Önsöz
Bu kurgu hikâye, altınla yazılmış bir destanın öyküsüdür. 14. yüzyılın sıcak çöllerinde, Nijer Nehri’nin bereketli kıyılarında yükselen bir imparatorluğun, Mali’nin, en parlak hükümdarı Mansa Musa’yı anlatır. O, tarihin en zengin insanlarından biriydi; develeri altın taşır, hazinesi Sahra’nın kumlarından genişti. Ama bu, sadece servetin hikâyesi değil. Musa, zenginliğini Allah’a adamış bir adamdı; kalbi, Kur’ân’ın âyetleriyle, ruhu İslam’ın nuruyla doluydu. Bir gece, rüyasında gördüğü bir işaretle yola çıktı: Dünyanın en değerli Kur’ân’ını yazdırmak istedi. Mücevherlerle süslü harfler, onun imanını yansıtacaktı.
Yapay Zeka Diyaloglarını DinleBu sayfalar, o yolculuğu anlatır. Niani’nin taş saraylarından Sahra’nın kavurucu kumlarına, Kahire’nin kalabalık pazarlarından Mekke’nin kutsal topraklarına uzanan bir serüven. Musa, altınlarını dağıttı, ilmi yüceltti, Timbuktu’yu bir ilim merkezi yaptı. Ama her büyük adam gibi, o da sınandı. Sarayında fısıldayan vezirler, sınırlarında bekleyen düşmanlar, ve en önemlisi, kendi kalbinin soruları… Bu hikâye, süs ile mana, altın ile hikmet arasındaki bir arayışın öyküsüdür. Musa’nın mirası, çöldeki kumlara değil, insanlığın ruhuna kazındı. Şimdi, onun dünyasına adım atın; altın harflerin sırrını keşfedin.
1. Bölüm: Altın Tahtın Gölgesi
Niani, Mali İmparatorluğu’nun kalbiydi. 14. yüzyılın ilk ışıklarıyla, şehir altın tozuyla kaplanmış gibi parlıyordu. Nijer Nehri’nin bereketli kıyılarında yükselen bu başkent, Sahra’nın kumlarından Atlas Okyanusu’na uzanan geniş bir toprak parçasını kucaklıyordu. İmparatorluk, günümüzün Mali’sinden Moritanya’ya, Nijer’den Gine’ye, Senegal’den Burkina Faso’ya, Fildişi Sahili’nden Gambiya’ya kadar uzanıyordu. Bu uçsuz bucaksız diyar, altınla ve tuzla zenginleşmiş, İslam’ın nuruyla aydınlanmıştı. Pazarlarda develer yüklerini indiriyor, tüccarlar Nijer Nehri’nin sularıyla taşınan malları satıyor, griotlar ise telli çalgılarıyla Mansa Musa’nın adını yüceltiyordu.
Sarayın ortasında, altın kaplı bir tahtta oturan Musa, imparatorluğunun efendisiydi. Uzun boylu, geniş omuzlu, yüzünde sakin ama kararlı bir ifade vardı. Kaftanı, ipekten dokunmuş, altın ipliklerle süslenmişti. Elleri, deri kaplı bir Kur’ân-ı Hakîm nüshasını tutuyordu; parmakları, âyetlerin üzerinde usulca geziniyordu. Musa adildi: Pazarlarda tüccarların kavgalarını çözer, birinin hakkını diğerine yedirmezdi. Bilgeydi: Timbuktu’dan gelen âlimlerle sabahlara kadar konuşur, Gao’nun bilginlerinden İslam’ın inceliklerini öğrenirdi. Cömertti: Bir el işaretiyle tonlarca altın hediye eder, fakir köylülerin yüzünü güldürürdü. Nijer Nehri’nin suladığı verimli topraklar, Senegal Nehri’nin beslediği yerleşimler, onun hazinesini dolduruyordu. Ama bu sabah, içini bir huzursuzluk kaplamıştı. “Bu servet, Rabbimi büyütmek yerine beni mi büyütüyor?” diye düşündü.
Sarayın avlusu hareketliydi. Nijer’den gelen balıkçılar, taze avlarını sunuyor; Sahra’yı aşan kervanlar, altın ve tuzla dolu çuvallarını indiriyordu. Timbuktu’nun âlimleri, ellerinde parşömenlerle saraya giriyor; Gao’nun sanatkârları, çamurdan yapılmış zarif kaplar hediye ediyordu. Musa, tahtından kalkıp pencereye yürüdü. Uzakta, Nijer Nehri’nin kıvrımları güneşle parlıyordu. Bu nehir, imparatorluğunun can damarıydı; tarlaları suluyor, şehirleri besliyor, altın ticaretini taşıyordu. Senegal Nehri ise doğu sınırlarında, Mauritania’nın çöllerine hayat veriyordu. Musa, bu toprakların her karışını avucunun içi gibi bilirdi. Ama zenginlik, ona yetmiyordu. Kalbi, daha büyük bir amaç arıyordu.
O gün, sarayda bir toplantı vardı. Vezirler, komutanlar ve griotlar, tahtın çevresinde halka olmuşlardı. Musa, Kur’ân’ı göğsüne bastırarak söz aldı: “Bu imparatorluk, Allah’ın lütfuyla ayakta. Ama ben, O’na daha çok şükretmeliyim.” Sessizlik çöktü. Bir griot, “Efendim, cömertliğiniz dillere destan, Nijer’in suları bile sizin adınızı taşıyor.” dedi. Musa “Benim adımı değil Allah'ın adını taşımalı”, dedi, gözleri dalgındı.
2. Bölüm: İlhamın Gecesi
Niani’nin gecesi sessizdi. Sarayın yüksek duvarları, Nijer Nehri’nin hafif uğultusunu içeri sızdırıyordu. Musa, odasında, sedir ağacından yapılmış yatağında uzanmıştı. Üzerinde ince bir keten örtü, elinde ise her zaman yanından ayırmadığı Kur’ân nüshası vardı. Gün boyu sarayda dönen tartışmalar zihnini yormuştu. Vezirlerin itirazları, griotların övgüleri, tüccarların talepleri… Hepsi bir uğultuya dönüşmüştü. Gözlerini kapattı, uykuya dalarken kalbi dua ile doluydu. “Ya Rabbi, bana yol göster,” diye fısıldadı.
Rüyasında bir nur belirdi. Gökyüzü yarılmış gibiydi; altın bir ışık, odasını doldurdu. Karşısında, üzerinde mücevherler olan altın bir bürdeye sarınmış bir siluet duruyordu. Yüzünü göremese de, içini bir huzur kapladı. Bir ses, derin ve yankılı, ona seslendi: “Ey Musa, kelâmıma layık bir elbise giydir.” Siluetin elinde altın bir kalem parlıyordu; kalemin ucundan mücevherler dökülüyordu. Zümrütler yeşil bir ırmak gibi akıyor, yakutlar ateş gibi yanıyor, elmaslar yıldızlar gibi ışıldıyordu. Musa, kalemi almak için uzandı, ama nur kayboldu. Gözlerini açtığında, ter içindeydi. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki, göğsünden fırlayacak sandı.
Yatağından kalktı, pencereye yürüdü. Niani’nin uykuya dalmış evleri, ay ışığında soluk bir gölge gibi uzanıyordu. Nijer Nehri, gümüş bir şerit gibi kıvrılıyordu. Musa, rüyasını düşündü. “Bu bir işaret,” dedi kendi kendine. “Allah, benden bir şey istiyor.” Odasına döndü, abdest aldı, seccadesini serdi. Sabah namazını kılarken, her rekâtta aynı duayı tekrarladı: Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. “Rabbi heb lî hukmen veelhiknî bi-ssâlihîn” (Şuara Suresi 83. ayet) Namaz bitince, Kur’ân’ı eline aldı. Sayfaları çevirdi, âyetlerin arasında kayboldu. Birden, aklına bir fikir düştü: Dünyanın en değerli Kur’ân’ını yaptıracaktı. Sayfaları altından, harfleri, mücevherle yazılacak, her kelime Allah’ın büyüklüğünü haykıracaktı.
Gün ağarırken, sarayın avlusunda bir telaş başladı. Hizmetkârlar, Musa’nın emriyle âlimleri, sanatkârları ve vezirleri topladı. Taht odası, kısa sürede doldu. Musa, altın kaftanıyla tahtına oturdu. Etrafında, Timbuktu’nun bilginleri, Gao’nun nakkaşları, Niani’nin griotları dizilmişti. Sessizlik çöktü. Musa, derin bir nefes aldı ve söz aldı: “Bu gece, Rabbim bana bir işaret verdi. Kelâmına layık bir elbise giydirmemi istedi.” Sesinde kararlılık vardı, gözleri parlıyordu. Kalabalık, merakla birbirine baktı.
Timbuktu’dan gelen yaşlı bir âlim, İbn Ahmed, öne çıktı. Sakalı bembeyazdı, elleri titriyordu ama gözleri genç bir ateşle yanıyordu. “Efendim, bu ne anlama geliyor?” diye sordu. Musa, gülümsedi. “Bir Kur’ân yazdıracağım, İbn Ahmed. Ama bu, sıradan bir kitap olmayacak. Sayfaları altından, harfleri elmasla, zümrütle, yakutla işlenecek. Her âyet, Allah’ın sanatını yansıtacak.” Odada bir uğultu yükseldi. Griotlardan biri, telli çalgısını tıngırdatarak araya girdi: “Mansa Musa, cömertliğin efendisi! Bu eser, Nijer’in sularından daha parlak olacak!”
Ama vezirlerden biri, uzun boylu ve sert bakışlı bir adam olan Kankan, kaşlarını çatarak öne çıktı. “Efendim, bu kadar mücevher, bu kadar altın… İmparatorluğumuzun hazinesi bunu kaldırır mı?” Sesinde bir endişe vardı, ama gözlerinde başka bir şey parlıyordu: şüphe. Musa, ona döndü. “Kankan, hayır. Bu iş için şahsi hazinemin kapıları açık. İstediğiniz kadar altın ve mücevher alın, yeter ki bu kitap yazılsın.” Kankan, bir an sustu, sonra başını eğdi. “Emriniz baş üstüne, efendim. Ama bu servetin duyulması, düşmanlarımızın iştahını kabartabilir.”
İbn Ahmed, tekrar söz aldı. “Mansa, bu eser sadece süs için mi olacak, yoksa hikmet için mi?” Musa, âlime baktı; gözlerinde bir ışık yanıp söndü. “Allah kelâmına yalnızca kalpte değil, surette de hürmet göstermemi murat etti. Onun sözleri, hakikatin ışığıdır; ben ise bu ışığa layık bir elbise dokumakla mükellefim. Altın ve mücevher, gözleri büyüleyebilir; fakat ancak mana, ruhları sarıp sarmalar. İşte bu eser, hem ihtişamın hem de hikmetin nişanı olacaktır. Bu eserin süsü, manasının derinliğiyle taçlanacak.” İbn Ahmed, başını salladı. “O zaman, bu proje Kur'an-ı kerim'in ruhunu, Timbuktu’un sanatını taşıyacak. İzin verin, sanatkârları ben seçeyim.” Musa, onayladı. “Sana güveniyorum, İbn Ahmed. Gao’dan nakkaşlar, Timbuktu’dan bilginler… Hepsi bu işe koyulsun.”
Toplantı dağılırken, Musa tahtında yalnız kaldı. Kur’ân’ı göğsüne bastırdı. Rüyasındaki nur, gözlerinin önünden gitmiyordu. “Bu, benim Rabbime borcum,” diye düşündü. Ama sarayın koridorlarında, vezir Kankan’ın fısıltıları duyuluyordu. “Bu kadar altın harcanır mı? İmparatorluk, bu yükü taşır mı?” diye mırıldanıyordu bir hizmetkâra. Musa, bunu duymadı. Aklında tek bir şey vardı: Mücevherlerle yazılacak bir Kur’ân, Mali’nin değil, âlemlerin hazinesi olacaktı.
O gün, Niani’nin pazarlarında bir haber yayıldı: Mansa Musa, Allah’ın kelâmına bir taç giydirecekti. Halk, camilerde dua etmeye başladı. Ama sarayın gölgelerinde, başka planlar dönüyordu. Musa, henüz bilmiyordu ki, bu kutsal proje, imparatorluğunu sınayacak bir zincirin ilk halkasıydı.
3. Bölüm: Hazırlık
Niani’de gün doğarken, sarayın avlusu bir arı kovanına dönmüştü. Hizmetkârlar koşuşturuyor, develer yüklerini indiriyor, çekiç sesleri taş duvarlarda yankılanıyordu. Musa’nın emriyle, Mali İmparatorluğu’nun dört bir yanından sanatkârlar ve âlimler çağrılmıştı. Timbuktu’nun dar sokaklarından gelen nakkaşlar, ellerinde altın ve mücevher işleme aletleriyle dolu çantalarla yola çıkmıştı. Gao’nun çamur evlerinden yükselen ustalar, aletlerini develerin sırtına yüklemiş, Nijer Nehri’ni aşarak Niani’ye varmıştı. Sahra’yı geçen kervanlar, altın, elmas, zümrüt ve yakutla dolu çuvallar getiriyordu. Musa, sarayın balkonundan bu telaşı izledi. Kalbi, rüyasındaki nurun ateşiyle yanıyordu.
Avluda, İbn Ahmed bir masanın başında duruyordu. Önünde, mücevherlerle dolu bir sandık vardı. Yaşlı âlim, titreyen elleriyle bir zümrüdü aldı, güneş ışığında inceledi. Yeşil taş, sanki içinde bir cennet bahçesi saklıyordu. Yanında, Gao’dan gelen genç bir nakkaş, Adama, deri bir deftere notlar alıyordu. Musa, aşağı indi, kaftanının etekleri taş zeminde hafifçe sürtünüyordu. İbn Ahmed onu görünce doğruldu. “Efendim, mücevherler gelmeye başladı. Mısır’dan elmaslar, Sudan’dan zümrütler… Ama bu iş için en iyilerini seçmeliyiz.” Musa, sandığa yaklaştı, bir yakut aldı. Koyu kırmızı taş, elinde alev gibi parlıyordu. “Her âyetin ruhuna uygun olmalı, İbn Ahmed. Cennet zümrütle, cehennem yakutla yazılacak.”
Adama, kalemini defterden kaldırıp araya girdi. “Mansa, altın da getirdiler. Nijer’in kıyılarından toplanmış, saf ve parlak.” Musa başını salladı. “Allah'ın kelamını hayvan derisinden yapılmış parşömene yazmak yerine, altını sayfa yapmak için kullanacağız. Hindistan’dan safirler, Moritanya’dan inciler de istiyorum. Bu Kur’ân, âlemlerin güzelliğini yansıtacak.” İbn Ahmed gülümsedi. “Efendim, bu proje Timbuktu’nun kütüphanelerini bile gölgede bırakacak. Ama sanatkârlar hazır mı?” Musa, avluya baktı. Onlarca usta, eritme fırınlarını, kalıplarını, çekiçlerini ve kalemlerini hazırlıyordu. “Hazır olacaklar. Senin gözetiminde, İbn Ahmed.”
O sırada, vezir Kankan uzun adımlarla yaklaştı. Yüzünde her zamanki sert ifade vardı. Yanında, gri saçlı bir komutan, Diallo, yürüyordu. Kankan, ellerini göğsünde kavuşturup Musa’ya döndü. “Efendim, bu telaş nedir? Saray, bir pazar yerine döndü. Bunca altın, bunca mücevher… Orduya harcamalıydık.” Musa, ona keskin bir bakış attı. “Kankan, bu Allah’ın kelâmı için... Hiçbir ordu, bu kadar kıymetli olamaz.” Diallo, araya girdi. “Ama Mansa, Songhay’dan haberler geliyor. Sınırlarımızda huzursuzluk var. Bu servet, düşmanlarımızın gözünü kamaştırır.” Musa, bir an sustu. Sonra, sesi sakin ama kararlı bir şekilde yükseldi. “Düşmanlarımız varsa, bırak onları Allah korkutsun. Şahsi hazinemin kapıları açık. İstediğiniz kadar altın ve mücevher alın, bu kitap yazılacak.”
Kankan, kaşlarını çattı ama bir şey söylemedi. Diallo ise başını eğip geri çekildi. Musa, İbn Ahmed’e döndü. “Sanatkârları topla. Ne ihtiyaçları varsa, söyle bana.” İbn Ahmed, avluya seslendi. Nakkaşlar, hattatlar ve mücevher ustaları bir halka oluşturdu. Adama, defterini açıp yüksek sesle okudu: “Altın için eritme ocakları, mücevherleri işlemek için ince aletler, örs terstere, tel kesici, pense, eğe, çekiç, matkap, lehim, taş kesici ve cilayıcı…” Bir hattat, kalın sesli bir adam, öne çıktı. “Mansa, bu iş yıllar alır. Her harf, bir dua gibi işlenmeli.” Musa, ona baktı. “Yıllar sürsün, yeter ki mükemmel olsun. Bu, benim Rabbime borcum.”
Toplantı dağılırken, Musa bir köşeye çekildi. Sandıktan bir elmas aldı, avucunda tarttı. Şeffaf taş, güneş ışığını kırıp gökkuşağına çeviriyordu. “Bu, ‘Rahman’ kelimesi için,” diye düşündü. Yanına bir bembeyaz inci koydu: “Bu da "Musa elini koynuna sok da bembeyaz, lekesiz olarak çıksın. (Neml 12)" ayeti için.” Yanına bir siyah oniks taşı koydu: “Bu da "Yüzleri kara olanlara: 'İmanınızdan sonra inkâr mı ettiniz? (Âl-i İmrân 106)" ayeti için.”. Yanına bir kırmızı turmalin taşı koydu: “Bu da "gök yarılıp kızarmış yağ gibi, kırmızı bir güle dönüştüğü zaman (Rahman 37)" ayeti için.” Yanına bir sarı zirkon taşı koydu: “Bu da "O, bakanların içini açan, sapsarı bir sığırdır. (Bakara 69)" ayeti için.” Yanına bir yeşil Jadeit taşı koydu: “Onlar, yeşil yastıklara ve güzel döşeklere yaslanırlar. (Rahman 76)" ayeti için.” Yanına bir mavi Akuamarin taşı koydu: “O gün onları bir araya toplarız; gözleri gök (mavi) olarak. (Tâhâ 102)" ayeti için.”
Kafasında, Kur’ân’ın her sayfası canlanıyordu. Ama sarayın koridorlarında fısıltılar yükseliyordu. Kankan, Diallo’ya yaklaştı. “Bu kadar altın harcanır mı? İmparatorluk, bu yükü taşıyamaz.” Diallo, başını salladı. “Mansa’nın gözü yükseklerde. Ama ya topraklarımız?” Fısıltılar, taş duvarlarda kayboldu.
O gün, Niani’nin pazarlarında müjdeli bir haber dolaştı: Mansa Musa, Allah’ın kelâmına mücevher bir taç giydirecekti. Halk, camilerde dua etmeye koştu. Timbuktu’dan gelen bir kervan, zümrüt ve safirle dolu çuvallar indirdi. Gao’nun ustaları, aletlerini bilemeye başladı. Musa, balkona çıktı, Nijer Nehri’ne baktı. Rüzgâr, yüzüne hafifçe vuruyordu. “Bu eser,” diye mırıldandı, “Mali’nin değil, tüm âlemlerin hazinesi olacak.” Ama bilmiyordu ki, saraydaki bazı gözler, bu hazineye başka bir açıdan bakıyordu.
4. Bölüm: Mücevher Harfler
Niani’nin sarayı, bir sanat tapınağına dönüşmüştü. Avluda, Gao’dan gelen ustalar ocakları harlamış, altın eritiyordu. Duman, Nijer Nehri’nin nemli havasıyla karışıp gökyüzüne yükseliyordu. Timbuktu’nun hattatları, masalara dizilmiş, bu kez deve derisi parşömenler değil, saf altından ince levhalar inceltiyorlardı. Musa, bu Kur’ân’ın sıradan olmayacağına karar vermişti: Sayfalar altınla parlayacak, harfler mücevherlerle yazılacaktı. Mücevher ustaları, ellerinde ince aletlerle, zümrütleri, yakutları ve elmasları kesip şekillendiriyordu. Taşların çıtırtısı, altın levhaların hafif çınlamasıyla birleşip bir senfoni gibi yayılıyordu. Musa, her sabah avluya iniyor, bu görkemli çalışmayı izliyordu. Kalbi, rüyasındaki nurun ateşiyle doluydu.
İbn Ahmed, sanatkârların başındaydı. Yaşlı âlim, bir masanın üzerinde ilk altın levhayı açmıştı. Yanında, genç nakkaş Adama, mücevher dolu bir kutuyu taşıyordu. İbn Ahmed, altın sayfaya baktı, sonra bir zümrüdü aldı. “Adama, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile başlayacağız. ‘Rahman’ için ametist, ‘Rahim’ için spinel uygun mu?” Adama, başını salladı. “Evet, üstadım. Ametist merhameti, spinel sonsuzluğu anlatır. Altın sayfa ise ebediyeti.” İbn Ahmed, gülümsedi. “Güzel. Başla. Ama her harf, bir dua gibi işlensin.” Adama, ince bir iğneyle ametisti altın levhaya sabitledi. İlk harf, mor bir ışık gibi parladı, altın zeminde göz kamaştırıyordu.
Musa, masaya yaklaştı. Kaftanının kollarını sıvamış, gözleri Adama’nın ellerindeydi. “İbn Ahmed, bu altın sayfalar ne kadar dayanır?” diye sordu. İbn Ahmed, sakalını sıvazladı. “Efendim, yüzyıllar değil, binlerce değil, onbinlerce yıl dayanır. Altın çürümez, mücevher solmaz. Ama her âyetin ruhunu bulmalıyız. Cennet zümrütle, ateş yakutla yazılacak.” Musa, bir yakut aldı, avucunda tarttı. “Yıllar sürsün, yeter ki mükemmel olsun. Bu, Allah’ın kelâmına layık bir taç.” İbn Ahmed, başını eğdi. “Emriniz baş üstüne, Mansa. Ama sanatkârlar, bu altın levhaları işlemekte zorlanıyor.”
O sırada, bir hattat, kalın sesli bir adam olan Bakary, masadan kalktı. Elinde altın bir levha vardı; üzerine mücevher harfler işlenmeye başlamıştı. “Mansa, ‘Fatiha’yı bitirdik. Bakın, ‘Hamd âlemlerin Rabbine’ zümrütle parlıyor, altın sayfa ışıldıyor.” Musa, levhaya eğildi. Zümrüt harfler, altın zeminde bir bahçe gibi açılmıştı. “Güzel, Bakary. Ama ‘Sirat-ı müstakim’ için ne düşünüyorsunuz?” Bakary, bir safir çıkardı; derin mavi taş, altınla birleşince denizi andırıyordu. “Bu, efendim. Doğru yol, maviyle sakin ve derin olmalı.” Musa, onayladı. “Haklısın. Devam et.”
Günler haftalara, haftalar aylara döndü. Sanatkârlar, mum ışığında çalışıyordu. Her altın sayfa, bir tablo gibi şekilleniyordu. Cenneti anlatan âyetler, zümrüt ve peridotla yeşeriyor; cehennemi betimleyenler, yakut ve garnetle alevleniyordu. “Nur üstüne nur” âyeti, elmaslarla ışıldıyor; “Kıyamet günü” siyah oniksle gölgeleniyordu. Musa, her akşam avluya iniyor, altın levhaları kontrol ediyordu. Bir gece, İbn Ahmed’e yaklaştı. “Bu eser, Mali’yi aşacak mı, İbn Ahmed?” Âlim, gözlerini altın sayfadan ayırmadan cevap verdi. “Evet, efendim. Bu, âlemlerin hazinesi olacak. Ama sabır gerek.” Musa, gülümsedi. “Sabredeceğim. Bu, benim Rabbime sözüm.”
Ama sarayın gölgelerinde huzursuzluk büyüyordu. Vezir Kankan, komutan Diallo ile bir köşede fısıldaşıyordu. “Bak, Diallo, her gün onlarca kese altın eriyor. Sayfalar altın, harfler mücevher… Bu Kur’ân, bizi bitirecek!” Diallo, kaşlarını çattı. “Songhay sınırda bekliyor. Bu servet, kılıç olmalıydı.” Kankan, sinsice gülümsedi. “Belki de Mansa’yı uyarmalıyız. Ama o, rüyalarına kapılmış. Rüyayla amel edilmez.” Fısıltılar, gecenin karanlığına karıştı.
Yıllar geçti. Bir sabah, Adama son altın levhayı masaya koydu. Kur’ân tamamlanmıştı. Altın sayfalar, mücevher harflerle bir gökkuşağı gibi parlıyordu. İbn Ahmed, Musa’yı çağırdı. “Efendim, bitti. Bakın, ‘Bismillah’ ile başladık, ‘Nâs’ ile bitirdik.” Musa, altın levhaları eline aldı. Her sayfa, bir sanat eseriydi; ağırlığı, zenginliği haykırıyordu. Gözleri doldu. “Bu, rüyamın gerçeği. Ama şimdi ne yapacağız, İbn Ahmed?” Âlim, sakince cevap verdi. “Hikmetini arayacağız, Mansa. Bu altın sayfalar, anlamayanlara da konuşacak.”
O gün, Niani’nin camilerinde dualar yükseldi. Halk, avluya toplandı, altın sayfalı, mücevher harfli Kur’ân’ı görmek için sabırsızlanıyordu. Ama Musa’nın aklında bir soru vardı: “Bu güzellik, anlamını yansıtacak mı?” Sarayın koridorlarında, Kankan’ın gözleri parlıyordu. “Bu kadar altın… Bakalım kime yarayacak,” diye mırıldandı kendi kendine. Musa, bunu duymadı. Kalbi, eserinin karşısında titriyordu.
5. Bölüm: Filozof ve Âlimin Yarışması
Niani’nin avlusu, bir bayram yerine dönmüştü. Mücevher Kur’ân’ın tamamlandığı haberiyle halk, sarayın kapılarına dayanmıştı. Kadınlar, çocuklar, tüccarlar, griotlar… Herkes, bu kutsal eseri görmek için sabırsızlanıyordu. Musa, hazine muhafızlarından biri tarafından dikkatle taşınan sandığın açılışını nefesini tutarak izledi. Sandığın kapağı kalktığında, avluda bir sessizlik çöktü. İçinde, eşsiz bir sanat eseri duruyordu: Altın sayfalara işlenmiş, mücevher harflerle yazılmış bir Kur’ân. Her bir sayfa, saf altından dövülerek incelikle hazırlanmış, üzerine elmas, zümrüt, yakut ve safir taşlarından harfler işlenmişti. Sayfaları çevirirken altın yaldızın ışıltısı mücevherlerin pırıltısıyla buluşuyor, her harf kutsal bir nuru temsil ediyormuş gibi parlıyordu.
Musa, hayranlıkla altın sayfaları karıştırırken Kur’ân’ın manevi ağırlığını her zerresinde hissediyordu. Bu sadece bir kitap değildi; bu, ilahi kelâmın yeryüzündeki en ihtişamlı ifadesiydi. Harfler elmas ve zümrütle parıldıyor, pırlanta satırlar Kur’ân’ın hikmetini anlatıyordu. Yanında duran bilginlerden biri, Timbuktu’nun genç âlimlerinden Halid, sessizce yaklaşıp fısıldadı: “Sultanım, bu göz kamaştırıcı eser, güzelliğiyle akılları büyüleyen bir sanat harikası. Ancak gerçek hazine, bu kelimelerin anlattığı ilahi hikmettir.” Musa, gülümseyerek başını salladı. “Haklısın, Halid. Altın sayfalar ve mücevher harfler, kelimelerin değerini artırmıyor, bilakis onu taçlandırıyor.” İçinden geçirdi: “Bu kutsal kelâm, hem maddi hem manevi zenginliğin zirvesi. Ama asıl mühim olan, bu kelimelerin kalplerde bıraktığı iz.”
Avluda, uzun bir masanın üzerine ipek bir örtü serilmiş, Kur’ân özenle yerleştirilmişti. Musa, masanın başında duruyordu. Kaftanının altın iplikleri, eserin ışığıyla yarışıyordu. Kalabalığa döndü. “Bu Kur’ân, Rabbimin bana verdiği bir emanet. Ama şimdi, hikmetini arayacağız.” Sesinde sakin bir kararlılık vardı. İbn Ahmed, yanında duruyordu; yaşlı âlimin gözleri, yılların yorgunluğuna rağmen parlıyordu. “Efendim, neyi kastediyorsunuz?” Musa, gülümsedi. “İki kişi, bu eserin sırrını yazacak. Biri batıdan gelen bir bilgin, diğeri sen, İbn Ahmed.”
O sırada, avlunun köşesinden uzun boylu, soluk tenli bir adam yaklaştı. Thomas’tı bu; Venedik’ten gelen bir tüccar ve bilgin. Sarı saçları omuzlarına dökülüyor, mavi gözleri altın sayfalara kilitlenmişti. Yanında, bir tercüman vardı; çünkü Thomas, Arapça bilmiyordu. Musa, ona döndü. “Thomas, seni Sahra’dan beri tanıyorum. Bu eseri inceleyecek ve hakkında bir kitap yazacaksın.” Thomas, tercümanıyla cevap verdi. “Mansa, bu şeref bana yeter. Bu… şey, bir hazine. Onu tartacağım, ölçüp biçeceğim.” Musa, kaşlarını kaldırdı. “Öyle olsun. Ama süsün ötesini de gör.” Thomas, gülümsedi. “Elimden geleni yaparım, büyük hükümdar.”
İbn Ahmed, altın sayfalara baktı, sonra Musa’ya döndü. “Efendim, ben de yazacağım. Ama bu eserin güzelliği, manasındadır. Altın bir perde, mücevherler bir işaret.” Musa, âlime bir an baktı, sonra başını salladı. “İkisine de bir yıl süre veriyorum. Yazın, getirin. Hikmeti bulanı ödüllendireceğim.” Kalabalık, bir uğultuyla dağıldı. Thomas, tercümanıyla birlikte altın sayfaları incelemek için masaya yaklaştı. İbn Ahmed ise bir köşeye çekildi, Kur’ân’ı eline aldı ve âyetleri mırıldanmaya başladı.
Günler geçti. Thomas, sarayın bir odasında, teraziler ve cetvellerle çalışıyordu. Altın levhaların ağırlığını ölçüyor, mücevherlerin saflığını test ediyordu. Mücevherleri tek tek sayıyor, ağırlığını hesaplıyordu. Bir gün, tercümanına döndü. “Bu altın kitap, tam 30057 gram. Zümrütlerin toplamı 1312 gram, yakutlar 1276 gram. Yaz, şunu: ‘Mansa’nın eseri, bir sanat şaheseri.’” Tercüman, kalemiyle not aldı. “Ama efendim, bu bir kitap değil mi? Okumuyor musunuz?” Thomas, omuz silkti. “Okumam gerekmez. Bu, bir hazine. Altınla kaplı bir mücevher kutusu.” Tercüman, sustu ama gözlerinde bir şüphe belirdi.
İbn Ahmed ise Timbuktu’ya dönmüştü. Küçük bir odada, mum ışığında yazıyordu. Her gece, Kur’ân’ı açıyor, âyetleri okuyor, manalarını kalbine işliyordu. Bir akşam, kalemini kaldırdı, kendi kendine mırıldandı. “‘Rahman’, merhamet… Zümrüt, bunu anlatır. Ama asıl hikmet, Allah’ın bize seslenişinde.” Yanındaki bir çırak, merakla sordu. “Üstadım, neden altın sayfalara bakmıyorsunuz?” İbn Ahmed, gülümsedi. “Çocuk, altın bir perdedir. Ötesini görmeliyiz. Bu eser, kalbiyle okuyana konuşur.” Çırak, başını salladı. “O zaman, Mansa neyi ödüllendirecek?” İbn Ahmed, cevap vermedi. Kalemiyle yazmaya devam etti.
Bir ay dolduğunda, iki adam eserlerini getirdi. Thomas, kalın bir defter sundu. Sayfalar, altın levhaların ölçüleri, mücevherlerin ağırlıkları ve nakışların çizimleriyle doluydu. İbn Ahmed ise bir tefsir kitabı uzattı; her satır, âyetlerin hikmetiyle parlıyordu.
6. Bölüm: Büyük Karar
Niani’nin sarayı, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı. Nijer Nehri’nin suları, ufukta gümüş bir şerit gibi parlıyordu. Büyük salonda, altın sayfalı mücevher harfli Kur’ân hâlâ masanın üzerindeydi; zümrütler, yakutlar ve elmaslar, güneşin dokunuşuyla yanıp sönüyordu. Musa, taht odasına çekilmişti. Önünde, Thomas’ın kalın defteri ve İbn Ahmed’in ince kitabı duruyordu. Odanın taş duvarları, sessizliği yansıtıyordu. Hizmetkârlar kapının dışında bekliyor, vezirler koridorlarda fısıldaşıyordu. Musa, yalnızdı. Elleri, Kur’ân’ın deri kapağında geziniyor, aklı ise iki eser arasında gidip geliyordu.
Thomas’ın defterini açtı. Sayfalar, mücevherlerin gramajlarıyla, altınların ölçüleriyle doluydu. Çizimler, harflerin simetrisini gösteriyor; notlar, zümrütlerin kesim açılarını tarif ediyordu. Musa, bir satırı yüksek sesle okudu: “Özetle bu eserde yaklaşık 30 kilo altın, 5 kilo mücevher var. Altın sayfaların düzeni, bir mühendislik harikası. İşçiliğin değeriyle birlikte hesaplandığında bu, dünyanın en değerli hazinesi.” Kaşları çatıldı. “Bütün değeri bu mu?” Defteri kapattı, bir kenara itti. Sonra İbn Ahmed’in kitabını eline aldı.
İlk satırda, “Bismillahirrahmanirrahim” yazıyordu. Altında, âlimin sözleri: “Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Çünkü bu kelime İslâm nişanıdır. Şeâir-i İslâmiyedir. Bir âlemdir. Onun için biz besmeleyle başlarız, hem de her hayırlı işin başında başlarız. Allah’ın adıyla Allah’ın adına başlarız. Çünkü Allah Ezelîdir. Biz O’na yani Besmeleye başlamadan önce de O(cc) Ezelîyeti ile vardı. Onun için de “Biz dahi başta ona başlarız.” O halde “Bismillâh” biz başlamadan evvel vardır. Yani biz, bizden önce var olana ve Ezelî olana başlarız. Ona -besmeleye-başlamakla Ezelî olan Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimlerine ve O’nun adı ile O’na başlarız. O’na başlamak her şeyden önce Ezelîyeti ile varlığı Ezelî olana başlamak demektir.” Musa, okumaya devam etti. Her âyetin manası, bir çiçek gibi açılıyordu. Gözleri doldu. Kitabı göğsüne bastırdı.
Kapı çalındı. İbn Ahmed ve Thomas, tercümanıyla birlikte içeri girdi. Musa, tahtından kalktı, onlara döndü. “İkinizin eserini okudum. Şimdi söyleyin, bu Kur’ân nedir?” Thomas, öne çıktı, kendine güvenli bir tavırla konuştu. Tercümanı çevirdi: “Mansa, bu bir hazine. Otuz kilo altın, beş kilo mücevher… Dünyada eşi yok. Ben, bunu ölçtüm, tarttım, çizdim.” Musa, kaşlarını kaldırdı. “Hepsi bu mu, Thomas? Süsün ötesini görmedin mi?” Thomas, şaşırdı. “Efendim, daha ne olsun? Bu, bir sanat şaheseri. Değeri, ağırlığında.” Musa, sustu, gözlerini âlime çevirdi.
İbn Ahmed, sakin bir adımla yaklaştı. Elinde, yazdığı kitabın bir kopyası vardı. “Efendim, bu Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Zümrütler, yakutlar, elmaslar… Hepsi bir perde. Asıl güzellik, manasında. ‘Rahman’, bize merhameti öğretir; ‘nur’, yolumuzu aydınlatır.” Musa, âlime baktı. “Peki, İbn Ahmed, neden süslere bakmadın?” İbn Ahmed, gülümsedi. “Çünkü süsü, gözüyle bakan görür. Bu eser, Rabbimizin sesidir. Allah'ın kelamının hikmetini yalnız kalbiyle bakan görür.” Odada bir sessizlik çöktü. Thomas, tercümanına fısıldadı. “Bu adam ne diyor? Benim ölçülerim daha gerçek!”
Musa, tahtına geri oturdu. İki eseri eline aldı, bir süre düşündü. Sonra ayağa kalktı, sesi odada yankılandı. “Thomas, sen çok çalıştın. Ama bu Kur’ân’ı bir basit bir hazine sandın. Onu tarttın, ama anlamadın. Bu, bir hakaret!” Defteri Thomas’ın önüne fırlattı. Thomas, şaşkınlıkla geri çekildi. “Ama Mansa, ben sadece gördüğümü yazdım!” Musa, ona sert bir bakış attı. “Gördüğün, perdenin yüzeyi. Ötesine bakmadın.” Tercüman, titreyerek sustu.
Sonra İbn Ahmed’e döndü. “Sen, İbn Ahmed, hikmeti buldun. Bu eser, süs değil, rehberdir. Aferin, Allah senden razı olsun.” İbn Ahmed, başını eğdi. “Efendim, bu sizin rüyanızın meyvesi. Ben sadece kaleme döktüm.” Musa, gülümsedi. “Bu kitaba ödül vereceğim. Her harfine on altın. Şahsi hazinemden, tükenmez bir servet.” Kalabalık, avludan yükselen bir sevinç uğultusuyla karşılık verdi. Ama Musa’nın aklı, başka bir yerdeydi.
O gece, saray sessizdi. Musa, odasında yalnızdı. Kur’ân’ı eline aldı, mücevher harfleri okşadı. Rüyasındaki nur, gözlerinin önünden gitmiyordu. Uykuya daldığında, bir kez daha nur belirdi. Beyaz bürde içindeki siluet, ona seslendi: “Ey Musa, evime gel.” Uyandığında, ter içindeydi. Kalbi, bir çağrıyla doluydu. Sabah namazını kılarken, kararını verdi. “Mekke’ye gideceğim,” diye mırıldandı. “Bu Kur’ân’ı Kâbe’ye, Beytullaha sunacağım.”
Sarayın koridorlarında, vezir Kankan, Diallo ile fısıldaşıyordu. “Mansa, hac mı diyor? Bu kadar altın harcadı, şimdi de yola mı çıkacak?” Diallo, kaşlarını çattı. “Songhay bekliyor, Kankan. İmparatorluk zayıf düşerse, suç onun.” Kankan, sinsice gülümsedi. “Belki de bu yolculuk, bize bir fırsat sunar.” Fısıltılar, taş duvarlarda kayboldu. Ama Musa, bunları duymadı. Aklında, Mekke’nin yolları vardı.
7. Bölüm: Hac Yolculuğu
Niani, bir veda havasına bürünmüştü. Sarayın avlusu, develerle doluydu; her biri altın, mücevher ve erzakla yüklüydü. Musa, hacca gitme kararını duyurduğunda, imparatorluk hareketlenmişti. Tarih, 1324’ün sıcak bir yaz günüydü. 60.000 kişilik bir kafile hazırlanmıştı: 12.000 köle, 500 asker, yüzlerce tüccar, âlim ve hizmetkâr. Timbuktu - Gao - Agadez - Tuat. Sahra Çölü'nü geçerek Mısır’a ulaştı. Mansa Musa, Kahire’ye ulaştığında burada uzun süre kaldı. Kahire’den sonra Nil Nehri boyunca güneye doğru ilerleyerek Kızıldeniz kıyısındaki limanlara ulaştı. Aydhab Limanı'ndan gemiyle Kızıldeniz’i geçerek Hicaz’a (Mekke’ye) geçti. Özetle Sahra Çölü'nü geçerek Mısır’a vardı, ardından Nil Nehri boyunca güneye inip Kızıldeniz üzerinden 7000 km yürüdükten sonra Mekke’ye ulaştı. Herkes bu yolculuğa tanık olmak istiyordu. Mücevher Kur’ân, ipek bir kumaşa sarılmış, özel bir sandıkta taşınıyordu. Musa, kaftanını giymiş, kafilenin başında duruyordu. Gözleri, ufukta Mekke’yi arıyordu.
İbn Ahmed, Musa’nın yanındaydı. Yaşlı âlim, bir deveye binmiş, elinde Kur’ân’ın bir kopyası vardı. Adama, sandığı taşıyan develeri kontrol ediyordu. Musa, kafileye baktı, sonra İbn Ahmed’e döndü. “Bu yolculuk, sadece ibadet değil, İbn Ahmed. Hikmeti bulacağım.” İbn Ahmed, sakalını sıvazladı. “Efendim, Mekke, kalbinizi açacak. Ama Sahra zorlu bir sınav.” Musa, gülümsedi. “Allah, bize yol gösterir. Bu Kur’ân’ı Kâbe’ye sunacağım.” Kafile, griotların şarkılarıyla yola çıktı. Niani’nin halkı, dualarla uğurladı.
Sahra Çölü, bir ateş denizi gibi uzanıyordu. Günler boyu, develer kum tepelerini aştı. Güneş, tenleri kavuruyor; susuzluk, dudakları çatlatıyordu. Bir öğlen, kafile bir vahada mola verdi. Musa, gölgede oturmuş, su içiyordu. Adama, yanına geldi. “Mansa, develerden biri yoruldu. Altın yükü ağır geliyor.” Musa, kaşlarını çattı. “O zaman dağıtın. Herkese bir avuç altın verin.” Adam, şaşırdı. “Ama efendim, bu hazine…” Musa, sert bir bakış attı. “Hazine, Allah’ın rızasıdır. Dağıtın!” Kısa süre sonra, köleler ve tüccarlar altınla sevindi. Ama bu, yolculuğun sadece başlangıcıydı.
Kafile, haftalar sonra Kahire’ye ulaştı. Mısır’ın başkenti, kalabalık ve gürültülüydü. Sultan al-Nasir Muhammed, Musa’yı sarayında ağırladı. Altın kaplı bir salonda, iki hükümdar karşı karşıya geldi. Sultan, kibirli bir tavırla konuştu. “Mansa Musa, zenginliğinle ünlüsün. Bize ne getirdin?” Musa, sakin bir sesle cevap verdi. “Altın getirdim, sultan. Ama asıl hediyem, duam.” Sultan, gülümsedi. “Elimi öpmeyecek misin? Gelenek böyledir.” Musa, başını kaldırdı. “Ben, yalnız Allah’a boyun eğerim.” Salonda bir sessizlik çöktü. Sultan, kaşlarını çattı ama bir şey demedi.
Musa, Kahire’de cömertliğini gösterdi. Pazarlara altın dağıttı; öyle çok ki, tüccarlar şaşkına döndü. Bir gün, İbn Ahmed yanına geldi. “Efendim, altın fiyatları düşüyor. Bu kadar dağıtmak doğru mu?” Musa, bir an sustu, sonra cevap verdi. “İbn Ahmed, altın geçici. Ama bu iyilik, kalıcı.” Gerçekten de, Kahire’de altın o kadar bollaştı ki, değerini yitirdi; tarihçiler, bu etkinin 12 yıl sürdüğünü yazacaktı. Ama Musa’nın aklı, Mekke’deydi.
Kafile, Kızıldeniz’i geçip Hicaz’a vardığında, Musa’nın kalbi hızlandı. Mekke’nin ufukta belirmesiyle, develer durdu. Musa, yere indi, secdeye kapandı. Mücevher Kur’ân’ı sandıktan çıkardı, Beytulallah'ın içine koydu. “Ya Rabbi, bu senin kelâmına armağanım,” diye dua etti. Gözleri yaşlarla doluydu. İbn Ahmed, yanına diz çöktü. “Mansa, hikmeti buldunuz mu?” Musa, başını kaldırdı. “Evet, İbn Ahmed. Altın dağıtmak değil, ilmi yaymak asıl hazine.”
Dönüş yolunda, Musa değişmişti. Kahire’den âlimler aldı, Timbuktu’yu ilim merkezi yapmayı planladı. Ama Niani’ye haberler geliyordu. Vezir Kankan, sarayda fısıldıyordu. “Mansa, altınlarını çölde saçtı. İmparatorluk zayıf düşecek,” diyordu Diallo’ya. Diallo, başını salladı. “Songhay kapıda. Bu yolculuk, bize pahalıya patlayabilir.” Ama Musa, bunları duymadı. Mekke’nin havası, ruhunu doldurmuştu.
8. Bölüm: Miras
Musa, Niani’ye döndüğünde güneş batıyordu. Nijer Nehri’nin suları, kızıla boyanmıştı. Kafile, yorgun ama gururluydu. Develerin yükleri hafiflemiş, altınlar Sahra’da ve Kahire’de dağılmıştı. Ama Musa’nın yanında yeni bir hazine vardı: Mekke’den ve Kahire’den getirdiği âlimler. Timbuktu’nun dar sokaklarına ilim taşıyacak bilginler, ellerinde parşömenler ve kitaplarla yürüyordu. Musa, kaftanını tozlu yollara sürtmüş, yüzünde Mekke’nin huzuruyla tahtına oturdu. Kalbi, altın değil, bilgiyle doluydu.
İbn Ahmed, Musa’nın yanındaydı. Yaşlı âlim, yolculuğun yorgunluğuna rağmen dimdik duruyordu. Ellerini yıkamak için bir köşeye çekilmişti. Musa, avluya baktı, sonra İbn Ahmed’e döndü. “İbn Ahmed, hac bana bir şey öğretti. En değerli hazine, ilimdir.” İbn Ahmed, gülümsedi. “Efendim, bunu Mekke’de buldunuz. Ama şimdi ne yapacaksınız?” Musa, derin bir nefes aldı. “Timbuktu’yu bir merkez yapacağım. Medreseler, kütüphaneler… Altınlarım bunun için harcanacak.” Kalabalık, bir sevinç uğultusuyla karşılık verdi.
Ertesi gün, Musa emir verdi. Timbuktu’ya ustalar gönderildi; Djinguereber Camii’nin temelleri atıldı. Kahire’den gelen mimar Abu Ishaq al-Saheli, çöldeki çamurdan bir şaheser tasarladı. Sankore Medresesi genişletildi; âlimler, parşömenlerle dolu odalarda ders vermeye başladı. Musa, her gün Timbuktu’ya gidiyor, çalışmaları izliyordu. Bir öğlen, İbn Ahmed ile medresenin avlusunda oturdu. “Bak, İbn Ahmed, bu taşlar ilimle dolacak. Altınlarım burada hayat bulacak.” İbn Ahmed, başını salladı. “Mansa, bu mirasınız olacak. Ama hazineniz azalıyor.” Musa, gülümsedi. “Azalsın. Allah, bana yeter.”
Sarayda ise huzursuzluk büyüyordu. Vezir Kankan, komutan Diallo ile bir köşede fısıldaşıyordu. “Musa, altınlarını çölde saçtı, şimdi de Timbuktu’ya gömüyor. Songhay kapıda!” Diallo, kaşlarını çattı. “İmparatorluk zayıf düşerse, suç onun. Biz ne yapacağız?” Kankan, sinsice gülümsedi. “Bekleyeceğiz, Diallo. Zaman, bize bir fırsat sunar.” Ama Musa, bunları duymadı. Aklı, Timbuktu’nun kitaplarındaydı.
Yıllar geçti. Musa, yaşlanmıştı. Sakalı ağarmış, elleri titremeye başlamıştı. Bir gün, sarayın balkonunda oturdu, Nijer Nehri’ne baktı. Timbuktu, bir ilim merkezi olmuştu; dünyanın dört yanından âlimler, Sankore’ye akın ediyordu. Musa, İbn Ahmed’i yanına çağırdı. “İbn Ahmed, mirasım tamam mı?” Âlim, sakince cevap verdi. “Evet, efendim. Altınlarınız ilme dönüştü. Ama sizden sonra ne olacak?” Musa, bir an sustu. “Allah bilir. Ben, vazifemi yaptım.”
1337’de, bir sabah, Musa odasında sessizce vefat etti. Doğal bir ölümle, huzur içinde gitmişti. Saray, yasla doldu. Oğlu Maghan Musa, tahta geçti. Ama babasının ihtişamını koruyamadı. İmparatorluk, yavaşça zayıfladı; Songhay yükseldi, iç çatışmalar arttı. Timbuktu, bir süre daha parladı, ama zamanla gölgelendi. Yine de Musa’nın mirası, kitaplarında ve dualarında yaşadı. Griotlar, onun adını şarkılarla taşıdı: “Mansa Musa, altın hükümdar, ilim bağışlayıcı.”
Sarayın koridorlarında, Kankan ve Diallo’nun fısıltıları sustu. “Musa gitti, ama Timbuktu kaldı,” dedi Kankan bir gün. Diallo, başını salladı. “Evet, ama imparatorluk da gitti.” Nijer Nehri, sessizce akıyordu. Musa’nın altınları, çöldeki kumlara ve Timbuktu’nun taşlarına karışmıştı.
Sonsöz
Mansa Musa, 1337’de Niani’de gözlerini yumduğunda, geride bir imparatorluk ve bir miras bıraktı. Altınları, Sahra’da dağılmış, Kahire’de pazarlara saçılmıştı. Ama asıl hazinesi, Timbuktu’nun taşlarında, Sankore Medresesi’nin parşömenlerinde, Djinguereber Camii’nin dualarında saklıydı. O, bir hükümdar olarak doğdu, bir hayırsever olarak büyüdü, bir bilge olarak öldü. Mücevher Kur’ân’ı kayboldu; kimileri çöldeki fırtınalarda yok olduğunu, kimileri bir baskında çalındığını fısıldadı. Ama onun ruhu, âyetlerin manasında yaşamaya devam etti.
Mali İmparatorluğu, Musa’dan sonra zayıfladı. Oğlu Maghan, babasının ihtişamını taşıyamadı; Songhay yükseldi, iç çatışmalar arttı. Timbuktu, bir süre daha ilmin ışığını yaydı, ama o da sonunda gölgelendi. Yine de Musa’nın adı, griotların şarkılarında, âlimlerin kitaplarında, halkın dualarında kaldı. O, altınla değil, adaletle ve bilgiyle hatırlanır oldu. Tarih, onun servetini hesapladı; ama asıl değerini, kalplerde bıraktığı izle ölçtü.
Bu hikâye, bir son değil, bir başlangıçtır. Musa’nın rüyası, bugün bile bize seslenir: Gerçek hazine, ne altındır ne mücevher; gerçek hazine, anlamaktır, paylaşmaktır, yücelmektir. Nijer Nehri hâlâ akıyor, Sahra hâlâ susuz; ama Musa’nın mirası, zamanın ötesinde bir nur gibi parlıyor. Onun altın harfleri, belki de hepimizin içinde bir yerlerde, hâlâ yazılıyor.
Not:
ÖZET:
Bir zamanlar hem dindar hem de son derece yetkin bir sanatkâr olan ünlü bir hâkim, Kur’ân-ı Hakîm’i, anlamındaki kutsallığına ve kelimelerindeki mucizevî güzelliğe yakışır bir yazıyla yazmak istedi. Böylece bu mucizevi varlığa harika bir elbise giydirilsin diye düşündü. Bu nakkaş zat, Kur’ân’ı çok ilginç bir tarzda yazdı. Yazısında en değerli mücevherleri kullandı. Gerçeklerinin çeşitliliğine işaret etmek için bazı harfleri elmas ve zümrütle, bazılarını inci ve akikle, bir kısmını pırlanta ve mercanla, bir türünü ise altın ve gümüşle yazdı. Öyle bir süsleme ve nakışla donattı ki, okumasını bilen de bilmeyen de onu seyretmekten hayran kalıp beğenirdi. Özellikle hakikat ehlinin gözünde, bu dış güzellik, anlamındaki son derece parlak güzelliğin ve hoş süslemelerin bir işareti olduğundan, çok kıymetli bir antika haline geldi.
Sonra bu hâkim, süslenmiş ve mücevherlerle bezeli bu Kur’ân’ı bir yabancı filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem denemek hem de ödüllendirmek için onlara, “Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazın,” diye emretti.
Önce filozof, ardından âlim, bu konuda birer kitap yazdılar. Ancak filozofun kitabı, sadece harflerin nakışlarından, birbirleriyle ilişkilerinden, konumlarından, mücevherlerin özelliklerinden ve tanımlarından bahsediyor, anlamına hiç dokunmuyordu. Çünkü bu yabancı adam, Arapça yazıyı hiç bilmiyordu. Hatta bu süslü Kur’ân’ın bir kitap olduğunu ve anlam ifade eden bir yazı olduğunu fark etmemişti bile. Ona sadece nakışlı bir antika gibi bakıyordu. Gerçi Arapça bilmiyordu ama çok iyi bir mühendis, yetkin bir tasvirci, usta bir kimyager ve mücevher uzmanıydı. İşte bu adam, bu sanatlara dayanarak eserini yazdı.
Müslüman âlim ise ona baktığında, bunun apaçık bir kitap, Kur’ân-ı Hakîm olduğunu anladı. Bu hakikatperver zat, ne dış süslemelere önem verdi ne de harflerin nakışlarıyla uğraştı. Onun ilgilendiği şey, öteki adamın meşgul olduğu meselelerden milyonlarca kat daha yüce, daha değerli, daha zarif, daha şerefli, daha faydalı ve daha kapsamlıydı. Çünkü o, harflerin perdesi altındaki kutsal hakikatlerden ve sırların nurlarından bahsederek çok güzel bir tefsir yazdı.
Sonra ikisi eserlerini götürüp o şanlı hâkime sundular. Hâkim önce filozofun eserine baktı. Gördü ki, bu kendini beğenmiş ve doğaya tapınan adam çok çalışmış, ama Kur’ân’ın gerçek hikmetini hiç yazmamış, hiçbir anlamını anlamamış, hatta karıştırmıştı. Kur’ân’a karşı saygısızlık, hatta edepsizlik etmişti. Çünkü hakikatlerin kaynağı olan Kur’ân’ı, anlamsız nakışlar sanarak, anlam yönünden değersiz sayıp hakAret etmişti. Bu yüzden hâkim, onun eserini başına vurdu ve huzurundan kovdu.
Ardından hakikatperver ve titiz âlimin eserine baktı. Gördü ki, bu çok güzel ve faydalı bir tefsir, son derece hikmetli ve yol gösterici bir eserdi. “Aferin, Allah senden razı olsun,” dedi. “İşte hikmet budur ve âlim ile hakîm, bu eserin sahibine denir. Öteki adam ise haddini aşmış bir sanatkârdır.” Sonra, onun eserine ödül olarak, her harfine karşılık tükenmez hazinesinden on altın verilmesini emretti.
Bu Temsili Alegorik Hikâyede Asıl Anlatılmak İstenen Nedir?
Eğer bu temsili anladıysan, şimdi hakikatin yüzünü de gör:
O süslü Kur’ân, bu sanatlı kâinattır. O hâkim, Ezelî Hakîm’dir. O iki adamdan biri, yani yabancı olan, felsefe ilmi ve filozoflardır. Diğeri ise Kur’ân ve onun öğrencileridir.
Evet, Kur’ân-ı Hakîm, bu büyük kâinat Kur’ân’ının en yüce tefsircisi ve en açık tercümanıdır. Evet, o bir Furkan’dır ki, kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan yaratılış âyetlerini cinlere ve insanlara öğretir. Her biri anlamlı bir harf olan varlıklara “harf anlamıyla”, yani onları Yaratıcı adına bakarak değerlendirir. “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir şekilde Yaratıcısının güzelliğine işaret ediyor,” der. Böylece kâinatın gerçek güzelliğini gösterir.
Ama hikmet ilmi denen felsefe, varlıkların harflerinin süslemelerinde ve ilişkilerinde boğulmuş, şaşkına dönmüş ve hakikatin yolunu kaybetmiştir. Bu büyük kitabın harflerine “harf anlamıyla”, yani Allah adına bakması gerekirken, öyle yapmamış; “isim anlamıyla”, yani varlıklara kendi başlarına bakmış ve öylece anlatmıştır. “Ne kadar güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” diyerek çirkinleştirmiştir. Böylece kâinatı aşağılayıp ona karşı şikâyetçi olmasına sebep olmuştur. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir hakarettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi aşağıdaki yorumlarda paylaşın!