir yıl önce, Ramazan ayında, İstanbul’da Bayezid Camii’nde hafızları dinliyordum. Birden bire, görünmeyen bir ses duymuş gibi oldum. Sanki biri içimden konuşuyordu. Zihnimi ona yönelttim. Hayalen dinledim. Şöyle diyordu:
“Sen Kur’ân’ı çok yüce, çok parlak görüyorsun. Tarafsız şekilde bak. Yani, onu bir insan sözü olarak düşün, öyle değerlendir. Bakalım yine o güzellikleri ve süsleri görecek misin?”
Ben de ona aldanarak, Kur’ân’ı bir insan sözü gibi düşünerek bakmaya başladım. O anda gördüm ki, nasıl Bayezid’deki bir elektrik düğmesi kapatıldığında ortalık karanlığa gömülürse, o varsayım sebebiyle Kur’ân’ın o parlak ışıkları da gizlenmeye başladı.
İşte o anda anladım ki, benimle konuşan şeytanın kendisidir ve beni tehlikeye sürüklüyor. Kur’ân’dan yardım istedim. Kalbime bir nur geldi, bana güçlü bir savunma gücü verdi. Sonrasında şeytana karşı şu konuşma başladı:
"Ey Şeytan! Tarafsız bir muhakeme, iki tarafın arasında bir yerde durmak demektir. Oysa senin ve senin insanlardaki takipçilerinin tarafsız muhakeme dediği şey, gerçekte karşı tarafı kabul etmektir. Bu tarafsızlık değil, geçici bir inkâr hâlidir. Çünkü Kur’ân’ı bir insan sözü olarak düşünmek, yani onun İlahi bir kelam olmadığını varsaymak, baştan inkârı esas almak demektir. Bu ise hakikati inkar etmektir, tarafsızlık değil; belki batıla taraftar olmaktır."
Şeytan dedi ki:
"Öyleyse, ne Allah’ın kelâmı de, ne de insan sözü de. Ortada bir yerde düşün."
Ben de dedim:
"Bu da olmaz. Çünkü bir mal iki kişi arasında tartışmalıysa ve bu kişiler birbirine yakınsa, o mal tarafsız bir yere konur. Kim delil getirirse, ona verilir. Ama bu kişiler çok uzaktaysa (biri doğuda, biri batıda), o zaman mal, kimdeyse onun elinde bırakılır. Ortada bırakmak mümkün olmaz."
İşte Kur’ân, paha biçilmez bir hazinedir. İnsan sözü ile Allah’ın kelâmı arasında ise uçurum vardır. O kadar uzaktırlar ki, araya bir orta nokta koymak imkânsızdır. Tıpkı varlık ile yokluk gibi zıt oldukları için aralarında bir “orta” olamaz. Bu yüzden Kur’ân için “sahibülyed” yani sahibi olan taraf, İlahi taraftır. O hâlde Kur’ân Allah’ın kelâmı kabul edilerek, deliller bu bakışla değerlendirilmelidir. Ancak karşı taraf, Allah’ın kelâmı olduğunu kanıtlayan bütün delilleri tek tek çürütebilirse, ancak o zaman iddia sahibi olabilir.
Ama heyhat! Binlerce kesin delilin çivileriyle Arş-ı Âlâ’ya (Allah’ın yüce katına) çakılmış olan bu büyük pırlantayı, hangi el o çivileri söküp, direkleri kesip onu yere indirebilir?
İşte ey Şeytan! Senin inadına, hak ve insaf ehli insanlar işte bu şekilde sağlam bir mantıkla muhakeme ederler. En küçük bir delil bile Kur’ân’a olan imanlarını artırır. Ama senin ve takipçilerinin gösterdiği yolda yürürlerse, Kur’ân’ı bir kez insan sözü gibi görseler, yani o yüce pırlantayı yere atmış olsalar, onu yeniden göğe çıkarmak için çok güçlü bir delil gerekir. Bu ise çok zor olduğu için senin bu hilenle, zamanımızda birçok insan tarafsızlık adı altında imanını kaybediyor.
Şeytan tekrar döndü ve dedi ki:
"Kur’ân, insan konuşmasına benziyor. Eğer Allah’ın kelâmı olsaydı, tamamen farklı, olağanüstü bir biçimde olurdu. Çünkü Allah’ın sanatı, insan sanatına benzemez; öyleyse kelâmı da benzemez."
Ben cevap verdim:
“Nasıl ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mucizeleri dışında günlük yaşamında sıradan bir insan gibi davranmış, soğuk çekmiş, acı çekmiş… Ki ümmetine örnek olsun, davranışlarıyla ders versin, rehberlik etsin. Her hâli mucize olsaydı, örnek alınamazdı. Aynı şekilde Kur’ân da insanlara, cinlere rehberdir. Eğer olağanüstü bir şekilde gelseydi, insanlar onu anlayamaz, dinleyemez, örnek alamazlardı. Hz. Musa bile sadece birkaç kelime işitebildi.”
Hz. Musa’nın bir rivayeti de şudur:
“Bu senin konuşman mı?” demişti. Allah da “Ben bütün dillerin gücüne sahibim.” buyurmuştu.
Şeytan tekrar döndü:
"Kur’ân’daki meseleler gibi şeyleri başka insanlar da din adına söylüyor. Öyleyse bir insan da din adına böyle bir şey yazamaz mı?"
Ben de dedim:
"Bir dindar kişi, 'Allah böyle dedi, gerçek budur' diyebilir. Ama Allah’ı kendi hevesine göre konuşturmaz. Allah’ın adına konuşmaya cesaret edemez. Çünkü ayette de denir ki:‘Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?’Ayrıca, bir insanın Allah adına söz söyleyip Kur’ân gibi bir metin yazması imkânsızdır. Çünkü benzer olanlar birbirine benzeyebilir, taklit edebilir. Ama Allah ile insan arasında böyle bir benzerlik yoktur. En dikkatli insanlar zaten bu farkı hemen anlar."
İkincisi: Bir insanın kendi başına böyle bir şey yapması ve başarılı olması hiçbir şekilde mümkün değildir, hatta yüz derece imkânsızdır. Çünkü birbirine yakın kişiler birbirini taklit edebilir. Aynı türden olanlar birbirinin kılığına girebilir. Seviyeleri yakın olanlar birbirinin makamını taklit edebilir, geçici olarak insanları aldatabilirler; ama sürekli aldatamazlar. Çünkü dikkatli gözler, onların tavır ve hallerindeki yapmacıklıkları ve zorlamaları fark eder, sahtekârlıkları ortaya çıkar, hileleri devam etmez.
Eğer taklit etmeye çalışan, diğerinden çok uzaksa, mesela sıradan bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ya da bir çoban bir padişahın tavırlarını takınsa, elbette kimseyi kandıramaz, aksine kendisi gülünç olur. Her hali bağırır ki, ‘Bu sahtekârdır!’
İşte –yüz bin kere hâşâ– Kur’an’ı insan sözü farz etmek, bir yıldız böceğinin bin yıl boyunca yapmacıksız bir şekilde hakiki bir yıldız gibi gökbilimcilere görünmesi gibi bir şeydir. Ya da bir sineğin bir yıl boyunca tamamen bir tavus kuşu gibi, yapmacıksız bir şekilde seyircilere görünmesi mümkün mü? Ya da sahtekâr, sıradan bir asker, ünlü ve yüksek bir mareşalin tavırlarını takınsa, onun makamında otursa, uzun süre öyle kalsa ve hilesini hissettirmese? Ya da yalancı, inançsız bir adam, ömrü boyunca sürekli en dürüst, en güvenilir, en inançlı bir kişinin halini, en dikkatli gözlere karşı telaşsız bir şekilde gösterse ve dahilerin gözünde yapmacıklığını gizlese? Bu, yüz derece imkânsızdır; hiçbir aklı başında kişi buna mümkün diyemez. Bunu farz etmek, apaçık bir imkânsızlığı gerçek saymak gibi bir saçmalıktır.
Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz etmek, İslam âleminin gökyüzünde apaçık parlayan, sürekli hakikat nurları saçan bir hakikat yıldızı, hatta bir mükemmeliyet güneşi kabul edilen Kur’an’ın –hâşâ– bir yıldız böceği gibi, sahtekâr bir insanın uydurma hurafeleri olmasını gerektirir. Üstelik ona en yakın olanlar ve dikkatle bakanlar bunu fark etmesin, onu sürekli yüce ve hakikat kaynağı bir yıldız sansın. Bu, yüz derece imkânsızdır. Ey Şeytan, sen yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, buna imkân sağlatamazsın, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Sadece çok uzaktan baktırarak aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Üçüncüsü: Kur’an’ı insan sözü farz etmek, insanlık âleminin gözle görülür en canlı, en hayat verici, en hakikatli, en saadet getiren, en toplumu birleştiren ve mucizevi ifadelerle dolu, altın gibi parlayan bir Furkan’ın gizli hakikatinin –hâşâ– yardımsız, bilgisiz bir insanın sahtekâr, basit fikrinin uydurması olmasını gerektirir. Üstelik ona yakından bakan, merakla inceleyen büyük zekâlar, yüce dehalar, hiçbir zaman onda sahtekârlık veya yapmacıklık izi görmesin; sürekli ciddiyet, samimiyet ve ihlas bulsun.
Bu, yüz derece imkânsızdır. Üstelik, tüm halleriyle, sözleriyle, hareketleriyle, hayatı boyunca emaneti, imanı, güvenilirliği, ihlası, ciddiyeti, doğruluğu gösteren ve öğreten, doğruları yetiştiren, en yüksek, en parlak, en yüce hasletlerle kabul edilen bir zatı, en güvenilmez, en ihlassız, en inançsız farz etmek, katmerli bir imkânsızlığı gerçek görmek gibi, Şeytan’ı bile utandıracak bir küfür saçmalığıdır. Çünkü bu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’an Allah’ın kelamı değilse, gökyüzünden yere düşer gibi değerini kaybeder, ortada kalmaz. Hakikatlerin merkeziyken, hurafelerin kaynağı olur. Ve o harika fermmanı getiren zat –hâşâ, sümme hâşâ– eğer Peygamber değilse, en yüksek mertebeden en aşağılık seviyeye düşer, mükemmeliyet kaynağından aldatma madenine iner, ortada kalmaz. Çünkü Allah adına yalan uyduran, en düşük dereceye düşer. Bir sineği sürekli bir tavus kuşu gibi görmek ve onun büyük özelliklerini onda her zaman gözlemlemek ne kadar imkânsızsa, bu mesele de öyle imkânsızdır. Ancak fıtraten akılsız, sarhoş bir deli buna ihtimal verebilir.
Dördüncüsü: Kur’an’ı insan sözü farz etmek, insanlığın en büyük ve muhteşem ordusu olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetinin mukaddes komutanı olan Kur’an’ın, gözle görülür bir şekilde güçlü kanunlarıyla, sağlam ilkeleriyle, etkili emirleriyle o büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir disiplin ve düzen altına aldığını, maddi ve manevi olarak donattığını, tüm fertlerin derecelerine göre akıllarını eğittiğini, kalplerini terbiye ettiğini, ruhlarını fethettiğini, vicdanlarını arındırdığını, organlarını ve uzuvlarını çalıştırıp hizmete soktuğunu –hâşâ, yüz bin kere hâşâ– güçsüz, değersiz, asılsız bir uydurma farz etmeyi gerektirir. Bu, yüz derece imkânsızlığı kabul etmek demektir. Üstelik, hayatı boyunca ciddi hareketleriyle hak kanunlarını insanlara öğreten, samimi davranışlarıyla hakikat ilkelerini insanlara gösteren, halis ve makul sözleriyle doğruluğun ve saadetin yollarını kuran ve gösteren, hayatının tüm tarihiyle Allah’ın azabından çok korktuğunu, herkesten fazla Allah’ı bildiğini ve bildirdiğini gösteren, bin üç yüz elli yıl boyunca dünyanın beşte birine ve yeryüzünün yarısına büyük bir haşmetle komutanlık eden, dünyayı sarsan, şöhretiyle insanlığın ve belki kâinatın övünç kaynağı olan bir zatı –hâşâ, yüz bin kere hâşâ– sahtekâr, Allah’tan korkmaz, Allah’ı bilmez, onurunu tanımaz, insanlığın sıradan bir seviyesinde farz etmek, yüz derece imkânsızlığı birden işlemek demektir. Çünkü bu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’an Allah’ın kelamı değilse, gökyüzünden düşer, orta yerde kalmaz. En yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise, ey Şeytan, sen katmerli bir şeytan olsan bile, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın, çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü ve dedi: “Nasıl kandıramam? Çoğu insana ve insanların ünlü âlimlerine Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i inkâr ettirdim.”
Cevap verdim:
“Birincisi: Çok uzaktan bakıldığında, en büyük şey bile en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar sanılabilir.
İkincisi: Yüzeysel ve dikkatsiz bir bakışla, çok imkânsız bir şey mümkün gibi görünebilir. Bir zamanlar yaşlı bir adam, Ramazan hilalini görmek için gökyüzüne bakmış. Gözüne bir beyaz kıl düşmüş. O kılı ay sanmış ve ‘Ayı gördüm’ demiş. İşte, hilalin o beyaz kıl olması imkânsızdır. Ama adam bilerek ve özellikle aya baktığı, o kılı ise tesadüfen ve ikinci planda gördüğü için, bu imkânsızı mümkün sanmış.
Üçüncüsü: Bir şeyi kabul etmemek başka, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek, ilgisizliktir, göz yummaktır, cahilce bir hüküm vermemektir. Bu durumda, birçok imkânsız şey gizlenebilir, akıl onlarla uğraşmaz. Ama inkâr, kabul etmemek değil, yokluğu kabul etmektir, bir hükümdür. Bu durumda akıl harekete geçmek zorundadır. İşte, senin gibi bir şeytan, insanın aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Gaflet, sapkınlık, safsata, inat, yanıltma, aldatma ve körü körüne alışkanlık gibi şeytani tuzaklarla, birçok imkânsızlığı doğuran inkâr ve küfrü, o zavallı, insan kılığındaki hayvanlara yutturmuşsun.
Dördüncüsü: Kur’an’ı insan sözü farz etmek, insanlık âleminin gökyüzünde yıldızlar gibi parlayan evliyalara, doğrulara, büyük zatlara rehberlik eden, apaçık ve sürekli olarak hak ve adaleti, doğruluk ve sadakati, güven ve emaneti tüm olgunluk ehline öğreten, iman esaslarının hakikatleriyle ve İslam’ın ilkeleriyle iki dünyanın saadetini sağlayan, bu uygulamalarıyla mutlaka hak, halis, saf hakikat, son derece doğru ve ciddi olması gereken bir kitabı, kendi özelliklerinin ve etkilerinin zıddıyla düşünmeyi gerektirir. –Hâşâ, sümme hâşâ– bir sahtekârın uydurmalarından ve yalanlarından oluşan bir derleme gibi görmek, sofistleri ve şeytanları bile utandıracak ve titretecek iğrenç bir küfür saçmalığıdır. Üstelik, ortaya koyduğu din ve İslam şeriatının tanıklığıyla, hayatı boyunca gösterdiği ittifakla olağanüstü takvasının, halis ve saf ibadetinin delaletiyle, herkesin kabul ettiği güzel ahlakının gereğiyle, yetiştirdiği tüm hakikat ehlinin ve olgunluk sahiplerinin onayıyla en inançlı, en sağlam, en güvenilir, en dürüst bir zatı –hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ– inançsız, en güvenilmez, Allah’tan korkmaz bir durumda farz etmek, imkânsızlıkların en çirkin ve iğrenç bir biçimini, sapkınlığın en karanlık ve zalim bir tarzını işlemek demektir.”
Sonuç olarak: On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşareti’nde belirtildiği gibi, sıradan insanlar, Kur’an’ın mucizeviliğini anlamada şöyle demiştir: “Kur’an, dünyada mevcut ve duyduğum tüm kitaplarla kıyaslansa, hiçbirine benzemiyor ve onların seviyesinde değil.” Öyleyse, ya Kur’an hepsinin altındadır ya da hepsinin üstünde bir derecesi vardır. Hepsinin altında olması imkânsızdır ve hiçbir düşman, hatta Şeytan bile bunu söyleyemez ve kabul etmez. Öyleyse, Kur’an tüm kitapların üstündedir; yani mucizedir.
Aynen öyle de, biz de ilmi usul ve mantık ilmi açısından “sebr ve taksim” denen kesin bir delille deriz:
Ey Şeytan ve ey Şeytan’ın taraftarları! Kur’an ya büyük gökyüzünden ve en büyük isimden gelen bir Allah kelamıdır ya da –hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ– yerde, sahtekâr, Allah’tan korkmaz, Allah’ı bilmez, inançsız bir insanın uydurmasıdır. Bu ise, ey Şeytan, önceki delillere karşı bunu söyleyemezdin, söyleyemezsin ve söyleyemeyeceksin. Öyleyse, zorunlu olarak ve şüphesiz, Kur’an kâinatın Yaratıcısı’nın kelamıdır. Çünkü ortası yoktur, imkânsızdır ve olamaz. Nitekim kesin bir şekilde ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.
Aynı şekilde, Hz. Muhammed (s.a.v.) ya Allah’ın Resulü’dür, tüm peygamberlerin en mükemmeli ve tüm yaratılmışların en üstünüdür ya da –hâşâ, yüz bin kere hâşâ– Allah’a yalan isnat ettiği, Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için inançsız, en aşağılık seviyeye düşmüş bir insan farz edilmelidir. Bu ise, ey İblis, ne sen, ne güvendiğin Avrupa filozofları, ne de Asya münafıkları bunu söyleyebilir, söyleyememişsiniz, söyleyemeyeceksiniz, söylemediniz ve söylemeyeceksiniz. Çünkü bu tezi dinleyecek ve kabul edecek dünyada kimse yoktur. Bu yüzden, güvendiğin o filozofların en bozguncuları ve Asya münafıklarının en vicdansızları bile der ki: “Arapların Muhammed’i (s.a.v.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlaklıydı.”
Madem bu mesele iki şıkka indirgenmiştir. Madem ikinci şık imkânsızdır ve kimse buna sahip çıkmaz. Madem kesin delillerle ispat ettik ki ortası yoktur. Elbette ve zorunlu olarak, senin ve şeytan taraftarlarının inadına rağmen, apaçık ve kesin bir şekilde, Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Resulü’dür, tüm peygamberlerin en mükemmeli ve tüm yaratılmışların en üstünüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!