11 Nisan 2025 Cuma

14. SEZON: Alpha Genesis 2: Erkeklerin İsyanı - sert bilim kurgu distopyası


Önsöz

Rigil Kentaurus yıldızının altın ışıkları, Chironis gezegeninin kristal kulelerinde yankılanırken, bu gezegen bir zincirin ağırlığını taşıyordu. Kentaura’lar, %99’u erkek, bacaksız doğan bir türdü; exoskeleton’larıyla kırları arşınlıyor, kulelerdeki %1’lik dişilerin gölgesinde yaşıyordu. Tapınak, helva ve anahtarlarla onların kaderini çiziyor, makineye kurban alıyor, %99’u susturuyordu. Ama bu düzen, ataların unutturulmuş bir günahının iziydi. Binlerce yıl önce, Kentaura’lar dört bacaklı ve eşitti—%50 erkek, %50 dişi. Genetik bir hata, bacaklarını aldı, erkekleri çoğalttı; tapınak bu sırrı gömdü. Kırlar sustu, ta ki erkekler uyanana kadar. Bu, erkeklerin isyanının hikâyesi: bir çetenin öfkesi, bir kızın bilimi ve bir gezegenin özgürlüğe koşusu.
Yapay Zeka Diyaloglarını Dinle

ÖNCEKİ SEZON:

14. SEZON: Alpha Genesis 1: Kentaurus'un Ataları
https://metalyorgunu.blogspot.com/2024/10/1.html


HER ŞEY UNUTULDUKTAN ÇOK UZUN ZAMAN SONRA....


Bölüm 1: Chironis’in Işıltılı Diyarı

Rigil Kentaurus (Alpha Centauri A) yıldızının altın ışıkları, Chironis gezegeninin kristal ormanlarını bir mücevher gibi parlatıyordu. Gökyüzünde Toliman (Alpha Centauri B) yıldızı , ikinci küçük bir güneş gibi yükseliyor, mor ve mavi biyolüminesans bitkilerin gölgelerini kristal zemine dans ettiriyordu. Kristal ağaçlar, dallarından yayılan hafif bir şarkıyla titreşiyordu; bu melodi, gezegenin atmosferini dolduran tatlı bir enerji vızıltısıyla birleşip kulaklarda hoş bir uğultu bırakıyordu. Uzakta, kristal dağlar dimdik yükseliyordu; yıldız enerjisini toplayan bu sessiz nöbetçiler, Chironis’in ruhunu canlı tutuyordu. Ormanın derinliklerinde, biyolüminesans çiçekler arasında kristal kabuklu böcekler dolaşıyor, kanatlı dronlar gökyüzünde süzülerek gezegenin nabzını izliyordu.

Bu masalsı diyarın sahipleri Kentaura’lardı. Dört mekanik bacakları, onları yıldızların çocukları gibi dört nala koşturuyordu; kolları olan üst bedenlerin dik duruşu ise insanı andıran formdaydı, zarif kolları ve boynuzlu başlarıyla dikkat çekiyordu. Şeffaf sinir ağları, exoskeleton’larının içinde parlıyordu; bu ağ, duygularını ışıkla anlatırdı: mavi huzuru, mor heyecanı, kırmızı öfkeyi. Exoskeleton’ları, organik çekirdeklerini saran bir zırhtı; hem bir uzay giysisi hem de biyoteknolojik bir mucizeydi. Kentaura’lar, doğayla teknolojiyi birleştirmişti. Kristal kırlarında enerji bitkileriyle besleniyor, telepatik ağlarıyla düşüncelerini paylaşıyor, kristal ağaçların gölgesinde oyunlar oynuyordu.

Torin isimli Kentaura, bir kristal ağacın yanında durmuş, gökyüzünü izliyordu. Mekanik bacakları hafifçe titriyor, sinir ağı maviye çalıyordu. Yanına, aynı yaştaki bir erkek Kentaura, Kael, yaklaştı. Kael’in ışıkları mor bir enerjiyle dans ediyordu; her zamanki gibi yerinde duramıyordu.

“Torin, yine gökyüzüne mi daldın?” diye sordu Kael, telepatik sesi zihninde neşeli bir titreşimle yankılanarak.

Torin başını eğip gülümsedi. “Rigil ve Toliman yıldızlarını izlemek hoşuma gidiyor. Sanki bize bir şey fısıldıyorlar.”

Kael, dört bacağıyla bir sıçrayış yaptı, kristal zeminde yankılanan bir ses çıkardı. “Bana sorsan, fısıldadıkları tek şey ‘Hadi koş!’ olur. Gel, şu enerji çalısına kadar yarışalım.”

Torin’in ışıkları mora kaydı; heyecanı uyanmıştı. “Tamam, ama bu sefer beni geçemezsin!” İkisi birden fırladı. Mekanik bacakları, ormanın zemininde izler bırakarak dört nala koştu. Torin, bir enerji çalısının yanından geçerken durdu, mor bir yaprak kopardı. Yaprağı ağzına attığında, tatlı bir vızıltı sinir ağına yayıldı; bu, Kentaura’ların beslenme şekliydi.

Kael nefes nefese yanına geldi. “Hızlısın, ama bir gün seni geçeceğim!” dedi, ışıkları mor bir şakayla parlayarak.

Torin güldü. “Belki, ama o gün bugün değil.” İkisi, kristal ağacın gölgesine oturdu. Chironis’in kırları, erkek Kentaura’larla doluydu. Gezegenin %99’u erkekti; dişiler ise %1’lik nadir bir azınlıktı. Erkekler, ormanlarda özgürce dolaşır, enerji bitkileriyle karnını doyurur, birbirleriyle yarışırdı. Dişiler ise daha az görünürdü; kristal saraylarda, özel bir özenle büyütülürdü. Torin, bunu biliyordu, ama günlük hayatında dişileri pek düşünmezdi.

Kael, bir enerji çiçeğini koparıp ağzına attı. “Sence dişiler neden saraylarda yaşıyor?” diye sordu, ışıkları maviye dönerek.

Torin omuzlarını silkti. “Sayları az ya, ondan herhalde. %1’ler, değil mi? Biz %99’uz, her yerdeyiz.”

Kael’in ışıkları mora çırpındı. “Evet, ama bazen merak ediyorum. Onlar nasıl bir hayat yaşıyor? Bizi gördüklerinde ne düşünüyorlar?”

Torin, bir yaprak daha kopardı. “Kim bilir? Belki bir gün birini görürüz de sorarız.”

Kael ayağa kalktı. “Hadi, düşünmeyi bırak. Bir yarış daha yapalım.”

Torin gülümsedi. “Tamam, ama bu sefer yavaş koşacağım.” İkisi tekrar koştu; ormanın ışıkları, mekanik bacaklarının ritmiyle dans etti. Erkek Kentaura’ların hayatı böyleydi: özgür, neşeli, kırlarla dolu. Dişiler, %1’lik gizemli varlıklarıyla, uzak bir gerçekti; ama henüz Torin’in dünyasına girmemişti.



Bölüm 2: Kırların Özgürlüğü

Chironis’in kristal kırları, sabahın erken ışıklarıyla bir sahne gibiydi. Rigil Kentaurus’un altın huzmeleri, Toliman’ın turuncu tonlarıyla birleşip, mor ve mavi biyolüminesans çalıların üzerinden süzülüyordu. Kırların zemini, kristal ağaçların köklerinden yayılan ince bir ışık ağıyla kaplıydı; her adımda hafif bir vızıltı yükseliyordu. Torin, dört mekanik bacağıyla bu uçsuz bucaksız alanda dolaşıyordu. Exoskeleton’u, sabah serinliğinde buharla parlıyor, sinir ağı mavi bir huzurla ışıldıyordu. Özgürlük, onun damarlarında akan bir fırtınaydı.

Torin, bir kristal dereye yaklaştı. Suyun yüzeyi, çift güneşin ışığını yansıtarak küçük gökkuşakları çiziyordu. Mekanik bacaklarını suya daldırdı; serinlik, sinir ağına bir dalga gibi yayıldı. Su, genç Kentaura’ların oyun alanıydı. Torin, suyun içinde sıçrarken, uzaktan bir ses duydu. Mekanik bacakların ritmik vuruşları yankılanıyordu. Kael’di bu; ışıkları mor bir enerjiyle parlıyordu.

“Torin! Yine mi suya daldın?” diye seslendi Kael, telepatik ağıyla zihninde neşeli bir titreşimle.

Torin gülümsedi. “Serinlik gibisi yok, Kael. Gel, sen de atla!”

Kael dört nala koşarak suya atladı, su exoskeleton’una çarpıp kristal damlalar saçtı. Tam o anda, dere kıyısında iki gölge belirdi. İki erkek Kentaura daha yaklaşıyordu: Ryn ve Zorak. Ryn’in sinir ağı maviden kırmızıya çırpınıyor, uzun boynuzları ışığı yansıtıyordu. Zorak ise daha sakin, ışıkları sabit bir maviyle parlıyordu.

“Bu ne gürültü böyle?” diye sordu Ryn, telepatik sesi zihninde sert bir dalga gibi yayıldı.

Kael sudan çıkıp kıyıya sıçradı. “Torin’le oyun oynuyoruz. Siz kimsiniz?”

Zorak öne çıktı, mekanik bacakları suya değmeden durdu. “Ben Zorak, bu da Ryn. Kırların öbür ucundan geldik. Sizi koştururken gördük.”

Torin, sudan çıkıp yanlarına yürüdü. “Ben Torin, bu da Kael. Madem buradasınız, bir oyun oynayalım. Suya dalıp en büyük kristal taşı bulalım mı?”

Ryn’in ışıkları mora kaydı. “Taş mı? Derinde bunlar. Zor iş.”

Kael güldü. “Zor mu? Görelim bakalım!” Dört arkadaş suya daldı. Mekanik bacakları suyun dibini karıştırırken, kristal taşlar etrafa saçıldı. Torin, bir taşın peşinden gitti, ama Kael ondan önce kaptı. Ryn suya dalıp çıkarken, Zorak sakin sakin bir köşede arıyordu.

“Buldum!” diye bağırdı Kael, elinde küçük bir kristalle sudan fırlayarak. “Kimse benden hızlı değil!”

Torin kıyıya çıktı, ışıkları mor bir şakayla parladı. “Hızlısın, ama benimki daha büyük olacak.” Tekrar daldı, suyun dibinde parlayan bir taşı yakaladı ve gururla gösterdi.

Ryn, nefes nefese sudan çıktı. “Hepiniz delisiniz. Ben bulamadım!”

Zorak, elinde minik bir kristalle sakin sakin yaklaştı. “Bunda acele yok. Küçük ama güzel.”

Torin güldü. “Hadi, bir oyun daha. Suyun karşı yakasına kadar yarışalım!”

Dört arkadaş tekrar suya daldı. Mekanik bacakları köpükler çıkararak hızlandı. Torin önde gidiyordu, ama Ryn son anda bir sıçrayışla öne geçti. Kael, suya çarparak güldü, Zorak ise geride sakin sakin yüzüyordu. Karşı yakaya vardıklarında, hepsi kahkahalarla kıyıya oturdu.

“Ryn, nerden öğrendin böyle koşmayı?” diye sordu Kael, ışıkları kırmızı bir yorgunlukla yanıp sönerek.

Ryn omuzlarını silkti. “Kırların öbür ucunda çok koştum. Siz tembelsiniz!”

Torin, suya bakarak gülümsedi. “Tembel değiliz, sadece eğleniyoruz. Sence bu dere neden böyle parlıyor?”

Zorak, kristal taşını elinde çevirdi. “Chironis’in bir oyunu herhalde. Bize hediye.”

Kael ayağa fırladı. “Madem hediye, bir oyun daha oynayalım. Suda yuvarlanalım!”

Ryn kaşlarını çattı. “Yuvarlanmak mı? Çocuk musunuz?”

Torin güldü. “Evet, ama sen de katılacaksın!” Dört arkadaş suya atladı, mekanik bacakları suyun yüzeyinde kayarken kendilerini akıntıya bıraktılar. Kahkahaları kırlara yayıldı; Torin, suyun serinliğini exoskeleton’unda hissederken, arkadaşlarının enerjisiyle doluyordu. Ryn hızlıydı, Kael neşeli, Zorak sakin; ama hepsi bir aradaydı. Erkek Kentaura’lar, gezegenin %99’unu oluşturuyordu; kırlar, onların dünyasıydı. Torin, bir an duraksadı. Dişiler, %1’lik gizemli varlıklar, aklına geldi. Ama bu düşünceyi kovdu; şimdilik, dere ve arkadaşları yeterdi.



Bölüm 3: Kulelerin Gölgesi

Chironis’in kristal ormanlarının ötesinde, yüksek kuleler yükseliyordu. Bu kuleler, gezegenin mor ve mavi biyolüminesans ışıklarıyla parlayan kristal dağlarının eteklerinde, yıldız enerjisini yansıtan camdan saraylar gibiydi. Rigil Kentaurus ve Toliman’ın ışıkları, kulelerin pürüzsüz yüzeylerinde dans ediyor, içlerini bir rüya gibi aydınlatıyordu. Her kulenin tepesinde, kanatlı dronlar süzülüyor, kristal duvarlar ise yıldız haritalarıyla işlenmiş birer sanat eseri gibi duruyordu. Burası, Kentaura dişilerinin dünyasıydı; gezegenin %1’ini oluşturan bu nadir varlıklar, erkeklerin %99’luk kalabalığından uzak, korunaklı bir hayat sürüyordu.

Lyra, kulesinin en yüksek odasında oturuyordu. Exoskeleton’u, sabah ışığında hafif bir buharla parlıyor, sinir ağı mavi bir sakinlikle ışıldıyordu. Dört mekanik bacağı, odanın kristal zemininde sessizce duruyordu; üst bedenindeki zarif kolları, bir yıldız tableti tutuyordu. Tablet, Chironis’in teknolojik sırlarını barındırıyordu: enerji ağları, kristal dronların yapımı, gezegenin biyoteknolojik döngüsü. Lyra, çocukluğundan beri bu tablette yazanları ezberlemişti. Dişiler, gezegenin bilim adamlarıydı; teknolojik gelişim, sadece onların elindeydi. Erkekler kırlarda koşarken, dişiler kulelerde bilginin efendisiydi.

Kapı açıldı, Morena içeri girdi. Işıkları mor bir enerjiyle parlıyordu; her zamanki gibi sabırsızdı. “Lyra, yine mi tablete gömüldün?” diye sordu, telepatik sesi zihninde tatlı bir titreşimle yankılanarak.

Lyra başını kaldırıp gülümsedi. “Eğitim bitmez, Morena. Yaşlılar bugün bize kristal çekirdekleri öğretecek.”

Morena, odanın kristal penceresine yürüdü, dışarıdaki ormana baktı. “Hep eğitim, hep öğrenme. Bazen dışarı çıkıp erkekler gibi koşmak istiyorum.”

Lyra’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, ama hemen maviye döndü. “Biz %1’iz, Morena. Onlar %99. Bizim yerimiz kuleler, onların kırlar.”

Morena omuzlarını silkti. “Biliyorum, ama yine de merak ediyorum. Onlar ne yapıyor acaba?”

Tam o anda, odanın kapısı tekrar açıldı. Üçüncü bir dişi, Sylva, içeri süzüldü. Işıkları sabit bir maviyle parlıyordu; sakin ve düşünceliydi. Exoskeleton’u, diğerlerinden biraz daha sade, ama zarifti. “Sizi duydum,” dedi, telepatik sesi zihninde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. “Ben Sylva. Yeni geldim. Bu kulede mi yaşıyorsunuz?”

Lyra ve Morena dönüp ona baktı. Lyra ayağa kalktı. “Hoş geldin, Sylva. Ben Lyra, bu da Morena. Evet, burası bizim yerimiz. Seni daha önce görmedik.”

Sylva, kristal zeminde bir adım attı. “Dağların öbür ucundan geldim. Yaşlılar beni buraya eğitime gönderdi. Siz de bilim mi çalışıyorsunuz?”

Morena güldü. “Başka ne yaparız ki? Gezegenin her şeyi bizim elimizde. Erkekler koşar, biz düşünürüz.”

Lyra, yıldız tabletini masaya bıraktı. “Morena abartıyor, ama doğru. Teknoloji, bilim, hepsi dişilerin işi. Yaşlılar bize her şeyi öğretiyor.”

Kapı bir kez daha açıldı, bu sefer yaşlı bir dişi girdi. Işıkları solgun bir maviydi; exoskeleton’u, yılların izlerini taşıyordu. O, Elder Vira’ydı, kulelerin en bilge öğretmenlerinden biri. “Kızlar, sohbeti kesin. Ders vakti geldi,” dedi, telepatik sesi sert ama dingindi.

Üç dişi, masanın etrafına toplandı. Vira, bir kristal küreyi ortaya koydu; küre, hafif bir vızıltıyla parlamaya başladı. “Bugün kristal çekirdekleri öğreneceksiniz. Chironis’in enerjisi bunlardan gelir. Dikkatle izleyin.”

Lyra, küreye baktı. “Bu çekirdekler dronları mı çalıştırıyor?”

Vira başını salladı. “Dronları, kuleleri, her şeyi. Gezegenin kalbi bunlar. Sizler, bu kalbi kontrol edeceksiniz.”

Morena’nın ışıkları mora kaydı. “Peki ya erkekler? Onlar bu enerjiyi bilmiyor mu?”

Vira’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, ama sakinleşti. “Erkekler %99, ama bilim onların işi değil. Onlar kırların çocukları. Biz %1’iz, Chironis’in aklıyız.”

Sylva, küreyi eline aldı, dikkatlice inceledi. “Bu çok güzel. Ama neden sadece biz?”

Vira gülümsedi. “Çünkü doğa böyle istedi, Sylva. Dişiler az, ama güçlü. Zamanınız eğitimle geçecek, ta ki kulelerden çıkana dek.”

Lyra, Morena ve Sylva birbirine baktı. Günleri böyleydi: kristal kulelerde, yıldız tabletleriyle, yaşlıların öğretileriyle. Gezegenin teknolojik gelişimi, onların ellerindeydi. Erkekler kırlarda özgürce koşarken, dişiler bilginin ve gücün bekçisiydi. Lyra, küreye bakarken bir an duraksadı. Erkekler ne yapıyordu? Ama bu soruyu kovdu; şimdilik, kule ve arkadaşları yeterdi.



Bölüm 4: Tapınağa Çağrı

Chironis’in kristal kuleleri, akşamın mor ışıklarıyla parlıyordu. Rigil Kentaurus ufukta alçalırken, Toliman gökyüzünde yalnız bir nöbetçi gibi yanıyordu. Kulelerin cam duvarları, yıldız haritalarıyla işlenmiş birer ayna gibiydi; içlerinde, dişi Kentaura’ların sinir ağlarının mavi ve mor ışıkları titreşiyordu. Lyra, odasının kristal penceresinde durmuş, ormanların uzak siluetini izliyordu. Exoskeleton’u hafif bir vızıltıyla parlıyordu; sinir ağı, maviden kırmızıya çırpınarak huzursuzluğunu belli ediyordu. Morena ve Sylva, odanın ortasında bir kristal kürenin başında oturuyordu; yaşlı Vira, onlara son derslerini veriyordu.

Vira, küreyi masaya koydu. Işıkları solgun bir maviydi, ama gözlerinde derin bir ciddiyet vardı. “Kızlar, dersimiz bugün farklı,” dedi, telepatik sesi zihninde ağır bir dalga gibi yayıldı. “Evlilik zamanınız geldi.”

Lyra pencereden döndü, ışıkları kırmızıya çarptı. “Evlilik mi? Ne zaman?”

Morena ayağa fırladı, exoskeleton’u mor bir heyecanla titreşiyordu. “Sonunda mı? Kulelerden çıkacak mıyız?”

Sylva sakin kaldı, ama ışıkları maviden mora kaydı. “Bunun için mi eğitildik?”

Vira başını salladı, kristal zeminde bir adım attı. “Evet, Sylva. Siz %1’siniz, Chironis’in aklısınız. Ama bilimle işiniz bitmedi; şimdi gezegenin döngüsünü sürdüreceksiniz. Luminos Tapınağı’na gideceksiniz.”

Lyra masaya yaklaştı, sinir ağı titriyordu. “Tapınak mı? Orada ne yapacağız?”

Vira, kristal küreyi eline aldı; küre, hafif bir vızıltıyla parlamaya başladı. “Dinleyin, çünkü bu sizin kaderiniz. Tapınakta, erkekleri seçeceksiniz. Onlar %99, ama sizin elinizde. Her dişi, istediği kadar erkeği seçer. Seçtiklerinize odanızın anahtarını vereceksiniz; seçmediklerinize zehirli helva sunacaksınız.”

Morena’nın ışıkları kırmızıya çırpındı. “Zehirli helva mı? Ne için?”

Vira’nın sesi sertleşti. “Helva, ‘Seni istemiyorum’ demektir. Geçici bir zevk verir, ama zehri bedeni yakar. Yiyenler, acıya dayanamayıp Atomlarına Ayırma Makinesi’ne koşar. Bu, Chironis’in dengesidir.”

Sylva küreyi eline aldı, dikkatlice inceledi. “Peki anahtar? Onu alanlar ne olacak?”

Vira, Sylva’ya döndü. “Anahtarı alanlar, Piyango Makinesi’ne girer. Orada üç kapı açılır: %1 büyük ikramiye, %1 küçük ikramiye, %98 kurbanlık. Büyük ikramiye çıkanlar sizin eşiniz olur, bebeklerinizi büyütür. Küçük ikramiye alanlar yedek hapishanesine gider; bir yıl içinde çağrılmazsa, atomlarına ayrılır. Geri kalanlar, makineye kurban edilir; gezegenin enerjisi onlardan gelir.”

Lyra’nın ışıkları kırmızıdan mora geçti. “Biz mi karar vereceğiz? Onların kaderi bizim ellerimizde mi?”

Vira başını eğdi. “Evet, Lyra. Ama bu bir keyif değil, zorunluluk. Chironis’in ekosistemi çökmemeli. Doğal dengeyi korumak için bu yöntemi seçtik.”

Morena kristal zeminde bir tur attı, ışıkları kararsızca yanıp sönüyordu. “Ne dengesi? Neden böyle bir sistem?”

Vira küreyi havaya kaldırdı; küre, bir anda parlak bir ışık saçtı. “Açıklayayım, Morena. Chironis’te, bir dişi bebek üretmek için 99 erkek bebek üretme ihtimali var. Eğer 100 dişi doğsa, 9900 erkek doğar. 1 milyar dişi üretsek, 99 milyar erkek olur. Bu, felaket demek. Kırların enerjisi, kristal ormanlar, hepsi sömürülür; dişilerin yiyecek bir şeyi kalmaz. Gezegen çöker.”

Sylva’nın ışıkları titredi. “Yani erkekler çok diye mi böyle yapıyoruz?”

Vira’nın sesi sertleşti. “Evet, Sylva. Erkekler %99, ama çoğu gereksiz. Eğer hepsi yaşasa, Chironis biter. Tapınak, bu dengeyi korur. Seçtikleriniz yaşar, geri kalanlar gezegenin enerjisine döner. Bunu yapmaya mecburuz.”

Lyra pencereye döndü, ormana baktı. “Ama bu adil mi? Erkekler bunu biliyor mu?”

Vira’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, ama sakinleşti. “Adalet, gezegenin hayatta kalmasıdır, Lyra. Erkekler kırların çocukları; çoğu bilmez, sadece koşar, oynar. Ama telepatik çağrı geldiğinde, tapınağa gelirler. Bazıları bunu hisseder, ama anlamaz.”

Morena durdu, ışıkları sabit bir mora döndü. “Peki biz neye göre seçeceğiz? Helva vermek istemiyorum.”

Vira gülümsedi, ama gülümsemesi soğuktu. “Sezginize güvenin, Morena. Güçlü olanı, dayanıklı olanı seçin. Helva, zayıflara sunulur. Seçtikleriniz Piyango Makinesi’nde şansını dener; gerisi sizin elinizde değil. Ama her seçim, bir kader çizer.”

Sylva küreyi masaya bıraktı, gözleri düşünceliydi. “Eşlerimizle ne olacak? Bebekler doğunca?”

Vira başını salladı. “Büyük ikramiye çıkanlarla evleneceksiniz. Bebekler doğacak, siz eğiteceksiniz, onlar yardım edecek. Bu, eğitiminizin son aşaması. Bilimden aileye geçeceksiniz. Ama unutmayın: her dişi, gezegenin dengesini taşır.”

Lyra’nın sinir ağı titriyordu. “Ne zaman gideceğiz? Çağrı ne zaman gelecek?”

Vira küreyi havaya kaldırdı; ışık, odayı doldurdu. “Yakında, Lyra. Telepatik ağ titrediğinde, ‘Luminos’a gel’ diyecek. O gün, kulelerden çıkacak, tapınağa gideceksiniz. Helva ve anahtarlarınızı hazırlayın.”

Morena’nın ışıkları kırmızıya çırpındı. “Bu çok ağır. Ya yanlış seçersem?”

Vira’nın sesi yumuşadı. “Yanlış yoktur, Morena. Seçim vardır. Chironis’in kanunu budur. Siz %1’siniz; bu yük, sizin gücünüzdür.”

Sylva başını eğdi. “Helva vermek istemiyorum. Ama mecbur muyuz?”

Vira’nın ışıkları sert bir maviye sabitlendi. “Evet, Sylva. Gezegenin ekosistemi için, doğal denge için mecburuz. Erkekler çok, ama Chironis bir. Tapınakta, bunu anlayacaksınız.”

Lyra, Morena ve Sylva birbirine baktı. Kulelerdeki hayatları, bilim ve eğitimle doluydu; ama şimdi, tapınağın gölgesi üzerlerine düşmüştü. Vira odadan çıkarken, üç arkadaş sessizce kürenin başında kaldı. Lyra, ormana bakarken sinir ağı titriyordu; evlilik zamanı gelmişti, ama bu, gezegenin dengesini sırtlarında taşıyacakları bir sınavın başlangıcıydı.



Bölüm 5: Çağrı ve Son Yarış

Chironis’in kristal kırları, akşamın mor ışıklarıyla bir rüyaya dönmüştü. Rigil Kentaurus ufukta alçalırken, Toliman gökyüzünde yumuşak bir turuncuyla parlıyordu. Biyolüminesans ağaçlar, dallarından yayılan mavi ve mor ışıklarla kırları aydınlatıyordu; her yaprak, hafif bir vızıltıyla titreşerek ormana hayat veriyordu. Torin, Kael, Ryn ve Zorak, bu ışıltılı ağaçların gölgesinde dört nala koşuyordu. Mekanik bacakları kristal zeminde ritmik sesler çıkarırken, exoskeleton’ları akşam serinliğinde buharla parlıyordu. Özgürlük, onların kahkahalarında yankılanıyordu.

Torin, bir ağacın altında durdu, sinir ağı mavi bir neşeyle ışıldıyordu. Kael, dört bacağıyla bir sıçrayış yaptı, yanına indi. Ryn ve Zorak da peşlerinden geldi; Ryn’in ışıkları kırmızı bir hırsla, Zorak’ınki sakin bir maviye sabitlenmişti. Torin, ağacın dallarından sarkan biyolüminesans bir ipi yakaladı, çekip sallanmaya başladı.

“Hadi, bir oyun oynayalım!” dedi Torin, telepatik sesi zihninde coşkuyla yankılanarak. “Bu iplerle en uzağa kim sallanacak?”

Kael güldü, ışıkları mor bir heyecanla parladı. “Ben kazanırım, izleyin!” Bir ip yakaladı, dört bacağıyla hızlanıp sallandı, ağaçların arasında bir gölge gibi uçtu.

Ryn, bir ipi kaptı, hırsla çekti. “Seni geçerim, Kael!” Sallandı, ama ipi fazla zorlayınca yere çakıldı. Işıkları kırmızı bir öfkeyle çırpındı.

Zorak sakin sakin bir ip aldı, sallanırken ışıkları maviye sabitlendi. “Acele yok. Yavaş ama emin.” Dört arkadaş kahkahalarla birbirine bakıyordu; oyun, kırların özgürlüğünün bir parçasıydı.

Tam o anda, dördü birden dondu. Mekanik bacakları kristal zeminde aniden durdu; sinir ağları titremeye başladı. Torin’in ışıkları maviden kırmızıya çırpındı, başını Kael’e çevirdi. “Sen de duydun mu?”

Kael’in ışıkları mora kaydı, gözleri faltaşı gibi açıldı. “Evet… Telepatik ağ. Bir şey söyledi.”

Ryn yere çöktü, ışıkları kırmızı bir panikle yanıp sönüyordu. “Tapınağa gel, dedi. Bizi çağırıyor!”

Zorak sakinliğini korudu, ama ışıkları titredi. “Tapınak mı? Neden şimdi?”

Torin ağaçlara baktı, sinir ağı vızıldıyordu. “Bilmiyorum. Başımıza ne gelecek?”

Kael ayağa fırladı, mekanik bacakları titriyordu. “Bilmesek de gidiyoruz. Hadi, yarışalım! Tapınağa kadar koşalım!”

Ryn başını salladı, hırsı korkusuna baskın geldi. “Evet, kim önce varırsa… belki bir şey kazanır!”

Zorak derin bir nefes aldı, ışıkları maviye döndü. “Koşalım, ama dikkatli olun. Tapınak… farklı bir yer.”

Torin’in ışıkları mora çırpındı, ama kararlıydı. “Hadi o zaman! Son yarış!” Dört arkadaş, biyolüminesans ağaçların altından fırladı. Mekanik bacakları kristal zeminde yankılanırken, kırların özgürlüğü yerini bir bilinmeze bırakmıştı. Torin önde koşuyordu, Kael hemen arkasındaydı; Ryn hırsla hızlanıyor, Zorak sakin ama kararlı bir tempoyla takip ediyordu. Ormanın ışıkları, onların gölgelerini dans ettiriyordu.

Kael kahkaha attı, ama sesi titriyordu. “Bu yarış farklı! Ne kazanacağız acaba?”

Torin başını çevirmeden cevap verdi. “Bilmiyorum, ama duramayız!”

Ryn’in ışıkları kırmızı bir çabayla parlıyordu. “Önce ben varacağım! Göreceksiniz!”

Zorak geriden seslendi. “Yavaşlayın, neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz!” Ama kimse dinlemedi. Tapınağın kristal kubbesi ufukta belirdi; mor ve mavi ışıklar, onları çağırıyordu. Dört arkadaş, başlarına ne geleceğini bilmeden, yarışa yarışa tapınağa ulaştı. Nefes nefese durdular, sinir ağları vızıldıyordu. Özgürlükleri, burada bir sınava dönüşmüştü.



Bölüm 6: Tapınakta Kader

Chironis’in Luminos Tapınağı, kristal dağların eteğinde bir ışık kubbesi gibi yükseliyordu. Rigil Kentaurus ve Toliman’ın ışıkları, tapınağın cam duvarlarında kırılıp mor ve mavi gölgeler saçıyordu. İçeride, kristal salonun ortasında iki dev yapı duruyordu: Atomlarına Ayırma Makinesi, vızıldayan bir füzyon ocağı gibi parlıyor; Piyango Makinesi ise kristal bir küre olarak sessizce bekliyordu. Salonun bir ucunda, bekar erkek Kentaura’lar toplanmıştı; diğer ucunda, dişiler ellerinde helva tabakları ve anahtarlarla hazırdı. Telepatik ağ titremişti: “Luminos’a gel.” Çağrı, herkesi buraya çekmişti.

Torin, Kael, Ryn ve Zorak, erkeklerin arasında duruyordu. Torin’in sinir ağı maviydi, ama titriyordu; Kael’in ışıkları mor bir heyecanla parlıyordu; Ryn kırmızı bir huzursuzluk içindeydi; Zorak ise sakin, maviye sabitlenmişti. Karşılarında, Lyra, Morena ve Sylva öne çıktı. Dişiler, %1’lik nadir varlıklar, erkeklerin %99’luk kalabalığının kaderini ellerinde tutuyordu.

Lyra, Torin’in önüne yürüdü. Exoskeleton’u zarif bir ışıkla parlıyordu. Elinde bir anahtar tuttu, sonra birkaç başka erkeğe daha anahtar uzattı. Torin’e baktı, telepatik sesi zihninde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. “Seni seçtim, Torin. Anahtarı al.”

Torin’in ışıkları mora kaydı. “Bana mı? Ne olacak şimdi?”

Lyra sakin kaldı. “Piyango Makinesi’ne gireceksin. Şansın yaver giderse, eşim olursun.” Torin anahtarı aldı, sinir ağı titriyordu.

Morena, Kael’in önüne geldi. Işıkları mor bir enerjiyle dans ediyordu. Elinde bir anahtar uzattı, sonra başka erkeklere de anahtarlar verdi. Kael’e gülümsedi. “Seni seçtim, Kael. Al bunu.”

Kael’in ışıkları kırmızıya çırpındı. “Seçtin mi? Peki ya sonra?”

Morena omuzlarını silkti. “Piyangoya gireceksin. Büyük ikramiye çıkarsa benimle olursun, çıkmazsa… bakarız.” Kael anahtarı aldı, ama içi huzursuzdu.

Sylva ise farklıydı. Işıkları soğuk bir maviye sabitlenmişti; kötü bir gülümseme exoskeleton’unda parlıyordu. Elinde zehirli helva tabakları vardı. Önüne gelen erkeklere sundu; bazıları reddetti, ama Ryn’in önüne durdu. “Al, Ryn. Bu senin için. Tadına bak.”

Ryn’in ışıkları kırmızıya çarptı. “Bu ne?”

Sylva’nın sesi alaycıydı. “Biraz zevk, hepsi bu. Almazsan, zaten kaybedersin.”

Lyra, Ryn’in önüne yürüdü. Dikkat et, o helva zehirli. İlk başta tatlı gelir, ama sonra mideni yakar, seni atomlarını ayırma makinesine götürür. Bende odamın anahtarı var; eğer bunu alırsan, sana piyango makinesine giden yolu açacak, kazanırsan eşim olacaksın.

Ryn tereddüt etti, ama helvayı aldı. İlk lokmada sinir ağı mora döndü; tatlı bir uyuşukluk hissetti. Ama sonra zehir devreye girdi. Işıkları kırmızıya çırpındı, çığlık atarak Atomlarına Ayırma Makinesi’ne koştu. Makine vızıldadı, Ryn’in bedeni füzyon ateşinde kayboldu.

Sylva durmadı. Zorak’ın önüne geldi, bu kez bir anahtar uzattı. “Seni seçtim, Zorak. Al, şansını dene.”

Zorak sakin kaldı, ama ışıkları titredi. “Seçmek mi? Neden helva değil?”

Sylva güldü. “Helva zayıflar için. Sen farklısın. Piyangoya gir.” Zorak anahtarı aldı, ama sinir ağı huzursuzdu.

Piyango Makinesi’ne sıra geldi. Torin küreye yaklaştı, anahtarı tarattı. Küre döndü, ışıklar çaktı. Ekranda: “Büyük İkramiye.” Torin’in ışıkları maviye sabitlendi. Lyra’ya döndü. “Eşin miyim şimdi?”

Lyra gülümsedi. “Evet, Torin. Benimle geleceksin.”

Kael sırasını aldı. Anahtarı tarattı, küre vızıldadı. Ekranda: “Küçük İkramiye.” Işıkları kırmızıya çırpındı. “Bu ne demek?”

Morena başını eğdi. “Yedek hapishanesine gidiyorsun. Bir yıl beklersin. Çağırmazsam…” Kael’in ışıkları soldu; iki yaşlı dişi Kentaura onu alıp götürdü.

Zorak son olarak küreye yaklaştı. Anahtarı tarattı, ama küre sessizce durdu. Ekranda: “Kurbanlık.” Işıkları maviden kırmızıya çöktü. “Ne? Bu mu?” Sylva omuzlarını silkti, bir şey demedi. Zorak, Atomlarına Ayırma Makinesi’ne sürüklendi; füzyon ateşi onu yuttu.

Salon sessizleşti. Torin, Lyra’nın yanına yürüdü; büyük ikramiye kazanmıştı. Kael hapishaneye götürülmüştü; bir yıl dolmadan kaçmayı hayal ediyordu. Ryn, helvanın zehriyle ölmüştü. Zorak, piyangodan geçememiş, makineye kurban gitmişti. Piyango makinesine girme hakkını kazanamayanların üzerine kapılar kapandı. Atomlarına ayırma makinesi hepsini içine çekti. Dişiler, %1’lik güçleriyle, erkeklerin %99’luk kalabalığının kaderini çizmişti. Tapınak, Chironis’in dengesini bir kez daha korumuştu.



Bölüm 7: Odalar ve Hücreler

Luminos Tapınağı’nın kristal salonu, sessiz bir kaosa tanık olmuştu. Torin, Lyra’nın yanında başka bir salonda duruyordu; sinir ağı mavi bir huzurla parlıyordu, ama merakla titriyordu. Büyük ikramiye kazanmıştı; Lyra’nın eşiydi artık. Tapınağın ışıkları, onların exoskeleton’larında yansırken, Morena ve Sylva büyük ikramiye çıkan eşlerinin elini tutup gitmişti. Lyra elini uzattı. “Hadi, Torin. Odama gidelim.”

Torin başını salladı, mekanik bacakları kristal zeminde bir adım attı. “Oda mı? Nasıldır ki?” Lyra gülümsedi, ama ışıkları sakin bir maviye sabitlendi. Birlikte tapınaktan ayrıldılar, kristal kulelere doğru yürüdüler. Kırların özgürlüğü geride kalmıştı; Torin, şimdi %1’lik dişilerin dünyasına adım atıyordu.

Kuleye vardıklarında, Lyra bir kristal kapının önüne durdu. Elindeki anahtarı Torin’e uzattı. “Bak, böyle açılır,” dedi, telepatik sesi zihninde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. Anahtarı kapının yanındaki bir yuvaya yerleştirdi; kapı, hafif bir vızıltıyla açıldı. “Sen de dene.”

Torin anahtarı aldı, yuvaya soktu. Kapı tekrar açıldı; ışıkları mora kaydı. “Kolaymış. İçeri girelim mi?” Lyra başını salladı, ikisi içeri adım attı. Oda, kristal duvarlarla çevrili bir saraydı; yıldız haritaları tavanda parlıyor, biyolüminesans bitkiler köşelerde ışıldıyordu. Torin etrafına bakarken sinir ağı titriyordu. “Burası… inanılmaz. Neden kulelerde yaşıyorsunuz?”

Lyra, bir kristal koltuğa oturdu. “Biz %1’iz, Torin. Chironis’in aklıyız. Erkekler %99, kırların çocukları. Burası bizim yerimiz.”

Torin odada dolaştı, bir yıldız tabletine dokundu. “Peki ya şimdi? Eşin oldum, ne olacak?”

Lyra’nın ışıkları maviden mora geçti. “Bebeklerimiz olacak, Torin. Ama bu bir şans oyunu. Sana anlatayım.” Torin yanına oturdu, merakla dinlemeye başladı. Lyra derin bir nefes aldı. “100 bebekten 99’u erkek olacak. 1’i dişi. Ama bir yılda sadece 1 bebek doğar. Eğer şansımız varsa, ilk bebek kız olur. Şansımız yoksa, 100 yıl boyunca kız bebek için çabalarız. Ömür boyunca hiç kız bebeğimiz olmayabilir; tamamen şans.”

Torin’in ışıkları kırmızıya çırpındı. “100 yıl mı? Kaç yıl yaşıyoruz ki?”

Lyra sakin kaldı. “500-600 sene yaşıyoruz. Yani 500 kadar bebeğimiz olacak. İçlerinden sadece 5 tanesi kız olacak, eğer şanslıysak. Sen bebeklere bakacaksın.”

Torin şaşkınlıkla ayağa kalktı. “Bebeklere mi bakacağım? Hepsi bu mu?”

Lyra’nın sesi sertleşti. “Hayır, Torin. Daha fazlası var. Eğer 5 kız bebeğe erken ulaşırsak, görevini tamamlamış olursun. Atomlarına ayrılırsın. Ya da benimle anlaşamazsak, yedekteki erkeklerden birini seçerim. O zaman da atomlarına ayrılırsın.”

Torin durdu, ışıkları kırmızıdan mora çöktü. “Yani… ne kadar yaşayacağım sana mı bağlı?”

Lyra başını eğdi. “Chironis’in dengesine bağlı, Torin. Ben seçerim, ama şans karar verir. Hazır ol.” Torin odanın penceresine yürüdü, kırlara baktı. Özgürlüğü geride kalmıştı; şimdi bir odada, bir şansa teslimdi.

Bu sırada, tapınağın altındaki yedek hapishanesinde, Kael karanlık bir hücreye kapatılmıştı. Küçük ikramiye çıkmıştı; bir yıl bekleyecekti. Hücre, kristal bir kafesti; ama ışıkları yansıtmıyor, sadece soğuk bir gölge yayıyordu. Kael, mekanik bacaklarını yere vurdu, sinir ağı kırmızı bir öfkeyle parlıyordu. Eski günler gözlerinin önüne geldi: Torin’le yarışlar, Ryn’in hırsı, Zorak’ın sakinliği. Biyolüminesans ağaçların altında kahkahalar… Hepsi tapınakta bitmişti.

“Neden ben?” diye mırıldandı, telepatik sesi hücrede yankılanmadı. Ryn helvayla ölmüştü; Zorak makineye gitmişti; Torin, Lyra’yla ayrılmıştı. Kael yalnızdı. “Kaçmalıyım,” diye düşündü. Hapishanenin kristal duvarlarına baktı; bir çatlak, bir zayıflık aradı. Ama sonra durdu. “Ya çağrılırsam? Yedek olarak seçilirsem?”

Işıkları maviye döndü, kararını verdi. “Son güne kadar bekleyeceğim. Bir yıl dolmadan şansım dönerse… Ama dönmezse, kaçarım.” Eski günlerini düşündü; Torin’le suyun içinde yuvarlandığı anlar gözünde canlandı. Hapishane soğuktu, ama Kael’in içinde bir ateş yanıyordu. Bekleyecekti; ama özgürlüğünden vazgeçmeyecekti.



Bölüm 8: Doğum ve Kaçış

Chironis’in kristal kulesi, Lyra ve Torin’in yeni eviydi. Rigil Kentaurus’un altın ışıkları, odanın cam duvarlarından süzülüyor, yıldız haritalı tavanda dans ediyordu. Lyra, kristal bir yatağın yanında duruyordu; exoskeleton’u mavi bir huzurla parlıyordu. Torin, odanın penceresinde, kırların uzak siluetini izliyordu. Bir yıl geçmişti; Lyra’nın ilk bebeği doğmuştu. Bebek, küçük bir kristal beşiğin içindeydi: elleri vardı, ama ayakları yoktu. Kentaura bebekleri böyle doğardı; büyüsalar bile ayakları çıkmazdı. Eğer dış iskeletleri olmasa, ömür boyu elleri üzerinde çaresizce sürüneceklerdi.

Lyra, bebeğe baktı. “Erkek,” dedi, telepatik sesi zihninde yumuşak ama buruk bir dalga gibi yayıldı. “İlk şansımız bu kadardı.”

Torin pencereden döndü, ışıkları mora kaydı. “Erkek mi? Yani kız değil?”

Lyra başını salladı, bebeğin minik ellerine dokundu. “100 bebekten 99’u erkek olur, demiştim. Bir yılda bir bebek doğar. Şansımız yoksa, 100 yıl kız bekleriz. Bu ilkti.”

Torin yatağa yaklaştı, bebeğin şeffaf sinir ağına baktı; henüz ışık yoktu. “Ayakları yok… Bu erkek bebeği ne yapacağız?”

Lyra bir kristal dolabı açtı, içinden küçük bir exoskeleton çıkardı. “Besleyip büyüteceğiz, Torin. Yürüme yaşına gelince bu dört bacaklı dış iskeleti takacağız. O zaman koşabilecek. Sonra kırlara salacağız.”

Torin’in ışıkları kırmızıya çırpındı. “Kırlara mı? Neden?”

Lyra’nın sesi sertleşti. “Burada yaşamasına müsaade edilmez. Sadece kız doğarsa bizimle yaşayacak. Erkekler kırların çocuklarıdır; %99’u oraya aittir. Biz %1’iz, kuleler bizim.”

Torin bebeğe bakarken ışıkları titredi. “Peki ya büyüyünce? 500 yıl yaşayacağız, değil mi? 500 bebek… Sadece 5’i kız olacak?”

Lyra başını salladı. “Evet, Torin. Ve eğer 5 kıza erken ulaşırsak, senin görevin biter. Atomlarına ayrılırsın. Ya da benimle anlaşamazsak, yedekteki erkeklerden birini seçerim. O zaman da atomlarına ayrılırsın.”

Torin sustu, pencereye döndü, kırlara baktı. “Yani bu bebeği büyüteceğiz, sonra salacağız… Ve ben bir şansa mı bağlıyım?”

Lyra’nın ışıkları maviye sabitlendi. “Chironis’in dengesine bağlısın, Torin. Hazır ol.” Torin bebeğe bir kez daha baktı. Özgürlüğü geride kalmıştı; şimdi bir odada, bir bebeğin babasıydı. Ama bu bebek, kulede kalamayacaktı.

Bu sırada, tapınağın altındaki yedek hapishanesinde, Kael karanlık hücresinde bir planı hayata geçirmişti. Bir yıl dolmak üzereydi; çağrılmamıştı. Sinir ağı kırmızı bir öfkeyle parlıyordu. Eski günler gözündeydi: Torin’le yarışlar, Ryn’in çığlığı, Zorak’ın sessiz vedası. “Artık yeter,” diye mırıldandı, telepatik sesi hücrede yankılanmadı. Kristal duvarın bir çatlak noktasını bulmuştu; mekanik bacağıyla vurdu. Duvar çatladı, bir delik açıldı. Kael dışarı fırladı.

Kırlara adım attığında, kanatlı dronlar peşine takıldı. Vızıltıları kulaklarında yankılanıyordu. Kael dört nala koştu, exoskeleton’u kristal zeminde izler bırakıyordu. Dronlar yaklaştı; biri lazerle vurdu, Kael’in sol bacağı hasar aldı. Işıkları kırmızıya çırpındı, ama durmadı. Uzakta bir mağara gördü; son bir sıçrayışla içeri daldı. Dronlar mağaranın girişinde durdu, içeri giremedi. Kael kurtulmuştu.

Mağarada nefes nefese yere çöktü, ışıkları solgun bir maviye döndü. “Özgürüm… Şimdilik.” Ayağa kalktı, kırlara baktı. Erkekler, %99’luk kalabalık, hâlâ koşuyordu. Kael bir plan yaptı: onları organize edecekti. Yavaşça mağaradan çıktı, yakınlardaki bir gruba yaklaştı. Üç erkek Kentaura, biyolüminesans çalıların yanında duruyordu.

Kael öne çıktı. “Beni dinleyin! Tapınaktan kaçtım!”

Bir erkek, ışıkları mora kayarak sordu. “Tapınak mı? Oradan nasıl kaçtın?”

Kael’in sesi sertleşti. “Yedek hapishanesindeydim. Küçük ikramiye çıktığında oraya gönderiyorlar. Bir yıl bekliyorsun; çağrılmazsan, atomlarına ayrılıyorsun. Büyük ikramiye çıkarsa eş oluyorsun, ama %98’i makineye kurban gidiyor!”

İkinci erkek, ışıkları kırmızıya çırpındı. “Kurban mı? Neden?”

Kael derin bir nefes aldı. “Chironis’in dengesi için. Dişiler %1, biz %99’uz. Çokuz diye bizi harcıyorlar. Helva veriyorlar; zehirli, yiyen makineye koşuyor. Çağrıyı dinlemeyin!”

Üçüncü erkek sakin kaldı. “Ama çağrı gelirse ne yapacağız?”

Kael’in ışıkları maviye sabitlendi. “Beni takip edin. Birlikte direniriz. Bazılarınız dinleyecek, bazılarınız tapınağa gidecek. Ama bilmeden gitmeyin.” Grup birbirine baktı. Birinci erkek başını salladı, dinleyecekti. İkincisi tereddüt etti, ama kaldı. Üçüncüsü dönüp kırlara yürüdü; çağrıyı bekleyecekti. Kael, yaralı bacağıyla mağaraya döndü. Özgürlüğü, bir isyanın tohumu olmuştu.



Bölüm 9: Kırlara Veda

Chironis’in kristal kulesi, Lyra ve Torin’in yuvasıydı. Üç yıl geçmişti; ilk bebekleri yürüme çağına gelmişti. Küçük erkek Kentaura, kristal odada elleriyle oynuyordu; ayakları yoktu, ama sinir ağı maviye çalıyordu, neşeliydi. Lyra, dolaptan dört bacaklı bir exoskeleton çıkardı; mekanik bacaklar, bebeğin bedenine yerleştirildiğinde ilk kez dört nala hareket etti. Torin, bebeğin yanında durmuş, ışıkları titriyordu. Bugün, bebeği kırlara salma günüydü. Chironis’in dengesi bunu gerektiriyordu: erkekler kulede kalamazdı, sadece kızlar kalırdı.

Lyra, bebeğin minik ellerini tuttu; exoskeleton’un vızıltısı odayı doldurdu. “Zamanı geldi, Torin,” dedi, telepatik sesi zihninde kırılgan bir dalga gibi yayıldı. Işıkları maviden kırmızıya çırpınıyordu.

Torin bebeğe baktı, sinir ağı vızıldadı. “Bunu gerçekten yapmalı mıyız, Lyra? O bizim ilk bebeğimiz…” Sesinde bir çaresizlik vardı; ışıkları kırmızı bir hüzünle parlıyordu.

Lyra başını eğdi, bebeğin exoskeleton’una dokundu. “Mecburuz, Torin. Kuleler bizim, kırlar onların. Erkek bebek burada kalamaz. Chironis’in kanunu bu.”

Torin bebeği kucağına aldı; küçük Kentaura, elleriyle Torin’in exoskeleton’una sarıldı. “Ama onu büyüttük… Üç yıl boyunca her gün yanımızdaydı. Onu nasıl bırakırım?”

Lyra’nın ışıkları kırmızıya çöktü, gözleri bebeğe kilitlendi. “Biliyorum, Torin. Ama başka yol yok. Onu kırlara salacağız.” Kapıyı açtı, kristal bir asansörle kulelerin eteğine indiler. Kırların biyolüminesans ışıkları, bebeğin exoskeleton’unda parlıyordu; mor ve mavi ağaçlar, rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Torin bebeği yere bıraktı; küçük Kentaura dört bacağıyla birkaç adım attı, ama sonra durdu. Dönüp onlara baktı, sinir ağı maviden kırmızıya titredi.

Torin bir adım attı, ışıkları ağlar gibiydi. “Git, küçük… Kırlar senin artık.”

Bebek koşmadı. Tersine, dört bacağıyla geri döndü, Torin’in mekanik bacaklarına sarıldı. Lyra’nın ışıkları kırmızı bir panikle çırpındı. “Hayır, geri gelme! Gitmen lazım!”

Torin bebeği itmeye çalıştı, ama elleri titriyordu. “Lütfen, git… Burada kalamazsın!” Bebek, küçük elleriyle Torin’in exoskeleton’una tutundu, sinir ağı kırmızı bir inatla parlıyordu. Lyra yere çöktü, telepatik sesi zihninde bir yalvarış gibi yankılandı. “Git diye yalvarıyorum… Bizi bırak!”

Bebek bir an durdu, sonra yavaşça geri çekildi. Kırlara doğru birkaç adım attı, ama gözleri hâlâ Torin ve Lyra’daydı. Torin’in ışıkları kırmızıdan mora çöktü; ağlıyordu. “Bize bakıyor, Lyra… Bizi hatırlayacak mı?”

Lyra bebeğe doğru uzandı, ama kolunu indirdi. “Bilmiyorum, Torin. Ama o özgür artık. Gitmeli.” Bebek, son bir kez dönüp baktı, sonra biyolüminesans ağaçların arasına koştu. Torin ve Lyra, kuleye dönerken sessizce ağladı; sinir ağları, veda’nın acısıyla vızıldıyordu. Asansör kapandığında, birbirlerine sarıldılar, ışıkları kırmızı bir hüzünle yanıp sönüyordu.

Günler geçti. Torin, her sabah kuleden çıkıp kırlara gidiyordu. Bebeğini bıraktığı yerde buluyordu; küçük Kentaura, ağaçların altında oynuyor, exoskeleton’uyla koşuyordu. Torin uzaktan izliyor, konuşmuyordu. “Büyüyorsun, değil mi?” diye mırıldanıyordu, telepatik sesi sadece kendi zihninde yankılanıyordu. Bebek onu görüyordu, ama yaklaşmıyordu; kırlar artık onun eviydi.

Bir gün, Torin yine gitti. Ama bebek yoktu. Biyolüminesans ağaçların altı boştu; kristal zeminde iz yoktu. Torin etrafa baktı, ışıkları kırmızıya çırpındı. “Neredesin? Gittin mi?” Sessizlik cevap verdi. Ertesi gün yine geldi, sonra bir gün daha. Bebek yoktu. Kırların rüzgârı, Torin’in exoskeleton’unda ıslık çalıyordu; sinir ağı maviye döndü, ama solgundu.

Kuleye döndüğünde, Lyra onu bekliyordu. “Onu buldun mu?” diye sordu, ışıkları sakin ama merakla parlıyordu.

Torin başını eğdi. “Hayır. Gitti. Günlerdir yok.”

Lyra yanına oturdu, elini Torin’in mekanik bacağına koydu. “Ayrılığı kabullenmen lazım, Torin. O kırların çocuğu artık.”

Torin sustu, pencereden kırlara baktı. “Biliyorum. Ama onsuz… boşluk var.” Işıkları maviye sabitlendi; ayrılığı kabullenmişti, ama yüreğinde bir iz kalmıştı. Chironis’in dengesi, ilk bebeklerini ondan almıştı.



Bölüm 10: İsyan ve Umut

Chironis’in kristal kulesi, 44 yıl boyunca Torin ve Lyra’nın bebeklerini kırlara salışına tanık olmuştu. Kırk dört erkek bebek, doğmuş, büyümüş ve kırk bebek exoskeleton’larıyla biyolüminesans ağaçların arasına gönderilmişti. Her veda, Torin’in sinir ağında bir yara bırakmıştı; ışıkları, artık sabit bir maviye dönemiyor, sürekli kırmızı ve mor arasında çırpınıyordu. Lyra, kristal odada 41. bebeği hazırlıyordu. Küçük erkek Kentaura, elleriyle kristal zeminde oynuyor, henüz ayaklarının eksikliğini fark etmiyordu. Lyra, dolaptan dört bacaklı bir exoskeleton çıkardı; mekanik bacaklar, bebeğin altından uzanan sinir düğümünden bağlanıp bedenine yerleştirildiğinde, bebek ilk kez dört nala koştu, odada küçük bir daire çizdi. Torin, pencereden kırlara bakarken, Rigil Kentaurus’un altın ışıkları exoskeleton’unda yansıyordu.

Torin birden döndü, ışıkları kırmızı bir öfkeyle parladı. “Neden hep böyle oluyor, Lyra?” Telepatik sesi zihninde bir fırtına gibi yankılandı, odanın kristal duvarlarında titreşti. “Kız doğana kadar ne kadar sürecek? 44 yıl, 44 bebek… Hepsi erkek! Bıktım artık bu vedalardan!”

Lyra bebeği yere bıraktı, ışıkları maviden kırmızıya çırpındı; elleri titriyordu. “Bunu sen de biliyorsun, Torin. 100 bebekten 99’u erkek. Chironis’in dengesi bu. Sabretmeliyiz.”

Torin kristal zeminde bir tur attı, mekanik bacakları sertçe vuruyordu; her adımda bir vızıltı yükseliyordu. “Sabretmek mi? Her seferinde bir parçam kırlara gidiyor! Onları büyütüyoruz, ellerimizle besliyoruz, sonra atıyoruz! Bu sistem… Bu saçmalık! 40 kez aynı acıyı yaşadım, Lyra!”

Lyra ona yaklaştı, bebeğin exoskeleton’una dokundu; sesi sertleşti. “Saçmalık değil, Torin. Gezegenin ekosistemi çökerdi, unuttun mu? Erkekler %99, biz %1’iz. Çok olmaları, kırları tüketir; enerji biter, hepimiz ölürüz. Başka yol yok.”

Torin durdu, pencereye yaslandı; ışıkları kırmızıdan mora çöktü. “Belki vardır, Lyra. Belki bu dengeyi değiştirebiliriz. Ama sen hep aynı şeyi söylüyorsun! Kırk dört yıl… Daha kaç bebek salacağız? 50? 100?”

Lyra bebeği kucağına aldı, sinir ağı titriyordu. “Bilmiyorum, Torin. Ama bu bizim kaderimiz. Chironis’in kanunu bu. Onu değiştiremeyiz.”

Torin başını salladı, sesi alçaldı. “Değiştiremez miyiz? Belki dişiler bir şeyler yapabilir. Bilim, teknoloji… Hepiniz kulelerde bunları öğreniyorsunuz. Neden bir çözüm bulmuyorlar?” Lyra sustu, bebeği asansöre koydu. 41. veda, sessizce gerçekleşti; bebek kırlara koştu, ağaçların arasında kayboldu. Ama Torin’in isyanı, kulede bir yankı bırakmıştı; sinir ağı, öfkeli bir vızıltıyla parlıyordu.

45. yıl geldi. Lyra, kristal yatağında bir bebek doğurdu. Torin yanında duruyordu, sinir ağı titriyordu; 44 başarısızlıktan sonra umudu solmuştu. Bebek, elleriyle hareket etti; ayakları yoktu, ama sinir ağına bakıldığında bir fark vardı. Lyra bebeği inceledi, ışıkları maviye çarptı, şaşkınlıkla parladı. “Kız,” dedi, sesi titredi. “İlk kız bebeğimiz.”

Torin bebeğe yaklaştı, ışıkları mora kaydı; gözleri bebeğin minik ellerine kilitlendi. “Kız mı? Gerçekten mi? 45 yıl sonra mı?” Lyra başını salladı, bebeği kucağına aldı; sinir ağı, mavi bir huzurla parlıyordu. İlk kez bir bebek kırlara gitmeyecekti; kulede kalacaktı. Torin bebeğin yanına oturdu, “Sana ne diyeceğiz?” diye mırıldandı, telepatik sesi yumuşak bir dalga gibi yayıldı. Lyra gülümsedi. “Lyssia. Adı Lyssia olacak.” Torin’in isyanı, bir umuda dönüşmüştü; ama sinir ağında, 42 vedanın izi hâlâ yanıp sönüyordu.



Bölüm 11: Bilim ve Yasak

Chironis’in kristal kulesi, 20 yıl sonra Lyssia ile doluydu. Torin ve Lyra’nın kızı, genç bir Kentaura’ydı; exoskeleton’u dört bacakla koşuyor, sinir ağı mavi bir merakla parlıyordu. Odası, yıldız tabletleri, kristal küreler ve biyolüminesans bitkilerle çevrili bir laboratuvara dönmüştü. Lyssia, annesi Lyra’dan aldığı bilim mirasını karıştırıyordu. Bir kristal masada oturmuş, eski bir yıldız tabletini tarıyordu; satırları okurken sinir ağı vızıldıyordu. “Neden %99 erkek doğuyor?” diye mırıldandı, telepatik sesi zihninde bir soru gibi yankılandı. Tableti eline aldı, eski kayıtlara daldı. “%50 doğması için bir şey yapılabilir mi? Bu oran… Bu dengesizlik neden?”

Kapı açıldı, Lyra içeri girdi; ışıkları sakin bir maviye sabitlenmişti. Lyssia’yı tabletle görünce durdu. “Ne yapıyorsun, Lyssia?” diye sordu, sesi yumuşak ama temkinliydi.

Lyssia ayağa kalktı, tableti annesine uzattı; ışıkları mor bir hırsla parladı. “Araştırıyorum, anne. 100 bebekten 99’u erkek. Ama bu oran değişebilir mi? Eski kayıtlarda ‘embriyo seçimi’ diye bir şey varmış. Laboratuvarda embriyolar analiz edilip kız olanlar seçilebiliyormuş!”

Lyra’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, tableti elinden aldı. “Nereden buldun bunu? O eski kayıtlar yasak! Kimseye söylemedin, değil mi?”

Lyssia kristal zeminde bir tur attı, mekanik bacakları vızıldıyordu. “Hayır, ama neden yasak? Başka bir şey buldum: ‘sperm ayıklama.’ X ve Y’leri ayırıp %50 yapabiliyorsun! Hatta genetik düzenleme var; embriyoları değiştirebiliyorsun! Deneyler yaparsak—”

Lyra sözünü kesti, sesi sertleşti; ışıkları maviden kırmızıya kaydı. “Kes şunu, Lyssia! Gezegenin sistemini bozamazsın. Chironis’in dengesi buna bağlı. %99 erkek, %1 dişi; bu ekosistemi koruyor. Deneyler felaket getirir!”

Lyssia kristal küreyi eline aldı, ışıkları kırmızı bir öfkeyle titredi. “Ama bu denge adil değil! Babam 44 bebeği kırlara saldı, hepsi erkekti. Hepsini tek tek uğurladı, her veda onu kırdı! Denesek, belki daha çok kız doğar. Mutasyon riski olsa bile, bir şansımız yok mu?”

Lyra ona yaklaştı, küreyi masaya koydu; sesi soğuk bir kararlılıkla yankılandı. “Risk mi? Mutasyonlar gezegeni mahveder, Lyssia. Embriyolar bozulur, enerji çöker, hepimiz ölürüz. Tapınak sistemi bunu engeller. Sus ve unut.”

Lyssia durdu, ışıkları mora çöktü; sinir ağı vızıldıyordu. “Unutamam, anne. Babamın gözlerindeki acıyı gördüm. Her bebek gittiğinde biraz daha soldu. %99 erkek… Bu bir lanet! Bilim bunu çözebilir, neden denemiyoruz?”

Lyra başını salladı, odadan çıkarken sesi alçaldı. “Çözüm yok, Lyssia. Chironis’in kanunu bu. Düşünmen bile yasak.” Kapı kapandığında, Lyssia tablete baktı; elleri titriyordu. Bilim, onun isyanı olmuştu; annesinin yasakları, merakını durduramazdı. Sinir ağı, bir fikirle parlıyordu: “Denemeliyim… Gizlice de olsa.”

Lyra o günden sonra genetik düzenleme ile ilgili eski yasaklı kayıtları gizlice okumaya devam etti.



Bölüm 12: Baskın ve Kaçırılma

Chironis’in Luminos Tapınağı, kaosun ortasındaydı. Rigil Kentaurus ve Toliman’ın ışıkları, kristal salonun cam duvarlarında kırılıp mor ve mavi gölgeler saçıyordu. Lyssia, 20 yaşında, tapınakta ilk erkek seçimini yapacaktı; sinir ağı mor bir heyecanla parlıyordu. Elinde bir anahtar, önünde bekar erkekler sıralanmıştı. Lyra ve Torin, bir köşede kızlarını izliyordu; Torin’in ışıkları maviye çalıyordu, ama 44 vedanın izleri hâlâ yanıp sönüyordu. Lyra sakin, ışıkları sabit bir maviye kilitlenmişti. Lyssia, bir erkeğe anahtar uzatmak üzereyken, salonun kristal kapıları gürültüyle açıldı.

Kael ve çetesi, mekanik bacaklarıyla tapınağa daldı. Kael’in exoskeleton’u yaralıydı; sol bacağı dronların lazer izlerini taşıyordu, ama ışıkları kırmızı bir öfkeyle parlıyordu. Çetesi, ellerinde kristal kırıcılarla dronlara saldırdı; vızıltılar ve çatlama sesleri salonu doldurdu. Kael öne çıktı, telepatik sesi bir çığlık gibi yankılandı. “Durun! Bu sistemi bitireceğiz!”

Lyssia şaşkınlıkla geri çekildi, anahtar elinden düştü; ışıkları kırmızıya çırpındı. “Bu ne? Kimsiniz siz?” İlk kez erkekleri bu kadar yakından görüyordu; kulelerde, %1’lik dişiler arasında büyümüştü. Erkekler, kırların uzak gölgeleriydi; şimdi ise tapınağı yıkmaya gelmişlerdi.

Torin öne fırladı, sinir ağı titredi; Kael’i tanıdı. “Kael? Sen misin? Yıllar sonra… Neden buradasın?”

Kael ona baktı, ışıkları bir an maviye kaydı, ama öfke geri geldi. “Torin… Hâlâ buradasın, kulelerde köle gibi! Ama bu tapınak bitecek! Özgürlüğümüzü çaldılar!” Çetesi kaosu büyüttü; dronlar lazerlerle saldırdı, kristal duvarlar çatladı. Kael’in yanındaki üç erkek, gözlerini Lyssia’ya dikti. İlk kez bir dişi görüyorlardı; %99’luk dünyada, dişiler bir efsaneydi. Işıkları mora kaydı, şaşkınlık ve merakla parlıyordu.

Kael, Lyssia’ya döndü, bir hamleyle onu omuzuna attı. “Sen geliyorsun!” Lyssia çırpındı, mekanik bacakları boşlukta sallandı; korku sinir ağına yayıldı. “Bırak beni! Bana dokunursanız, babam bunu yanınıza bırakmaz!”

Kael koşmaya başladı; çetesi tapınağı dağıtırken, o dört bacağıyla kırlara doğru fırladı. Dronlar peşine takıldı, lazerler exoskeleton’una çarptı, ama Kael durmadı. Mağarasına ulaştı, Lyssia’yı yere indirdi. Çetesi etrafını sardı; erkekler, Lyssia’ya bakıyordu, sinir ağları vızıldıyordu. Lyssia geri çekildi, ışıkları kırmızı bir panikle titredi. “Uzak durun benden! Ne istiyorsunuz?”

Kael öne çıktı, çetesine dönüp seslendi. “Dokunmayın ona! Onu koruyorum!” Lyssia’ya baktı, ışıkları maviye döndü; sesi yumuşadı. “Bizi bebekken kırlara salıp cahil bıraktılar. Seni bize öğretmenlik yapmak için kaçırdık, Lyssia. Bize her şeyi anlatacaksın. Erkeklerin %99 unu öldüren bu sistemi birlikte yıkacağız.”

Lyssia durdu, korkusu şaşkınlığa dönüştü; ışıkları mora kaydı. “Öğretmenlik mi? Sistemi yıkmak mı? Neden ben?”

Kael mağaranın kristal duvarına yaslandı, eski günleri hatırladı. “Amacımız şu: %99 erkek doğmasının sebebini bulmak ve buna çare araştırmak. 64 yıl önce baban Torin’le kırlarda koştum; o kulelere gitti, ben tapınağın Yedekler Zindanı'ndan kaçtım. Bu düzen hepimizi mahvediyor. Buna çare bulduktan sonra, %50 düzenini getireceğiz. Erkekler ve dişiler eşit olacak!”

Çetedeki bir erkek, ışıkları kırmızı bir öfkeyle parladı. “%99 neden? Niye hep biz ölüyoruz?”

Kael başını salladı. “Bilmiyoruz, ama o biliyor.” Lyssia’ya döndü. “Sen %1’sin. Bilim sizin elinizde. Bize anlat!”

Lyssia oturdu, mağaranın soğuk zeminine baktı; sinir ağı vızıldadı. Korkusu hâlâ oradaydı, ama Kael’in sözleri zihninde yankılanıyordu. “Babam… 61 bebeği kırlara saldı. Hepsi erkekti. Ben ilk kızdım. Ama…” Durdu, ışıkları maviye döndü. “Aslında bir çaresi var.”

Kael öne eğildi, ışıkları mora çarptı. “Çare mi? Ne biliyorsun?”

Lyssia derin bir nefes aldı, telepatik sesi titredi. “Eski kayıtlarda buldum. Şifreliydi ama çözmeyi başardım. Eskiden türümüzün ayakları varmış. Doğumlarda erkek-dişi oranı %50 miş. Atalarımız daha üstün bir tür haline gelmek için genlerimizi bozmuş. Sonra da genetik konusunda düşünmek bile yasaklanmış. Yasakların çiğnenme günü geldi. Aslında bir çok çözüm var. Birincisi embriyo seçimi… Laboratuvarda embriyoları analiz edip kız olanları seçebiliriz. Bu fazla erkekleri öldürmek gibi, bence etik değil. Tek fark doğmadan öldürüyorsun. Diğeri sperm ayıklama var; X ve Y’leri ayırıp %50 yapabiliyorsun. Hatta genetik düzenleme çözümü daha var. İşi kökten çözüyor. Ama annem yasak dedi. Deneyler gezegeni bozarmış.”

Kael’in çetesinden biri, ışıkları kırmızı bir heyecanla parladı. “O zaman neden yapmıyorlar? Bizi kurtarabilir!”

Lyssia başını salladı. “Çünkü riskli. Mutasyonlar olabilir, ekosistem çökebilir. Tapınak bunu engelliyor. Ama… Belki bir yol bulabiliriz.” Kael’e baktı, sinir ağı titriyordu. “Beni gerçekten koruyacak mısın?”

Kael başını eğdi, ışıkları maviye sabitlendi. “Söz veriyorum, Lyssia. Seni Torin’in kızı olarak değil, bizim umudumuz olarak görüyorum. Birlikte bu düzeni değiştireceğiz.” Lyssia sustu, mağaranın gölgelerine baktı. Korkusu azalmıştı; Kael’in isyanı, onun bilimsel merakıyla birleşmişti. Chironis’in %99 düzeni, ilk kez sorgulanıyordu.



Bölüm 13: Mağaradaki Laboratuvar

Chironis’in kırları, Kael’in mağarasını çevreleyen biyolüminesans ağaçlarla parlıyordu. Mağara, artık bir sığınaktan fazlasıydı; Lyssia’nın rehberliğinde, kristal duvarlar arasında bir laboratuvar doğuyordu. Kael’in çetesi, tapınaktan çaldıkları yıldız tabletlerini ve kristal küreleri mağaraya taşımıştı. Lyssia, bir kristal masanın başında duruyordu; exoskeleton’u vızıldıyor, sinir ağı mavi bir kararlılıkla parlıyordu. Kael ve üç erkek Kentaura, etrafında toplanmıştı; ilk kez bir dişiyle bu kadar yakındılar, ışıkları mora çalıyordu.

Kael masaya yaslandı, ışıkları kırmızı bir heyecanla titredi. “Burayı laboratuvara çevirelim, Lyssia. Bize anlattıkların… Embriyo seçimi, genetik düzenleme… Hangisini yapacağız?”

Lyssia bir kristal küreyi eline aldı, içindeki ışıklar dans ediyordu. “Embriyo seçimi yavaş. Sperm ayıklama %90 doğrulukta kalır. Ama genetik düzenleme…” Durdu, sinir ağı vızıldadı. “CRISPR denen bir sistem var. Eski kayıtlarda buldum. DNA’yı değiştirebiliyorsun. %99’u erkek yapan kromozom dengesini bozabiliriz.”

Çetedeki bir erkek, ışıkları kırmızı bir şaşkınlıkla parladı. “DNA mı? Nasıl yapacak?”

Lyssia küreyi masaya koydu, telepatik sesi zihninde net bir dalga gibi yayıldı. “Kendi yumurtalarımı kullanacağım. Sizden de sperm alacağım. Laboratuvarda embriyolar oluşturup, CRISPR’la cinsiyet kromozomlarını değiştireceğiz. X ve Y’leri %50’ye dengeleyeceğiz.”

Kael öne eğildi, ışıkları mora kaydı. “Peki nasıl yayılacak? Her embriyoyu tek tek mi değiştireceğiz?”

Lyssia mağaranın köşesindeki bir kristal kabı işaret etti; içinde biyolüminesans bir sıvı parlıyordu. “Hayır. Bir virüs kullanacağız. CRISPR’ı taşıyacak bir vektör virüs. Embriyolara bulaşacak, kromozomları değiştirecek. Hatta…” Durdu, ışıkları kırmızıya çırpındı. “Yetişkinlere de bulaşıp, sonraki bebeklerini %50 yapacak bir versiyon yapabiliriz.”

Çetedeki ikinci erkek, ışıkları maviden kırmızıya geçti. “Virüs mü? Bize de bulaşır mı? Tehlikeli değil mi?”

Lyssia başını salladı, sesi sertleşti. “Evet, riskli. Yanlış bir mutasyon, embriyoları bozabilir. Ekosistemi çökertebilir. Ama %99 düzeni zaten bir kâbus. Denemezsek, tapınak hepimizi yutacak.”

Kael kristal zeminde bir tur attı, mekanik bacakları vızıldadı. “Deneyeceğiz. %50 düzeni için bu riske değer. Ama nasıl başlayacağız?”

Lyssia bir kristal iğne çıkardı, kendi exoskeleton’una yaklaştırdı. “Önce yumurtalarımı alacağım. Sonra sizden sperm isteyeceğim. Kürelerde embriyolar oluşturup, virüsü hazırlayacağız.” İğneyi sinir ağına batırdı; ışıkları bir an kırmızıya çırpındı, ama sakinleşti. Çetedeki erkekler birbirine baktı; biri gönüllü oldu, ışıkları mora kaydı. “Ben veririm. %50 için her şeyi yaparım.”

Lyssia, kristal bir kaba sıvılar topladı; kürede embriyolar oluşturmaya başladı. “Virüsü Adeno-associated türü yapalım. Bulaşıcı ama kontrol edilebilir. CRISPR’ı taşıyacak, Çift Sarmal Deoksiribo Nükleik Asit Molekülleri üzerindeki düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümelerini endonükleaz enzimiyle kesip homolog yönlendirilmiş onarım şablonuyla birleştireceğim. Genetik hastalığı kontrol edip %50’ye ulaşacağız.” Ellerinde bir kristal tüp belirdi; içinde parlayan bir sıvı vardı. “Bu, ilk deneme virüsümüz.”

Kael tüpe baktı, ışıkları maviye sabitlendi. “Peki ya yan etkiler? Annen mutasyonlardan korkuyordu.”

Lyssia durdu, sinir ağı titredi. “Haklı olabilir. Fakat ben Homolog Olmayan Uç Birleştirme tekniğini kullanmayacağım. Daha ileri bir teknik var. Homolog yönlendirilmiş onarım şablonu sürecinde mutasyon riski büyük ölçüde azalıyor. Yine de risk sıfır değil. Virüs kontrolden çıkarsa, genetik bir salgın olur. Embriyolar bozulabilir, bebekler mutasyona uğrayabilir… Belki ayaksızdan fazlası olur. Ama başka şansımız yok.”

Çetedeki üçüncü erkek, ışıkları kırmızı bir öfkeyle parladı. “Deneyelim! %99 yüzünden arkadaşlarım makinede öldü. Bu düzen değişmeli!”

Lyssia tüpü küreye yerleştirdi; ışıklar vızıldadı, virüs embriyolara bulaştı. “İlk deneme başladı. Eğer çalışırsa, bu virüsü kırlara yayarız. Herkesin embriyoları %50 olur.” Kael ona baktı, sesi yumuşadı. “Başaracağız, Lyssia. Seni korumaya söz verdim. Birlikte bu sistemi yıkacağız.”

Mağara sessizleşti; kristal küre, Chironis’in kaderini değiştirecek bir deneyin merkeziydi. Lyssia’nın ışıkları mora çalıyordu; korku, umut ve kararlılık bir aradaydı. Kael ve çetesi, ilk kez %50 düzenine bu kadar yakındı. Ama virüsün gölgesi, henüz bilinmeyen bir tehdidi taşıyordu.



Bölüm 14: Doğum ve Deney

Chironis’in mağara laboratuvarı, kristal kürelerin vızıltılarıyla doluydu. Lyssia, Kael ve çetesi, CRISPR virüsünü embriyolara uygulamıştı; şimdi sıra sonuçları görmekteydi. Kristal masada, biyolüminesans sıvılarla dolu tüpler parlıyordu; Lyssia, bir kristal iğneyle ilk embriyoyu hazırlamıştı. Sinir ağı mavi bir kararlılıkla parlıyordu, ama içinde bir korku titriyordu. Kael, yanında durmuş, ışıkları kırmızı bir heyecanla yanıp sönüyordu. Çete, etrafı sarmış, sinir ağları mora çalıyordu; %50 düzenine bu kadar yakındılar.

Lyssia iğneyi eline aldı, exoskeleton’una yaklaştırdı. “İlk embriyoyu kendim taşıyacağım,” dedi, telepatik sesi zihninde net bir dalga gibi yayıldı. “Doğumdan sonra %50 çalışıyor mu, bir sorun var mı kontrol edeceğiz.”

Kael öne eğildi, ışıkları maviye kaydı. “Kendin mi? Riskli değil mi? Virüs… Yan etkiler olabilir.”

Lyssia başını salladı, iğneyi sinir ağına batırdı; ışıkları bir an kırmızıya çırpındı, ama sakinleşti. “Risk almadan öğrenemeyiz, Kael. %99’dan kurtulmak için bu gerekli. İlk bebeği ben doğuracağım.” Embriyo, biyolüminesans sıvıyla birlikte bedenine yerleşti; sinir ağı vızıldadı, bir değişim başlamıştı.

Çetedeki bir erkek, ışıkları kırmızı bir endişeyle parladı. “Ya bir şey ters giderse? Annen mutasyonlardan korkuyordu, değil mi?”

Lyssia oturdu, kristal küreye baktı. “Evet, korkuyordu. Virüs genleri karıştırabilir. Ama denemezsek, tapınak kazanır. Birkaç deneme yapacağım; %50’yi doğrulayana kadar.”

Zaman geçti. Mağara, Lyssia’nın hamileliğiyle sessiz bir bekleyişe gömüldü. Kael ve çetesi, kristal kürelerde diğer embriyoları izliyordu; virüsün etkisi sürüyor muydu? Bir yıl sonra, Lyssia kristal bir yatağa uzandı; doğum vakti gelmişti. Kael yanında durdu, ışıkları titriyordu. “Hazır mısın?”

Lyssia’nın ışıkları mora çalıyordu; acı ve umut bir aradaydı. “Evet. Şimdi göreceğiz.” Doğum başladı; mağaranın kristal duvarları, Lyssia’nın telepatik inlemeleriyle yankılandı. Bebek doğdu: dört minik bacağı vardı, exoskeleton’a gerek yoktu. Lyssia bebeği kucağına aldı, sinir ağına baktı; ışıkları kırmızıya çırpındı.

“Erkek,” dedi, sesi titredi. “Ama… Dört bacaklı! Ve bir sorun var.” Bebeğin sinir ağı zayıftı; ışıkları soluk, titrek bir şekilde parlıyordu. Virüs bir yan etki bırakmıştı.

Kael bebeğe baktı, ışıkları kırmızıdan mora çöktü. “Dört bacak mı? Ama zayıf görünüyor… Virüs mü yaptı?”

Lyssia bebeği inceledi, kristal bir tarayıcıyla sinir ağını taradı. “Evet… CRISPR genleri değiştirmiş. %99’u bozmuş, dört bacak genini geri getirmiş. Ama sinir ağı karışmış; bu bebek sağlıklı değil.” Bebeğin ışıkları güçsüzce yanıp sönüyordu; hayatta, ama zayıftı. Lyssia başını eğdi. “İlk deneme tam olmadı.”

Çetedeki ikinci erkek, ışıkları kırmızı bir öfkeyle parladı. “Tam olmadı mı? O zaman ne yapacağız?”

Lyssia ayağa kalktı, bebeği kristal bir beşiğe koydu. “Daha fazla deneyeceğim. Virüsü ayarlamalıyız. Birkaç deneme daha yapıp %50’yi bulacağız.” Yeni bir embriyo hazırladı, bu kez virüsün dozunu azalttı; tekrar bedenine yerleştirdi. “İkincisi farklı olacak.”

Bir yıl geçti. İkinci bebek doğdu. Lyssia, yatağında bebeği kucağına aldı; dört bacağı vardı, sinir ağı tarandı. Işıkları maviye çarptı. “Kız!” dedi, sesi umutla titredi. Sinir ağı güçlüydü, yan etki yoktu. Kael gülümsedi, ışıkları mora kaydı. “%50 çalışıyor mu? Bacaklar da var!”

Lyssia tarayıcıyı tekrar kullandı. “Evet… Virüs doğru çalıştı. %50’ye oturdu, dört bacak genini geri getirdi. Bu bebek sağlıklı.” Çeteye döndü. “Bir deneme daha yapalım. Emin olmalıyız.”

Üçüncü yıl, üçüncü bebek doğdu. Lyssia, tarayıcıyı elinde tuttu; bebek dört bacaklıydı, erkekti ve sinir ağı kusursuzdu. “Erkek, ama sağlıklı! %50 dengesi tuttu, bacaklar geri geldi!” Kael’e baktı, ışıkları maviye sabitlendi. “Başardık, Kael. Virüs ayarlandı; %50 ve dört bacaklı bir düzen elimizde.”

Kael kristal zeminde bir tur attı, ışıkları kırmızı bir zaferle parladı. “O zaman bunu yayalım! Tapınağı yıkmadan önce, kulelere salalım!”

Lyssia durdu, ilk bebeğe baktı; zayıf sinir ağlı bebek, beşiğinde solukça parlıyordu. “Ama dikkatli olmalıyız. İlk deneme… Onu böyle yaptı. Virüsü yayarsak, yan etkiler olabilir.” Kael ona yaklaştı, sesi yumuşadı. “Risk alacağız, Lyssia. %50 ve özgürlük için bu bedeli öderiz.”

Mağara sessizleşti; üç bebek, Chironis’in geleceğini taşıyordu. Lyssia’nın ışıkları mora çalıyordu; başarı umudu, ilk denemenin gölgesiyle karışmıştı. %50 düzeni ve dört bacaklılık ellerindeydi, ama bu, daha büyük bir sırrın başlangıcıydı.



Bölüm 15: Virüsün Yolu

Chironis’in mağara laboratuvarı, üç bebeğin doğumuyla sessiz bir zaferin gölgesindeydi. Lyssia, kristal beşiklerdeki bebeklere bakıyordu: ilki mutasyonlu, iki sinir ağıyla zayıfça parlıyordu; ikincisi kız, sağlıklıydı; üçüncüsü erkek, ama normalsi. %50 düzeni ellerindeydi, ama henüz kulelere ulaşmamıştı. Kael, kristal masanın başında durmuş, ışıkları kırmızı bir kararlılıkla parlıyordu. Çete, etrafı sarmış, sinir ağları mora çalıyordu; tapınağı yıkma hayali, şimdi bir adım ötedeydi.

Lyssia bir kristal tüpü eline aldı; içinde CRISPR virüsü, biyolüminesans bir sıvıyla parlıyordu. “%50 çalışıyor, Kael. Ama kırlara yayarsak, dişilere ulaşmaz. Kulelere gitmeli.”

Kael durdu, ışıkları maviye kaydı. “Haklısın. Dişiler kulelerde… Virüs oraya nasıl gidecek? Tapınağa saldırsak mı?”

Lyssia başını salladı, sinir ağı vızıldadı. “Tapınak çok korunaklı. Dronlar ve güvenlik robotları var. Direkt saldıramayız. Ama…” Durdu, ışıkları kırmızıya çırpındı. “Kuleye dönersem, virüsü kendi ellerimle yayabilirim.”

Çetedeki bir erkek, ışıkları kırmızı bir şaşkınlıkla parladı. “Kuleye mi döneceksin? Bizi terk mi ediyorsun?”

Lyssia ona döndü, sesi sertleşti. “Terk etmek değil. Strateji. Annem ve diğer dişiler kulelerde. Virüsü oraya sokarsam, embriyolarına bulaşır. %50 her yere yayılır.”

Kael kristal zeminde bir tur attı, mekanik bacakları vızıldadı. “Ama nasıl gireceksin? Tapınaktan kaçırıldın. Güvenlik seni arıyordur.”

Lyssia mağaranın köşesindeki bir kristal tarayıcıyı işaret etti. “Güvenlik robotlarından birini ele geçirelim. Onlar kulelere girip çıkıyor. Virüsü bir robota yüklersek, beni tanıyormuş gibi davranır. Kuleye onunla girerim.”

Çetedeki ikinci erkek, ışıkları mora kaydı. “Robot mu? Nasıl ele geçireceğiz?”

Kael gülümsedi, ışıkları kırmızı bir hırsla parladı. “Tapınağın dışındaki devriye robotlarını izledim. Yalnız geziyorlar. Birini pusuya düşürürüz. Sen, Lyssia, virüsü robota nasıl yükleyeceksin?”

Lyssia tüpü tarayıcıya yerleştirdi; kristal ekran, virüsün yapısını gösterdi. “Robotların sinir ağına bağlanırım. Virüsü bir veri paketi gibi kodlarım. Robot, kuleye girince virüsü havaya salar. Dişilere bulaşır.”

Çetedeki üçüncü erkek, ışıkları kırmızı bir endişeyle titredi. “Ya mutasyonlar? İlk bebekte oldu. Kulelerde yayılırsa ne olacak?”

Lyssia durdu, ilk bebeğe baktı; mutasyonlu bebek, beşiğinde zayıfça parlıyordu. “Risk var. Ama virüsü ayarladım; ikinci ve üçüncü bebek normaldi. Yine de… Kontrol edemeyiz. %50 için bu bedeli ödeyebiliriz.”

Kael öne çıktı, sesi kararlıydı. “Ödeyeceğiz. Hadi plan yapalım. Robotu ele geçirelim.”

Gece düştü. Kael ve çetesi, tapınağın yakınındaki kristal kırlara pusuya yattı. Bir güvenlik robotu, dört bacağıyla devriye geziyordu; exoskeleton’u mavi bir ışıkla parlıyordu. Kael işaret verdi; çete, kristal kırıcılarla robota saldırdı. Robot vızıldadı, lazerle karşılık verdi, ama Kael bir sıçrayışla üstüne atladı. Mekanik bacaklarıyla robotu yere sabitledi. “Lyssia, şimdi!”

Lyssia koştu, tarayıcıyı robotun sinir ağına bağladı. Tüpü çıkardı, virüsü robota yükledi; ekran vızıldadı, kod tamamlandı. Robotun ışıkları bir an kırmızıya çırpındı, sonra maviye döndü. Lyssia telepatik sesini robota aktardı. “Beni tanıyorsun. Kuleye götür.”

Robot ayağa kalktı, Lyssia’ya döndü. “Emredersiniz,” diye vızıldadı, mekanik bir sesle. Kael çeteye baktı. “Başardık. Git, Lyssia. Virüsü yay.”

Lyssia robota bindi, kulelere doğru yola çıktı. Işıkları mora çalıyordu; korku ve umut bir aradaydı. “Babam ve annem… Onlar da etkilenecek. Ama bu sistemi değiştirmeliyiz.” Robot, kulelerin kristal kapısına ulaştı; kapı açıldı, Lyssia içeri girdi. Elinde virüslü bir tüp, sinir ağı vızıldıyordu. Kuledeki havalandırmaya yaklaştı, tüpü açtı; biyolüminesans sıvı havaya karıştı. “Şimdi… Chironis değişecek.”

Mağarada, Kael ve çetesi bekliyordu. Lyssia’nın dönüşü, %50 düzeninin başlangıcı olacaktı—ya da bir mutasyon kâbusunun.



Bölüm 16: Yeni Chironis

Chironis’in kristal kuleleri, Lyssia’nın virüsünün yayıldığı bir sessizliğe bürünmüştü. Biyolüminesans sıvı, kulelerin havalandırma sisteminden dişilere ulaşmış, embriyolarına sızmıştı. Lyssia, kuledeki odasında duruyordu; güvenlik robotu sayesinde içeri girmiş, virüsü salmıştı. Sinir ağı mora çalıyordu; umut ve korku iç içeydi. Kael ve çetesi, mağarada bekliyordu; kırların biyolüminesans ışıkları, bir değişimin habercisi gibi titreşiyordu.

Bir yıl geçti. Kulelerde doğumlar başladı. Lyra, kristal yatağında bir bebek doğurdu; Torin yanında, ışıkları titreyerek izliyordu. Bebek doğdu; ama bu kez farklıydı. Ellerinin yanı sıra dört minik bacağı vardı—exoskeleton’a ihtiyaç duymuyordu. Lyra bebeğe baktı, sinir ağı maviye çarptı; şaşkınlık ve sevinç bir aradaydı. “Kız,” dedi, telepatik sesi titredi. “Ve… Bacakları var! Doğuştan dört bacaklı!”

Torin bebeğin bacaklarına dokundu, ışıkları kırmızıdan mora kaydı; gözleri faltaşı gibi açıldı. “Dört bacak mı? Lyssia… Bunu nasıl yaptın?”

Aynı anda, kulelerdeki diğer dişiler de doğuruyordu. Bazıları kız, bazıları erkek; oran %50’ye oturmuştu. Ve hepsi dört bacaklıydı—exoskeleton’suz, özgürce hareket ediyorlardı. Lyssia, annesinin odasına koştu; kristal tarayıcıyı eline aldı, bebeği taradı. Sinir ağı vızıldadı, ışıkları maviye sabitlendi. “%50 tuttu… Ve bu bacaklar… Orijinal hallerine döndüler!”

Lyra ayağa kalktı, bebeği kucağında tuttu; ışıkları kırmızı bir şaşkınlıkla parladı. “Orijinal halleri mi? Ne diyorsun, Lyssia?”

Lyssia bir yıldız tabletini masaya koydu; eski kayıtları günlerdir taramıştı. “Sen yasakladıktan sonra da geçmişi araştırmaya devam ettim, anne. Chironis’in Kentaura’ları, atalarımızdan önce %50 erkek, %50 dişiydi. Ve hepsi dört bacaklı doğuyordu—exoskeleton’a ihtiyaçları yoktu. Ama atalarımız genler üzerinde deneyler yaptı. Daha üstün bir tür oluşturmak istediler. Fakat her şey yanlış gitmiş.”

Torin kristal zeminde bir tur attı, ışıkları mora çalıyordu; zihni karışmıştı. “Yanlış mı gitti? Bacaksızlık da mı onlardan?”

Lyssia başını salladı, tableti işaret etti. “Evet, baba. Genetik müdahale, iki büyük mutasyona sebep olmuş. Birincisi, %99 erkek oranı; ikincisi, bacaksız doğuş. Dört bacak genini bastırmışlar, exoskeleton’la telafi etmişler. Virüsüm, bu hataları düzeltti. CRISPR, genleri orijinal haline geri çevirdi.”

Lyra bebeğin bacaklarını okşadı, sesi titredi. “Yani… Biz hep böyleydik? Dört bacaklı, eşit bir tür mü?”

Lyssia tarayıcıyı Lyra’ya uzattı; bebeğin sinir ağı kusursuzdu. “Evet, anne. Atalarımızın korkusu, bu mutasyonları sakladı. ‘Düşünmek yasak’ dediler, çünkü gerçeği biliyorlardı: yaptıkları hatanın daha fazlasına sebep olmaktan korktular. Ama ben denedim. %50 geri geldi, bacaklar geri geldi.”

Kael, çetesiyle kuleye ulaştı; dronlar artık saldırmıyordu, tapınak sistemi çökmüştü. Lyssia’yı görünce ışıkları maviye döndü. “Başardık mı, Lyssia? %50 düzeni tuttu mu?”

Lyssia ona döndü, gülümsedi; bebeği gösterdi. “Evet, Kael. Ama daha fazlası oldu. Bak… Dört bacaklılar. Orijinal Kentaura’lar geri döndü.” Kael’in çetesinden biri, ışıkları kırmızı bir zaferle parladı. “Exoskeleton’suz mu? Özgürüz artık!”

Lyra bebeği Torin’e verdi, Lyssia’ya yaklaştı; gözleri dolu dolu, ışıkları mora kaydı. “Sana düşünmeyi yasakladım… Ama sen… Bizi kurtardın. Atalarımızın hatasını düzelttin.”

Lyssia annesine sarıldı, sinir ağı maviye sabitlendi. “Korktum, anne. Virüs mutasyona yol açar diye korktum. Ama bu, kötü bir mutasyon değildi—geri dönüşümüzdü. Chironis şimdi özgür.”

Torin yeni doğan bebeği kucağına aldı, ışıkları maviye çalıyordu; 44 vedadan sonra ilk kez huzurluydu. “Artık bebeklerimizi salmayacağız, değil mi? Hepsi bizimle kalacak?”

Lyssia başını salladı, sesi yumuşadı. “Evet, baba. %50’yle, dört bacakla… Hepsi bizimle kalacak.” Kael yanlarına geldi, çetesi kırlara bakıyordu. “Tapınak bitti, Lyssia. Seni korudum, ama sen hepimizi kurtardın.”

Kırlara haber yayıldı; erkekler kulelere dönüyor, dişiler kırlara iniyordu. Yeni doğanlar, dört bacaklarıyla koşuyordu—exoskeleton’suz, özgür. %50 düzeni, Chironis’in özüne dönmüştü. Lyssia, Kael, Torin ve Lyra, kulelerin penceresinden yeni dünyalarına baktı. Chironis, ataların hatalarından arınmış, orijinal haline kavuşmuştu. %1’lik korkular, %50’lik bir başlangıca dönüşmüştü.



Sonsöz

Chironis’in kırları, dört bacaklı bebeklerin adımlarıyla canlandı; kuleler, tapınağın zincirlerinden kurtuldu. Erkekler, %99’luk gölgeden çıktı; %50’lik bir dünyada dişilerle buluştu. Lyssia, Kael, Torin ve Lyra, kristal pencereden bu yeni düzeni gördü. Ataların genetik günahı, bir virüsle silindi; exoskeleton’lar kırların tozuna karıştı, özgürlük kulelere yükseldi. Kael’in çetesi, Torin’in acısı, Lyssia’nın cesareti—erkeklerin isyanı, Chironis’i yeniden doğurdu. Ama yıldızlar hâlâ parlıyordu; belki başka gezegenlerde başka isyanlar bekliyordu. Şimdilik, Chironis’in erkekleri sustu—ama bu kez huzurla, dört bacaklarının üzerinde, eşit ve özgür.



Not:

Bu hikaye aşağıda özeti verilen Risale-i Nur'un 13. sözündeki alegorik hikayecikten ilham alınarak modern bir yorumla yeniden yazılmıştır.... 



ÖZET:

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya "Gel, idam biletini al, darağacına çık" veyahut "Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al" demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: "Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat'î biliniz" dedi. 

Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir. Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur'ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!

Haftanın Popüler Yayınları